115. Sayı: "Kur'ân ve Sünnete Göre Ehl-i Kitabın Durumu"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiHedefsizlik!
Eğitim

Aklın insanları esir aldığı, hissiyatın mad­de-perest dünya denizinin dal­gaları ara­sında savurduğu zaman­lardan iki ay­lık hazırlık süresi ile birlikte ayların efendisi Ramazan-ı Şerife vasıl olu­yoruz, elhamdülillah. *** Bir yetişkin ve genç psikoloğu arkadaşa sor­muş­lardı geçtiğimiz günlerde, “Gençlerde­ki en büyük problem nedir?” diye. O da demişti ki, “Hedefsizlik!” *** Zamanı algılamadaki şuursuzluk, bera­be­rinde hedefsizliği taşıyor dünyamıza. Za­ma­nını de­ğer­lendiremeyen insanların is­mi­ni koyduğu “zamansızlık/zamanım yok”, çe­­peçevre sarıveri­yor etrafımızı. “Elimiz boş de­ğil, yaptığımız iş değil” Maraş yöresine ait söz, ne kadar da bizden oluveriyor çoğu zaman. Ne doğduğumuz tarihi hatırlıyoruz KPSS im­tihanları olmasa, ne de ahirete gidece­ğimiz tarihe hazırlık yapıyoruz. Ne kuzey­de yaşa­dığımızı hatırlıyoruz tatil dönem­leri gelmese, ne de yeryüzünün sakinleri olduğumuzu fark ediyoruz gece yıldızlar doğmasa… Diyorum ki Efendiler! Bu gidiş nereye? Gidiş, bir yerden bir yere olur; peki biz –işin- ner/esin/deyiz? Hedef-siz miyiz, yoksa hedef biz miyiz? Bir ayağı sabit olmayan pergel düzgün bir daire çizemez. Eğri cetvelden doğru çiz­gi çıkmaz. Hedefi olmayanın himmeti, him­meti olmayanın değeri olmaz. O zaman! Geliniz, farkındalık yaşadığımız, diğer ay­lar­­dan muhteva ve maddi-manevi katkı an­la­mında farklı olan Ramazan-ı Şerifi fark edelim. Ramazan ayı ile birlikte kendimizi fark edelim. Bizi çepeçevre saran ne varsa ya bir müddet terk edelim ya da onlara olan ilgi ve zamanımızı azaltarak kendimize odaklanalım. *** “Ramazan ayı girdiği zaman cennetin ka­pıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytan­lar da zincire vurulur.” (Müslim, Sıyam 2, (1079)) hadis-i şerifinin manasına dâhil olup, ebedi istikbalimizin ihyası için tanımlanmış zama­nı / şehr-i Ramazanı de­ğerlendirelim. *** Ramazan-ı Şerifiniz hakkınızda ve hakkı­mızda hayırlara vesile olsun. Ramazan’da gizli Leyle-i Kadriniz, hakkı­nızda bin aydan hayırlı manasıyla makbul olsun.

Metin UÇAR 01 Haziran
Konu resmiKur'ân ve Sünnete Göre Ehli Kitabın Durumu
Risale-i Nur

Daha önceki kutsal kitaplar –Tevrat, İncil ve Zebur- Hazret-i Muhammed’den (sav) haber vermektedir. Bu yüzden ehl-i kitap, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, peygamberimizi kendi evlatları gibi tanıyorlardı. Bu konuda, peygamberimizden haberdar olan ehl-i kitabın özür teşkil edecek cehaletlerinden söz etmek mümkün değildir. Peygamberimiz, peygamberlerin hem sonuncusu hem de en büyüğüdür. O, bütün insanlara gönderildiği gi­bi, ehl-i kitaba da gönderilmiştir. Bu ko­nuda Kur’ân’da ve hadis-i şeriflerde çok açık ifadeler bulunmaktadır. Resûl-i Ek­­rem Efendimiz (sav), ehl-i kitabı kendi pey­gam­berliğine iman etmeye davet etmiştir. Onun davetine bazıları icabet ederken, bir kısmı da reddedip inkâr etmiştir. Kur’ân ve hadis-i şeriflere bakıldığında, ehl-i kitabın peygamberimizi bildiği halde iman etme­yen kısmının ebedi cehennemlik olacakları görülmektedir. Tevhid inancında olmayan, Hazret-i Mu­hammed’in (sav) peygamberliğini inkâr eden, Kur’ân-ı Kerim’i kabul etmeyen ehl-i ki­tabın, cennetlik olacağını iddia eden­lerin za­man zaman Üstad Bediüzzaman’ın söz­lerini de kötü niyetlerine alet etmeye ça­lıştıkları görülmektedir. Üstad’ın telifi olan Risale-i Nur Külliyâtı incelendiğinde, onun ehl-i kitabın hak yol­da olduğunu be­yan eden sözlü veya yazılı hiçbir ifadesine rastlamak mümkün değildir. Üzülerek söy­lemeliyiz ki onun bazı ifadeleri yanlış an­lam yüklenerek çarpıtılmaktadır. Kur’ân ve hadislerin yukarıda zikredilen bu derece açık ifadeleri olduğu halde, il­gi­­li âyet ve hadisleri maksadının aksi­­ne yo­­rumlayarak, “Muhammedün Resu­lül­lah”ı tasdik etmeden, sadece “Lâ İlâhe İl­lal­­­lah” demenin cennete girmek için ye­­ter­­li olacağını iddia edenler, delilden mah­rum­durlar. Onlar, bu konuda Kur’ân ve ha­dislerdeki açık ifadeleri bildikleri hal­de böyle bâtıl bir iddiada bu­lunmaktadırlar. İslâmiyet Teslis İnancını Kabul Etmez Aslî hüviyetini kaybetmiş bugünkü Hristi­yan­lıkta “Baba, oğul, Ruhü’l-Kuds” olmak üzere üç ilah anlayışı vardır. Buna da ‘üçle­me’ manasında “teslis” denilir. Bu inanç, İs­lâm dininin tevhid anlayışına zıttır. Hazret-i İsa (as), İsrailoğulları’na gönderil­miş bir peygamber olarak Allah’ın birliği üzerine dinini tebliğ etmişti. Hz İsa’nın (as) tebliğ ettiği bu dinin mesajları, yazı­ya geçirilmemişti. O, göğe yükseltildikten son­ra, ağızdan ağıza anlatılanlar çok son­ra­ları yazıya geçirildi. Fakat anlatılan bu rivayetler birbirinden çok farklıydı. Bu se­beple onlarca farklı İncil nüshaları orta­ya çıktı. Hristiyanlar arasında ihtilaflar oluş­tu. Bu süreçte Hz. İsa’ya (as) peygamber di­yenler olduğu gibi, aşırıya kaçıp Allah’ın oğlu olduğunu ve ilah olduğunu savunanlar da oldu. İşte Hazret-i İsa’yı (as) ilahlaştıran düşüncenin temelinde bâtıl teslis inancı vardır. İskenderiye kilisesi papazı olan Arius, İsa (as)’ın bir peygamber olduğunu, ilah ol­madığını kabul ediyordu. Miladi 300 yıl­larının başında onun bu inancını kabul eden insanlar oldukça çoktu.1 Roma İmparatoru Konstantin putperest iken Hıristiyanlığı kabul etti. Konstantin, miladi 325 yılında İznik’te 2048 piskoposu topladı. Bu toplantı tarihlere İznik konsili olarak geçti. Bunlar içinde teslise taraftar olan 318 kişi vardı. Kral Kostantin, teslis inancını kabul ettiğinden, azınlık olan 318 kişiyi destekledi ve 40-50 İncil içinden teslis inancına uygun Matta, Markos, Luka ve Yuhanna isimlerini taşıyan dört İncil seçil­di, diğer İnciller yasaklandı.2 Bu İncilleri, kim­lerin hangi ölçülere göre seçtiğine dair herhangi bir bilgi yoktur.3 Bu dört İncil’in seçilmesinden sonra di­ğer İnciller yasaklandı. İsa (as)’ın bir ilah olmadığını söyleyenler aforoz edildi veya cezalandırıldı. Zamanla teslis anlayışı bü­tün Hıristiyanlar arasında yaygınlaştı ve Arius’un savunduğu Allah’ın birliği ve İsa (as)’ın peygamber olduğu anlayışı unutuldu. Böylelikle Hıristiyanlık, bozulmuş oldu. Tevhid dini olan İslâmiyet, Allah’a ortak koşmak anlamına gelen şirkin her çeşi­di­ni reddetmektedir. Hıristiyanlıktaki teslis inan­cı da apaçık bir şirktir ve İslâm’ın inanç esaslarına zıttır. Bu konuyla ilgili bazı âyet­ler şöyledir: “Andolsun ki ‘Allah, kesinlikle Meryem­oğlu Mesîh’tir’ diyenler kâfir olmuşlar­dır. Halbuki Mesîh ‘Ey İsrailoğulları! Rab­bim ve Rabbiniz olan Allah’a kul­luk ediniz. Biliniz ki kim Allah’a ortak ko­şarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için yardımcılar yoktur’ demiş­ti. Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek Allah’dan başka hiçbir ilah yok­tur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet edecektir. Hâlâ Allah’a tevbe edip O’ndan bağışlanmayı dilemiyecekler mi? Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. Meryem oğlu Mesîh ancak bir resûldür. Ondan önce de (birçok) resûller gelip geç­miştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.”4 “Allah, Meryemoğlu Mesîh’dir” diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: Öy­leyse Allah, Meryem oğlu Mesîh’i, ana­sı­nı ve yeryüzündekilerin hepsini im­ha et­mek isterse Allah’a kim bir şey yapa­bilecek­tir (O’na kim engel olabilir)!”5 “(Tanrı) üçtür demeyin, sizin için ha­yırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Al­lah ancak bir tek Allah’tır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yer­de ne varsa hepsi o’nundur. Vekil olarak Allah yeter.”6 Bu âyetler konuyu, fazla izaha ihtiyaç bı­rakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. Kur’ân ayetlerle açıkça reddettiği bu tes­lis inancını taşımak, mümin olmaya bir en­geldir. Bu bâtıl inanç üzere olup İslâmiyet’i kabul etmeyerek Peygamber Efendimi­zi red­dedenlerin, ahirette cennete girerek kur­­tu­­lacaklarından bahsetmek mümkün değildir. Günümüzde Yanlış Yorumlanan Bir Âyet Buraya kadar aktardığımız âyet ve ha­dis­lerin konunun açıklığa kavuşması için ye­terli olduğu kanaatindeyiz. Kur’ân’ın her hangi bir âyetini diğer âyetlerle birlikte, bir bütünlük içinde anlamak gerekir. Tefsir ilminde âyetlerin âyetlerle tefsir edilmesi en mühim esaslardandır. Bir âyeti ele alıp, onun diğer âyetlerle bağlantısını kopa­rıp onlara aykırı bir şekilde yorumlamak, Kur’ân’ın manalarını tahrif etmek demektir. Nitekim bu konuda Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Yavaş olun ey kavim! Sizden önceki ümmetler peygamberlerine muhalefet etmekle ve kitabın bir kısmıyla diğer kısmını çürütmeye çalışmakla helak oldular. Muhakkak ki, Kur’ân’ın bir kısmı diğer kısmını yalanlamak için nazil olmadı, bilakis onun bir kısmı, diğer kısmını tas­dik eder. Ondan bir şey öğrendiğiniz za­man onunla amel ediniz! Bir şeyi de bile­mezseniz, onu bilen kimseye götürünüz (ona sorunuz!)”7 Bir âyete mana verirken diğer âyetlere ay­kırı mana vermek ya cehaletten ya da hak­kı bildiği halde bile bile batıla taraftar olmaktan kaynaklanır. Her iki hal de in­sanı manevî yönden tehlikeli durumlara düşürür. Çünkü bir âyeti yorumlarken Al­lah’ın murat etmediği bir manayı âyete yük­lemek, Allah’a iftira etmek manasına gelir. Peygamberimiz (sav) bu konuda “Kim ilmi olmadığı halde Kur’ân’ı (kendi görüşüne göre) tefsir ederse, o, ateşte oturacağı yeri hazırlasın”8, “Kim Allah’ın kitabı hakkında kendi görüşüne göre konuşursa isabet etse de hata etmiştir.”9 buyurmuş ve Kur’ân’a gelişi güzel mânâ verenleri korkutmuştur. Bu yüzden usûlsüz bir şekilde Kur’ân’a mana vermek –tefsir etmek- âlimlerce ha­ram kabul edilmiştir.10 Yahudi ve Hıristiyanların cennete gire­cek­lerini iddia edenler buraya kadar zikret­tiğimiz âyetleri görmezlikten gelerek, ma­na­sını tahrif ettikleri bir iki âyeti iddiaları­na delil olarak sunmuşlardır. Ekseriyetle on­lar şu âyeti öne çıkarmışlardır: “Şüphesiz iman edenler; yani yahudiler­den, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Al­lah’a ve ahiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri ka­tında mükâfatlar vardır. Onlar için her­hangi bir korku yoktur. Onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.”11 Bir âyeti doğru anlamanın en mühim yo­lu, o âyetin sebeb-i nüzulünü bilmekle müm­kündür. Bu ayetin sebeb-i nüzûlü olan şu rivayete bakalım: Selman-ı Farisî Müslüman olmadan önce, ta­nıştığı bazı Hıristiyanların durumunu Pey­gam­berimize sordu. Peygamberimiz (sav) “On­lar İslâm üzere ölmemişlerdir” (bir ri­va­­yet­te “On­lar cehennemliktir”) buyurdu. Selman der ki “(Peygamberimizin sözü üze­rine) dünya benim için karardı. Ben onların yaptıkları ibadetleri anlattım. Daha sonra bu âyet nazil oldu. Peygamberimiz beni çağırdı ve “Bu âyet senin arkadaşların hak­kında nazil oldu. Kim beni duymadan önce İsa’nın dini üzere ölürse, o, hayır üzeredir. Fakat kim de beni duyar ve iman etmezse, o helak olur (cehennemlik olur)” buyurdu.12 Bu sebeb-i nüzûlden anlaşıldığına göre âyet Peygamberimiz (sav) gönderilmeden önce­ki ve­­ya Peygamberimizden (sav) haberdar ol­ma­­­yan in­san­lardan bahsetmektedir. Âhir za­­­man Pey­­gam­berinin (sav) gönderilmesinden son­ra onu bi­len ve inkâr eden Yahudi ve Hıris­ti­yan­lar­dan bahsetmemektedir. Bazı müfessirler bu âyetle daha önce Ya­hu­di veya Nasranî iken Müslüman olan­ların kastedilmiş olacağını da söylemişlerdir. Ör­neğin müfessir ibn Cerir et-Taberî bu âyeti tefsir ederken “Burada Yahudi, Nasranî ve Sabiîlerin imanından kasıt, Muhammed (sav)’i ve onun Allah katından getirdiklerini tasdik etmektir.” demiştir.13 Fahreddin Razî bu konuda müfessirlerin ihtilaf ettiğini ve üç değişik tefsir olduğunu söylemiştir: Birincisi İbn Abbas’ın kavlidir. Yahudi ve Hıris­tiyanların batıl itikatlarından uzak ola­­rak Muhammed (sav)’in gönderil­me­sinden önce İsa (as)’a iman eden Kuss b. Saide, Rahip Bahira, habibi Neccar, Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Varaka, Selman-ı Farisî, Ebu Zer gibi kimselerdir. Sanki Cenab-ı Hak bu ayetle şöyle demektedir: “Muham­med gönderilmeden önce batıl bir din üzerinde olan Yahudi ve Hıristiyanlar­dan Mu­hammed’in gönderilmesinden sonra kim Allah’a, ahiret gününe ve Muhammed’e iman ederse onların ecri Rableri katındadır.” İkincisi; Cenab-ı Hakk surenin başında önce münafıkların, sonra Yahudilerin yo­lunu zikretti. Bu ayette “iman edenler” kav­liyle burada dilleriyle iman edip, kalpleriyle iman etmeyenler kastedilmiştir. Önce mü­nafıklar, sonra Yahudi, Nasranî ve Sabiîler zikredilmiştir. Sanki Cenab-ı Hak bu ayet­le “Bu batıl fırkalardan kim hakiki imanla gelir ve Allah katında müminlerden olursa” demektedir. Bu görüşte Süfyan-ı Sevri’ye aittir. Üçüncü olarak; burada ayette “iman eden­ler” kavliyle Muhammed (sav)’e hakiki ola­rak iman edenler kastedilmiştir. Bu mazi­ye (yani Muhammed (sav) gönderilmeden ön­­­ceki zamana) aittir. Sonra “Kim Allah’a iman ederse” ifadesi ise müstakbeli (yani Muhammed (sav) gönderildikten sonra ge­le­cekte ona iman etmeyi) iktiza eder. Bura­da “önceden geçmişte iman edenler, imanda sebat edenler ve gelecekte de bu imanlarını devam ettirenler” kastedilmiştir. Bu kavilde mütekellimlere aittir.14 Razî bu söylediklerine ek olarak şöyle der: “Bil ki, Allah’a imana, onun gerektirdiği her şey, yani peygamberlere imana dâhil olmuş­tur. Ve yine ahiretle ilgili bütün ahkâm ahiret gününe imana dâhil olmuştur. Bu iki kavil dinlerin teklif ve ahiretteki sevap ve ceza konularını bütünüyle cem etmiştir.”15 İmam Kurtubî ise “Bu ayet müminlerden Peygamber (sav)’e imanı sabit olan kimseler içindir” demiştir.16 Diğer müfessirlerin görüşleri de bahsi ge­çen müfessirlerden farklı değildir. Hiç bir müfessir bu ayetten yola çıkarak Yahudi ve Hıristiyanlar cennetliktir dememiştir. Çün­kü böyle bir iddia buraya kadar zikret­tiğimiz ayetleri inkâr manasına gelir ki, bu da insanın imanını yok eder. “La İlahe İllallah Diyen Cennete Girer” Hadis-i Şerifi Nasıl Anlaşılmalıdır? Buraya kadar aktardığımız âyetler ve ha­disler, Peygamberimizin (sav) risaletini ka­­bul et­meyenlerin, iman etmediklerini or­ta­ya koy­maktadır. Peygamberimizin (sav) “La ilahe illallah diyen cennete girer” hadisini de bu âyet ve hadislerden bağımsız olarak de­ğerlendirmek doğru değildir. Bu ha­dis-i şerifi, iman esaslarının bütününü ka­­bul ve tasdik ettikten sonra bunu da “La ilahe illallah diyen cennete girer” ma­nasında anlaşılmalıdır. Nitekim aşağıda zik­redeceğimiz sahih bir rivayet, bu konu­ya açıklık getirmektedir. İbn Abbâs (ra)’den şöyle rivayet edilmiştir: Bir heyet Peygamberimizin (sav) huzuruna gel­­di. Peygamberimiz (sav) onlara dört şeyi emret­ti, dört şeyi de yasakladı. On­lara yal­nız­ca Al­lah’a iman etmelerini emrettikten sonra: “Yalnızca Allah’a iman etmek ne demektir, bilir misiniz?” diye sordu. Onlar, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” de­diler. Peygamberimiz, “Allah’tan başka ilâh ol­madığına ve Muhammed’in Allah’ın el­çi­si olduğuna şehâdet, namazı dosdoğ­ru kılmak, zekâtı eda etmek, ramazân orucunu tutmak ve ganimetin beşte birini vermenizdir” buyurdu.17 Dikkat edilirse, bu hadis-i şerifte Sevgili Peygamberimiz (sav), Allah’a iman etmenin içinde, İslâm’ın diğer esaslarının mevcut olduğunu açıklamıştır. Bu da gösteriyor ki Allah’a iman etmek, yani Lâ İlâhe İllallâh ifadesi, imanın bütün esaslarını içinde top­layan bir hakikattir. Peygamberimiz (sav) bazı hadislerinde şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ‘Allah’dan başka ilah yoktur, Muhammed Allah’ın resu­lüdür’ deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum.”18 Yine bir rivayet şöyledir: “Hiçbir kimse yok ki kalbinden samimi olarak, Allah’dan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın resulü olduğuna şehadet etsin de Allah onu ateşe haram kılmasın.”19 Başka bir rivayette de ‘İnsanlar “Allah’dan başka ilah yoktur” deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum’20 buyurmuştur. Benzer bir hadis de şöyledir: ‘Kim Allah rıza­sını isteyerek “Allah’dan başka ilah yoktur” derse, Allah onu cehenneme haram kılar’21 Her ne kadar son iki hadis-i şerifte “Mu­hammed Allah’ın resulüdür” kısmı söy­lenmemişse de maksat bellidir. “Allah’dan başka ilah yoktur” kelime-i tevhidi “Mu­hammed Allah’ın resulüdür” kelamını da içermektedir. Bütün İslâm âlimleri konu­yu bu şekilde izah etmişlerdir. Örneğin hadis ilminde otorite olan İbn Hacer bu konuda şöyle der: “Eğer bu hadiste niçin peygamberlik zikredilmedi, denilirse onun cevabı şudur: Burada kastedilen Keli­me-i Şehadet’in bütünüdür. İlk kısım, Keli­me-i Şehadet’in sembolü olduğu için o zikredilmiştir. Örneğin sen “Kul Huvallah’ı okudum” dersin. Aslında kastettiğin İhlâs Sûresinin bütünüdür.”22 Abdurrauf el-Münavî “Kimin son sözü La ilahe illallah olursa o cennete girer” hadisini izah ederken, “Ehl-i kitap da kelime-i tev­hidi söylüyor. Burada onun karini (yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmı) ni­çin zikredilmedi?” sorusuna “Onun karini (delil veya Muhammed Allah’ın resulüdür kısmı) bu sözün Peygamberimizden (sav) çıkmış olmasıdır”23 diye cevap vermiştir. Yani bu sözün doğruluğunu kabul eden, sözü söy­leyen zatı da tasdik etmek zorundadır. Zemahşerî, “Allah’ın mescidlerini, ancak Allah’a ve âhiret gününe iman eden imareder”24 ayetini tefsir ederken “Allah’a inanmak, Resûlüllah’a iman etmeyi de ge­rektirdiği bilindiğinden ve meşhur oldu­ğundan ayette Peygambere iman zikredil­memiştir. Çünkü kelime-i şehadetin iki cümlesi birleşmiş, beraber olmuş, bir tek cümle haline geldiğinden Allah ve Resulü­nü kabul etmeyi birlikte ifade etmektedir. Birbirinden ayrılmadığından ‘Allah’a iman’ kelimesinin altında ‘Resûlüllah’a iman’da saklıdır.”25 demiştir. İslâm âlimlerinin bu konuda pek çok benzer açıklamalarına rastlamak mümkündür. Ancak biz bu kadar delilin yeterli olduğu kanaatini taşımaktayız. Kur’ân ve hadislerin yukarıda zikredilen bu derece açık ifadeleri olduğu halde, ilgi­li âyet ve hadisleri maksadının aksi­ne yorumlayarak, “Muhammedün Resulül­lah”ı tasdik etmeden, sadece “Lâ İlâhe İllal­lah” demenin cennete girmek için ye­ter­li olacağını iddia edenler, delilden mah­rumdurlar. Onlar, bu konuda Kur’ân ve hadislerdeki açık ifadeleri bildikleri halde böyle bâtıl bir iddiada bulunmaktadırlar. Fetret Ehli, Cennetlik midir? Fetret, dinî bir kavram olarak, hak dine davetin kesintiye uğradığı dönem veya iki peygamber arasında tahrife uğramamış bir davetin olmadığı dönem manasına gel­mektedir. Bu dönemde yaşayan insanlara da “fetret ehli” denilmektedir.26 Fetret dö­nemi ifadesi bilhassa İsa (as)’ın dininin tahrif edildiği dönem ile peygamberimiz (sav)’in gönderildiği zaman arasında pey­gam­berlerin olmadığı dönem için kulla­nılmaktadır. Yüce Rabbimiz tarih boyunca kendi varlı­ğı­nı ve birliğini anlatmak için birçok peygam­ber göndermiştir. Her peygamber gönderil­diği kavme Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğ ederek sorumluluklarını bildirmiştir. Bu ilahî tebliğe muhatap olanların mesul oldukları bilinirken, kendilerine peygam­ber gönderilmeyen veya bir şekilde kendisi­ne tebliğ ulaşmayan insanların durumu­nun ne olduğu İslâm alimleri arasında tartışma konusu olmuştur. Özellikle son peygamber olan Hazret-i Muhammed’in (sav) getirdiği İslâm dinini duymayanların durumlarının ne olacağı sorusu akılları meşgul etmiştir. İslâm âlimleri, Peygamberimizden (sav) son­­raki dönemlerde de fetret dönemine ait özelliklerin bulunabileceği kanaatini ta­şı­­maktadır. Peygamberimize (sav) ilk vahyin gel­diği andan itibaren vefatına kadar ge­çen zaman diliminde, İslâm’ın ulaşmadığı bir­çok coğrafi bölge olduğu tarihi bir va­kıadır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde dahi kitle iletişim araçlarına rağmen teb­liğin ulaşmadığı yerler veya şahıslar bulu­nabilmektedir. Bu görüşlerden yola çıkarak, Ehl-i Sün­net’in Eş’ârî ve Maturidî itikadî mezhep âlimleri, fetret ehlinin durumu hakkında farklı görüşler beyan etmişlerdir. İmam Maturidî’ye göre fetret dönemindeki in­sanlar Allah’ın varlığını ve birliğini aklıyla bulmak mecburiyetindedir. İmam Eş’ari ise “Biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz”27 ayetine dayanarak fetret döne­mi insanlarının ne halde olurlarsa olsunlar ‘ehl-i necat’ olacaklarını yani cehennemden kurtulacaklarını, kabul etmiştir.28 Bu konu hakkında Üstad Bediüzzaman Hazretleri de şöyle demektedir: “Biz bir peygamber göndermedikçe azab etme­yiz.”29 ayetinin sırrıyla, ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil’ittifak (ittifakla), teferruat­taki hatalarından muahazeleri (sorgu-sual­leri) yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arîce, küfre de girse, usul-i imanîde (imanın temel esaslarında) bulunmazsa, yine ehl-i necat­tır. Çünkü teklif-i İlâhî (yükümlü olmak) irsal (peygamber göndermek) ile olur ve irsal dahi ıttıla (haberdâr olma) ile teklif takarrur eder (karar bulur). Madem gaf­let ve mürur-u zaman (zamanın geçmesi), geç­miş peygamberlerin dinlerini setretmiş (perdelemiş); o ehl-i fetret zamanına hüccet (delil) olamaz. İtaat etse sevap görür; et­mezse azap görmez. Çünkü mahfî (gizli) kaldığı için hüccet olamaz.”30 Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî (ra) ise Hz. Muhammed’in (sav) peygamber olarak gön­­derilmesinden sonra insanları üç kısma ayırmıştır. Birinci kısım: Peygamberimizin ismini duy­­­mamış, kendilerine İslâm tebliğinin ulaş­­mamış olduğu kimseler. Bunlar ehl-i ne­cat olacaklardır. İkinci kısım: Kendilerine İslâmiyet tebliğ edilmiş olanlar. Bunlar İslâm’ı kabul etmez­lerse cehennemlik olurlar. Üçüncü kısım: İslâm’ın kendilerine yan­lış tanıtıldığı kimselerdir. İmam Gazalî “Kanaatime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir” der.31 Kelime-i Tevhid Hakkında Bediüzza­man Hazretlerinin Görüşleri Bediüzzaman Hazretlerinin telif ettiği Ri­sale-i Nur külliyatına bakıldığında Haz­ret-i Peygambere (sav) iman etmeyen kişi­nin ebedi saadete ermesinin mümkün ol­mayacağının anlatıldığı görülmektedir. Be­diüz­zaman, imanın ancak Hazret-i Pey­gamberi (sav) kabul etmekle tamam olaca­ğını savunmaktadır. Hazret-i Muhammed’i (sav) duyduğu ve bildiği halde peygamber olarak kabul etmeyen insanların Müslü­man olmayacağını, iman sahibi kabul edi­lemeyeceğini ve kâfir olduklarını, keli­me-i şehadetin iki cümlesinin birbirinden ayrılamayacağını söylemektedir. Bediüzza­man Hazretleri’nin bu konudaki görüşleri­ni aynen naklediyoruz: “Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şa­hid-i sadıktır ve birbirini tezkiye eder. Evet, ulûhiyet nübüvvete bürhan-ı limmîdir. Mu­hammed Aleyhisselâm, Sâni-i Zülcelâle zâtıyla ve lisanıyla bürhan-ı innîdir.”32 Mektubunuzda “Mücerred (yalnızca) [la ilahe illallah] kâfi midir? Yani [Muham­medün Resûlüllah] demezse ehl-i necat olabilir mi?” diye soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki: Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini isbat eder, birbirini tazammun eder, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesse­lâm Hâtemü’l-Enbiya’dır, bütün enbiyanın vârisidir; elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrasından ha­riç, hakikat ve necat yolu olamaz. (…) Peygamber’i işiten ve davasını bilen âdemler onu tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk’ı tanımaz. Onun hakkında, yalnız [la ilahe illallah] kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünki o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilane adem-i kabul değil, belki o kabul-i ademdir ve o inkârdır. Mu’cizatıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev’-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı inkâr eden âdem, elbette hiç bir cihette hiç bir nura mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter.33 “Kâfirin iki mânâsı vardır: Birisi ve en mütebadiri dinsiz ve münkir-i Sâni demektir. Şu mânâ ile ehl-i kitaba ıtlak etmeye hak­kımız yoktur.İkincisi: Peygamberimizi ve İslâmiyeti münkir demektir. Şu mânâ ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar.”34 Üstad Bediüzzaman “İşaratü’l-İ’caz” adlı eserinde “Onlar sana indirilene ve senden önce indirilenlere de iman ederler”35 ayetini tefsir ederken, şöyle der: “Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve ki­taplara imân ettiğiniz gibi, Hazret-i Mu­hammed (sav) ile Kur’ân’a da İmân ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (sav) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, haki­ka­tiyle, ruhuyla Kur’ân’da ve Hazret-i Mu­hammed’de (sav) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’ân Allah’ın kelamı ve Hazret-i Mu­ham­med (sav) de resulü olduğunu tarik-i ev­la ile kabul ediniz ve etmelisiniz.”36 Bediüzzaman Hazretleri, ehl-i kitabın, tev­hid inancını, Hazret-i Muhammed’in (sav) peygamberliğini ve Kur’ân-ı Kerim’i kabul etmeleri halinde ehl-i necat olacaklarını ifade eden sözlü bir rivayet de şöyledir: 1953 yılında Üstad Bediüzzaman yanında bir talebesiyle Fener Patriğiyle görüştü ve ona: “Hıristiyanlığın din-i hakikisi kabul etmek, Hazret-i Muhammed’i de (sav) peygamber ve Kur’an-ı Kerimi de Kitabullah olarak kabul etmek şartıyla, ehl-i necat olacaksınız.” dedi. Patrik Althenagoras cevabında: “Ben kabul ediyorum...” deyince Bediüzzaman: “Pekâlâ, siz bunu dünyanın diğer ruhanî reislerine de söylüyor musunuz?” dedi. Patrik: “Söylüyorum, amma onlar kabul et­miyorlar.” diye cevab verdi.37 Üstad Bediüzzaman’ın Sû-i İstimal Edi­len Sözleri Bu başlık altında, Üstad Bediüzzaman’ın sû-i istimal edilen sözlerine veya ona ait olmadığı halde ona nispet edilerek yaygın­laştırılmaya çalışılan bazı düşüncelere açık­lık getirmeye çalışacağız. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ehl-i ki­tabın hak yolda olduğunu beyan eden sözlü veya yazılı bir ifadesine rastlamak mümkün değildir. Ancak onun bazı ifadeleri yanlış anlam yüklenerek çarpıtılmaktadır. Meselâ bu konuda Bediüzzaman’ın su-i istimal edilen bir ifadesi şöyledir: “Hattâ hadîs-i sahihle, âhir zamanda İse­vîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zın­dıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı ve meslektaşı ve kardeşi olan­larla samimî ittifak etmek, belki Hıris­tiyanların hakikî dindar ruhanîleri ile dahi, medar-ı ihtilaf noktaları muvakka­ten medar-ı münakaşa ve niza’ etmeyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz din­sizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.”38 Üstad, İsevilerin hakiki dindarlarıyla, ehl-i Kur’ân’ın müşterek düşmanlarına karşı itti­fak edeceğine dair sahih hadisler olduğu­­nu söylemektedir. Üstadın bahsettiği ha­disin şu hadis olması muhtemeldir: “Müslü­manlarla Rumlar arasında bir anlaşma ve sulh olacak, hatta onlarla beraber düşmana karşı savaşacak ve ganimeti aralarında paylaşacaklar.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned: c. 4, s. 91, Çağ­rı Yayınları; Muhammed Resul Berzen­cî, el- İşaa Li Eşrati’s-Saat, s. 181. (Nuaym b. Hammad’dan naklen); Ai el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, c. 14, hn: 38451; c. 11, hn: 31526. Benzer bir hadis) Ayrıca bu hadisteki manayı teyit eder bir olayı bizzat Peygamberimizin (sav) hayatında da görmekteyiz. Peygamberimiz (sav), Me­dine’ye hicret ettiği zaman, muhacir, ensar ve Medineli Yahudiler arasında ortak bir anlaşma kaleme aldırdı. Bu anlaşmaya göre Medine’ye herhangi bir taarruz olduğunda bu üç grup birlikte, müşterek düşmanlarına karşı savaşacaklardı.39 Bizzat Peygamberimizin fiilinden ve ahir­zamandan bahseden bir sözünden yola çı­karak, Müslümanların müşterek düş­man­larına karşı ehl-i kitapla ittifak etmeleri­nin, yanlış bir şey olmadığını, buna binaen Üstadın sözünün de doğru olduğunu söy­leyebiliriz. Fakat ortak düşmana karşı ehl-i kitapla ittifak ayrı şey, onların cen­netlik olduğunu söylemek ayrı şeydir. Üstad bu ifadesiyle ehl-i kitabın hak yol­da olduğunu söylememektedir. Yanlış anlaşılan ikinci bir ifade de Bediüz­zaman’ın, Hristiyanların cennetlik oldu­ğu­nu iddia ettiğiyle ilgilidir. Yukarıda Üs­tad’ın “Ehl-i kitabın Peygamberimizi ve İslâmiyet’i inkar ettikleri için onların kâfir olduklarını”40 söylediğini nakletmiştik. Bu­ra­da dikkat edilirse Üstad ehl-i kitabın kâfir olduklarını açıkça söylemektedir. Üstad’ın İkinci Dünya Savaşı zamanında yazdığı ve çokça suistimal edilen bir mek­tubu şöyledir: “Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddet­li soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlık­lar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ih­tar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor. Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Av­rupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan et­tiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki: Musibet-i semaviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müs­lü­manlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir. On beşinden yukarı olanlar, eğer mâ­sum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (sav) bir lâ­kaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhir­zamanda Hazret-i İsâ’nın (as) din-i ha­ki­kîsi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (as) mensup Hıristiyanların mazlumları, çek­tik­­leri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet on­lar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret ol­mak­la beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erha­mür­râhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum. Eğer o felâketi gören zâlimler ise ve be­şerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir. Eğer o felâketi çekenler mazlumların im­dadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semavîye­yi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.”41 Dikkat edilirse Üstad İkinci Dünya Sa­vaşı’ndaki insanları 4 kısma ayırmaktadır: l   15 yaşın altında olanlar l   Masumlar l   Gaddar zalimler l   Mazlumların imdadına koşanlar 15 yaşın altında olanlar, dinen sorumlu olmadıkları için ehl-i necat oldukları hakkında İslâm âlimleri arasında bir fikir birliği vardır. Suistimal edilen ikinci kısma gelince; Üs­tad’ın, masumların ehl-i necat veya manevi şehit oldukları hakkındaki görüşü, onları ehl-i fetret olarak değerlendirdiği için­dir. Mektupta fetret ehli insanlar, hak bir dinin tebliğinden mahrum olduklarından sorumlu tutulmadıkları gibi, İkinci Dünya Savaşı’nda İslâmiyet’ten haberdar olmayan insanlar da, fetret dönemindeki insanlara benzetilerek, onların da ehl-i necat olabi­leceğine işaret edilmiştir. Nitekim bu ko­nuyu yukarda ele almıştık. Kur’ân, Ehl-i Kitapla Dost Olmayı Yasaklamıştır Peygamberimiz (sav) Medine’ye hicret et­­tik­ten sonra, Medine Yahudileri ona ve sa­habelerine düşman oldular. Müşrik­ler­le ve münafıklarla ittifak ederek, Müslü­man­lara her türlü kötülüğü yaptılar. Gü­nümüzdeki ehl-i kitabın Peygamberimiz (sav) dönemindeki ehl-i kitaptan farkı yok­tur. Hatta günü­müzdeki ehl-i kitap, düş­manlıkta daha da ileri gitmişlerdir. Aşağıdaki âyetler, hem Peygamberimiz (sav) za­manındaki hem de günümüzdeki Müslü­manlara ehl-i kitab ile dost olmayı yasak­lamaktadır. “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristi­yanları dost edinmeyin. Zira onlar bir­birinin dostudurlar (birbirinin tarafını tu­tarlar). İçinizden onları dost tutanlar, on­lardandır. Şüphesiz Allah, zalimler top­luluğuna yol göstermez. Kalplerinde hasta­lık bulunanların: “Başımıza bir felâketin gel­mesinden korkuyoruz” diyerek onların arasında koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah bir fetih yahut katından bir emir getirir de onlar, içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olurlar.”42 “Ey iman edenler! Sizden önce kendileri­ne Kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer mümin­ler iseniz.”43 “Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fe­nalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha bü­yük­tür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, âyet­lerimizi size açıklamış bulunuyoruz. İş­te siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sev­me­dikleri halde siz onları seversiniz. Siz, bü­tün kitaplara inanırsınız; onlar ise, si­zinle karşılaştıklarında ‘inandık’ derler; ken­­di başlarına kaldıklarında da, size olan kin­­lerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısı­­rırlar. De ki: Kininizden (kahrolup) ölün! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hak­kıyla bilmektedir. Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasa­landırır; başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve korunursa­nız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepe­çevre kuşatmıştır.”44 Kaynaklar: 1- Suat Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, Işık Yayınları, İzmir, 1996, s. 281-282. 2- Muhammed Ebû Zehra, Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Fikir y, 1978, İstanbul, s. 230. Bu 4 İncillerin hiçbiri İsa (as)’ın dili olan İbranice değil, Latince yazılmıştı ve dördü de İsa (as)’ın hayat hikâyesi (biyografisi) şeklindeydi. 3- Muhammed Hamîdullah, Kur’ân-ı Kerîm İle Diğer Semâvî Kitapların/Sayfaların Karşılaştırmalı Kısa Bir Tarihi, Çev. Bahattin Dartma, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, c. VII (2007), sayı, 3, s. 160. 4- Maide, 72-755- Maide, 176- Nisa, 1717- Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 181.8- Tirmizî, age. Tefsîr, 1, hn: 2950, 2951 9- Tirmizî, age. Tefsîr, 1, hn: 2952; Ebû Dâvûd, Süne., İlm, 5, hn: 365210- Bedrüddin Muhammed b. Abdullah ez-Zerkeşî, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Tah: Muhammed Ebû’l-Fazl İbrahim, Mektebetü’l-Asrıyye, Beyrut, 2009, c. 2, s. 105; Muhammed Ali es-Sâbûnî, Muhtasar Tefsiri İbn Kesir, Dârü’l-Kur’ân’ü’l-Kerim. 1393. Beyrut, c. 1, s. 12. 11- Bakara, 6212- İmam Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensur, Darü’l-Fikr, c. 1, s. 182; Benzer bir rivayet için bkz. ibn Cerir et-Taberî, Câmiü’l-Beyan, Müessesetü’r-Risale, 2000, c. 2, s. 154; Muhammed Ali es-Sabunî, Muhtasar  Tefsiri İbn Kesir, Dârü’l-Kur’ân’ü’l-Kerim, Beyrut, 1393, c. 1, s. 71.13- Taberî, age. c. 2, s. 148. 14- Fahreddin Razî, age. c. 2, s. 113.15- Fahreddin Razî, age. c. 2, s. 114.16- Kurtubî, age. c. 1. s. 436.17- Buharî, İman, Bab, 40; Müslim, İman, Bab, 6, hn: 17 (24).18- Buharî, İman, Bab, 17.19- Buharî, İlim, Bab, 49.20- Buharî, Salat, Bab, 28.21- Buharî, Rikak, 6.22- İbn Hacer el-Askalanî, Fethü’l-Bari, Darü’l-Marife, 1379, c. 1, s. 104. 23- Abdurrauf el-Münavî, Feyzü’l-Kadir, c. 6, s. 268.24- Tevbe,1825- Zemahşerî, el-Keşşâf, Dârü’l-Marife, Beyrut, 2002, s. 427.26- Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelam Terimleri Sözlüğü, İSAM Yayınları, İstanbul, 2010, s. 92.27- Isra, 15; Ayrıca bkz. Maide, 19; Nisa, 165; Taha, 13428- Mahmud Âlusî, Ruhu’l-Maanî, Dar’ü İhyaü’t- Türasi’l Arabî, Beyrut, c. 15, s. 40.29- Isra, 1530- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, s. 269 (28. Mektup)31- İmam Gazali, İslâm’da Müsamaha (Faysalu’t-Tefrika Beyne’l-İslâm ve’z-Zendaka), Marifet Yayınları, İstanbul, 1990, s. 71-73.32- Bediüzzaman Said Nursî, Asar-ı Bediiyye, s. 46.33- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, s. 161.34- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, s. 364.35- Bakara, 436- Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, Altınbaşak Neşriyat, s. 44.37- Necmeddin Şahiner, Bediüzzaman Said Nursî, Yeni Asya Yayınları, 1990, s. 405.38- Bediüzzaman Said Nursî, Lemalar, Altınbaşak Neşriyat, s. 158.39- Asım Köksal, İslâm Tarihi, Medine Devri, Şamil Yayınları, 1991, c. 1, s. 173; Bütün Yönleriyle Asrı Saadet’te İslâm, Beyan Yayınları, 1994, c. 2, s. 169-185.40- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, s. 364.41- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lahikası, Altınbaşak Neşriyat, s. 140.42- Maide, 51, 5243- Maide, 5744- Al-i İmrân, 118-120

İdris TÜZÜN 01 Haziran
Konu resmiBirinci Söz
Risale-i Nur

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن   Kâinatın lisan-ı halini lisan-ı kale tercüme eden Bismillah’ın tefsiri içindeki intisap sırrı 82- Muhalefetün li’l-Havadis: Yani o Zat-ı Zülcelal hâdis (sonradan olan) mahlûk, mas­nu, eser, sanat, mütegayyir (değişen) olan­ların cinsinden değildir. Ressam resim, cinsinden; san’atkar, san’at cinsinden; mi­mar, cami cinsinden olmadığı gibi, kâinatın Hâlık’ının zat ve sıfatları dahi kâinatın cin­sinden değildir. 83- Kıyam bi-nefsihi: Nihayetsiz azamet ve kibriyanın (sonsuzluk sahibi olmak) harici olmaz. Madem o kemalatın harici yoktur. Öyle ise o Zat-ı Akdesin kemalatı başka bir kemalden gelmiş olamaz. Öyle ise bütün kemalatı zatîdir ve kendi zatıyla kaimdir, daimdir varlığı kendindendir yani kıyam bi-nefsihidir. 84- Hâdis: Sonradan meydana gelen mü­tegayyir ve mütehavvil (halden hale geçen) olan demektir. 85- İhlas Suresi: Mümkinat ile daire-i vü­cubun sıfatlarının farkını altı kelime ile ferman eder. Bu altı kelimeden üçü müm­kinat (yaratılanlar) alemine, üçü de daire-i vücuba bakar. Mesela Allah’tır, Ehaddir, Sameddir. Bu üç kelime daire-i vücubun sıfatını ifade eder. O doğmamıştır, doğrulmamıştır, misli olma­yandır. Bu üç kelime ise mahlûkata bakar. Mümkinat ise doğmuştur, fakat o doğma­yandır ve ezelidir, mümkinat, doğrulmuştur, yaratılan silsilesindendir. Fakat o yaratılan cinsinde değildir. Mümkinat misli olandır. Fakat o misli misali olmayandır. 86- Aşağıdaki ayet-i celile bu hakikati tam ferman eder. لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ “Kainat içinde, hiçbir cihetle O’nun misli mi­sali yoktur o işiten ve görendir” ayet-i ke­rimesi daire-i vücub ile mümkinatın bir biri­ne muhalif hallerinin hudutlarını çiz­miştir. 87- Bu sırrı Hz. Ebubekir (ra), “Ya Rab­bi senin idrak edilemeyeceğini idrak et­tim” demekle “O Zat-ı Zülcelal’in za­tı­nı ve sıfatlarını idrak etmek, idrak edileme­yeceğini idrak etmektir” şeklinde ifade etmiştir. Sıfat-ı Sübutiye 88- Ne zatının aynı ne de zatından gayri olan sıfatlardır. Yani güneş ziya vermeksizin mümkin değildir. Fakat ziya güneşin zatı olmadığı gibi, güneşten gayrı da değildir. 89- Güneşin varlığına ziyası işaret ettiği gibi, daire-i vücubun kemalatını da bu sıfatları gösterir. 90- Hayat: Misli misali olmayan hayat sahibidir. Evet, hayatın bir biri içine gir­miş çok perdeleri mevcuttur. İlki, bizim yaşadığımız nefis ve arzularımıza bakan ha­yatımızdır. İkincisi, vücudumuzun içinde­ki bi­yoloji ve tıp ile anlaşılan hayat faa­liye­tidir. Üçüncüsü, cesedimize canlılık veren ruhtaki hayattır. Dördüncüsü, ruhumuza doğ­rudan tecelli eden Zatı Hayyu Kayyuma ait hayattır. 91- İlim: Nihayetsiz imkanatı, hadsiz ihti­mal yollarını, bize göre adem-i zâhiriyeyi (Allah’ın ilminde olan fakat şahadet alemi­ne çıkmayan her şey) her cihetle teşhis ve ihata eden manzar-ı a’lâdan (sonsuzluk ale­minden bakan demektir) bakan ilimdir. 92- Sem’: Her şeyi işitendir. 93- Basar: Her şeyi her şeyle görendir. Gör­mek nasıl olur, mahiyeti nedir? Gör­mek bir sıfattır. Madde gibi onu tasvir edemeyiz. Bu sıfat biz insanlara nereden gelir, bu sıfatın kaynağı nedir? Şimdi onu inceleyelim: Mesela, pencereden dışarıya bakıyoruz; gören biz miyiz, yoksa pence­renin camı mıdır? Elbette, irade ve basar sahibi olduğumuz için gören biziz. Peki, gören maddi olan gözümüz müdür yoksa arkasındaki ruhumuz mudur? Elbette, gö­ren zihayat olan ruhtur. Göz maddedir ve ruha bir penceredir, göz tek başına göremez. O zaman gören göz değildir. Belki göz vasıtasıyla ruh, iğne ucu kadar bir yerden âlem-i şahadeti seyreder. 94- Cenab-ı Hak her şeyle her şeyi gören­dir. Her mahlûkunun gözüyle tüm âlemi bizzat müşahede edendir. Kur’an şems ve kamerden bahsederken, bizim gözümüzün gördüğü şekilde izah etmesi bunun delilidir. 95- İrade: Dilemek seçmektir. İradenin şe’ni (özelliği) tercih ve tahsis etmektir. İrade-i ezeliye, bir şeyi daire-i ilmin ve hadsiz im­kanatın içinden bir model olarak seçer. Bu seçilen teşekkülat programı eşyanın ha­kikatidir. (Bkz. Otuz İkinci Sözün Üçüncü Makamı) 96- Kudret: Cenab-ı Hakk’ın zatına mahsus kemalatındandır. Hem zati, hem basit (her yere yayılan kuşatan) hem namütenahidir. Hem zıddı olan aczden münezzeh ve mukaddestir. Kâinattaki bütün kuvvetler, kudretin tecellisi ve cilvesidir. Kudret-i İlahiyeyi tam anlamak isteyenler, Yirminci Mektubun Onuncu Kelimesine baksınlar. 97- Kelam: Hayat ve ilim gibi Cenab-ı Hakk’ın bir sıfatıdır. Kur’an, kelam sıfa­tından gelmiştir ve ezelidir. 98- Bu sıfatlara sıfat-ı seb’a denir. Güneşin yedi rengi, ısısı, ışığı gibi düşünülebilir. Örneğin semadaki güneşin yedi rengi ay­naya tecelli eder. Fakat güneşin zatına mah­sus ateşinden aynaya iğne ucu kadar girse ayna yanar kül olur. İşte aynen öyle de Allah’ın sübuti sıfatlarının insana tecel­lisi aynaya güneşin yedi renginin tecelli et­mesine benzer. 99- Cenab-ı Hakk bizleri de o sıfatlar­la sıfatlandırmıştır. Ve bizim şahsiyetimiz onunla vücut bulmuştur. Sıfat-ı Fiiliye 100- Kudret-i İlahiye’nin, mahlûkatın nev’lerine ve fertlerine olan taalluk ve nisbetinden hâsıl olan ve zahire çıkan isim­lerdir. Bu isimler namütenahidir (sınır­sızdır). Rahman, Rahim, Rezzak gibi. 101- Bir şeydeki faaliyet, kemale müte­veccihdir. Kemale ulaştığı noktada faaliyet sona erer. Bu sırdan dolayı kamil-i mutlak olan daire-i vücubda kemale müteveccih herhangi bir faaliyet olmaz. 102- İşte bu sırra binaen fiili isimler mah­lukiyeti ve yaratılanları iktiza ve istilzam eder. Bütün fiili isimlerin tezahürü ancak böyle bilinir. 103- Kâinattan önce Cenab-ı Hak Halık, Rahman, Rahim, Kerim, Şafi, Rezzak gibi kemalatların sahibi olduğu halde ancak kud­retinin yaratma faaliyetiyle tezahür ede­rek bilinir. 104- Not: İslam uleması bu fiili isimleri, sübuti sıfatların en son maddesi olarak tasnif etmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri de Risale-i Nur Külliyatının İşaratü’l-İcaz kitabında, tekvin sıfatını, fiili isimler olarak şerh etmiştir.

Muammer YANIK 01 Haziran
Konu resmiBiri Ateist Diğeri İslamiyet'i Kabul Etmeyen İki Adam
İtikad

Biri ateist diğeri Allah’a inanıp İs­la­miyet’i kabul etmeyen fakat açık söz­lü mert iki arkadaş ile olan soh­beti­mizin bir hülasasıdır. Bazı kardeşlerimize örnek olabilir diye yazıyoruz.  Bize misafir olan o arkadaşlarla ta­nış­­tıktan sonra on­lar­dan birisi; ben Al­lah’ın varlığına inan­mıyorum ate­is­­tim dedi. Diğeri de ben Al­lah’a (cc) ina­nı­yorum ama İslamiyet’in hak bir din ol­duğuna inanmıyorum dedi. Ben de onlar gibi açık sözlü mert insanlarla ko­nuşmaktan görüşmekten çok memnun ol­duğumu ifa­de ederek kendilerini tebrik et­tim ve de­dim ki: “Sizinle konuşurken size üstün gel­mek ve sizleri bastırıp susturmak için ko­nuşmayacağım. Ancak sizlerin inandık­larınızdan ve konuştuklarınızdan ispat et­ti­ğiniz doğru düşüncelerinizi kesinlikle ka­bul edeceğim ve benim düşünüp söy­le­diklerimden de, yanlışlığını ispat ettik­lerinizden de vazgeçeceğim ve sizin de be­nim gibi hareket etmeniz gerektiğine ina­nıyorum. Yoksa konuşmalarımızın hiçbir faydası olmaz, sadece gerçek insanlığa ya­kışmayan egomuzu, benliğimizi ortaya koy­muş olacağız.” Görmediğime İnanmam Onlar da doğru söylüyorsun dediler. Ateist olan şahış dedi ki: Gözümle gördüğüm varlıklara inandığım gibi Allah’ın varlığına kanaat getirip inanamıyorum. Ona cevaben dedim ki: Bir varlığın var olduğunu gös­terip ispat eden, yalnız görmek değildir. İn­sanda bulunan beş duyu organının hepsi de görmek gibi bir varlığın var olduğunu ispat eder. Sesini duyduğumuz, dokunup da hissettiğimiz, kokusunu aldığımız, ta­dıp da fark ettiğimiz varlıkların hepsi, gör­düğümüz varlıklar kadar varlığı kesin ve kat’idir. Biz bunları gözümüzle görmüyoruz ama diğer duyularımızla fark ediyoruz. Bir de bunlar gibi akıl edip bir şeyin varlığını kavramaya vesile olan anlama duygumuz vardır. Hatta diğer beş duyumuzla varlığını hissedip kabul ettiklerimiz dahi yine akıl vesilesiyledir. Malumdur ki herkesin kabul edip inandığı; fizikte etki-tepki diye bir kural vardır. Bu kurala göre bir iğne ustasız olmadığı, bir harf kâtipsiz olmadığı gibi, bir bina da sahipsiz, ustasız olamaz. Binanın yapılması denilen tepki, elbette o binayı yapan ustanın etkisiyle mümkün olur. Aynen öyle de bir insanın yaratılıp var ol­ması bir tepkidir. Onu var eden bir etki ol­masaydı bu tepki ortaya çıkmazdı. Tabiat Risalesi’nde ifade edildiği gibi, bütün bilim adamları, bir insanın var olmasının ancak dört yoldan birisiyle mümkün olabileceğini söylemektedirler. 1- O varlık ya kendiliğinden oluşmuştur. Bir bi­nanın kendi kendine oluşması gibi, hâlbuki bir binanın oluşması bir etki­nin neticesidir. Eğer onu yapan bir usta olmasaydı o bina olmazdı. Demek bir in­sanın da var olması bir etkinin neticesidir. Onu da yaratan vardır, insanın kendi ken­dine var olması hiçbir akıl ve mantığın kabul edeceği bir şey değildir. 2- Sebeplerin bir araya gelip o insanı yarat­masıdır. Bu da çok cihetlerle imkânsızdır. Nasıl ki; bir binanın malzemeleri sebepler olarak bir araya toplanıp o binayı yapamı­yorsa; öyle de insan vücudunun var olması­na sebep olan hidrojen, oksijen, karbon, azot gibi maddelerin bir araya gelerek o in­sanı var etmelerinin imkân ve ihtimali yoktur. 3- Tabiat denilen şuursuz kanunlar ve mad­delerin o insanı yaratmasıdır. Bu düşün­cenin de birçok cihetlerle yanlış olduğu kesindir. Zira nasıl ki bir binanın projesi ve malzemeleri o binayı yapamıyorsa; öyle de tabiat denilen şuursuz kanunlar ve mad­deler bir insanın vücudunu yaratıp ortaya koyamazlar. 4- O insanı nihayetsiz güç ve hikmet sahibi olan Allah (cc) yaratmıştır. Zaten insanın önceki üç yol ile yaratılmasının mümkün olmaması, dördüncü yol olan her şeyi ya­ratanın Allah olduğunu ispat ediyor. Nasıl ki o binayı mühendisin projesine göre ve gereken malzemelerle yapan bir usta vardır. Demek, şüphesiz o insan kendiliğinden ve­ya sebeplerin bir araya gelmesinden veya­hut tabiat denilen doğanın yaratmasıyla var olmuş değildir. Ancak nihayetsiz kudret, hik­met ve rahmet sahibi olan Allah (cc) ka­derin projesine göre, isim ve sıfatlarının de­polarında bulunan vücut, hayat, görme, işitme, konuşma, vs. malzemeleri bir araya getirerek onlarla o insanı yaratmıştır. Bu âlemde; sanatlı, hikmetli, intizamlı olan her bir varlık bu insan örneğine kıyas edilebilir. Yaratılmış Bir Varlık, Başka Bir Varlık Yaratamaz Bu soruyu soran arkadaş mühendis ol­du­ğundan, fiziğin etki-tepki kuralına da­ya­narak yaptığımız bu açıklamadan çok et­kilendi ve dedi ki: “Tamam, Cenab-ı Hakk’ın var ve bir olduğunu ve her şeyi yaratanın O olduğunu kabul ettim. Fakat Allah’ı kim yaratmıştır ve O’nun da bir yaratıcısı yok mudur?” diye bir sual etti. Ce­vaben dedim ki: Bu sorunun aynısını baş­ka bir talebe de sormuştu. Ona şöyle bir cevap vermiştim. “Dünyanın kuruluşundan bu gü­ne kadar yaratılmış hiçbir varlığın başka bir varlığı yoktan var ederek yaratması hiç görülmüş mü veya ispat edilmiş midir?” O da: “Hayır, böyle bir şey ne görülmüş ne de ispat edilmiştir” dedi. Bunun nedeni şudur: Sonsuz bir acizlik ve fakirlik içinde bulunan bir varlığı yokluktan varlık âlemine çıkarmak, sonsuz bir kudret ve rahmeti gerektirir. Sonradan var edilen varlıklar nihayetsiz kudret ve rahmet sahibi olmayıp aciz ve fakir oldukları için, başka bir varlığı yaratamazlar. Zira ‘himmete muhtaç olan dede kime ne himmet ede’ denildiği gibi; o varlığın var olması için bir yaratıcının onu var etmesine ihtiyacı var, eğer onu ya­ratan olmasa kendisi bile varlık âlemi­­ne gel­meyecektir. Kendisini yaratamayanın hiç baş­kasını yaratması mümkün olabilir mi? Evet, var edilmiş bir varlığın özelliği yaratılmış olmaktır, yaratıcı olmamaktır. Ma­dem yaratılmış olan bir varlık yaratıcı ola­mıyor, eğer Cenab-ı Hakk da yaratılmış ol­saydı o da diğer yaratılmışlar gibi yaratıcı olmayacaktı. Hâlbuki dersimizin başında her şeyi yaratanın Allah (cc) olduğunu izah ve ispat ettik. Demek yaratanın özelliği yaratıcı olmaktır, yaratılmış olmamaktır. Öyleyse her şeyi yaratan Allah (cc) yaratılmamıştır; ezeli ve ebedidir, başlangıçsız ve sonsuzdur. Kaderde Yazılı Olandan Biz Neden Sorumlu Oluyoruz? Bu cevabı dinledikten sonra bu hususta da ik­na olup memnuniyetini gösterdi ve ka­der meselesine dair; madem her şey ka­derde yazılıdır ve olacaktır, neden insanlar kaderin o yazdıklarını yaptıkları için so­rum­lu tutuluyor. Bu müşkil meseleyi de Ri­sale-i Nurlardan istifade ettiğim gayet basit bir örnekle şöyle izah ettim. Bir insan gelecek sene daha gelmeden tecrübeleriyle astronomi, matematik gibi cüz’i bilgileriyle bir senenin kaç ay, kaç hafta, kaç gün ol­duğunu, vakitlerin hangi dakikada girip çıktığını, güneşin ne zaman doğduğunu ve ne vakit battığını ve o senenin bütün özelliklerini o takvimde yazar. Adeta o tak­vim gelecek senenin bir tarihçe-i hayatı ve kader yazısı hükmüne geçer; sene gelmeden o takvim herkese dağıtılır. Bizler, takvime göre senenin gerçekleştiğini gördüğümüzde bu adam takvimi böyle hazırladığı için sene de ona uymuştur dememiz doğru olmaz. Belki takvimi hazırlayan adam senenin nasıl geçeceğini tecrübeleriyle bildiği için ona uya­rak o takvimi hazırlamıştır. Hatta bazen olduğu gibi takvim yanlış yazılmış olsa bile sene ona uymadığı için o yanlışlıkları ortaya çıkmış olur. Öyle de kader Cenab-ı Hakk’ın ilminin bir kısmıdır. Allah (cc) da o ezeli ve sonsuz ilmiyle bir kulunun ne zaman dünyaya geleceğini ve ne kadar yaşayacağını ve neyi isteyip yapacağını bilmiş, takvim hükmündeki kaderinde yazmıştır. İlmin te­siri yoktur, ancak olmuş ve olacak olan şeyleri bilir. Demek ki bir insan ne isterse ne yapacaksa kaderi ona göredir. Yoksa kader nasıl yazıldı ise insan ona uymak mec­buriyetindedir, ona mahkûmdur anlayışı çok yanlış ve hatalı bir düşüncedir. İslamiyet’in Hakkaniyetine Kur’an ve Hadisler En Büyük Delildir O ateist olan arkadaş, kader meselesini de açıklayınca bir problemi kalmadığını söyle­di. İslamiyet’in hakkaniyetini kabul etme­yen diğer arkadaşa dedim ki: İslamiyet’in hakkaniyetini ispat eden hadsiz delil ve bur­hanlar vardır. Onlardan biri de içinde birçok delil ve hüccet barındıran Kur’an-ı Azimüşşan ve Hadis-i Şeriflerdir. Tarihte görülen şudur ki: hiçbir dahi ve bilim adamı yoktur ki; Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden istifade etmeden yazdığı kitabın üzerinden 10-20 sene geçince, yazdıkları­nın bir kısmı geçerliliğini kaybetmesin, yan­lış veya eksik olduğu ortaya çıkmasın. Ken­dileri daha hayatta iken o yazdıklarının bir kısmını değiştirmek mecburiyetinde kalı­yorlar. Bu kuralın dışında kalan hiçbir bi­lim adamının yazdığı bir kitap yoktur. Fa­kat Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i şerifler bu kuralın dışındadır. Kur’an-ı Azimüşşan ve Hadis-i Şeriflerin üzerinden 1400 seneden fazla zaman geçtiği halde herhangi bir ayet veya Hadis-i Şerif geçerliliğini kaybetmemiş ve yanlışlığı ispat edilmemiştir. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’de 6666 ayet bulunuyor. Hadisi Şerifler ise yüz binlercedir. Eğer (haşa sümme haşa) bunlar bir insan eseri olsaydı, insanların eserleri gibi bunlarında pek çok yanlış ve noksanlıkları ortaya çıkmış olacaktı. Bu ha­kikat Kur’an-ı Kerim’in hem lafzının hem manasının, Hadis-i Şeriflerin de mana ola­rak yine Allah’tan geldiğini ispat eder. Nasıl ki yeryüzünü dolduran ışık güneşin varlığını ispat edip gösteriyorsa öyle de Kur’an-ı Kerim’in ve Hadis-i Şeriflerin bu hakkaniyeti, hem Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini hem Kur’an-ı Azimüşşan’ın Allah (cc) kelamı olduğunu hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın hak peygamber olduğunu hem de Kur’an-ı Kerim ve Ha­dis-i Şeriflerin tesis ettikleri İslamiyet’in hak bir din olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde ispat ediyor. Hiçbir şeytan ve hiç bir düşman ve aklı başında olan hiçbir insan bu hakikati inkâr edemez. Eğer yanlış bir ayet veya hadis bulunsaydı, bugün her türlü yalan ve oyunlarla dini yok etmeye çalışanlar böyle bir fırsat ellerine geçseydi, o yanlışlıkları yazıp göklere asarlardı. İmandan Sonra En Büyük Hakikat Namazdır Bu açıklamayı dinledikten sonra doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilen o cesaretli ve mert olan arkadaş, önceden ateist olan ar­ka­daşına dönerek bu iş bitmiştir, düşündük­lerimiz yanlıştır. Demek İslamiyet’i doğru öğrenmemişiz, dedi. Ben de onlara soracak başka bir sualiniz varsa sorunuz, onlar da bu hususta akıllarını kurcalayan problemlerin kalmadığını söylediler. Ben de kendilerine bir şeyin kaldığını ve bunu yapmalarını gerektiğini söyledim. Ne olduğunu sordu­lar. Madem Cenab-ı Hakk’ın var olduğunu ve İslamiyet’in hak bir din olduğunu ka­bul ettiniz, öyleyse imandan sonra en mü­him hakikat namazdır. Rabbimize kar­şı kulluğumuzu ifade eden o namazı kılma­mız gerektiğini kendilerine söyledim. Ce­nab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki on­lardan birisinin o günden itibaren na­maza başladığını öğrendik. Cenab-ı Hakk söylediklerimizi yazdıklarımızı rızası daire­sinde kabul edip tesirini halk eylesin. Âmin.

Zakir ÇETİN 01 Haziran
Konu resmiNur-u Akıl Kalpden Gelir
Risale-i Nur

Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver. O nur ile bu ziya mezc olmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.Gözünde bir nehar var; lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver. O içinde bulunmazsa, o şahm-pâre göz olmaz, sende bir şey göremez. Basiretsiz basar da para etmez.Ger fikret-i beyzâda süveydâ-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz. Görünürde aydın kişiliğe sahip lakin hakikatte karanlığın hâkim olduğu insanlar şu sözü bilmelidir: Kalbin ışığı olmadan aydın bir fikir/düşünce olamaz. Kalbin ışığı ile fikrin nuru bir araya gelmezse karanlık, zulüm ve cehalet ortaya çıkar. Nur elbisesi giymiş yalancı, sahte bir ışık olur. Lemaat’ın bu bölümü, hayatın her anını ilgilendiren bir gerçeği barındırmaktadır. Mutlu olmanın, güçlü irade sahibi ve tam bir kararlılık göstermenin, olaylar karşısında yılmamanın sırrını saklamaktadır. Evet, insan olay ve nesnelerin meçhul kalmasından rahatsızlık hisseder. Gizli saklı olmasından yakınır. Bundan dolayıdır ki insan her şeye bir anlam vererek bilinir ve tanınır hale getirir. İnsanoğlu, kalbinde taşıdığı veya benimsediği inanca göre anlam verir. Anlam verme/anlamlandırma hayatın en can alıcı noktasıdır. Zira verdiği anlama göre hayatından zevk alır veya acı çeker. Yani doğru anlam verdiği ölçüde hakikati görme şansını yakalar. Olay ve nesnelerin perde arkasını, gerçek tarafını görmek ise aydın/münevver/entelektüel olmanın ölçüsüdür. Hakikati görmeyen münevver olamaz. İşte insanın hakikati görmesine yardım eden anlam verme mekanizması iki şekilde işler. 1- Fail merkezli yaklaşım 2- Olay ve nesne merkezli yaklaşım Fail merkezli yaklaşım yani her şeyin yaratıcısı, sahibi olan Allah namına olay ve nesnelere bakmaktır. Onun olay ve nesnelere taktığı hikmet ve gaye penceresinden değerlendirmektir. Bu bakış açısında fail tanınmaya ve failin kasdı anlaşılmaya çalışılmaktadır. Hem olay ve nesneler hem de fail bilinmektedir. Bu bakış açısında hiçbirinden gaflet etme yoktur. Niçin? Hikmeti nedir? Nereden geldi? Kimin? Nereye gidiyor? İnsanla olan ilgisi nedir? gibi birçok sorunun cevabını bulabilmektir. Bunun yolu da imandan geçmektedir. Kalbi imanla nurlandırmaktan geçmektedir. Olay ve nesne merkezli yaklaşım ise yüce yaratıcıdan gaflet ederek yani her şeyin failini göz ardı ederek, faili düşünmeyerek değerlendirme yapmaktır. Bu tarz bir yaklaşım ise, gerçekleri görmeyi engellemektedir. Olay ve nesnelerin üzerindeki perdeye takılmaktır. İşte Üstad Bediüzzaman her şeye doğru anlam vermek için, düşüncenin, kalbin ışığına muhtaç olduğunu söylemektedir. Kalbin ışığı yani Allah namına, onun hikmetleri cihetinden bakma gerçekleşmeden, yalnızca düşüncenin hakikati bulmaya yetmeyeceğini ifade etmektedir. Kalbin ışığı olmadan sadece düşünce ile hareket edenler, gerçekte birçok karanlıklara düşeceklerini dile getirmektedir. Bundan dolayıdır ki suni bir münevver değil, gerçek bir aydın olmak isteyen, kalbin ışığı ile fikrin nurunu birleştirmelidir. Ta ki hakikati görebilsin.  Bediüzzaman Hazretleri bu hadiseyi güzel bir benzetme ile açıklamaktadır. Gözün açık renkli, aydın ve münevver görülen beyazlığı ve karanlık gibi olan siyahlığı bulunmaktadır. Beyazlık, beyaz olmasına rağmen görmemektedir. Yani karanlıktır. Siyahlık kısmı ise görünürde karanlık olmasına rağmen görmeyi sağlayan kısımdır. İşte bu örnekte olduğu gibi, basiretsiz bir fikir gerçeği göremez. Düşünce her ne kadar aydınlık gibi görünse de gerçekte gözdeki beyazlık gibidir. Basiret de gözdeki siyahlığa benzemektedir. Düşüncede aklın siyahlığı (basiret) olmadan, fikrin yalnız başına hakikati görmesi mümkün değildir. İlim ve irfanın meydana gelmesi söz konusu olmamaktadır. İlim sanılan şeyin, gerçekte cehalet olduğu ortaya çıkmaktadır. Demek oluyor ki kalbsiz akıl olamaz.  

Muhlis KÖRPE 01 Haziran
Konu resmiMünazarât Ekseninde Siyasî ve Sosyal Tahliller (3)
Risale-i Nur

Ticarette peşin olarak üç lira harcama ya­pıp, uzun vadede üç yüz lira kazanan bir kişi zarar etmez. Aynen bunun gibi, şimdi içimizdeki gayr-ı Müslimlerin hürriyetleri­ni tanıyıp, ilerleyen süreçte bütün İslâm âle­minin hürriyetini elde etmek zarar değil­dir, çok küllî bir kârdır. Ülkemizdeki Gayr-ı Müslimlerin Hürriyetleri İslâm hukukuna göre, ülkemizde ya­şayan Rum ve Ermeni gibi gayr-ı Müs­lim azınlıkların emniyet içinde ra­­hat­ça yaşama hürriyetleri vardır. Hiçbir şe­­kilde bu azınlıklara zulmetmek doğru değildir. Gayr-ı müslim olan bu azınlıklara hürriyet­lerini vermekten dolayı biz Müslümanlar zarar etmeyiz. Zira büyük çoğunluğu Müs­lüman olan bu vatanda, onlar sayıca bize göre hem çok azdırlar, hem de onların hürriyetlerini tanımamız, yabancı küresel büyük devletlerin bizim üzerimizdeki ma­nevî baskılarının kalkmasının da en önem­li bir sebebi ve bir açıdan da bedelidir. Ya­ni azınlıkların hürriyeti, bizim umum mil­leti­mizin hürriyetinin en önemli bir şartıdır. Ticarette peşin olarak üç lira harcama ya­pıp, uzun vadede üç yüz lira kazanan bir kişi zarar etmez. Aynen bunun gibi, şimdi içimizdeki gayr-ı Müslimlerin hürriyetleri­ni tanıyıp, ilerleyen süreçte bütün İslâm âle­minin hürriyetini elde etmek zarar değil­dir, çok küllî bir kârdır. Bizim Hürriyetimiz Âlem-i İslâm'ın Hürriyetinin Anahtarıdır Bu vatanın ve devletin tam hürriyetini elde etmesi, Asya’nın ve İslâm âleminin bahtının ve talihinin de anahtarıdır. İttihâd-ı İslâm (İslâm birliği) kalesinin de temelidir. Bu hakikatin, iki cihetle tarihî hadiselerin de tasdikiyle örnekleri yaşanmıştır. Birincisi, Osmanlı Devleti’nin son dönem­lerinde yaşanan istibdat (baskıcı yönetim), Asya’nın hürriyetine de karanlık bir set çek­mişti. Hürriyetin, o gözleri kamaştıran ışı­ğı, o karanlık perdeden geçip gözleri aça­rak muhteşem sonuçlarını gösterememişti. İkinci Meşrutiyet’in ilânı ile Osmanlı’da so­na eren istibdat, hürriyet fikrinin Çin’e kadar yayılmasını netice vermiştir. Dalga dalga yayılan bu hürriyet fikri, diğer İs­lâm ülkelerinin halklarının nezdinde, si­ya­sîlerinin zihninde ve doğruları yazan ga­zetelerinde öyle bir fikrî uyanış meydana getirmiştir ki bedeline yüz sene verilse idi yine de ucuz düşerdi. Çünkü hürriyet ve bağımsızlık fikrinin uya­­nışı, milliyet kavramını göstermiştir. Mil­­letin hürriyetini gündeme getirmiştir. Mil­­let, bir sedef ise (inci kabuğu ise) İslâ­mi­yet de bu sedefteki nuranî cevherdir (incidir). Çünkü milleti, bütün halinde bir arada tutan en temel unsur İslâmiyet’tir. Dolayısıyla hürriyet fikrinin uyanışı, İs­lâ­mî bir uyanışı da netice vermeye başla­mıştır. Bu İslâmî uyanış da bize bildirmiş­tir ki her bir Müslüman başıboş, sahipsiz ve yapayalnız bir fert değildir. Her Müs­lüman fert, iç içe girmiş ve birbiriyle İs­lâm kardeşliği temelinde çok kuvvetli ak­ra­balık bağlarıyla bağlanmış ve bütün dün­yada yüz milyonlarca efradı bulunan çok küllî bir ailenin birer ferdidir. Bu hal her bir Müslümana çok kuvvetli bir ümit vermiştir ki nokta-i istinat ve nokta-i is­timdat (dayanak ve yardım noktası) gayet kuvvetli ve sağlamdır. Şu ümit, karamsarlık ve ümitsizlik karabulutlarını parçalamış ve ölmeye yüz tutan manevi kuvvetimizi tekrar diriltmiştir. Bu da âlem-i İslâm’da galeyan eden hürriyet fikrinden yardım alarak bütün âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan manevi istibdat perdelerini (manevi baskı perdelerini) parça parça etmiştir. Tam bu noktada şunu ifade etmek isteriz: Evet, İslâm ülkeleri son yüzyıl içinde fark­lı tarihlerde hürriyetlerini elde etmişlerdir. Her ne kadar İslâm ülkeleri maddeten ec­nebi devletlerin maddî esareti altında ol­ma­salar da, başa geçen idarecilerin küresel güçlerin güdümü altında hareket etme­leriyle -kurdun gövdenin içine girmesi kabilinden- ecnebi devletlerin istibdadı, farklı bir su­rette yine devam etmiştir. Kanaatimizce, Bediüzzaman Hazretleri’nin yukarıda dile getirdiği hakikat, günümüz için de aynen geçerlidir. Yani Türkiye’nin, bu farklı suret­teki istibdadı parçalayarak tam ve hakiki hürriyetini elde etmesiyle, diğer İslâm ül­keleri de –işaretleri görünmeye başlandığı gibi- tam hürriyetlerini elde edecekler ve ittihad-ı İslâm’ı tesis edeceklerdir inşallah. İkincisi; İkinci Meşrutiyet’e kadar ecnebi devletler, içimizdeki gayr-ı Müslimlere de uygulanan istibdadı bahane yaparak üze­ri­mizde manevi baskı uygulayarak milleti­mizi manevi olarak eziyorlardı. Bizdeki istib­da­dın sona ermesiyle birlikte, artık onların milliyetçilik damarlarını tahrik eden ve ba­hane olarak kullanacakları noktaları da kal­mamıştır. Özellikle de medeniyet, insan sevgisini netice vermiştir. Etrafımızda hayatımızı zehirlemek ve dev­letimizi parça parça etmek için ağzını aç­mış müthiş yılanlar gibi olan düşmanları­mızın varlığı, bize teselli veren yukarıda zikredi­len yüce emeli, ümitsizliğe çevirmemelidir. Bun­­dan korkmamalıyız. Çünkü insanlık âle­­minde medeniyet, fazilet ve hürriyet ga­lip gelmeye başlamıştır. Bundan dolayı, te­ra­zinin diğer kefesi olan istibdat ve vahşet gittikçe hafifleşecektir. Farz edelim ki -Allah etmesin- eğer bizi parça parça edip öldürseler dahi, biz yirmi olarak öleceğiz, üç yüz olarak dirileceğiz. Başımızdaki rezilliklerin ve ihtilâfların to­zunu silkip, hakiki birer münevver ve birlik içinde beşer kervanına öncülük edeceğiz. Biz ölsek de İslâmiyet sağ kalacaktır! Gayr-ı Müslim Azınlıklarla Hukuken Eşitlik Ülkemizde yaşayan gayr-ı Müslim azın­lık­larla eşit olmak demek, fazilet ve şeref­te eşit olmak demek değildir. Hukuken eşit­lik demektir. Çünkü hukukta şâh ve ge­dâ (dilenci) birdir. İslâm hukukuna gö­re Neml Suresi 18. ayet-i kerimede buyrul­duğu gibi, karıncaya bile kasden ayak bas­mak yasaklanmıştır. Karıncanın dahi hu­kukunu koruyan İslâm hukuku, elbette insanoğlunun da hukukunu ihmal etmez. Bu hakikate, Hazret-i Ali’nin (ra) sıradan bir Yahudi ile ve Salâhaddin-i Eyûbî’nin miskin bir Hristiyan ile mahkemede yargılanmaları en güzel birer örnektir. “Yahudileri ve Hristiyanları Dostlar Edinmeyiniz”1 Ayeti Varken Gayr-ı Müslimlerle Dostâne İlişkilerin Nasıl Olacağı Bu ayet-i kerimeyi doğru anlamak için şu dört noktaya dikkat etmek gerekmektedir. Birincisi; bir hükme delil olarak gösterilen metin/ibare, ayet veya hadiste açıkça ve kesin olarak geçmesi gerektiği gibi, hük­me de açıkça ve kesin olarak delil olması gerekmektedir. Bu iki şartın beraber sağ­lanması gerekir. Yoksa hüküm, ispat edilmiş olmaz. Bu ayet-i kerimede buyurulan ‘dost­lar edinmeyiniz!’ yasağı umumî değildir, mutlaktır. Çünkü İslâmiyet’te Yahudi ve Hristiyanların ehl-i kitap olmalarından dolayı kadınlarıyla evlenmenin caiz olma­sı, kestikleri etlerinin yenmesi, İslâm dev­letinde memur olabilmeleri gibi durumlar gösterir ki bu ayet-i kerimedeki ‘dostlar edinmeyiniz!’ yasağı umumî değildir, mut­laktır. Mutlak olan bir şey ise sınır­landırılabilir. Demek ki Yahudi ve Hris­tiyanlara dost olmamak iş, sanat ve ticaret gibi alanlarda değil, dinlerine ait bozuk inanç ve adetleri noktasındadır. Yani dinî noktadadır. İkincisi; Arapça gramer kaidelerine göre bir hüküm, türetilen kelime üzerine bina edilmiş ise bu kelimenin kaynağı, hükmün esas sebebi olur. Bu ayet-i kerimede de ‘dostlar edinmeyiniz!’ hükmü, ‘Hristiyanları ve Yahudileri’ kelimelerinin üzerine bina edilmiştir. Dolayısıyla ‘dostlar edinmeyi­niz!’ İlâhî yasağı, bu kelimelerin kaynakları olan Hristiyanlık ve Yahudilik dinleridir. Yani ayet-i kerime, “Hristiyanların ve Ya­hudilerin dinlerini dostlar edinmeyiniz” an­lamına gelmektedir. Üçüncüsü; bir kişi zatı için sevilmez. Sı­fatları veya sanatları için sevilir. Her Müs­lümanın bütün sıfatları Müslüman olma­dığı gibi, her bir kâfirin de bütün sıfat ve sanatları kâfir değildir. Bir Müslümanda, kâfirde olması gereken bazı sıfatlar ve has­letler bulunabilir. Meselâ bir Müslüman verdiği sözü tutması lâzım geldiği halde, bu güzel hasleti hakkıyla yaşamıyor olabilir. Fakat bu durum, küfre girdiğini göstermez. Aynen öyle de bir kâfirde, Müslümana ya­kışan çok güzel sıfatlar da olabilir. Meselâ kâfir olmakla beraber, çok yardımsever bi­risi olabilmektedir. Bu durum da, bu kâ­firin Müslüman olduğunu göstermez. İşte bu hakikate binaen, bir Müslümanın, bir kâfirde bulunan Müslüman bir sıfatı veya sanatı beğenerek örnek alması neden caiz olmasın? Bir kişinin ehl-i kitaptan bir ha­nımı olsa elbette onu sevecektir. Dördüncüsü; Asr-ı Saadette büyük bir di­nî inkılâp vücuda gelmişti. Bu dinî in­kı­lâp, bütün zihinleri İslâm üzerinde odak­laştırmıştı. Bundan dolayı sevgi ve düş­manlık duyguları, hep din merkezli olarak ortaya çıkmıştı. Yani kimden kime bir sevgi veya düşmanlık olsa, bunun temelinde Müslüman olup olmaması vardı. Bundan dolayıdır ki o asırda gayr-ı Müslimlere olan sevgiden münafıklık kokusu geliyordu. Fakat günümüzde ise dünya hayatının te­mini ve medenileşme alanlarında garip bir inkılâp yaşanmaktadır. Bütün zihinleri ve akılları kendiyle meşgul eden ve kendi üzerinde odaklaştıran medeniyet, kalkınma ve dünya hayatının temini noktalarıdır. Bunun için bu zamanda Yahudi ve Hris­tiyanlarla dost olmak, medeniyetlerini ve maddî ilerlemelerini beğenmekten, ör­nek almaktan ve dünya saadetinin esası olan asayişi muhafaza etmekten ibarettir. Do­layısıyla bu tarz bir dostluk, kesinlikle Kur’an’ın yasakladığı dostluk sınıfına dâhil değildir. Kaynaklar: Mâide Suresi, 51

Mustafa TOPÖZ 01 Haziran
Konu resmiNe İfrât, Ne Tefrît, İstikâmet: Hadd-i Vasat
İnsan

“Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı temiz şeyleri (kendinize) haram kılmayın ve haddi aşmayın! Şübhesiz ki Allah, haddi aşanları sevmez.” (Mâide Sûresi, 87. Ayet) İfrât, aşırı gitmek, ölçüyü aşmak de­mektir. Tefrît ise, gereğinden daha aşağıda olma durumu manasına gel­mek­tedir. Peygamber Efendimiz (asm), her hareketinde ifrât ve tefrîtten kaçınmış; hadd-i vasatı yani itidal ve orta yolu ter­cih etmiştir. Ümmetine de yine hadd-i va­satı tavsiye etmiştir. Hadd-i vasat, her ame­linde ve hareketinde aşırılıktan ve hiç yapmamaktan kaçınmaktır. Bu konuda ahiret için daha fazla nasıl iba­det edebiliriz diye istişare etmek için bir araya gelen sahâbelerin misali, iyi bir örnek teşkil etmektedir. İçlerinde Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Abdullah bin Mesud ve Abdullah bin Amr bin As’ın (ra. ecmain) bulunduğu on sahabe, Osman bin Maz’ûn’un (ra) evinde toplanırlar ve bazı kararlar alırlar. Ardından Hz. Ali, Abdullah bin Amr bin As ve Osman bin Maz’ûn (ra. ecmain), ne gibi nafile ibadetler yaptığını öğrenebilmek için Peygamber Efendimizin (asm) evine giderler. Fakat Peygamber Efendimizi (asm) evinde bulamazlar ve suâllerini ezvâc-ı tâhirâta sorarlar. Aldıkları cevaplar karşısında, Resûlüllah’ın (asm) nafile ibadetlerini az buldular ve: “Pey­gamberin yanında biz kimiz ki!.. Onun geç­miş ve gelecek bütün günahları bağış­lanmıştır.” dediler. Peygamber Efendimiz (asm) Rabbine şükreden bir kul olabilmek için bazı geceler ayakları şişinceye kadar namaz kılmaktaydı. Fakat onlar daha faz­lasını yapmak istediler ve içlerinden biri: “Ben, yaşadığım müddetçe geceleri hep na­maz kılacağım” dedi. Diğeri: “Ömrüm boyunca hep oruç tutacağım, asla oruçsuz günüm olmayacak” dedi. Bir diğeri de: “Kadınlardan uzak kalacağım ve hiç evlen­meyeceğim.” dedi. Bu kararlardan sonra Osman bin Maz’ûn (ra), geceleri namaz kılıp, gündüzleri de oruçla geçirmeye baş­ladı. Bu arada eşini de ihmal ediyordu. Bunun üzerine Resûlüllah (asm), Osman bin Maz’ûn’u (ra) yanına çağırmış ve: “Yoksa benim sünnetimden (hayat tar­zım­dan) yüz mü çevirdin?” diye sormuş­tur. Yine Resûlüllah (asm), bu kararları alan­lara, kendilerini dünyadan tamamen uzak­laştırmayı düşünenlere ve o sahâbelerin özelinde bütün ümmetine şöyle buyur­muşlardır: “Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz? Allah'a yemin ederim ki, Allah'tan en çok korkanınız ve ona karşı gelmekten en çok sakınanınız benim. Böyle olduğu hâlde ben bazen oruç tutuyor, bazen de tutmuyorum. (Gecenin bir kısmında) na­maz kılıyor, (bir kısmında ise) uyuyorum ve kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren, benden değildir. (Buhârî, Nikâh, 1)” *** Peygamber Efendimiz (asm), hem dünyevî hem de uhrevî konularda her zaman hadd-i vasatı, itidali ve ölçülü olmayı tavsiye etmiştir. Sünnet-i Seniyye’nin bütün düsturlarında bu kâideyi açıkça görebiliyoruz. Peygam­ber Efendimiz (asm); “Allah'ın en sevmediği kimse, husumette aşırı gidenlerdir. (Buhâ­rî, Mezâlim, 15)” buyurarak, düşmanlıkta dahî ileri gidilmemesini istemişlerdir. Yine Resûlüllah (asm): “Bir şeyi (aşırı) sevmen, (seni) kör ve sağır eder. (Ebû Davud, Edeb, 115-116)” buyurarak, sevgi ve muhabbette de ölçülü olunması gerektiğini ifade etmişlerdir. Yemek yerken midenin üçte birinin yemekle ve üçte birinin suyla doldurulmasını, üçte birinin ise boş bırakılmasını tavsiye ederek, yine hadd-i vasatı ve itidali ön plana çıkarmışlardır. Sünnet-i Seniyye’ye ittibâın gereği olarak hadd-i vasat üzere geçirilen bir hayatta, hem dünyevî hem de uhrevî birçok problem önceden halledilebilir. Çıkabilecek birçok sorun, daha başlamadan biter. Çok ibadet yapacağım diye yola çıkıp, ardından yapacağı ibadeti gözünde büyütüp tamamen terk etmek vartasına düşmekten kurtulur, hadd-i vasatı ihtiyar eden. Ya da hayatını itidal üzere kurguladığı için, zaten vücuda bir ağırlığı da olmayan, farz, vâcib ve sünnet olan ibadetlerde herhangi bir tembellik yapmaz.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiDeğer Olarak Gençlerimiz Ve Eğitimi
Eğitim

Gençlerimize iman esaslarını delilleriyle, ibadetin lüzum ve ehemmiyetini detayıyla anlatmalı, kavratmalı ve –özellikle kendimiz örnek olarak- uygular hala getirmeliyiz. Çünkü ideal ve yaradılış gayesine uygun hareket etmek isteyen bir gence yakışan, olgun ve yüksek bir Müslüman olmak için, ilim ve imanı iyice öğrenmek ve onlara çalışmak, hayatını İslam’ın yüce prensiplerine göre yaşayıp, gençlik günlerini boşu boşuna kaybolmaktan kurtarmaktır. Gençlik Nedir? Gençlik, büluğa erme neticesinde, bi­yolojik ve psikolojik bakımdan çocukluğun sonu ile toplum ha­yatında MESULİYET sorumluluk al­ma dönemi olan 12-25 arasında kalan yaş grubudur.1 Genç, bedeni canlı, ruhu diri; gönlü paylaşıma açık, hayattan beklentisi yüksek insan demektir. Ergen­lik dönemini aşmış yetişkinlik dönemine doğru seyredendir. Gençlik, hayat yolcu­luğunun en güzel, aynı zamanda en kri­tik devresidir. Gençlik Güzeldir. Çünkü bu devrede in­san, güç ve enerjisinin zirvesindedir. Önünde uzun bir hayat vardır ve gençlik, bu hayatı verimli kılmak için sayısız fırsat­larla doludur. Gençlik aynı zamanda çok kritik bir devredir.2 Gençlik Büyük Bir Nimettir. Hem de, Allah’a daima hamdi, şükrü gerektiren ve Allah tarafından insana bahşedilen çok önemli bir nimettir. Bu nimetin nasıl ve ne uğurda harcandığı konusunda herkesin heseba sorguya çekileceğinde şüphe yok­tur. Resûlüllah (sav): “Gençlerinizin en ha­yırlıları; ihtiyarlar gibi ölümü düşünen, gençlik heveslerine yenik düşmeyen ve gaflette boğulmayanlardır. İhtiyarlarınızın en kötüleri de; gaflet ve isteklerine uyma hususunda (betbaht serseri) gençlere benze­yenlerdir.” (İmam Suyuti, Camiu’s-sağir) Bu hadis-i şerifte de anlatıldığı gibi genç yaşta iken nefsin isteklerine ve emirleri­ne elimizden geldiğince müdahale etmeli karşı gelmeliyiz. “Gençler, yönünü / yü­zünü ahirete çevirmeli, ahireti çokça istemeli, ahirete de hazırlanmalıdır. Ahi­reti isteyenin ahiretle beraber dünyayı elde ettiği çok görülmüştür. Ama dünyayı isteyenin dünyayla beraber ahireti elde ettiği görülmemiştir.” (İmam Beyhaki, Kitabü’z-zühd) “Haramla Mutlu Olmaya Çalışan HAYA­TINI HARAM EDER” sözünü asla unut­mamalıyız. Çocuklarımıza da bu şuuru yerleştirmeliyiz. Akıllı olan genç ömrünün vakitlerini zayi etmeyip, her anı Allah’a ve Rasûlünün sünnet-i seniyesi dairesinde itaat etme çabasında olmalı. Nefsinin isteklerinden uzak kalmalı ve dünyanın geçici heveslerine kapılmamalıdır. Hulasa edecek olursak; GENÇ Gençlik milletin geleceği ve güç kay­nağıdır. Bunun için devlet ve toplum, kendi geleceğini garanti altına almak, mil­li ve manevi değerlerini yükseltip geliş­tirmek maksadıyla mükemmel nesiller yetiştirmeye önem vermelidir. Gençliğin kıymetini bilmeden ömrünü tüketen bir insan pek çok problem ve sıkıntıyla karşılaşır. Bu sıkıntılar hem kendine hem de topluma zarar verir. Günümüz Gençliği Delikanlılık çağında, gencin kanının kay­nadığı, yüreğinin kıpırdandığı, duyguların yoğunlaştığı ve heyecanının doruğa çıktığı “deli doluluk” döneminde gencin yaşadığı hayat, sıradan bir hayat değildir. Devamlı “arayış ve çatışmalarla” geçen hareketli bir hayattır. Bu hareketli hayat içerisinde gençler, geleceğe “umutla ve güvenle” bak­mak isterler. Yaşadığı ortamda umut ve güveni bulamazsa veya bununla ilgili endişeleri varsa, işte bu noktadan sonra genç, başta kendisi ve çevresiyle çatışmaya başlar. Hayatlarının en kritik ve en prob­lemli dönemlerini, işte bu dönemlerde ken­dini gösterir. Çağımızın gençliği internetin, televiz­yonun, medyanın ve farklılaşan çevresel faktörlerin etkisiyle çok köklü ve hızlı bir değişim süreci içindedir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar gençlerin kişilikleri aile, okul ve çevre ekseninde teşekkül ediyordu. Ağırlıklı biçimde aile, ardından okul ve onun ardından sosyal çevre gençlerin şahsiyetlerini yoğuruyordu. Gelişen teknoloji bunlara bir dördüncü unsur daha ekledi: görsel medya. Adı TV, radyo, bilgisayar ve internet şeklinde sıralanan bu ortam, gençlerin kişiliklerinin oluşum sürecinde sonradan devreye girdi ama süratle ilk sıraya yerleşti. Günümüzün anne babaları işte bu durumun farkında olmalıdır. En zayıf oldukları bu dönemde çıkmazlar içine giren, şaşırmış, bir çıkış kapısı bek­leyen gence, doğru anda doğru yol gös­terilmez ve genç çevresindekilerden menfi / negatif etkilenmeye devam ederse, kötü alışkanlıklar kazanarak, dinî ve ahlâki de­ğerlerini yeterince kabullenemediğinde kay­be­debiliyor. (Yani biz sahip çıkmazsak sa­hip çıkan başkaları ortaya çıkıyor.) Gençleri İstikamette / Doğru Yolda Eğitmenin En Kestirme Yolu Nedir? Risale-i Nurların müellifi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, hayatını ve mesaisini yalnızca iman üzerine teksif etmiş bir mütefekkir olarak, insanın bu dünyada bulunuş maksadının anlaşılması ancak imanla gerçekleştiğine inanıyordu. İman olmadığı takdirde, onun yerini tatminkâr bir şekilde doldurabilecek hiçbir düşünce veya sistem yoktu. Olamaz da. İmanın yerine ikame edilmeye, yerleş­tirilmeye çalışılan fikirlerin, insanları gö­türeceği yer başıboşluk, buhran ve anar­şiden başka bir şey olamaz. Nitekim çağı­mız insanının içine düşürüldüğü buhran­lar, inancın hayata gerçek manada intikal etmeyişinin, yaşam tarzında ibadetlerden uzaklaşmanın veya sistemli bir şekilde yıl­lardan beri yerleştirilen inançsızlığının bir neticesi değil midir? Bediüzzaman Hazretleri, gençliğin mese­lelerine daima şu anlayışla yaklaştı: 1-Gençler sıhhatli ve istikametli bir hayat kurabilmek için, mutlaka sağlam inanç sahibi olmalıdır. 2-İnsan bu dünyaya, kâinat yaratıcısının takdir ettiği vazife ve mesuliyetlerle gönde­rilmiştir. 3- İnsan kendisine verilen ömür müddeti içinde emredilen, yapılması istenilen vazife­leri yerine getirmesi gerekiyor. Ona göre hayatın manası burada idi. İnsanların Pek Çoğu Maddi Refaha Ulaştı Ama Mutsuz Oldu, Neden? Geçmişin şatolarını andıran dayalı döşe­li evler, yemekleri soğutan buzdolapları, sıcak havayı serinleten vantilatörler, kli­malar, çamaşırları yıkayan makineler, toz­ları yalayan süpürgeler, soğukları yenen elektrikli ısıtıcıları, merdivenleri kısaltan asansörler, modern banyolar, mutfaklar, ya­tak odaları, televizyonlar, telefonlar, uçak­lar, hızlı trenler, otomobiller, gemiler, füzeler ve daha neler neler… Bütün bunlar, insanların işini azaltmadı, sadece kolaylaştırdı. Böylece insanların daha mutlu olması beklenirdi, fakat o da olmadı. Çünkü insana güç veren manevi duygular zayıfladı, kişileri birbirine bağlayan manevi bağlar koptu, boşanmalar çoğaldı. Alkol tüketimi arttı, zina ve fuhuş ortalığa düştü, kanser ve AIDS gibi tedavisi en azından şimdilik imkânsız görünen hastalıklar türedi. İş kazaları önüne geçil­mez hale geldi; çaresizlikler, ayrılıklar, iha­netler, terk edilmişlikler, yalnızlıklar, umut­suzluklar, intiharlar, cinayetler, anarşi, terör ve bir o kadar mutsuzluk kurbanı insanlar ortaya çıktı. Bütün bunların temelinde yatan hastalık, inançsız bir madde medeniyeti kurmak, maddeyi ilahlaştırmak ve insan gibi şe­refli bir varlığı da, makinenin bir par­çası olarak görmektir. Gençliğimizi Yeniden Kazanmak İçin Ne Yapılmalı, Hangi Yol Takip Edilmelidir? Gençlerimize iman esaslarını delilleriyle, ibadetin lüzum ve ehemmiyetini deta­yıyla anlatmalı, kavratmalı ve –özellikle kendimiz örnek olarak- uygular hala getirmeliyiz. Çünkü ideal ve yaradılış gayesine uygun hareket etmek isteyen bir gence yakışan, olgun ve yüksek bir Müslüman olmak için, ilim ve imanı iyi­ce öğrenmek ve onlara çalışmak, haya­tı­nı İslam’ın yüce prensiplerine göre ya­şa­yıp, gençlik günlerini boşu boşuna kay­bolmaktan kurtarmaktır. Talha ibn Übeydullah (ra) rivayet ediyor; Resûlüllah (sav), “Allah ibadete düşkün gençle meleklere karşı iftihar ederek şöyle buyurur: “Kuluma bakın benim rızam için nefsani isteklerini terk etmiştir” buyurdular. Asrımızın sorunlarına / problemlerine Kur’an-ı  Kerim ve Hadis-i Şerifler ışığında mü­tehassıs bir doktor gibi çare­­ler üreten bir zat olan Bediüzzaman Haz­ret­lerine göre gençlere nasıl davranıl­ma­lı ve onları nasıl eğitmeliyiz? Bu gün başta eğitimciler, anne babalar, bu alanla ilgili her kesim gençlerin eği­timinde; Gençlerden nefsini öldürmelerini istemek yerine onu terbiye etme, ıslah etme, hay­ra sevk etmeye çalışmalarını istemeli; ener­jilerini, dinamikliklerini, başkası için de fedakarlık göstererek biz duygusunu yer­leştirmeli, bencil / ben merkezli, çıkarcı ha­lini aşan bir genç yetiştirmelidir. Gençleri öncelikli olarak ahiret hayatı için hazırlarken, dünyanın gerçeklerinden uzak, kopuk bir sistem uygulamamalı, içti­mai hayatın içerisinde bir genç modeli benimsenmelidir. Halk içinde hak ile beraber olan -onu unutmayan- bir gençlik yetiştirmelidir. Bu asırda bir gencin toplumdan soyut­lanarak gerçek olarak dinini yaşaması müm­kün değildir. Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker (iyiliği emredip kötülükten men etmek) düsturu unutulmamalıdır. Kendisinden ahiretini nasıl kurtara­cakları konusunda yardım isteyen genç­lere öncelikle kabir gerçeği dersi veril­melidir. Bir gencin 50 yıl sonraki kabir hayatı bakışı verilirken, gençliğin 50 yıl sonraki toplum hayatında, eğer doğru eğitim veril­mezse, nasıl bir anarşi tehlikesi oluştu­ra­cağı konusunda da ciddi tahşidat yapılmalıdır. Şimdiye dek alışıla gelmiş cehennem­le korkutma veya cennetle müjdeleme sisteminin dışında bir eğitim anlayışına sahip olunmalıdır. Yani gençlere, o an­daki günahın içindeki cehennem acısını gösterirken, aynı zamanda imanın içindeki cennet lezzetini de bu dünyada algılanması sağlanmalıdır. Somut - müşahhas dünyadan, soyut – mücerred dünyaya geçme döneminde olan gence algılamasını kolaylaştırmak için müşahhas - somut örneklerle ders verilmelidir. Meşru olmayan bir hayat çizgisinin daha bu dünyada bile ne de­rece üzücü hadiselere sebebiyet verdiğini örneklerle izahlar yaparak açıklanmalı, an­latılmalıdır. Gençlere bu konuda kabristanlara, has­tanelere ve hapishanelere sormalarını öne­rebiliriz. Buraların, gençlikte yapılan yan­lışların acı çekilen sonuç mekânları olduğu onlara da gösterilmelidir. Gençlik psikolojisinde çok önemli bir hususu göz ardı etmemeliyiz. İnsanın ilginç bir yanı, her yaş döneminin geçeceğini kabul ederken, gençliğin ise bitmeyeceği evhamıdır. Oysa çocuk iken bir an önce gençliğe ulaşmak için yaşlarını büyütenler, her nedense gençlik yaşlarını sabitleştirirler. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda, “fa­nilik” kavramını sık sık vurgular ve genç­liğin çok çabuk geçeceğini ifade eder. Yan­­lış geçen gençliğin ihtiyarlıkta ne derce piş­manlık ağlayışlarına ve üzüntülerine sebe­biyet vereceğinin altını önemle çizer. Onun, gençlik anlayışında “ihtiyar gençler” modeli önemli yer tutar. Peygamberimizin “bahtiyar genç” olarak belirttiği ihtiyar gibi ahiretini düşünen genç sistemi öncelikle esas aldığı bir gençlik anlayışıdır. Bediüzzaman Hazretlerinin gençlik anla­yışını algılayabilmek için, öncelikle onun peygamberimizin gençlerle olan ileti­şi­mine ve onları istihdam edişindeki yön­temine de bakmak gerekir. Çünkü onun, gençlerle olan ilişkisi ve gençliğe eğitim me­todu peygamberi bir sistemi örnek ve rehber edinmiştir. Bediüzzzaman Hazretlerinin tavsiye ettiği gibi, gençlerin eğitimi konusunda üzerinde durulması gereken en önemli diğer bir husus da annelerdir. Çünkü ona göre günümüz annelerinin tercihinde öncelikli sıranın dünya hayatı olması, gençlerin imani hayatlarındaki te­mel sarsıntılarının temel noktasını oluştur­maktadır. Ahiret inancı verilmeyen gençlerin top­lumda bir “semm-i katil” (öldürücü zehir) gibi zarar vereceğini vurgular. ı. Gençlerin enerji ve tecavüze sebebiyet verebilen güç ve kuvvet dönemlerini polis gücüyle değil, ancak her yerde bizleri gören Allah’a iman ve fillerimizi yazan melaikeye iman ve bunların hesabının sorulacağı ahirete iman ile dizginlenebileceği üzerinde ısrarla durulmalıdır. Gençlerin eğitiminde beş temel esas asla unutulmamalıdır: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmek. Kaynaklar: 1- Geçlik Rehberi2- Sözler

Hasan Hüseyin YILDIRIM 01 Haziran
Konu resmiDünya İyilikle Değişir
İnsan

Vakit Ramazan Vakti Ramazan berekettir. Ramazan hayır­dır. Ramazan kulluktur. Ramazan ibadettir. Ramazan hepimiz için kardeşliktir. Hayrat Yardım Ramazan 2016 çalışmaları­na,  Türkiye’nin 81 ilinde ve dünyada 30 ülkede paylaşmanın bereketini yaşatmak için “Bismillah” diyor. Ramazan’da dört kıtaya uzun yolculuklar yapacak olan Hayrat Yardım ekipleri, ulaş­tıkları bölgelerde yardıma muhtaç in­san­ların, muhacirlerin, yetim ailelerinin ka­pı­larını çalarak, Ramazan bereketini uzak ik­limlere taşıyacak. Hayırsever gönüllerin niyetlerine ortak ol­mak ve hayırlarını uzak diyarlardaki kar­deşlerimize ulaştırmak için -yollara çıkacak olan ekiplerimiz- el ele hep birlikte hayır köprülerine vesile olacak. Bağışçıların zekât, sadaka, fitre ve bağışları­nı; savaş, işgal ve doğal afet bölgelerindeki ihtiyaç sahiplerine uzak yakın demeden ulaştıracak. Her yıl olduğu gibi bu yıl da, Türkiye’de ve dünyada yetimlere ve ailelerine des­tek ola­cak, gönül sofraları kuracak, ye­timlere eğitim ve kırtasiye yardımları ya­pacak, bayramlık giysiler hediye edecek, ku­manyalar dağıtacak, ihtiyaç tespit edi­len durumlarda yetimler için nakdi yardım­lar­da bulunacak. Kumanya Bu yıl kumanya bedeli 60 TL olarak be­lirlenirken Türkiye’nin 81 ilinde dağıtıla­cak olan kumanya paketlerine yurt dışı ülkelerimiz de eklenecek. Suriye, Filistin ve Türkmen diyarı bu ülkelerden bazıları… Gönül Sofraları Kuruyoruz Ramazan’ın en anlamlı hayırlarından biri, iftar sofraları! Bizler bu yıl da geçen yıllarda ol­du­ğu gibi bütün gönül­leri birleştirmek için gö­nül sofraları kuracağız. Dün­ya­nın dört bir ya­nı­na sevgi muhabbet ve kar­deş­liği yayacağız.  Bu yıl Türkiye’den baş­layan iftar sofraları Bangladeş, Bosna Her­sek, Endonezya, Gana, Güney Afri­ka, Kazakistan, Kenya, Kırgızistan, Make­donya, Nijer, Somali, Sudan, Suriye, Ugan­da, Gazze ve Irak’a kadar uzanacak.  Suri­ye’deki çadır kentlere günlük 3 binden faz­la mazlum gönlü ağırlayacak aşevlerimiz kurulacak. 300 bin kişilik iftar soflarımıza 10 TL ile katkıda bulunabilir, sofraların açılmasına vesile olabilirsiniz. Zekât, Sadaka ve Fitre Bağışlarınız İhtiyaç Sahiplerine Ulaşıyor Ramazan, bütün hayırları da beraberinde getiriyor. Mazlum ve muhtaç gönüller ile hayır ellerini birbirine kavuşturuyor.  Hay­rat Yardım zekât, fitre ve sadaka yar­dımlarınızı uzak diyarlardaki yakınlara ve yanı başımızdaki muhtaç gönüllere ulaş­tırmaya devam ediyor. Vereceğiniz her zekât, Hayrat Yardım projeleri için kul­la­nı­lacak. Belki bir yetimin gönlünde sevinç olacak, belki de suya muhtaç çorak beldelerin hayat kaynağı… Bir bebeğin yüzündeki gülümsemeyle onun rızkını aya­ğına getirecek, belki de bir nurlu gönlün okuduğu Kur’an’dan semaya yükselen ayet­lerin sevabına hissedar edecek. Bayramlar Bu yıl da bayramlık setlerimiz ülkemizdeki yetim çocuklarımıza, fakir ailelerimizin ço­cuklarına ve mültecilerin çocuklarına sevinç olacak. Suriye’de savaşın çocuklarına umut ile sev­gi götüreceğiz. Çadır kentler ve bölgedeki yavruların hüzünlerini, sizlerden gelecek bayramlık hediyeler ile dağıtacağız. Kuzey Irak, Balkanlar, Afganistan, Su­dan, Nijer, Güney Afrika, Endonezya, Kam­boç­ya ve Patani’de bayramlık hediyeler ile ço­cuk­larımızı şenlendirecek, yüreklerini ısı­tacağız. Bayram çantalarımızın içinde bayramlık elbiseden, ayakkabı ve terliğe, oyuncak, ba­lon ve bayram şekerlerine kadar her şey ço­cuklarımız için olacak. Unutmayın dünya iyilikle değişir. İnsan iyilik ile büyür, gelişir. Gün gelir iyilik dünyaya yerleşir. Bizler köprüyüz, sizler hayır sahipleri. Maz­lum, mağdur ve muhtaç gönülleri biz­leri bekler. Buyurun efendim maide-i Ra­mazan’a! Buyurun efendim hayır köprülerinden iyi­likler akıtmaya. Ramazanınız mübarek, hayırlarınız makbul olsun!

İrfan MEKTEBİ 01 Haziran
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Keçecizâde Fuâd Paşa Camii ve Türbesi Amiin banii Fuad Paşa, Osmanlı dev­let adamı ve şairi Keçecizâde İzzet Molla’nın oğludur. Fuad Paşa, 1814 se­ne­­sinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. 1835 senesinde Tıbbiyeyi bitiren Fuat Pa­şa, muh­telif şe­hirlerde elçilik ve valilik gö­revlerinde bu­lundu. Sultan Abdülmecid dö­neminde Hâ­riciye Nâzırlığı ve ardından Sul­tan Abdül­aziz döneminde Sadrazamlık ve Hariciye Nâzırlığı yaptı. 1868 senesinde Fransa’nın Nice şehrinde vefat etti. Kendi ismiyle anı­lan camii, Uzun Şuca Mescidinin yıkıntıları üzerine Sadrazamlık yaptığı dö­nemde inşa ettirmiştir. Kâgir yapılı, tek kubbeli ve sekiz köşeli olan cami, 100 met­rekarelik bir iç alana sahiptir. Büyükçe ya­pılmış pencere­leri ile dikkat çeker. Cami­nin avlusundaki Keçecizâde Fuad Paşa’nın medfûn olduğu türbe ise, El-Hamra Sarayı’nı hatırlatan mo­tifleriyle ünlüdür. Bereket  Hendek Gazvesinin sıkıntılı ve ıstıraplı günlerinden birinde, Hz. Câbir bin Ab­dullah’ın (ra) evinde bir miktar arpa ile bir oğlak vardı. Hanımıyla konuşarak, bunları Resûlüllah (asm) ile beraberinde bulunan bir­kaç sahabeye ikram etmeye karar verdi. Bu amaçla Resûlüllah’a (asm)  gelip yemeğe davet etti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm): “Peki, hanımına söyle, ben gelinceye kadar yemeği ocaktan indirmesin, arpa ek­meğini de tandırdan çıkarmasın” buyurdu. Bu arada Peygamber Efendimiz (asm) bütün Ensâr ve Muhacirine işittirecek bir sesle; “Ey Hendek ahalisi! Câbir bir yemek hazırlamış, bizi davet ediyor. Haydi, gidelim” diye çağrıda bulundu. Bunun üzerine yüzlerce sahabe bu davete icabet ederek Hz. Câbir’in (ra) evinin yolunu tuttular. Resûlüllah (asm) da geldi ve yemeğin başına geçerek, gelenlere dağıtmaya başladı. Biraz ekmek alıp, üzerine bir miktar pişmiş et koyarak sıraya dizilmiş olan sa­habelere ikram etti. Yüzlerce Müslüman, kar­nını doyurduğu halde birkaç kişilik olan yemek bir türlü bitmek bilmiyordu. Her­kes yemeğini aldıktan sonra, Resûlüllah (asm) da bir miktar alıp yedi. Ve geride hâlâ ek­mek ve et duruyordu. Hadiseye şahit olan ev sahibi Hz. Câbir (ra) şöyle der: “Bütün mi­­safirler yemekten ve oğlaktan yediler, git­tiler. Daha tenceremiz dolu kaynıyordu, daha hamurumuz ekmek yapılıyordu. Zira Resûlüllah (asm) o hamura, o tencereye mü­barek ağzını koyup, bereketle dua etmişti.” Kanijeli Siyavuş Paşa Siyavuş Paşa, Enderun’da aldığı eğitimin ardından, ilk olarak Hazine Kethüda­lığı görevine getirildi. 1567 senesinde ise kendisine Büyük İmrahor görevi verildi. Daha sonra sırasıyla, önce Yeniçeri Ağası oldu, sonra da Rumeli Beylerbeyi oldu. Kub­bealtı Veziri olduktan sonra, Sultan 2. Selim’in küçük kızı Fatma Sultan’la evlendi. Sultan 3. Murad döneminde 1582-1584, 1586-1589 ve 1592-1593 yılları arasında üç defa Sadrazamlık görevinde bulundu. 1602 senesinde İstanbul’da vefat etti. Kab­ri Eyüp’tedir. Bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Harmanlı’da bir cami, mektep ve hamamdan oluşan bir külliye yaptır­mıştır. Yine, Harmanlı Çayının üzerine bir köprü yaptırmıştır. 04 Haziran 1898 Pehlivan Koca YusufVefat Etti Koca Yusuf, bugün Bulgaristan top­rak­­larında kalan Şumnu’nun Karalar Köyünde 1857 senesinde dünyaya gelmiştir. Babası ve dedesi Yusuf’un ilk güreş ustaları oldu. Kırkpınar tarihinde 26 yıl boyunca üst üste başpehlivanlığı elinde bulunduran ve Sultan Abdülaziz’in başpehlivanı olan Kel Aliço ile 1885 yılında güreşti ve bera­bere kaldı. Bu karşılaşma sonucu ondan ülkenin başpehlivanlığı unvanını aldı. Kel Aliço’nun çırağı olan ve 18 yıl Kırkpınar başpehlivanlığını elinde bulundurduğu söy­­le­nen Adalı Halil’i iki kez ardı ardına yen­di. Sultan Abdülaziz, Sultan 5. Murad ve Sultan 2. Abdülhamid döneminde pek çok güreş yaptı. Koca Yusuf, 1894-1897 seneleri arasında Fransa’ya gider. Orada yaptığı bütün karşılaşmalardan galip olarak ayrılır. Ardından Amerika’ya gider. Orada da çıktığı 33 karşılaşmanın hepsinde galip olur. Yusuf, başlangıçta yurtdışına çıkmayı kabul etmediyse de Müslümanların güçlü olduğunu ispat etmenin bir cihat olduğu şeklindeki ulema açıklamaları, onun ikna olmasını sağlamıştır. 1898 senesinde İstan­bul’a dönerken bindiği geminin batması sonucu hayatını kaybetmiştir. 13 Haziran 1891 İstanbul Arkeoloji Müzesi Açıldı 1881 yılında Sadrazam Edhem Paşa’nın oğlu Osman Hamdi Bey’in Müze-i Hü­mâyûn müdürlüğüne atanması ile birlikte Türk müzeciliğinde yeni bir çığır açılır. Os­man Hamdi Bey Nemrut Dağı, Myrina, Ky­me ve diğer Aiolia Nekropolleri’nde ve La­gina Hekate Tapınağı’nda kazılar yapmış ve buradan gelen eserleri müzede toplamıştır. 1887 - 1888 yılları arasında günümüzde Lüb­nan’da bulunan Sayda’da yaptığı kazılar so­nucunda Krallar Nekropolü’ne ulaşmış ve dünyaca ünlü İskender Lahdi başta olmak üzere pek çok lahit ile İstanbul’a dönmüştür. 1887 ve 1888 yılları arasında Osman Ham­di Bey tarafından yapılan Sidon Kral Nek­ropolü Kazısı’ndan İstanbul’a getirilen, ara­larında İskender Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Likya Lahdi, Tabnit Lahdi, gibi ih­tişamlı eserlerin sergilenebilmesi için yeni bir müze binasına ihtiyaç duyulmuştur. Os­man Hamdi Bey’in isteği üzerine Çini­li Köşk’ün karşısına inşa edilen yeni müze binası, 13 Haziran 1891’de ziyarete açıl­mıştır. Müzenin ziyarete açıldığı 13 Haziran günü halen Türkiye’de müzeciler günü ola­rak kutlanmaktadır.   25 Haziran 1975Mozambik Cumhuriyeti Kuruldu Mozambik’in adının ülkeye bağlı olan Mozambik Adası’na ilk gelen ve daha sonra yöneticisi olan ve buraya adını veren Arap Şeyhi Musa Bin Mbiki’den geldiği düşünülmektedir. Portekizliler, altın bulma ümidi ile Mozambik’e saldırmışlar ve za­manla sömürgeleştirmişlerdir. Mozambik, 50 yıllık Portekiz sömürgesini sona erdire­rek 25 Haziran 1975 yılında bağımsızlığını ilan etmiştir. Bağımsızlık ilanı, Mozambik Halk Cumhuriyeti adı altında yapılmıştır. 779.380 km² yüzölçümüne sahip ülkenin nüfusu yaklaşık 25 milyondur. Ülke nüfu­sunun yaklaşık %20’si Müslümandır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmi11. Lem’a
Risale-i Nur

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : Mirkatü’s-Sünne ve Tiryâk-ı Marazü’l-Bid’a, 11. Lem’a, 5. Lem’aRisalenin Telif Tarihi : 1933 (tahminen)Dili : TürkçeMüellife Göre Değeri :- Şirkle imanı ve kötüyle iyiyi ayırmak için bir cevher ve ölçüdür.- Sünnet-i Seniye’ye uymanın maddî ve manevî faydaları anlatılmaktadır.- Sünnet-i Seniyeye itiraz edenlerin itirazlarına mükemmel ve muntazam cevaplar veren bir risaledir.- Görünürde 15-16 sahifeden ibaret küçük bir risale olmakla birlikte hakikatte neşrettiği nurla çok büyük denizleri geçecek bir azamette ve çok büyük yıldızların nurlarını setredecek kudrettedir.- İstikametli bir tefsir, i’câzlı bir beyan, nurlu bir ilândır.- Beş ayet-i kerimenin ve dört hadis-i şerifin tefsiridir.Konusu  : Sünnet-i Seniyenin hakikatini, mahiyetini, hikmetlerini beyan etmek ve bid’at hastalıklarını defetmekRisalenin Metodu : Naklî haberlerle delillendirme ve bunların açıklanmasıOtoriter şahsiyetleri delil göstermeMünazara (soru-cevap)Mantık ilmi delillerini kullanmaOlumsuz fikirlerin kötü sonuçlarını göstermeHakikati keşif ve hikmetleri beyan etmeFıkhî hükümleri kullanmaFıtrat delilini kullanma Sünnet-i Seniye, muhkemât ve nâfile kı­sım­larına ayrılmaktadır. Muhkemât kısmı hiçbir şekilde değiştirilemez. On­lara uy­mak zorunludur. Nafile de iki kıs­ma ay­rılmaktadır. Bir kısmı ibadetlere ait sün­netlerdir. Bu kısımlarda da yapılacak bir değişiklik bid’at sayılmaktadır. İkinci kıs­mına ise adap denmektedir. Adaptan kasıt ise örf, adet ve yapılması gereken be­şeri hallerde Hz. Peygambere uymaktır. Sün­netin bu kısmına muhalefete bid’at de­nilmese de Hz. Peygamberin feyzinden, ede­binden, nurundan mahrumiyet söz konusu olmaktadır. Sünnet-i Seniye içinde son derece büyük bir önem arz eden sünnetler, İslam alametleri olan ve Şeâirlere de temas eden sünnetlerdir. İslam dininin alametleri hükmünde olan bu sünnetler cemiyeti ilgilendirmesi ve toplumun hukukunu temsil etmesi yö­nünden ehemmiyetlidir. Bu sünnetler şu özelliklere sahiptir - Riya giremez - Birinin yapmasıyla herkes istifade eder. - Tamamen terki halinde herkes mesul olur - Nafile nevinden de olsa şahsi farzlardan önemlidir. YEDİNCİ NÜKTE: Peygamber Efendi­mizin (sav) hayatı incelendiğinde Yüce Al­lah’ın edebin bütün türlerini Onda top­ladığı gö­rülmektedir. Bu konu hakkında Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Rab­bim beni terbiye etti. Terbiyemi de gü­zel kıl­dı.” Demek ki Sünnet-i Seniye edep­tir. Onun sünnetlerini terk eden edepten mahrum kalır. Sual: Her şeyi bilen ve gören Allâmü’l-Gu­yuba karşı edep nasıl olmalıdır? Edebin bir nevi de tesettürdür. Hâlbuki Ona karşı tesettür olmaz ki utandırıcı haller ve ayıplar örtülsün? El-cevap: Yüce Allah sanatını güzel gös­termek istiyor. Sanattaki bu güzellikler ni­metlere dikkatleri çekmek içindir. Çirkin şeyleri ise perde altına alıyor. Bunun gibi varlıkları da birbirlerine güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri Ce­mil, Müzeyyin, Latif ve Hakîm gibi isim­lere bir çeşit isyan ve edep dışı bir tavırdır. Demek sünnetteki edep, esmanın sınırları içinde tam bir edep halini takınmaktır. Esmayı ilahiye ise varlıkları, mümkün hal­lerin en iyi şeklinde onları görmek iste­mektedir. Çünkü cemali ve kemali isimler güzelliklerini, şuurlu varlıkların nazarında mevcudatın güzel vaziyetleri ve edepleriyle göstermek isterler. SEKİZİNCİ NÜKTE: رَسُولٌ جَاۤءَكُمْ لَقَدْ ayeti Hz. Peygamberin (sav) ümmetine karşı son derece şefkat ve merhametli olduğunu göstermektedir. اللهُ حَسْبِىَ فَقُلْ تَوَلَّوْا فَاِنْ ayetinin ümmete ve Hz. Peygambere (sav)bakan iki yönü vardır. Ümmete baktığında mana şöyle olmaktadır. Sünneti terk etmek - Hz. Peygamberin şefkatini inkâr etmek - Merhametini itham etmek demektir. - Hz. Peygambere (sav) baktığında ise: - Ey resul! Akılsızlıklarından sünnetini terk edenlerden dolayı merak etme. Allah gerçek itaat edenleri etrafına toplar. Seni dinletir. Onlara kabul ettirir. Her bir sünnetin birçok hikmetleri bulunmaktadır. Müşahede ve zevk yoluyla da sabittir ki Sünneti Seniye ruhi, akli ve kalbi hastalıklarda devadır. Onların yerini felsefi ve hikmetli meseleler tutamaz. Sünnete uymak, dünyevi ve uhrevi saadet için son derece önemlidir. DOKUZUNCU NÜKTE: Bütün sünnet­lere uymaya manevi büyük insanlar dahi ancak muvaffak olabilmektedirler. Fakat her­kes tüm sünnetlere uyma niyetini ve kas­tını taşıyabilir, sünneti yaşamaya taraftar olabilir ve onu lüzumlu görebilir. Müslümanlar sünnetlerin farz ve vacip kısımlarına uymakla mükelleftir. İbadet­ler­deki müstehapların terk edilmesi ise büyük bir sevap kaybına neden olmaktadır. Âdet türünden olan sünnetlere uymak, âdetleri ibadete çevirmektedir. Bu âdetlerin terk edilmesi ise Hz. Peygamberin (sav) adabından mahrum bırakır. İbadetin temel esaslarında (hükümlerinde) yeni icatlar bid’attır. Bid’atlar ise اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ ayetine göre merduttur. Farklı meslek ve meşreplerde bulunan virdler ve zikirler; - Asıllarını kitap ve sünnetten almak - Sünnetin esaslarına muhalefet etmemek şartıyla bid’at değillerdir. Sünnet-i Seniye nur isteyenlere kâfidir. Saadet-i dâreynin temel taşıdır. Kemalatın madeni ve membaıdır. ONUNCU NÜKTE: Allah’a imanı olan Allah’ı sever. Allah’ı seven Onun istediği tarzı yapar. Allah’ın istediği tarz ise sevdiği zata benzemektir. O zata benzemek ise ona uymak demektir. Ona uyanı Allah da sever. Demek insan için en yüce maksat Allah’ın muhabbetini kazanmaktır. Bunun yolu ise ayetin ifadesiyle Habibullah’a (sav) uymaktır.  (Devam Edecek)

Muhammed AYDIN 01 Haziran
Konu resmiRisale-i Nurdan İstifade Mertebeleri
Risale-i Nur

“Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz! Vazifeniz kudsiyedir.Hizmetiniz ulviyedir. Her bir saatiniz bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki elinizden kaçmasın.” Ölçü: Dünya hayatında rahat, hu­zur, bereket, başarı ve maişetini ko­laylıkla temin etmek isteyen, dört elle hizmete sarılmalıdır. Risale-i Nurun ilk dönem talebeleri ve Hazret-i Üstad, bu neticeleri binler tecrübelerle yaşayıp arka­dan gelenlere ders veriyorlar. Üstadın nefis ve şeytanını susturan bu apaçık hakikate bizim nefsimiz de kanaat etmelidir. Demek dünya ve ahiret saadetini isteyen ciddi ve halisane hizmet etmelidir. Ölçü: Risale-i Nur hizmetinde en mühim vazifelerden birisi de kalemle hizmettir. Haz­­ret-i Üstad, kalemle hizmetin beş türlü iba­deti içerdiğini ifade buyuruyor. Kalemle hizmetin Risale-i Nura talebeliğin en önemli bir şartı ve fazileti olduğunu Üstad şöyle ifade etmektedir: “Risâle-i Nûr’a intisâb eden zatın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yaz­dıran, Risâle-i Nûr talebesi unvanını alır. Ve o unvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazen daha ziyade hayırlı dualarımda ve mane­vi kazançlarımda hissedar olmakla bera­ber, benim gibi dua eden kıymettar bin­ler kardeşle­rim ve Risâle-i Nûr talebeleri­nin dualarına ve kazançlarına dahi hisse­dar olur.”8 Ölçü: Risale-i Nur yoluyla iman hakikat­leriyle hizmet, ehli dalalete karşı manevi bir cihattır. Hem de Risale-i Nur’la iman hizmetinde bulunan kişi talebe-i ulum sı­nıfına dâhil olur. İlim yolunda gitmenin cihat ve yolun sonunun da Cennet oldu­ğunu bazı hadis-i şeriflerde Resûl-i Ekrem (asm) şöyle buyuruyor: “Kim bir ilim öğ­renmek için bir yola sülûk ederse Allah onu cennete giden yollardan birine dâ­hil etmiş demektir.”9 “İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır.”10 Hadis-i şeriflerin de işaret ettiği gibi Nur şakirtleri, ilim talebeleri olduğundan bu va­zifeyi îfa ederken ölüm gelse şehit olurlar. Bediüzzaman Hazretleri, bu tarzda hizmet ederken vefat eden Hafız Ali ağabeyi misal gösteriyor. “Şehit olmak isteyen Hafız Ali gibi olsun. Risale-i Nura halisen muhlisen hizmet etsin. Ben onun şehadetine şahidim” buyuruyor. Ölçü: Risale-i Nur hizmeti, şahsi ve ferdi bir hareket değildir. Aksine bir cemiyet ve cemaat hareketidir. Manevi ve uhrevi ga­yeleri esas aldığından cemaatin her bir fer­di bu şirket-i maneviyenin bir hisse­da­rı­dır. Dolayısıyla her bir hissedar, ma­nevi kazancın da ortağıdır. İşte bu ulvi va­zi­fenin umum kazancı her bir nur tale­besinin hasenat defterine öyle bir sevap yazdırır ki tahayyülünden aciz kalırız. Üs­tad Bediüzzaman bu ulvi kârı şöyle açık­la­maktadır: “Aynen öyle de, emvâl-i uh­re­viyede sırr-ı ihlâs ile iştirak ve sırr-ı uhuvvetle tesânüd ve sırr-ı ittihâd ile teşrîkü’l-mesâî; o iştirâk-i a‘mâlden hâsıl olan umum yekün ve umum nûr, her birinin defter-i a‘mâline bitamâmihâ gi­receği, ehl-i hakikat mabeyninde meş­hûd ve vakidir; ve vüsat-i rahmet ve kerem-i İlâhînin muktezasıdır.”11 Ölçü: Her bir dakikası bir gün ibadet hük­mündeki bir hizmeti elde tutmak, ka­çır­mamak gerçekten zordur. Şeytanlar o ul­vi hizmetten insanı vazgeçirmek için boş dur­­mayacaktır. Bu durumda nur talebeleri üs­­tadın şu ikazına kulak vermelidir: “Ey kar­deşlerim! Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şey­tanlar, o hizmetin hadimleriyle çok uğra­şırlar. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı, ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâ­sı kıracak esbaptan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz!”12 Cenab-ı Hak kemal-i kereminden ve rah­metinden bizlere, Risale-i Nura talebe ol­ma fırsatını ihsan etmiş. Rabb-i Rahimimiz­den niyazımız odur ki: Bizleri Risale-i Nu­ra layık talebeler eylesin. Risale-i Nurun hiz­metinde razı olduğu şekilde ilelebet is­tih­dam etsin. İnsi ve cinni şeytanların şer­lerinden ve şerirlerinden tüm ehl-i iman­la birlikte Risale-i Nur talebelerini de mu­hafaza buyursun.” Âmin. Kaynaklar: 8- Kastamonu Lahikası, 25. Altınbaşak Neşriyat9- Ebu Davud, İlm 1, (3641); Tirmizi, İlm 19, (2683); İbnu Mace, Mukaddime 17, (223).10- Tirmizi, İlim 2, (2649); İbnu Mace, Mukaddime 17, (227).11- Lemalar, 172. Altınbaşak Neşriyat12- Lemalar, 167. Altınbaşak Neşriyat

Zafer ZENGİN 01 Haziran
Konu resmiHz. Peygamber (sav)'in Remzi: Gül
İnsan

Gül İslamiyet’te Hz. Muhammed (s.a.v.)’i temsil etmektedir. Lâle ise Rabbimizin simgesi olarak kabul edilmektedir.  Bu yüzden çoğu İslâmî eserde Gül ile Lâle’ye ayrı bir değer verilmiştir. Türkler, Müslümanlığı kabul ettikten son­ra, bu dinin en büyük koruyucusu ve uy­gulayıcısı olmuş, Allah ve peygamber sev­gisini, her sevginin önünde tutmuşlardır. Hz. Peygamberin (sav) kokusu gül kokusuna ben­zetildiği için Anadolu’nun birçok ye­rinde gül koklarken salâvat getirme âdeti yerleş­miştir. Hayatın her alanını gül bahçesine dönüştü­ren insanımız semtine “Gülhane”, evladına “Gülpare”, sevgilisine “Gülnazar”, bahçesine “Gülşen”, bahtı açık olana “Bahtıgül”, vefalı olanına “Yargül” demiştir. Anadolu insanı Efendimiz’i (sav) çağrıştırdığı için gülü çok sevmiştir. Gül, Peygamberimiz (sav)'in sem­bolü olunca, evlatları için ad olarak da kul­lanılmıştır. Bu Gül sevgisi, "Gül, Gülbahar, Gülbeden, Gülistan, Gülhan, Gülşan, Gülcan, Gülten, Gülriz, Gülnur, Gülru, Gülenaz, Gülay, Güler, Gülsever, Gülbey, Gülçin, Gül­cihan" gibi, Peygamberimiz (sav)’e mu­hab­betimizi ifade eden yüzlerce "Gül"lü adı dilimize kazandırmıştır. Bu anlayış, Pey­gamberimiz (sav)'in sevgili zevcesi Hz. Aişe (ra)'nin adını, Peygamberimiz (sav)'in sembolüyle birleştirmiş “Ayşegül” yap­mış­tır. Anadolu'nun bazı yörelerinde de Gül'e öncelik verilerek“Gülayşe” derler. Ana­do­lu’da gül ile başlayan ve gülle biten yak­laşık yüz elliye yakın isim tespit edilmiştir. Gül sesi anlamına gelen ve yüksek sesle okunan katılımlı duaya, gülbank adının verilmesi yine Peygamberimizle bir bağ­lan­tı kurulmasının sonucudur. Kültürümüzde gül ve dikeniyle ilgili zengin anlamlar barındırın sayısız atasözlerinden; “Gülü seven dikenine katlanır”, “Dikensiz gül olmaz”, Gül dikeninden zarar gelmez”, Bir ağaçta Gül’de biter Diken’de”, “Ârife bir gül yeter”, Gülün kadrini Bülbül bilir” ilk akla gelenlerdendir. Yunus Emre dizelerinde; “Sordum sarıçiçeğe Sen gülü bilir misi? Çiçek eydür Derviş Baba Gül Muhammed teridir” Divan şairimiz Fuzûlî, Su Kasidesinde:“Su­ya versün bağban gülzârı zahmet çekmesünBir gül açılmaz yüzün tek, verse bin gülzâre su”diye O Gül’ün dünyaya bir kere ge­le­ceğini, bahçıvanın bin gül bahçesini sulasa, sele verse dahi O’nun yüzü gibi bir gül açılmayacağını en lâtif bir biçimde ifade etmektedir. Hz. İbrahim ateşe atıldığında ateşin bir gül bahçesine dönüşmesi, ona verilen değerlerin nedenlerinden biridir. Gül Cennet bahçesinin de çiçeğidir. Gül, Peygamberimiz (sav)’in sembolü ol­duğu içindir ki edebiyatımızda sevgililer hep güle benzetilmiştir. Müslümanlar san’atını Allah inancı ile yönlendirmiş ve geliştirmiş, edebiyat, sanat ve kültür ala­nında verilen eserlerde bu iki çiçek, Al­lah ve Peygamberi (sav) simgelemiş; Allah (cc), Lâle ile, peygamberimiz de (sav) de, Gül ile özdeşleştirilmiştir. Gül tasavvufta ilâhi güzelliği simgelediği gibi, Allah’ın mahbû­bu Hz. Muhammed’i de (sav) temsil eder. Es­ki edebiyatımızda Peygamberimiz’den (sav) bah­­se­dilirken “Gül-i gülzar-ı rüsul”, “Gül-i gül­­zâr-ı nübüvvet”, “Gül-i gülzâr-ı risâlet” ifa­deleri kullanılmıştır. Süsleme sanatlarının vazgeçilmez motif­lerinden Gül, Yazma Kur’ân-ı Kerîm’lerde tezhiple yapılan gül şeklindeki motiflerden, aşr-ı şerifleri gösterenlere “Aşır Gülü”, cüz başlarını gösterenlere “Cüz Gülü”, genellikle her cüzün 1/4’ünü belirtmek için konanlara “Hizip Gülü”, secde âyetlerini işaret edenlere de “Secde Gülü” denir. Süsleme sanatında Gül, Kur’an-ı Kerim’lerin tezhiplerin de kul­lanılmakla birlikte, Divan’ların kenar süslemelerinde ve minyatürlerde çiçek kom­pozisyonları zengin bezemelerde yerini alır, çini, seramik, duvar resimleri ve kumaşlar­da, kitap ciltleri ve tezhiplerinde, mezar taş­larında stilize edilmiş güller de önemli bir yer tutar. Döneminin parlak uygarlığı olan Anado­lu Selçuklularının bıraktığı eşsiz çinilerin yanı sıra; Osmanlı İmparatorluğunun kla­sik dönemi olarak adlandırılan XVI. ve XVII. yüzyılda Saray, dini ve sivil mimari eserlerin hızla artan ihtiyaçları için İznik’te üretilen duvar çinilerinin desen zenginliği gelişmiş, Saray Nakkaşhanelerinde üretilen desenlerin ilham kaynağı çiçekler olmuştur. Özellikle gül tasarımlarının geliştirildiği za­rif kompozisyonlar ve gül bezemeleriyle hat sanatının kaynaştığı özgün kompozisyonlar da bu sanatın önemli öğelerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Rivayete göre Hz. Ali efendimiz son ne­fesini vermeden önce Selmân-ı Fârisî’den bir deste gül istemiş ve getirilen bu gülleri kokladıktan sonra ruhunu Hakk’a teslim etmiştir.

Mustafa YILMAZ 01 Haziran