Aklın insanları esir aldığı, hissiyatın madde-perest dünya denizinin dalgaları arasında savurduğu zamanlardan iki aylık hazırlık süresi ile birlikte ayların efendisi Ramazan-ı Şerife vasıl oluyoruz, elhamdülillah. *** Bir yetişkin ve genç psikoloğu arkadaşa sormuşlardı geçtiğimiz günlerde, “Gençlerdeki en büyük problem nedir?” diye. O da demişti ki, “Hedefsizlik!” *** Zamanı algılamadaki şuursuzluk, beraberinde hedefsizliği taşıyor dünyamıza. Zamanını değerlendiremeyen insanların ismini koyduğu “zamansızlık/zamanım yok”, çepeçevre sarıveriyor etrafımızı. “Elimiz boş değil, yaptığımız iş değil” Maraş yöresine ait söz, ne kadar da bizden oluveriyor çoğu zaman. Ne doğduğumuz tarihi hatırlıyoruz KPSS imtihanları olmasa, ne de ahirete gideceğimiz tarihe hazırlık yapıyoruz. Ne kuzeyde yaşadığımızı hatırlıyoruz tatil dönemleri gelmese, ne de yeryüzünün sakinleri olduğumuzu fark ediyoruz gece yıldızlar doğmasa… Diyorum ki Efendiler! Bu gidiş nereye? Gidiş, bir yerden bir yere olur; peki biz –işin- ner/esin/deyiz? Hedef-siz miyiz, yoksa hedef biz miyiz? Bir ayağı sabit olmayan pergel düzgün bir daire çizemez. Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz. Hedefi olmayanın himmeti, himmeti olmayanın değeri olmaz. O zaman! Geliniz, farkındalık yaşadığımız, diğer aylardan muhteva ve maddi-manevi katkı anlamında farklı olan Ramazan-ı Şerifi fark edelim. Ramazan ayı ile birlikte kendimizi fark edelim. Bizi çepeçevre saran ne varsa ya bir müddet terk edelim ya da onlara olan ilgi ve zamanımızı azaltarak kendimize odaklanalım. *** “Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.” (Müslim, Sıyam 2, (1079)) hadis-i şerifinin manasına dâhil olup, ebedi istikbalimizin ihyası için tanımlanmış zamanı / şehr-i Ramazanı değerlendirelim. *** Ramazan-ı Şerifiniz hakkınızda ve hakkımızda hayırlara vesile olsun. Ramazan’da gizli Leyle-i Kadriniz, hakkınızda bin aydan hayırlı manasıyla makbul olsun.
Daha önceki kutsal kitaplar –Tevrat, İncil ve Zebur- Hazret-i Muhammed’den (sav) haber vermektedir. Bu yüzden ehl-i kitap, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, peygamberimizi kendi evlatları gibi tanıyorlardı. Bu konuda, peygamberimizden haberdar olan ehl-i kitabın özür teşkil edecek cehaletlerinden söz etmek mümkün değildir. Peygamberimiz, peygamberlerin hem sonuncusu hem de en büyüğüdür. O, bütün insanlara gönderildiği gibi, ehl-i kitaba da gönderilmiştir. Bu konuda Kur’ân’da ve hadis-i şeriflerde çok açık ifadeler bulunmaktadır. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav), ehl-i kitabı kendi peygamberliğine iman etmeye davet etmiştir. Onun davetine bazıları icabet ederken, bir kısmı da reddedip inkâr etmiştir. Kur’ân ve hadis-i şeriflere bakıldığında, ehl-i kitabın peygamberimizi bildiği halde iman etmeyen kısmının ebedi cehennemlik olacakları görülmektedir. Tevhid inancında olmayan, Hazret-i Muhammed’in (sav) peygamberliğini inkâr eden, Kur’ân-ı Kerim’i kabul etmeyen ehl-i kitabın, cennetlik olacağını iddia edenlerin zaman zaman Üstad Bediüzzaman’ın sözlerini de kötü niyetlerine alet etmeye çalıştıkları görülmektedir. Üstad’ın telifi olan Risale-i Nur Külliyâtı incelendiğinde, onun ehl-i kitabın hak yolda olduğunu beyan eden sözlü veya yazılı hiçbir ifadesine rastlamak mümkün değildir. Üzülerek söylemeliyiz ki onun bazı ifadeleri yanlış anlam yüklenerek çarpıtılmaktadır. Kur’ân ve hadislerin yukarıda zikredilen bu derece açık ifadeleri olduğu halde, ilgili âyet ve hadisleri maksadının aksine yorumlayarak, “Muhammedün Resulüllah”ı tasdik etmeden, sadece “Lâ İlâhe İllallah” demenin cennete girmek için yeterli olacağını iddia edenler, delilden mahrumdurlar. Onlar, bu konuda Kur’ân ve hadislerdeki açık ifadeleri bildikleri halde böyle bâtıl bir iddiada bulunmaktadırlar. İslâmiyet Teslis İnancını Kabul Etmez Aslî hüviyetini kaybetmiş bugünkü Hristiyanlıkta “Baba, oğul, Ruhü’l-Kuds” olmak üzere üç ilah anlayışı vardır. Buna da ‘üçleme’ manasında “teslis” denilir. Bu inanç, İslâm dininin tevhid anlayışına zıttır. Hazret-i İsa (as), İsrailoğulları’na gönderilmiş bir peygamber olarak Allah’ın birliği üzerine dinini tebliğ etmişti. Hz İsa’nın (as) tebliğ ettiği bu dinin mesajları, yazıya geçirilmemişti. O, göğe yükseltildikten sonra, ağızdan ağıza anlatılanlar çok sonraları yazıya geçirildi. Fakat anlatılan bu rivayetler birbirinden çok farklıydı. Bu sebeple onlarca farklı İncil nüshaları ortaya çıktı. Hristiyanlar arasında ihtilaflar oluştu. Bu süreçte Hz. İsa’ya (as) peygamber diyenler olduğu gibi, aşırıya kaçıp Allah’ın oğlu olduğunu ve ilah olduğunu savunanlar da oldu. İşte Hazret-i İsa’yı (as) ilahlaştıran düşüncenin temelinde bâtıl teslis inancı vardır. İskenderiye kilisesi papazı olan Arius, İsa (as)’ın bir peygamber olduğunu, ilah olmadığını kabul ediyordu. Miladi 300 yıllarının başında onun bu inancını kabul eden insanlar oldukça çoktu.1 Roma İmparatoru Konstantin putperest iken Hıristiyanlığı kabul etti. Konstantin, miladi 325 yılında İznik’te 2048 piskoposu topladı. Bu toplantı tarihlere İznik konsili olarak geçti. Bunlar içinde teslise taraftar olan 318 kişi vardı. Kral Kostantin, teslis inancını kabul ettiğinden, azınlık olan 318 kişiyi destekledi ve 40-50 İncil içinden teslis inancına uygun Matta, Markos, Luka ve Yuhanna isimlerini taşıyan dört İncil seçildi, diğer İnciller yasaklandı.2 Bu İncilleri, kimlerin hangi ölçülere göre seçtiğine dair herhangi bir bilgi yoktur.3 Bu dört İncil’in seçilmesinden sonra diğer İnciller yasaklandı. İsa (as)’ın bir ilah olmadığını söyleyenler aforoz edildi veya cezalandırıldı. Zamanla teslis anlayışı bütün Hıristiyanlar arasında yaygınlaştı ve Arius’un savunduğu Allah’ın birliği ve İsa (as)’ın peygamber olduğu anlayışı unutuldu. Böylelikle Hıristiyanlık, bozulmuş oldu. Tevhid dini olan İslâmiyet, Allah’a ortak koşmak anlamına gelen şirkin her çeşidini reddetmektedir. Hıristiyanlıktaki teslis inancı da apaçık bir şirktir ve İslâm’ın inanç esaslarına zıttır. Bu konuyla ilgili bazı âyetler şöyledir: “Andolsun ki ‘Allah, kesinlikle Meryemoğlu Mesîh’tir’ diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesîh ‘Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk ediniz. Biliniz ki kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için yardımcılar yoktur’ demişti. Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek Allah’dan başka hiçbir ilah yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet edecektir. Hâlâ Allah’a tevbe edip O’ndan bağışlanmayı dilemiyecekler mi? Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. Meryem oğlu Mesîh ancak bir resûldür. Ondan önce de (birçok) resûller gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.”4 “Allah, Meryemoğlu Mesîh’dir” diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: Öyleyse Allah, Meryem oğlu Mesîh’i, anasını ve yeryüzündekilerin hepsini imha etmek isterse Allah’a kim bir şey yapabilecektir (O’na kim engel olabilir)!”5 “(Tanrı) üçtür demeyin, sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek Allah’tır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi o’nundur. Vekil olarak Allah yeter.”6 Bu âyetler konuyu, fazla izaha ihtiyaç bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. Kur’ân ayetlerle açıkça reddettiği bu teslis inancını taşımak, mümin olmaya bir engeldir. Bu bâtıl inanç üzere olup İslâmiyet’i kabul etmeyerek Peygamber Efendimizi reddedenlerin, ahirette cennete girerek kurtulacaklarından bahsetmek mümkün değildir. Günümüzde Yanlış Yorumlanan Bir Âyet Buraya kadar aktardığımız âyet ve hadislerin konunun açıklığa kavuşması için yeterli olduğu kanaatindeyiz. Kur’ân’ın her hangi bir âyetini diğer âyetlerle birlikte, bir bütünlük içinde anlamak gerekir. Tefsir ilminde âyetlerin âyetlerle tefsir edilmesi en mühim esaslardandır. Bir âyeti ele alıp, onun diğer âyetlerle bağlantısını koparıp onlara aykırı bir şekilde yorumlamak, Kur’ân’ın manalarını tahrif etmek demektir. Nitekim bu konuda Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Yavaş olun ey kavim! Sizden önceki ümmetler peygamberlerine muhalefet etmekle ve kitabın bir kısmıyla diğer kısmını çürütmeye çalışmakla helak oldular. Muhakkak ki, Kur’ân’ın bir kısmı diğer kısmını yalanlamak için nazil olmadı, bilakis onun bir kısmı, diğer kısmını tasdik eder. Ondan bir şey öğrendiğiniz zaman onunla amel ediniz! Bir şeyi de bilemezseniz, onu bilen kimseye götürünüz (ona sorunuz!)”7 Bir âyete mana verirken diğer âyetlere aykırı mana vermek ya cehaletten ya da hakkı bildiği halde bile bile batıla taraftar olmaktan kaynaklanır. Her iki hal de insanı manevî yönden tehlikeli durumlara düşürür. Çünkü bir âyeti yorumlarken Allah’ın murat etmediği bir manayı âyete yüklemek, Allah’a iftira etmek manasına gelir. Peygamberimiz (sav) bu konuda “Kim ilmi olmadığı halde Kur’ân’ı (kendi görüşüne göre) tefsir ederse, o, ateşte oturacağı yeri hazırlasın”8, “Kim Allah’ın kitabı hakkında kendi görüşüne göre konuşursa isabet etse de hata etmiştir.”9 buyurmuş ve Kur’ân’a gelişi güzel mânâ verenleri korkutmuştur. Bu yüzden usûlsüz bir şekilde Kur’ân’a mana vermek –tefsir etmek- âlimlerce haram kabul edilmiştir.10 Yahudi ve Hıristiyanların cennete gireceklerini iddia edenler buraya kadar zikrettiğimiz âyetleri görmezlikten gelerek, manasını tahrif ettikleri bir iki âyeti iddialarına delil olarak sunmuşlardır. Ekseriyetle onlar şu âyeti öne çıkarmışlardır: “Şüphesiz iman edenler; yani yahudilerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah’a ve ahiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.”11 Bir âyeti doğru anlamanın en mühim yolu, o âyetin sebeb-i nüzulünü bilmekle mümkündür. Bu ayetin sebeb-i nüzûlü olan şu rivayete bakalım: Selman-ı Farisî Müslüman olmadan önce, tanıştığı bazı Hıristiyanların durumunu Peygamberimize sordu. Peygamberimiz (sav) “Onlar İslâm üzere ölmemişlerdir” (bir rivayette “Onlar cehennemliktir”) buyurdu. Selman der ki “(Peygamberimizin sözü üzerine) dünya benim için karardı. Ben onların yaptıkları ibadetleri anlattım. Daha sonra bu âyet nazil oldu. Peygamberimiz beni çağırdı ve “Bu âyet senin arkadaşların hakkında nazil oldu. Kim beni duymadan önce İsa’nın dini üzere ölürse, o, hayır üzeredir. Fakat kim de beni duyar ve iman etmezse, o helak olur (cehennemlik olur)” buyurdu.12 Bu sebeb-i nüzûlden anlaşıldığına göre âyet Peygamberimiz (sav) gönderilmeden önceki veya Peygamberimizden (sav) haberdar olmayan insanlardan bahsetmektedir. Âhir zaman Peygamberinin (sav) gönderilmesinden sonra onu bilen ve inkâr eden Yahudi ve Hıristiyanlardan bahsetmemektedir. Bazı müfessirler bu âyetle daha önce Yahudi veya Nasranî iken Müslüman olanların kastedilmiş olacağını da söylemişlerdir. Örneğin müfessir ibn Cerir et-Taberî bu âyeti tefsir ederken “Burada Yahudi, Nasranî ve Sabiîlerin imanından kasıt, Muhammed (sav)’i ve onun Allah katından getirdiklerini tasdik etmektir.” demiştir.13 Fahreddin Razî bu konuda müfessirlerin ihtilaf ettiğini ve üç değişik tefsir olduğunu söylemiştir: Birincisi İbn Abbas’ın kavlidir. Yahudi ve Hıristiyanların batıl itikatlarından uzak olarak Muhammed (sav)’in gönderilmesinden önce İsa (as)’a iman eden Kuss b. Saide, Rahip Bahira, habibi Neccar, Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Varaka, Selman-ı Farisî, Ebu Zer gibi kimselerdir. Sanki Cenab-ı Hak bu ayetle şöyle demektedir: “Muhammed gönderilmeden önce batıl bir din üzerinde olan Yahudi ve Hıristiyanlardan Muhammed’in gönderilmesinden sonra kim Allah’a, ahiret gününe ve Muhammed’e iman ederse onların ecri Rableri katındadır.” İkincisi; Cenab-ı Hakk surenin başında önce münafıkların, sonra Yahudilerin yolunu zikretti. Bu ayette “iman edenler” kavliyle burada dilleriyle iman edip, kalpleriyle iman etmeyenler kastedilmiştir. Önce münafıklar, sonra Yahudi, Nasranî ve Sabiîler zikredilmiştir. Sanki Cenab-ı Hak bu ayetle “Bu batıl fırkalardan kim hakiki imanla gelir ve Allah katında müminlerden olursa” demektedir. Bu görüşte Süfyan-ı Sevri’ye aittir. Üçüncü olarak; burada ayette “iman edenler” kavliyle Muhammed (sav)’e hakiki olarak iman edenler kastedilmiştir. Bu maziye (yani Muhammed (sav) gönderilmeden önceki zamana) aittir. Sonra “Kim Allah’a iman ederse” ifadesi ise müstakbeli (yani Muhammed (sav) gönderildikten sonra gelecekte ona iman etmeyi) iktiza eder. Burada “önceden geçmişte iman edenler, imanda sebat edenler ve gelecekte de bu imanlarını devam ettirenler” kastedilmiştir. Bu kavilde mütekellimlere aittir.14 Razî bu söylediklerine ek olarak şöyle der: “Bil ki, Allah’a imana, onun gerektirdiği her şey, yani peygamberlere imana dâhil olmuştur. Ve yine ahiretle ilgili bütün ahkâm ahiret gününe imana dâhil olmuştur. Bu iki kavil dinlerin teklif ve ahiretteki sevap ve ceza konularını bütünüyle cem etmiştir.”15 İmam Kurtubî ise “Bu ayet müminlerden Peygamber (sav)’e imanı sabit olan kimseler içindir” demiştir.16 Diğer müfessirlerin görüşleri de bahsi geçen müfessirlerden farklı değildir. Hiç bir müfessir bu ayetten yola çıkarak Yahudi ve Hıristiyanlar cennetliktir dememiştir. Çünkü böyle bir iddia buraya kadar zikrettiğimiz ayetleri inkâr manasına gelir ki, bu da insanın imanını yok eder. “La İlahe İllallah Diyen Cennete Girer” Hadis-i Şerifi Nasıl Anlaşılmalıdır? Buraya kadar aktardığımız âyetler ve hadisler, Peygamberimizin (sav) risaletini kabul etmeyenlerin, iman etmediklerini ortaya koymaktadır. Peygamberimizin (sav) “La ilahe illallah diyen cennete girer” hadisini de bu âyet ve hadislerden bağımsız olarak değerlendirmek doğru değildir. Bu hadis-i şerifi, iman esaslarının bütününü kabul ve tasdik ettikten sonra bunu da “La ilahe illallah diyen cennete girer” manasında anlaşılmalıdır. Nitekim aşağıda zikredeceğimiz sahih bir rivayet, bu konuya açıklık getirmektedir. İbn Abbâs (ra)’den şöyle rivayet edilmiştir: Bir heyet Peygamberimizin (sav) huzuruna geldi. Peygamberimiz (sav) onlara dört şeyi emretti, dört şeyi de yasakladı. Onlara yalnızca Allah’a iman etmelerini emrettikten sonra: “Yalnızca Allah’a iman etmek ne demektir, bilir misiniz?” diye sordu. Onlar, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” dediler. Peygamberimiz, “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı eda etmek, ramazân orucunu tutmak ve ganimetin beşte birini vermenizdir” buyurdu.17 Dikkat edilirse, bu hadis-i şerifte Sevgili Peygamberimiz (sav), Allah’a iman etmenin içinde, İslâm’ın diğer esaslarının mevcut olduğunu açıklamıştır. Bu da gösteriyor ki Allah’a iman etmek, yani Lâ İlâhe İllallâh ifadesi, imanın bütün esaslarını içinde toplayan bir hakikattir. Peygamberimiz (sav) bazı hadislerinde şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ‘Allah’dan başka ilah yoktur, Muhammed Allah’ın resulüdür’ deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum.”18 Yine bir rivayet şöyledir: “Hiçbir kimse yok ki kalbinden samimi olarak, Allah’dan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın resulü olduğuna şehadet etsin de Allah onu ateşe haram kılmasın.”19 Başka bir rivayette de ‘İnsanlar “Allah’dan başka ilah yoktur” deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum’20 buyurmuştur. Benzer bir hadis de şöyledir: ‘Kim Allah rızasını isteyerek “Allah’dan başka ilah yoktur” derse, Allah onu cehenneme haram kılar’21 Her ne kadar son iki hadis-i şerifte “Muhammed Allah’ın resulüdür” kısmı söylenmemişse de maksat bellidir. “Allah’dan başka ilah yoktur” kelime-i tevhidi “Muhammed Allah’ın resulüdür” kelamını da içermektedir. Bütün İslâm âlimleri konuyu bu şekilde izah etmişlerdir. Örneğin hadis ilminde otorite olan İbn Hacer bu konuda şöyle der: “Eğer bu hadiste niçin peygamberlik zikredilmedi, denilirse onun cevabı şudur: Burada kastedilen Kelime-i Şehadet’in bütünüdür. İlk kısım, Kelime-i Şehadet’in sembolü olduğu için o zikredilmiştir. Örneğin sen “Kul Huvallah’ı okudum” dersin. Aslında kastettiğin İhlâs Sûresinin bütünüdür.”22 Abdurrauf el-Münavî “Kimin son sözü La ilahe illallah olursa o cennete girer” hadisini izah ederken, “Ehl-i kitap da kelime-i tevhidi söylüyor. Burada onun karini (yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmı) niçin zikredilmedi?” sorusuna “Onun karini (delil veya Muhammed Allah’ın resulüdür kısmı) bu sözün Peygamberimizden (sav) çıkmış olmasıdır”23 diye cevap vermiştir. Yani bu sözün doğruluğunu kabul eden, sözü söyleyen zatı da tasdik etmek zorundadır. Zemahşerî, “Allah’ın mescidlerini, ancak Allah’a ve âhiret gününe iman eden imareder”24 ayetini tefsir ederken “Allah’a inanmak, Resûlüllah’a iman etmeyi de gerektirdiği bilindiğinden ve meşhur olduğundan ayette Peygambere iman zikredilmemiştir. Çünkü kelime-i şehadetin iki cümlesi birleşmiş, beraber olmuş, bir tek cümle haline geldiğinden Allah ve Resulünü kabul etmeyi birlikte ifade etmektedir. Birbirinden ayrılmadığından ‘Allah’a iman’ kelimesinin altında ‘Resûlüllah’a iman’da saklıdır.”25 demiştir. İslâm âlimlerinin bu konuda pek çok benzer açıklamalarına rastlamak mümkündür. Ancak biz bu kadar delilin yeterli olduğu kanaatini taşımaktayız. Kur’ân ve hadislerin yukarıda zikredilen bu derece açık ifadeleri olduğu halde, ilgili âyet ve hadisleri maksadının aksine yorumlayarak, “Muhammedün Resulüllah”ı tasdik etmeden, sadece “Lâ İlâhe İllallah” demenin cennete girmek için yeterli olacağını iddia edenler, delilden mahrumdurlar. Onlar, bu konuda Kur’ân ve hadislerdeki açık ifadeleri bildikleri halde böyle bâtıl bir iddiada bulunmaktadırlar. Fetret Ehli, Cennetlik midir? Fetret, dinî bir kavram olarak, hak dine davetin kesintiye uğradığı dönem veya iki peygamber arasında tahrife uğramamış bir davetin olmadığı dönem manasına gelmektedir. Bu dönemde yaşayan insanlara da “fetret ehli” denilmektedir.26 Fetret dönemi ifadesi bilhassa İsa (as)’ın dininin tahrif edildiği dönem ile peygamberimiz (sav)’in gönderildiği zaman arasında peygamberlerin olmadığı dönem için kullanılmaktadır. Yüce Rabbimiz tarih boyunca kendi varlığını ve birliğini anlatmak için birçok peygamber göndermiştir. Her peygamber gönderildiği kavme Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğ ederek sorumluluklarını bildirmiştir. Bu ilahî tebliğe muhatap olanların mesul oldukları bilinirken, kendilerine peygamber gönderilmeyen veya bir şekilde kendisine tebliğ ulaşmayan insanların durumunun ne olduğu İslâm alimleri arasında tartışma konusu olmuştur. Özellikle son peygamber olan Hazret-i Muhammed’in (sav) getirdiği İslâm dinini duymayanların durumlarının ne olacağı sorusu akılları meşgul etmiştir. İslâm âlimleri, Peygamberimizden (sav) sonraki dönemlerde de fetret dönemine ait özelliklerin bulunabileceği kanaatini taşımaktadır. Peygamberimize (sav) ilk vahyin geldiği andan itibaren vefatına kadar geçen zaman diliminde, İslâm’ın ulaşmadığı birçok coğrafi bölge olduğu tarihi bir vakıadır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde dahi kitle iletişim araçlarına rağmen tebliğin ulaşmadığı yerler veya şahıslar bulunabilmektedir. Bu görüşlerden yola çıkarak, Ehl-i Sünnet’in Eş’ârî ve Maturidî itikadî mezhep âlimleri, fetret ehlinin durumu hakkında farklı görüşler beyan etmişlerdir. İmam Maturidî’ye göre fetret dönemindeki insanlar Allah’ın varlığını ve birliğini aklıyla bulmak mecburiyetindedir. İmam Eş’ari ise “Biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz”27 ayetine dayanarak fetret dönemi insanlarının ne halde olurlarsa olsunlar ‘ehl-i necat’ olacaklarını yani cehennemden kurtulacaklarını, kabul etmiştir.28 Bu konu hakkında Üstad Bediüzzaman Hazretleri de şöyle demektedir: “Biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz.”29 ayetinin sırrıyla, ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil’ittifak (ittifakla), teferruattaki hatalarından muahazeleri (sorgu-sualleri) yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arîce, küfre de girse, usul-i imanîde (imanın temel esaslarında) bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî (yükümlü olmak) irsal (peygamber göndermek) ile olur ve irsal dahi ıttıla (haberdâr olma) ile teklif takarrur eder (karar bulur). Madem gaflet ve mürur-u zaman (zamanın geçmesi), geçmiş peygamberlerin dinlerini setretmiş (perdelemiş); o ehl-i fetret zamanına hüccet (delil) olamaz. İtaat etse sevap görür; etmezse azap görmez. Çünkü mahfî (gizli) kaldığı için hüccet olamaz.”30 Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî (ra) ise Hz. Muhammed’in (sav) peygamber olarak gönderilmesinden sonra insanları üç kısma ayırmıştır. Birinci kısım: Peygamberimizin ismini duymamış, kendilerine İslâm tebliğinin ulaşmamış olduğu kimseler. Bunlar ehl-i necat olacaklardır. İkinci kısım: Kendilerine İslâmiyet tebliğ edilmiş olanlar. Bunlar İslâm’ı kabul etmezlerse cehennemlik olurlar. Üçüncü kısım: İslâm’ın kendilerine yanlış tanıtıldığı kimselerdir. İmam Gazalî “Kanaatime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir” der.31 Kelime-i Tevhid Hakkında Bediüzzaman Hazretlerinin Görüşleri Bediüzzaman Hazretlerinin telif ettiği Risale-i Nur külliyatına bakıldığında Hazret-i Peygambere (sav) iman etmeyen kişinin ebedi saadete ermesinin mümkün olmayacağının anlatıldığı görülmektedir. Bediüzzaman, imanın ancak Hazret-i Peygamberi (sav) kabul etmekle tamam olacağını savunmaktadır. Hazret-i Muhammed’i (sav) duyduğu ve bildiği halde peygamber olarak kabul etmeyen insanların Müslüman olmayacağını, iman sahibi kabul edilemeyeceğini ve kâfir olduklarını, kelime-i şehadetin iki cümlesinin birbirinden ayrılamayacağını söylemektedir. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu konudaki görüşlerini aynen naklediyoruz: “Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahid-i sadıktır ve birbirini tezkiye eder. Evet, ulûhiyet nübüvvete bürhan-ı limmîdir. Muhammed Aleyhisselâm, Sâni-i Zülcelâle zâtıyla ve lisanıyla bürhan-ı innîdir.”32 Mektubunuzda “Mücerred (yalnızca) [la ilahe illallah] kâfi midir? Yani [Muhammedün Resûlüllah] demezse ehl-i necat olabilir mi?” diye soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki: Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini isbat eder, birbirini tazammun eder, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiya’dır, bütün enbiyanın vârisidir; elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrasından hariç, hakikat ve necat yolu olamaz. (…) Peygamber’i işiten ve davasını bilen âdemler onu tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk’ı tanımaz. Onun hakkında, yalnız [la ilahe illallah] kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünki o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilane adem-i kabul değil, belki o kabul-i ademdir ve o inkârdır. Mu’cizatıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev’-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı inkâr eden âdem, elbette hiç bir cihette hiç bir nura mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter.33 “Kâfirin iki mânâsı vardır: Birisi ve en mütebadiri dinsiz ve münkir-i Sâni demektir. Şu mânâ ile ehl-i kitaba ıtlak etmeye hakkımız yoktur.İkincisi: Peygamberimizi ve İslâmiyeti münkir demektir. Şu mânâ ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar.”34 Üstad Bediüzzaman “İşaratü’l-İ’caz” adlı eserinde “Onlar sana indirilene ve senden önce indirilenlere de iman ederler”35 ayetini tefsir ederken, şöyle der: “Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara imân ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (sav) ile Kur’ân’a da İmân ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (sav) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’ân’da ve Hazret-i Muhammed’de (sav) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’ân Allah’ın kelamı ve Hazret-i Muhammed (sav) de resulü olduğunu tarik-i evla ile kabul ediniz ve etmelisiniz.”36 Bediüzzaman Hazretleri, ehl-i kitabın, tevhid inancını, Hazret-i Muhammed’in (sav) peygamberliğini ve Kur’ân-ı Kerim’i kabul etmeleri halinde ehl-i necat olacaklarını ifade eden sözlü bir rivayet de şöyledir: 1953 yılında Üstad Bediüzzaman yanında bir talebesiyle Fener Patriğiyle görüştü ve ona: “Hıristiyanlığın din-i hakikisi kabul etmek, Hazret-i Muhammed’i de (sav) peygamber ve Kur’an-ı Kerimi de Kitabullah olarak kabul etmek şartıyla, ehl-i necat olacaksınız.” dedi. Patrik Althenagoras cevabında: “Ben kabul ediyorum...” deyince Bediüzzaman: “Pekâlâ, siz bunu dünyanın diğer ruhanî reislerine de söylüyor musunuz?” dedi. Patrik: “Söylüyorum, amma onlar kabul etmiyorlar.” diye cevab verdi.37 Üstad Bediüzzaman’ın Sû-i İstimal Edilen Sözleri Bu başlık altında, Üstad Bediüzzaman’ın sû-i istimal edilen sözlerine veya ona ait olmadığı halde ona nispet edilerek yaygınlaştırılmaya çalışılan bazı düşüncelere açıklık getirmeye çalışacağız. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ehl-i kitabın hak yolda olduğunu beyan eden sözlü veya yazılı bir ifadesine rastlamak mümkün değildir. Ancak onun bazı ifadeleri yanlış anlam yüklenerek çarpıtılmaktadır. Meselâ bu konuda Bediüzzaman’ın su-i istimal edilen bir ifadesi şöyledir: “Hattâ hadîs-i sahihle, âhir zamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı ve meslektaşı ve kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleri ile dahi, medar-ı ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza’ etmeyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.”38 Üstad, İsevilerin hakiki dindarlarıyla, ehl-i Kur’ân’ın müşterek düşmanlarına karşı ittifak edeceğine dair sahih hadisler olduğunu söylemektedir. Üstadın bahsettiği hadisin şu hadis olması muhtemeldir: “Müslümanlarla Rumlar arasında bir anlaşma ve sulh olacak, hatta onlarla beraber düşmana karşı savaşacak ve ganimeti aralarında paylaşacaklar.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned: c. 4, s. 91, Çağrı Yayınları; Muhammed Resul Berzencî, el- İşaa Li Eşrati’s-Saat, s. 181. (Nuaym b. Hammad’dan naklen); Ai el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, c. 14, hn: 38451; c. 11, hn: 31526. Benzer bir hadis) Ayrıca bu hadisteki manayı teyit eder bir olayı bizzat Peygamberimizin (sav) hayatında da görmekteyiz. Peygamberimiz (sav), Medine’ye hicret ettiği zaman, muhacir, ensar ve Medineli Yahudiler arasında ortak bir anlaşma kaleme aldırdı. Bu anlaşmaya göre Medine’ye herhangi bir taarruz olduğunda bu üç grup birlikte, müşterek düşmanlarına karşı savaşacaklardı.39 Bizzat Peygamberimizin fiilinden ve ahirzamandan bahseden bir sözünden yola çıkarak, Müslümanların müşterek düşmanlarına karşı ehl-i kitapla ittifak etmelerinin, yanlış bir şey olmadığını, buna binaen Üstadın sözünün de doğru olduğunu söyleyebiliriz. Fakat ortak düşmana karşı ehl-i kitapla ittifak ayrı şey, onların cennetlik olduğunu söylemek ayrı şeydir. Üstad bu ifadesiyle ehl-i kitabın hak yolda olduğunu söylememektedir. Yanlış anlaşılan ikinci bir ifade de Bediüzzaman’ın, Hristiyanların cennetlik olduğunu iddia ettiğiyle ilgilidir. Yukarıda Üstad’ın “Ehl-i kitabın Peygamberimizi ve İslâmiyet’i inkar ettikleri için onların kâfir olduklarını”40 söylediğini nakletmiştik. Burada dikkat edilirse Üstad ehl-i kitabın kâfir olduklarını açıkça söylemektedir. Üstad’ın İkinci Dünya Savaşı zamanında yazdığı ve çokça suistimal edilen bir mektubu şöyledir: “Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor. Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki: Musibet-i semaviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir. On beşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (sav) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ’nın (as) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (as) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum. Eğer o felâketi gören zâlimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir. Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semavîyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.”41 Dikkat edilirse Üstad İkinci Dünya Savaşı’ndaki insanları 4 kısma ayırmaktadır: l 15 yaşın altında olanlar l Masumlar l Gaddar zalimler l Mazlumların imdadına koşanlar 15 yaşın altında olanlar, dinen sorumlu olmadıkları için ehl-i necat oldukları hakkında İslâm âlimleri arasında bir fikir birliği vardır. Suistimal edilen ikinci kısma gelince; Üstad’ın, masumların ehl-i necat veya manevi şehit oldukları hakkındaki görüşü, onları ehl-i fetret olarak değerlendirdiği içindir. Mektupta fetret ehli insanlar, hak bir dinin tebliğinden mahrum olduklarından sorumlu tutulmadıkları gibi, İkinci Dünya Savaşı’nda İslâmiyet’ten haberdar olmayan insanlar da, fetret dönemindeki insanlara benzetilerek, onların da ehl-i necat olabileceğine işaret edilmiştir. Nitekim bu konuyu yukarda ele almıştık. Kur’ân, Ehl-i Kitapla Dost Olmayı Yasaklamıştır Peygamberimiz (sav) Medine’ye hicret ettikten sonra, Medine Yahudileri ona ve sahabelerine düşman oldular. Müşriklerle ve münafıklarla ittifak ederek, Müslümanlara her türlü kötülüğü yaptılar. Günümüzdeki ehl-i kitabın Peygamberimiz (sav) dönemindeki ehl-i kitaptan farkı yoktur. Hatta günümüzdeki ehl-i kitap, düşmanlıkta daha da ileri gitmişlerdir. Aşağıdaki âyetler, hem Peygamberimiz (sav) zamanındaki hem de günümüzdeki Müslümanlara ehl-i kitab ile dost olmayı yasaklamaktadır. “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez. Kalplerinde hastalık bulunanların: “Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz” diyerek onların arasında koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah bir fetih yahut katından bir emir getirir de onlar, içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olurlar.”42 “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer müminler iseniz.”43 “Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz. İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz, bütün kitaplara inanırsınız; onlar ise, sizinle karşılaştıklarında ‘inandık’ derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: Kininizden (kahrolup) ölün! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir. Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.”44 Kaynaklar: 1- Suat Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, Işık Yayınları, İzmir, 1996, s. 281-282. 2- Muhammed Ebû Zehra, Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Fikir y, 1978, İstanbul, s. 230. Bu 4 İncillerin hiçbiri İsa (as)’ın dili olan İbranice değil, Latince yazılmıştı ve dördü de İsa (as)’ın hayat hikâyesi (biyografisi) şeklindeydi. 3- Muhammed Hamîdullah, Kur’ân-ı Kerîm İle Diğer Semâvî Kitapların/Sayfaların Karşılaştırmalı Kısa Bir Tarihi, Çev. Bahattin Dartma, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, c. VII (2007), sayı, 3, s. 160. 4- Maide, 72-755- Maide, 176- Nisa, 1717- Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 181.8- Tirmizî, age. Tefsîr, 1, hn: 2950, 2951 9- Tirmizî, age. Tefsîr, 1, hn: 2952; Ebû Dâvûd, Süne., İlm, 5, hn: 365210- Bedrüddin Muhammed b. Abdullah ez-Zerkeşî, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Tah: Muhammed Ebû’l-Fazl İbrahim, Mektebetü’l-Asrıyye, Beyrut, 2009, c. 2, s. 105; Muhammed Ali es-Sâbûnî, Muhtasar Tefsiri İbn Kesir, Dârü’l-Kur’ân’ü’l-Kerim. 1393. Beyrut, c. 1, s. 12. 11- Bakara, 6212- İmam Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensur, Darü’l-Fikr, c. 1, s. 182; Benzer bir rivayet için bkz. ibn Cerir et-Taberî, Câmiü’l-Beyan, Müessesetü’r-Risale, 2000, c. 2, s. 154; Muhammed Ali es-Sabunî, Muhtasar Tefsiri İbn Kesir, Dârü’l-Kur’ân’ü’l-Kerim, Beyrut, 1393, c. 1, s. 71.13- Taberî, age. c. 2, s. 148. 14- Fahreddin Razî, age. c. 2, s. 113.15- Fahreddin Razî, age. c. 2, s. 114.16- Kurtubî, age. c. 1. s. 436.17- Buharî, İman, Bab, 40; Müslim, İman, Bab, 6, hn: 17 (24).18- Buharî, İman, Bab, 17.19- Buharî, İlim, Bab, 49.20- Buharî, Salat, Bab, 28.21- Buharî, Rikak, 6.22- İbn Hacer el-Askalanî, Fethü’l-Bari, Darü’l-Marife, 1379, c. 1, s. 104. 23- Abdurrauf el-Münavî, Feyzü’l-Kadir, c. 6, s. 268.24- Tevbe,1825- Zemahşerî, el-Keşşâf, Dârü’l-Marife, Beyrut, 2002, s. 427.26- Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelam Terimleri Sözlüğü, İSAM Yayınları, İstanbul, 2010, s. 92.27- Isra, 15; Ayrıca bkz. Maide, 19; Nisa, 165; Taha, 13428- Mahmud Âlusî, Ruhu’l-Maanî, Dar’ü İhyaü’t- Türasi’l Arabî, Beyrut, c. 15, s. 40.29- Isra, 1530- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, s. 269 (28. Mektup)31- İmam Gazali, İslâm’da Müsamaha (Faysalu’t-Tefrika Beyne’l-İslâm ve’z-Zendaka), Marifet Yayınları, İstanbul, 1990, s. 71-73.32- Bediüzzaman Said Nursî, Asar-ı Bediiyye, s. 46.33- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, s. 161.34- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, s. 364.35- Bakara, 436- Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, Altınbaşak Neşriyat, s. 44.37- Necmeddin Şahiner, Bediüzzaman Said Nursî, Yeni Asya Yayınları, 1990, s. 405.38- Bediüzzaman Said Nursî, Lemalar, Altınbaşak Neşriyat, s. 158.39- Asım Köksal, İslâm Tarihi, Medine Devri, Şamil Yayınları, 1991, c. 1, s. 173; Bütün Yönleriyle Asrı Saadet’te İslâm, Beyan Yayınları, 1994, c. 2, s. 169-185.40- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, s. 364.41- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lahikası, Altınbaşak Neşriyat, s. 140.42- Maide, 51, 5243- Maide, 5744- Al-i İmrân, 118-120
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن Kâinatın lisan-ı halini lisan-ı kale tercüme eden Bismillah’ın tefsiri içindeki intisap sırrı 82- Muhalefetün li’l-Havadis: Yani o Zat-ı Zülcelal hâdis (sonradan olan) mahlûk, masnu, eser, sanat, mütegayyir (değişen) olanların cinsinden değildir. Ressam resim, cinsinden; san’atkar, san’at cinsinden; mimar, cami cinsinden olmadığı gibi, kâinatın Hâlık’ının zat ve sıfatları dahi kâinatın cinsinden değildir. 83- Kıyam bi-nefsihi: Nihayetsiz azamet ve kibriyanın (sonsuzluk sahibi olmak) harici olmaz. Madem o kemalatın harici yoktur. Öyle ise o Zat-ı Akdesin kemalatı başka bir kemalden gelmiş olamaz. Öyle ise bütün kemalatı zatîdir ve kendi zatıyla kaimdir, daimdir varlığı kendindendir yani kıyam bi-nefsihidir. 84- Hâdis: Sonradan meydana gelen mütegayyir ve mütehavvil (halden hale geçen) olan demektir. 85- İhlas Suresi: Mümkinat ile daire-i vücubun sıfatlarının farkını altı kelime ile ferman eder. Bu altı kelimeden üçü mümkinat (yaratılanlar) alemine, üçü de daire-i vücuba bakar. Mesela Allah’tır, Ehaddir, Sameddir. Bu üç kelime daire-i vücubun sıfatını ifade eder. O doğmamıştır, doğrulmamıştır, misli olmayandır. Bu üç kelime ise mahlûkata bakar. Mümkinat ise doğmuştur, fakat o doğmayandır ve ezelidir, mümkinat, doğrulmuştur, yaratılan silsilesindendir. Fakat o yaratılan cinsinde değildir. Mümkinat misli olandır. Fakat o misli misali olmayandır. 86- Aşağıdaki ayet-i celile bu hakikati tam ferman eder. لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ “Kainat içinde, hiçbir cihetle O’nun misli misali yoktur o işiten ve görendir” ayet-i kerimesi daire-i vücub ile mümkinatın bir birine muhalif hallerinin hudutlarını çizmiştir. 87- Bu sırrı Hz. Ebubekir (ra), “Ya Rabbi senin idrak edilemeyeceğini idrak ettim” demekle “O Zat-ı Zülcelal’in zatını ve sıfatlarını idrak etmek, idrak edilemeyeceğini idrak etmektir” şeklinde ifade etmiştir. Sıfat-ı Sübutiye 88- Ne zatının aynı ne de zatından gayri olan sıfatlardır. Yani güneş ziya vermeksizin mümkin değildir. Fakat ziya güneşin zatı olmadığı gibi, güneşten gayrı da değildir. 89- Güneşin varlığına ziyası işaret ettiği gibi, daire-i vücubun kemalatını da bu sıfatları gösterir. 90- Hayat: Misli misali olmayan hayat sahibidir. Evet, hayatın bir biri içine girmiş çok perdeleri mevcuttur. İlki, bizim yaşadığımız nefis ve arzularımıza bakan hayatımızdır. İkincisi, vücudumuzun içindeki biyoloji ve tıp ile anlaşılan hayat faaliyetidir. Üçüncüsü, cesedimize canlılık veren ruhtaki hayattır. Dördüncüsü, ruhumuza doğrudan tecelli eden Zatı Hayyu Kayyuma ait hayattır. 91- İlim: Nihayetsiz imkanatı, hadsiz ihtimal yollarını, bize göre adem-i zâhiriyeyi (Allah’ın ilminde olan fakat şahadet alemine çıkmayan her şey) her cihetle teşhis ve ihata eden manzar-ı a’lâdan (sonsuzluk aleminden bakan demektir) bakan ilimdir. 92- Sem’: Her şeyi işitendir. 93- Basar: Her şeyi her şeyle görendir. Görmek nasıl olur, mahiyeti nedir? Görmek bir sıfattır. Madde gibi onu tasvir edemeyiz. Bu sıfat biz insanlara nereden gelir, bu sıfatın kaynağı nedir? Şimdi onu inceleyelim: Mesela, pencereden dışarıya bakıyoruz; gören biz miyiz, yoksa pencerenin camı mıdır? Elbette, irade ve basar sahibi olduğumuz için gören biziz. Peki, gören maddi olan gözümüz müdür yoksa arkasındaki ruhumuz mudur? Elbette, gören zihayat olan ruhtur. Göz maddedir ve ruha bir penceredir, göz tek başına göremez. O zaman gören göz değildir. Belki göz vasıtasıyla ruh, iğne ucu kadar bir yerden âlem-i şahadeti seyreder. 94- Cenab-ı Hak her şeyle her şeyi görendir. Her mahlûkunun gözüyle tüm âlemi bizzat müşahede edendir. Kur’an şems ve kamerden bahsederken, bizim gözümüzün gördüğü şekilde izah etmesi bunun delilidir. 95- İrade: Dilemek seçmektir. İradenin şe’ni (özelliği) tercih ve tahsis etmektir. İrade-i ezeliye, bir şeyi daire-i ilmin ve hadsiz imkanatın içinden bir model olarak seçer. Bu seçilen teşekkülat programı eşyanın hakikatidir. (Bkz. Otuz İkinci Sözün Üçüncü Makamı) 96- Kudret: Cenab-ı Hakk’ın zatına mahsus kemalatındandır. Hem zati, hem basit (her yere yayılan kuşatan) hem namütenahidir. Hem zıddı olan aczden münezzeh ve mukaddestir. Kâinattaki bütün kuvvetler, kudretin tecellisi ve cilvesidir. Kudret-i İlahiyeyi tam anlamak isteyenler, Yirminci Mektubun Onuncu Kelimesine baksınlar. 97- Kelam: Hayat ve ilim gibi Cenab-ı Hakk’ın bir sıfatıdır. Kur’an, kelam sıfatından gelmiştir ve ezelidir. 98- Bu sıfatlara sıfat-ı seb’a denir. Güneşin yedi rengi, ısısı, ışığı gibi düşünülebilir. Örneğin semadaki güneşin yedi rengi aynaya tecelli eder. Fakat güneşin zatına mahsus ateşinden aynaya iğne ucu kadar girse ayna yanar kül olur. İşte aynen öyle de Allah’ın sübuti sıfatlarının insana tecellisi aynaya güneşin yedi renginin tecelli etmesine benzer. 99- Cenab-ı Hakk bizleri de o sıfatlarla sıfatlandırmıştır. Ve bizim şahsiyetimiz onunla vücut bulmuştur. Sıfat-ı Fiiliye 100- Kudret-i İlahiye’nin, mahlûkatın nev’lerine ve fertlerine olan taalluk ve nisbetinden hâsıl olan ve zahire çıkan isimlerdir. Bu isimler namütenahidir (sınırsızdır). Rahman, Rahim, Rezzak gibi. 101- Bir şeydeki faaliyet, kemale müteveccihdir. Kemale ulaştığı noktada faaliyet sona erer. Bu sırdan dolayı kamil-i mutlak olan daire-i vücubda kemale müteveccih herhangi bir faaliyet olmaz. 102- İşte bu sırra binaen fiili isimler mahlukiyeti ve yaratılanları iktiza ve istilzam eder. Bütün fiili isimlerin tezahürü ancak böyle bilinir. 103- Kâinattan önce Cenab-ı Hak Halık, Rahman, Rahim, Kerim, Şafi, Rezzak gibi kemalatların sahibi olduğu halde ancak kudretinin yaratma faaliyetiyle tezahür ederek bilinir. 104- Not: İslam uleması bu fiili isimleri, sübuti sıfatların en son maddesi olarak tasnif etmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri de Risale-i Nur Külliyatının İşaratü’l-İcaz kitabında, tekvin sıfatını, fiili isimler olarak şerh etmiştir.
Biri ateist diğeri Allah’a inanıp İslamiyet’i kabul etmeyen fakat açık sözlü mert iki arkadaş ile olan sohbetimizin bir hülasasıdır. Bazı kardeşlerimize örnek olabilir diye yazıyoruz. Bize misafir olan o arkadaşlarla tanıştıktan sonra onlardan birisi; ben Allah’ın varlığına inanmıyorum ateistim dedi. Diğeri de ben Allah’a (cc) inanıyorum ama İslamiyet’in hak bir din olduğuna inanmıyorum dedi. Ben de onlar gibi açık sözlü mert insanlarla konuşmaktan görüşmekten çok memnun olduğumu ifade ederek kendilerini tebrik ettim ve dedim ki: “Sizinle konuşurken size üstün gelmek ve sizleri bastırıp susturmak için konuşmayacağım. Ancak sizlerin inandıklarınızdan ve konuştuklarınızdan ispat ettiğiniz doğru düşüncelerinizi kesinlikle kabul edeceğim ve benim düşünüp söylediklerimden de, yanlışlığını ispat ettiklerinizden de vazgeçeceğim ve sizin de benim gibi hareket etmeniz gerektiğine inanıyorum. Yoksa konuşmalarımızın hiçbir faydası olmaz, sadece gerçek insanlığa yakışmayan egomuzu, benliğimizi ortaya koymuş olacağız.” Görmediğime İnanmam Onlar da doğru söylüyorsun dediler. Ateist olan şahış dedi ki: Gözümle gördüğüm varlıklara inandığım gibi Allah’ın varlığına kanaat getirip inanamıyorum. Ona cevaben dedim ki: Bir varlığın var olduğunu gösterip ispat eden, yalnız görmek değildir. İnsanda bulunan beş duyu organının hepsi de görmek gibi bir varlığın var olduğunu ispat eder. Sesini duyduğumuz, dokunup da hissettiğimiz, kokusunu aldığımız, tadıp da fark ettiğimiz varlıkların hepsi, gördüğümüz varlıklar kadar varlığı kesin ve kat’idir. Biz bunları gözümüzle görmüyoruz ama diğer duyularımızla fark ediyoruz. Bir de bunlar gibi akıl edip bir şeyin varlığını kavramaya vesile olan anlama duygumuz vardır. Hatta diğer beş duyumuzla varlığını hissedip kabul ettiklerimiz dahi yine akıl vesilesiyledir. Malumdur ki herkesin kabul edip inandığı; fizikte etki-tepki diye bir kural vardır. Bu kurala göre bir iğne ustasız olmadığı, bir harf kâtipsiz olmadığı gibi, bir bina da sahipsiz, ustasız olamaz. Binanın yapılması denilen tepki, elbette o binayı yapan ustanın etkisiyle mümkün olur. Aynen öyle de bir insanın yaratılıp var olması bir tepkidir. Onu var eden bir etki olmasaydı bu tepki ortaya çıkmazdı. Tabiat Risalesi’nde ifade edildiği gibi, bütün bilim adamları, bir insanın var olmasının ancak dört yoldan birisiyle mümkün olabileceğini söylemektedirler. 1- O varlık ya kendiliğinden oluşmuştur. Bir binanın kendi kendine oluşması gibi, hâlbuki bir binanın oluşması bir etkinin neticesidir. Eğer onu yapan bir usta olmasaydı o bina olmazdı. Demek bir insanın da var olması bir etkinin neticesidir. Onu da yaratan vardır, insanın kendi kendine var olması hiçbir akıl ve mantığın kabul edeceği bir şey değildir. 2- Sebeplerin bir araya gelip o insanı yaratmasıdır. Bu da çok cihetlerle imkânsızdır. Nasıl ki; bir binanın malzemeleri sebepler olarak bir araya toplanıp o binayı yapamıyorsa; öyle de insan vücudunun var olmasına sebep olan hidrojen, oksijen, karbon, azot gibi maddelerin bir araya gelerek o insanı var etmelerinin imkân ve ihtimali yoktur. 3- Tabiat denilen şuursuz kanunlar ve maddelerin o insanı yaratmasıdır. Bu düşüncenin de birçok cihetlerle yanlış olduğu kesindir. Zira nasıl ki bir binanın projesi ve malzemeleri o binayı yapamıyorsa; öyle de tabiat denilen şuursuz kanunlar ve maddeler bir insanın vücudunu yaratıp ortaya koyamazlar. 4- O insanı nihayetsiz güç ve hikmet sahibi olan Allah (cc) yaratmıştır. Zaten insanın önceki üç yol ile yaratılmasının mümkün olmaması, dördüncü yol olan her şeyi yaratanın Allah olduğunu ispat ediyor. Nasıl ki o binayı mühendisin projesine göre ve gereken malzemelerle yapan bir usta vardır. Demek, şüphesiz o insan kendiliğinden veya sebeplerin bir araya gelmesinden veyahut tabiat denilen doğanın yaratmasıyla var olmuş değildir. Ancak nihayetsiz kudret, hikmet ve rahmet sahibi olan Allah (cc) kaderin projesine göre, isim ve sıfatlarının depolarında bulunan vücut, hayat, görme, işitme, konuşma, vs. malzemeleri bir araya getirerek onlarla o insanı yaratmıştır. Bu âlemde; sanatlı, hikmetli, intizamlı olan her bir varlık bu insan örneğine kıyas edilebilir. Yaratılmış Bir Varlık, Başka Bir Varlık Yaratamaz Bu soruyu soran arkadaş mühendis olduğundan, fiziğin etki-tepki kuralına dayanarak yaptığımız bu açıklamadan çok etkilendi ve dedi ki: “Tamam, Cenab-ı Hakk’ın var ve bir olduğunu ve her şeyi yaratanın O olduğunu kabul ettim. Fakat Allah’ı kim yaratmıştır ve O’nun da bir yaratıcısı yok mudur?” diye bir sual etti. Cevaben dedim ki: Bu sorunun aynısını başka bir talebe de sormuştu. Ona şöyle bir cevap vermiştim. “Dünyanın kuruluşundan bu güne kadar yaratılmış hiçbir varlığın başka bir varlığı yoktan var ederek yaratması hiç görülmüş mü veya ispat edilmiş midir?” O da: “Hayır, böyle bir şey ne görülmüş ne de ispat edilmiştir” dedi. Bunun nedeni şudur: Sonsuz bir acizlik ve fakirlik içinde bulunan bir varlığı yokluktan varlık âlemine çıkarmak, sonsuz bir kudret ve rahmeti gerektirir. Sonradan var edilen varlıklar nihayetsiz kudret ve rahmet sahibi olmayıp aciz ve fakir oldukları için, başka bir varlığı yaratamazlar. Zira ‘himmete muhtaç olan dede kime ne himmet ede’ denildiği gibi; o varlığın var olması için bir yaratıcının onu var etmesine ihtiyacı var, eğer onu yaratan olmasa kendisi bile varlık âlemine gelmeyecektir. Kendisini yaratamayanın hiç başkasını yaratması mümkün olabilir mi? Evet, var edilmiş bir varlığın özelliği yaratılmış olmaktır, yaratıcı olmamaktır. Madem yaratılmış olan bir varlık yaratıcı olamıyor, eğer Cenab-ı Hakk da yaratılmış olsaydı o da diğer yaratılmışlar gibi yaratıcı olmayacaktı. Hâlbuki dersimizin başında her şeyi yaratanın Allah (cc) olduğunu izah ve ispat ettik. Demek yaratanın özelliği yaratıcı olmaktır, yaratılmış olmamaktır. Öyleyse her şeyi yaratan Allah (cc) yaratılmamıştır; ezeli ve ebedidir, başlangıçsız ve sonsuzdur. Kaderde Yazılı Olandan Biz Neden Sorumlu Oluyoruz? Bu cevabı dinledikten sonra bu hususta da ikna olup memnuniyetini gösterdi ve kader meselesine dair; madem her şey kaderde yazılıdır ve olacaktır, neden insanlar kaderin o yazdıklarını yaptıkları için sorumlu tutuluyor. Bu müşkil meseleyi de Risale-i Nurlardan istifade ettiğim gayet basit bir örnekle şöyle izah ettim. Bir insan gelecek sene daha gelmeden tecrübeleriyle astronomi, matematik gibi cüz’i bilgileriyle bir senenin kaç ay, kaç hafta, kaç gün olduğunu, vakitlerin hangi dakikada girip çıktığını, güneşin ne zaman doğduğunu ve ne vakit battığını ve o senenin bütün özelliklerini o takvimde yazar. Adeta o takvim gelecek senenin bir tarihçe-i hayatı ve kader yazısı hükmüne geçer; sene gelmeden o takvim herkese dağıtılır. Bizler, takvime göre senenin gerçekleştiğini gördüğümüzde bu adam takvimi böyle hazırladığı için sene de ona uymuştur dememiz doğru olmaz. Belki takvimi hazırlayan adam senenin nasıl geçeceğini tecrübeleriyle bildiği için ona uyarak o takvimi hazırlamıştır. Hatta bazen olduğu gibi takvim yanlış yazılmış olsa bile sene ona uymadığı için o yanlışlıkları ortaya çıkmış olur. Öyle de kader Cenab-ı Hakk’ın ilminin bir kısmıdır. Allah (cc) da o ezeli ve sonsuz ilmiyle bir kulunun ne zaman dünyaya geleceğini ve ne kadar yaşayacağını ve neyi isteyip yapacağını bilmiş, takvim hükmündeki kaderinde yazmıştır. İlmin tesiri yoktur, ancak olmuş ve olacak olan şeyleri bilir. Demek ki bir insan ne isterse ne yapacaksa kaderi ona göredir. Yoksa kader nasıl yazıldı ise insan ona uymak mecburiyetindedir, ona mahkûmdur anlayışı çok yanlış ve hatalı bir düşüncedir. İslamiyet’in Hakkaniyetine Kur’an ve Hadisler En Büyük Delildir O ateist olan arkadaş, kader meselesini de açıklayınca bir problemi kalmadığını söyledi. İslamiyet’in hakkaniyetini kabul etmeyen diğer arkadaşa dedim ki: İslamiyet’in hakkaniyetini ispat eden hadsiz delil ve burhanlar vardır. Onlardan biri de içinde birçok delil ve hüccet barındıran Kur’an-ı Azimüşşan ve Hadis-i Şeriflerdir. Tarihte görülen şudur ki: hiçbir dahi ve bilim adamı yoktur ki; Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden istifade etmeden yazdığı kitabın üzerinden 10-20 sene geçince, yazdıklarının bir kısmı geçerliliğini kaybetmesin, yanlış veya eksik olduğu ortaya çıkmasın. Kendileri daha hayatta iken o yazdıklarının bir kısmını değiştirmek mecburiyetinde kalıyorlar. Bu kuralın dışında kalan hiçbir bilim adamının yazdığı bir kitap yoktur. Fakat Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i şerifler bu kuralın dışındadır. Kur’an-ı Azimüşşan ve Hadis-i Şeriflerin üzerinden 1400 seneden fazla zaman geçtiği halde herhangi bir ayet veya Hadis-i Şerif geçerliliğini kaybetmemiş ve yanlışlığı ispat edilmemiştir. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’de 6666 ayet bulunuyor. Hadisi Şerifler ise yüz binlercedir. Eğer (haşa sümme haşa) bunlar bir insan eseri olsaydı, insanların eserleri gibi bunlarında pek çok yanlış ve noksanlıkları ortaya çıkmış olacaktı. Bu hakikat Kur’an-ı Kerim’in hem lafzının hem manasının, Hadis-i Şeriflerin de mana olarak yine Allah’tan geldiğini ispat eder. Nasıl ki yeryüzünü dolduran ışık güneşin varlığını ispat edip gösteriyorsa öyle de Kur’an-ı Kerim’in ve Hadis-i Şeriflerin bu hakkaniyeti, hem Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini hem Kur’an-ı Azimüşşan’ın Allah (cc) kelamı olduğunu hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın hak peygamber olduğunu hem de Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin tesis ettikleri İslamiyet’in hak bir din olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde ispat ediyor. Hiçbir şeytan ve hiç bir düşman ve aklı başında olan hiçbir insan bu hakikati inkâr edemez. Eğer yanlış bir ayet veya hadis bulunsaydı, bugün her türlü yalan ve oyunlarla dini yok etmeye çalışanlar böyle bir fırsat ellerine geçseydi, o yanlışlıkları yazıp göklere asarlardı. İmandan Sonra En Büyük Hakikat Namazdır Bu açıklamayı dinledikten sonra doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilen o cesaretli ve mert olan arkadaş, önceden ateist olan arkadaşına dönerek bu iş bitmiştir, düşündüklerimiz yanlıştır. Demek İslamiyet’i doğru öğrenmemişiz, dedi. Ben de onlara soracak başka bir sualiniz varsa sorunuz, onlar da bu hususta akıllarını kurcalayan problemlerin kalmadığını söylediler. Ben de kendilerine bir şeyin kaldığını ve bunu yapmalarını gerektiğini söyledim. Ne olduğunu sordular. Madem Cenab-ı Hakk’ın var olduğunu ve İslamiyet’in hak bir din olduğunu kabul ettiniz, öyleyse imandan sonra en mühim hakikat namazdır. Rabbimize karşı kulluğumuzu ifade eden o namazı kılmamız gerektiğini kendilerine söyledim. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki onlardan birisinin o günden itibaren namaza başladığını öğrendik. Cenab-ı Hakk söylediklerimizi yazdıklarımızı rızası dairesinde kabul edip tesirini halk eylesin. Âmin.
Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver. O nur ile bu ziya mezc olmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.Gözünde bir nehar var; lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver. O içinde bulunmazsa, o şahm-pâre göz olmaz, sende bir şey göremez. Basiretsiz basar da para etmez.Ger fikret-i beyzâda süveydâ-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz. Görünürde aydın kişiliğe sahip lakin hakikatte karanlığın hâkim olduğu insanlar şu sözü bilmelidir: Kalbin ışığı olmadan aydın bir fikir/düşünce olamaz. Kalbin ışığı ile fikrin nuru bir araya gelmezse karanlık, zulüm ve cehalet ortaya çıkar. Nur elbisesi giymiş yalancı, sahte bir ışık olur. Lemaat’ın bu bölümü, hayatın her anını ilgilendiren bir gerçeği barındırmaktadır. Mutlu olmanın, güçlü irade sahibi ve tam bir kararlılık göstermenin, olaylar karşısında yılmamanın sırrını saklamaktadır. Evet, insan olay ve nesnelerin meçhul kalmasından rahatsızlık hisseder. Gizli saklı olmasından yakınır. Bundan dolayıdır ki insan her şeye bir anlam vererek bilinir ve tanınır hale getirir. İnsanoğlu, kalbinde taşıdığı veya benimsediği inanca göre anlam verir. Anlam verme/anlamlandırma hayatın en can alıcı noktasıdır. Zira verdiği anlama göre hayatından zevk alır veya acı çeker. Yani doğru anlam verdiği ölçüde hakikati görme şansını yakalar. Olay ve nesnelerin perde arkasını, gerçek tarafını görmek ise aydın/münevver/entelektüel olmanın ölçüsüdür. Hakikati görmeyen münevver olamaz. İşte insanın hakikati görmesine yardım eden anlam verme mekanizması iki şekilde işler. 1- Fail merkezli yaklaşım 2- Olay ve nesne merkezli yaklaşım Fail merkezli yaklaşım yani her şeyin yaratıcısı, sahibi olan Allah namına olay ve nesnelere bakmaktır. Onun olay ve nesnelere taktığı hikmet ve gaye penceresinden değerlendirmektir. Bu bakış açısında fail tanınmaya ve failin kasdı anlaşılmaya çalışılmaktadır. Hem olay ve nesneler hem de fail bilinmektedir. Bu bakış açısında hiçbirinden gaflet etme yoktur. Niçin? Hikmeti nedir? Nereden geldi? Kimin? Nereye gidiyor? İnsanla olan ilgisi nedir? gibi birçok sorunun cevabını bulabilmektir. Bunun yolu da imandan geçmektedir. Kalbi imanla nurlandırmaktan geçmektedir. Olay ve nesne merkezli yaklaşım ise yüce yaratıcıdan gaflet ederek yani her şeyin failini göz ardı ederek, faili düşünmeyerek değerlendirme yapmaktır. Bu tarz bir yaklaşım ise, gerçekleri görmeyi engellemektedir. Olay ve nesnelerin üzerindeki perdeye takılmaktır. İşte Üstad Bediüzzaman her şeye doğru anlam vermek için, düşüncenin, kalbin ışığına muhtaç olduğunu söylemektedir. Kalbin ışığı yani Allah namına, onun hikmetleri cihetinden bakma gerçekleşmeden, yalnızca düşüncenin hakikati bulmaya yetmeyeceğini ifade etmektedir. Kalbin ışığı olmadan sadece düşünce ile hareket edenler, gerçekte birçok karanlıklara düşeceklerini dile getirmektedir. Bundan dolayıdır ki suni bir münevver değil, gerçek bir aydın olmak isteyen, kalbin ışığı ile fikrin nurunu birleştirmelidir. Ta ki hakikati görebilsin. Bediüzzaman Hazretleri bu hadiseyi güzel bir benzetme ile açıklamaktadır. Gözün açık renkli, aydın ve münevver görülen beyazlığı ve karanlık gibi olan siyahlığı bulunmaktadır. Beyazlık, beyaz olmasına rağmen görmemektedir. Yani karanlıktır. Siyahlık kısmı ise görünürde karanlık olmasına rağmen görmeyi sağlayan kısımdır. İşte bu örnekte olduğu gibi, basiretsiz bir fikir gerçeği göremez. Düşünce her ne kadar aydınlık gibi görünse de gerçekte gözdeki beyazlık gibidir. Basiret de gözdeki siyahlığa benzemektedir. Düşüncede aklın siyahlığı (basiret) olmadan, fikrin yalnız başına hakikati görmesi mümkün değildir. İlim ve irfanın meydana gelmesi söz konusu olmamaktadır. İlim sanılan şeyin, gerçekte cehalet olduğu ortaya çıkmaktadır. Demek oluyor ki kalbsiz akıl olamaz.
Ticarette peşin olarak üç lira harcama yapıp, uzun vadede üç yüz lira kazanan bir kişi zarar etmez. Aynen bunun gibi, şimdi içimizdeki gayr-ı Müslimlerin hürriyetlerini tanıyıp, ilerleyen süreçte bütün İslâm âleminin hürriyetini elde etmek zarar değildir, çok küllî bir kârdır. Ülkemizdeki Gayr-ı Müslimlerin Hürriyetleri İslâm hukukuna göre, ülkemizde yaşayan Rum ve Ermeni gibi gayr-ı Müslim azınlıkların emniyet içinde rahatça yaşama hürriyetleri vardır. Hiçbir şekilde bu azınlıklara zulmetmek doğru değildir. Gayr-ı müslim olan bu azınlıklara hürriyetlerini vermekten dolayı biz Müslümanlar zarar etmeyiz. Zira büyük çoğunluğu Müslüman olan bu vatanda, onlar sayıca bize göre hem çok azdırlar, hem de onların hürriyetlerini tanımamız, yabancı küresel büyük devletlerin bizim üzerimizdeki manevî baskılarının kalkmasının da en önemli bir sebebi ve bir açıdan da bedelidir. Yani azınlıkların hürriyeti, bizim umum milletimizin hürriyetinin en önemli bir şartıdır. Ticarette peşin olarak üç lira harcama yapıp, uzun vadede üç yüz lira kazanan bir kişi zarar etmez. Aynen bunun gibi, şimdi içimizdeki gayr-ı Müslimlerin hürriyetlerini tanıyıp, ilerleyen süreçte bütün İslâm âleminin hürriyetini elde etmek zarar değildir, çok küllî bir kârdır. Bizim Hürriyetimiz Âlem-i İslâm'ın Hürriyetinin Anahtarıdır Bu vatanın ve devletin tam hürriyetini elde etmesi, Asya’nın ve İslâm âleminin bahtının ve talihinin de anahtarıdır. İttihâd-ı İslâm (İslâm birliği) kalesinin de temelidir. Bu hakikatin, iki cihetle tarihî hadiselerin de tasdikiyle örnekleri yaşanmıştır. Birincisi, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yaşanan istibdat (baskıcı yönetim), Asya’nın hürriyetine de karanlık bir set çekmişti. Hürriyetin, o gözleri kamaştıran ışığı, o karanlık perdeden geçip gözleri açarak muhteşem sonuçlarını gösterememişti. İkinci Meşrutiyet’in ilânı ile Osmanlı’da sona eren istibdat, hürriyet fikrinin Çin’e kadar yayılmasını netice vermiştir. Dalga dalga yayılan bu hürriyet fikri, diğer İslâm ülkelerinin halklarının nezdinde, siyasîlerinin zihninde ve doğruları yazan gazetelerinde öyle bir fikrî uyanış meydana getirmiştir ki bedeline yüz sene verilse idi yine de ucuz düşerdi. Çünkü hürriyet ve bağımsızlık fikrinin uyanışı, milliyet kavramını göstermiştir. Milletin hürriyetini gündeme getirmiştir. Millet, bir sedef ise (inci kabuğu ise) İslâmiyet de bu sedefteki nuranî cevherdir (incidir). Çünkü milleti, bütün halinde bir arada tutan en temel unsur İslâmiyet’tir. Dolayısıyla hürriyet fikrinin uyanışı, İslâmî bir uyanışı da netice vermeye başlamıştır. Bu İslâmî uyanış da bize bildirmiştir ki her bir Müslüman başıboş, sahipsiz ve yapayalnız bir fert değildir. Her Müslüman fert, iç içe girmiş ve birbiriyle İslâm kardeşliği temelinde çok kuvvetli akrabalık bağlarıyla bağlanmış ve bütün dünyada yüz milyonlarca efradı bulunan çok küllî bir ailenin birer ferdidir. Bu hal her bir Müslümana çok kuvvetli bir ümit vermiştir ki nokta-i istinat ve nokta-i istimdat (dayanak ve yardım noktası) gayet kuvvetli ve sağlamdır. Şu ümit, karamsarlık ve ümitsizlik karabulutlarını parçalamış ve ölmeye yüz tutan manevi kuvvetimizi tekrar diriltmiştir. Bu da âlem-i İslâm’da galeyan eden hürriyet fikrinden yardım alarak bütün âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan manevi istibdat perdelerini (manevi baskı perdelerini) parça parça etmiştir. Tam bu noktada şunu ifade etmek isteriz: Evet, İslâm ülkeleri son yüzyıl içinde farklı tarihlerde hürriyetlerini elde etmişlerdir. Her ne kadar İslâm ülkeleri maddeten ecnebi devletlerin maddî esareti altında olmasalar da, başa geçen idarecilerin küresel güçlerin güdümü altında hareket etmeleriyle -kurdun gövdenin içine girmesi kabilinden- ecnebi devletlerin istibdadı, farklı bir surette yine devam etmiştir. Kanaatimizce, Bediüzzaman Hazretleri’nin yukarıda dile getirdiği hakikat, günümüz için de aynen geçerlidir. Yani Türkiye’nin, bu farklı suretteki istibdadı parçalayarak tam ve hakiki hürriyetini elde etmesiyle, diğer İslâm ülkeleri de –işaretleri görünmeye başlandığı gibi- tam hürriyetlerini elde edecekler ve ittihad-ı İslâm’ı tesis edeceklerdir inşallah. İkincisi; İkinci Meşrutiyet’e kadar ecnebi devletler, içimizdeki gayr-ı Müslimlere de uygulanan istibdadı bahane yaparak üzerimizde manevi baskı uygulayarak milletimizi manevi olarak eziyorlardı. Bizdeki istibdadın sona ermesiyle birlikte, artık onların milliyetçilik damarlarını tahrik eden ve bahane olarak kullanacakları noktaları da kalmamıştır. Özellikle de medeniyet, insan sevgisini netice vermiştir. Etrafımızda hayatımızı zehirlemek ve devletimizi parça parça etmek için ağzını açmış müthiş yılanlar gibi olan düşmanlarımızın varlığı, bize teselli veren yukarıda zikredilen yüce emeli, ümitsizliğe çevirmemelidir. Bundan korkmamalıyız. Çünkü insanlık âleminde medeniyet, fazilet ve hürriyet galip gelmeye başlamıştır. Bundan dolayı, terazinin diğer kefesi olan istibdat ve vahşet gittikçe hafifleşecektir. Farz edelim ki -Allah etmesin- eğer bizi parça parça edip öldürseler dahi, biz yirmi olarak öleceğiz, üç yüz olarak dirileceğiz. Başımızdaki rezilliklerin ve ihtilâfların tozunu silkip, hakiki birer münevver ve birlik içinde beşer kervanına öncülük edeceğiz. Biz ölsek de İslâmiyet sağ kalacaktır! Gayr-ı Müslim Azınlıklarla Hukuken Eşitlik Ülkemizde yaşayan gayr-ı Müslim azınlıklarla eşit olmak demek, fazilet ve şerefte eşit olmak demek değildir. Hukuken eşitlik demektir. Çünkü hukukta şâh ve gedâ (dilenci) birdir. İslâm hukukuna göre Neml Suresi 18. ayet-i kerimede buyrulduğu gibi, karıncaya bile kasden ayak basmak yasaklanmıştır. Karıncanın dahi hukukunu koruyan İslâm hukuku, elbette insanoğlunun da hukukunu ihmal etmez. Bu hakikate, Hazret-i Ali’nin (ra) sıradan bir Yahudi ile ve Salâhaddin-i Eyûbî’nin miskin bir Hristiyan ile mahkemede yargılanmaları en güzel birer örnektir. “Yahudileri ve Hristiyanları Dostlar Edinmeyiniz”1 Ayeti Varken Gayr-ı Müslimlerle Dostâne İlişkilerin Nasıl Olacağı Bu ayet-i kerimeyi doğru anlamak için şu dört noktaya dikkat etmek gerekmektedir. Birincisi; bir hükme delil olarak gösterilen metin/ibare, ayet veya hadiste açıkça ve kesin olarak geçmesi gerektiği gibi, hükme de açıkça ve kesin olarak delil olması gerekmektedir. Bu iki şartın beraber sağlanması gerekir. Yoksa hüküm, ispat edilmiş olmaz. Bu ayet-i kerimede buyurulan ‘dostlar edinmeyiniz!’ yasağı umumî değildir, mutlaktır. Çünkü İslâmiyet’te Yahudi ve Hristiyanların ehl-i kitap olmalarından dolayı kadınlarıyla evlenmenin caiz olması, kestikleri etlerinin yenmesi, İslâm devletinde memur olabilmeleri gibi durumlar gösterir ki bu ayet-i kerimedeki ‘dostlar edinmeyiniz!’ yasağı umumî değildir, mutlaktır. Mutlak olan bir şey ise sınırlandırılabilir. Demek ki Yahudi ve Hristiyanlara dost olmamak iş, sanat ve ticaret gibi alanlarda değil, dinlerine ait bozuk inanç ve adetleri noktasındadır. Yani dinî noktadadır. İkincisi; Arapça gramer kaidelerine göre bir hüküm, türetilen kelime üzerine bina edilmiş ise bu kelimenin kaynağı, hükmün esas sebebi olur. Bu ayet-i kerimede de ‘dostlar edinmeyiniz!’ hükmü, ‘Hristiyanları ve Yahudileri’ kelimelerinin üzerine bina edilmiştir. Dolayısıyla ‘dostlar edinmeyiniz!’ İlâhî yasağı, bu kelimelerin kaynakları olan Hristiyanlık ve Yahudilik dinleridir. Yani ayet-i kerime, “Hristiyanların ve Yahudilerin dinlerini dostlar edinmeyiniz” anlamına gelmektedir. Üçüncüsü; bir kişi zatı için sevilmez. Sıfatları veya sanatları için sevilir. Her Müslümanın bütün sıfatları Müslüman olmadığı gibi, her bir kâfirin de bütün sıfat ve sanatları kâfir değildir. Bir Müslümanda, kâfirde olması gereken bazı sıfatlar ve hasletler bulunabilir. Meselâ bir Müslüman verdiği sözü tutması lâzım geldiği halde, bu güzel hasleti hakkıyla yaşamıyor olabilir. Fakat bu durum, küfre girdiğini göstermez. Aynen öyle de bir kâfirde, Müslümana yakışan çok güzel sıfatlar da olabilir. Meselâ kâfir olmakla beraber, çok yardımsever birisi olabilmektedir. Bu durum da, bu kâfirin Müslüman olduğunu göstermez. İşte bu hakikate binaen, bir Müslümanın, bir kâfirde bulunan Müslüman bir sıfatı veya sanatı beğenerek örnek alması neden caiz olmasın? Bir kişinin ehl-i kitaptan bir hanımı olsa elbette onu sevecektir. Dördüncüsü; Asr-ı Saadette büyük bir dinî inkılâp vücuda gelmişti. Bu dinî inkılâp, bütün zihinleri İslâm üzerinde odaklaştırmıştı. Bundan dolayı sevgi ve düşmanlık duyguları, hep din merkezli olarak ortaya çıkmıştı. Yani kimden kime bir sevgi veya düşmanlık olsa, bunun temelinde Müslüman olup olmaması vardı. Bundan dolayıdır ki o asırda gayr-ı Müslimlere olan sevgiden münafıklık kokusu geliyordu. Fakat günümüzde ise dünya hayatının temini ve medenileşme alanlarında garip bir inkılâp yaşanmaktadır. Bütün zihinleri ve akılları kendiyle meşgul eden ve kendi üzerinde odaklaştıran medeniyet, kalkınma ve dünya hayatının temini noktalarıdır. Bunun için bu zamanda Yahudi ve Hristiyanlarla dost olmak, medeniyetlerini ve maddî ilerlemelerini beğenmekten, örnek almaktan ve dünya saadetinin esası olan asayişi muhafaza etmekten ibarettir. Dolayısıyla bu tarz bir dostluk, kesinlikle Kur’an’ın yasakladığı dostluk sınıfına dâhil değildir. Kaynaklar: Mâide Suresi, 51
“Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı temiz şeyleri (kendinize) haram kılmayın ve haddi aşmayın! Şübhesiz ki Allah, haddi aşanları sevmez.” (Mâide Sûresi, 87. Ayet) İfrât, aşırı gitmek, ölçüyü aşmak demektir. Tefrît ise, gereğinden daha aşağıda olma durumu manasına gelmektedir. Peygamber Efendimiz (asm), her hareketinde ifrât ve tefrîtten kaçınmış; hadd-i vasatı yani itidal ve orta yolu tercih etmiştir. Ümmetine de yine hadd-i vasatı tavsiye etmiştir. Hadd-i vasat, her amelinde ve hareketinde aşırılıktan ve hiç yapmamaktan kaçınmaktır. Bu konuda ahiret için daha fazla nasıl ibadet edebiliriz diye istişare etmek için bir araya gelen sahâbelerin misali, iyi bir örnek teşkil etmektedir. İçlerinde Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Abdullah bin Mesud ve Abdullah bin Amr bin As’ın (ra. ecmain) bulunduğu on sahabe, Osman bin Maz’ûn’un (ra) evinde toplanırlar ve bazı kararlar alırlar. Ardından Hz. Ali, Abdullah bin Amr bin As ve Osman bin Maz’ûn (ra. ecmain), ne gibi nafile ibadetler yaptığını öğrenebilmek için Peygamber Efendimizin (asm) evine giderler. Fakat Peygamber Efendimizi (asm) evinde bulamazlar ve suâllerini ezvâc-ı tâhirâta sorarlar. Aldıkları cevaplar karşısında, Resûlüllah’ın (asm) nafile ibadetlerini az buldular ve: “Peygamberin yanında biz kimiz ki!.. Onun geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmıştır.” dediler. Peygamber Efendimiz (asm) Rabbine şükreden bir kul olabilmek için bazı geceler ayakları şişinceye kadar namaz kılmaktaydı. Fakat onlar daha fazlasını yapmak istediler ve içlerinden biri: “Ben, yaşadığım müddetçe geceleri hep namaz kılacağım” dedi. Diğeri: “Ömrüm boyunca hep oruç tutacağım, asla oruçsuz günüm olmayacak” dedi. Bir diğeri de: “Kadınlardan uzak kalacağım ve hiç evlenmeyeceğim.” dedi. Bu kararlardan sonra Osman bin Maz’ûn (ra), geceleri namaz kılıp, gündüzleri de oruçla geçirmeye başladı. Bu arada eşini de ihmal ediyordu. Bunun üzerine Resûlüllah (asm), Osman bin Maz’ûn’u (ra) yanına çağırmış ve: “Yoksa benim sünnetimden (hayat tarzımdan) yüz mü çevirdin?” diye sormuştur. Yine Resûlüllah (asm), bu kararları alanlara, kendilerini dünyadan tamamen uzaklaştırmayı düşünenlere ve o sahâbelerin özelinde bütün ümmetine şöyle buyurmuşlardır: “Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz? Allah'a yemin ederim ki, Allah'tan en çok korkanınız ve ona karşı gelmekten en çok sakınanınız benim. Böyle olduğu hâlde ben bazen oruç tutuyor, bazen de tutmuyorum. (Gecenin bir kısmında) namaz kılıyor, (bir kısmında ise) uyuyorum ve kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren, benden değildir. (Buhârî, Nikâh, 1)” *** Peygamber Efendimiz (asm), hem dünyevî hem de uhrevî konularda her zaman hadd-i vasatı, itidali ve ölçülü olmayı tavsiye etmiştir. Sünnet-i Seniyye’nin bütün düsturlarında bu kâideyi açıkça görebiliyoruz. Peygamber Efendimiz (asm); “Allah'ın en sevmediği kimse, husumette aşırı gidenlerdir. (Buhârî, Mezâlim, 15)” buyurarak, düşmanlıkta dahî ileri gidilmemesini istemişlerdir. Yine Resûlüllah (asm): “Bir şeyi (aşırı) sevmen, (seni) kör ve sağır eder. (Ebû Davud, Edeb, 115-116)” buyurarak, sevgi ve muhabbette de ölçülü olunması gerektiğini ifade etmişlerdir. Yemek yerken midenin üçte birinin yemekle ve üçte birinin suyla doldurulmasını, üçte birinin ise boş bırakılmasını tavsiye ederek, yine hadd-i vasatı ve itidali ön plana çıkarmışlardır. Sünnet-i Seniyye’ye ittibâın gereği olarak hadd-i vasat üzere geçirilen bir hayatta, hem dünyevî hem de uhrevî birçok problem önceden halledilebilir. Çıkabilecek birçok sorun, daha başlamadan biter. Çok ibadet yapacağım diye yola çıkıp, ardından yapacağı ibadeti gözünde büyütüp tamamen terk etmek vartasına düşmekten kurtulur, hadd-i vasatı ihtiyar eden. Ya da hayatını itidal üzere kurguladığı için, zaten vücuda bir ağırlığı da olmayan, farz, vâcib ve sünnet olan ibadetlerde herhangi bir tembellik yapmaz.
Gençlerimize iman esaslarını delilleriyle, ibadetin lüzum ve ehemmiyetini detayıyla anlatmalı, kavratmalı ve –özellikle kendimiz örnek olarak- uygular hala getirmeliyiz. Çünkü ideal ve yaradılış gayesine uygun hareket etmek isteyen bir gence yakışan, olgun ve yüksek bir Müslüman olmak için, ilim ve imanı iyice öğrenmek ve onlara çalışmak, hayatını İslam’ın yüce prensiplerine göre yaşayıp, gençlik günlerini boşu boşuna kaybolmaktan kurtarmaktır. Gençlik Nedir? Gençlik, büluğa erme neticesinde, biyolojik ve psikolojik bakımdan çocukluğun sonu ile toplum hayatında MESULİYET sorumluluk alma dönemi olan 12-25 arasında kalan yaş grubudur.1 Genç, bedeni canlı, ruhu diri; gönlü paylaşıma açık, hayattan beklentisi yüksek insan demektir. Ergenlik dönemini aşmış yetişkinlik dönemine doğru seyredendir. Gençlik, hayat yolculuğunun en güzel, aynı zamanda en kritik devresidir. Gençlik Güzeldir. Çünkü bu devrede insan, güç ve enerjisinin zirvesindedir. Önünde uzun bir hayat vardır ve gençlik, bu hayatı verimli kılmak için sayısız fırsatlarla doludur. Gençlik aynı zamanda çok kritik bir devredir.2 Gençlik Büyük Bir Nimettir. Hem de, Allah’a daima hamdi, şükrü gerektiren ve Allah tarafından insana bahşedilen çok önemli bir nimettir. Bu nimetin nasıl ve ne uğurda harcandığı konusunda herkesin heseba sorguya çekileceğinde şüphe yoktur. Resûlüllah (sav): “Gençlerinizin en hayırlıları; ihtiyarlar gibi ölümü düşünen, gençlik heveslerine yenik düşmeyen ve gaflette boğulmayanlardır. İhtiyarlarınızın en kötüleri de; gaflet ve isteklerine uyma hususunda (betbaht serseri) gençlere benzeyenlerdir.” (İmam Suyuti, Camiu’s-sağir) Bu hadis-i şerifte de anlatıldığı gibi genç yaşta iken nefsin isteklerine ve emirlerine elimizden geldiğince müdahale etmeli karşı gelmeliyiz. “Gençler, yönünü / yüzünü ahirete çevirmeli, ahireti çokça istemeli, ahirete de hazırlanmalıdır. Ahireti isteyenin ahiretle beraber dünyayı elde ettiği çok görülmüştür. Ama dünyayı isteyenin dünyayla beraber ahireti elde ettiği görülmemiştir.” (İmam Beyhaki, Kitabü’z-zühd) “Haramla Mutlu Olmaya Çalışan HAYATINI HARAM EDER” sözünü asla unutmamalıyız. Çocuklarımıza da bu şuuru yerleştirmeliyiz. Akıllı olan genç ömrünün vakitlerini zayi etmeyip, her anı Allah’a ve Rasûlünün sünnet-i seniyesi dairesinde itaat etme çabasında olmalı. Nefsinin isteklerinden uzak kalmalı ve dünyanın geçici heveslerine kapılmamalıdır. Hulasa edecek olursak; GENÇ Gençlik milletin geleceği ve güç kaynağıdır. Bunun için devlet ve toplum, kendi geleceğini garanti altına almak, milli ve manevi değerlerini yükseltip geliştirmek maksadıyla mükemmel nesiller yetiştirmeye önem vermelidir. Gençliğin kıymetini bilmeden ömrünü tüketen bir insan pek çok problem ve sıkıntıyla karşılaşır. Bu sıkıntılar hem kendine hem de topluma zarar verir. Günümüz Gençliği Delikanlılık çağında, gencin kanının kaynadığı, yüreğinin kıpırdandığı, duyguların yoğunlaştığı ve heyecanının doruğa çıktığı “deli doluluk” döneminde gencin yaşadığı hayat, sıradan bir hayat değildir. Devamlı “arayış ve çatışmalarla” geçen hareketli bir hayattır. Bu hareketli hayat içerisinde gençler, geleceğe “umutla ve güvenle” bakmak isterler. Yaşadığı ortamda umut ve güveni bulamazsa veya bununla ilgili endişeleri varsa, işte bu noktadan sonra genç, başta kendisi ve çevresiyle çatışmaya başlar. Hayatlarının en kritik ve en problemli dönemlerini, işte bu dönemlerde kendini gösterir. Çağımızın gençliği internetin, televizyonun, medyanın ve farklılaşan çevresel faktörlerin etkisiyle çok köklü ve hızlı bir değişim süreci içindedir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar gençlerin kişilikleri aile, okul ve çevre ekseninde teşekkül ediyordu. Ağırlıklı biçimde aile, ardından okul ve onun ardından sosyal çevre gençlerin şahsiyetlerini yoğuruyordu. Gelişen teknoloji bunlara bir dördüncü unsur daha ekledi: görsel medya. Adı TV, radyo, bilgisayar ve internet şeklinde sıralanan bu ortam, gençlerin kişiliklerinin oluşum sürecinde sonradan devreye girdi ama süratle ilk sıraya yerleşti. Günümüzün anne babaları işte bu durumun farkında olmalıdır. En zayıf oldukları bu dönemde çıkmazlar içine giren, şaşırmış, bir çıkış kapısı bekleyen gence, doğru anda doğru yol gösterilmez ve genç çevresindekilerden menfi / negatif etkilenmeye devam ederse, kötü alışkanlıklar kazanarak, dinî ve ahlâki değerlerini yeterince kabullenemediğinde kaybedebiliyor. (Yani biz sahip çıkmazsak sahip çıkan başkaları ortaya çıkıyor.) Gençleri İstikamette / Doğru Yolda Eğitmenin En Kestirme Yolu Nedir? Risale-i Nurların müellifi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, hayatını ve mesaisini yalnızca iman üzerine teksif etmiş bir mütefekkir olarak, insanın bu dünyada bulunuş maksadının anlaşılması ancak imanla gerçekleştiğine inanıyordu. İman olmadığı takdirde, onun yerini tatminkâr bir şekilde doldurabilecek hiçbir düşünce veya sistem yoktu. Olamaz da. İmanın yerine ikame edilmeye, yerleştirilmeye çalışılan fikirlerin, insanları götüreceği yer başıboşluk, buhran ve anarşiden başka bir şey olamaz. Nitekim çağımız insanının içine düşürüldüğü buhranlar, inancın hayata gerçek manada intikal etmeyişinin, yaşam tarzında ibadetlerden uzaklaşmanın veya sistemli bir şekilde yıllardan beri yerleştirilen inançsızlığının bir neticesi değil midir? Bediüzzaman Hazretleri, gençliğin meselelerine daima şu anlayışla yaklaştı: 1-Gençler sıhhatli ve istikametli bir hayat kurabilmek için, mutlaka sağlam inanç sahibi olmalıdır. 2-İnsan bu dünyaya, kâinat yaratıcısının takdir ettiği vazife ve mesuliyetlerle gönderilmiştir. 3- İnsan kendisine verilen ömür müddeti içinde emredilen, yapılması istenilen vazifeleri yerine getirmesi gerekiyor. Ona göre hayatın manası burada idi. İnsanların Pek Çoğu Maddi Refaha Ulaştı Ama Mutsuz Oldu, Neden? Geçmişin şatolarını andıran dayalı döşeli evler, yemekleri soğutan buzdolapları, sıcak havayı serinleten vantilatörler, klimalar, çamaşırları yıkayan makineler, tozları yalayan süpürgeler, soğukları yenen elektrikli ısıtıcıları, merdivenleri kısaltan asansörler, modern banyolar, mutfaklar, yatak odaları, televizyonlar, telefonlar, uçaklar, hızlı trenler, otomobiller, gemiler, füzeler ve daha neler neler… Bütün bunlar, insanların işini azaltmadı, sadece kolaylaştırdı. Böylece insanların daha mutlu olması beklenirdi, fakat o da olmadı. Çünkü insana güç veren manevi duygular zayıfladı, kişileri birbirine bağlayan manevi bağlar koptu, boşanmalar çoğaldı. Alkol tüketimi arttı, zina ve fuhuş ortalığa düştü, kanser ve AIDS gibi tedavisi en azından şimdilik imkânsız görünen hastalıklar türedi. İş kazaları önüne geçilmez hale geldi; çaresizlikler, ayrılıklar, ihanetler, terk edilmişlikler, yalnızlıklar, umutsuzluklar, intiharlar, cinayetler, anarşi, terör ve bir o kadar mutsuzluk kurbanı insanlar ortaya çıktı. Bütün bunların temelinde yatan hastalık, inançsız bir madde medeniyeti kurmak, maddeyi ilahlaştırmak ve insan gibi şerefli bir varlığı da, makinenin bir parçası olarak görmektir. Gençliğimizi Yeniden Kazanmak İçin Ne Yapılmalı, Hangi Yol Takip Edilmelidir? Gençlerimize iman esaslarını delilleriyle, ibadetin lüzum ve ehemmiyetini detayıyla anlatmalı, kavratmalı ve –özellikle kendimiz örnek olarak- uygular hala getirmeliyiz. Çünkü ideal ve yaradılış gayesine uygun hareket etmek isteyen bir gence yakışan, olgun ve yüksek bir Müslüman olmak için, ilim ve imanı iyice öğrenmek ve onlara çalışmak, hayatını İslam’ın yüce prensiplerine göre yaşayıp, gençlik günlerini boşu boşuna kaybolmaktan kurtarmaktır. Talha ibn Übeydullah (ra) rivayet ediyor; Resûlüllah (sav), “Allah ibadete düşkün gençle meleklere karşı iftihar ederek şöyle buyurur: “Kuluma bakın benim rızam için nefsani isteklerini terk etmiştir” buyurdular. Asrımızın sorunlarına / problemlerine Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler ışığında mütehassıs bir doktor gibi çareler üreten bir zat olan Bediüzzaman Hazretlerine göre gençlere nasıl davranılmalı ve onları nasıl eğitmeliyiz? Bu gün başta eğitimciler, anne babalar, bu alanla ilgili her kesim gençlerin eğitiminde; Gençlerden nefsini öldürmelerini istemek yerine onu terbiye etme, ıslah etme, hayra sevk etmeye çalışmalarını istemeli; enerjilerini, dinamikliklerini, başkası için de fedakarlık göstererek biz duygusunu yerleştirmeli, bencil / ben merkezli, çıkarcı halini aşan bir genç yetiştirmelidir. Gençleri öncelikli olarak ahiret hayatı için hazırlarken, dünyanın gerçeklerinden uzak, kopuk bir sistem uygulamamalı, içtimai hayatın içerisinde bir genç modeli benimsenmelidir. Halk içinde hak ile beraber olan -onu unutmayan- bir gençlik yetiştirmelidir. Bu asırda bir gencin toplumdan soyutlanarak gerçek olarak dinini yaşaması mümkün değildir. Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker (iyiliği emredip kötülükten men etmek) düsturu unutulmamalıdır. Kendisinden ahiretini nasıl kurtaracakları konusunda yardım isteyen gençlere öncelikle kabir gerçeği dersi verilmelidir. Bir gencin 50 yıl sonraki kabir hayatı bakışı verilirken, gençliğin 50 yıl sonraki toplum hayatında, eğer doğru eğitim verilmezse, nasıl bir anarşi tehlikesi oluşturacağı konusunda da ciddi tahşidat yapılmalıdır. Şimdiye dek alışıla gelmiş cehennemle korkutma veya cennetle müjdeleme sisteminin dışında bir eğitim anlayışına sahip olunmalıdır. Yani gençlere, o andaki günahın içindeki cehennem acısını gösterirken, aynı zamanda imanın içindeki cennet lezzetini de bu dünyada algılanması sağlanmalıdır. Somut - müşahhas dünyadan, soyut – mücerred dünyaya geçme döneminde olan gence algılamasını kolaylaştırmak için müşahhas - somut örneklerle ders verilmelidir. Meşru olmayan bir hayat çizgisinin daha bu dünyada bile ne derece üzücü hadiselere sebebiyet verdiğini örneklerle izahlar yaparak açıklanmalı, anlatılmalıdır. Gençlere bu konuda kabristanlara, hastanelere ve hapishanelere sormalarını önerebiliriz. Buraların, gençlikte yapılan yanlışların acı çekilen sonuç mekânları olduğu onlara da gösterilmelidir. Gençlik psikolojisinde çok önemli bir hususu göz ardı etmemeliyiz. İnsanın ilginç bir yanı, her yaş döneminin geçeceğini kabul ederken, gençliğin ise bitmeyeceği evhamıdır. Oysa çocuk iken bir an önce gençliğe ulaşmak için yaşlarını büyütenler, her nedense gençlik yaşlarını sabitleştirirler. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda, “fanilik” kavramını sık sık vurgular ve gençliğin çok çabuk geçeceğini ifade eder. Yanlış geçen gençliğin ihtiyarlıkta ne derce pişmanlık ağlayışlarına ve üzüntülerine sebebiyet vereceğinin altını önemle çizer. Onun, gençlik anlayışında “ihtiyar gençler” modeli önemli yer tutar. Peygamberimizin “bahtiyar genç” olarak belirttiği ihtiyar gibi ahiretini düşünen genç sistemi öncelikle esas aldığı bir gençlik anlayışıdır. Bediüzzaman Hazretlerinin gençlik anlayışını algılayabilmek için, öncelikle onun peygamberimizin gençlerle olan iletişimine ve onları istihdam edişindeki yöntemine de bakmak gerekir. Çünkü onun, gençlerle olan ilişkisi ve gençliğe eğitim metodu peygamberi bir sistemi örnek ve rehber edinmiştir. Bediüzzzaman Hazretlerinin tavsiye ettiği gibi, gençlerin eğitimi konusunda üzerinde durulması gereken en önemli diğer bir husus da annelerdir. Çünkü ona göre günümüz annelerinin tercihinde öncelikli sıranın dünya hayatı olması, gençlerin imani hayatlarındaki temel sarsıntılarının temel noktasını oluşturmaktadır. Ahiret inancı verilmeyen gençlerin toplumda bir “semm-i katil” (öldürücü zehir) gibi zarar vereceğini vurgular. ı. Gençlerin enerji ve tecavüze sebebiyet verebilen güç ve kuvvet dönemlerini polis gücüyle değil, ancak her yerde bizleri gören Allah’a iman ve fillerimizi yazan melaikeye iman ve bunların hesabının sorulacağı ahirete iman ile dizginlenebileceği üzerinde ısrarla durulmalıdır. Gençlerin eğitiminde beş temel esas asla unutulmamalıdır: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmek. Kaynaklar: 1- Geçlik Rehberi2- Sözler
Vakit Ramazan Vakti Ramazan berekettir. Ramazan hayırdır. Ramazan kulluktur. Ramazan ibadettir. Ramazan hepimiz için kardeşliktir. Hayrat Yardım Ramazan 2016 çalışmalarına, Türkiye’nin 81 ilinde ve dünyada 30 ülkede paylaşmanın bereketini yaşatmak için “Bismillah” diyor. Ramazan’da dört kıtaya uzun yolculuklar yapacak olan Hayrat Yardım ekipleri, ulaştıkları bölgelerde yardıma muhtaç insanların, muhacirlerin, yetim ailelerinin kapılarını çalarak, Ramazan bereketini uzak iklimlere taşıyacak. Hayırsever gönüllerin niyetlerine ortak olmak ve hayırlarını uzak diyarlardaki kardeşlerimize ulaştırmak için -yollara çıkacak olan ekiplerimiz- el ele hep birlikte hayır köprülerine vesile olacak. Bağışçıların zekât, sadaka, fitre ve bağışlarını; savaş, işgal ve doğal afet bölgelerindeki ihtiyaç sahiplerine uzak yakın demeden ulaştıracak. Her yıl olduğu gibi bu yıl da, Türkiye’de ve dünyada yetimlere ve ailelerine destek olacak, gönül sofraları kuracak, yetimlere eğitim ve kırtasiye yardımları yapacak, bayramlık giysiler hediye edecek, kumanyalar dağıtacak, ihtiyaç tespit edilen durumlarda yetimler için nakdi yardımlarda bulunacak. Kumanya Bu yıl kumanya bedeli 60 TL olarak belirlenirken Türkiye’nin 81 ilinde dağıtılacak olan kumanya paketlerine yurt dışı ülkelerimiz de eklenecek. Suriye, Filistin ve Türkmen diyarı bu ülkelerden bazıları… Gönül Sofraları Kuruyoruz Ramazan’ın en anlamlı hayırlarından biri, iftar sofraları! Bizler bu yıl da geçen yıllarda olduğu gibi bütün gönülleri birleştirmek için gönül sofraları kuracağız. Dünyanın dört bir yanına sevgi muhabbet ve kardeşliği yayacağız. Bu yıl Türkiye’den başlayan iftar sofraları Bangladeş, Bosna Hersek, Endonezya, Gana, Güney Afrika, Kazakistan, Kenya, Kırgızistan, Makedonya, Nijer, Somali, Sudan, Suriye, Uganda, Gazze ve Irak’a kadar uzanacak. Suriye’deki çadır kentlere günlük 3 binden fazla mazlum gönlü ağırlayacak aşevlerimiz kurulacak. 300 bin kişilik iftar soflarımıza 10 TL ile katkıda bulunabilir, sofraların açılmasına vesile olabilirsiniz. Zekât, Sadaka ve Fitre Bağışlarınız İhtiyaç Sahiplerine Ulaşıyor Ramazan, bütün hayırları da beraberinde getiriyor. Mazlum ve muhtaç gönüller ile hayır ellerini birbirine kavuşturuyor. Hayrat Yardım zekât, fitre ve sadaka yardımlarınızı uzak diyarlardaki yakınlara ve yanı başımızdaki muhtaç gönüllere ulaştırmaya devam ediyor. Vereceğiniz her zekât, Hayrat Yardım projeleri için kullanılacak. Belki bir yetimin gönlünde sevinç olacak, belki de suya muhtaç çorak beldelerin hayat kaynağı… Bir bebeğin yüzündeki gülümsemeyle onun rızkını ayağına getirecek, belki de bir nurlu gönlün okuduğu Kur’an’dan semaya yükselen ayetlerin sevabına hissedar edecek. Bayramlar Bu yıl da bayramlık setlerimiz ülkemizdeki yetim çocuklarımıza, fakir ailelerimizin çocuklarına ve mültecilerin çocuklarına sevinç olacak. Suriye’de savaşın çocuklarına umut ile sevgi götüreceğiz. Çadır kentler ve bölgedeki yavruların hüzünlerini, sizlerden gelecek bayramlık hediyeler ile dağıtacağız. Kuzey Irak, Balkanlar, Afganistan, Sudan, Nijer, Güney Afrika, Endonezya, Kamboçya ve Patani’de bayramlık hediyeler ile çocuklarımızı şenlendirecek, yüreklerini ısıtacağız. Bayram çantalarımızın içinde bayramlık elbiseden, ayakkabı ve terliğe, oyuncak, balon ve bayram şekerlerine kadar her şey çocuklarımız için olacak. Unutmayın dünya iyilikle değişir. İnsan iyilik ile büyür, gelişir. Gün gelir iyilik dünyaya yerleşir. Bizler köprüyüz, sizler hayır sahipleri. Mazlum, mağdur ve muhtaç gönülleri bizleri bekler. Buyurun efendim maide-i Ramazan’a! Buyurun efendim hayır köprülerinden iyilikler akıtmaya. Ramazanınız mübarek, hayırlarınız makbul olsun!
Keçecizâde Fuâd Paşa Camii ve Türbesi Amiin banii Fuad Paşa, Osmanlı devlet adamı ve şairi Keçecizâde İzzet Molla’nın oğludur. Fuad Paşa, 1814 senesinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. 1835 senesinde Tıbbiyeyi bitiren Fuat Paşa, muhtelif şehirlerde elçilik ve valilik görevlerinde bulundu. Sultan Abdülmecid döneminde Hâriciye Nâzırlığı ve ardından Sultan Abdülaziz döneminde Sadrazamlık ve Hariciye Nâzırlığı yaptı. 1868 senesinde Fransa’nın Nice şehrinde vefat etti. Kendi ismiyle anılan camii, Uzun Şuca Mescidinin yıkıntıları üzerine Sadrazamlık yaptığı dönemde inşa ettirmiştir. Kâgir yapılı, tek kubbeli ve sekiz köşeli olan cami, 100 metrekarelik bir iç alana sahiptir. Büyükçe yapılmış pencereleri ile dikkat çeker. Caminin avlusundaki Keçecizâde Fuad Paşa’nın medfûn olduğu türbe ise, El-Hamra Sarayı’nı hatırlatan motifleriyle ünlüdür. Bereket Hendek Gazvesinin sıkıntılı ve ıstıraplı günlerinden birinde, Hz. Câbir bin Abdullah’ın (ra) evinde bir miktar arpa ile bir oğlak vardı. Hanımıyla konuşarak, bunları Resûlüllah (asm) ile beraberinde bulunan birkaç sahabeye ikram etmeye karar verdi. Bu amaçla Resûlüllah’a (asm) gelip yemeğe davet etti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm): “Peki, hanımına söyle, ben gelinceye kadar yemeği ocaktan indirmesin, arpa ekmeğini de tandırdan çıkarmasın” buyurdu. Bu arada Peygamber Efendimiz (asm) bütün Ensâr ve Muhacirine işittirecek bir sesle; “Ey Hendek ahalisi! Câbir bir yemek hazırlamış, bizi davet ediyor. Haydi, gidelim” diye çağrıda bulundu. Bunun üzerine yüzlerce sahabe bu davete icabet ederek Hz. Câbir’in (ra) evinin yolunu tuttular. Resûlüllah (asm) da geldi ve yemeğin başına geçerek, gelenlere dağıtmaya başladı. Biraz ekmek alıp, üzerine bir miktar pişmiş et koyarak sıraya dizilmiş olan sahabelere ikram etti. Yüzlerce Müslüman, karnını doyurduğu halde birkaç kişilik olan yemek bir türlü bitmek bilmiyordu. Herkes yemeğini aldıktan sonra, Resûlüllah (asm) da bir miktar alıp yedi. Ve geride hâlâ ekmek ve et duruyordu. Hadiseye şahit olan ev sahibi Hz. Câbir (ra) şöyle der: “Bütün misafirler yemekten ve oğlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kaynıyordu, daha hamurumuz ekmek yapılıyordu. Zira Resûlüllah (asm) o hamura, o tencereye mübarek ağzını koyup, bereketle dua etmişti.” Kanijeli Siyavuş Paşa Siyavuş Paşa, Enderun’da aldığı eğitimin ardından, ilk olarak Hazine Kethüdalığı görevine getirildi. 1567 senesinde ise kendisine Büyük İmrahor görevi verildi. Daha sonra sırasıyla, önce Yeniçeri Ağası oldu, sonra da Rumeli Beylerbeyi oldu. Kubbealtı Veziri olduktan sonra, Sultan 2. Selim’in küçük kızı Fatma Sultan’la evlendi. Sultan 3. Murad döneminde 1582-1584, 1586-1589 ve 1592-1593 yılları arasında üç defa Sadrazamlık görevinde bulundu. 1602 senesinde İstanbul’da vefat etti. Kabri Eyüp’tedir. Bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Harmanlı’da bir cami, mektep ve hamamdan oluşan bir külliye yaptırmıştır. Yine, Harmanlı Çayının üzerine bir köprü yaptırmıştır. 04 Haziran 1898 Pehlivan Koca YusufVefat Etti Koca Yusuf, bugün Bulgaristan topraklarında kalan Şumnu’nun Karalar Köyünde 1857 senesinde dünyaya gelmiştir. Babası ve dedesi Yusuf’un ilk güreş ustaları oldu. Kırkpınar tarihinde 26 yıl boyunca üst üste başpehlivanlığı elinde bulunduran ve Sultan Abdülaziz’in başpehlivanı olan Kel Aliço ile 1885 yılında güreşti ve berabere kaldı. Bu karşılaşma sonucu ondan ülkenin başpehlivanlığı unvanını aldı. Kel Aliço’nun çırağı olan ve 18 yıl Kırkpınar başpehlivanlığını elinde bulundurduğu söylenen Adalı Halil’i iki kez ardı ardına yendi. Sultan Abdülaziz, Sultan 5. Murad ve Sultan 2. Abdülhamid döneminde pek çok güreş yaptı. Koca Yusuf, 1894-1897 seneleri arasında Fransa’ya gider. Orada yaptığı bütün karşılaşmalardan galip olarak ayrılır. Ardından Amerika’ya gider. Orada da çıktığı 33 karşılaşmanın hepsinde galip olur. Yusuf, başlangıçta yurtdışına çıkmayı kabul etmediyse de Müslümanların güçlü olduğunu ispat etmenin bir cihat olduğu şeklindeki ulema açıklamaları, onun ikna olmasını sağlamıştır. 1898 senesinde İstanbul’a dönerken bindiği geminin batması sonucu hayatını kaybetmiştir. 13 Haziran 1891 İstanbul Arkeoloji Müzesi Açıldı 1881 yılında Sadrazam Edhem Paşa’nın oğlu Osman Hamdi Bey’in Müze-i Hümâyûn müdürlüğüne atanması ile birlikte Türk müzeciliğinde yeni bir çığır açılır. Osman Hamdi Bey Nemrut Dağı, Myrina, Kyme ve diğer Aiolia Nekropolleri’nde ve Lagina Hekate Tapınağı’nda kazılar yapmış ve buradan gelen eserleri müzede toplamıştır. 1887 - 1888 yılları arasında günümüzde Lübnan’da bulunan Sayda’da yaptığı kazılar sonucunda Krallar Nekropolü’ne ulaşmış ve dünyaca ünlü İskender Lahdi başta olmak üzere pek çok lahit ile İstanbul’a dönmüştür. 1887 ve 1888 yılları arasında Osman Hamdi Bey tarafından yapılan Sidon Kral Nekropolü Kazısı’ndan İstanbul’a getirilen, aralarında İskender Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Likya Lahdi, Tabnit Lahdi, gibi ihtişamlı eserlerin sergilenebilmesi için yeni bir müze binasına ihtiyaç duyulmuştur. Osman Hamdi Bey’in isteği üzerine Çinili Köşk’ün karşısına inşa edilen yeni müze binası, 13 Haziran 1891’de ziyarete açılmıştır. Müzenin ziyarete açıldığı 13 Haziran günü halen Türkiye’de müzeciler günü olarak kutlanmaktadır. 25 Haziran 1975Mozambik Cumhuriyeti Kuruldu Mozambik’in adının ülkeye bağlı olan Mozambik Adası’na ilk gelen ve daha sonra yöneticisi olan ve buraya adını veren Arap Şeyhi Musa Bin Mbiki’den geldiği düşünülmektedir. Portekizliler, altın bulma ümidi ile Mozambik’e saldırmışlar ve zamanla sömürgeleştirmişlerdir. Mozambik, 50 yıllık Portekiz sömürgesini sona erdirerek 25 Haziran 1975 yılında bağımsızlığını ilan etmiştir. Bağımsızlık ilanı, Mozambik Halk Cumhuriyeti adı altında yapılmıştır. 779.380 km² yüzölçümüne sahip ülkenin nüfusu yaklaşık 25 milyondur. Ülke nüfusunun yaklaşık %20’si Müslümandır.
Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : Mirkatü’s-Sünne ve Tiryâk-ı Marazü’l-Bid’a, 11. Lem’a, 5. Lem’aRisalenin Telif Tarihi : 1933 (tahminen)Dili : TürkçeMüellife Göre Değeri :- Şirkle imanı ve kötüyle iyiyi ayırmak için bir cevher ve ölçüdür.- Sünnet-i Seniye’ye uymanın maddî ve manevî faydaları anlatılmaktadır.- Sünnet-i Seniyeye itiraz edenlerin itirazlarına mükemmel ve muntazam cevaplar veren bir risaledir.- Görünürde 15-16 sahifeden ibaret küçük bir risale olmakla birlikte hakikatte neşrettiği nurla çok büyük denizleri geçecek bir azamette ve çok büyük yıldızların nurlarını setredecek kudrettedir.- İstikametli bir tefsir, i’câzlı bir beyan, nurlu bir ilândır.- Beş ayet-i kerimenin ve dört hadis-i şerifin tefsiridir.Konusu : Sünnet-i Seniyenin hakikatini, mahiyetini, hikmetlerini beyan etmek ve bid’at hastalıklarını defetmekRisalenin Metodu : Naklî haberlerle delillendirme ve bunların açıklanmasıOtoriter şahsiyetleri delil göstermeMünazara (soru-cevap)Mantık ilmi delillerini kullanmaOlumsuz fikirlerin kötü sonuçlarını göstermeHakikati keşif ve hikmetleri beyan etmeFıkhî hükümleri kullanmaFıtrat delilini kullanma Sünnet-i Seniye, muhkemât ve nâfile kısımlarına ayrılmaktadır. Muhkemât kısmı hiçbir şekilde değiştirilemez. Onlara uymak zorunludur. Nafile de iki kısma ayrılmaktadır. Bir kısmı ibadetlere ait sünnetlerdir. Bu kısımlarda da yapılacak bir değişiklik bid’at sayılmaktadır. İkinci kısmına ise adap denmektedir. Adaptan kasıt ise örf, adet ve yapılması gereken beşeri hallerde Hz. Peygambere uymaktır. Sünnetin bu kısmına muhalefete bid’at denilmese de Hz. Peygamberin feyzinden, edebinden, nurundan mahrumiyet söz konusu olmaktadır. Sünnet-i Seniye içinde son derece büyük bir önem arz eden sünnetler, İslam alametleri olan ve Şeâirlere de temas eden sünnetlerdir. İslam dininin alametleri hükmünde olan bu sünnetler cemiyeti ilgilendirmesi ve toplumun hukukunu temsil etmesi yönünden ehemmiyetlidir. Bu sünnetler şu özelliklere sahiptir - Riya giremez - Birinin yapmasıyla herkes istifade eder. - Tamamen terki halinde herkes mesul olur - Nafile nevinden de olsa şahsi farzlardan önemlidir. YEDİNCİ NÜKTE: Peygamber Efendimizin (sav) hayatı incelendiğinde Yüce Allah’ın edebin bütün türlerini Onda topladığı görülmektedir. Bu konu hakkında Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Rabbim beni terbiye etti. Terbiyemi de güzel kıldı.” Demek ki Sünnet-i Seniye edeptir. Onun sünnetlerini terk eden edepten mahrum kalır. Sual: Her şeyi bilen ve gören Allâmü’l-Guyuba karşı edep nasıl olmalıdır? Edebin bir nevi de tesettürdür. Hâlbuki Ona karşı tesettür olmaz ki utandırıcı haller ve ayıplar örtülsün? El-cevap: Yüce Allah sanatını güzel göstermek istiyor. Sanattaki bu güzellikler nimetlere dikkatleri çekmek içindir. Çirkin şeyleri ise perde altına alıyor. Bunun gibi varlıkları da birbirlerine güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri Cemil, Müzeyyin, Latif ve Hakîm gibi isimlere bir çeşit isyan ve edep dışı bir tavırdır. Demek sünnetteki edep, esmanın sınırları içinde tam bir edep halini takınmaktır. Esmayı ilahiye ise varlıkları, mümkün hallerin en iyi şeklinde onları görmek istemektedir. Çünkü cemali ve kemali isimler güzelliklerini, şuurlu varlıkların nazarında mevcudatın güzel vaziyetleri ve edepleriyle göstermek isterler. SEKİZİNCİ NÜKTE: رَسُولٌ جَاۤءَكُمْ لَقَدْ ayeti Hz. Peygamberin (sav) ümmetine karşı son derece şefkat ve merhametli olduğunu göstermektedir. اللهُ حَسْبِىَ فَقُلْ تَوَلَّوْا فَاِنْ ayetinin ümmete ve Hz. Peygambere (sav)bakan iki yönü vardır. Ümmete baktığında mana şöyle olmaktadır. Sünneti terk etmek - Hz. Peygamberin şefkatini inkâr etmek - Merhametini itham etmek demektir. - Hz. Peygambere (sav) baktığında ise: - Ey resul! Akılsızlıklarından sünnetini terk edenlerden dolayı merak etme. Allah gerçek itaat edenleri etrafına toplar. Seni dinletir. Onlara kabul ettirir. Her bir sünnetin birçok hikmetleri bulunmaktadır. Müşahede ve zevk yoluyla da sabittir ki Sünneti Seniye ruhi, akli ve kalbi hastalıklarda devadır. Onların yerini felsefi ve hikmetli meseleler tutamaz. Sünnete uymak, dünyevi ve uhrevi saadet için son derece önemlidir. DOKUZUNCU NÜKTE: Bütün sünnetlere uymaya manevi büyük insanlar dahi ancak muvaffak olabilmektedirler. Fakat herkes tüm sünnetlere uyma niyetini ve kastını taşıyabilir, sünneti yaşamaya taraftar olabilir ve onu lüzumlu görebilir. Müslümanlar sünnetlerin farz ve vacip kısımlarına uymakla mükelleftir. İbadetlerdeki müstehapların terk edilmesi ise büyük bir sevap kaybına neden olmaktadır. Âdet türünden olan sünnetlere uymak, âdetleri ibadete çevirmektedir. Bu âdetlerin terk edilmesi ise Hz. Peygamberin (sav) adabından mahrum bırakır. İbadetin temel esaslarında (hükümlerinde) yeni icatlar bid’attır. Bid’atlar ise اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ ayetine göre merduttur. Farklı meslek ve meşreplerde bulunan virdler ve zikirler; - Asıllarını kitap ve sünnetten almak - Sünnetin esaslarına muhalefet etmemek şartıyla bid’at değillerdir. Sünnet-i Seniye nur isteyenlere kâfidir. Saadet-i dâreynin temel taşıdır. Kemalatın madeni ve membaıdır. ONUNCU NÜKTE: Allah’a imanı olan Allah’ı sever. Allah’ı seven Onun istediği tarzı yapar. Allah’ın istediği tarz ise sevdiği zata benzemektir. O zata benzemek ise ona uymak demektir. Ona uyanı Allah da sever. Demek insan için en yüce maksat Allah’ın muhabbetini kazanmaktır. Bunun yolu ise ayetin ifadesiyle Habibullah’a (sav) uymaktır. (Devam Edecek)
“Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz! Vazifeniz kudsiyedir.Hizmetiniz ulviyedir. Her bir saatiniz bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki elinizden kaçmasın.” Ölçü: Dünya hayatında rahat, huzur, bereket, başarı ve maişetini kolaylıkla temin etmek isteyen, dört elle hizmete sarılmalıdır. Risale-i Nurun ilk dönem talebeleri ve Hazret-i Üstad, bu neticeleri binler tecrübelerle yaşayıp arkadan gelenlere ders veriyorlar. Üstadın nefis ve şeytanını susturan bu apaçık hakikate bizim nefsimiz de kanaat etmelidir. Demek dünya ve ahiret saadetini isteyen ciddi ve halisane hizmet etmelidir. Ölçü: Risale-i Nur hizmetinde en mühim vazifelerden birisi de kalemle hizmettir. Hazret-i Üstad, kalemle hizmetin beş türlü ibadeti içerdiğini ifade buyuruyor. Kalemle hizmetin Risale-i Nura talebeliğin en önemli bir şartı ve fazileti olduğunu Üstad şöyle ifade etmektedir: “Risâle-i Nûr’a intisâb eden zatın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risâle-i Nûr talebesi unvanını alır. Ve o unvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazen daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevi kazançlarımda hissedar olmakla beraber, benim gibi dua eden kıymettar binler kardeşlerim ve Risâle-i Nûr talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.”8 Ölçü: Risale-i Nur yoluyla iman hakikatleriyle hizmet, ehli dalalete karşı manevi bir cihattır. Hem de Risale-i Nur’la iman hizmetinde bulunan kişi talebe-i ulum sınıfına dâhil olur. İlim yolunda gitmenin cihat ve yolun sonunun da Cennet olduğunu bazı hadis-i şeriflerde Resûl-i Ekrem (asm) şöyle buyuruyor: “Kim bir ilim öğrenmek için bir yola sülûk ederse Allah onu cennete giden yollardan birine dâhil etmiş demektir.”9 “İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır.”10 Hadis-i şeriflerin de işaret ettiği gibi Nur şakirtleri, ilim talebeleri olduğundan bu vazifeyi îfa ederken ölüm gelse şehit olurlar. Bediüzzaman Hazretleri, bu tarzda hizmet ederken vefat eden Hafız Ali ağabeyi misal gösteriyor. “Şehit olmak isteyen Hafız Ali gibi olsun. Risale-i Nura halisen muhlisen hizmet etsin. Ben onun şehadetine şahidim” buyuruyor. Ölçü: Risale-i Nur hizmeti, şahsi ve ferdi bir hareket değildir. Aksine bir cemiyet ve cemaat hareketidir. Manevi ve uhrevi gayeleri esas aldığından cemaatin her bir ferdi bu şirket-i maneviyenin bir hissedarıdır. Dolayısıyla her bir hissedar, manevi kazancın da ortağıdır. İşte bu ulvi vazifenin umum kazancı her bir nur talebesinin hasenat defterine öyle bir sevap yazdırır ki tahayyülünden aciz kalırız. Üstad Bediüzzaman bu ulvi kârı şöyle açıklamaktadır: “Aynen öyle de, emvâl-i uhreviyede sırr-ı ihlâs ile iştirak ve sırr-ı uhuvvetle tesânüd ve sırr-ı ittihâd ile teşrîkü’l-mesâî; o iştirâk-i a‘mâlden hâsıl olan umum yekün ve umum nûr, her birinin defter-i a‘mâline bitamâmihâ gireceği, ehl-i hakikat mabeyninde meşhûd ve vakidir; ve vüsat-i rahmet ve kerem-i İlâhînin muktezasıdır.”11 Ölçü: Her bir dakikası bir gün ibadet hükmündeki bir hizmeti elde tutmak, kaçırmamak gerçekten zordur. Şeytanlar o ulvi hizmetten insanı vazgeçirmek için boş durmayacaktır. Bu durumda nur talebeleri üstadın şu ikazına kulak vermelidir: “Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar, o hizmetin hadimleriyle çok uğraşırlar. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı, ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâsı kıracak esbaptan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz!”12 Cenab-ı Hak kemal-i kereminden ve rahmetinden bizlere, Risale-i Nura talebe olma fırsatını ihsan etmiş. Rabb-i Rahimimizden niyazımız odur ki: Bizleri Risale-i Nura layık talebeler eylesin. Risale-i Nurun hizmetinde razı olduğu şekilde ilelebet istihdam etsin. İnsi ve cinni şeytanların şerlerinden ve şerirlerinden tüm ehl-i imanla birlikte Risale-i Nur talebelerini de muhafaza buyursun.” Âmin. Kaynaklar: 8- Kastamonu Lahikası, 25. Altınbaşak Neşriyat9- Ebu Davud, İlm 1, (3641); Tirmizi, İlm 19, (2683); İbnu Mace, Mukaddime 17, (223).10- Tirmizi, İlim 2, (2649); İbnu Mace, Mukaddime 17, (227).11- Lemalar, 172. Altınbaşak Neşriyat12- Lemalar, 167. Altınbaşak Neşriyat
Gül İslamiyet’te Hz. Muhammed (s.a.v.)’i temsil etmektedir. Lâle ise Rabbimizin simgesi olarak kabul edilmektedir. Bu yüzden çoğu İslâmî eserde Gül ile Lâle’ye ayrı bir değer verilmiştir. Türkler, Müslümanlığı kabul ettikten sonra, bu dinin en büyük koruyucusu ve uygulayıcısı olmuş, Allah ve peygamber sevgisini, her sevginin önünde tutmuşlardır. Hz. Peygamberin (sav) kokusu gül kokusuna benzetildiği için Anadolu’nun birçok yerinde gül koklarken salâvat getirme âdeti yerleşmiştir. Hayatın her alanını gül bahçesine dönüştüren insanımız semtine “Gülhane”, evladına “Gülpare”, sevgilisine “Gülnazar”, bahçesine “Gülşen”, bahtı açık olana “Bahtıgül”, vefalı olanına “Yargül” demiştir. Anadolu insanı Efendimiz’i (sav) çağrıştırdığı için gülü çok sevmiştir. Gül, Peygamberimiz (sav)'in sembolü olunca, evlatları için ad olarak da kullanılmıştır. Bu Gül sevgisi, "Gül, Gülbahar, Gülbeden, Gülistan, Gülhan, Gülşan, Gülcan, Gülten, Gülriz, Gülnur, Gülru, Gülenaz, Gülay, Güler, Gülsever, Gülbey, Gülçin, Gülcihan" gibi, Peygamberimiz (sav)’e muhabbetimizi ifade eden yüzlerce "Gül"lü adı dilimize kazandırmıştır. Bu anlayış, Peygamberimiz (sav)'in sevgili zevcesi Hz. Aişe (ra)'nin adını, Peygamberimiz (sav)'in sembolüyle birleştirmiş “Ayşegül” yapmıştır. Anadolu'nun bazı yörelerinde de Gül'e öncelik verilerek“Gülayşe” derler. Anadolu’da gül ile başlayan ve gülle biten yaklaşık yüz elliye yakın isim tespit edilmiştir. Gül sesi anlamına gelen ve yüksek sesle okunan katılımlı duaya, gülbank adının verilmesi yine Peygamberimizle bir bağlantı kurulmasının sonucudur. Kültürümüzde gül ve dikeniyle ilgili zengin anlamlar barındırın sayısız atasözlerinden; “Gülü seven dikenine katlanır”, “Dikensiz gül olmaz”, Gül dikeninden zarar gelmez”, Bir ağaçta Gül’de biter Diken’de”, “Ârife bir gül yeter”, Gülün kadrini Bülbül bilir” ilk akla gelenlerdendir. Yunus Emre dizelerinde; “Sordum sarıçiçeğe Sen gülü bilir misi? Çiçek eydür Derviş Baba Gül Muhammed teridir” Divan şairimiz Fuzûlî, Su Kasidesinde:“Suya versün bağban gülzârı zahmet çekmesünBir gül açılmaz yüzün tek, verse bin gülzâre su”diye O Gül’ün dünyaya bir kere geleceğini, bahçıvanın bin gül bahçesini sulasa, sele verse dahi O’nun yüzü gibi bir gül açılmayacağını en lâtif bir biçimde ifade etmektedir. Hz. İbrahim ateşe atıldığında ateşin bir gül bahçesine dönüşmesi, ona verilen değerlerin nedenlerinden biridir. Gül Cennet bahçesinin de çiçeğidir. Gül, Peygamberimiz (sav)’in sembolü olduğu içindir ki edebiyatımızda sevgililer hep güle benzetilmiştir. Müslümanlar san’atını Allah inancı ile yönlendirmiş ve geliştirmiş, edebiyat, sanat ve kültür alanında verilen eserlerde bu iki çiçek, Allah ve Peygamberi (sav) simgelemiş; Allah (cc), Lâle ile, peygamberimiz de (sav) de, Gül ile özdeşleştirilmiştir. Gül tasavvufta ilâhi güzelliği simgelediği gibi, Allah’ın mahbûbu Hz. Muhammed’i de (sav) temsil eder. Eski edebiyatımızda Peygamberimiz’den (sav) bahsedilirken “Gül-i gülzar-ı rüsul”, “Gül-i gülzâr-ı nübüvvet”, “Gül-i gülzâr-ı risâlet” ifadeleri kullanılmıştır. Süsleme sanatlarının vazgeçilmez motiflerinden Gül, Yazma Kur’ân-ı Kerîm’lerde tezhiple yapılan gül şeklindeki motiflerden, aşr-ı şerifleri gösterenlere “Aşır Gülü”, cüz başlarını gösterenlere “Cüz Gülü”, genellikle her cüzün 1/4’ünü belirtmek için konanlara “Hizip Gülü”, secde âyetlerini işaret edenlere de “Secde Gülü” denir. Süsleme sanatında Gül, Kur’an-ı Kerim’lerin tezhiplerin de kullanılmakla birlikte, Divan’ların kenar süslemelerinde ve minyatürlerde çiçek kompozisyonları zengin bezemelerde yerini alır, çini, seramik, duvar resimleri ve kumaşlarda, kitap ciltleri ve tezhiplerinde, mezar taşlarında stilize edilmiş güller de önemli bir yer tutar. Döneminin parlak uygarlığı olan Anadolu Selçuklularının bıraktığı eşsiz çinilerin yanı sıra; Osmanlı İmparatorluğunun klasik dönemi olarak adlandırılan XVI. ve XVII. yüzyılda Saray, dini ve sivil mimari eserlerin hızla artan ihtiyaçları için İznik’te üretilen duvar çinilerinin desen zenginliği gelişmiş, Saray Nakkaşhanelerinde üretilen desenlerin ilham kaynağı çiçekler olmuştur. Özellikle gül tasarımlarının geliştirildiği zarif kompozisyonlar ve gül bezemeleriyle hat sanatının kaynaştığı özgün kompozisyonlar da bu sanatın önemli öğelerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Rivayete göre Hz. Ali efendimiz son nefesini vermeden önce Selmân-ı Fârisî’den bir deste gül istemiş ve getirilen bu gülleri kokladıktan sonra ruhunu Hakk’a teslim etmiştir.