118.Sayı:"Millet Kazandı: Yeni Bir Çağ Başlıyor"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiKeyfiyet-Kemmiyet
Risale-i Nur

Geçen sayıda Hz. Üstad’ın hayatı boyunca keyfiyetli talebe yetiştirme gayretine dikkat çekmiştik. Bu yazımızda, bu düsturun önümüze koyduğu hizmet ölçülerini arz etmeye çalışacağız. Üstadın, “Elli tane talebem olsa, Akdamar Adasına gitsem on yıl onları yetiştirsem dünyayı fethederdim” sözünün günümüze hangi mesajı verdiğini irdeleyeceğiz. Bediüzzaman Hazretleri Birinci Dün­ya Harbinde, Erzurum’da Pasinler cep­hesinde düşmanla savaşırken fırsat buldukça “İşârâtü’l-İ’caz” isimli tefsirini ka­leme aldı. Harp zamanı, müracaat edile­cek kaynakların yokluğuna rağmen kalbe ge­len manaları not ettirdi. Harbin sonlarında Üstad, Ruslara esir düştü. Esaretten dön­dükten sonra da cephede düşmanla sa­va­şır­ken avcı hattında yazdırdığı tefsirin müsveddelerini 1918 yılında kitap haline getirip yayınladı. O dönemlerde sevgili Üstadımız: “Harb-i Umumî hâdisat ve netâicleri mâni ol­masaydı, İşârâtü’l-İ’câz’ı Allah’ın tevfiki ve izniyle altmış cilt yazacaktım. İnşallah, Risale-i Nur, âhiren o mutasavver harika tefsirin yerini tutacak.”1 demişti. Said Nursi Hazretleri bu idealinin is­tik­bal­de gerçekleşeceğini şöyle açıklı­yordu: “Eğer birinci harb-i umûmî gi­bi mâni’ler ol­masa idi, tefsîrin şu birinci cildi, i’câz vücûhundan olan i’câz-ı nazmîyi beyân ettiği gibi; diğer cüz’ler ve mektublar da, müteferrik ha­kaik-i tefsîriyeyi içine alsa idi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’a güzel bir tefsîr-i câmi’ olurdu. Belki inşallah şu cüz’-i tefsîr ve altmış altı aded, belki yüz otuz aded Sözler ve Mektubât risâleleriyle beraber me’haz olursa, ileride bahtiyar bir hey’et öyle bir tefsîr-i Kur’ânî yazsın inşallah.”2 Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere Üstad istikbalde “İşaratü’l-İ’caz” tefsirini ta­mamlayacak bir heyetin geleceğinden bah­sediyor. Peki, bu tefsiri tamamlayacak heyeti ye­tiş­tirmek için bugüne kadar ne yapıldı? Böyle bir heyetin sahip olması gereken özel­likler nelerdir? Bu kadroyu yetiştirmek için bir istikbal projesi var mıdır? Üstad, on yılda dünyayı fethedecek bir kad­royu yetiştirebileceğini ifade ettiği halde, aradan geçen onca on yıllara rağ­men bu kadro neden yetiştirilemedi? Teknolojinin ve diğer imkânların bu ka­dar geniş olduğu bir ortamda Üstadın hayalini gerçekleştirecek nurani heyeti daha ne kadar bekleyeceğiz? Bunun gibi daha pek çok soru sorabili­riz. Şunu açıkça söyleyelim ki bütün bu sorular bizi keyfiyet (nitelik) kavramına götürür. Keyfiyetin keyfiyeti nasıl olacak peki? O da sizin hedefinizin keyfiyetine bağlı. Tefsir meselesine tekrar dönecek olursak, Hz. Üstad, Kur’an’a hakiki, kâmil bir tefsirin ancak bir heyet tarafından yapı­labileceğini ifade eder. Çünkü Kur’an, bütün kâinattan bahseden, bütün ilim­leri ihtiva eden nurani bir kitab-ı sema­vidir. Bir insan ancak birkaç ilimde uzman olabilir. Bütün ilimlerde ihtisas sahibi olması tek başına bir insan için imkânsızdır. Kur’an’a tefsir yazacak heyet maddi ilim­lerde ihtisas sahibi olduğu gibi, İslami ilim­lere de son derece vâkıf olmalıdır. Heyet, her iki hususiyeti hâiz olmanın yanında Risale-i Nurlara da hâkim olma­lıdır. Onun nazarıyla kâinata, hadisata ba­kabilmelidir. Özetleyecek olursak, Üstad Bediüzza­man’ın İşaratü’l-İ’caz tefsirini tamamla­yacak olan heyet, beşeri ilimlerin yanında ulum-ı âli­ye denilen İslami ilimlere de vakıf olan insanlardan oluşmalıdır. Her biri bir branşta uzman olan bu insanlar, geçmiş asırlarda yazılan bütün tefsirleri de dikkate alarak İşaratü’l-İ’caz’ı refe­rans yapıp asrın idrakine yeni bir tefsir yazabilirler. Evet, hedef bu... Keyfiyetin keyfiyeti de açıkça ortada. Artık bize düşen, bu hede­fe nasıl ve ne şekilde ulaşabileceğimizi ortaya koymaktır. İstikbalde İslamiyet’e büyük hizmetler yapacak kadroyu do­nanımlı bir şekilde eğitme zarureti var. Bunun için; Bediüzzaman Hazretlerinin hayatı bo­yunca kurmaya çalıştığı “Medresetü’z-Zehra”yı (İs­lâmi ilimlerle müsbet ilim­lerin birlikte okutulduğu üniversite pro­jesi) acilen hayata geçirilmelidir. Kur’ana tefsir yazacak kadro yetiştirme he­definin yanında insanlığa külli hizmet ede­cek yeni nesillerin eğitimini de plan­la­yalım. Zor bir hedef değil aslında. Mad­di ve manevi temelleri sağlam atılırsa üm­metin bunu sahipleneceğini Hazret-i Üstad haber veriyor. En başından beri söylemek istediğimiz şey şu­dur: Keyfiyetli talebe yetişti­re­cek key­fiyette idarecilerimize, eğitimci­leri­mi­ze ihtiyaç vardır. Gerekirse risk ala­cak cesarete sahip, ufku geniş, ideal sahi­bi yöneticilerimize ihtiyacımız var. Sahip ol­duğu maddi zenginliği böyle ulvi bir ga­yeye tahsis edebilecek kahramanlar aranıyor. Proje mi? Onu yüz yıl önce Bediüzzaman Hazretleri ortaya koydu. Ama maalesef ortada kaldı. “Medresetü’z-Zehra”ya sahip çıkacak yiğit­ler beklenmekte. Kaynaklar: 1- Barla Lahikası, 233. Altınbaşak Neşriyat.2- İşarat-ül İ’caz, 2. Altınbaşak Neşriyat.

Zafer ZENGİN 01 Eylül
Konu resmiBirinci Söz(9)
Risale-i Nur

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن Aşağıda manaları verilen fakat ekseriyetle yerinde anlaşılmayan kelimeler tasnif edilmiştir. Aynı zamanda bu kelimeler izah edilirken kâinat kitabındaki hangi faaliyetle örtüştüğü esas alınmıştır. 148- İslamiyet’in ve sünnet-i seniyenin en deruni ve gizli manası bizi böylelikle ta Esma-i İlahiye ile sıfatlanmak ve boyanmak manasına kadar götürür. Yaratılış gayemiz de buna itaat ve teslim olmakla ayinedarlık etmektir. Cenab-ı Hakk’ın kullarına mu­habbeti ise bu ayinedarlığı nispetindedir. 149- Nasıl aynaya bakan bir adam camına değil, belki camın içindeki kendi güzelliğine bakar ve cemalini gördükçe mutlu olur. 150- Öyle de Allah bizim mahiyet ayine­mize bakar ve bizde tecelli eden esmasının cemal ve kemalini seyreder. Mahiyet ayi­nemizde tezahür eden esmanın kemalatı nispetinde bize muhabbet eder. Öyle ise Allah kâinatı kendi cemal ve kemalini gör­mek için yaratmıştır. 151- Öyle ise Cenab-ı Hakk’ın muhab­betini kazanmak için sünnet-i seniyeyi ken­dimize rehber-i mutlak etmek lazımdır. Yarabbi! Bizleri en azami derecede sünnet-i seniyeye itaat edenlerden eyle! Âmin. 152- Hayır kelimesine Risale-i Nurda yüklenilen diğer bir mana şudur; “Vücut, hayr-ı mahz; adem, şerr-i mahzdır.” Yani mahlukatın adem-i zahiriden (ilmi ezeliden) vücut ve varlık alemine çıkması mutlak hayırdır. 153- Demek bütün mahlukatın adem-i zahiriden varlık alemine çıkması, doğrudan kudret-i İlahiye’nin te’sir ve taallukuna bakar ve istinat eder. Buna göre kainat kitabında hayr-ı mahz kelimesine dâhil olmayan zer­rattan seyyarata kadar hiçbir şey yoktur. 154- İşte bunun için, her şeyin ademden yani yokluktan varlık alemine çıkması hayr-ı mahzdır, denilmiştir. 155- Ayet-i kerimede: “Siz hiçbir şey idiniz. Cenab-ı Hak sizi yarattı, varlık âle­mine çıkardı” buyurmuştur. Bundan an­la­şılıyor ki, bütün kainat Allah’ın kudretiyle varlık âlemine çıkmıştır. 156- Mesela kâinattaki bütün nuraniyet, Allah’ın Nur isminden; bütün şifalar, Şafi isminden; bütün rızıklar, Rezzak isminden; bütün mizanlar, Adil isminden gelir. Bütün canlılık ve hayat, Hay ve Muhyi isminden gelir ve ona dayanır. 157- Böylece afaki daire dediğimiz kâi­natın mevcudatı da Allah’ın ayrı ayrı esma­larını lisan-ı hal diliyle okutturan mücessem bir kitap olur. Demek her iki cihette de hayrın başı Allah’tır. 158- Evet, masnuatta hiçbir eser yok ki, çok manalı bir lafz-ı mücessem olma­sın, Sâni’-i Zü’l-Celal’in çok esmasını okut­tur­masın. Madem şu masnuat, elfazdır, keli­mat-ı kudrettir; manalarını oku, kalbine koy. Manasız kalan elfazı, bilâ-perva zevalin hevasına at. Arkalarından alâkadarâne ba­kıp meşgul olma. 159- Özetleyecek olursak, hayır kelimesi­nin birinci manası, insanın enfüsî (cisim ve ruh dairesi) dairesindeki amelinin tanzi­mine, şeriatı Muhammediye (asm) ve ah­lak-ı ilahiye ile ahlaklanmasına ve Esma-i İlahiye’yi tezahür ettirmesine bakar. 160- İkinci manası ise, kainatın mevcuda­tının ademden varlık alemine çıkarak li­san-ı hal diliyle esma-ı ilahiyeyi tezahür et­tirmesine bakar. 161- Bismillah diyen bir mü’min, iman ve in­tisap sırrıyla Cenab-ı Hakk’ın insana şah da­marından daha yakın olduğuna iti­kad ettiği için, her fiilinin ve amelinin bidayetinin (başlangıç) kendi cüz’î ihtiyarına, nihayetinin ise, kudret-i ilahiyenin tesir ve taallukuyla vücuda geldiğine itimat eder. Böylece Rabbini takdis ederek kusurunu nefsine vermeyi bilir. 162- Hem, bütün kâinat baştanbaşa Al­lah’ın varlığını ve birliğini ispat ve tarif eden bir mektup, bir kitap ve ayine olduğunu görür. 163- Hem adem-i zahiri; bizim noksan ilmimizle ihata edemediğimiz, Allah’a ma­lum olan, fakat harice çıkmayan ilmi vücutlar olduğunu kabul eder. Her şey’in o ilim-i ezeliden bir irade-i nafizenin ter­cihiyle seçilip levh-i mahfuza yazıldığını, sonra kudret-i ezeliye ile tohum, çekirdek, yumurta ve nutfe kapılarından âlem-i şa­hadete çıkarıldığını iman ile tasdik eder. 164- Hem, adem-i mutlak; Cenab-ı Hakk’ı inkar eden ehl-i fen ve felsefenin vehimlerini dolduran batıl bir kabulden ibaret olduğunu bilir. Hem böyle bir adem-i mutlakın muhal olduğunu, nihayetsiz ke­mal sahibi bir Allah’ın varlığına iman et­mekle anlar. 165- Hem kainattan evvel adem-i mut­lakın varlığını kabul etsek, kainatın vücuda gelmesi hadsiz derece muhal olduğunu ve bu keşmakeşliğin içinden akıllarıyla çıkamayan ehl-i fenden bir kısmı kendilerini aldatmak için maddeye ve kuvvete ezeliyet verdiklerini bilir. 166- Hem Lafzullah’ın daire-i vücubun ve bütün sıfat-ı kemaliyenin sahibinin ism-i hassı olduğunu bilir. Ve bu isim sa­dece ona mahsus olup, başkaları için kul­lanılamayacağını ve ondan gayri hiçbir şey sıfat-ı kemaliyenin sahibi olmayacağına kat’i hükmeder.

Muammer YANIK 01 Eylül
Konu resmiLâ Gâlibe İllallah
İnsan

Allah’ım! Biliyoruz ki dünya imtihan meydanıdır. Biliyor ve inanıyoruz ki Sen kullarına kaldıramayacakları yükler yüklemezsin. Ve yine biliyoruz ki “Şüphesiz zorlukla beraber, bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber, bir kolaylık vardır.” İslam’la yoğrulmuş, her bir karışı şehid kanlarıyla sulanmış bu Anadolu toprağı, ilk defa Temmuz 2016’da değil, pek çok kere­ler imtihanlardan geçti. Hainler, zalimler, menfaat perestler hep oldu ve biliyoruz ki olmaya devam edecek. Fakat Anadolu insanı da var olmaya ve Hakk’ın hatırını âlî tutmaya, Rabbinin rı­zasını kazanmaya ve İslam’ın güzellikleri­ni yaşamaya ve yaşatmaya devam edecek inşallah. Rabbimiz! Efendimiz (sav) Tebük Seferinden döner­ken “Küçük cihaddan büyük cihada dö­nüyoruz” diyerek temel noktaya dikkatleri çekmiş ve bunu “Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir” hadisi ile tekit etmişti. Evet, mücadele / mücahede hep devam ede­cek, güneş doğup batacak; fakat eğer biz­ler nefsimize yenilirsek, işte o zaman her şey kaybolacak. Bizi bize bırakma Ya Rabbena! Bedir’de gönderdiğin meleklerini Müslü­manlar ve memleketimiz üzerinde hesap yapanların üzerine gönder. Bilemediğimiz insan görünümlü şeytanları aramızdan ayıkla Allah’ım! Münafıkların, satılmışların, hainlerin, he­sap yapanların, hilekârların her türlü za­rar­­­larından bizi ve ülkemizi ve bütün Müs­lümanları muhafaza eyle Ya Rabbi! Senin yardımın yâr olursa bize bâr olmaz. Senin inayetin bize muavin olursa gözümüz hiçbir şeyden korkmaz. Biliyoruz ki ‘cesaretin dahi kaynağı imandır’. Ya Rabbi! İmani çalışmaların artmasını, kalp­­lerimizin iman hakikatleri ile dolmasını nasip eyle. Bütün akvam-ı beşer üzerimize savlet eder­ken, Sen bizi bize ayrı etme; bizi bizden ayrı tutma Ya Rabbi! Bizi bir eyle. Bizi iri eyle. Bizi diri eyle. Bizi birbirini Allah için seven ve birbirine omuz veren hakiki kardeşler eyle Ya Rabbi. Yaklaşmakta olan Kurban Bayramını ülke­miz ve bütün âlem-i İslam için hayırlara vesile eyle. İsmail olan kardeşlerimizin ha­tırına bu ümmete hakiki Bayramları yaşat Ya Rabbena!

Metin UÇAR 01 Eylül
Konu resmiMillet Kazandı: Yeni Bir Çağ Başlıyor
Kültür ve Medeniyet

Bu şanlı millet, kendi coğrafyasında kendisine rağmen ya­pılmaya çalışılan bir girişime bu defa izin vermemiştir. Ülkesine ve iradesine sahip çıkmıştır. Üst akla karşı kendi ülkesi ve coğrafyasında inisiyatifi eline almıştır. Bu gelişme; Türkiye, Ortadoğu ve İslam dünyası için bir milattır. Anadolu coğrafyasında başlayan bu yerli inisiyatif bölgeye de, İslam dünyasına da sirayet edecektir.Tarih içerisinde çağ açıp çağ kapayan bu coğrafya15-16 Temmuz 2016’da bir kez daha bir çağı kapatmıştır. Kaderi Birbirine Bağlı Coğrafyalar Âdem ile Hz. Havva’nın kavuş­tuğu, in­sanlık tarihinin başladığı, semavi dinin yer­yüzüyle buluştu­ğu, ilk peygamberden son peygambere pek çok peygamberin yaşadığı, İslamiyet, Hris­ti­yanlık ve Musevilik dinleri­ne ait başta me­kânlar olmak üzere çok sa­yıda kutsalların bulunduğu, üzerinde bin­lerce yıllık birikimle oluşan kültür ve mede­niyet zenginliklerine sahip olduğu kadar in­sanlığın bugünkü re­fahını temin eden yer altı zenginliklerine de sahip bir coğrafya… Kabil’in Habil’i öldürmesinden, günümüz­de yaşanan bölgeye yayılmış hadiselere ka­dar, insanlık tarihini etkileyen pek çok vu­kuatın menşei, tanığı, mağduru, mağruru, mazlumu, galibi, mağlubu bir coğrafya… Tarihin kimi döneminde Yakındoğu, kimi kaynaklarda Beş Deniz Bölgesi, kimi kay­naklarda Beş Deniz Yaylası,1 kimi kay­nak­larda Merkezi Bölge veya bugünkü çok bi­linen adıyla Ortadoğu Bölgesi… … kaderi bölgenin kaderine bağlı olduğu kadar, bölgenin umum kaderinin de ka­de­rine bağlı olduğu, merkezi bölgenin mer­kezinde, Ortadoğu’daki hadiselerin tam da ortasında, Avrupa ile Asya arasında, doğu batı medeniyetinin kesişiminde bir başka coğrafya… Orta Asya’dan başlayan göçlerinden itibaren dünya tarihini, demografik yapısını, dünya siyasetini etkileyen, İslam dini ile müşerref olmalarıyla “Türk Cihan Hâkimiyeti mef­kû­resini”2 İslam ile buluşturan ve dönüştü­ren, müteakiben İslam dini ve mensuplarını Vi­yana önlerine kadar taşıyan bir milletin men­suplarının yaşadığı nihai coğrafya… Tarihin bir döneminde Selçuklular, bir dö­neminde Osmanlılar, bugünkü adıyla Tür­kiye veya çok bilinen adıyla Anadolu… Ortadoğu ve Anadolu… Kaderi birbirine bağlı olan, kimi zaman kesişen, bazen ayrı­şan, zaman zaman çelişen, bazen birleşen bu coğrafyada tezahür eden hadiselerin ne­denleri, çoğu zaman bu coğrafyadan kay­naklanmadığı gibi sonuçları da her zaman bu coğrafya ile sınırlı kalmamakta, İslam Dünyasının umumundan başlayarak, uzak yakın bütün bölgeler ve aktörler üzerinde, küresel ölçekte lehte ve aleyhte neticeler ortaya çıkarmaktadır. Bütün bunların çerçevesini oluşturan ve içini dolduran Anadolu ve Ortadoğu’nun jeopolitik, teopolitik, ekopolitik önemi, dün­­ya üzerinden geçen, aklı ve şuuru olan her canlı için malum olmuş ve olmaktadır. Bu gerçeklik üzerine sayılamayacak söz söy­len­miş, sayılamayacak kadar kitap, makale vb. telif edilmiştir. Anadolu’nun Ortadoğu’ya, Anadolu ve Orta­doğu’nun İslam Dünyasına ve Anadolu’nun Avrupa’ya, Kafkaslara, Orta Asya’ya, Kuzey Afrika’ya reel veya potansiyel etkisini bilen, bütün bunların üzerinde hesabı bulunan, hesap kuran hemen her uluslararası aktör; Anadolu ve Ortadoğu bölgesini kendi amaç ve hesapları doğrultusunda dizayn etme arayışında olmuştur. Bu dizayn, Anado­lu’nun dinamizmini oluşturan üç ana unsur üzerinden arzulanır olmuştur. Birincisi bin yıldır sahip olunan coğrafya, ikincisi bin yıldır süregelen, bin yıl boyunca her yıl bir önceki yıldan, devralına alına, üzerine ilave konula konula günümüze miras bırakılan, bu coğrafya üzerinde yaşayan bireylerin gerek fert fert gerekse efkâr-ı umumisinin sahip olduğu şuur, mefkûre, cesaret, fera­set, basiret ve imandan oluşan ruh dokusu; üçüncüsü ise sanayi, ticari, iktisadi ve tek­nolojik gelişmişlik düzeyi ve gelişme arzusu. Önemi üzerine hadsiz söz sarf edilen Ana­dolu coğrafyasının bu üç unsuru; bin yıldır aktör olmaya da -faktör olmaya da, oyun kurmaya da- oyun bozmaya da, zengin ol­maya, fakir doyurmaya, mazluma mağdura kucak açmaya, vatan arayanlara yurt olmaya, himaye arayanlara hami olmaya, nizam-ı âlem tesis etmeye, üç kıtayı fethetmeye, haç­lı seferlerine set çekmeye hâsılı kendisi he­saba katılmadan kurulacak bir sistemi altüst etmeye yetecek bir gücün yapısal unsurları olmuştur. Bu unsurlar, tarihin ki­mi döneminde reele dönüşerek görünmüş, kimi döneminde ise potansiyele dönüşerek üzeri külle örtülmüştür. Bu unsurlar, uluslar arası aktörlerin zaman zaman felç edilmeye matuf müdahalelerine maruz kalmıştır. Her zaman yok edilmek istenmiş, hiçbir zaman yok edilememiştir. Anadolu coğrafyasına hâkim olan Selçuk­lu­lar, Osmanlılar ve Türkiye’nin veya bir di­­ğer ifadeyle bu coğrafyada süregelen, bu sil­sile ile millet olmuş olan sakinlerinin bu reel veya potansiyelleri tarihin muhtelif dö­nem­lerinde, döneme uygun araçlarla sınır­lan­dırılmak ve­ya Orhun kitabelerindeki ifa­delerle “ili - tö­resi” yok edilmek istenmiştir. Kimi zaman Cem Sultan araçsallaştırılma­ya çalışılmış, ki­mi zaman Şerif Hüseyin ile son darbe vu­rulmaya kalkılmıştır. Kimi za­man Kavalalı sorunu üzerinden uğranılan zaaf kullanılmaya çalışılmış, kimi zaman Balkan isyanlarıyla bizzat zaaf oluşturulma amaçlanmıştır. Ki­mi zaman haçlı seferleri ile nihai sonuca va­rılmaya çalışılmış, kimi zaman 1. Dünya Harbi ve Sevr antlaşması ile “hasta adama” öl­dürücü ameliyatın yapılması arzulanmıştır. Zira Anadolu merkezli bir inşanın ne öl­çeğe ulaşabildiği, Anadolu merkezli bir ya­pıyı çökertmenin hangi ölçekte so­nuç­lar ortaya çıkardığı tarihsel süreçte görül­müş­tür. Anadolu merkezli inşada cihan im­pa­ra­torlukları, bir çağın açılıp diğer çağın kapatılması yer alırken; Anadolu merkezli yapının çökertilmesinde ise muhtelif rejim­lerde onlarca devlet, mütebaki coğrafyada kurulan bu onlarca devlette yıllarca süren savaşlar, hayatını kaybeden milyonlarca in­san, yurtlarını terk eden milyonlarca mülteci, ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar, kaoslar, darbeler, suikastlar vd. söz konusu olmuştur. YENİLGİ YENİLGİ BÜYÜYEN ZAFER Çöküşü Hızlandıran Müdahale: 31 Mart Darbeler bu coğrafyanın iradesini, geleceği­ni, sınırlarını, ekonomisini, siyasetini ve da­ha önce ifade ettiğimiz üç unsuru belirli kalıplar içerisinde tutmanın, sınırlandır­ma­nın, mümkünse yok etmenin önemli araç­larından birisi olmuştur. Bu coğrafya sahip olduğu imparatorluğu kaybederken de, sa­hip olduğu cumhuriyeti yükseltirken de dar­belere şahit olmuştur. Çökerken maruz kaldığı darbeler çöküşünü hızlandırmış, tek­rar yükselirken maruz kaldığı darbeler du­raklamasına yol açmıştır. Hicri 31 Mart 1325 (13 Nisan 1909) tari­hinde altı bin muhalif askerin silah sesleri İstanbul’da yankılanmaya başlamış, Meclis-i Mebusan işgal edilmiştir. Adliye Nazırı Na­zım Paşa ve Lazkiye Mebusu Arslan Bey öl­dürülmüştür. Bir süredir devam edegelen gerilimler, suikastlar 31 Mart’ta başlayan ve 11 gün süren hadiselere dönüşmüştür. Ni­ha­yetinde hadiseler Selanik’ten gelen Ha­reket Ordusu tarafından 24 Nisan 1909’da bas­tırılmıştır. 31 Mart sürecinin en önem­li so­nuç­larından birisi olarak Sultan Abdülha­mit de tahttan indirilmiş yerine V. Mehmet Reşat getirilmiştir.3 Abdülhamit Han’ın in­di­rilmesi İmparatorluğun çöküşünü ve top­rak kayıplarını hızlandırmıştır. İslam âlemi kaybetmiş, Osmanlı kaybetmiş, Anadolu kaybetmiş, Millet kaybetmiştir… … Birinci Dünya Savaşı imparatorluklar çağı­nın ve beraberinde Osmanlı İmparatorluğu’nun da sonu olmuştur. Bu çöküş, aynı zamanda Anadolu merkezli siyasi, iktisadi, idari ve fikri bir yapının da çöküşüdür. Çöküşün ar­dından, Anadolu coğrafyasının halkı canla başla mücadele ederek, kurtuluş savaşını ve­rerek yeni dönemde, yeni dünyada var olma kararını vermiştir. Bu yeni dönemde yeni dünyanın kodlarını artık çok sayıda devletler, uluslar arası iliş­kiler, farklı rejimler, değişken sınırlar, savaş­lar, bölgesel dengeler, çoklu çıkarlar, yer altı zenginlikleri, gelişmişlikler vb. oluştururken, Anadolu’nun kodlarını az zamanda çok top­rak kaybetmiş olmanın getirdiği travma, muasır medeniyetler seviyesine ulaşma arzu­su, mazinin parlak sayfalarını özlemle anma, Osmanlı’nın hayali üzerine inşa edilen ve bireyselden toplumsala uzanan Neo-Os­man­lıcılık4 muhayyilesi, laiklik, Avrupa Bir­li­ği hedefi vb. olmuştur. Yeni dönemde Ana­dolu’nun öneminde bir azalma söz konusu olmamıştır. Anadolu’nun unsurlarıyla oluşturduğu önem, Türkiye Cumhuriyeti ile başlayan ye­ni dö­nemde de ülke içerisinde olan başta askeri darbeler gibi önemli hadiselerin, kırılmaların, uluslar arası ilişkiler düzeyin­den, uluslar arası yapı ölçeğinden bağımsız olamayacağını her zaman kuvvetle akla getirmiştir. Zira Türkiye’nin önemli bir bö­lümünü kuşatan ‘bugünkü Ortadoğu İn­gilizler ve Fransızların 1. Dünya savaşı son­rasındaki stratejik tercihlerine göre oluş­muş’5 zaman ilerledikçe ABD ve Rusya gibi aktörler de bölgede yerlerini almışlardır. Yükselen Türkiye İçin Kurulan İdam Sehpası: 1960 İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya iki ku­tuplu bir yapıya bürünürken, Türkiye’de de tarihin akışına muvafık olarak çok par­tili hayata geçilmiştir. Demokrat Parti ve Menderes döneminin başlamasıyla Türki­ye’nin kalkınma hamleleri hız kazanmıştır. Balıkesir, Aydın, Konya, Afyon, Gaziantep, Niğde, Zonguldak, Kayseri’de çimento fab­rikaları, Adapazarı, Burdur, Konya, Kas­ta­monu, Amasya, Erzincan, Erzurum Kütah­ya’da şeker fabrikaları, ayrıca çok sayıda do­kuma ve gıda fabrikaları Menderes döne­minde açılmıştır.6 Menderes döneminde yapılan Sarıyar, De­mir­köprü, Hirfanlı, Keban olmak üzere ya­pılan 20 kadar baraj ile Samsun, Trabzon ve Mersin Limanlarından bugün dahi istifa­de edilmektedir.7 Türk Traktör Fabrikası Menderes’in döneminin mirasıdır.8 “Kara­kurt” adı verilen ilk yerli lokomotif 1958 yı­lının yani Menderes döneminin ürü­nü­­dür.9 1954’de Türkiye Petrolleri kurulmuş,10 gü­nümüzde bir dünya markası haline gelmiş olan “Türk Hava Yolları” ismi Türk Havacılığına 1955 yılında armağan olarak yine onun döneminde verilmiştir.11 Et Balık Kurumu, Devlet Malzeme Ofisi, TPAO, DSİ ve daha pek çok kurum… Köylere, kasabalara, kentlere binlerce okul yapılmıştır. Dahası Orta Doğu Teknik Üni­­versitesi (ODTÜ)12 Ege Üniversitesi13 Ata­türk Üniversitesi14 gibi önemi ve değeri ül­ke­miz için tartışmasız olan üniversiteler Men­deres’in bugünün ve yarının Türkiye’sine o günden armağanıdır. Altyapı ve üst yapı yatırımlarının yanı sı­ra, Türkiye’nin toplumsal hayatına, ruh dün­yasına dokunan kimi adımlar onun döne­minde atılmıştır. Ezanın asli şekliyle okunması, ‘Radyoda ilk mevlit ve Kur’an yayınlarının yapılmasında’,15 yine onun im­zası vardır. Bu bağlamda Menderes “...mil­letin mayasının, ahlak, iman ve İslam…”16 olduğunu açıkça ifade etmiştir. Menderes’in ülkenin gelişmişlik düzeyini ile­riye taşıma kadar, uluslar arası alanda da ülkenin konumu ve itibarını artırma, ulus­lararası politikada da var olma çabaları ol­muştur. Kore’ye asker göndermekten, NATO’ya üyeliğe, Cezayir’e gizli silah yardı­mından, Irak’ta yapılan askeri darbe ile ala­kadar olmaya, Kıbrıs Davası’nın gündeme alınmasından, Bugünkü Avrupa Birliği’nin temeli olan ‘AET’ye Yunanistan’dan geri kal­mamak için başvuruya’17 Bağdat Paktı’ndan muhtelif ülkelerle ikili ilişkilere, ABD ile yakın ilişkilerden, Rusya ile de yakınlaşma arayışlarına kadar dönemin şartlarında aktif bir dış politika kurgulanmaya çalışılmıştır. Türkiye’deki bir kısım önemli gelişmelerin uluslar arası gelişmelerden bağımsız değer­lendirilemeyeceğinin önemli göstergeleri 1959-1960’a gelindiğinde daha görünür ol­maya başlamıştır. 1939 yılından sonra, ilk defa 1959 yılında Rusya’ya Bakan düzeyinde 12 gün süren bir ziyaret gerçekleştirilmiş­tir. Dahası 11 Nisan’da yapılan bir açıklama ile Menderes’in 15 Temmuz’da Rusya’ya gideceği, daha sonra bir tarihte Kruşçev’in de iade-i ziyaret yapacağı ilan edilmiştir.18 Dönemin şartlarında çok önemli olan bu gelişme, 27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan askeri darbe ile gerçekleşememiştir. Darbe öncesinde yurtiçinde önemli provokasyon­lar, Menderes’i karalama kampanyaları ya­pılmış darbeye zemin hazırlayan süreç ade­ta inşa edilmiştir. Ancak 27 Mayıs’tan bah­sederken Menderes’in Rusya ziyareti her zaman kocaman bir soru işareti olarak gün­deme gelmiş ve çoğu zaman arka plandaki gerekçenin bu olduğu kabul edil­miştir. Nitekim darbenin ardından asker­ler başta NATO ve CENTO’ya bağlı kalı­nacağını ilan etmiş, bunun üzerine ABD yeni yönetimi tanıdığını darbeden 3 gün sonra yani 30 Mayıs’ta açıklamıştır.19 Kararı peşinen verilmiş Yassıada mahkemeleri so­nucu, Menderes 17 Eylül 1961 tarihinde idam edilmek suretiyle şehit edilmiştir. Tür­kiye’nin yerel kalkınmasında, bölgesel ko­num­lanmasında inisiyatif kullanması er­te­lenmiştir. Neticede; Anadolu kaybetmiş, Türkiye kaybetmiş, Mil­li İrade kaybetmiş, Millet kaybetmiştir. … 12 Mart 1971: Hizaya Geç Türkiye 1960 yılındaki darbeyle ortalama her on senede bir askeri müdahale olma geleneği Türk siyasi hayatında başlamıştır. Tarihler 1970’e geldiğinde bir diğer askeri müdaha­le sürecide işlemektedir. 1961 Anayasası ile kurulan sistem yeni vesayet kurumları öngör­müş, yapılan düzenlemeler toplumsal ve siyasal ihtiyaçlara cevap verememiştir. Buna ilave olarak şiddet olaylarının, cinayetlerin, yaygınlaşmaya başlaması, üniversitelerin ka­rış­tırılması, banka soygunlarının, adam ka­çır­ma hadiselerinin artması,20 1971 Askeri Muhtıraya giden sürecin altyapısını oluştur­maya başlamıştır. Aynı yıllarda uluslar arası boyutu olan bir başka önemli gelişme daha dikkat çek­mektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan son­ra, ABD gençlerin uyuşturucu batağına düşmesi gibi önemli ve hayati bir sorunla yüz yüzedir ve mücadele etmektedir. 1966 yılına gelindiğinde 16 yaş altı çocuklarda dahi uyuşturucu kullanmaktan ölüm va­kaları sıkça görülür olmuştur. Bağımlı sa­yısının 500.000’e ulaştığı 1968’de Başkanlık seçimlerinde Nixon’un gündemindeki iki önemli başlıktan birisi Vietnam olurken, diğeri uyuşturucu konusu olmuştur. Seçim­leri kazanan Nixon, haşhaş üreten ülkelere çok ciddi baskılar yapmaya başlamıştır. Bu kapsamda haşhaş ekiminde önemli bir üreti­ci olan Türkiye’de de yasaklanmasına ilişkin yapılan yoğun baskılar, Türkiye’de ABD’nin beklediği ölçüde karşılık bulmamıştır.    9 Mart’ta emir komuta dışında bir cunta darbesinin olacağı ihbarının alınması ve bu girişimin önlenmesinden sonra, mev­cut Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Ko­mutanları tarafından imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğinin tehdit al­tında olduğu, reformların yapılamadığı parla­men­to ve hükümetin ülkeyi anarşi, kardeş kav­gası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklara soktuğu, hükümetin istifa etmesinin ge­rek­tiği, istifa etmediği takdirde ordunun yönetime el koyacağına ilişkin muhtıra 12 Mart 1971’de radyodan okunmuş bu­nun üzerine Demirel hükümeti istifa et­miş­tir. Ordunun bu müdahalesini bir ke­sim demokrasinin dengelenmesi olarak de­ğer­len­dirirken, diğer bir kesim sistemin yeni­den askeri bürokrasinin istediği sınırlara çekilmesi olarak değerlendirmiştir.21 Muhtıradan sonra 26 Mart’ta CHP’den istifa eden ve bağımsız milletvekili unvanını alan Nihat ERİM’e bağımsız, partiler üstü bir reform hükümeti kurdurulmuştur. Nihat ERİM’in göreve gelmesinden sonra 1971 yılının Haziran ayında, yüz bin köylü ailesini etkileyecek olan haşhaş ekimini yasakla­ma kararı alınmıştır.22 Erim’in ilk icraatları arasında bu kararın yer alması, bu süreçte not edilmesi gereken önemli bir gelişmedir. 12 Mart muhtırası Türkiye’nin meclise yan­sıttığı iradeyi hiçe sayan, millete rağ­men yapılan, millet iradesine müdahale edilebileceği olgusuna güç katan, vesayeti gündemde tutan, askeri müdahaleler zin­cirine bir halka daha ekleyen, gerekirse ne ekmeyeceğine bile başka bir aktörün karar vereceğini gösteren bir hadise olmuştur. Neticede; Demokrasi kaybetmiş, Türkiye kaybetmiş, Milli İrade kaybetmiş, Millet kaybetmiştir. … 12 Eylül 1980: … your boys have done it 12 Mart ile birlikte baskılanan ülke içeri­sindeki şiddet hareketleri 1975’li yılların ikinci yarısından itibaren tekrar daha yoğun bir şekilde görülmeye başlanmıştır. Ülke içerisindeki siyasi kutuplaşmanın polis ve yargı gibi kurumlarda da etkili olmaya başla­ması devletin etkinliğini ortadan kaldırır hale getirmiştir. Günlük hayatın akışı içerisinde halkın can ve mal güvenliği artık en önemli, öncelikli sorundur. Uzun süreli olamayan, istikrarsız koalisyon hükümetleri ülkenin gidişatını değiştirecek adımlar atmakta aciz kalmış, çözümler üretememiştir. Dahası si­yasi partiler arasındaki gerilimler had saf­ha­ya ulaşmıştır. Birbirini besleyen bu dön­gü­ye ekonomik çöküntü de dâhil olmuş, Cumhurbaşkanlığı seçimleri de kilitlenmiş bir kriz olarak ortada kalmıştır.23 Türkiye bu sorunlar ile boğuşurken iki ku­tuplu, Soğuk Savaş halindeki uluslararası yapı içerisinde kritik, sistemi etkileyecek önemli gelişmeler yaşanmaya başlamıştır. Sovyetler’in Afganistan’ı işgal ettiği, İran’da rejim değişikliğinin olduğu ortamda; Batı blo­ğu içerisinde yer alan ve göz ardı edile­meyecek bir konumda bulunan bir ülke olan Türkiye’de yaşananlara, Batı bloğu kayıtsız kalmamıştır. Ülkenin yeniden istikrarlı bir konuma getirilmesine ilişkin dış aktörlerce verilen mesajlar, askeri bürokraside karşılık bulmuş ve 12 Eylül 1980 tarihinde ordu bir kez daha yönetime el koymuştur.24 “Türkiye Saati ile 03.30 ABD yerel saati ile 20.00, ABD Milli Güvenlik Konseyi Türkiye Masası sorumlusu Paul Henze evine henüz yeni gelmiş ve Beyaz Saray’ın Situation Room departmanı ile bir telefon görüşmesi yap­maktadır: Telefondaki ses - Paul, seninkiler nihayet yaptı (… your boys have done it) - Kim benimkiler, neden bahsediyorsun? - Senin generaller Türkiye’de darbe yaptılar! - Oo, öyle mi? Çok memnun oldum. Henze, sekiz aydır beklediği anın gelmesinden, Türkiye gibi bir NATO ülkesinin kaybedil­memesinden gerçekten memnun olmuştu…”25 Türkiye’nin üzerinde hesabı olan, Türkiye üzerinden de oyun kuran, Türkiye’nin ulus­lar arası sistemin sınırları içinde kalması arzu­sunda olan uluslar arası aktörlerce, bir takım iç dinamiklerin, kırılganlıkların harekete ge­çirilmesi suretiyle, ülkenin iç karışıklıklara, krizlere, can kayıplarına sürüklenmesi ve askeri müdahaleye giden alt yapının hazır­lanması süreci bir kere daha tahakkuk etmiştir. Sonrasında yeni bir Anayasa ile kurumlar yeniden revize edilmiş, askeri vesayet tekrar sağlama alınmıştır. Darbe öncesi kurgulanmış süreç üzerinden, darbe sonrasında toplumsal, siyasal ve kurumsal bir dizayn gerçekleştirilmiştir. Türkiye’yi uluslararası yapı içerisinde, durması gerektiği noktadan, kendisine gösterilen köşeden kı­pır­dama imkânı tanımayacak sorunlarla meş­gul etme planı bir kere daha işlemiştir. Neticede; Demokrasi kaybetmiş, Türkiye kaybetmiş, Milli İrade kaybetmiş, Millet kaybetmiştir. … 28 Şubat 1997: Git ve 1000 Yıl Ortalıkta Görünme 12 Eylül’den sonra Özal’lı yıllar; yatırımlar, kalkınma hamleleri, teknolojik gelişmelerin ülkeye transferi, demokrasinin yeniden tesi­si, çabaları ile geçmiştir. Yönü Batıya dö­nük olmakla beraber, Ortadoğu ve İslam ülkeleri ile de ilişkiler gelişmeye başlamış­tır. 90’lı yıllar Soğuk Savaş’ın sona erdiği, Sov­­yetlerin çöktüğü, buna bağlı olarak, Or­tadoğu, Balkanlar ve Kafkaslarda yeni ça­­tışma alanlarının ortaya çıktığı, Orta As­­ya’da yeni devletlerin kurulduğu yıllar ol­muştur. 90’lı yılların Türkiye’sinde ise koa­lisyon ve ekonomik krizler yeniden gün­deme girmiştir. Bununla birlikte 90’lı yıllar Osmanlı muhayyilesinin yeniden canlandı­­ğı, Neo-Osmanlıcılığın popülarite kazandı­ğı, Siyasal İslam’ın yerel ve genelde yükselme­ye başladığı yıllardır.  90’lı yılların başından itibaren Siyasal İs­lam’ın belediyelerdeki başarıları ile başla­yan sürecin devamında, Siyasal İslam’ın Tür­kiye’deki en önemli temsilcisi olan Erbakan, 1996 yılı Haziran ayında koalisyon ortağı olarak Başbakan olmuştur. Erbakan başba­kan olur olmaz, daha başbakanlığının ilk aylarında Ekim 1996’da, İslam ülkeleri ile bir birlik kurma çalışmalarına başlamış, bu birliğin Türkiye’nin öncülüğünde teşekkül ettirmeyi amaçlamıştır. Bu amacını da açık­ça ifade etmekten çekinmemiştir. Bu bağ­lamda Başbakan sıfatıyla basına verdiği bir beyanatta; D-8’in İslam Birliği’nin çekir­deği olduğunu belirtmiştir. Resmi ziya­ret için Almanya’dan davet aldığını, ancak kendisinin önceliği İslam ülkelerine vere­ceğini, bu nedenle Almanya’ya ziyaretini er­telediğini, İslam Birliğini kurduktan sonra İslam âleminin temsilcisi olarak Almanya’ya gideceğini yine basın önünde net olarak ifade etmiştir.26 Erbakan’ın bunu Refah Partisi Genel Başkanı olmaktan ziyade Türkiye’nin Başbakanı olarak ifade etmesi şüphesiz ki ayrı bir öneme haizdir. Bunu hayata geçirmek üzere somut girişimlerde bulunmasının neticeye ulaşması durumunda küresel sistemde yapısal bir değişim getirece­ği aşikârdır. Bu durumun küresel aktörlerce göz ardı edileceği düşünülemez. Erbakan’ın bu hedeflerini dile getirmesi ve bu amaçla harekete geçmesiyle eş za­manlı olarak, ülke içinde “laiklik ve irti­ca” gibi kavramlar etrafında, ülkenin kı­rıl­­ganlıkları ve hassasiyetleri üzerinden ar­­ta­rak devam eden bir gerilim ortamı ka­mu­oyunda oluşturulmaya başlanmıştır. Si­vil bürokrasi, yargı, üniversite çevreleri, med­ya ve parlamentonun bir kısmı askeri bü­rokrasi ile eşgüdümlü hareket etmişlerdir. 4 Şubat 1997’de Ankara Sincan’da tanklar yürütülmüştür. 28 Şubat 1997’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alı­nan kararlar tarihe; 28 Şubat kararları, post modern bir darbe olarak geçmiş ve bin yıl süreceği ifade edilmiştir. Bütün bu gailelere rağmen Erbakan, İslam dünyasını derleyip toparlama hedefini sür­dürmeye, yürütmeye çabalamıştır. Niha­yetinde Bangladeş, Pakistan, Malezya, En­do­nezya, İran, Mısır ve Nijerya’nın katılım­larıyla 15 Haziran 1997’de Türkiye’nin ön­cülüğünde resmen D–8 adı ile bir birlik kur­maya muvaffak olmuştur. Ancak burada dikkatle ve önemle not edilmesi gereken, altı kalın kalın çizilmesi gereken husus; D-8’in kurulmasından 3 gün sonra 18 Haziran 1997’de Erbakan’ın istifa etmek zorunda kalması ve hemen sonrasında partisinin kapatılması ve kendisine siyasi yasak konul­masıdır. Bütün bunlardan sonra ise D-8 işlevsiz bir kuruluş haline dönüşmüştür. Türkiye bir kez daha küresel sistemin ba­ş aktörlerinin kendisine çizdiği sınırlar içe­risine, kendisine gösterilen köşeye “1000 yıl süreyle orada kalmak” arzusuyla gönde­rilmiştir. Neticede; İslam Dünyası kaybetmiş, Ortadoğu kaybet­miş, Anadolu Kaybetmiş, Türkiye kaybetmiş, Demokrasi kaybetmiş, Milli İrade kaybetmiş, Millet kaybetmiştir. … 15 Temmuz 2016: Yeni Bir Çağ Başlıyor 1997-2002 arası Türkiye’nin ağır ekonomik krizler ve koalisyonlarla geçirdiği bir nevi kayıp yıllar olmuştur. 2002’de tek parti, Ak Parti tarafından kurulan hükümetler dönemi başlamıştır. 2002’den sonrası dö­nem; hızlı bir altyapı – devasa üstyapı faali­yet­leri, başta savunma sanayi olmak üzere stratejik, ekonomik ve politik önemi de olan yerli ve milli yatırımlar, toplumsal ve siyasal alanda da 28 Şubat’ın etkilerini ortadan kal­dıracak demokratik adımlar dönemi olarak özetlenebilir. 2002 sonrası bir yandan AB uyum süreci ilerletilirken diğer yandan dış politikanın çeşitlendirildiği bir dönemdir. 59. 60. ve 61. Hükümet programlarında dış politi­kada aktifliğin benimseneceği,27 dış po­li­­ti­­kada çok yönlü ve çok boyutluluğa önem verileceği,28 dahası dış politikada temel hedefin Türkiye'yi bölgesel bir güç ve küresel bir aktör yapma ve uluslararası sistemin belirleyici ülkelerinden birisi ha­line getirmenin amaçlandığı net olarak belirtilmiştir.29 Somut olarak atılan adımlar, bu hedefler ile örtüşür mahiyette olmuştur. İran, Irak, Türkiye ve Suriye arasında “Şam­gen” adı verilen ortak vize anlaşmasına Mart 2011’de30 varılması, Türkiye ve Suriye arasında ortak Bakanlar Kurulu toplantısı yapılması31 Türkiye’nin bölgesel sorunlara doğrudan müdahil olmaya çalışması, daha­sı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın hem Baş­bakanlığı hem Cumhurbaşkanlığı döne­minde yapmış olduğu salon toplantıları ve kalabalık meydan mitinglerinde doğu­dan batıya, kuzeyden güneye İslam Dün­yası başkentlerine tek tek isimlerini sa­ya­rak selam göndermesi, Gana’dan32 BM genel kuruluna33 kadar çok çeşitli platform­lar­da “dünya beşten büyüktür” ifadesini dile getirerek tedavüle sürmesi, BM toplantı­larında başta Filistin olmak üzere İslam dünyasının çözülemeyen sorunlarını günde­me taşıması, açık ve net olarak bütün dün­yaya duyuracak şekilde “bu bölgede, bu coğrafyada artık bizde varız34” cümlesini ifade etmesi, IMF’ye olan borcun nihayete erdirilmesi gibi gelişmelerin küresel sistemin başat aktörlerince veya Cumhurbaşkanının ifadesiyle “üst akıl” tarafından not edildiğini söylemek mümkündür. Zira bu sözlerin reele dönüşmesi durumunda küresel sistemin yapısının yeniden şekillenmesi, yeni bir aktörün sahaya inmesi söz konusu olacaktır. …. Burada bir parantez açmak gerekmektedir. 2010 yılı Aralık ayında başlayan ve bir do­mi­no etkisi ile hızla yayılan Arap baharı ola­­rak nitelendirilen sürecin, ilk aylarda Türki­ye’ye bir alan açtığını söylemek mümkün­dür. Arap Baharının Mısır durağında 2011 Şubat’ında Mübarek devrilmiş, 30 Haziran 2012 yılında yapılan serbest seçimler ile Mursi Cumhurbaşkanlığına seçilmiştir. Mur­­si’nin, Mı­sır’ın Filistin politikasını Filis­tin le­hine değiştirmesi, sınır kapılarını aç­ma­sı, Türkiye ile yakın ilişkiler kurması ve hatta ‘2012 yılında Ak Parti kongresinin onur konuğu olması’35 gibi politikaları bu bağlamda dikkate değer gelişmeler olmuştur. 2 Temmuz 2013’de Mursi’nin bir askeri darbe ile devrilmesinden sonra Türkiye, meşru olmayan darbeci Mısır yönetimine, darbeci Sisi’ye mesafe koymuştur. Darbe sonrası Sisi’nin ilk icraatları arasında Ağustos 2013’te Filistin’e olan Refah sınır kapısını kapatması yeni döneme ilişkin önemli bir işareti olarak değerlendirilmiştir. Mısır’da Mursi’nin Darbe sonucu devrilmesi ile, İslam Dünyası kaybetmiş, Demokrasi kaybetmiş, Ortadoğu kaybetmiş, Mısır Hal­kı kaybetmiş, Türkiye kaybetmiştir. … Parantezi kapatarak Türkiye’nin serüveni in­celenmeye devam edildiğinde, Türkiye’nin kendi içerisinde yaptığı yatırımlar, bölge­sinde attığı adımlar, küresel ölçekte he­deflediği arzular; yeniden Türkiye’ye müda­hale edilmesi, çizilen politik sınırların için­de kalması, kendisine gösterilen köşeye dönmesine yönelik adımlarla karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Bu adımlar; ordu göreve pankartlarının açıldığı mitingler ile başlamış, akabinde Cumhurbaşkanlığı se­­çim­lerinde 367 milletvekili konusu or­ta­ya atılmış, 27 Nisan e-muhtırası ile de­vam etmiş, Ak Parti’ye kapatılma davası gündeme alınmış, gezi olayları ile farklı bir boyuta evrilmiş, 7 Şubat’ta MİT üzerinden denenmiş, 17-25 Aralık Yargı darbesi gi­rişimine kadar gelmiştir. … ve nihayetinde, bir Truva atı gibi milletin ve devletin içerisine sinsice sokulan, 40 yıldır beslenip büyütülen, bir şer şebekesi­ne, bir ihanet çetesine, FETÖ’ye mensup bir grup subay tarafından, emir komuta dışında 15 Temmuz 2016’da yine bildik bir yönteme müracaat edilmiş, askeri dar­be yapma girişiminde bulunulmuştur. 16 Temmuz 2016’ya girildiği ilk dakika­lar­da telefon ile TV’ye bağlanan Cumhur­başkanının halkı darbeye karşı sokaklara ve meydanlara çağırmasından sonra, halk köprülere, meydanlara, havalimanlarına akın etmiş, askere karşı direnç göstermiş, şehit­ler vermiş, gaziler vermiş, darbeye geçit ver­me­miştir. Kendi coğrafyasında kendisine rağmen ya­pılmaya çalışılan bir girişime bu defa izin vermemiştir. Ülkesine ve iradesine sahip çıkmıştır. Üst akla karşı kendi ülkesi ve coğrafyasında inisiyatifi eline almıştır. Bu gelişme; Türkiye, Ortadoğu ve İslam dünyası için bir milattır. Anadolu coğrafyasında başlayan bu yerli inisiyatif bölgeye de, İslam dünyasına da sirayet edecektir. Tarih içerisinde çağ açıp çağ kapayan bu coğrafya 15-16 Temmuz 2016’da bir kez daha bir çağı kapatmıştır. Türkiye, Ortadoğu ve İslam Dünyası için yeni bir çağ başlıyor. Bu defa; İslam Dünyası kazanmış, Ortadoğu kazan­mış, Anadolu kazanmış, Türkiye kazanmış, Demokrasi kazanmış, Milli İrade kazanmış Millet Kazanmıştır… Kaynaklar: 1- Oral SANDER, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, Osmanlı diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme, İmge Yayınları, 1993 Ankara, s.15-162- Osman TURAN, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ötüken Yayınları3- Halim DEMİR, İttihat ve Terakki Darbeler ve Sui­kastlar Tarihi, Ozan Yayınları, Ekim 2005, ss.124-1274- Şaban ÇALIŞ, Hayaletbilimi ve Hayali Kimlikler Neo-Osmanlıcılık, Özal ve Balkanlar, Çizgi Kitabevi, Konya 20015- Sabit DUMAN, Modern Ortadoğu’nun Oluşumu, Doğu Kütüphanesi Yayınları, 2010 İstanbul, s.206- Cemal ANADOL, Türk Siyaset Tarihinde Demok­rat Parti, Yeni Kuvayı Milliye Yayınları, İstanbul 2004, s.777- Cemal ANADOL, a.g.e., s.778- http://www.turktraktor.com.tr/kurumsal_genel.aspx?id=78 9- http://www.tulomsas.com.tr/main.php?kid=67 10- http://www.tpao.gov.tr/tp5/?tp=m&id=93 11- http://www.turkishairlines.com/tr-tr/kurumsal/tarihce 12- http://www.metu.edu.tr/tr/tarihce 13- http://www.ege.edu.tr/d-5/Tarihcemiz.html 14- https://www.atauni.edu.tr/#!sayfa=rektorluk-universite-tarihcesi 15- Erdal ŞEN, Başbakan Adnan Menderes’in Hayatı, Bir Yiğit Vardı, Hazine Yayınları, s.18016- Erdal ŞEN, a.g.e., s.18317- Mehmet Ali BİRAND, Türkiye’nin Avrupa Macerası, Doğan Kitap, 10. Baskı, Şubat 200018- Baskın ORAN (Edt.), Türk Dış Politikası Cilt 1 1919-1980, İletişim Yayınları, s.52019- Baskın ORAN, a.g.e., s.68120- Süleyman KOCABAŞ, 12 Mart 1971 Darbesi'nin sebepleri ve sonuçları, http://www.yenisafak.com/hayat/12-mart-1971-darbesinin-sebepleri-ve-sonuclari-209532221- Abdulvahap AKINCI, Türkiye’nin Darbe Geleneği: 1960 ve 1971 Müdahaleleri, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi  İİBF Dergisi, Nisan 2014, 9(1), s.6622- Baskın ORAN, a.g.e., s.70223- Tanel DEMİREL, Adalet Partisi, İletişim Yayınları, 2004 İstanbul, s.74-7524- Tanel DEMİREL, a.g.e., s.7825- Mehmet Ali Birand, 12 Eylül Saat 04:00, Karacan Yayınları, 10. Baskı 1984, s.28626- Mehmet Ali BİRAND, 28 Şubat, Doğan Kitap, 2012, s.16227- T.B.M.M. (2003),  I. Erdoğan Hükümeti Programı (59. Hükümet), 22. Dönem, 8. Cilt, 49. Birleşim, https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/td_v2.sayfa_getir?sayfa=118:137&v_meclis=1&v_donem=22&v_yasama_yili=&v_cilt=8&v_birlesim=049  28- T.B.M.M. (2007),  II. Erdoğan Hükümeti Programı (60. Hükümet), 23. Dönem, 1. Cilt, 8. Birleşim, https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/td_v2.sayfa_getir?sayfa=105:126&v_meclis=1&v_donem=23&v_yasama_yili=&v_cilt=1&v_birlesim=008   29- T.B.M.M. (2011),  III. Erdoğan Hükümeti Programı (61. Hükümet), https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP61.htm30- Şamgen'de anlaşma sağlandı, Hürriyet Gazetesi, 7 Mart 2011, http://www.hurriyet.com.tr/samgende-anlasma-saglandi-1720319631- Türkiye Suriye Ortak Kabine Toplantısı, Haber 7, http://www.haber7.com/siyaset/haber/444407-turkiye-suriye-ortak-kabine-toplantisi32- http://www.yenisafak.com/video-galeri/haber/ganadan-tekrar-etti-dunya-besten-buyuktur-2085145?type=2&refid=242645433- Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, http://www.tccb.gov.tr/haberler/410/1373/dunya-5ten-buyuktur-bm-kuresel-ve-bolgesel-sorunlara-agirligini-koymalidir.html34- Bu bölgede, coğrafyada biz de varız, Anadolu Ajansı, 24.05.2014, http://aa.com.tr/tr/politika/bu-bolgede-cografyada-biz-de-variz/15690635- Ak Parti Kongresi'nde ağır konuklar, Hürriyet Gazetesi, 30.09.2012, http://www.hurriyet.com.tr/ak-parti-kongresinde-agir-konuklar-21588818

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Eylül
Konu resmi15 Temmuz: Müslümanlar Kardeştir!
Tarih

İslam Dün­yası STK’ları Birliği (İDSB) yurt içi ve yurtdışı üyelerinin katıldığı, milletimizin hür iradeleriyle seçtikleri hükümetimize ve Cum­hurbaşkanımıza desteklerini ifade et­mek ve bu hain kalkışmayı lanetlemek üze­re 1 Ağustos 2016 tarihinde MÜSİAD Toplan­tı Salonunda “İslam Dünyası Türkiye’nin Yanında” başlıklı bir basın toplantısı düzen­lemiştir. İslam Dünyası Türkiye’nin Yanında! 15 Temmuz gecesi Hükümetimizin ve Sayın Cumhurbaşkanımızın nezdinde Türk Milleti menfur bir darbe giri­şi­mi ile karşı karşıya bırakılmıştır. İslam Dün­yası STK’ları Birliği (İDSB) yurt içi ve yurtdışı üyelerinin katıldığı, milletimizin hür iradeleriyle seçtikleri hükümetimize ve Cum­hurbaşkanımıza desteklerini ifade et­mek ve bu hain kalkışmayı lanetlemek üze­re 1 Ağustos 2016 tarihinde MÜSİAD Toplan­tı Salonunda “İslam Dünyası Türkiye’nin Yanında” başlıklı bir basın toplantısı düzen­lemiştir. Basın toplantısına 50’nin üzerinde yerli STK baş­kanları ve temsilcilerinin yanı sı­ra As­ya-Pasific, Hindo-Pak, Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde faaliyet göstermekte olan yurtdışındaki üye STK’ları da iştirak et­mişlerdir. İDSB Genel SekreteriAv. Ali Kurt’un Konuşması 63 ülkeden 312 STK’nın çatı kuruluşu olan İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Bir­liği (İDSB) olarak, vatandaşlarımızın hür iradesiyle belirlenen meşru hükümete ve yarısından fazlasının oyunu alarak seçilen Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Er­doğan’a karşı girişilen menfur askeri darbe teşebbüsünü şiddetle tel’in ediyoruz. Aziz milletimiz, 15 Temmuz günü kadı­nıyla-erkeğiyle, yaşlısıyla-genciyle Başkomu­tanının çağrısı üzerine, halkına ağır silahlar­la saldırmaktan çekinmeyen haşhaşi terör örgütü karşısında canını siper etmiş ve 40 yıldır hazırlanmakta olan hain bir planı bir gecede bozguna uğratmıştır. Bizler gece yarısı okunan sala ve ezanları Irak’ta işitmiştik. Tanklarla, uçaklarla gözü­nü kırpmadan kendi halkını katleden cani­leri Suriye’de görmüştük. Bir gün aynı hadise­leri kendi memleketimizde de yaşayacağı­mıza hiç ihtimal vermemiştik. Darbeciler o gün gerçekten Ebrehe’nin fil­leri gibi mağrur ve saldırgan idiler! Ama 1960’dan bu yana gerilmiş bir yay gibi bekleyen öfkeli ve kararlı Ebabil’leri unut­tular. Bu necip millet, geç saatlerde gelen tek bir telefon mesajıyla milyonlarla sokağa döküldü ve bu hainlerle ölümüne mücade­le eden emniyet güçleriyle, keza darbeye kar­şı çıkan askerleriyle birlikte canını hiçe saya­rak muhteşem bir direniş gösterdi. Sadece bir gecede, evet bir gecede, sabaha kadar binlerce destan yazıldı. Bu aziz toprakları korumak üzere kendi­leri­ne teslim edilen silahlarla kendi milletini, kendi emniyet güçlerini, kendi meclisini bombalayabilecek kadar gözü dönmüş bu ihanet çetesine hak ettikleri cevap elhamdü­lillah en güzel şekilde verildi. Bu hain yapılanmaya mensup olanlar, yıl­larca dinler arası diyalog gibi son derece kirli bir proje altında, Müslümanlara karşı şedit, kâfirlere karşı merhametli bir yakla­şım içinde, uluslararası karanlık mihverlerin sadece memleketimizde değil, tüm İslam dünyasında truva atı oldular. Tesettür gibi temel hakikatlere füruat dediler, maksatları­na ulaşmak için her türlü kumpası, yalanı ve hileyi mubah gördüler. Askeri dönem, sağ veya sol, hiç fark et­meden her iktidar döneminde virüs gibi büyüyerek gelişen bu haşhaşiler, birlik ve beraberliğimizin ana omurgasını teşkil eden manevi değerlerimize ve iman esaslarına yö­nelik planlı tahribatlar yaptılar. Asırlarca bu ümmetin kabulüne mazhar temel esas­larımızı dini faaliyet kisvesi altında sarsmaya çalışarak selim kalpleri ifsad ettiler. Cemaat, yargı ve asker kavramlarına zarar verdiler. Ama unuttular ki, Cenab-ı Hak hayru’l-ma­kirindir. Tuzakları boşa çıkarandır. Güzel yurdumuzun kılcal damarlarına kadar sızan bu hainlerin planları, Allah’a sonsuz hamd ü senalar olsun ki neticesiz kaldı. İçerden dışardan hainlerin destekleriyle bun­ca yıldır yapılan hazırlık, bir kaç saat içinde Allah’ın inayetiyle hezimete uğradı. Ülkeyi bölmek için tezgâhlanan oyun, kalpleri birleştirdi. Kahraman bir milletin bir asırdır baskı al­tında tutulan direniş ve kardeşlik ruhu, el­hamdülillah dizginleri ele aldı. Bu birlik ve kardeşlik anlayışını rehavete kapılmadan, iç ve dış mihrakların oyununa gelmeden mu­hafaza etmek ve devam ettirmek zorundayız. Yalnız İstanbul ve Ankara’da değil, doğu­suyla batısıyla bütün vatan sathında tutulan meydan nöbetlerini, sadece muhteşem bir sahiplenme olarak değil, aynı zamanda da­hili ve harici düşmanlara verilen kuvvetli bir mesaj olarak görüyoruz. Başta BM, Amerika ve Avrupa devletleri ol­mak üzere uluslararası kamuoyu her zaman­ki gibi bizi hiç şaşırtmayan çifte standart ve duyarsızlık içinde üç maymunları oynadılar. Paris’te, Brüksel’de, Londra’da acılarını pay­laştığımız bu demokrasi münafıkları, iki yüzün üzerinde şehid, binlerce yaralı ver­di­ğimiz bu darbe teşebbüsünde sivil hal­kın birlik ve beraberlik içinde kendi irade­sine sahip çıktığı bu muhteşem direnişi gör­me­diler. Mısır’da, Suriye’de, Yemen’de ama maalesef hep bizim coğrafyamızda yapa­geldikleri gibi anlamak istemediler. Yıllarca emek vererek besledikleri haşhaşi müttefiklerinin halkın sillesiyle bozguna uğ­ratılmasından çok rahatsız oldular. Batı dünyasının bu duyarsızlığına bedel, İslam coğrafyasının dört bir tarafındaki kardeş­lerimiz bizim derdimizi yüreklerinde paylaştılar. Bazı ülkelerde yaşanan benzer sıkıntılara rağmen bizimle birlikte onlar da sokaklara döküldüler. Bir ümmet şuuruyla bizim için yaptıkları samimi dualar, destek mitingleri ve gönderdikleri mesajlar en güçlü dayanak noktalarımızdan biri oldu. Bu coğrafya bugün burada olduğu gibi, ken­di değer yargıları içinde birlik ve beraber­li­ği daha da güçlendirmek zorundadır. Önü­müzdeki bu emsal problemlerden tek çıkış noktamız aramızda tesis edeceğimiz bu tev­hid ruhudur. Bizler ittihad-ı İslam’a sözde değil, özde sahip çıkmak mecburiyetindeyiz. İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Bir­liği işte bu gaye ve maksatla kurulmuş aynı binanın taşları hükmünde bir kardeşlik ve birlik projesidir, bir himmet seferberliğidir. Bugün karşılaştığımız bu menfur ve müessif darbe teşebbüsü karşısında kardeşlerimiz, “İslam Dünyası Türkiye’nin Yanında” başlığı altında yanımızda yer alarak bu kardeşlik ruhuyla Asya-Pasific’ten, Hindo-Pak ülke­leri­ne, Ortadoğu ve Afrika’ya uzanan bir coğrafya içinde dayanışma gösterdiler. Darbenin ilk saatlerinden itibaren, dünya­nın dört bir tarafından binlerce göz yaşar­tıcı destek mesajları aldık. Bu vesileyle kar­deşlerimize bir kez daha teşekkür ediyoruz. Son olarak, yaşadığımız bu dehşetli hadise bize gösterdi ki birlik beraberliği muhafaza etmek sadece lafla olmaz. Bizler bundan sonra FETÖ benzeri, kim oldukları belir­siz, kökleri olmayan nevzuhur müfsid hareket­lere fırsat vermemeli, def’-i mefasid’in celb-i menafi’den evla olduğunu gözden uzak tut­mamalıyız. Bir milletin birlik ve beraberliğini boza­cak en önemli tehlikenin, temel referans­larımıza ve değer yargılarımıza yapılan bilinçli müfsid saldırılar olduğunu unut­mamalı, hazır kıta bekleyen yeni taşeron­ların aramızda tekrar fitne çıkarmaları­na izin vermemeliyiz. Özellikle başta Di­yanet İşleri Başkanlığımız olmak üze­re dini otoritelerimiz ve sivil toplum ku­ruluşlarımız paralel devlet kadar, para­lel din ve itikad anlayışına da karşı çık­malıdırlar. İyi bilinmelidir ki Kur’an’ın tesis ettiği tev­hid ve iman esasları, İslam cemiyetinin ana direğidir. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur. Bu vesileyle darbe teşebbüsünde şehid düşen kardeşlerimize Allah’tan rahmet, geride ka­lan yakınlarına sabr-ı cemil ve yaralılarımıza acil şifalar diliyoruz. Bu ihaneti duyduğu ilk andan itibaren bu darbenin karşısında dimdik duran ve aziz halkımızı sokaklara ve meydanlara sahip çık­maya davet eden Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a hususan teşek­kür­lerimizi arz ediyoruz. Keza kararlı bir şekilde darbeye karşı çıkan ve geri adım atmayan hükümetimize, sa­vaş uçaklarının bombardımanı altında faali­ye­ti­ne devam eden TBMM’nin değerli üyeleri­ne ve tüm siyasi partilerimize, emniyet güç­lerimize, askerlerimize ve özellikle başko­mutanının yanında cansiperane saf tutan silahsız kuvvetlerimize, aziz halkımıza ve sivil toplum kuruluşlarımıza, dualarıyla biz­lere destek olan tüm İslam dünyasına teşekkürü bir borç biliyoruz. Bu alçak girişimin faillerinin en kısa zaman­da tasfiye edileceğine ve hak ettikleri en ağır biçimde cezalandırılacaklarına inancımız tam­dır. Kamuoyuna saygılarımızla arz eder, katılım ve destekleriniz için teşekkür ederiz. Farklı ülkelerden basın toplantısına iş­tirak eden, bir kısmı da yurtdışı canlı yayın bağlantısıyla katılan diğer STK temsilcilerinin verdikleri mesajlar: SRİ LANKA - Serendib İnsani Yardım Vakfı - Mohideen Abdul Rahuman Serendib İnsani Yardım Vakfının ve Sri Lanka Halkı adına Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayip Erdoğan ve Türk milletini, böyle bir darbeyi yendikleri için tebrik ederim. Türk milletinin uzun zamandır askeri darbelerden neler çektiğini ve şimdi Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin ne kadar geliştiğini de bütün dünya biliyor. Biz dua ediyoruz ki Allah Türkiye’yi, Türk milleti­ni ve liderlerini düşmanlarından korusun. Allah Türkiye’ye cesaret ve güç versin. PAKİSTAN - Alkhidmat Foundation - Muhammad Abdus Shakoor 15 Temmuz gecesi, Türkiye’de darbe giri­şiminin başladığını duyunca tüm Pakis­tanlılar bundan çok rahatsız oldular ve ya­taklarından kalkıp dua etmeye başladılar. Şükürler olsun ki Allah Türk milletini ko­rudu. Türk milleti Cumhurbaşkanları Sa­yın Recep Tayip Erdoğan’ın emrine uyup demokratik haklarını korumak için hemen harekete geçti ve bütün dünya için çok güzel bir örnek teşkil etti. Bu askeri darbeler Türkiye’ye çok zarar verdiler, ama şimdi Sayın Cumhurbaşkanı Türkiye’yi birleştirip öyle bir hale getirdi ki hiç bir düşman artık size zarar veremez. Biz hep şunun için dua ediyoruz ki, Rabbimiz Türkiye’yi ve liderlerini korusun. Bu sayede hem Türkiye, kendisi gelişecek hem tüm dünya için güzel bir örnek olacak. Pakistan Alkhidmat Vak­fı olarak biz Türkiye’deki kardeşlerimizin yanında, her türlü yardım ve fedakârlık için hazır olduğumuzun bilinmesini isteriz. Allah Türkiye’ye yardım eylesin. MALEZYA - Society for The Enligh­ten­ment of The Ummah Malaysia - Ahmad Azam Ümmetin Aydınlanması Derneği - WADAH ve Malezya halkı adına 15 Temmuz tarihinde Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdo­ğan’ı ve Türk milletini, demokrasiyi ve insan haklarını savunurken gösterdikleri cesaret ve fedakârlık için tebrik ederiz. Başarısız darbe girişimi Türkiye’de bir kargaşa mey­dana getirmeyi hedefliyordu. Lakin bu ba­şarısız teşebbüs, günümüzde yöneten ve yönetilen arasında nasıl bir bağın olması gerektiğini göstermesi açısından fevkalade önemlidir. Türkiye son 10 yılda demokrasi alnında büyük adımlar attı. Bu çok güç elde edilen adımları korumak ve yüceltmek çok büyük meziyettir. Sayın Türk Milleti ve Sayın Ekselansları Recep Tayyip Erdoğan, Ekselanslarının liderliğinde Türkiye, siyasi ve ekonomik alanlarda dünyanın önde gelen süper güçleri ve oyun kurucuları arasında yer almıştır. Biz bu liderlik altında Türkiye’nin Çin’den Arjantin’e kadar dünyaya model olacak bir demokrasi olarak gelişeceğine ve bu yolda nice başarılara imza atacağına inancımız tamdır. Yine ekselanslarının liderliğinde Türkiye, tüm dünyaya, modern bir devletin Suriyeli mülteciler başta olmak üzere yardıma ih­tiyaç duyan insanlara nasıl güvenli ve şefkatli bir yuva, nasıl bir yardım kapısı olabileceğini de bir kere daha göstermiştir. Ayrıca Türkiye’nin Filistin ve diğer ül­ke­lerde ezilen Müslümanların haklarını nasıl savunduğunu, oralara nasıl yardım ulaş­tırdığını hiç kimse inkâr edemez. Bu nedenle biz, Türkiye’nin bu dinamizminin ve duruşunun tüm Müslüman dünyası için çok güzel bir örnek olduğuna inanıyoruz. Sayın Ekselansları, biz dua ediyoruz ki liderliğinizdeki Türkiye Allahu Teâlâ’nın yardımıyla her zaman güçlü kalacak, her türlü iç ve dış tehditlerin üstesinden gelecektir. İnanıyoruz ki sayenizde Türkiye bu zor günleri hızla atlatacak ve daha güçlü olarak doğrulacaktır. Dünyanın her köşesindeki Müslümanlar Türkiye’nin başarısı ve huzuru için dua etmeyi hiç kesmeyecekler. Türkiye artık bundan böyle sadece Rumi ve Nursi gibi büyük isimlerle değil, aynı zamanda Erdoğan’ın ismiyle de hatırlanacak. Lütfen en içten dileklerimizi ve selamlarımızı kabul ediniz. Biz “bir” ümmetiz. Selamlarımızla… LİBYA - Libya Verenel Derneği - Şükrü Cüveyli Öncelikle, bu olayda şehit olan kardeş­leri­mize Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar dilerim. Libya’da bir sivil toplum kuruluşu başkanı ve İDSB konsey üyesi olarak Türkiye’de 15 Temmuz tarihinde başlayan ve başarısızlığa uğrayan darbe girişimini şiddetle kınıyorum. Bu darbeyi planlayan, gerçekleştiren ve destekleyenleri terörist ola­rak görüyorum. Bu çete hakları ve yasalları ve hakları ihlal ederek kanun dışı bir eylem gerçekleştirmeye kalktı. Biz Libya’dan Türk halkı iradesini destekliyoruz. Darbeye karşı ve darbeyi planlayanlara karşı Türkiye hü­kümeti tarafından güvenliği sağlamak ama­cıyla alınan her karara ve uygulamaya da destek veriyoruz. LÜBNAN - Cemiyet’ul Waii Velmuwasah - İmad Said 15 Temmuz tarihinde gerçekleştirilen darbe girişimi haberi bizleri çok üzdü. Öncelikle darbe girişiminde şehit olan kardeşlerimize Allah’tan rahmet yaralılara şifa kalanlara Sabri-cemili niyaz ediyorum. Bu darbe seçilmiş si­vil hükümete, devlet kurumlarına, halka ve demokrasiye karşı olmuştur. Herkesin bildiği gibi bu darbenin temel hedefi hükümete el koymak ve sıkıyönetimi getirmekti. Biz bu darbe girişimini şiddetle kınıyoruz ve biz buradan Türk halkını ve hükümetini zalim cuntacıların karşısında birliğe ve beraberliğe davet ediyoruz. Darbeciler darbeyi yapar­ken insanların haklarını ihlal ettiler. İnsanları öldürdüler; çevreye ve demokrasiye zarar ver­diler. Biz her zaman Türkiye’nin yanın­dayız; dualarımız gece gündüz devam ediyor. Filistin meselesi başta olmak üzere Türkiye hükümeti ve halkının ilgi noktası olmuştur. İslam dünyasının derdi onların derdidir. Aynı zamanda Lübnan savaşında da Türkiye’nin duruşu çok farklıydı. Hep mazlumların yanında... Rabbim bu diyarları korusun. Güveni ve barışı nasip eylesin. SOMALİ - Al Tadamun - Abdurrahman Ali Somali halkından saygı ve selamlar olsun. Türkiye halkına ve hükümetine İDSB ara­cılığı ile tebriklerimizi sunmak istiyorum. 15 Temmuzda gerçekleşen darbe girişiminin ilk anından itibaren -Somali halkı olarak- sabaha kadar sokaklarda kalıp Türkiye için dua ettik. Gelişmeleri sürekli takip ettik. Allah’a çok şükür, Türkiye halkı, birliğin ve beraberliğinin ne demek olduğunu bir kere daha gösterdi. Darbe girişimi hedeflerine ulaşamayınca, başarısızlığa uğrayınca, biz çok mutlu olduk ve Türk kardeşlerimiz ne kadar sevindiyse biz de o kadar sevinmişizdir. Hep dua edeceğiz ki Allah Türkiye’yi ve Başkomutan Tayyib Erdoğan’ı korsun. Biz istiyoruz ki Türkiye her zaman birlik ve barış içinde olsun ve diğer Müslümanlara hatta tüm dünyaya örnek olsun. Rabbim bu zor günleri tekrar yaşatmasın. FAS - İslah ve Tevhid Hareketi Başkanı - Abdurrahman Şihi Öncelikle, biz her zamanki gibi nerede olursa olsun ve hangi şartlarda olursa olsun devlet kurumlarına ve seçilmiş hükümetlere karşı yapılan her türlü darbeyi kınıyoruz. Türkiye’de yapılan darbe girişimi, Allaha şükür Türk halkının dirayeti ve seçilmiş hükümetinin yanında durarak bu darbeyi püskürttü. Biz en baştan bu darbe girişimini kınadık, kınamaya devam ediyoruz. Ve biz inanıyoruz ki darbeyi bir tek halk püskürtebiliyor, bunu da Türkiye’de gördük. Türk halkı el ele omuz omuza tankların karşısına çıktı. Birlik ve beraberlik çok önem­lidir. Türk halkı bu günlerde demokrasi ve istikrar mücadelesi veriyor. Biz her zaman Türk halkının yanındayız. Darbeye karşı duranları -devlet memuru olsun, normal vatandaş olsun- herkesin duruşunu takdir ediyoruz. Darbeler hiçbir zaman istikrar ve güvenlik getirmez. Dünyada birçok örnek var. Bu darbelerden bir tek İslam ve ümmet düşmanları istifade ediyor. SUDAN - Munazzamat’ul Dava İslamiye - Abdulrahim Ali Allahu Ekber. Yine de ki: Hak geldi; bâ­tıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mah­kûmdur. Türk halkı başta olmak üzere, tüm Müslümanları bu zaferleri ve darbeyi başa­rısızlığa uğrattıkları için kutluyorum. Bu darbe girişimi Sudan ve diğer İslam dünyası ülkelerini çok rahatsız etmiştir. Ve biz ilk defa Türkiye’deki tüm siyasi partilerin meş­ru hükümetin arkasında durduğunu gör­dük. Sudan halkı gelişmeleri an be an takip etti; Türkiye için gece gündüz dua etti, namaz kıldı. Bu darbenin başarısız olduğu an Sudanlılar çok sevindiler ve birbirlerini kutladılar. Türkiye’de darbeler Atatürkizm ve Kemalimizle birlikte başladı. Sonradan Arap ülkelerine taşındı. Bu hastalık, Arap dünyasında yaygınlaştı ve bir (moda) oluş­tu. Bu hastalık (darbeler) bütün Arap ül­ke­lerine bulaştı, insanların hayatını ber­­bat etti. Ümit ediyorum ki bu darbe gi­ri­­şi­mi darbelerin sonu olacaktır. Hem Tür­kiye için hem de İslam dünyası için. Böy­lece hâkimiyet milletin olur. Osmanlı döne­minden sonra başlayan militarizm ve kema­limiz dönemi artık son bulsun. Sudan halkı sizleri çok seviyor. Keşke Türk halkı, Sudan halkının gazetelerde yazdıklarını oku­yabilse, toplantılarda Türkiye hakkında ko­nu­şulanları anlayabilse. Bu olay İslam dünyasının tek vücut olmasına bir fırsattır. Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vü­cuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar. Bu bir rahmettir. Allah sizinle beraberdir. İNGİLTERE - Munezzemat’ul Muntada İngiltere - Halit Fevvaz Bu zaferin arkasında duran Türk halkına Al-Muntada El-İslami kuruluşu ve Suu­di Arabistan halkı adına tebriklerimi sunmak istiyorum. Ümmet için ve Türkiye için tanklara meydan okuyan bu halk, Türkiye’nin 12 yılda elde ettiği kazançları ve başarıları yok etmeyi hedefleyen darbe girişimini engellemiş oldu. Türkiye’nin dar­belerden neler çektiğini herkes biliyor. Bu darbe başarılı olsaydı, Türkiye eski darbe zamanlarına dönmüş olacak ve elde ettiği başarılar yerle bir olacaktı. Darbeler hiçbir zaman ülkeleri yükseltmez, cuntacılar hiç­bir zaman kendi ülkelerin menfaatlerini düşünmemişlerdir. Türkiye tarihini incele­yen daha iyi anlar. Şüphe yok ki Türkiye AK Parti döneminde siyasi, ekonomi ve diğer alanlarda iyi adımlar atmıştır. Bu başarılara vesile olan T.C. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a en içten teşekkür ve saygılarımı sunmak istiyorum. Bu za­man­larda özellikle Müslümanların en çok ih­tiyaç duyduğu birlik ve beraberliği Tür­ki­ye’de görüyoruz. Türkiye hükümeti ve STK’ları her zaman mazlum halkların ya­nında durmuştur. Filistin, Suriye, Somali, Myanmar ve diğer mazlum bölgeler buna şahittir. Türk STK’ların çalışmaları dünyanın dört bir yanında devam etmektedir. Nerede kriz varsa Türk STK’lar oradadır. ENDONEZYA - Indonesian Humanitarian Committe - Oke Setiadi Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayip Erdoğan’a karşı bir darbe gelişimi sonucunda yaklaşık 300 kişinin hayatını kaybettiğini haber aldık. Allah onlara şehadet nasip etsin ve rahmet eylesin. Binden fazla kişinin yaralandığını işittik. Allah onlara acil şi­falar versin. Allah Türkiye’de demokrasiyi, insanlığı ve özgürlüğü korusun. Recep Er­doğan beye Endonezya’dan selamlar gön­deriyoruz. BANGLADEŞ - Social Agency for Welfare and Advancement i - A. Raseduzzaman Selamün Aleyküm! Yakın zamanda Türki­ye’de bir askeri darbe girişimi olduğunu iyi biliyorsunuz. 15 Temmuz tarihinde ba­zı gözü dönmüş ne yaptığını bilmez askerler tarafından dâhili ve harici telkin­lerle gerçekleştirilmeye çalışılmış olan bu askeri darbeyi kınıyoruz. Bu ihanet, doğ­ru­dan Türk Milleti’nin hür iradesine kar­şı gerçekleştirilmiştir. Çünkü Ak Parti hü­kümeti, Türk Milleti tarafından hür iradeyle çoğunluk oyla seçilen bir hükümettir. Bu darbe girişimi, Türkiye’de iktidarı devirip demokrasiyi gömme girişimidir. Tekraren, biz bu demokrasi karşıtı ihanet hareketini lanetliyoruz. Biz Sayın Cumhurbaşkanı Re­cep Tayyip Erdoğan’ı karizmatik ve ce­sur liderliği ile bu darbeye karşı durup ülkesindeki demokrasiyi ayakta tuttuğu için tebrik ederiz. Türkiye’deki kardeşlerimize ülkelerindeki demokrasiyi korudukları için tebrik ve desteklerimizi sunarız. Türkiye’nin kalkınması ve daha ileriye gitmesi için Al­lah’a dua ederiz. Allah’a emanet olunuz… YEMEN- Şebeket’u Nema-Abdulrakip Ubad Türkiye’de yaşanan olaylar, Allah’ın bir ni­metidir. Allah (cc) buyuruyor ki; “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatır­layın. Hani bir topluluk size el uzatmaya kalkışmıştı da, Allah (buna engel olmuş) onların ellerini sizden çekmişti. Allah’a karşı gelmekten sakının. Müminler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” Allah’ın bu hain elleri Türk halkından nasıl çektiğini gör­dük. Hatta Allah onların şerrini bölgeden, davetten ve İslam’dan uzaklaştırdı. Şüphe yok ki Allah inananları savunur. Allah’ın nimetlerinden bir tanesi de, mazlumlar ve haksızlığa uğrayanların yanında olmasıdır. Türkiye İslam’ın ve bu davetin kalesidir, başlangıç noktasıdır. Allah’ın bir nimeti de bu darbeci zalimlerin ellerini çekmesidir. Şüphe yok ki CB Recep Tayyip Erdoğan uyanık olmasaydı, tedbirleri almasaydı, bu zaferi yaşamak imkânsız olacaktı. Halkın polisle ve istihbarat birimleri ile el ele hareket etmesi de bir nimettir ve büyük bir zaferdir. Biz gördük bütün devlet kurumları tek vü­cut gibi bu darbeye karşı durdu. Bu halk, Al­lah’ın takdir ettiği bu nimeti unutmamalıdır. Ben dâhil milyonlarca Müslüman çok zor bir gece geçirdik. Fakat insanların ümit ve moral kaynağı salat ve ezan seslerini duyunca, “Allahu Ekber!” diyerek zaferin geleceğinden emin olduk. İnsanları göğüsleri ile tankların karşısına durduklarını görünce zaferin ya­kın olduğuna inandık. Çünkü insanlar dar­becilerden daha güçlüdür, imanları ile yaşam mücadelesi verdiler. En son darbeciler çıkış bulamayınca silahlarını ve kendilerini teslim ettiler. Bu Allah’ın bir nimetidir. Onun için Allah’a çok şükür ve hamd etmemiz lazım.

Metin UÇAR 01 Eylül
Konu resmiÖmer Halisdemir'e Mektup!
Tarih

Ankara Kızılay’da nöbet için beklerken Metro Camiinde yatsı namazı kılarken birden kalbime geldin; namazda bir türlü aklımdan çıkmadın, içimden şu satırları yazmak geldi sana Ömer!  Seni bilmezdik Ömer. Öyle ya nere­den bilecektik seni… Güzel Anadolu insanımızın numune-i imtisal olacak güzelliklerini barındıran bir kişilikte oldu­ğunu, nereden bilebilirdik? Ancak çalıştığın yer, akrabaların, komşuların bilirdi seni. Fakat şimdi bütün Türkiye, hatta bütün dünya tanıdı seni Ömer. Hem de ne tanıdı. Dualarla, minnetlerle, hasretle, gıptayla… O arı duru yüzüne bakınca, O “Çanakkale Geçilmez”in ne olduğunu bu zamanda gösteren, “Türkiye Geçilmez” dedirten, o derinlikli aslan parçası bakışlı resmine bakınca, öyle bir duygulanıyorum ki, nasıl ifade etsem; ailemizin bir ferdi gibisin be Ömer! O ihanet gecesinde 240 şehidimiz var Ömer; sen o şehitlerin belki de en çok bahsi geçenisin… O kurşunu atıp o zalim Tuğgenerali ge­bertmeyi göze aldın ya! Akıllara ve kalplere girensin! Senin gibi helal süt emmiş Vatan evladı olan komutanın Zekai Aksakallı’nın vur emrini tereddütsüz yerine getirdin ya! Biliyor mu­sun, işte o itaatin bir dönüm noktası oldu Ömer! Kim bilir o emirden sonra aklına neler gelmiştir. Evladın, eşin, ailen, istikbalin vardı, ama sen vatanın istikbalini düşündün. Aslında hakikatte aileni de, bizi de, vatanı da hat­ta bütün âlem-i İslam’ı düşündün ve düşündüklerini de düşünüp kendini feda ettin. Vallahi seni çok seviyoruz. Billahi seni çok seviyoruz. Çoooook sevdik seni Ömer’imiz. Adın gibi Ömer’sin, soyadın gibi Halis ve hainlerin karşısında Demir gibisin Ömer. Sonrasında ne mi oldu? Darbe bastırıldı, hainler tutuklandı, Her darbede ezanlar susturulurdu; o gece ise, ezanlar, selalar darbeleri susturdu. Millet tankları kovaladı, bedenini siper etti. “Meydanlara!” dedi Başkomutan ve millet kendine, namusuna, iradesine, vatanına sahip oldu. Senin o alçağı geberttiğin görüntüler geldi ekrana, öyle keyif veriyor ki o anı seyretmek Ömer… Biliyor musun Ömer, artık yeni doğan evlatlara senin de adın veriliyor, Ömer Halis olarak… Bu şerefsizlerin el konulan okullarına senin ismin veriliyor ve daha nice nice yerlerde ismin yad edilecek. Vallahi gıpta ediyorum Ömer. O üniformalı resmin var ya! Yüreğimizi yakan o bakışların var ya Ömer, Ömer’imiz, Ömer Halis Demir. Şehadetinle yüreğimizi yaktın ama milletin, ümmetin yüreğini ferahlattın. Ne diyelim, ne mutlu sana, Allah seni sevmiş ki sana böyle bir paye bahşetti. Öldüğünü bilmeyen diriler sınıfına girdin. Evet Ömer! O gece niceleri gibi bizlerde çıktık, duru­lur muydu hiç evde, ama nasipli olanlar sizlermişsiniz. Şehitler olacak ki, millet yaşasın.  Yaşatmak için öldünüz, ama öldüğünü bil­meyen dirilersiniz şimdi. *** Senin gibi nice kahramanlarımız var, Ömer! Hainlerin karşısına Boğaz Köprüsüne, şim­di ismi 15 Temmuz Şehitler Köprüsü oldu; bir bayan olarak tek başına çıkan ve hainlere kafa tutan Şerife bacılarımız var. Tankın altına yatarak ölümü öldüren Me­tin’lerimiz var. Yanındakiler vurulduğu halde geri dönme­yen yiğitlerimiz var. Yüksekçe binaların çatılarına çıkıp jet­lere “Hadi gel! Hadi gel!” diyen Serden­geç­tilerimiz var. Babalı-evlatlı şehitlerimiz var. Nice gencimiz, yaşlımız, kadınımız var. Anadolu var. Sen varsın Ömer. Kim bilir, şimdi belki o gece destan yazan şehitlerle hep bir aradasınız. Zira şe­hitler öldüğünü bilmezmiş. Güzel bir âle­me git­tiğini bilirmiş. Ne mutlu size, sizlere!  Vatan sana, size minnettardır Ömer. Vatan size minnettardır ey şehitlerimiz, ga­zilerimiz. Evet Ömer,  satırlarıma burada son verir­ken, seni hasretle, minnetle, dualarla ku­cak­lıyorum. O haini vuran ellerinden manen doya doya öpüyorum. Ölüm umumi bir cadde, biz bu dünyada kalmayacağız, sen bizden önce gittin. Önden gidenlere selam olsun! Kalanlar, va­tan nöbetinde… Duamız o ki Allah, bize de şehitlik nasip etsin. Hoşçakal, günümüzün Seyyid Çavuşu, Ulu­batlı Hasan’ı ve diğer şehitlerimiz… Hoşçakal.

Enes KARA 01 Eylül
Konu resmiSadakat ve İhanet
İnsan

Sadâkat, lügatte kendisine iyilik edene, lütufta bulunup koruyana minnet ve şükran duyguları ile bağlanma, bu bağlılığa yakışır şekilde davranma, hainlik ve döneklik etmeme, vefakârlık gösterme olarak ifade edilmektedir. Lügatte bu şekilde ifade edilen sadâkatin tarihte en güzel örneği, herhâlde Hz. Ebu Bekir’in (ra) Peygamber Efendimize (asm) gösterdiği teslimiyet ve dostluktur. En sıkıntılı ve zor zamanda, Miraç hâdisesi için “O söylüyorsa doğrudur!” diyebilmek, ona nasib olmuştur. Yine Sahabe Efendilerimizin, Peygamber Efendimize olan bağlılıkları, müşriklerin bile hayranlığını celb etmiş; bir insanın bu kadar sevildiğini ilk defa görüyoruz, demişlerdir.  Başta Hz. Ebu Bekir (ra) olmak üze­re Sahabe Efendilerimizin, Peygam­ber Efendimize (asm) olan bu bağlı­lıkları, sadâkatleri ve hiçbir şekilde ihanet etmemeleri, bize de numune-i imtisal ol­makta ve her daim Hakk’ın yanında yer al­mamız gerektiğini ortaya koymaktadır. Ta­rih, tabir-i câizse sadıklarla hainlerin resm-i geçidine şahidlik etmiştir. Bir yanda canları pahasına Rabbine, Peygamberine, dinine, va­tanına ve milletine sadık olanlar, bir yanda da bütün bunlara ihanet edenler… Kabil’in, kardeşi Habil’i şehid etmesi, tarih­teki ilk büyük ihanet olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ihanet, ilk insan ve ilk Peygamber Hz. Âdem Aleyhisselama ya­pıl­mış en büyük ihanetti. Ardından Hz. Nuh Aley­hisselamın oğlunun ve Hz. Lut Aley­hisselamın eşinin iman etmeye­rek ihanet etmelerine şâhid oldu tarih. Kardeşleri ta­rafından kuyuya atılan Hz. Yusuf Aley­his­selam da en yakınlarından iha­nete uğra­yanlar arasındaydı. Hz. Musa Aley­his­selam, Tur Dağından döndüğünde kendi­sine yapı­lan ihaneti, kavminin altından ya­pıl­mış buzağıya taptığını görünce fark etti. Ka­run’un, kimya ilmini öğrendiği Hz. Musa Aleyhisselama ihaneti, binlerce yıldır herke­sin dilindedir. Hz. Zekeriya Aleyhisselam ve oğlu Hz. Yahya Aleyhisselam, kavimlerinin ihanetine uğrayıp şehîd edilmişlerdir. Hz. İsa Aleyhisselam, en yakınındaki inananlarından birinin ihanetine uğramıştır. Fakat mümin kılığına giren bu hain, kurduğu tuzağa kendi düşmüştür. Siması Cenâb-ı Hakk’ın izniyle Hz. İsa Aleyhisselama benzemiş ve Yahudiler tarafından Hz. İsa Aleyhisselam zannedilerek işkenceyle öldürülmüştür. Cenâb-ı Hak, Hz. İsa Aleyhisselamı semaya yükseltmiş ve hayat tabakasını değiştirmiştir. Peygamber Efendimizin (asm) amcası Ebu Leheb, iman etmediği gibi, ona her türlü zulmü ve işkenceyi reva görerek, tarihin gör­düğü en büyük ihaneti sergilemiştir. Hz. Ömer (ra) ve onun torunun çocuğu Ömer bin Abdülaziz (ra), en yakınlarındaki hiz­met­çileri tarafından şehîd edilmişlerdir. Hz. Hüseyin (ra), Kûfelilerin ihanetine uğra­ya­rak ailesi ile birlikte zalimlerin saldırısı sonu­cunda şehîd edilmiştir. Hz. Hüseyin (ra) ile birlikte 23’ü Ehl-i Beyt’ten 49’u onları koru­yanlardan olmak üzere toplam 72 kişi şehîd edilmiştir. Sultan Yıldırım Bayezid, Ankara Savaşında, birçok Bey’in ihanetine uğradı ve Timur’un eline esir düştü. Osmanlı Devleti, bu savaş­taki kaybını telâfi edebilmek için on yıllar­ca uğraştı. Fatih Sultan Mehmed, iki defa ihanete uğradı. Birinde geçici bir süre taht­tan inmek zorunda kaldı. Birinde de şe­hîd oldu. Babası Sultan 2. Murad tahttan feragat ederek, 1444 senesinde tahtı oğlu Fatih’e bırakmıştı fakat Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın davetiyle 1446 senesinde tekrar tahta döndü. Fatih’in İstanbul’u kuşat­ma­sı sırasında kuşatmaya muhalefet eden Çan­darlı Halil Paşa, fethin ardından idam edil­miştir. Fatih Sultan Mehmed, 1481 se­ne­sinde ordusuyla çıktığı sefer esnasında Geb­­ze’de konaklarken, Yahudi asıllı doktoru tarafından zehirlenerek şehid olmuştur. Sultan Abdülaziz, en yakınındaki paşa­ların ihanetine uğrayarak, bilekleri kesil­mek suretiyle intihar süsü verilerek şehîd edilmiştir. Sultan 2. Abdülhamid, Müslü­man kanı dökülmesin diye İstanbul’u işga­le gelen hain çapulcu ve çetecilerden olu­şan Hareket Ordusuna karşı, saldırı emri vermemiştir. Kendini feda etmiştir. O kadar büyük bir ihanete uğramıştır ki, hakkında tahttan indirilme fetvası hazırlanmıştır. İfti­ralarla dolu bu fetva, Fetva Emini Ali Rı­za Efendi’ye imzalatılmak istenince; Ali Rıza Efendi imzalamak istememiştir. Fa­kat darbeci, cuntacı hainler, bu fetvâyı imza­lamazsa Sultan 2. Abdülhamid’i öldüre­cek­lerini söylemişlerdir. Bunun üzerine Ali Rı­za Efendi, Sultan’a bir zarar gelmesin diye mecburen imzalamıştır. İşte tarihteki ihanetlerin bir kısmının kısa bir özeti bu şekilde. Bütün bu hâdiselere baktığımızda, hepsinin ortak bir yanı oldu­ğunu görüyoruz. Hainler, hiçbir zaman amaçlarına ulaşamıyorlar. Ve ihanetlerinin cezasını er ya da geç çekiyorlar. Asıl cezaları­nı ahirette görecekleri gibi, bu dünyada da insanlığın yüzkarası olarak anılıyorlar. Bedîüzzaman Hazretleri, Mektûbât Mecmu­a­sında hainlerin akıbetini şöyle anlatı­yor: “Mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki, büyük kardeşine veyahud üstadına tehli­ke zamanında ihanet edenlerin, gelen be­lâ en evvel onların başında patlar. Hem mer­hametsizcesine onlara ceza verilmiş. Ve alçak nazarıyla bakılmış. Hem cesedi ölmüş, hem ruhu zillet içinde ma‘nen ölmüş. Onlara ceza verenler, kalblerinde bir merhamet hissetmez­ler. Çünkü derler: ‘Bunlar madem kendilerine sâdık ve müşfik üstâdlarına hain çıktılar. El­bette çok alçaktırlar. Merhamete değil, tahkîre lâyıktırlar.” (Mektûbât Mecmuası c. 2, s. 301) Üstâd Hazretlerinin yıllar öncesinden ifade ettiği bu hakikatler, 15 Temmuz gecesinin arkasından açık bir şekilde herkes tarafından bir kez daha görüldü. İhanet şebekelerinin ihanetlerine tüm dünya şâhid oldu. Kırk belki de altmış senedir yapılan hain planlar, kısa zamanda başlarını yedi. Kahraman mil­letimizin şiddetli tokadını yediler. Cesur mil­letimizin tarih boyunca gösterdiği büyük kahramanlıklara bir yenisi daha eklendi. Dünya, Bedir Gazvesindeki, Mekke’nin, En­­dülüs’ün, Kudüs’ün ve İstanbul’un fet­hin­­de­ki ve Çanakkale Savaşındaki ruhun bir benzerine şâhid oldu. Din için, bayrak için, vatan için, ezan için, milletimizin na­sıl fedakârlıklar ve kahramanlıklar göstere­bi­leceğini, cümle âlem hayranlıkla izledi. Za­limlerin ve hainlerin yürekleri korku içinde kalırken, mazlumlar, masumlar, sadıklar ve Hakk’ın yanında yer alanların gönülleri şevk ve sürur ile doldu.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Eylül
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Bedîüzzaman Hazretleri'nin Tevafuklu Kur’ân Yazdırmaktaki Gayesi Üstâd Hazretlerinin Tevafuku Kur’ân’ı yazdırmaktaki en mühim maksadı, Kur’ân’ın gözlere hitap eden bir mucizesini ortaya çıkarmak ve maneviyattan uzaklaş­mış bu asrın insanlarına gözleri ile göre­bilecekleri Kur’ân’ın bir mucizesini göster­mekti. Bu vesileyle Kur’ân’ın Allah kelâ­mı oluşu hakkında, din düşmanlarınca hal­kın arasın­da yayılan şüpheleri giderecek mad­­dî bir harikayı da gözler önüne ser­mekti. Başka bir maksad ise, Kur’ân’ın bütün in­san gruplarına bakan ayrı birer mucizesi ve mucizeliğini hissettiren bir hari­­kası bulun­duğunu göstermekti. Üs­tâd Hazretlerinin gözlü tabaka dediği, ma­nayı anlamayanların da Kur’ân’ın muci­ze­lerinden bir nasibleri olmalıydı. İşte o nasib ise Kur’ân yazısında ortaya çı­kan tevafuk harikasıdır. Yalova Rüstem Paşa Camii Rüstem Paşa Camii, Yalova il merkezin­de, aynı adla anılan Rüstem Paşa Ma­hallesinde bulunmaktadır. Kanunî Sultan Sü­leyman devri Sadrazamlarından Rüstem Pa­şa (1500-1561) tarafından, cami, han ve ha­mamdan meydana gelen bir külliye şeklinde inşa ettirildiği tahmin edilmektedir. Han, gü­nümüze ulaşamamıştır. Hamam ise, bazı de­ğişikliklerle günümüze kadar gelmiştir. Ca­minin kubbesi deprem ve doğal sebeplerle zamanla yıkılmıştır. Kub­benin yıkılmasıyla günümüzde de gö­rülebileceği gibi cami, çatı ile örtülmüştür. 1999 depreminde tekrar ha­sar gören cami, restore edilmiş ve minaresi yeniden inşa edilmiştir. “Nereye gittimse, Allah Teâlâ’yı orada hazırve nazır gördüm” Cüneyd-i Bağdâdî Hazretlerinin bütün talebelerinden daha fazla değer verdiği bir talebesi vardı. Diğer talebeler, onun halini kıskanıyorlardı. Ferasetiyle bunu an­la­yan Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri; “Onun edebi ve anlayışı hepsinden fazla ol­du­ğundan nazarımızı ona çevirmişizdir. Bu du­ru­mun size de malum olması için imti­han yapacağım.” deyip kendisine yirmi kuş getir­melerini emretti. Sonra; “Her biriniz bir kuş alarak kimsenin görmediği bir yere gidiniz, kuşları orada kesip getiriniz.” dedi. Talebelerin her biri bir kuş alıp gitti, kesip geri geldi. Yalnızca o talebesi kuşu kesmeden sağ olarak geri getirdi. Hazret sordu: “Niçin kuşu kesmedin?” Talebesi; “Çünkü hiç kimsenin görmediği bir yerde kesmemizi emretmiştiniz ve ben her nereye gittimse Allah Teâlâ’yı (orada hazır ve nazır) gördüm!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri şunları söyledi: “Bunun nasıl bir kavrayışa sahip olduğunu ve bu bakımdan diğerleriyle arasındaki farkı gördünüz mü?” 03 Eylül 1971Katar Bağımsızlığını İlan Etti 1800’lü yıllarda Katar’ın idaresi, bugün de ülkenin yönetimini elinde tutan emirin büyük dedesi Muhammed el-Sânî’nin eline geçmiştir. Muhammed el-Sânî, Katar’ın ida­resini ele geçirince, Osmanlı’ya bağlılığını açıklamıştır. El-Sanî ailesinden olan emir­ler, Katar’da birer Osmanlı Kaymakamı ola­rak görev yapmaktaydılar. Osmanlı as­ke­ri için Katar’da bir kale inşa edilmişti ve Ağustos 1915’e kadar, Osmanlı askerî birlikleri Katar’da görev yaptılar. Katar, 1916’da İngiltere tarafından işgal edildi. 1971 senesinde ise tamamen bağımsızlığa kavuştu. Ülkenin tahminî nüfusu 2,15 mil­yondur. Katar, kişi başına düşen millî gelir sıralamasında dünyada birinci sıradadır. 17 Eylül 1176 Miryokefalon Zaferi Anadolu Selçuklu ve Doğu Roma İm­paratorluğu orduları arasında, Deniz­li Çivril’de bulunan Miryokefalon’da 1176 senesinde yapılan muharebedir. Anadolu Selçuklu ordusuna Sultan 2. Kılıçarslan, Doğu Roma ordusuna İmparator 1. Maunel Komnenos komuta etmiştir. Muharebe, Sel­çuklu ordusunun kesin zaferiyle sonuç­lanmıştır. Miryokefalon Zaferinin en önemli neticesi, Türklerin Anadolu’ya kesin olarak yerleştiklerinin, gerek Doğu Roma, gerekse de Avrupalılar tarafından kabullenilmesi olmuştur. Bu zaferden yüz sene önce 1071 Malazgird Zaferiyle kapıları açılan Anadolu, artık bizim öz yurdumuz ve öz vatanımız olmuştu. Bin senedir gerek Selçuklu, gerekse de Osmanlı’nın Anadolu’nun her yerine vurduğu İslâm mührünü kimse kazıyamadı, bundan sonra da kimse bu mührü sökemeyecektir inşallah. 30 Eylül 1520 Kanuni Sultan SüleymanTahta Çıktı Yavuz Sultan Selim’in oğlu olan Kanunî, 1494 senesinde babasının şehzadeliği döneminde Trabzon’da dünyaya gelmiştir. 10. Osmanlı Padişahı ve 75. İslâm Halife­sidir. En uzun süre tahtta oturan Osmanlı Padişahıdır. Döneminde Osmanlı Devleti­nin toprakları iki buçuk katına çıkarak 15 milyon km²’ye ulaştı. Saltanatı boyunca, bir­çok seferde ordusunun başında savaşa katıldı. Kanunî, günümüzde sadece başa­rı­larıyla değil, dönemindeki devlet adam­larıyla da anılmaktadır. Şeyhülislam Zenbil­li Ali Efendi, Şeyhülislam Ebussuud Efen­di, Mimar Sinan, Barbaros Hayreddin Paşa, Pi­ri Reis, vd. gibi sadece isimlerini yazarak bi­­le buraya sığdıramayacağımız kadar bizim için önemli birçok devlet adamı bu dönemde yetişmiş veya görev yapmıştır.  

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Eylül
Konu resmiHutbe-i Şâmiye Özeti (2)
Risale-i Nur

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : el-Hutbetu’ş-Şâmiye, Devâu’l-Ye’s, Hutbe-i Şâmiye, Telif Tarihi ve Yeri : 1327/1911, ŞamDili : Arapça, 1371/1955 Türkçeye Tercüme Edilmiştir.Konusu : Müslümanların Geri Kalış Sebepleri ve Kurtuluş ÇareleriMüellife Göre Değeri :- İslam Dünyasının geleceği ile ilgili hakikatleri barındırmaktadır.- Şam Emevî Camiinde, Şam ulemasının ısrarıyla, içinde yüz   ehl-i ilim bulunan on bin kişilik azîm bir cemaate verilen  Arabî hutbedir.Risalenin Metodu  : Müşahede, Otoriter şahsiyetleri delil gösterme, Nakli deliller,    İstikra, Tarihî veriler Geçmişte İslamiyet’in Yayılmasına Sekiz Engel Geçmiş zamanda İslamiyet’in yeryü­zü­ne yayılmasına sekiz dehşetli en­gel bulunmaktaydı. 1- Cehalet 2- Vahşet 3- Dinî taassup 4- Papazların ve ruhani reislerin başkanlıkları ve baskıları 5- Halkın papazları ve ruhani reisleri körü körüne taklit etmeleri 6- Müslümanların arasındaki istibdat 7- Müslümanların şeriata muhalefetten kay­naklanan kötü ahlakı 8- Pozitif bilimlerin görünürde İslamiyet ha­kikatleriyle çeliştiği kuruntusu İlk üç engel, eğitim ve medeniyetin gü­zellikleriyle kalkmaya başladı. Dört ve be­şinci engeller, fikir hürriyeti ve hakikati araş­tırma sevdasıyla yok olmaya başladı. Altı ve yedinci engeller, din gayretinin uyanması ve kötü ahlakın çirkin neticelerinin görün­mesiyle yok olmaya başladı. Sekizinci en­gel ise, İslamiyet hakikatlerinin bilinmesiyle ortadan kalkacaktır. İleride fen, eğitim ve medeniyetin gü­zel­likleri, hakikati araştırma, insaf ve insan sevgisi duygularını canlandırarak bu sekiz engeli tamamıyla ortadan kaldıracaktır. Avrupa ve Amerika İslâmiyet’le hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar, Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu. istikbâlin kıtalarında hakiki ve manevi hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek, yalnız İslamiyet’tir. İstikbalde İslamiyet Maddi Olarak Hükmedecek İslam dünyasının kalbinde beş kuvvet bu­lunmaktadır. 1- Kemalatın üstadı, Müslümanları yek­vü­cut yapan, hakiki bir medeniyet ve pozi­tif bilimlerle donatılmış ve hiçbir kuvvetin kı­ramayacağı İslamiyet hakikatidir. 2- Medeniyet ve sanatın üstadı olan şiddetli ihtiyaç ve fakrdır. 3- Yüksek idealler veren, istibdadı parça­la­yan, yüce duyguları canlandıran, Müslü­man­ları birbiriyle yarıştıran, yenilenme his­­si ile medeniyette ilerleme sağlayan hür­riyet-i şer’iyedir. 4- Dördüncü Kuvvet: Şefkatle cihazlan­mış şehâmet-i imaniyedir. Yani tezellül et­me­­­mek, haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek, maz­lumları da zelil etmemek, yani hürriyet-i şer‘iyenin esasları olan müstebitlere dalka­vukluk etmemek ve biçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir. 5- İzzet-i İslâmiyettir ki, i‘lâ-yı kelime­tul­­lâhı i‘lân ediyor. Ve bu zamanda i‘lâ-yı keli­metullâh maddeten terakkiye müte­vak­kıf ve medeniyet-i hakîkiyeye girmekle i‘lâ-yı kelimetullâh edilebilir. Medeniyetin güzelliklerinden gaye, insan­lara faydası olan iyiliklerdir. Yoksa medeni­yetin günahları değildir. İnşallah İslami­yet’in kuvvetiyle gelecekte medeniyetin gü­zellikleri kötülüklerine galip gelecek. Dün­ya barışını temin edecektir. Avrupa medeniyeti fazilet ve hüda temeli yerine heva, heves, rekabet ve baskı üzerine kurulmuştur. Bundan dolayı şimdiye ka­dar kötülükleri iyiliklerinden çoktu. Bu kö­tü­lükleri, ağaç kurdu hükmüne geçip As­ya medeniyeti karşısında mağlup olacaktır. Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üze­rine hareket etmiyor ki, mebde’ ve mün­tehası birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi, bir daire içinde dönüyor. Bazen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen tedenni içinde kış ve fırtına mevsimi gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi; nev‘-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşallah. Hakîkat-i İslâmiyenin gü­neşi ile sulh-i umumi dairesinde hakiki me­deniyeti görmekliği rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz. Yarım Delil Pozitif bilimlerin verileri ve tecrübelerle sabit olmuştur ki âlemde baskın olan, biz­zat istenilen ve Sani-i Zülcelal’in hakiki mak­satları hayır, hüsün ve mükemmeliyettir. Hem istikra-i tamme1 ve tecrübe gösteriyor ki şer, çirkinlik, batıl ve fenalıklar yaratılışta cüz’idir. İstenilen değil, dolayısıyladır. Asıl de­ğil, tabidir. Çirkinlik, çirkinlik olması için değil, güzelliğin anlaşılması ve güzelliğin farklı mertebelerinin ortaya çıkması için âlemde vardır. Demek kâinatta asıl olan hayır, güzellik ve mükemmelliktir. Elbette zulüm ve küfür ile yeryüzünü kirleten in­sanoğlu, cezasını görmeden ve âlemdeki ya­ratılışın asıl amacına hizmet etmeden dün­­yayı bırakıp yok olmayacaktır. Belki ce­hennem hapsine girecektir. İstikra-i tamme ve pozitif bilimlerin veri­leriyle varlık içinde en şerefli ve en değerli olanı insandır. İslamiyet’in şehadetiyle şeref­li olan insanoğlu içinde ise en yüksek ve yüce olanları, hak ve hakikat ehlidir. Hem istikra-i tamme ve tarihin şehadetiyle en yüksek ve en yüce olan insanlar içinde bin mucizesiyle, yüksek ahlakıyla ve Kur’an ha­kikatlerinin şehadetiyle en faziletli olan Hz. Muhammed (sav)’dir. (Devam Edecek)

Muhammed AYDIN 01 Eylül
Konu resmiHattat Şeyh Hamdullah Efendi (1429 - 1520)
Tarih

Osmanlı hat Ekolü’nin kurucusu olan Hat­tat Şeyh Hamdullah Efen­­di ay­nı zamanda okçuluğu ile de meş­hur­dur. İsmin başında bulunan Şeyh sıfatı, Okmeydanı Okçular Tekkesi Şeyhi (Şimdiki karşılığı Okçular Federasyonu Baş­kanı) olmasından almıştır.  Şeyh Hamdullah Efendi, 1429 yılında Amas­ya’da dünyaya gelmiştir. Babası, Buha­ra Türk­­­lerinden olan ve Amasya’ya göç eden Mus­­­tafa Dede’dir. Babası aynı zamanda Süh­­­reverdiyye Tarikatı’nın şeyhidir. Şeyh Ham­­dullah, imzalarında daima babasına iza­feten “İnbu’ş-Şeyh” sıfatını kullanmıştır. Osmanlı yazı ekolündeki öncülüğünden dolayı kendisine “Kıbletü’l-Küttâb: Hattat­ların Öncüsü”, Kıdvetü Ehli’l-Kitâb: Hat­tatların başı” gibi sıfatlar verilmiştir. Şeyh Hamdullah Efendi Amasya’da ilim tahsili yanında, Hattat Hayreddin Ma­ra­şî’den, Yâkut el-Musta’sımî  (v. 1298) yo­lunda Aklâm-ı Sitte (Altı yazı çeşidi)’yi meşk etmiştir. Yâkut el-Musta’sımî yazı­ları üzerinde uzun süren çalışmalar ve mütalaalar yapmıştır. Şeyh Hamdullah ya­zıları incelendiği zaman, Yâkut harflerinin en güzellerini alarak ekolünü oluşturduğu görülür.  Şeyh Hamdullah Amasya’da vali olan Şeh­zâde Bâyezid ile dostluk kurarak ona hat dersleri verdi. Bâyezid tahta çıktıktan kı­sa süre sonra Şeyh Hamdullah da İstan­bul’a gelerek Saray’a intisab etti. Şeyh Ham­dul­lah’ın sanat hayatındaki asıl gelişme İstan­bul’a gelişinden sonra başlamıştır. Bu ara­da Padişah II. Bâyezid, Şeyh Hamdullah’a yazı meşk ederken hokkasını tutacak ka­dar ilgi göstermiş ve kendisini devamlı des­teklemiştir. Şeyh Hamdullah Efendi’nin kaynaklarda, ömrü boyunca 47 Kur’ân-ı Kerîm, sayısız En’am ve Kur’ân cüzü yazdığı kayıtlıdır. Ay­rıca İstabul Bâyezid, Sultanahmet Firuz Ağa, Davud Paşa ve Edirne Bâyezid camileri Celî Sülüs kitâbeleri Şeyh Hamdullah hattı iledir. Sultan II. Bâyezid, Şeyh Hamdullah’tan Yâ­kut üslubu dışında bir tavır geliştirmesini is­temiş, ayrıca kendisine Saray hazinesinde bulunan Yâkut yazılarını vermiştir. Uzun araş­tırmalardan sonra Şeyh Hamdullah Efen­di, Yâkut’un yazılarından seçmeler ya­pa­­rak Osmanlı Hat Ekolü’nün temellerini atmıştır. Hattat Şeyh Hamdullah ile birlikte Mus­haf yazımında Reyhâni hat yerine Nesih yazı kullanılmaya başlanmıştır. Yâkut eko­lündeki Mushaf yazımında görülen, Ak­lâm-ı Sitte’nin karışık olarak kullanılması da terk edilerek sadece Nesih yazıya önce­lik verilmiştir. Altı yazı çeşidi anlamına kullanılan Aklâm-ı Sitte, Şeyh Hamdullah Ekolü ile olgunluk kazanmış, koltuklu Kıt’a yazımı da Şeyh Hamdullah ile başlamıştır. Şeyh Hamdullah Nesih yazıda, Yâkut ekolündeki durgun­luk ve donukluğu kaldırarak, canlılık ve kıvraklık getirmiştir. Harflerin yapısına bü­­yük değişiklik getirmiş, harflerin satıra oturuşu düzelmiştir. Hareke ve harfler bir­birleri ile uyumlu hâle gelmişlerdir. Yazı bütünüyle uyumlu bir hüviyet kazanmıştır. Şeyh Hamdullah ekolünde Aklâm-ı Sitte’de gösterilen başarı, maalesef celî yazıda gös­terilememiştir. Celî Sülüs yazıda, harfler hâ­lâ küt ve basit, istif de karışıktır. Yine de Celî Sülüs hat ile yazdığı kitâbeler, Celî Sülüs yazının tarihi gelişiminde önemli bir yere sahiptir. Hattat Şeyh Hamdullah Efendi zaman za­man Akbaba ve Alemdağ’da uzlete çekilir, zi­kir ve ibadetle meşgul olurdu. Sultan II. Bâyezid’in vefatından sonra ise tama­men Alemdağı’nda uzlete çekilmiştir. 1520 yı­lın­da vefat eden Hattat Şeyh Hamdullah Efendi’nin cenaze namazını devrin Şey­hül­­islâmı Zenbilli Ali Efendi Ayasofya Ca­mii’nde kıldırmış ve Üsküdar Karaca Ah­med Mezarlığı’na defnedilmiştir. Kabri hâ­lâ ziyaret edilmektedir.  Kabir kitâbesinde şun­lar yazmaktadır: “Reîsu’l-hattâtîn Hamdullah El-Ma’rûf bi’bni’ş-Şeyh rahmetullâhi aleyhi” Anlamı: “Şeyh oğlu olarak bilinen ve hat­tatların reisi olan Hamdullah. Allahın rah­meti onun üzerine olsun”      OKÇULAR TEKKESİ ŞEYHİ Hattat Şeyh Hamdullah’ın ok atmada, ok ve yay yapımında usta olduğu kaynaklarda zikredilmektedir. Daha Amasya’da iken, Şeh­zade Bâyezid ile ava çıkmışlar ve ok atışları yapmışlardır. Okçuluğa İstanbul’a geldikten sonra da devam etmiş, menzil atışında elde ettiği başarıdan dolayı, okçulukta rekor kı­ran okçular adına dikilen “Menzil Taşı”, Ok­meydanı’nda onun adına da dikilmiştir. Yazısı da kendi hattıyla ve Celî Sülüs olarak yazılan bu taş, bugün Okçular Tekkesi’nde muhafaza edilmektedir. Menzil taşında şunlar yazmaktadır: “Sâhibu’l-menzil Hamdullah İbnu’ş-Şeyh Reîsu’l-Hattâtîn Şeyhu’r-Râmiyân Sene 911/1505” Anlamı: Menzil sahibi, Hattatların reisi ve Okçular şeyhi Şeyh oğlu Hamdullah. Se­ne 911/ Okçuluktaki başarısı nedeniyle Sultan II. Bâ­yezid tarafından Okçular Tekkesi Şeyh­­­­liğine atanmıştır.

Mustafa YILMAZ 01 Eylül
Konu resmi“Hazm olmayan ilim, telkîn edilmemeli”
Risale-i Nur

Hakîkî mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini. Koyun verir kuzusuna, hazmolmuş musaffâ sütünü. Kuş veriyor farhına, lüâb-âlûd kayyını. Bediüzzaman Hazretleri burada tarih boyunca birçok kötü sonuçları veren önemli bir konuya değinmektedir. O konu da liyakatsiz ve ilimden yoksun olan insanların toplumu irşat etmeye kalkışmasıdır. Gerçek bir mürşid ve âlim olmaktan uzak insanların, üstadlık ve şeyhçilik yapmasıdır. Hz. Üstad, gerçek mürşid ve âlimin özelliklerinin ne olduğunu, talebeye nasıl bir ilim vermesi gerektiğinin ipuçlarını göstermektedir. Bu konuyu açıklamadan önce ilmin tarifini yapmak gerekmektedir. Zira ilmin ne olduğunu bilmeyen onu nasıl vereceğini de bilemez. İlmin farklı tanımları bulunsa da biz burada Seyyid Şerîf’in “en güzel tanım” dediği tarifi vereceğiz. İlim: İnsanın kendisinde bulunan ve ilâhi bir vergi olan sıfattır ki o sıfatı taşıyan kişi, açıklanması mümkün olan şeyleri ne zaman açıklamak istese onların apaçık bir şekilde ortaya çıkmasına denir. Bu tanıma göre ilim öncelikle insanın kendi malı olmalıdır. Kişi ilminin, Yüce Allah’ın bir ihsanı olduğunu bilmelidir. Bu ilmi sayesinde açıklanması mümkün olan konuları apaçık bir şekilde istediği zamanda ortaya koyabilmelidir. Açıklanması mümkün olmayan konularda söz söylememelidir. Bediüzzaman Hazretleri, bir rehberin öncelikle sahip olması gereken üç özelliğe işaret etmektedir. Üstada göre bu manevi rehber hakiki, mürşit ve âlim olmalıdır. Öncelikle manevi rehber, hakiki olmalıdır, sahte olmamalıdır. Taklit olmamalıdır.  Zira tarihte manevi rehberlik yapmakla hiçbir ilgisi bulunmayan insanlar -mış gibi görünerek (hocaymış, rehbermiş, mürşitmiş) insanlara mürşitlik yapmaya kalkışmışlardır. Maneviyatla hiçbir alakası olmadığı halde bir şeyh, âlim, mürşit ve üstad edasıyla ortaya çıkanları tarihte görmekteyiz. Bu tür insanların bazı zamanlar düşünce ve hayatta ne kadar yıkıcı izler bıraktığını da bilmekteyiz. Bu manevi rehber, mürşit olmalıdır. Sözleriyle, yaşantısıyla, düşünceleriyle insanları istikametli yola sevk etmelidir. Mürşit olan zat, kime, neyi, ne kadar, ne zaman, nasıl verilmesi gerektiğini bilir. Bu zat talebelerini hem düşünce hem de yaşantı olarak istikamette tutabilmelidir. Onların manevi ihtiyaçlarına yardımcı olmalıdır. Zamanın her türlü manevi tuzaklarına karşı talebeleri uyanık tutabilmelidir. Bundan dolayı her bilen mürşitlik yapamaz. Zira insan vardır bilir, lakin rehberlik yapamaz. Bu manevi rehber, âlim olmalıdır. Zamanın şartlarını iyi okumalı ve o şartlara uygun yöntemle bilgi aktarmalıdır. Zira zamanını doğru okuyamayan bir âlim muhataplarına sağlıklı bilgi aktaramaz. Hak ile batılı ve doğru ile yanlışı ayırt eden bir âlim, talebelerine faydalı olabilir. Hz. Üstad, gerçek mürşid bir âlimi, kuzusuna safi süt veren bir koyuna benzetmektedir. Çünkü koyunun yararlandığı gıdalar farklı olmasına rağmen o, kuzusuna uygun faydalı bir süt vermektedir. Farklı gıdalar koyunda başka bir hakikate (süte) dönüşerek yavrusuna gıda olarak verilmektedir. İşte gerçek bir mürşit âlim, ilmini muhatabın anlayışına, seviyesine ve yararına olacak şekilde karşılıksız verir. Böyle bir zat hak ile batılı, doğru ile yanlış net bir şekilde ayırır. Mürşit bir âlim, Hakkı bütün açıklığı ve delilleriyle batıldan ayırmıştır. Onun yanında hiçbir şekilde hak, batıl ve yanlış ile bulaşık değildir. Bundan dolayıdır ki böyle gerçek mürşit âlimler muhataplarına batılla karışık olmayan safi bir hakikat dersi verirler. Bu ders de muhatabın anlayışına, haline ve yararına bir derstir. Hz. Üstad yukarıda saydığı özelliklere sahip olmayan birisinin muhatabına verdiği ilmî dersi, kuşun yavrusuna verdiği kusmuğa benzetmektedir. Zira kuş, hazmolmamış ve süt gibi bir kısım muamelelerden geçmemiş bir gıdayı yani kusmuğunu (kay) yavrusuna verir. Batılla karışık bir hakkı, yanlışlarla karışık bir doğruyu vermek ise ilim değildir. Zira ilmin tarifinde de anlatıldığı gibi, hakikat bütün açıklığı ile ortaya çıkmalıdır. Sonuç olarak, gerçek mürşit bir âlim, araştırdığı, tahkik ettiği, şüphesiz, zamanın şartlarına ve seviyeye uygun, menfaatli bir ilmi muhatabına ders verir.

Muhlis KÖRPE 01 Eylül
Konu resmiÂmiriyet ve Memuriyetin İslâm’daki Yeri
İnsan

Dinde yüzeysel olan si­ya­sîlere de müspet hareket esaslarıyla hareket edip, güzel ve olumlu telkinlerle İslâm dairesinin içine girmelerine çalışmak ve teşvik etmek gerekmektedir. Tenkit ile hücum edildiğinde ise bütün bütün İslâm dairesinin dışına itmek ve düşman hale getirmek mümkündür.  İslâm’ı delilsiz, tahkiksiz ve yüzeysel bilen siyasîlere karşı bakış açısı ve davranış tar­zının nasıl olması gerektiği noktasında Be­diüzzaman Hazretleri Münazarât Risa­le­sinde çok güzel ve günümüze de hitap eden ölçüler vermektedir. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu husustaki değerlendirmeleri şöyledir: Dünyevî ve maddî ilimlerle meşgul olan, İslâm’ı delilsiz, tahkik etmeden ve taklit ile yüzeysel bilen bazı siyasîlere, ‘dinsiz!’ diyerek hücum gösterilse, o siyasîler İslâ­mî noktada şüpheye düşerler. Gittikleri yo­lun İslâm’ın dışında olduğunun vesvesesi­ne kapılıp, ümitlerini kaybederler. Bunun so­nucunda belki de işi inada dökerek, bü­tün bütün perdeyi yırtıp “Ne olursa ol­sun. İnceldiği yerden kopsun!” diyerek İs­­lâmiyet’e düşmanca hareket etmeye baş­lar­lar. Çünkü bir konuda gösterilen taklit, o konuda şüpheye düşmekle kaybolur ve perde yırtılır. Böyle bir hücumla da o gibi siyasîlerin haktan sapmalarına da se­bep olunabilir. Çünkü fena adama “İyi­sin!” de­­­nildikçe iyileşmesi ve iyi adama “Fe­na­­­­sın!” denildikçe fenalaşması çok vuku bul­­­muştur. Demek ki dinde yüzeysel olan si­ya­sîlere de müspet hareket esaslarıyla hareket edip, güzel ve olumlu telkinlerle İslâm dairesinin içine girmelerine çalışmak ve teşvik etmek gerekmektedir. Tenkit ile hücum edildiğinde ise bütün bütün İslâm dairesinin dışına itmek ve düşman hale getirmek mümkündür. Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şöyle bir psikolojik tahlilde bulunmaktadır: Bazı insanlarda büyük fenalıklar olsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça sınırlı ve zararsız kalır. Sahibi de hayâ perdesi altında kendisinin ıslahına çalışır. Eğer hücum gösterilse perde yırtılır ve fenalık yayılmaya ve aleni olarak işlenmeye başlar. İnsan Fıtratına En Uygun Din İslâm’dır İslâm’ın insan fıtratına en uygun ‘hak din’ olduğunu ve bozulmamış fıtratların onu ara­yıp bulacağını ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, bu davasını şu dört delille takviye etmektedir: Birincisi: Müslüman bir nesle mensup bir kişi, zaman içinde aklen ve fikren ne kadar İslâmiyet’ten uzaklaşsa bile, fıtratı ve vicda­nı hiçbir zaman İslâmiyet’ten vazgeçemez. Günahlara beyinsizce dalan en ahmak bir kişi dahi, sığınılacak en sağlam kale olan İslâmiyet’e bütün fıtratı ile taraftardır. Zira fıtrat asla yalan söylemez. İkincisi: Asr-ı saadetten şimdiye kadar, bir Müslümanın aklî muhakeme ve delil ile başka bir dine geçtiğine dair hiçbir tarihî belge bulunmamaktadır. Dinden çıkarak dinsizliği tercih etmek başka meseledir. Diğer dinlerin mensuplarını körü körüne taklit etmek ise ehemmiyetsizdir, bu da­va­yı çürütmez. Hâlbuki diğer dinlerin men­supları, aklî muhakeme ve kesin delil­lerle dalga dalga İslâm’a girmişler ve girmek­te­dirler. Hiç şüphe etmeyelim ki biz Müs­lü­manlar, eğer doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek di­ğer dinlerin mensupları fevc fevc (dalga dalga) İslâmiyet’e dahil olacaklardır. Üçüncüsü: Tarih bize bildiriyor ki, Müs­lüman milletlerin medenileşmesi ve kalkın­ması, İslâm’ın hakikatlerini yaşa­malarına bağlıdır. Diğer milletler içinse durum tam tersidir. Onlar, tahrif olmuş dinlerine ne ka­dar sarılmışlarsa o kadar geri kalıp me­de­niyetten uzaklaşmışlardır. Tarih buna şa­hittir. Dördüncüsü: Hakikat bize bildiriyor ki; uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzet olmuş bir kişi dinsiz yaşa­ya­maz. Zira uyanmış bir beşer, hadiselerin hü­cumlarına karşı dayanacak, sonsuza dek uza­nıp giden emellerini geliştirip büyütecek ve tatmin edecek bir noktayı, yani hak din olan dâne-i hakikati elde etmezse yaşamaz. Bu sırdandır ki, herkeste hak dini bulmak için bir araştırma meyli uyanmıştır. Bütün bu deliller gösteriyor ki; beşerin fıt­raten arzuladığı ve aradığı hak din, istikbal­de ancak İslâmiyet olacaktır.

Mustafa TOPÖZ 01 Eylül
Konu resmiRisâle-i Nur’u Anlamada Manevî Cihet
Risale-i Nur

“Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.”Bediüzzaman Said NURSİ (ra) İlim öğrenmede cehd ve gayretin rolü inkâr edilemez. Zaten bir ayette de “İnsan için çalıştığından başkası yoktur” (Necm, 39) buyrulmuştur. İlim öğrenmek isteyenlerin, bilhassa bu asırda tecdid faa­liyeti yapan ve Allah’ın rızasına mazhar olmuş bir eseri öğrenmek isteyenlerin, bu cehd ve gayret yanında, manevi bazı şey­lere de dikkat etmeleri gerekir. Risâle-i Nur’un telifi vehbî bir tarzda olmuştur. Anlaşılmasında da vehbî hallerin tesiri bü­yüktür. 1. Birinci Şart: İntisab Her mesleğin, her meşrebin kendine göre bir takım kuralları, usulleri vardır. Bu şart­lara riayet etmeyenler o meslekte yol kat edemedikleri gibi, o meslekçe bir ‘müntesib’ olarak da kabul görmezler. Meselâ tarikatta şeyhe intisab bir esastır. Ehl-i tarikat, “Bu esas olmadan bir insanın tasavvufî feyzlere mazhar olması mümkün değildir” derler. İmam-ı Şârâni şöyle der: “Tarikat ehli zatlar, şu fikirde birleştiler: Kalben İlahi huzura dalmasına engel olan sıfatların giderilmesine yardımcı olabilecek bir şeyhe, her insanın ihtiyacı vardır.” Ehl-i tarikat şeyhsiz tarikat faaliyeti olmayacağı­nı, hatta şeyhsiz yalnızca kitap okumakla bu yola düşenlerin şeytanlar tarafından al­datılacağını söylerler. İsterse o şahıs binlerce kitap okusun. Üstad Bedîüzzaman da, ahir zaman fitneleri içerisindeki insanların imanını kurtaran ve onları hakikate isal eden, ulaştıran bir çığır açmıştır. Üstadın açtığı bu çığır tarikat de­ğildir. Fakat tarikatın insana kazandırmış olduğu şeyleri, daha zengin bir şekilde müntesiplerine kazandırır. Bu çığırında ken­dine mahsus intisab şartları, esasları vardır. Bu esasları da bizzat Üstadın kendisi koy­muştur. Risâle-i Nur’dan âzami derece­de istifade etmek isteyenler, Risâle-i Nur’a intisap ederek bu şartlara riayet etmelidirler. Risâle-i Nur’a intisap şartı nedir? Risâle-i Nur’a intisap şartı hususunda Üs­tad şöyle der: “Risâle-i Nur’a intisab eden zatın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım et­mektir. Onu yazan veya yazdıran, Risâle-i Nur talebesi unvanını alır.” (Kastamonu Lâ­hikası.) Üstad tarikattaki şeyhin yerine, Kur’ân’ın tefsiri olan Risâleleri koymuştur. Bu manevi şeyhten istifade şartı da onu yazmak ve yazdırmaktır. Tabii ki burada Üstad yazan yazdıran der­ken ‘Kur’ân harfleriyle’ olan yazmayı, yazdırma­yı kastetmektedir. Risâle-i Nur’un birçok yerinde bu mevzula ilgili yerler vardır. Üstad 28. Lem’a’nın 3. sahifesinde Kur’ân harflerinin maddi tesirlerinden bahseder ve konuyu şöyle bitirir: “Mevcudât-ı havâiye olan hurûfât, kudsiyet kesb ettikçe, yani âhizelik vaziyetini aldıkça, yani Kur’ân hurûfâtı olmakla âhizelik vazi­yetini aldığından ve düğmeler hükmüne geç­tiğinden ve sûrelerin başlarındaki hurû­fat daha ziyade o münâsebât-ı hafiyenin uç­­­larının merkezî ukdeleri ve düğümleri ve hassas düğmeleri olduğundan, vücud-u ha­­vâî­­leri bu hâsiyete mâlik olduğu gibi, vücud-u zihnîyelerinin dahi, hatta vücud-u nakşiyelerinin dahi bu hâsiyetten hassaları vardır. Demek o hurûfların okunmasıyla ve yazıl­masıyla, maddî ilâç gibi şifâ ve başka mak­satlar hâsıl olabilir.” Yukardaki ifadeye dikkat edilirse Kur’ân harflerinin okunması ve yazılmasıyla, bu harflerin adeta elektrik gibi insana tesir ettiğinden bahsedilir. Risâleleri–latin harf­leriyle değil- Kur’ân harfleriyle okuyan ve yazanlar da böyle bir tesiri üzerlerine celbederler. Bu hal onların risâleleri daha iyi anlamalarına da vesile olur. Üstad Be­dîüzzaman’ın en mühim talebesi ve ken­di­sinden sonra da hizmetini tavizsiz bir şekilde devam ettiren Ahmed Husrev Efen­di, Üstadına yazdığı bir mektubunda şöyle söyler: “Sevgili Üstadım, herhangi bir risâleyi açıp okuyacak olsam, hissem kadar dersimi alı­yorum. Hâlbuki evvelce bu risâleleri ta­mamen yazdığım için, okumaya pek az vakit bu­labiliyordum ve el’an da öyleyim. Evvelce okuduğum zamanlar istifadem az oluyordu. Şimdi ise, Nurların hakikatlerini gördükçe minnet ve şükrüm tezayüd ediyor, kalbim nurlar ile doluyor, rûhum nurlarla istirahat ediyor, letâifim bu Nurlar ile hisseleri kadar feyizyâb oluyor. Ve yine Cenâb-ı Hak’tan ümid ediyorum ki, hissem ve istifadem gün geçtikçe çoğalacaktır ve nasibim artacaktır. Bu hâdisât gösteriyor ki, bedî âsârın büyük bir hâsiyeti ve bir kerâmetidir ki, talebelerini başka ellere vermiyor ve nurlandırmak için başka kapılara boyun büktürmüyor. ... Tale­beniz Ahmed Hüsrev.” Kur’ân harfleri Risâle-i Nur’daki manevi feyz­leri vermeye ehemmiyetli bir vesiledir. Kur’ân harflerinden başka harflerin böyle bir özelliği yoktur. Bu yüzden, o harflerle oku­mayanlar Risâle-i Nur’un feyizlerinden mahrum kalırlar. Kur’ân harfleriyle okunmadığı zaman risâ­lelerle meşgul olmak insana fayda vermez değil; fakat istifadenin tam olmasından ve manevi feyzlerin gelmesinden mahrum kal­ma durumu vardır. Nur talebesi olmak ve tam manasıyla istifade etmek isteyenlerin, Kur’ân harfleriyle risâleleri okuyup-yazma­ları gerekir. Risâleleri Kur’ân harfleriyle okumak ve yaz­mak isteyen, fakat bilmeyenler, öğrenince­ye kadar diğer yazıdan istifade edebilirler. Üstad bu hususta da şöyle der: “Risâle-i Nur’un bir vazifesi hurûf-u Kur’âniyeyi mu­hafaza olduğundan, yeni hurûfa zaruret derecesinde inşallah müsaade olur.” Fakat bu müsaade daimî değil, Kur’ân harflerini öğreninceye kadardır. Çünkü zaruretler dai­mî değil, muvakkattirler. 2. İkinci Şart: İhlâs “Kim Allah için kırk gün ihlaslı olursa, hik­met pınarları kalbinden diline doğru akar.” (Hadis, Kenzü’l-Ummal, c. 3, s. 24, hn.5271) İhlâs; insanın yaptığı işlerde yalnızca Al­lah’ın rızasını gözetmesi demektir. Üstad ihlâsın hususiyetlerinden bahsederken, “En kı­sa bir tarik-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevi, en kerametli bir vesile-i makâ­sıd” olduğunu söyler. Başka bir yerde de “Velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâli­senin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır” der. İlim öğrenmede ihlâs bir esas olduğu gibi, en büyük yardımcıdır da. İhlaslı olanlar Allah’ın inayetlerine mazhar olurlar, Allah onlara kolay ve kısa yoldan ilim öğretir. Peygamberimiz (asm): “İhsan Allah’ı görür gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görüyor” buyur­muş­tur. İhlâsla ihsan aynı manaya gelirler. Zira ihlâs yalnızca rıza-yı İlahiyi düşünmek demektir. Mehmed Vehbi Efendi Yusuf su­resinin 22. ayetini tefsir ederken şöyle der: “Muhsin; amelinde ittikâ ve belâya sabredip, kazaya razı olan mümin-i muhlistir.” İhsan sahibi (yani muhsin) kimselere Al­lah’ın vehbî ilim ihsan edeceğini bizzat Allah Kur’ân’ında beyan eder: “(Yusuf’un) gücü kemâle erince, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte muhsinleri de biz böyle mükâfatlandırırız.” (Yusuf, 22) “Musa’nın gücü kemâle erip olgunlaşınca, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte muhsinleri de böyle mükâfatlandırırız.” (Kasas, 14) Bu iki ayete dikkat edilirse, Allah hem Musa (as) hem de Yusuf’a (as) hikmet ve ilim ver­miş ve muhsin olanlara da aynı şekilde hikmet ve ilim vereceğini vaad etmiştir. Madem Allah vaad etmiştir, biz ihlaslı olduğumuz takdirde, bize de Allah tarafından ilim öğretilir. İhlaslı olmak, risâleleri kısa zamanda en iyi şekilde anlamanın en mühim yoludur. İbn-i Haldun Mukaddime’sinin son kısım­larını eğitime ayırmıştır. Orada ilim talib­lerine güzel tavsiyelerde bulunur. 31. Fa­sıl’da şöyle der: “Sen böyle bir hale duçar olur, duraklar veya şüphelerden dolayı akıl ve fikrinde bir karışıklık husule gelirse, akıl ve fikrinden, zihnini perdeleyen bu söz­lerin engellerini ve mantığı bir tarafa ata­rak düşüncenin yaratılışından gelen ve ta­bii olan fiilinin hükmüne, ihlâsa başvur. Senden önceki büyükler gibi temiz kalp ve ihlâsla Allah’ın yardımına sığın. Allah onlara ilham ettiği ve bilmediklerini bildir­diği gibi, senin kalbini de aydınlatır. Bu aydınlık sayesinde istediğini elde edersin, bu düşüncenin gerektirdiği vasıta sana ilham olunur. (…) Sen buna dikkat et. Ne zaman sana meseleleri anlamak güçleşirse, o zaman sen Allah’ın yardımına başvur. O sana doğru yolu gösterecek ve aydınlatacak olan nurları sana bağışlayacaktır. O doğru yolu göstermek suretiyle kullarını rahmetine kavuşturur; ilim ancak onun tarafından bağışlanır.” 3. Üçüncü Şart: Takva Sahibi Olmak, Yediğine İçtiğine Dikkat Etmek Ve İl­miyle Âmil Olmak “Eğer siz Allah’ı hakkıyla bilseydiniz deniz­ler üzerinde yürür, dualarınızla dağlar zail olurdu. Eğer ondan hakkıyla korksaydınız, kendisiyle beraber cehlin olmadığı bir ilim sahibi olurdunuz.” (Hadis, Kenzü’l-Ummal, hn. 5893) Takva sahibi olan kimselere Allah kendi lütfundan ilim öğretir. Kur’ân’da şöyle buy­rulur: “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkarsa­nız, size furkan (hak ile bâtılı ayıracak bir anlayış) verir, kötülüklerinizi örter ve size mağfiret eder. Allah büyük ihsan sahibidir.” (Enfal, 29) “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve Re­sulüne iman edin ki, O size rahmetinden iki kat nasip versin ve sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve size mağ­firet etsin. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (Ha­did, 28) Takva; Allah’tan korkmak, haramlardan u­­za­k­laş­mak demektir. Takvada bütün günah­lardan uzak durmak esas olmakla beraber, yeme ve içmedeki titizlik biraz daha ön plana çıkar. Çünkü ‘helal lokma’ takvanın başı ve temelidir. Bir veli şöyle der: “Haram lokma yiyenin azaları isyan eder. Yediği he­lal olanın da azaları kendisine itaat eder ve hayırlı işleri yapmağa muvaffak olur.” Yenip içilen şeylerin insan maneviyatına te­sir ettiği, birçok evliya tarafından söylenmiş­tir. Yediğine içtiğine (haramlara, mekruh­lara, şüpheli şeylere) dikkat etmeyenler ma­neviyata karşı yabanileşirler. Dikkat eden­­lerse maneviyatın farkına varırlar. İb­ra­­him Edhem şöyle demiştir: “Kemâle eren­­­ler ancak midelerine gireni kontrol et­mekle kemâle erebilmiştir.” Hz. Mevlâna da şöyle der: “Dervişin zalimlerin ve ha­ram yiyicilerin ve cismanîlerin lokmasını ye­memesi lâzımdır; zira o lokma çabuk tesir eder. Bigâne [yabancı] lokmanın tesirinden, efkâr-ı faside [bozuk, kötü fikirler] zahir olur.” Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Kırk gün helâl yiyenin kalbini Allah nur­landırır ve hikmet kaynaklarını, pınar­larını kalbinden lisanına akıtır.” Yeme içme hususunda haramlar ve şüpheli şeyler maneviyatımıza menfi yönde tesir ettiği gibi, diğer günahlar da aynı şekilde kalbe kasvet vererek bizim maneviyatımızı menfi yönde etkiler. Üstad şöyle der: “Risâle-i Nur talebelerinden bir genç hâfız, pek çok âdemlerin dedikleri gibi dedi: ‘Ben­de unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?’ Ben de dedim: Mümkün oldukça namahreme nazar etme. Çünki rivayet var. İmam-ı Şafiî’nin dediği gibi, ‘Harama nazar, nisyan verir.” Hafızasının kuvvetliliğiyle meşhur İmam-ı Vekî Hazretlerine talebelerinden biri unut­kanlıktan şikâyet edince, o da günahları terk etmesini tavsiye etmiştir. Talebesi bu tavsiyeyi bir şiirinde şöyle dile getirmiş: Vekî’ye ezberimin kötülüğünden şikâyet et­tim. O bana günahları terk etmemi tavsiye etti. “Muhakkak ki ilmi hıfzetmek Allah’ın bir lütfudur. Allah ise lütfunu asi olana vermez.” Peygamberimiz (asm) bu hususta şöyle bu­yurmuştur: “Harama nazar şeytanın zehirli oklarından bir oktur, onunla mutlaka isabet ettirir. Kim onu terk ederse Allah ona öyle bir iman nasib eder ki tatlılığını kalbinde hisseder.” 4. Dördüncü Şart: Güzel Ahlâk Bazı âlimler kibirli, hasetçi, nefsine uyan, dünyayı çok seven, günah işlemekte ısrarlı olanların Kur’ân’ın inceliklerine nüfuz ede­meyeceklerini söylemişler ve buna şu ayeti delil kabul etmişlerdir: “Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerimi anlamaktan çevireceğim.” Risâle-i Nur da Kur’ân’ın bir tefsiri olma­sı hasebiyle güzel ahlâka sahip olmayan­lar, ihlâs hasletinden uzak olanlar, Risâle-i Nur’u anlamaktan mahrum kalırlar. Tabii ki bunu söylerken bütünüyle, hiç anlamazlar manasında söylemiyoruz. Elbette herkes -hatta dinsiz bile- kendince bir şeyler an­lar, ama onu bütün yönleriyle, bütün in­celikleriyle anlamaktan mahrum kalırlar. Bu hususta Şamlı Hafız Tevfik’in Risâle-i Nur’da anlattığı hadiseyi aşağıya alıyoruz: “Ben itiraf ediyorum ki: Hizmet-i Kur’âni­yedeki kemal-i ihlâs ve sırf livechillah için hizmeti, iki vaziyetim ihlâl ediyordu. Şiddetli bir tokat yedim. Çünkü ben bu memlekette garib hükmündeyim, garibim. Hem şekva olmasın, Üstadımın en mühim bir düsturu olan iktisada ve kanaate riayet etmediğim­den fakr-ı hale maruzum. Hodbîn, mağ­rur insanlarla ihtilâta mecbur olduğumdan -Cenâb-ı Hak affetsin- mürüvvetkârane bir surette riyaya ve tabasbusa da mec­bur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve ihtar ve tekdir ediyordu. Maattees­süf kendimi kurtaramıyordum. Hâlbuki Kur’ân-ı Hakîm’in rûh-u hizmetine zıd olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinnî ve insî istifade etmekle beraber, hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu. İşte ben bu kusuruma karşı şiddetli, fakat inşallah şefkatli bir tokat yedim. Şüphemiz kalmadı ki bu tokat, o kusura binaen gelmiş. O tokat da şudur: Sekiz senedir ben, Üstadımın hem muhatabı, hem müsev­vi­di, hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay kadar nurlardan istifade edemedim. Bu hale hayret ettik. Ben de ve Üstadım da ‘Bu neden böyle oluyor?’ diye esbab arı­yorduk. Şimdi kat’î kanaatimiz geldi ki, o hakâik-i Kur’âniye nurdur, ziyadır; tasan­nu, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemi­yor. Onun için bu nurların hakikatlerinin mea­li benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak, bana yabanî görünüyor, yabanî kalıyordu. Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum ki; bundan sonra Cenâb-ı Hak bana o hizmete lâyık ihlâs ihsan etsin, ehl-i dünyaya tasannu ve riyadan kurtarsın. Başta Üstadım olarak, kar­deşlerimden dua rica ediyorum. Pür-ku­sur Şamlı Hâfız Tevfik.” Yukarda ihlâs mevzuundan bahsederken ‘ihsan sahipleri’nin vehbî ilme mazhar ola­cağından bahsedip, bundan maksadın ihlâs olduğunu söyledik. Ayetlere başka vecih­den de bakılmıştır. Aşağıya derç edeceğimiz izahlar da muhtemel manalardır. ‘Muhsin’ için iki mana verilmiştir: Biri, Allah’ı görüyor gibi ibadet etmek; diğeri de, “insanlara iyilik etmek.” Başka bir tarif­le şunu da söyleyebiliriz: İnsan üzerinde hukukullah ve hukuk-u ibad olmak üzere iki hak vardır. Hukukullah yani Allah’ın hakkı, ona iman ve ibadettir. Hukuk-u ibad yani kul hakkı ise, Kur’ân’ın bahsettiği ahlâk esaslarıdır. Muhsin, bu iki hukuka riayet ederek onlara tecavüz etmeyen ve onların bizden taleb ettiği fiilleri işleyen demektir. Biz de ‘muhsin’ olursak -bu va’d-i İlahîye göre- hikmet ve ilme mazhar oluruz. Diğer ifadeyle hem Risâle-i Nur’u anlama, hem de daha başka ilmî eserleri anlama cihetinde inayetlere mazhar oluruz. 5. Beşinci Şart: Üveysîlik Üveysîlik, Veysel Karanî Hazretleri gibi, sev­diği ve kendisine bağlı olduğu zatı görme­den ve gaybî olan muhabbet ve bağlılık ve bu muhabbetle bağlı olduğu zattan manevi feyz almak tarzıdır. Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri şöyle der: “Ev­­liyadan bazıları vardır ki, sadık müride, ve­fatından sonra, hayattayken olduğundan daha fazla menfaat eriştirir. Yine evliyadan bazılarının, rûhaniyetleri vasıtasıyla İlahî emirleri takip ve tatbik ettirdiği kimseler vardır. İsterse o veli kabrinde meyyit olsun… Kabrinde iken müridini yetiştirir. Müridi kabrinden onun sesini işitir. Nitekim Ebu’l-Hasanü’l-Harkânî, şeyhi Eba Yezid-i Bes­tamî’den bu şekilde feyz almıştır.” Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, İmam-ı Ali (ra) ve Abdulkadir Geylanî Hazretlerine bağlı üveysî bir zattır ve onların manevi feyz ve irşadlarına mazhar olmuştur. Üstad bu mevzuda şunları söyler: “Risâle-i Nur’un mesleği tarikat değil, ha­kikattir; sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman, tarikat zamanı değil, imanı kur­tarmak zamanıdır. Risâle-i Nur, bu hiz­meti lillahilhamd en müşkil ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor. Risâle-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin’in (ra) ve Gavs-ı Âzam’ın (ks) -ihbarât-ı gay­bi­ye­leriyle- şakirdlerinin bu zamanda bir daire­sidir. Çünkü Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle Risâle-i Nur’dan haber verdiği gibi; Gavs-ı Âzam (ks) da kuvvetli bir suret­te Risâle-i Nur’dan haber verip tercüma­nını teşcî etmiş. Bu mahrem dört risâle, Keramet-i Aleviye ve Gavsiyeye ait dört risâle inşallah bir vakit size gönderilebilir. (…) Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzam’dan (ks) ve Zeynelâbidîn (ra) ve Hasan ve Hü­seyin (ra) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (ra) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.” Bu husus 8, 18 ve 28. Lem’alarda tafsilatıyla bahsedilmiştir. Arzu edenler oradan okuyabilirler. Risâle-i Nur talebeleri de üstadları gibi, üveysîdirler. Onlar da bazı şartlar dâhilinde hem İmam-ı Ali, hem Abdülkadir Geylani, hem de bizzat üstadları Bedîüzzaman Haz­retlerinden manevi feyz ve ilim elde ede­bilirler. O şartlar da; ihlâs, risâleleri Kur’ân harfleriyle yazmak ve okumak ve Üstadlarına duâ etmektir. Üstad kendisiyle ve talebeleriyle arasındaki manevi irtibattan bahsederken şöyle der: “Aziz, gayretli, ciddî, hakikatli, hâlis, dirayetli kardeşim! Bizim gibi hakikat ve âhiret kardeşlerin, ih­tilaf-ı zaman ve mekân sohbetlerine ve ün­­siyetlerine bir mâni teşkil etmez. Biri şark­ta, biri garbda, biri mazide, biri müstak­belde, biri dünyada, biri âhirette olsa da beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Hu­susan bir tek maksad için bir tek vazifede bulu­nanlar, birbirinin aynı hükmündedirler.” “Ben sizi yazılarınızda ve hatırımdan çık­mayan hıdemâtınızda günde müteaddid de­falar görüyorum ve size olan iştiyakımı tat­min ediyorum. Siz de bu bîçare kardeşinizi risâlelerde görüp sohbet edebilirsiniz. Ehl-i hakikatin sohbetine zaman, mekân mâni olmaz; manevi radyo hükmünde biri şarkta biri garbda, biri dünyada biri berzahta olsa da rabıta-i Kur’âniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.” “Şimdi âlem-i melekût ve ervahta, ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı pek çok kesretle vardır ve bizimle münasebettardırlar. Manevi hediyelerimiz onlara gidiyor; onların nuranî feyizleri de bizlere geliyor.” “Ben kasemle temin ederim ki, bir küçük risâleyi kendine bilerek yazan adam, bana büyük bir hediye hükmüne geçer; belki her bir sayfası bir okka şeker kadar beni memnun eder.” Üstad hayatı boyunca kimseden hediye kabul etmemiştir. Hâlbuki yukarıda “Yazılan risâlelerin kendisine büyük bir hediye” olduğunu söylüyor. Yani Üstad böyle bir hediyeyi can u gönülden kabul ediyor. Bir önceki paragrafta ise, “Ölmüş zatlara bizim manevi hediyelerimizin gittiğini, onların manevi feyzlerinin de bize geldiğini” ifade ediyor. Buna göre bizim yazdığımız yazılar, manevi bir hediye olarak vefat etmiş olsa bile Üstad’a takdim edilir, ona ulaştırılır ve bunun karşılığında yazan şahıslarla Üstad arasında manevi bir münasebet tesis edilir ve ondan da manevi feyizler gelir. Buraya kadarki kısımda Üstad’la talebeler arası manevi irtibatla ilgili yerleri kaydettik. Bundan sonraki kısımda ise İmam-ı Ali ve Gavs-ı Âzam’ın nur talebeleriyle olan manevi bağlarına işaret edeceğiz. Üstad İhlâs Risâlesi’nde şöyle der: Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (ra) o mûcizevari kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (ks), o harika kerâmet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar ve hima­yetkârane teselli verip hizmetinizi manen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, onların bu teveccühleri, ihlâsa binaen ge­lir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem’a’daki şef­kat tokatlarını tahattur ediniz. Böyle manevi kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz  وَ يُؤْثِرُونَ عَلَى اَنْفُسِهِمْ sırriyle ihlâs-ı tâmmı kazanınız. 6. Altıncı Şart: Üstadın Okuduğu Virdleri Okumak Zikir ve duanın faziletine dair ayetler ve pek çokta hadis-i şerifler vardır. Biz burada yalnızca mevzumuzla münasebettar bir iki­sini kaydedelim. Ayet-i kerimede: “Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim” (Bakara152) buyrulmuştur. Bu ayeti tefsir eden bazı âlimler, “Siz bana itaat etmek suretiyle beni zikredin, ben de yardımım ile sizi zikredeyim” manasını vermişlerdir. Bu manaya göre zikir, Allah’ın inayetini celb eder. Bu hususta şöyle bir hadis de vardır: “Allah’ı zikret. Çünkü o taleb ettiğin şey için sana yardımcıdır.” Bu ayet ve hadisten yola çıkarak Allah’ı zikretmek, her şeyde olabileceği gibi, ilim öğrenmekte de büyük bir yardımcıdır diyebiliriz. Bir başka hadis de şöyledir: “Allah’ı zikret­mek kalpler için şifadır.” Hasta adam yedi­ği yemeğin lezzetini alamadığı gibi, manen hasta olanlar da maneviyatın lezzetini ala­mazlar. Zikr-i İlahi kalplere şifa olur ve ma­neviyatı ve maneviyatın lezzetini kalplere hissettirir. Üstad Cevşen, Celcelûtiyye, Sekîne gibi vird­lere devam etmesiyle ve onların feyzi ile bu ri­sâlelerin tezahür ettiğini söyler. Madem risâ­lelerin telifinde bu virdlerin feyzi mü­him rol oynamıştır, öyleyse risâlelerin anla­şılmasında da aynı faideyi gösterirler. Şeyh Şâzelî (ks.) şöyle der: “Bir kimse bizim tarif ettiğimiz duâyı okursa, bize olan şey ona da olur. Bizim üzerimize gelen ‘feyiz’ler onun üzerine de gelir.” Aşağıya bu mevzu ile ilgili kısımları kaydediyoruz. Namaz Tesbihatı Söz’ün Zeyli’nde Üstad namazdan son­raki tesbihatı talebeliğin şartlarından gös­terir. Ve şöyle der: “Şu kısa tarikin evradı: İttiba-ı sünnettir; feraizi işlemek, kebairi terk etmektir. Ve bilhassa namazı tâdil-i er­kân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbi­hatı yapmaktır.” Sekine Duâsı “Hz. Ali Kerremallahü Vechehü ecnebi hurûfuna karşı şiddetli teessüf ve hiddet ettiği ve bid’aya taraftarlık eden bir kısım ulemâî’s-sûa karşı şiddetli nefret ve hiddet ettiği yerde irşadkârâne bazılarla konuşuyor. Ve Hz. Cibril’in tabiriyle ‘Sekine’ ismi verilen ve İsm-i Âzam sandukçası olan esmâ-yı sitteye devam edeni irşad ediyor, taltif ediyor. İşte o esmâ-yı sittenin devamından tereşşuh eden ve esmânın lemeâtı olan Risâle-i Nur; ve o Risâle-i Nur kendi şakirtleri ile lâakal yüzer kalemle yüz parça Risâle-i Nur’un eczalarıyla ve intişar eden yirmi bin nüshasıyla lâakal yüz bin adamı hurûf-u Kur’âniye lehine ve sünnet-i seniyeye ittibaa ve imanlarının takviyesine ve Hz. Ali’nin (ra) hiddet ettiği iki cereyana karşı tamamıyla mukavemet ettiklerinden, elbette Hz. Ali’nin (ra) [Ya eyyühe’l-ihvan] (Ey kardeşlerim) diye tabir ettiği ihvanları içinde hususî bir surette onlara bakıyor.” Sekîne, Cevşen ve Celcelûtiyye “Hem madem o iki kasidesinde takip ettiği en mühim esas ve en büyük ders ism-i Âzamdır. Ve ism-i âzam ile meşgul olanlar ile konuşur, teselli ve teşci eder. Hem madem Hz. Ali’nin (ra) kudsi üs­tadından aldığı ve bu ümmete verdiği en mühim ders ve bu iki kaside-i gaybiyesinin mevzuu ve esas ve ruhu olan Sekine’yi ve ism-i âzamı bu zamanda herkesten ziyade kendine vird eden ve on üç seneden beri ism-i âzamla beraber bin bir esma-yı İlahiye içinde bulunan Cevşenü’l-Kebir ile ve o esma ile ulûm-u Kur’âniyenin hazinesini açan yüz yirmi risâleyi o esmanın feyzi ile Kur’ân’a tefsir yapan ve yirmi dört saatte yüz yetmiş defa Sekine ve ism-i âzam denilen esma-yı sitte-i meşhureyi bin üç yüz mükerrer ayetle okuyan ve Âl-i Beyt’in manevi ve gayet mühim bir mirası ve bir maden-i feyzi olan Cevşenü’l-Kebir’i kendine üstad eden ve bidayette her günde bir defa bazen üç defa tamamını okuyan ve talebesine tavsiye eden adam, Risâle-i Nur müellifidir. Elbette bu mezkûr dokuz hakikat gayet kat’î bir surette netice verir ki, Hz. Ali (ra) Ercüze ve Celcelûtiye’sinde Risâle-i Nur’u alkışlıyor, haber veriyor ve müellifi ile konuşuyor, teselli ediyor.” Üstad bazı mektuplarında da şöyle der: “Yeni Said’in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbanî, Gavs-ı Âzam ve İmam-ı Gazalî, Zeynelâbidîn (ra) hususan Cevşenü’l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım- ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali’den (Kerremallahü Vechehu) aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü’l-Kebir’le daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risâle-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.” Hülâsa; Üstadın devam ettiği bu virdler, risâlelerin telifinde büyük rol oynamıştır. Aynı şekilde bu virdlere devam edenler de, bu virdlerin feyziyle risâlelerin pek çok hakikatine vakıf olabilirler.

İdris TÜZÜN 01 Eylül