119. Sayı: Bediüzzaman Said Nursi'ye Atılan İftiralara CevaplarBu Sayıyı Satın Al
Konu resmiSanatkârın ve Eserinin Değer'ini Bilmek
İnsan

Ecdadımıza karşı olan kadirşinaslığımızı gözden geçirmeye, asırlardan müteşekkil zaman vagonlarıyla günümüze intikal eden sanat eserleri ve bunların sanatkârları üzerinde biraz tefekkür etmeye ne dersiniz?  Biri hattın; biri mermerin, tuncun, Kurşunun sırrını aramış bulmuş; Yesari elinde ‘Lafza-i Celal’ Sinan’da kubbeyle minare olmuş! Sanatkâr “ben” değildir, bir milletin mane­vi şahsının elidir, sesidir, sözüdür, kalemi­dir. Milletin inancı, fikri, hayali, tecrübesi onunla sübut bulur. Bazen taşa, tahtaya ka­zı­nır; bazen nameye dökülür, bazen mima­ride vücut bulur. Bu cihetten sanatkâr, bir milletin nesilleri arasında, dede ile torun mabeyninde elçi olur, postacılık yapar. Do­layısıyla ona ve eserine sahip çıkmak mil­leti millet yapan değerlere sahip çıkmak manasını taşır. Eserin Manasını ve Mesajını Görebilmek Sanatkâra karşı kadirşinaslık, milletine bı­­­raktığı eserlere hem maddesiyle hem ma­­­na­sıyla sahip çıkmaktır. Göğsündeki imanı sanat işvesiyle farklı zeminlere işle­yen sanatkârın kabiliyet nimetiyle icra et­ti­ği iman dersine ve çağlar aşan evrensel mesajına yürek açmaktır. Onun zaman-ı ma­ziden ve hazırdan dava şuuruyla elimize tu­tuşturduğu sanat formundaki hakikat­lerin manevi kıymetini idrak etmektir. Teb­liğ edilen hakikat nüktelerini hayatımıza aks ve nakş ettirebilmektir. İşte, hattatın bir cami kitabesindeki taşa işlediği Hak kelamından “… zekeriyyal mihrabe” telmihi. Ayette hatırlatılan nimet ve rızıklandırmanın sevinciyle yönümüzü Rabbimizle buluşma mekânımıza çekilebi­liyor muyuz? Yoksa hayatın ve şehrin gü­rültülü havası, hırslı kazanç koşuşturması; yanı başımızdaki ihtişamlı mabedlerin mih­rabına ve her köşesine nakşedilmiş İlahi mesajlardan bizi alı mı koyuyor? İşte, başka bir hattatın sanat işvesiyle çeşme kitabesine işlediği Kur’an mesajı: “İşte bu sizin işlediklerinizin karşılığıdır.” Baş üs­tü­müzde bulunan bu ayetin müjdesiyle di­mağımızı hamd ve şükrün enfes iklimiyle buluşturup kalbimizi ve ruhumuzu teskin edebiliyor muyuz? Yoksa sadece damağı­mızı ve hararetli bedenimizi tatlı ve soğuk suyun lezzet ve serinliğiyle buluşturmakla mı yetiniyoruz? Maddi istifadenin ötesine geçemiyor muyuz? İşte dünya ile ahiretin kesiştiği noktada madde ile manayı cem eden mezar taş­larındaki “El-Bâkî”, “Huve’l-Bâkî”, “Hu­ve’l - Hayyu’l - Bâkî”, “Huve’l - hayyu’l-le­zî Lâ ye­mût”, “Küllü şey’in Hâlikun illâ vec­­he­hu” hakikatlerinin işlendiği serlevha­lar… Nazarları uhrevi âleme çeken daha nice ukba mesajları… Bunlarla ölümü uyarı ve nasihatçi yaparak, kendimize ha­yatın ve ölümün sahibini tahattur ve tefekkür ettirerek hayatımıza istikamet kazan­dıra­biliyor muyuz? Gönlümüz ve şuurumuz Esma’dan Muhyi ve Mumit isimlerinin nu­ruyla, marifetiyle hayat bulabiliyor mu? Yoksa ölüm gerçeği karşısında gafletimizin tesiriyle sersemleşmiş telaşlı ve endişeli na­zarlarımız, kesif olan kabir toprağının ötesine yol bulamıyor mu? Itrını Kur’an ve sünnetten alan bu ha­ki­katler sadece hattatın nadide eserlerinde bulunmaz. Cevheri aynı olan, aynı mukad­des kaynaktan beslenen her İslam sanat­kârının gözünün ve gönlünün emeğinde müşahede edilir. Mimarın binasında, şairin eş’arında, edibin inşasında, müzisyenin güfte ve bestesinde zahirden ziyade bu mana intizar edilmelidir. Gözün temaşa ve geçici keyfinden ziyade gönlün daimi lezzeti ve istifadesi aranmalıdır. Dolayısıyla bir kırık kitabede veya nisya­na mübtela başka bir ecdad mirasında, asıl incitici cihet; onlardaki ruhtan, manadan yüz çevirmektir. Kadir-bilmezlik madde ile taşınan manevi mirasın göz ardı edilmesidir. Onların bildirdiği hakikatin incitilmesidir. Oysaki sanat eseri hakikatin anlatımında misal olmalı ve muhtaç ruhlara hakikati yetiştirmelidir. Zahirdeki ziynet ve sanat, gönle akan manaya ve hakikatlerle mak­sad edinilen gayeye hizmet etmelidir. Kulu, kişiler ve fani dünya üzerinde fazla durmak­tan uzaklaştırmalı, ezeli ve ebedi olan Ya­radanına yakınlaştırmalıdır. Sanat (-a, -kâra) Doğru Şekilde Nazar İslam sanatkârına ve icra ettiği sanata Rab­bimizin “Sani” isminin tecellisi olarak nazar edilmelidir. O zaman anlaşılır ki her ikisi de, yani hem sanatkâr hem sanatı, Yüce Allah’ın marifetine ulaştırır. Görülür ki İs­lam sanatkârı sanatının icrasını Sani-i Ha­kim’in müsaadesiyle gerçekleştirir. Sa­nat­kârın ve sanatının kadri ve kıymetini ha­ki­ki manada tezyid eden bu nazardır. Bilinmelidir ki İslam sanatkârının çıkış nok­tası, menbaı, Kur’an ve Sünnetin bizzat ken­disidir. Eserlerine sirayet eden de İslami hakikatlerdir. Dolayısıyla mümin bir sanat ehli, imani rabıtası ölçüsünde Kâinatın Sa­niine ayinedar olur. Kendisine bahşedilen kabiliyetlerle, hakikat tecellilerinin kuvveti nispetinde takatleri zorlayan güzel eserler bırakır. İşte günümüzün tüm imkânlarını elinde bulunduran ecnebi mimarın, İslam sanat­kârına bakışı: “Şu koca kubbe (Selimiye’nin kubbesi) ters çevrilip altınla doldurulsa dahi Koca Sinan’ı getirmeden yirminci asır mimarisi bu eserin aynısını yapamaz.” İşte benzer bir tavır ve duruşla modern res­samın ağzından, İslam sanatına karşı had­dini bilir itiraf: “Benim resimde varmak istediğim son noktayı İslam yazısı çoktan bulmuş.”  Hem bilinmelidir ki maksadı ulvi olan İslam sanatkârı, imani bir tesirle ortaya çıkardığı eseriyle, dünya hayatından ahi­ret men­ziline pencereler açar. Kur’ân’ın ha­ki­kat­leriyle hakiki bir terbiyeden geçen sa­natkârın enfüsi âlemindeki hakikatler, İslam beldelerinin afakına yansır. Gönül dünyasındaki imani neş’e her bir eserinde tecessüm eder. Onun elinin ve gönlünün emeği, maddenin üzerine işlenmekle kal­maz; çağlar boyu gözden göze, gönülden gönle cereyan ederek İslam ve insan me­deniyetini netice verir. İslam sanatkârını ve bıraktığı eserlerindeki ruhu (dolayısıyla ecdadımızı ve onların sa­hip olduğu manevi dinamikleri) fark ve id­rak edebilmek için biz 21. asrın gençlerine, onların torunlarına düşen şey aynı iman nuru ve nazarına sahip olmaktır. İman nuruyla bildirdikleri hakikati görebilmek, kâinatı bir sanatı ilahi olarak gören nazarı işlettirmektir.  İşte o zaman coğrafyamıza ve İslam beldelerine nakşedilen büyük ata mirasında hüküm-ferma olan manevi nidalar işitilebilecektir. Kalplerimiz, ruh­larımız lezzetlere, şevklere gark olacaktır. Aksi halde manevi lezzet ve kazanç, fani zevk ve firak elemine dönüşecektir. Netice Sanatkârın ve eserinin değerinin bilinmesi, esasında ait oldukları millete (ecdada) gös­terilecek kadirşinaslığın bir göstergesidir. Sanatkâr ve eseri değerlendirilirken mana­nın maddeye feda edilmemesi gerekir. İs­lam sanatkârının kabiliyetlerini tekid eden manevi kaynaklar ve eserinde mak­sad edin­diği ilahi gayeler ve hakikatler unutul­ma­malı, imani bir nazara sahip olunmalıdır.   Yüce Allah, bu vatan gençlerine; bilad-ı İslamiye’de neşvünema bulmuş, her birisi İslam’ın hayatı ihya eden hakikatleriyle çi­çeklenmiş, ecdad mirası rengârenk eserleri takdir edecek iman nuruyla bakan göz ve gönül ihsan eylesin… Bir Tespit İslam sanatı; farklı asırlarda yaşamış, her biri aynı çizgi (Kur’an ve Sünnet çizgisi) üzerinde ittihat etmiş yüz binlerce sanat­kârdan müteşekkil bir şahsi maneviye sa­hiptir. Her biri aynı gayeye (İslami haki­katlerin aktarılmasına) hizmet eden bu şahsi manevi; farklı türlerdeki milyonlarca eserleri suhuletle ortaya koymuştur.

İbrahim SARITAŞ 01 Ekim
Konu resmiKerbela
Risale-i Nur

Hazret-i Hüseyin ve akrabâsına, o fâcia sebebiyle hâsıl olan netâic-i uhreviye ve saltanat-ı rûhâniye ve terakkiyât-ı maneviye, o kadar kıymetdârdır ki, o fâcia ile çektikleri zahmet, gâyet kolay ve ucuz düşer. Nasılki bir nefer, bir saat işkence altında şehîd edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa, ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehîd olduktan sonra ona sorulabilse, az bir şey ile pek çok şeyler kazandım diyecektir. (Mektubat Mecmuası, c. 1, s. 45) 10  Muharrem deyince aklımıza ilk ge­lenlerden birisi, Hz. Nuh Aleyhis­selâm’ın gemisinin büyük tufanın ardından karaya çıkışıdır. Veya Hz. Âdem Aleyhisselâm ile Hz. Havva’nın Arafat’da buluşmalarıdır. Bunun gibi pek çok müjde­li ve güzel hadiselerin yaşandığı 10 Muhar­rem günü, takvimler Hicret’in 61. senesine gelindiğinde, ehl-i vicdanı kıyamete kadar ağlatacak bir hâdise yaşandı. Hz. Hüseyin (ra), aile efrâdı ve beraberlerindekiler de dâhil olmak üzere 72 kişi Kerbela’da şehîd edildi. Bu şehîd edilen 72 kişinin 23’ü Ehl-i Beyt’tendi. Bu elîm hadiseyi genel hatlarıyla anlatma­dan önce Bedîüzzaman Hz.’nin konu ile ilgili olan 15. Mektûb’da geçen şu izâhâtı­nı ifade etmemiz gerekmektedir: “Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem’i gâ­yet müşkildir. Onun için onları dünyadan küs­türdü. Dünyanın çirkin yüzünü onlara gös­terdi. Ta kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve sû­rî bir saltanattan çekildi. Fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı ma’neviyeye ta­yîn edil­diler. Âdî valiler yerine, evliya ak­tâb­larına merci’ oldular. (Mektûbât-1 s.44)” Bu fâ­cia­nın hikmetini anlatan bu satırlardan anlaşılmaktadır ki; başta Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra) olmak üzere Ehl-i Beyt’in çektikleri sıkıntılar, gördükleri zu­lümler, zahiren onlara dünya saltanatını kaybettirmiş ancak çok büyük manevî ma­kamlar elde etmelerine vesile olmuştur. Onlar, sıradan birer vâli değil, herkesin gönlünde taht kurmuş birer büyük ev­li­ya olmuşlardır. Büyük müctehidlerin, imam­ların, tarikat büyüklerinin büyük bir kısmı Ehl-i Beyt’ten çıkmıştır. Ancak bu durum Ehl-i Beyt’i ve onları korumak için canlarını feda edenleri şehid eden zalimlerin cezasız kalacağını göstermemektedir. Ehl-i Beyt’e zulmedenler, ahirette görecekleri azabın yanı sıra bu dünyada da çeşitli şekillerde cezalarını çekmişlerdir. Kerbela Faciası Hz. Ali’nin (ra) şehid edilmesinin ardından Hilâfet makamına, Hz. Hasan (ra) geçmişti. Ancak Müslümanların arasına fitne düş­mesin diye Hz. Hasan (ra), Hilafeti Mu­aviye bin Ebû Süfyan’a (ra) bıraktı. Bu sebeple Muaviye (ra), Hz. Hasan’a (ra) ve Hz. Hüseyin’e (ra) son derece ikram ederdi. Muaviye bin Ebû Süfyan’ın (ra) vefatının ardından Hilâfet makamına, hak etmediği halde, Muaviye bin Ebû Süfyan’ın (ra) oğlu Yezid oturdu. Yezid, Hilâfet makamını saltanata dönüş­türen, dininde son derece zayıf ve zâlim bir kimseydi. Yezid, ilk iş olarak Medine Valisi Velid bin Utbe bin Ebû Süfyan’a şöy­le bir mektûb yazdı: “Yazım sana gelince, Hüseyin bin Ali ile Abdullah bin Zübeyr’i buldur. Onların bana biatlarını al. Eğer biat etmekten kaçınırlarsa, boyunlarını vur! Başlarını bana gönder! Biattan kaçınanlar hakkında ise, Hüseyin bin Ali ve Abdullah bin Zübeyr hakkında olduğu üzere, hükmü yerine getir!” Medine Valisi, bu mektubu Hz. Hüseyin’e (ra) iletince; Hz. Hüseyin (ra) mühlet is­tedi ve evine döndü. Ardından da kardeşi Muhammed bin Hanefiyye’nin tavsiyesi üzerine ev halkı ile birlikte Mekke’ye gitti. Bu arada Muaviye’nin (ra) vefat ettiğini işi­ten Kûfeliler kendi aralarında toplanarak, Hz. Hüseyin’i (ra) Kûfe’ye davet ederek ona biat etme kararı aldılar. Bu durumu Hz. Hüseyin’e (ra) duyurmak için de ona mektup göndermeye karar verdiler. Her biri üç-dört kişi tarafından imzalan­mış hâlde ilk etapta Hz. Hüseyin’e (ra) Kûfeli­ler tarafından elli mektup gönderilmiştir. Ramazan’ın 10. gününde mektuplar Hz. Hüseyin’e ulaşmıştı. Hz. Hüseyin (ra), Kû­felilerin bu sözlerinde doğru olup olma­dıklarını tedkik etmesi için bir mektupla birlikte yakın akrabası Müslim bin Akil’i Kûfe’ye gönderdi. Müslim bin Akil, Kûfe’ye ulaştıktan sonra Kûfelilerden Hz. Hüseyin (ra) adına biat almaya başladı. Bu arada Yezid, Hz. Hüseyin’e (ra) karşı harekete ge­çip geçmeyeceğinden emin olamadığı mev­­cut Kûfe Valisi Numan bin Beşir’i gö­rev­den alarak yerine İbn-i Ziyad’ı tayin etti. Bir rivayete göre Müslim bin Akil, Hz. Hüseyin’in (ra) adına, Kûfelilerden 18.000 kişinin biatını gizlice aldı. Ve bu durumu Hz. Hüseyin’e (ra) mektupla bildirdi. Bu mektup, Hz. Hüseyin’e (ra) ulaşınca, aile efradıyla birlikte Kûfe’ye doğru yo­la çıktı. Bu arada Müslim bin Akil’in kal­dığı evin sahibi Hani’ bin Urve’yi, Vali İbn-i Ziyad köşküne getirterek önce kı­lıcıyla yaraladı. Daha sonra da hapse at­tırdı. Bunu işiten Müslim bin Akil ve ar­ka­daşları, İbn-i Ziyad’ın köşkünü sar­dı­lar. Yaşanan çarpışmalarda Müslim bin Akil yaralandı. Bir kısım arkadaşları da öl­­dürüldü. Halkın büyük kısmı da Vali İbn-i Ziyad’dan korkarak Müslim bin Akil’i yalnız bıraktılar. Müslim bin Akil bir eve sığındı. Sığındığı ev İbn-i Ziyad’ın adam­ları tarafından kuşatıldı. Müslim bin Akil, İbn-i Ziyad’ın adamlarıyla tekrar çarpıştı ancak çarpışmaktan yorulunca, İbn-i Ziyad’ın adamları onu ele geçirdiler. İbn-i Ziyad, Müslim bin Akil’in boynunu vurdurttu. Müslim bin Akil’in şehâdet haberi Hz. Hüseyin’e (ra) geldiğinde, Hz. Hüseyin (ra) aile efradıyla birlikte Mekke’den Kûfe’ye doğru yola çıkmıştı. Hz. Hüseyin (ra) ve beraberindekiler Kû­fe yolu üzerinde iken, Kûfe Valisi İbn-i Ziyad’ın görevlendirdiği çok sayıda atlı ve silahlı birlikler, onları takip ediyorlardı. Kerbela ismi verilen mevkie geldiklerinde Hz. Hüseyin (ra) ve kafilesi, bu birlikler tarafından konaklamaya mecbur tutuldular. Hz. Hüseyin (ra) Kerbela’ya inince; “Üzün­tülü, tasalı, mihnetli ve belalı yer! Babam, Sıffin’e giderken buraya uğramıştı. Ben de yanında idim. Durdu ve buranın neresi olduğunu sordu. İsmi kendisi­ne haber verilince: ‘Onların hayvan­ların­dan aşağı indirilecekleri yer, işte bu­ra­sıdır. Kanlarının döküleceği yer de işte burasıdır.’ demişti. Bunun ne demek olduğu kendisinden sorulunca da: ‘Muhammed’in (asm) Ehl-i Bey­ti­nin yükleri, ağırlıkları işte burada indirilecek.’ demişti. dedi” Hz. Hüseyin (ra) ve aile efradı ile beraberindekiler Ker­bela’ya indiklerinde Muharrem ayının baş­ları, Çarşamba günüydü. Hz. Hüseyin’in (ra) Kerbela’ya inişinin ertesi günü İbn-i Ziyad’ın görevlendirdiği Ömer bin Sa’d ve beraberindeki 4 bin atlı Kerbela’ya geldi. Ömer bin Sa’d, Hz. Hüseyin’e (ra) elçi gönderdi. Hz. Hüseyin (ra) elçiye: “Benim tarafımdan Ömer bin Sa’d’a de ki: Şu şehir (Kûfe) halkı bana yazı yazdılar, kendileri­nin imam ve önderi bulunmadığını bildirdi­ler, yanlarına gelmemi istediler. Bu hususta bana kesin söz verdiler. On sekiz bin kişi, biat ettikten sonra biatlarını bozdular. Ya­kınlarına geldiğim zaman, yazdıkları yazı­larına aldandığımı anladım. Geldiğim yere dönüp gitmek istediğimde, Hürr bin Yezid bana mani oldu ve bu yere kadar getirip beni indirdi. Aramızda yakın ve mühim bir akrabalık var. Bırak beni, buradan dönüp gideyim.” dedi. Ömer bin Sa’d, Hz. Hüseyin’in (ra) bu ifa­delerini İbn-i Ziyad’a haber verdi. İbn-i Ziyad, Ömer bin Sa’d’a, Hz. Hüseyin’den (ra) Yezid için biat almasını ancak biat­tan sonra durumu değerlendirebileceği­ni söyle­di. Ayrıca İbn-i Ziyad’dan gelen emir doğ­rultusunda, Hz. Hüseyin (ra) ve bera­berindekilerin etrafı sarılarak su kay­naklarına ulaşmaları engellendi ve susuz bırakıldılar. Hz. Hüseyin (ra), Ömer bin Sa’d’la tekrar görüştü ve şu tekliflerde bu­lundu: “Bırakın, ben geldiğim yere dönüp gideyim. Elimi Yezid bin Muaviye’nin eline koya­yım. Aramızdaki mesele hakkında gereğini o düşünsün ve hükmünü versin. İsterseniz beni, Müslüman serhadlarından bir serhada onun yakınlarından birisi ola­rak gönderin de, cihadla uğraşayım. Ne ben onlara karışayım, ne de onlar bana karışsınlar” dedi. Hz. Hüseyin’in (ra) bu teklifleri İbn-i Zi­yad’a iletilince, İbn-i Ziyad önce memnun oldu, ancak daha sonra Şimr bin Zilcevşen adlı kışkırtıcının kışkırtmalarına kanarak, Ömer bin Sa’d’a, Hz. Hüseyin’in (ra) teslim olmasını aksi halde onu ve beraberindekileri öldürmesi yönünde talimat gönderdi. Hz. Hüseyin (ra), teslim olmayı reddedince de, Ömer bin Sa’d ve adamları Ehl-i Beyt’e saldırmak için hazırlık yapmaya başladılar. Bu sırada, Hz. Hüseyin (ra) çadırının önün­de oturuyordu. Kızkardeşi Hz. Zey­neb, Hz. Hüseyin’e (ra): “Ey kardeşim! Yak­laşan sesleri işitmiyor musun?” dedi. Hz. Hüseyin (ra) başını kaldırdı: “Rasûlullah’ı (asm) rüyamda gördüm. Bana, ‘Sen bize dönecek, geleceksin!’ buyurdu” dedi. Ömer bin Sa’d ve beraberindekiler, Hz. Hü­seyin (ra) ve Ehl-i Beyt’e saldırdılar. Çok ciddî çarpışmalar oldu. Nihâyetinde 10 Muharrem Cuma günü öğleden sonra Hz. Hüseyin (ra) şehid edildi. Onunla birlikte Ehl-i Beyt’ten 23 kişi şehid edilmişti. On­ları koruyan 49 kişi de bu çarpışmalarda şehid düştüler. Hz. Hüseyin’in (ra) ve şe­hidlerin naaşlarına Ömer bin Sa’d ve bera­berindekilerin yaptıkları işkenceler ve say­gısızlıklar, hâlâ içimizde bir yaradır. Ancak bu facia ve bunun gibi hadiseler, Âlem-i İslâm’ın bölünmesine değil, tam tersine zulme karşı birleşmeye vesile olmalıdır. Çekilen Sıkıntıların Neticesi  Yukarıda kısa bir özeti yer alan Kerbela faciasının, muteber kaynaklara göre hazır­lanmış ayrıntılı hâli için Mustafa Asım Köksal’ın Hz. Hüseyin (ra) ve Kerbela Fa­ciası isimli kitabına müracaat edilebilir. Hz. Hüseyin (ra) ve Ehl-i Beyt, bu çektikleri sı­kıntılar neticesinde çok büyük uhrevî mü­kâfatlar ve manevî makamlar elde et­miş­ler, buna karşılık onlara zulmedenler ise hem bu dünyada insanların vicdanlarında mah­kûm olmuşlardır, hem de ahirette Ce­nâb-ı Hakk’ın katında bu zulümlerinin he­sabını vereceklerdir. Bedîüzzaman Hazretleri, Ehl-i Beyt’in çek­tikleri sıkıntılara mukâbil kazandıkları mü­kâfâtlarla ilgili verdiği şu misalle konuyu daha iyi anlamamızı sağlamaktadır: “Haz­ret-i Hüseyin ve akrabasına, o facia sebebiyle hâsıl olan netâic-i uhreviye ve saltanat-ı rûhâniye ve terakkiyât-ı maneviye, o kadar kıymetdârdır ki, o facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehîd edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa, ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehîd olduktan sonra ona sorulabilse, az bir şey ile pek çok şeyler kazandım diyecektir.” (Mektubat 1, s. 45)

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Ekim
Konu resmiDuvardaki Takvim
İnsan

Kartonlarıyla duvarlarımızı süsleyen, rakamlarıyla ömür sayfalarımızın azalarak değiştiğini ihtar eden, fakat diğer taraftan dünyamıza ışık tutacak malumatları bizlere günlük olarak ve bir çırpıda okuyup istifade edebilecek şekilde önümüze koyan önemli araçlardır duvar takvimleri. Süeda Basım Yayın da 2007 sene­sin­den bu tarafa Dr. Mirza İnak ve eki­binin muhtevasını hazırladığı, Hay­­rat Ar-Ge ekibinin tasarımını yaptığı İr­fan Tak­vimlerini bizlerle buluşturuyor. Tak­­vimi yani “bir işin gelişme safhalarını za­mana bağlı olarak gösteren program”ı gün­demimize taşıyor. Biz de bu sayımızda takvim üzerinden ömür sermayemizi hatırlayalım istedik. Tak­vimi konuşalım, bu konu üzerinden ah­sen-i takvim üzere yaratılan insana vurgu yapalım istedik. Dr. Mirza İnak. Diğer yoğun işleri­nizin arasında takvim çalışması yürü­tü­yorsunuz. Takvim hakkında öncelikli ola­rak neler söylersiniz. Neden takvim? Rabbimiz, Halikımız tarafından imtihan için gönderildiğimiz şu dünyada, ömür ser­mayemiz mesabesindeki zamanı ve o zaman dilimi içinde bize takdir edilmiş olan sayılı nefesleri hakkımızda en güzel ve en hayırlı bir şekilde değerlendirebilmek meselesi, he­pimizin en büyük ve en öncelikli bir me­selesidir. Halbuki içinde yaşadığımız şu belalı asır, insanlara dünyaya gönderiliş gayelerini unut­­turan, ehl-i imanı Kur’an’ın ahlakın­dan uzaklaştıran, Müslümanları Efendimiz (asm)’ın örnek hayatına yabancılaştıran pek çok tehlikelerle doludur. İşte bu takvim tam bu noktadan hareketle, içinde bulunduğumuz manevi tehlikelere karşı bizleri mukavemetli kılacak ilmi ve imani hakikatleri anlatıp imanımızı sağ­lam­­laştırmaya, en mükemmel rehber ve en gü­zel örnek olan Peygamberimiz (asm)’ın sün­netlerinin ölçülerini hatırla­maya, dünya­nın gündelik fani işleri içinde zedelenen kul­luk şuurumuzun tazelen­me­sine yardımcı olmaya bir nebze de olsa katkıda bulunmak niyetiyle hazırlanmıştır... Takvim nasıl hazırlandı? Ayet meallerinin hazırlanmasında, Hayrat Neşriyat Muhtasar Mealinden istifade edil­di. Eserin imla tashihi, Türkçemizin doğru telaffuzunu sağlayacak şekilde titiz bir ça­lışma ile yapıldı. Grafikler, profesyonel bir ekip tarafından özenle hazırlandı. Bu takvimde neler var, kısaca bahsedebilir misiniz? Bu takvimin ilmi muhteviyatı hazırlanır­ken, öncelikle dünyevi ve uhrevi mutluluğa ulaşabilmek için iki önemli rehberimiz olan Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden istifade edildi. Sonra Sahabelerin hayatından, İslam tari­hinden, Osmanlı tarihinden ufuk açıcı ör­nekler ve anekdotlar sunuldu. Hepimizin ekmek gibi, su gibi ihtiyaç duyduğu imani ve Kur’ani hakikatler de unutulmayarak Risale-i Nur penceresinden aktarılmaya çalışıldı. Hem aile hayatı ve çocuk psikolojisi ile ilgili faydalı bilgiler hem de sağlıkla alakalı ve bazı şifalı bitkilere dair tıbbi bilgiler konunun uzmanlarınca anlatıldı. İnsanın hem şahsi hem de sosyal hayatında huzuru bulabilmesi için uygulayacağı kişisel ve ruhsal gelişim konuları da takvimde yerini aldı. Zaman zaman zekâ sorularına zaman zaman da kudret mucizesi olan canlılarla alakalı bazı bilgilere yer verildi. Namaz vakitleri nasıl ve ne şekilde düzenleniyor? Namaz vakitleri, T.C. Diyanet İşleri Baş­kan­lığı’ndan alınan saatlere göre düzen­lendi. Namaz vakitleri hususi bilgisayar prog­ramlarıyla sayfalara hatasız olarak kodlandı. Bu takvim sadece Türkiye değil, yurt dı­şındaki vatandaşlarımız için de hazır­lanıyor. Oralardaki meseleleri nasıl hal­lediyorsunuz? Yatsı ve imsak vakitleri Malum olduğu üzere namaz vakitlerinin gi­riş ve çıkışı güneşin doğup batması, şafağın kaybolup zuhur etmesi gibi hadiselere gö­re tesbit edilmektedir. Fakat Avrupa’nın orta ve kuzeyinde yer alan şehirlerde yaz mevsiminde yatsı vaktinin giriş alameti olan şafak kaybolmadığı, imsak vaktinin alameti olan şafak da doğmadığı için bu iki vaktin girişi normal yollarla tesbit edi­lememektedir. Vakitlerin giriş alametleri Kur’an-ı Ke­rim’de genel ifadelerle hadis-i şeriflerde ise daha ayrıntılı olarak bildirilmiş, va­kit alametlerinin bulunmadığı yer ve zaman­larda vaktin takdir edilerek ibadetlerin ifa edilmesi gerektiği Deccal hakkında va­rid olan hadis-i şerifin beyanından anla­şılmaktadır.1 Ancak nasıl bir usul ile takdir edilmesi hususu Kitap ve Sünnet’te açıkça bildirilmemiş olduğundan, bu takdir âlim­lerin ictihadına kalmıştır. Hicri altıncı asırdan beri ulema arasında mevzu tartışılmış, özetle, vaktin alameti olmayan yerlerde “vaktin oluştuğu en yakın beldeye kıyas” edilerek vakitlerin tesbit edilmesi gerektiği beyan edilmiştir.2  Nasıl bir kıyas ile tesbit edilmesi hususunda ulemanın bir kısmı normal beldedeki vakit­lerin aynen alınmasını, bir kısmı da Nisbi Kıyas usulünü tavsiye etmişlerdir.3 Vakit probleminin tartışıldığı ilk devirlerde kutuplara yakın bölgelerde güneşin bazen doğup batmaması gibi özel durumlar fen­nen bilinmiyor, bu bölgede Müslüman nü­fusu da bulunmuyordu. Kendileri bu bölgede yaşamamış olan o ulemanın verdiği “en yakın beldeye kıyas” fetvası müşahade imkânı olmadan, fennen de tam olarak bi­linmeyen bir hususta nazari olarak verilen umumi bir fetva idi. Yakın ve mutedil beldeye nisbi kıyas usulü En yakın beldeye kıyas fetvası, kutba ya­kın bölgelerin özel durumlarının ilim ve müşahade ile vuzuha kavuştuğu bu devirde, ilim ve müşahade çerçevesinde ele alındığında “en yakın belde” yerine “yakın ve mutedil bir beldeye kıyas” tarzında ele alınmasının daha isabetli olacağı an­laşılmaktadır. Kıyasta esas alınacak belde­nin kıyasa kābil olması için elbette yakın olması lazımdır. Fakat aynı zamanda mu­tedil olması lazımdır ki ibadetlerin ifasında müşkilata sebeb olmasın. Yatsı ve imsak problemi mekân bakımından yaklaşık 49. enlemden itibaren başlamakta­dır. Yakın bir belde olarak 48. enlemin kıyasta esas alınması mümkün ise de burada ibadetlerin ifasında yazın zorluk vardır. O takdirde buradaki müşkilat kıyas edildiği diğer yerlere de teşmil edilmiş olacaktır. Fakat 45. enlem, kıyas edilebilecek kadar problemli bölgelere yakın ve ibadetlerin müşkilatsız ifa edilebileceği kadar mutedil bir belde olduğu için kıyasta esas alınmaya daha elverişlidir. Avrupa’daki yatsı ve imsak problemi za­man bakımından, 21 Haziran zirve olmak üzere, bunun onar yirmişer gün öncesi ve sonrası veya birer ikişer ay öncesi ve sonrasında, hulasa yaz mevsiminde ya­şanmaktadır. Problemin başlangıcından he­men bir gün önce ve bitişinden hemen bir gün sonra şafak kaybolsa da çok kısa sürdüğü için ibadetlerin ifasında müşkilat vardır. Problemli günlere yakın ve her yer için en mutedil zaman ise 21 Mart ve 23 Eylül’dür. Takdir muamelesinin başlangıç ve sonu olarak bu tarihleri esas almak daha elverişlidir. Şafağın hiç tesbit edilemediği zamanlarda vaktin girişinin tesbit edilebilmesi için, çok geç kaybolduğu zamanlarda ise ibadet­lerin ifasındaki zorluğu gidermek için tak­dir yoluna gidilmelidir. Ancak vakitlerin hem kolaylıkla tesbit edilebildiği, hem de müşkilatsız olarak ibadetlerin ifa edilebil­diği kış mevsiminde hakiki vakitlerle amel edilmesi esastır. İrfan Takvimleri’ndeki namaz vakitleri bu tesbitler ışığında hazırlandı. Yani ulemanın “en yakın beldeye kıyas” metodu ilim ve müşahade çerçevesinde “yakın ve mu‘tedil bir beldeye kıyas“ tarzında değerlendirildi. 45. enlem yakın ve mutedil bir belde olarak kıyasta esas alındı. Buradaki yatsı ve imsak vakti gecenin yüzde kaçında giriyorsa yukarı enlemlerdeki yatsı ve imsak vakti buna nisbet edilerek tesbit edildi. Takvimde gösterilen yatsı ve imsak vakitleri 21 Mart ile 23 Eylül arası yaz mevsiminde “yakın ve mutedil beldeye nisbi kıyas” tabiri ile özetlenen takdir muamelesi neticesi elde edilen ‘itibari’ vakitlerdir. Kış mevsiminde ise şafağın kaybolup zuhur etmesine göre tesbit edilen ‘hakiki’ vakitlerdir. 21 Mart’ta hakiki vakitlerden itibari vakitlere, 23 Eylül’de itibari vakitlerden tekrar hakiki vakitlere geçildiği ilk günde yatsı ve imsak vaktinde ani bir değişiklik oluşmaktadır. Fa­kat sırf bu iki güne mahsus ani değişiklikten kaçınmak için, vakitlerin problemsiz olarak tesbit edildiği ve ibadetlerin ifasında müşkilat olmadığı kış mevsiminde de hakiki vakitleri bırakıp, sene boyunca itibari vakitlerle amel etmek isabetli görülmemektedir. Cenab-ı Hak amellerimizi rızasına muva­fık surette kabul buyursun, tevfikini biz­lere refik eylesin! Kaynaklar: 1- Müslim, Kitabu’l-Fiten ve Eşratu’s-Saat, 202- Şerhü Fethü’l-Kadir, Kemal Bin Hümam, c. 1, s, 156; Haşiyetü Reddü’l-Muhtar, İbn-i Abidin, c. 1, s. 242, Bab: Fekadü’l-vakt ke ehl-i Bulgar; Şerhu Müslim li’n-Nevevi, c. 1, s. 401; el´Mecmu‘ li’n-Nevevi, c. 3, s. 43; Ravdatü’t-Talibin, c. 1 s. 182, Tab‘u’l-Mektebü’l-İslami3- el-Haşiyetü ale Şerhi’l-Emir, c. 1, s. 135; Zadü’l-Muhtac ila Şerhi’l-Minhac, c. 1, s. 128; Haşiyetü’ş-Şarkavi, c. 1, s.  341

Ayhan Mirza İNAK 01 Ekim
Konu resmiKaralamadan Önce Kapıyı Arala
Risale-i Nur

Develerle çöllerden geçilerek yolcu­luk edildiği zamanlarda, günlerce süren yolculuklarda çölde aç, su­suz kalma tehlikesi varmış. Günlerden bir gün bir adam devesiyle yolculuk ederken büyük bir çölden geçmesi gerekmiş. Hava çok sıcakmış ve etrafta kumdan başka hiç bir şey yokmuş. Karnı doyup kendine gelen şahıs, hızla adamın devesine doğru koşmaya başlamış. Devenin sahibi ne olduğunu anlamadan de­veye binerek kaçmaya başlamış. Adam ar­kasından bağırmış: “Tamam, devemi al, kaç ama bu olayı kimseye anlatma!” Adamın söylediklerine aklı takılmış hırsız şah­sın. Ne demek istediğini merak etmiş ve ge­ri dönüp neden öyle söylediğini sormuş. Adam, “Eğer bu olayı anlatırsan, bundan son­ra hiç kimse çölde, yolda gördüğü muhtaç bir yabancıya yardım etmez. An­latma ki kötülük yayılmasın” demiş. 15 Temmuz, üst akıl ve yerli işbirlikçilerinin marifetiyle kanlı ve kara bir leke olarak tarihte yerini aldı, maalesef. Sadece 15 Temmuz akşamını değil, istikbali de töhmet altında bırakarak defoldu gitti. Kendi­si­ni İslam kisvesine büründürmüş olmakla, Risale-i Nur camiasından faydalanma yo­luna gitmekle ve Türkiye’de baş gös­ter­mekle bu unsulara ve buralara bağlı şahıs ve kavramları itham altında bıraktı. Zavallı durumdaki muhtaç ama ahlaksız şahsa yardım eden adamın örneğinde ol­du­ğu gibi, şimdi millet, kötü örneği refe­rans alarak ve ikiyüzlü medyanın ve he­sap içerisinde olan bazı şahısların da bü­yütmesiyle kendini çek ederken vehmi/şüpheyi de elinden bırakmıyor. Geleneğe ve kültüre ve dahi İslam ve imana ait pek çok kavramı, fiili ve davranışı sorgulamaya zemin buluyor. Muhakkak her şey konuşulup anlaşılmalı fakat ölçü elden bırakılmamalıdır. At izi­nin it izine karıştığı yerde kurumlar ve akl-ı selimler net durmalıdır. Hiçbir şey bugün başlamadı. Ne ihanet ne de itaat. FETÖ terör örgütünden bahisle ve onu ölçü ala­rak kimse ne Bediüzzaman Hazretlerine, ne Risale-i Nurlara ne de İslam’a kafasına göre serd-i kelam etmemelidir. Bunları anla­mak isteyen için yol çoktur ve her şey yıllar­dır ortadadır. Karalamadan önce kapıyı aralamak gerekmektedir. Biz bu sayımızda Bediüzzaman Hazret­leri üzerinden yürütülen karalama kam­panyasına karşı bir dosya hazırladık. Sö­zü çok da uzatmadan sizleri dosya ve di­ğer yazılarla baş başa bırakıyorum. Allah, hak­kı hak bilip itaat etmeyi, batılı batıl bi­lip kaçınmayı cümlemize nasip eylesin. Âmin.

Metin UÇAR 01 Ekim
Konu resmiİslam Medeniyeti'nde Yönetim Anlayışının Esasları
Kültür ve Medeniyet

İdarecilik veya diğer adıyla yönetim, Hz. Âdem’den (as) beri var olagelen bir olgu olarak günümüze kadar gelmiştir. Ve insanlığın en temel ihtiyaçlarından biri olarak kendini göstermiştir. Zira insanın fıtratı, bir yönetim ihtiyacını gösterdiği gibi, kâinatın fıtratı diye tabir edebileceğimiz tabiatta cereyan eden birçok hadise de, bize adeta yönetim anlayışını ders vermektedir. Bir yönetim olgusundan söz edebil­mek için şu dört unsurun bir arada bulunması gerekir: 1- Belli bir fikir sistemi 2- O fikir sistemi etrafında toplanmış kitle, topluluk 3- Fikir sistemine uygun şekilde güdüle­cek amaçlar, varılmak istenen hedefler ve gayeler. 4- Bütün bu unsurları belli bir münasebet ve muvazene içerisinde koordine ve organize eden ve denetimi sağlayan lider, yönetici.1 Şimdi bu unsurlar muvacehesinde İslam Medeniyeti’nin yönetim anlayışını değer­lendirecek olursak; 1- Fikir sistemimiz, “insaniyet-i kübra” ola­rak tavsif ettiğimiz, hudutları Kur’an, Sün­net ve İslam ulemasınca çizilen İslamiyet’tir. 2- Topluluğumuz, -şu an için konuşacak olursak- 2 milyar İslam Ümmetidir. 3- Amacımız, hedefimiz ve gayemiz, iki cihan saadetini temin etmek, yeryüzün­de adaleti hâkim kılmak, nizam-ı âlemi tesis etmek, insan-ı kâmil yetiştirmek vb. pek çokları zikredilebilir. 4- Liderimiz, yöneticimiz ise, Hz. Muham­med (asm) ve O’nun (asm) dar-ı ahirete irtihalinden sonra risalet haricindeki vazife­lerine memur olmak ve vekalet etmek üzere Halifedir. Yönetim anlayışının esaslarına geçmeden evvel, İslam’ın yönetim anlayışının belke­miğini oluşturan şu iki hadis-i şerifi dik­katlerinize arz ediyorum: “Bir kavmin efendisi, o kavme hizmet edendir.” (Keşfü’l-Hafa) “Dikkat edin, hepiniz çobansınız ve he­pi­niz sürünüzden mesulsünüz. İnsanlara hük­meden emir bir çobandır, tebaa­sından mesuldür. Erkek, ev halkı üzerinde bir çobandır ve onlardan mesuldür. Kadın, kocasının evi ve çocukları üzerinde bir çobandır ve onlardan mesuldür. Hizmetçi efendisinin malı üzerinde çobandır ve onlardan mesuldür. Haberiniz olsun, he­piniz birer çobansınız ve hepiniz güttük­lerinizden mesulsünüz.” (Sahih-i Buhari) İslam’da Yönetim Anlayışının Esasları İslam’da yönetim anlayışı, şu beş unsur üze­rine ikame edilmiştir: Emanet, Adalet, Liya­kat, İstişare ve Meşruiyet. İslam âlim­leri, bu unsurların dikkate alınarak tesis edi­len yönetimlerin, ‘meşru’ olacağını kaydet­mişlerdir.2 1- Emanet Emanet; lügatte, “eminlik, istikamet üzere bulunmak, birisine koruması için teslim edilen şey” gibi manaları ifade etmektedir. Istılahi manası ile emanet mefhumu; hiz­met makamlarının ve mevkilerin idare­ci­ye koruması için teslim edilmesini ve bu makamlara ve mevkilere ancak emin­lik ve istikamet üzere bulunmakla sahip çıkı­labileceği manalarını içerisinde barındırır. İslam Medeniyetinde yönetim yalnızca yö­netenlere emanet edilmemiştir. Yöne­­ten­­lerin denetlenmesinden, yönetilenler so­rum­­lu tutulmuştur. Yönetimin hem yöne­tene hem de yönetilene emanet edilmesi ide­al bir toplumun hedefidir. Hadis-i şerifte “Cihadın en üstünü zalim sultana karşı doğruyu söylemektir” buyrulmuştur. Hz. Ebu Bekir (ra) döneminde “Eğer adaletten ayrılırsam beni uyarınız” deyince sahabe, “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz” diye ken­disini uyarmışlardır. Hz. Ömer (ra) da ha­lifelik makamına getirilince şöyle demiş­tir: “Ey insanlar! Ben Allah ve Peygam­berimize (asm) itaat ettiğim sürece siz de bana uyun ve itaat edin. Doğru yoldan saparsam, kılıçlarınızla beni doğrultun!” Hz. Ömer (ra) zamanında gerçekleşen şu hadise, İslam’da var olan emanet ve em­ni­yet anlayışını gayet güzel bir şekilde gös­termektedir: Hz. Ömer halife iken, bir gece makamına ashabdan biri gelir. Selam verip oturur. Fakat selamı alınmaz. Hz. Ömer işiyle meş­guldür ve sahabe bekler. Sahabenin yüzüne bakmayan Hz. Ömer, işini bitirip mumu söndürür. Bir başka mumu yakar ve o anda sahabenin selamını alır, konuşmaya başlar. Sahabe sorar; -Ya Ömer, niçin hemen selamımı almadın ve bir mumu söndürüp diğer mumu yaktıktan sonra konuşmaya başladın? Hz. Ömer cevap verir: Evvelki mum devletin hazinesinden alın­mıştı. O yanarken özel işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mesul olurdum. Seninle devlet işi konuşmayacağımız için, kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım, ondan sonra seninle konuşmaya başladım. 2- Adalet Bediüzzaman Hazretleri, adalet kavramını iki şıkta değerlendirmiştir. Müspet adalet, hak sahibine hakkını vermek, menfi adalet ise; haksızları terbiye etmek.3 İnsan onurunun korunması ihtiyacından hukuki düzenlemeler ortaya çıkmıştır. İn­san­lık, adaletle yönetilme arayışı içinde ol­muş ve adalet, mülkün temeli kabul edil­miştir. Toplumda adaletin sağlanması için kitaplar ve peygamberler gönderilmiştir. Allah (cc), insanların adalete uygun davran­masını istemiştir; “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar.” (Nahl, 90) Bu konuda bir başka ayet-i kerime de şöyledir: “Ey iman edenler! Allah için hak­kı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna da­ha çok yakışan (bir davranış)tır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” (Maide, 8) Resulullah (sav)’in bu konuya dair bir hadis-i şerifi şöyledir: “Kıyamet gününde Allah’ın en sevgilisi ve ona en yakın olan insan, adaletli olan devlet başkanıdır, Al­lah’ın en çok gazap ettiği ve kendisinden uzak tuttuğu kimse ise zalim devlet başkanıdır.” Yine bir başka hadis-i şerifte Resul-i Ekrem (asm) şöyle buyurmaktadır: “Bir saat ada­letle hükmetmek, gecesi ibadetle, gündü­zü oruçla geçirilen altmış yıllık ibadet­ten hayırlıdır. Bir hükümde zulmün bir saati, altmış yıllık masiyetten (isyan­dan, günahlardan) daha şiddetli ve daha büyüktür.” Kınalızade Ali Efendi, Ahlak-ı Alai’sinde, “Adalet, devletle; devlet, toprakla; toprak, askerle; asker, hazine ile; hazine, reaya (halk) ile; reaya ise adaletle olur” der. Burada ilk planda akla gelen manaların ha­ricinde dikkat çeken husus, Kınalızade’nin en son planda devletin adaletini, reayanın, yani fertlerin bir araya gelerek oluşturduğu toplumun adaletine endekslemesidir. Bu anlayış, hem “Nasıl olursanız öyle idare edilirsiniz” hadis-i şerifi ile hem de “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözüyle tam bir uyum arz etmektedir. İşte İslam Medeniyeti, yukarıda bahsi ge­çen anlayış üzerine adalet telakkisini geliş­tirmiştir. Buna delil, 1400 yıllık İslam tari­hinde gelip geçen binler adil idarecilerdir. Bir misal teşkil etmesi noktasında, Fatih Sultan Mehmed Han’ın, Rum bir mimar ile arasında geçen ibretlik hadiseyi aşağıya kaydediyorum. Fatih Sultan Mehmed, adını taşıyan camiin inşaatında kullanılacak mermer sütunları kes­ti­ren Rum mimarlardan İpsilanti Efendi’ye kı­zıp elini kestirir. Bunun üzerine İpsilanti Efendi, ilk İstanbul Kadısı Sarı Hızır Çe­lebi’ye başvurur. Haksızlığa uğradığını be­lirtip, hakkının Padişah’tan alınmasını ister. Kadı, Padişah’ı çağırtır. Padişah girdiğinde İpsilanti Efendi davacı makamında ayakta durmaktadır. Padişah “maznun” minderine bağdaş kurmak üzereyken, Kadı Efendi kük­rer: “Begüm, hasmınla mürafaa-i şer’ olu­nacaksın, (beyim, davacı ile hu­kuk önünde yüzleşeceksin) ayağa kalk!” Pa­dişah kalkar. Kendisini savunması istenince hata ettiğini belirtir. Kadı Efendi, “Kısasa kısas” hükmünü verir: Hüküm gereğince Padişahın da eli kesilecektir. Dinleyenler dehşetten ve hayretten dona kalmışlardır. Pa­dişah boyun bükmüş, hükme rıza göster­miş­tir. Durum o kadar alışılmışın dışındadır ki, İpsilanti Efendi’nin eli, ayağı titremeye başlamıştır. Aklı başına gelir gibi olunca ken­disini Padişahın ayaklarına atar ve: “Da­vamdan vazgeçtim. İslâm adâletinin bü­yüklüğü karşısında küçüldüm. Böyle bir cihangirin elini kestirip kıyamete kadar lânetlenmeyi göze alamam” der. Fatih’in eli kesilmekten kurtulur. Ama tazminat öde­meye mahkûm olur. Kestirdiği elin diyetini şahsî gelirinden öder. Ayrıca bir de ev verir. Mahkeme sona erip herkes çıktıktan sonra, Padişah, Kadıya döner: “Bak a Hızır Çelebi, bu padişahtır deyu iltimas eyleseydin, şer’i şerife mugayir hüküm verseydin şu kılıçla başını koparırdım.” Kadı Hızır Çelebi minderini kaldırır, minderin altında duran demir topuzu Padişaha gösterir: “Siz de padişahlığınıza mağruren hükmü ta­nımasaydınız billahi bu topuzla başı­nı­zı ezerdim.”  3- Liyakat Lâyık olma, uygunluk, yetenek, yeterlilik gibi anlamları olan bir terimdir. İslam Me­deniyetinde bir idarecinin / liderin liyakat sahibi olması noktasında şu beş unsur ha­yati önem taşımaktadır: İlim, takva, güzel ahlak, idare kabiliyeti ve adalet. Cenab-ı Hak, Hz. Âdem (as)’ın arza halife olmasını, yani hilafete liyakatini, onun il­mi üstünlüğü yönünden göstermektedir. Şöyle ki; Cenab-ı Hak, ‘Talim-i Esma’ diye tesmiye edilen bütün eşyaların isimlerinin öğretilmesi mucizesini Hz. Âdem’e vermek­le, onun ve onun zımnında bütün beni Âdem’in – belli şartlar dâhilinde- melaikeye ruchaniyetini ve hilafet-i arza liyakatini iz­har etmiştir.4 Bir idareci, Allah’tan korkmazsa, yani tak­va sahibi olmazsa, o halde onun ilminin bir geçerliliği olmaz. Zira ilmini hayatına tatbik edemeyen bir insan, Müslümanlara idareci olarak tayin edilemez. Bunun yanında, bir idarecinin etrafındaki Müs­lümanları yönlendirmesinde en önem­li unsur, onun güzel ahlak sahibi olmasıdır. Bu meseleye tek bir misal olarak, Rabbimizin, Pey­gamberimize (asm) gerçekleştirdiği şu hitap yeterlidir: “Allah’ın bir rahmeti ola­rak sen onlara yumuşak davrandın; eğer katı kalpli ve kırıcı olsaydın, etra­fından dağılıp giderlerdi.” (Al-i İmran, 159) “Emanet zayi edildiğinde kıyametin kop­masını bekleyin. ‘Ya Resulallah, ema­netin zayi edilmesi nasıl olur?’ denince, (Gö­rev ehlinden başkasına verildiği zaman kıyameti bekleyin) buyurdu.” Bu hadis-i şerif, pek çok liyakat unsuru ile birlikte idare kabiliyetinin önemine de dikkat çekmektedir. İşi ehline verme, aslında bir basiret ve fera­set işidir. Efendimiz Medine’ye hicreti sırasın­da yanına en sadık dost olarak Hazret-i Ebû Bekir’i alırken de, Habeşistan’a gönderdiği heyetin başına Cafer b. Ebi Tâlib’i seçerken de, Medine’ye ilk mürşid olarak Hazret-i Mus’ab b. Umeyr’i gönderirken de, hicret ederken yatağına Hazret-i Ali’yi bırakırken de, Mekke’de kalıp istihbarat yapmak üze­re Hazret-i Abbas’ı bırakırken de, hep isa­bet etmiştir. Her birini kabiliyetlerine göre görevlendirmiş, hepsi de işin ehli olarak ellerinden geleni yapmış ve görevlerini hak­kıyla eda etmişlerdir. Aynı şekilde, Efendimiz’in (sav) vefatından kısa zaman önce Suriye üzerine yapılacak bir sefere bütün sahabeler arasından 17 ya­­şındaki Üsame Bin Zeyd’i (ra)  ku­man­dan tayin etmesi bunun en güzel ör­nek­lerin­dendir. Bu sayede efendimizin vazi­fe tevdiinde maharete ne kadar önem ver­diği anlaşılmış, hem o işler tam olarak gerçekleşmiş, hem de o sahabe efendilerimiz vazifelerinde başarılı olmanın huzurunu yaşamışlardır. Ebu Zer (ra) anlatıyor: “Ey Allah’ın Resulü beni memur tayin etmez misin?” dedim. O bana dedi ki; “Ey Ebu Zer, ben seni zayıf görüyorum. Ben kendim için istediğimi senin için de isterim. Sakın iki kişi üzerine amir olma, yetim malına da velilik yapma. Memur­luk bir emanettir, hakkını vermediğin takdirde kıyamet günü perişanlık ve pişmanlıktır. Ancak kim onu hak ederek alır ve onun sebebiyle üzerine düşen va­­zifeleri eksiksiz eda ederse o günün pe­rişanlığından kurtulur.” (Müslim) Müslüman lider / idareci, haklı olan zayıfın hakkını, zalim olan kuvvetliden almalı, za­yıfı güçlendirmeli, yani; adaleti tesis et­melidir. Hz. Ebu Bekir (ra), hutbesinde şöyle demişti: “Sizin zayıfınız, haklı ol­duğu takdirde benim yanımda en kuv­vetlinizdir. En kuvvetliniz de haksız ol­duğu takdirde, en zayıfınızdır.” Liyakat esasını Hz. Ömer (ra) ve Bediüz­zaman Hazretlerinin bahsimize dair söz­leriyle hitama erdirelim. Hz. Ömer (ra), şöyle demektedir: “Bu ida­recilik işi ancak zulme varmayan bir disiplin, zayıflığa varmayan bir yumu­şak­lık, israfa varmayan bir cömertlik, cimriliğe varmayan bir tutumlulukla gerçekleştirilebilir.” (Kenzü’l-Ummal, hn: 14262) Üstad Bediüzzaman ise şöyle diyor: “Ey tabaka-i havâs! Biz, avam ve ehl-i med­rese, sizden hakkı­mızı is­te­riz. (Biz sizden) sözünü­zü, fiilinizle tasdik etmenizi, baş­­ka­sının kusurunu kendinize özür gös­­­ter­me­menizi, işi birbirine atma­ma­­nı­­­­zı, üze­ri­nize vacip olan hizmeti­miz­de te­­kâsül etme­menizi, vası­tanız­la zâyi olan mâ­fâ­tı te­lâfi etmenizi, ahvâlimizi dinleme­ni­zi, hâ­ce­timizle istişare etme­nizi, bir par­ça key­finizi terk etmenizi ve keyfimizi sor­manızı istiyoruz!” (Münazarat) 4- İstişare Meşar; arı kovanına denir. Şura; bal güme­cine denir. Mişvar; kovandan gümeci ke­süp balını sağacak alete denir. İstişare ise; [kovandan] bal sağmak manasınadır. (Mü­tercim Asım Efendi, Kamus Tercümesi) Yönetimde işlerin karşılıklı danışılarak kara­ra bağlanmasına ve yürütülmesine istişare denir. İstişare, İslam yönetiminin temel esas­larındandır. “…işleri, aralarında şû­râ (danışma) ile olan­lar...” ayeti Mek­ke döneminde ve henüz İslam devleti ku­rul­madan nazil olmuştur. Kur’an’da “… Eğer (anne ve baba) kendi aralarında danışıp anlaşarak (iki yıl dolmadan) çocuğu süt­ten kesmek isterlerse onlara günah yok­tur...”  ve “… İş konusunda onlarla mü­şavere et. Bir kere de karar verip az­mettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven)...” ayetleriyle hayata, isti­şa­re anlayışı­nın yön vermesi gerektiği vur­gulanır. Hz. Peygamber (sav) Müslümanlara şûrayı emrettiği gibi, kendisinin de genel ya da özel işlerde ashabı ile görüş alışverişinde bu­lunduğu bilinmektedir. Nitekim Resûl-i Ek­rem (sav), ilk Müslüman toplumun var ol­ma mücadelesinde belirleyici önemdeki her kararı ashabı ile iştişare ederek almıştır. Bun­lar arasında Bedir, Uhud ve Hendek savaş­larının çeşitli aşamaları, Bey’atürrıdvân ve Hudeybiye Antlaşması örnek verilebilir. “İş hususunda onlarla müşavere et” aye­ti indiği zaman Resul-ü Ekrem (asm) şöyle buyurdu: “Bili­­niz ki, Allah da Resulü de müşave­re­den müstağ­nidir. Ancak Allah Teâlâ bunu benim ümmetime bir rahmet kıl­dı. Onlardan her kim istişare ederse ha­yırdan mahrum olmaz, her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz.”  Üstad Bediüzzaman Hazretleri de, istişare­nin ehemmiyetine ziyadesiyle vurgu yap­maktadır. Ezcümle: “Müslümanların hayat-ı içtimâiye-i İslâ­mi­yedeki saadetlerinin anahtarı, meşve­ret-i şer’iyedir. “Onların aralarındaki işleri, istişâre ile­dir.”  âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak em­­rediyor. Evet, nasıl ki, nev-i beşerde­ki te­­lâhuk-u efkâr ünvanı altında asır­lar ve za­­manların tarih vasıtasıyla bir­­biriyle meş­­vereti, bütün beşeriyetin te­rak­­kiyâtı ve fü­­nûnun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı ha­kikiyeyi yapmamasıdır.  Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşâfı ve miftahı şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslam’ın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istib­datların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehâmet ve şefkat-i imâniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir.” (Hutbe-i Şamiye) 5- Meşruiyet Meşruiyet; genel ahlak ve hukuka uygun olmak anlamındadır. İslami yönetimde meş­ruiyet, dinî, ahlaki, hukuki yönden olum­lu bir değer taşıyan ve dinin onayladığı düzenlemelerdir. Meş­ruiyet, ilahi kanunun üstünlüğüne dayanır. Bu hususta Kur’an’ın hükmü açıktır: “Ey iman eden­ler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Her­hangi bir hususta anlaşmazlığa düş­tü­ğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gü­nüne gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” Müslüman yöne­ticiler, yetki bakımından Allah’ın (cc) hükümlerinin uygulayıcılarıdır. Yöneticiler yasama, yü­rütme ve hükümde keyfilik yapamaz; herhangi bir ferde yahut zümreye ayrıcalıklı davranamaz. Hz. Ali halifeliği döneminde yanında bu­­lu­nanlara bir emir verir. Bir süre son­ra ver­diği emrin yerine getirilip getiril­medi­ğini merak eder ve sorar: “Size emrettiğim işi yaptınız mı?” Hz. Ali’nin verdiği emri henüz yerine getir­memiş olanlar biraz çekinerek, biraz da utanarak “Hayır!” derler. Hz. Ali onları şu şekilde uyarır: “Allah’a yemin ederim ki ya size emredileni ya­parsınız ya da Yahudiler ve Hristiyanlar gelip boynunuza biner.” (İbn Ebi Şeybe) İslam Medeniyeti, meydana getirmek iste­diği faziletli toplum için esaslar belir­lerken, bu toplumun yönetim anlayışının esaslarını da ortaya koymuştur. Bu esaslar silsileten incelendiği takdirde görülecektir ki, İslam medeniyetinde lider / yönetici, kendisine verilen görevle toplum ve topluma ait ola­nın kendisine emanet olduğunu bilir; ema­nete ihanet etmemeyi, emin-güvenilir ol­mayı kendine şiar edinir. Güvenilir yö­netici, toplumu adaletle yönetir. Kanun karşısında bütün fertlerin eşitliğini sağlar. Liyakat sahibi olana yöneticilik verilir. Emanet ve adalet esaslarını yerine getiren liyakatli yöneticinin seçimi istişare ile ya­pılır. Yapılan istişareler sonucu seçilmiş olan yönetici meşruiyet kazanmış olur. Meş­­ruiyet kazanmış olan “ulu’l-emre” (yö­ne­ti­­cilere) uymak zorunludur. Yönetim esas­­larındaki bu uyum sağlandığında Rab­bi­mizin razı olacağı, hikmet ve adaletle do­nanmış faziletli ve örnek toplumun inşası, ikamesi ve idamesi mümkün kılınabilir. Rabbimiz! Bu esasları hayat-ı içtimaiyemiz­de yeniden hükümran eyle! Ve bizi, İslam’a layık Müslümanlar eyle! Alem-i İslam’da, hususiyetle memleketimizde, birliğimize, be­­raberliğimize, canımıza, kanımıza, dini­mize ve Kur’an’ımıza kast etmek isteyenlere fırsat verme! Amin… Kaynaklar: 1- İdris Tüzün, Hizmetkar Liderlik Modeli, SÜEDA Basım Yayın, İstanbul.2-  Enver Çakmak, İslam Kültür ve Medeniyeti3-  Bediüzzaman Said Nursi, Zülfikar Mecmuası4-  Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz Mecmuası

Emre ARACI 01 Ekim
Konu resmiNurdan Ölçüler 10
Kültür ve Medeniyet

2016 Yılı Kurban organizasyonu için Hayrat Yardım Derneği gönüllüsü olarak Kamboçya’ya gittik. Yardım faaliyetlerine bizzat katılmak, o coğrafyalarda yaşayan ehl-i iman kardeşlerimizin vaziyetlerini yerinde görmek arzusuyla yola çıktık. Bir de Hazret-i Üstad’ın Risale-i Nur’da İslam âleminin hastalıklarının teşhisi ve tedavisi hakkındaki fikirlerinin sahadaki yansımalarını görmekti niyetimiz. Bediüzzaman Hazretleri, 1911 yı­lında Şam’da Emeviye Camiinde, içeri­sinde yüzden fazla allamenin bulunduğu on binden fazla cemaate İslam âleminin hastalıklarını şöyle di­le getiriyordu: “Ben bu zaman ve ze­minde, beşerin hayat-ı ictimâiye med­re­sesinde ders aldım ve bildim ki: Ec­nebîler, Avrupalılar terakkide istik­bâ­le uçmalarıyla beraber, bizi maddî ci­het­­te kurûn-u vustâda (orta çağlarda) dur­du­ran ve tevkîf eden Altı Tane Has­ta­lıktır. O hastalıklar da bunlardır: Bi­rin­cisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde ha­yat bulup dirilmesi. İkincisi: Sıdkın hayat-ı ictimâiye-i siyasiyede ölmesi. Üçüncüsü: Adavete muhabbet. Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani râbıta­ları bilmemek. Beşincisi: Çeşit çeşit sâ­ri hastalıklar gibi intişar eden istibdâd. Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.”1 Hutbe-i Şamiye isimli eserde bu hasta­lık­ların tedavilerini Ye’si Emel (Ümit) ile; Kizbi (Yalanı) Sıdk (doğruluk) ile; Ada­ve­ti (düşmanlık) Hakiki Muhabbet ve Kar­deş­lik ile; Müminleri birbirine bağlayan nu­rani bağların kuvvetlendirilmesiyle; İs­tib­­da­dı (Baskıcı idare) Hakiki hürriyet ile; Men­faat-i şahsiyeyi Rıza-yı İlahi ve üm­­me­tin menfaatini esas almakla tedavi edi­­le­bi­leceğini tafsilatlı bir şekilde izah et­mek­tedir. Başka bir yerde de İslam Âleminin baş düş­manlarından şöyle bahseder Hz. Üstad: “Bi­­­zim düşmanımız cehalet, zaruret, ih­ti­­lâf­tır. Bu üç düşmana karşı san’at, ma­ri­­fet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.”2  Şim­di bu ifadeler ışığında Kamboçya’yı de­ğerlendirelim. Kurban Organizasyonu için geldiğimiz Kam­boçya’da Müslümanlar, 15 milyon olan ülke nüfusunun yüzde beşini oluş­tur­­mak­tadır. Krallıkla idare edilen ülke­de bü­­yük çoğunluk Budisttir. Müslüman­lar bilinçli olarak ülke içinde dağınık ola­rak yerleştirilmişlerdir. Bununla beraber Myanmar’daki gibi (şimdilik) zulüm gör­müyorlar. Dini eğitim faaliyetlerini dev­letin kontrolü altında sınırlı olarak yapa­biliyorlar. Kamboçya’daki Müslü­man­ların ibadetlerini yapmakta ve dini yaşantılarını sürdürmekte aynı coğraf­ya­daki diğer ülkelere göre da­ha rahat ol­duklarını söyleyebiliriz. Hutbe-i Şamiye perspektifinden Kam­boç­ya’ya baktığımızda, insanlarda göze çarpan en temel sıkıntının ümitsizlik ol­duğunu gördük. Kendileriyle konuştu­ğunuzda bu­nu hemen anlayabiliyorsu­nuz. Ekonomik sıkıntıların yanı sıra cehaletin de maalesef yaygın olduğunu belirtmek gerek. Bunda, siyasi iradenin dini eğitimi sınırlı tutması­nın etkisi de var. Ülkede azınlık halinde bu­lunma­ları, Müslümanları ümitsizliğe sevk eden başka bir sebep olarak göze çarpmak­ta. Ülke olarak az gelişmiş ülkeler sınıfına dâhil olan Kamboçya’da Müslümanların büyük bir kısmı iş imkânlarının kıtlığı sebebiyle fakr u zaruretle boğuşmakta. Tablo böyle olmakla birlikte, Türkiye’ den ve bazı İslam ülkelerinden Sivil Top­lum Kuruluşlarının Kamboçya’da yardım faa­liyetleri yürüttüklerine şahit olduk. Eği­­tim konusunda destek veren hayır kurumları­nın buralara daha büyük pay ayırmasına cid­di ihtiyaç var. Kamboçya emsali ülkelerde Müs­lüman halka maddi yardımlarla birlik­te ticaret, sanat, ziraat gibi alanlarda da yol göstermek ve onları eğitmek çok büyük önem arz etmekte­dir. Bunların yanında Müslümanlara ruh katacak, hayat verecek kuvvetli bir ümidi aşılamak gerek. Bu da İslam dünyasının her hususta onlara des­teğinin olduğunu hissettirmesine bağlıdır. Son olarak şunu da belirtmekte fayda var. İslam dünyası maddi ve manevi olarak maz­lum ve mağdur Müslümanların ya­nında olsa, gayr-ı Müslimlere kuvvetli bir mesaj verilmiş olur. Belki de pek çok zulüm ve mağduriyetlerin önü alınır. Bu hal, başka dinlere tabi insanların İslam’a ilgisini de çekecektir. Yazımızı Bediüzzaman Said Nursi Haz­ret­lerinin şu sözleriyle bitiriyoruz: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i îmâ­ni­yenin kemâ­lâtını ef‘âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbi‘leri, elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”3 Kaynaklar: 1- Mektubat 2, 166-167. Altınbaşak Neşriyat2- İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi.3- Mektubat 2, 169. Altınbaşak Neşriyat

Zafer ZENGİN 01 Ekim
Konu resmiNamazgâhlar
Kültür ve Medeniyet

Dilimize Namazgâh olarak girmiş olan bu ibadet mekânları, Farsça kökenli “Namaz” kelimesi ile “yer” anlamındaki “gâh” edatının birleşimiyle mey­­dana gelmektedir. “Namaz kılınan yer” ya da kısaca “Namazlık” mânâsına kul­­la­nılır. Müslümanlar, asırlar boyunca na­­maz ibâdetine çok kıymet vermişler ve bu­nu yerine getirmeyi, yolculuk dâhil en zor şartlarda bile ihmâl etmemişlerdir. Osmanlılar zamanında, yakınında cami veya mescid bulunmayan şehir dışındaki alanlarda, namaz kılmak için oluşturulan mekânlara namazgâh denilmiştir. Namaz­gâhlar, meskûn yerlerde, civarında câmi veya mescidi olmayan açık alanlarda, daha ziyade yaz mevsimlerinde ve sıcak aylarda hizmet veren, Cuma, Teravih ve Bayram gibi cemaatin yoğun olduğu namazlar için vakfedilmiş açıkhava ibadetgâhlarıdır. Yerden biraz yükseltilmiş düz bir satıh olarak düzenlenmiştir. Zemini çimen veya toprak olabileceği gibi taş döşeli olanları da vardır. Kadîm bir İslâm geleneği olan Namazgâhlar Cuma, Bayram ve Teravih namazları kılabileceği gibi, sosyal ilişkilerin düzenlendiği hem bir açık hava ibadetgâhı hem de bayram ve şenliklerinin yapıldığı yer­ler olarak kullanılmıştır. Namazgâhlar, na­maz kılmak isteyen Müslümanların ibâ­det­lerini yapmakta bir kolaylık sağlamaktadır. Bazı namazgâhlarda minber de bulun­mak­­­­tadır. Abdest ihtiyacının karşılanması ama­­­cıyla bir çeşme veya kuyuyla birlikte ya­pılan ya da mevcut bir çeşmenin yanına inşa edilen namazgâhlar, aynı zamanda yol­cuların dinlenmesine de hizmet etmiştir. İbadet edenlerin rahatını sağlamak için gölge veren çınar ya da çitlembik gibi ağaç­lar bulunurdu. Bazı namazgâhların mih­rap taşının diğer yüzü çeşme şeklinde düzenlenmiştir. Kıble yönünü gösteren ve aynı zamanda açık arazide namaz kılanla önünden geçenlerin arasında bir tür perde vazifesi gören mihrap taşı, görünüm itiba­riyle mezar taşına benzer ve üzerlerinde genel olarak: "Küllemâ dehale aleyhâ Ze­keriyya-l Mihrâb" âyeti, bazen sadece: "El Mihrab" kelimesi, bazen de: "Sahib-ul Hayrât... Ruhîçün Fatiha" benzeri ibâreler bulunur. Namazgâhların bu denli çok olmasının özel ve güzel sebeplerinden ilki, İslâmiyet’in ilk yıllarında, nurlu Medine Devleti'nin te­mellerinin henüz atıldığı devirlerde, toplu halde ve açık arazilerde kılınan namazların tatlı hatıralarını yâd etmek, canlı tutmak ve güzelim sünneti seniyye’yi sürdürmektir. İkincisi, pikniğe ya da yolculuğu çıkan ve yabancısı olduğu açık arazide kıbleyi tayinde güçlüklerle karşılaşan mü'minlere kıbleyi göstermektir. Namazgâhlar Osmanlıya has bir gelenek olmayıp, Müslümanlar, İslamiyet’in ilk dö­nem­lerinden itibaren, temiz olmak şar­tıyla, her mekânı ibadet için kullanmışlardır. Peygamberimiz (sav) de açık mekânlarda namaz kılmıştır. Buralar, daha sonraları birer namazgâh hâline dönüştürülmüştür. Efendimiz (sav) bazen Cuma ve bayram namazlarını, Mescid-i Nebevî’nin yakının­daki açık alanda kıldırmıştır. Bu mekânda namaz kıldırdığı zamanlarda O’nu (sav) bir bulutun gölgelediği rivayet edilir. Ömer bin Abdülaziz’in bu mekâna Medine Valiliği esnasında inşa ettirmiş olduğu mescide bundan dolayı “Gamame (Bulut) Mescidi” adı verilmiştir.  Ayrıca, Şakk-ı Kamer Mu’ci­zesi’nin gerçekleştiği Ebu Kubeys Tepesi’ne de sonraki yıllarda namazgâh yaptırılmıştır. Dört Halife de (ra) Efendimiz (sav) gi­bi aynı civardaki açık alanlarda namaz kıldırmıştır. Bugün, o mekânlarda dört bü­yük halife adına birer cami vardır. Birçok hususta Efendimiz’i (sav) ve Hulefa-i Ra­şidîn’in bu uygulamalarını örnek alan Os­manlılar namazgâh geleneğine uymuş, çok sayıda namazgâh inşa etmişlerdir. Şehir namazgâhları yolculuk esnasında iba­det ve dinlenme ihtiyacını gidermek ama­cıyla menzil yerlerinde inşa edilirdi. Şe­hir içlerinde yapılanlar yaz mevsiminde, bitişi­ğindeki gölge veren birkaç ağaç ile birlikte ibadeti kolaylaştırmak düşüncesi ile yapılmıştır. Yol kenarında yer alanlar ise seyahat edenlerin ibadet, dinlenme ihtiyaçlarını karşıladıkları, yağmur dua­sı için toplandıkları mekânlar olarak dü­şü­nü­lerek menzil yerlerinde inşa edilir­di. Hac ve askere gidenler buradan dua­larla uğurlandıkları gibi, ay ve yıldızlı gece­lerde huşu içinde kılınan yatsı ve te­ra­vih namazları unutulmaz uhrevi bir ge­ce­ye dönüşmektedir. Namazgâhların işle­vi sadece namaz kılma yeri olmakla bitmi­yor; kervanların geçtiği, sefer öncesi as­ker toplama yolları üzerinde yer aldığı bilinmektedir. İstanbul’da kayıtlarına rast­lanan ancak günümüze ulaşmamış 153 Namazgâh olduğu, sadece Üsküdar’da 50 Namazgâh’tan söz edilmektedir. Namazgâhlar parıltıları hâlâ sönmeyen yük­sek bir medeniyetin dünden günümüze yansıyan birer numuneleri olarak görevleri­ni ifa etmeye devam etmektedirler.

Mustafa YILMAZ 01 Ekim
Konu resmiBediüzzaman Said Nursi’ye Atılan İftiralara Cevaplar
Risale-i Nur

“… İmanı kurtarmak ve Kur’an’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptela olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmağa Kur’an’dan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.” Son zamanlarda, bilhassa FETÖ’nün 15 Temmuz’daki darbe teşebbüsünü müteakip, FETÖ’ye karşı toplumun haklı tepkisini istismara kalkışan bir kı­sım akl-ı evveller, bu menhus akımı ba­hane edip İslamiyet’in ve bu vatanın ha­lis bir kah­ra­manı ve bir fedakârı olan Be­diüzzaman Said Nursi Hazretlerini dil­leri­ne dolayarak bilgi ve belgeye istinat et­meyen bir kısım tezviratla o gü­zide şahsiyeti ve onun mü­ba­rek davasını lekeleme ve çürütme yarışına girdiler. Bu çirkin saldırılar, öyle bir noktaya geldi ki sabırda tahammülümüz kalmadı. Bu vesile ile kamuoyunu aydınlatmak ve Be­diüz­zaman Hazretlerinin şahsiyeti ve par­­lak davası hakkında milletimizi bilgi­len­dir­mek için o zatın 80 küsur senelik din ve vatan mücadelesindeki emsalsiz kah­ra­manlıklardan bir kısım örnekleri ka­mu­oyu ile paylaşmak zarureti hâsıl olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri, vatanı ve dini uğ­­runda her türlü cefaya katlanmış, her fe­da­kârlığı yapmış; kendi ifadesi ile “80 kü­sur senelik hayatı boyunca dünya lez­zeti namına bir şey tatmamıştır”. Mu­kaddesatı uğrunda hayatı ya gurbette ya harp meydanlarında ya sürgünde veya esa­ret zindanlarında geçmiştir.1 Bütün bu ba­dire­ler onu ne vatan hizmetinden ne İslam uğruna fedakârlıktan vazgeçiremediği gibi, bu ızdıraplardan bunalıp memleketini terk etmeyi hayalinden dahi geçirmemiştir. Va­tanı terk etmesi için kendisine yapılan cazip tekliflere şiddetle karşı çıkmış ve bu konuyla ilgili olarak şu manidar izahatı yapmıştır: “… İmanı kurtarmak ve Kur’an’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptela olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmağa Kur’an’dan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.”2 Üstad Bediüzzaman Said Nursi, İslam ta­rihinde hem ilmî hem de askerî dehaya sahip ender şahsiyetlerden biridir. Onun bu özelliklerini gösteren, hayatından bazı örnekler aşağıda sunulmuştur: Medreseden Cepheye Bediüzzaman Hazretleri, Van’da 200 kadar talebe yetiştirdiği medresesindeyken 1. Dün­ya Savaşı başlar. Bediüzzaman gönüllü alay ku­mandanı olarak talebeleriyle birlikte Er­­zu­rum Pasinler cephesinde, ardından Van ve Bitlis müdafaasında Rus ve Ermeni kuv­vetlerine karşı harbe iştirak eder. Savaş sü­rerken ordu komutanı Enver Paşa, Vehib Paşa’dan, bir milis kuvveti oluşturulmasını ister. Vehib Paşa, bunu Bediüzzaman Hazret­lerine teklif eder.3 Bediüzzaman Hazretleri de yaklaşık beş bin kişilik bir milis kuvveti oluşturur ve milislerin komutasını uhdesine alır. Hz. Üstad, harp esnasında askerler ara­sında dolaşarak “Hiç korkmayın! Müs­lüman’ın imanı her güçten daha kuvvet­lidir”4 diyerek askerlerine cesaret ve moral aşılamıştır. Ordu içinde ‘Keçe Külâhlılar’ diye anılan bu kuvvet, Rus ve Ermeni çetelerinin korkulu rüyası hâline gelmiş; “Keçe külâhlılar geliyor!” sözü, düşmanlar arasında büyük bir panik yaşanmasına sebep olmuştur. 1. Dünya Savaşı’nda iki yıl kadar Rus ve Ermeni çetelerine karşı kahramanca müca­dele eden Bediüzzaman’ın talebelerinden çoğu şehit olmuş, kendisi de 1916 senesi baharında Ruslara esir düşmüştür.5 Cephede Yazılan Tefsir İnsanlığın gördüğü en dehşetli savaşlardan biri olan 1. Cihan Harbi’nde küffara kar­şı savaşan Bediüzzaman, savaş esnasında il­mî telifâta da devam etmiştir. Bazen avcı hattında, bazen at üzerinde, bazen de si­pe­re girdiklerinde Bediüzzaman söylemiş, ta­lebesi Molla Habib de yazmıştır.6 İşârâtü’l-İ’câz’ın büyük bir kısmı bu vaziyette telif edilmiştir. Hatta çok manidardır ki tale­besi Molla Habip, Bediüzzaman’a, “Seyda! Harp­te de mi?” dediğinde Bediüzzaman da kendisine, “Kardeşim, vaktimiz yok!” diye cevap vermiştir. “İ’câz-I Kur’an’ı Beyan Et!” Bediüzzaman Hazretleri, daha cihan harbi patlak vermeden talebelerine sık sık “Büyük ve umumî bir zelzele yaklaşıyor!”7 diyerek âlemi kana bulayacak olan 1. Dünya Sa­vaşı’ndan haber veriyordu. Hz. Üstad, yine o günlerde gördüğü müthiş bir rüya rüyayı şöyle anlatır: “Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Ana, korkma. Cenâb-ı Hakk’ın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir.’ Birden, o halette iken, baktım ki, mühim bir zât bana âmirâne (emrederek) diyor ki: “İ’câz-ı Kur’an’ı beyan et!” (Kur’an’ın mucizeliğini açıkla!) Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’an etrafındaki surlar (İslâmî devlet ve müesseseleri) kı­rı­lacak. Doğrudan doğruya Kur’an ken­di kendini müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek; i’câzı (mucizevî yön­leri) onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın bir nev’ini şu zamanda izharına (gösterilmesine), haddimin fevkinde (üs­tünde) olarak, benim gibi bir adam nam­zet olacak. Ve namzet olduğumu anla­dım.”8 İleriki yıllarda, Kur’an’ın sırlarını ve mu­ci­zevî yönlerini çok kuvvetli delillerle be­yan eden başta İşârâtü’l-İ’câz tefsiri olmak üzere yaklaşık 5000 sayfalık Risale-i Nur külliyatının telifi, “İ’câz-ı Kur’an’ı be­yan et!” hakikatinin tahakkuk ettiğini gös­ter­mektedir. İslâm’ın Şerefi İçin Rus Başkumandanına Dik Duruşu Birinci Dünya Savaşı’nda kahramanca mü­cadele eden Bediüzzaman Hazretlerinin, 1916 yılında Ruslara esir düştüğü yukarıda beyan edilmişti. Esarette iken bir gün Kaf­kas Cephesi Başkumandanı Nikolay Ni­ko­layeviç teftişe gelir. Büyük bir askerî merasimle karşılanan Nikolay’nın önünde bütün esirler ayağa kalkıp selam dururken, Bediüzzaman, tavrını hiç bozmadan ye­rinde oturur. Nikolay Nikolayeviç, Üstadın dikkatini çekmek için üç defa önünden geçer. Fakat Hz. Üstad, vaziyetini hiç boz­maz. Nikolay, üçüncü geçişinde de Bediüz­zaman’ın ayağa kalkmadığını görünce du­rur ve -tercüman vasıtasıyla- Üstad’a ayağa kalkmamasının sebebini sorar. Hz. Üstad da cevaben, “Ben bir Müslüman âlimi­yim. Kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Eğer sana kıyam etseydim, mu­­kaddesatıma hürmetsizlik yapmış olur­­dum. Onun için ben sana kıyam etmem” der. İnancından aldığı cesaretle İs­lâm’ın şerefini her yerde muhafaza eden Üstad Hazretleri, o gün orada da o zalim kumandanın önünde ölümü pahasına aya­ğa kalkmaz. Bu tavır karşısında Rus baş­ku­mandanı, Bediüzzaman’ın olağan­üs­tü as­­­kerî mahkemede (Divan-ı Harpte) yar­gı­lanmasını ister. Üstadın ayağa kalkma­masını ve Nikolay’a söylediklerini, Rus ça­rına ve Rus ordusuna hakaret kabul eden mahkeme idam kararı verir. Bediüzzaman, idam kararının infazı esnasında en küçük bir tereddüt, korku ve pişmanlık eseri göstermez, geri adım atmaz; yalnız on beş dakika müsaade isteyerek sükûnet içinde iki rekât namaz kılar. Bediüzzaman’ın bu hâlinden çok etkilenen Rus başku­man­danı, “Şimdi anlıyorum ki bu hare­ke­tinizi imanınızdan alıyorsunuz ve mu­kaddesatın emirlerini ifa ediyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiştir. Dininize bağ­lılığınızdan dolayı şâyân-ı takdirsi­niz. Sizi rahatsız ettim, tekrar tekrar rica ediyorum, beni affediniz” diyerek idam kararını iptal eder.9 Gurbette, esarette, ölüm ihtimali muhak­kak olan bir durumda Hristiyan bir baş­kumandana “İmansız!” diyen bir zatı, Hris­tiyan dostluğu ile ilişkilendirmenin, insaftan, vicdandan, iyi niyetten, tahkikten ne kadar uzak ve mesnetsiz bir kuru iftira olduğu çok açık değil midir? Tükürün Zalimlerin O Merhametsiz Yüzüne! Rus esaretinden firar ederek 1918’de İstan­bul’a gelen Bediüzzaman Said Nursi; ha­lifeden, Şeyhülislâmdan, Başkuman­dan­dan medrese talebelerine kadar top­lumun her kesimi tarafından büyük bir sevgi ve tevec­cühle karşılanmıştır.10 Üstad, vatan ve din için yaptığı büyük kahramanlıklarından ve yüksek ilminden dolayı devlet ricalinin teklifiyle Osmanlı Devleti’nin son dönem en yüksek ilmî akademisi olan Darü’l-Hik­meti’l-İslâmiye azalığına seçilmiştir.11 Be­­diüz­zzaman Hazretlerinin, her zaman ol­duğu gibi, burada da Kur’an ve vatan hizmeti bütün ihtişamıyla devam etmiştir. Şöyle ki: 1918 Kasım’ında İngilizler İstan­bul’u işgal ettiler. Hz. Üstad, bu işgale ve İngilizlerin İslâm inanç düşüncesini boz­maya çalışan teşebbüslerine karşı kor­ku­suz­ca ve kahramanca mücadele verdi. İngilizlerin, çeşitli hileler ile Osmanlı ule­masını ve kamuoyunu hatta Şeyhülislam’ı kendi lehlerine çevirmeye çalıştıkları bir zamanda Hz. Üstad Hutuvat-ı Sitte Risa­lesini kaleme aldı.12 Eşref Edip Fergan’ın himmetiyle -söz konusu eser- Arapça ve Türkçe olarak binlerce nüsha bastırılıp, İstanbul’un her tarafına talebeler vasıta­sıyla karşılıksız ve el altından dağıtıldı. Hu­tuvat-ı Sitte’nin bastırılıp dağıtılması, işgal­cilerin bütün hile ve entrikalarını boşa çıkar­dığından Bediüzzaman Hazretleri, İn­gi­liz­lerin açık hedefi hâline geldi ve İngilizler Bediüzzaman’ın görüldüğü yerde öldürülmesine karar verdiler.13 Bediüzzaman Hazretleri’nin İstanbul ve Ana­dolu’nun işgaline karşı halktaki dire­nişi kırmaya yönelik İngiliz propaganda­larını kökten çürüten Hutuvât-ı Sitte Risa­lesindeki ifadelerinin bir kısmı şöyledir: اَعُوذُبِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ وَلاَ تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ Her bir zamanın insî (insan) bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar (gad­dar ruh), fitnekârane (bozguncu) si­ya­setiyle cihanın her tarafına kun­dak sokan el-hannâs (şeytan), altı hutu­vâtıyla (adımıyla) âlem-i İslâm’ı ifsat (bozmak) için insanlarda ve insan cemaat­lerindeki habis (kötü) membaları ve tabiat­ların­daki muzır (zararlı) madenleri, fiilî pro­paganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor. Kimi(nin) hırs-ı intikamını, kimi(nin) hırs-ı câhını (makam hırsını), kimi(nin) tamahını (aç gözlülüğünü), kimi(nin) humkunu (ahmaklığını), kimi(nin) din­siz­liğini, hatta en garibi, kimi(nin) de taas­subunu işletip siyasetine vasıta ediyor. Birinci Hatvesi: (İngilizler) der veya de­dirir: - Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstahak oldunuz. Kader zalim de­ğil, adalet eder. Öyleyse, size karşı mua­meleme razı olunuz. Şu vesveseye karşı demeliyiz: Kader-i İlahî isyanımız için musibet verir. Ona rızâ-dâde (razı) olmak, o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel’un! Günahımız için değil, İslâmiyet’imiz için zulüm ettin ve ediyorsun. Ona rıza veya ihtiyarla inkıyad etmek (boyun eğmek) -neûzü billâh- (Allah’a sığınırız) İslâmiyet’ten nedamet (pişmanlık) ve yüz çevirmek demektir. Evet, aynı şeyi, hem musibettir, Allah verir, adalet eder. Çünkü günahımıza, şerrimize zecren (zorla) ondan vazgeçir­mek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zulmeder. Çünkü başka sebebe binaen ceza verir. Nasıl ki düşman-ı İs­lâm, aynı şeyi bize icra ediyor. Çünkü Müslüman’ız.”14 Bu süreçte İngilizler, işgali meşrulaştırmak adına, şeyhülislama baskı yapıp Anadolu’da başlayan millî mücadele hareketlerini isyan olarak nitelendiren bir fetva çıkardılar.15 Bediüzzaman Hazretleri de İngilizlerin aldı­ğı fetvanın geçersizliğini ispat eden karşı bir fetva yayımladı. Üstad, bu fetvasında, İn­gilizlerin şeyhülislama baskı yaparak al­dık­­ları fetvanın hükümsüz, İstiklal Müca­de­lesinin ‘Cihat’ ve bu mücadeleye katılan­ların da ‘Mücahit’ olduğunu ilân etti.16 Bediüzzaman Hazretleri, gerek yazılı eser­leriyle ve gerekse sohbet ve nutuklarıyla, baş­ta İstanbul’daki âlimler olmak üzere bütün toplumun fikirlerini sömürgeci İngilizler aleyhine çevirip, Millî Mücadele lehinde ehemmiyetli hizmetler ortaya koymuştur. Bununla beraber, hain İngiliz siyaseti, İs­lâm’ın izzetini kırmak, kudsiyetini lekele­mek, kıymetini düşürmek ve insanların akıl­larına İslâmiyet’le alâkalı şüphe ve ves­ve­seler vermek için olmadık entrikalar tezgâhlamıştır. Bu entrikalardan birisi, İngi­liz Anglikan Kilisesi başpapazı tarafından şeyhülislâmlık makamına birkaç sual so­rulması hadisesidir. Bu hâdiseyi sonraki se­nelerde Bediüzzaman Hazretleri şöyle anlatır: “Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Bo­ğazı’nın toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en bü­yük daire-i diniyesi olan Anglikan Ki­li­sesi’nin başpapazı tarafından, Meşi­hat-ı İslâmiye’den dînî altı sual sorul­du. Ben de o zaman, Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye’nin azası idim. Bana dediler: - Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar. Ben dedim: - Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle değil, hatta bir kelimeyle değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını bo­ğazımıza bastığı dakikada, onun pa­­­pa­zı mağrurâne (gururlanarak) üstü­müzde sual sormasına karşı yüzüne tü­kür­mek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zul­mün (zalimlerin) o merhametsiz yüzüne! de­miştim.”17 Bediüzzaman Hazretlerinin hayatından sun­duğumuz şu kesitlerden de anlaşılacağı üze­re onun, düşman işgaline karşı yazıp neş­ret­tiği Hutuvât-ı Sitte isimli eseri, Millî Mücadele’yi ‘cihat’ ve bu mücadeleyi veren­lerin ‘kahraman mücahitler’ olduğunu ifa­de etmesi, Anglikan kilisesine karşı basın yoluyla en sert cevabı vermesi; Hz. Üstadın Hristiyanlık dünyasına meyletmesi ve taviz vermesi şöyle dursun, bilakis Hristiyanlara ne kadar mesafeli durduğunu ve ne derece sert çıktığını açıkça göstermektedir. Bunun aksini iddia etmek insaf, ilim ve izan ile asla bağdaştırılamaz. Bediüzzaman’ın millî, vatanî ve dinî bu kadar hizmetleri meydan­da iken, onun aleyhinde bulunmak, bilerek veya bilmeyerek vatan, millet ve mukaddesat düşmanlarını desteklemek demektir. Papalığa Gönderdiği İddia Edilen Asılsız Mektup Bediüzzaman Hazretlerinin dinî, vatanî ve millî hizmet anlayışı, Anadolu’da her za­man çok büyük bir yankı uyandırmıştır. Afyon savcısının 1948’deki tespitine göre, o gün için 500 yüz bin talebesi vardı.18  Hz. Üstadın ve söz konusu talebelerin, resmî makamların tasdikiyle emniyet ve asayişi ihlâl edecek en küçük bir davranışı görülmemiştir. Bunlara ilaveten karşısında hiçbir engel tanımayan yıkıcı ve yakıcı Ba­tı felsefesi de son dönem Cumhuriyet mü­nevverlerinin tasdikiyle Bediüzzaman Said Nursi engeline çarpmış ve gerilemek zorunda kalmıştır. Bediüzzaman ve davasının böyle sarsılmaz ve çürütülemez olduğunu gören toplum mühendisleri, dâhilî ve haricî güç odakları, ne pahasına olursa olsun Bediüzzaman Haz­retlerinin vücudunu ortadan kaldırmak veya Bediüzzaman’ı itibarsızlaştırmak için her türlü planı devreye sokmuşlardır. Bu itibarsızlaştırma planlarının sonuncusu, için­de bulunduğumuz şu günlerde Risale-i Nur hizmeti görünümünde FETÖ yapılan­ması olarak kamuoyu önüne çıkmıştır. Be­diüzzaman Hazretlerinin Papaya mektup gönderdiği şeklindeki asılsız iddia da bu kirli planın bir parçasıdır. Bu asılsız iddia vesilesiyle toplumda Hz. Üstadın güya Hris­tiyan dünyasına sempati beslediği algısı oluş­turulmaya çalışılmaktadır. Bu konu araştırıldığında böyle bir mektu­bun olmadığı, bu iddianın asılsız, kuru bir iftiradan ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır. Olayın iç yüzü ise şöyledir: İnebolu Nur talebelerinden Salâhaddin Çelebi, Bediüzzaman Said Nursî’nin ‘Zül­fikar’ isimli eserini Üstad’dan izin alarak Berlin Camii imamına, Mısır’daki Ezher üniversitesine, Pakistan Büyükelçisi’ne ve Ro­ma’daki Papalık’a gönderir. Zülfikar isim­li eser, üç büyük risaleden meydana gel­mektedir. Birinci risale, Mucizât-ı Kur’aniye Risalesidir; bu risale Kur’an’ın Allah kelâmı ve 40 yönden mucize olduğunu delilleriyle ispat eden bir şaheserdir. İkincisi, Mucizât-ı Ahmediye Risalesidir ki bu eserde Hz. Mu­hammed’in (sav) hak ve en son peygamber olduğu 300’den ziyade mucizesi anlatılarak ispat edilmiştir. Üçüncüsü de Haşir Risa­lesi olup, öldükten sonra dirilmeyi aklî delillerle ispat eden ve tarihte bir örneğine rastlanılmayan emsalsiz bir eserdir. Papalık, 1951 yılında Zülfikar isimli eser için bir teşekkür yazısı gönderir. Bu teşekkür yazısı şöyledir: “Papalık Makam-ı Âlîsi Kalem-i Mahsusu Başkitabet Dairesi Numara: 232247 Vatikan, 22 Şubat 1951 Efendim, Zülfikar nâm el yazısı olan güzel ese­riniz İstanbul’daki Papalık makam-ı ve­kâleti vasıtasıyla Papa Hazretlerine tak­dim edil­miştir. Bu nazik saygınızdan dolayı gayet mütehassis olduklarını (duygu­lan­dıklarını) bildirirken, üzerinize Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarını dilediklerini tebliğe beni memur ettiklerini arza müsâraat eylerim. Bu vesile ile saygılarımı sunarım efendim. İmza Vatikan Bayn Başkâtibi”19 Yukarıda zikredildiği üzere, Hz. Üstadın, İs­tanbul’u işgal eden İngilizlere karşı verdiği mücadele, Anglikan Kilisesi’ne karşı onurlu duruşu ve Papalık’a gönderdiği eserinden de anlaşılacağı gibi Bediüzzaman Said Nursi, İslâm dininden değil taviz vermek, bilakis sünnet-i seniyeyi esas tutarak20 hak ve en son din olan İslâmiyet’e, Hristiyanların tem­silcileri vasıtasıyla bütün Hristiyanlık âlemini davet etmiştir. Bununla birlikte, Papalık makamının ceva­bî teşekkür yazısında da Said Nursî’nin yol­ladığı bir mektuptan söz edilmediği, yal­nızca el yazması Zülfikar eserinin gön­de­rildiği vurgulanmaktadır. Said Nursî’nin Papalığa mektup gönderdiği iddiası asılsız, delilsiz ve kuru bir iftiradan öteye geçmez. Ayrıca iyi niyet alâmeti ol­mayan böyle bir düşünce üzerine bina edi­len hayalî söylemlerin, ilmî bir değeri de bulunmamaktadır. Anlaşıldığı üzere ortada Bediüzzaman ta­ra­fından Papalığa gönderilen bir mektup yoktur. Tebliğ maksadıyla bir talebesi tara­fından sadece Papalığa değil, başka merkez­lere de gönderilen bir kitap mevcuttur. Do­layısıyla bu asılsız iddiayı ileri sürenlerin Bediüzzaman ve davasını itibarsızlaştırma çabası içinde oldukları açıktır. BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN TECDİD VAZİFESİ İnsanlar, haktan uzaklaşıp batıla yöneldik­lerinde, onlara hakkı bildirecek ve hida­yet yollarını gösterecek peygamberler gön­de­ril­miştir. Peygamberlik zincirinin son halkası Hz. Muhammed’dir (sav). Hz. Muhammed (sav)’den sonra peygamber gelmeyecektir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buy­rulmaktadır: “Muhammed, sizin erkek­lerinizden hiçbirisinin babası değildir; fakat Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah ise, her şeyi hak­kıyla bilendir.”21 Hz. Muhammed (sav)’den sonra bir pey­gamber gelmeyeceğine göre asırlar bo­yun­ca manevi sıkıntılara maruz kalan üm­me­te rehberlik edecek müceddidlere, mür­­şit­lere ve ıslah edicilere ihtiyaç vardır. Hz. Peygamber (sav), bir hadis-i şerifinde üm­mete rehberlik edecek kimselerin gön­derileceğini şöyle açıklamaktadır: اِنَّ اللهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ اْلاُمَّةِ عَلٰی رَاْسِ كُلِّ مِأَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا “Muhakkak ki Allah her yüz senenin başında, bu ümmete dinini tecdid ede­cek bir kimse gönderir.”22 Nitekim İslâm tarihine bakıldığında İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Abdülkadir Gey­lani, (Muhammed Bahâu’d-din) Şah-ı Nak­şibend gibi peygamber varisi olan pek çok büyük zatların ümmeti istikamet üzere hakka ulaştırdıkları görülür. Müceddid, kelime olarak “yenileyen, ye­nileyici” anlamında kullanılmaktadır. Is­tı­lah manası ise her yüz senede gelip di­nin esaslarına ve Hz. Peygamberin (sav) sünnetine uyarak İslamiyet’in manen tah­ribe uğramış noktalarını takviye eden, ken­dinden bir şey katmadan dinin asliyetini muhafaza edip dine karıştırılmak istenen batıl şeyleri iptal edip temizleyen, İlahî emirleri ikame eden zatlara denir. Evet, her asırda müceddidlere, ıslah edicilere ve manevi mürşitlere ihtiyaç vardır. Çünkü; İlahî vahiyden uzaklaşan ümmet irşada muhtaçtır. Tesis edilen İslam dininin muhafazası ve takviyesi gerekmektedir. İçine düştüğü manevi sıkıntılardan ve hastalıklardan ümmeti kurtarıp teselli ede­cek ve onlara ümit verecek zatlara ihtiyaç vardır. Zamanla ortaya çıkan bid’atların, batıl ve sapkın düşüncelerin iptal edilmesi, kal­dırılması gerekmektedir. Zalimlerin ifsat ettiği insanların ıslahı ve tebliğin devamı sağlanmalıdır. Yukarıda sıralanan sebepler, Peygamber va­risi olan ve hadiste geleceği müjdelenen müceddidlere ihtiyaç olduğunu ortaya koymaktadır. İslam tarihine bakıldığında vukuat bunu teyit etmektedir. Her asırda müceddidler göndermek aynı zamanda ilahî rahmetin bir gereğidir. Cenab-ı Hak, hiçbir asrı müceddidden mahrum bırakmamıştır. Bütün bunlar, İslâm dininin kıyamete kadar bâki kalacağının da bir göstergesidir.23 Bugün İslâm dünyası, dâhili ve harici bir­çok problemle karşı karşıyadır. Bu me­seleleri çözebilecek kimselere olan ihtiyaç, geçmiş asırlara nispetle günümüzde da­ha fazladır. Önceki asırlarda ümmetin kar­şılaştığı meseleleri, dini yenileyen kim­seler (müceddidler) (halletmişlerdir). Asrı­mızda da, müceddid olan selefleri gibi, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin di­ni tecdit eden eserler ve hizmet metodları ortaya koyduğu görülmektedir. Müceddidlik konusunda ilmî ve tarihî ha­kikatler göz önüne alındığında (görülür ve) anlaşılır ki dinin temel esaslarına açıkça muhalefet eden, dine kendinden bir şeyler katan, bid’atlarla mücadele etmeyip bilakis onlara taraftar olan, dine hizmet adı altında gayr-ı meşru her yolu mübah gören, İslâm’ın izzet ve şerefini alçaltan görüş, düşünüş ve şahısların müceddidlikle, irşat ve ıslahla hiçbir alâkaları olamaz. BEDİÜZZAMAN ANLAŞILMASI ZOR, YÜZDEN FAZLA MESELEYİ AÇIKLIĞA KAVUŞTURMUŞTUR Bediüzzaman Hazretleri, asrımızın en bü­yük problemi olan dinsiz felsefenin saldı­rılarına karşı, imanın esaslarını çok kuvvetli delillerle ispat etmenin yanında, dinin anlaşılması müşkül ve muğlâk yüzden faz­la meselesini de halletmiştir. Allah’ın bir olmakla beraber her yerde hazır ve nazır olması, öldükten sonra dirilmek, kader, cü­zî irade ve Miraç konuları, bunlardan sadece birkaçıdır. İçinde bulunduğumuz asır, ilim ve fenni esas alan, özünde ispat ve ikna olan bir tebliği gerekli kılmaktadır. Çünkü da­lâ­let cehaletten gelse izalesi kolaydır. Asrı­mızdaki dalâlet ise çoğunlukla aklı esas aldığı, fenden ve bilimden geldiği için izalesi zordur. Bütün iman esaslarına ili­şen bu büyük tehlikeye, asrımızın imamı, zamanın anlayışına uygun, yeni ikna ve ispat usulleriyle karşı koymuştur. İman esaslarını, iki kere iki kere dört eder ka­tiyette ispatlayarak Müslümanların ima­nı­nı muhafazaya çalışmıştır. Küfre giren ehl-i inkâra ise gittikleri yolun tutar­sız­lıklarla dolu olduğunu çok kuvvetli delillerle ispatlayarak iç yüzünü göstermiştir. Özellikle asrımızın manevi bir hastalığı hükmündeki tabiatçılığı ve tabiat felsefesinden gelen dinsizlik fikrini dirilmeyecek bir surette öldürmüş, küfrün temel taşı olan bu felsefeyi param parça etmiştir. Yine İbn-i Sîna gibi dâhilerin anlamakta âciz kaldığı, “İman ederiz fakat akıl bu yolda gidemez” diye hükmettikleri, geçmişteki ve günümüzdeki İslam âlimlerinin “Haşir bir mesele-i nakliyedir. Delili nakildir yani ayet ve hadislerin bildirdiği şekilde iman edilir, akıl ile anlaşılmaz” şeklinde kanaat belirttikleri haşre (öldükten sonra dirilme) iman meselesini, herkesin anlayacağı bir şekilde izah etmiştir. Yine, büyük kelâm allâmelerinin, 40-50 sayfada, ancak âlimlere anlatabildikleri ka­der meselesini, Risale-i Nur, 26. Söz olan Kader Risalesinde, herkesçe anlaşılabilecek bir tarzda beyan etmiştir. Daha bunlar gibi pek çok müşkül ve büyük meselelerin, Risale-i Nur’da kesin deliller­le, kolaylıkla halledildiğini Risale-i Nur’u dikkatle okuyanlar göreceklerdir. Onun Hedefi Allah’ın Rızasıydı İslâm tarihi incelendiğinde mücedditlerin, müçtehitlerin, mürşitlerin ve ıslah edici­lerin ortak özelliğinin yalnızca Allah’ın rıza­sını ve Resul-ü Ekrem Efendimizin (sav) hoşnudiyetini gözetmek olduğu anlaşılır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de ha­yatı boyunca Allah’ın rızasını, Hz. Pey­gamber’in hoşnudiyetini esas tutmuş ve talebelerine de bu esasları hizmetlerinin temel prensibi yapmalarını emretmiştir. Bu maksadı teyit eden bir kısım ifadeleri şöyledir: “Risale-i Nur şakirtlerinin (talebeleri­nin), mümkün olduğu kadar siyasete ve ida­re işine ve hükümetin icraatına ka­rış­mamak bir düstur-u esasîleridir (esas düsturlarıdır). Çünkü hâlisâne hiz­met-i Kur’aniye, onlara her şeye bedel, kâfi geliyor. Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini (bağımsızlığını) ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhâlde bir cereyan onun ha­reketini kendi hesabına alacak, dün­yevî maksadına âlet edecek, o hizmetin kudsiyetini bozacak.”24 “Hakikat-i ihlâs (ihlas hakikati), benim için şan ve şerefe ve maddî ve manevi rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men ediyor. Hizmet-i Nuriyeye (Risale-i Nur hizmetine), gerçi büyük zarar olur; fakat kemiyet (sayı çokluğu) keyfiyete (niteliğe) nispeten ehemmiyetsiz oldu­ğundan, hâlis bir hâdim (hizmetkâr) olarak, hakikat-i ihlâs ile her şeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi (iman haki­katlerini) on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle (en yüksek manevi maka­ma sahip olmakla) binler adamı irşat etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakikati her şeyin fevkinde (üstünde) gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalpleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveselerle, o kutbun derslerini, “Hususî makamından ve hu­susî hissiyatından geliyor” nazarıyla ba­kıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler. Bu mana için hizmetkârlığı, makâmâtlara (makamlara) tercih ediyorum.”25 “Amelinizde rıza-yı İlâhî (Allah’ın rızası) olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse (gerektirirse), sizler istemek talebinde olmadığınız hâlde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmet­te, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.”26 Hazret-i Üstadın bizzat hayatı ve yuka­rı­da­ki iktibaslar açıkça göstermektedir ki Be­­diüz­zaman’ın davası imandır, ihlâstır, ilim­dir, Kur’an’ı yaşamak ve yaşatmaktır, tebliğdir, irşattır, asayişi temin ve millî birlik ve bütünlüğü sağlamaktır. Bunun aksini, bir ömür boyu ona düşmanlık eden­ler dahi iddia ve ispat edememişlerdir. Hükümet ve idarenin işine karışıp müda­halede bulunanların, asayişi ihlâl edenlerin, dünyevî makam, maksat ve gayeler güden­lerin, Bediüzzaman ve davası ile asla ala­kaları yoktur ve olamaz. Üstad Hazretlerinin vatan ve millete hiz­meti, özünde muhabbetin olduğu hali­sane ve samimâne bir hizmettir ki o, bu sevgi neticesinde bir ömür boyu ken­disine hâinâne zulmeden şahıslara bile imana ve hidayete gelmeleri şartıyla hak­kını helal etmiştir.27 Bu husus, onun lisanında şu şekilde ifadesini bulmuştur: “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.”28 İSLAM ÂLİMLERİ GÖZÜYLE BEDİÜZZAMAN Bediüzzaman Hazretleri, seksen üç sene­lik hayatı boyunca pek çok âlim zatla görüşmüş; ilmî derinliği, manevi kemalâtı, mücadele ruhu ve ileri görüşlülüğü ile kar­şılaştığı zatlar üzerinde derin tesirler bırak­mıştır. Bediüzzaman hakkında bilgi sahibi olmak isteyenlerin, Hz. Üstad’ı yakından tanıyan, kendisiyle görüşen ve eserlerini inceden inceye tetkik eden bu gibi İslâm âlimlerinin görüşlerini dikkate alması lazım gelir. Sathî, samimiyetten uzak, garazkâr bir kısım insanların şu günlerde dillendir­dik­­leri Bediüzzaman hakkındaki boş kanaat­leri­nin bir değeri yoktur ve bunlara itibar edilmemelidir. Türkiye ve İslam dün­yasından meşhur bir kısım âlim ve fikir adamlarının Said Nursî Hazretleri hakkındaki beyan ve tespitlerini takdim edeceğiz. Meşhur Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır Efendi Son dönem büyük Osmanlı âlimlerinden biridir. “Hak Dini Kur’an Dili” isimli meş­hur tefsirin müellifi ve Daru’l-Hikmeti’l-İslamiye azalarındandır. Bediüzzaman’la ak­­ran olup 1942 yılında İstanbul’da vefat eden Elmalılı Hamdi Yazır Efendi, Üstad Bediüzzaman hakkında şunları söylemiştir: “Bediüzzaman, berrak sular gibi temiz bir vicdana, çok güzel bir ruha sahip bir zat idi. İstanbul âlimlerinin gözü öyle bir âlim görmemiştir.”29 Büyük Şairimiz Mehmed Akif Ersoy İstiklal Marşımızın şairi Mehmed Akif Er­soy, Daru’l-Hikmeti’l-İslamiye azalarından­dır. Bir gün, edebiyatçıların bulunduğu bir sohbet meclisinde, Bediüzzaman hakkında şunları söyler: “Victor Hugolar, Shakespeareler, Des­car­­teslar edebiyatta ve felsefede Bediüz­za­man’ın bir talebesi olabilirler. Darü’l-Hik­met’te iken, Bediüzzaman söze baş­­ladı mı, biz hayran hayran onu din­lerdik.”30 Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi Büyük bir âlim olup Osmanlı Şeyhülis­lamlarındandır. Baskılar sebebiyle Mısır’a hicret etmek zorunda kalmıştır. Tahsil için Mısır’da bulunan Türk talebelere sohbetleri esnasında Bediüzzaman’dan bahsederek şöyle der: “Biz onun gibi cihad yapamadık. Biz nefsimizi ve rahatımızı sevdik. O zor­luklara katlandı. Kendisine sevgimiz ve saygımız çoktur. Memleketimizde İslamî iman hareketini başlattı. Bütün bunlar onun sebatının bir neticesidir.”31 Şeyh Ali Haydar Efendi 1872 yılında Ahıska’da dünyaya gelmiş, 1960’da İstanbul’da vefat etmiştir. İlim tah­silini İstanbul’da tamamladıktan sonra tasavvufa intisap ederek İsmet Efendi Der­gâhının şeyhi olmuştur. Uzun yıllar İslam’a hizmet eden bu mübarek zat, talebesi Emin Saraç Hoca’ya Bediüzzaman’la ilgili olarak şunları anlatmıştır: “Bediüzzaman İstanbul’a ilk geldiğinde birçok âlim gibi ben de (ziyaretine) gittim. Kapısında, ‘Burada her suale ce­vap verilir, kimseye soru sorulmaz’ yazılıydı. Mutavvel’den çok zor bir sual hazırladım. Tereddütsüz ve çok isabetli en doğru cevabı verdi. Gördüğüm en zeki insanlardandır.”32 Ömer Nasuhî Bilmen Hoca Efendi Erzurum’da 1884 yılında dünyaya gelen Ömer Nasuhî Bilmen Hoca Efendi, mem­leketimizde fıkhî sahada büyük hizmetlere imza atmıştır. En meşhur eseri, “Büyük İs­lam İlmihâli”dir. 1960 sonrasında bir dö­nem Diyanet İşleri Başkanlığı da yapan Hoca Efendi, kendisi ile görüşenlere, Be­diüzzaman Hazretleri hakkındaki şu ka­naatlerini aktarmıştır: “Bediüzzaman ile Daru’l-Hikmeti’l-İs­la­miye’de tanışmıştım. Bütün İstanbul ule­masının takdirlerini kazanmıştı. Doğ­rusu ilm-i kelamda bir tecdit (mü­ced­didlik) hareketi yaptı. İmanın bü­tün rükünlerini kemal-i vuzuhla (mü­kemmel bir açıklıkla) ortaya koydu. Bi­zim yazdığımız kitaplar ondan bundan araştırma ile tetkik ve tahkik etmekle olur. Ama onun kalbine üflüyorlardı. O bizde yok.”33 Hasan Basri Çantay Hoca Efendi 1887 yılında Balıkesir’de doğmuş bir ilim ve fikir adamıdır. Üç ciltlik bir Kur’an meali yazmıştır. Kurtuluş Savaşı meclisine Balıkesir mebusu olarak katılmıştır. Bediüz­zaman için şöyle demiştir: “Biz rahat döşeklerinde uyurken o, Allah yolunda, Resulullah izinde bütün işkence ve hapislere rağmen İslam’ı savunuyordu. Ne yazık ki, hiç birimiz onun gibi olamadık.”34 Müfessir Mehmed Vehbî Efendi Konya’nın Hâdim ilçesinde 1861’de dün­yaya gelen, Hulasatu’l-Beyan Tefsiri’nin sa­hibi âlim bir zattır. Günün birinde Mehmed Vehbi Efendi’ye, 20. ve 21. Lem’a olan İhlâs Risaleleri hediye edilir. Bu risaleleri okuduktan sonra Mehmed Vehbî Efendi, risaleleri getiren şahıstan; “Vah Efendim vah! Bediüzzaman, iman­sız gideceğimi hissetmiş; imdadıma seni göndermiş. Allah senden ve ondan razı olsun. Git, benim yerime onun elini ayağını öp. Beni affedip talebeliğe kabul etsin”35 diye ricada bulunur. Büyük Nakşî Şeyhi Esad Erbilî Efendi İstanbul’da yaşamış büyük Nakşî evliya­larından olup 1847’de Erbil’de dünyaya gelmiştir. 1930’da 83 yaşında bir pir-i fâ­nî iken, zulmen yargılandığı Menemen davası esnasında kaldırıldığı hastanede ve­fat etmiştir. Bu zat bir gün, talebelerine Bediüzzaman hakkında şöyle der: “İstikbalde, gençlere iman davasında çok büyük hizmetler yapacak. Ama hâ­lâ kendisi bunu bilmiyor. O geleceğin İmam-ı Rabbanisi olacaktır.”36 Gönenli Mehmed Efendi 1901 yılında Balıkesir-Gönen’de dünyaya gelen Mehmed Efendi, hafız-ı kurra olarak uzun yıllar Kur’an’a hizmet etmiştir. Sultan Ahmed Camii’nde imamlık yapmış, etkili vaazlarıyla insanları hak yoluna çağırmıştır. 1944 yılında Bediüzzaman’la birlikte hapis yatan Gönenli Mehmed Efendi, mahkeme sırasında Bediüzzaman’ı şunları söyleyerek savunur: “Hâkim Bey! Ben Said Nursi’yi büyük bir İslam âlimi olarak bilir, sever ve sayarım. Risalelerini okuyup istifade etmek için aldım ve çok faydalandım. Daha önceleri ismini, resmini ve eserlerini biliyordum. Şimdi burada kendisini görmüş olmak­tan dolayı fevkalade bahtiyarım.”37 Diyanet İşleri Eski Başkanlarından Ah­med Hamdi Akseki Antalya’nın Akseki kazasında 1887 yılında doğmuş, 1951 yılında Ankara’da vefat et­miş­tir. 3. Diyanet İşleri Başkanı’dır. Pek çok faydalı İslamî eser telif etmiştir. Ahmed Hamdi Akseki kendisini ziyaret eden üni­versite talebelerine Bediüzzaman’dan şöyle bahseder: “(Kütüphaneden iki cilt kitabı alarak) Bu kitapları görüyor musunuz? İşte Be­diüzzaman Hazretleri bu iki kitabı iki kere okusun, hepsini ezber edebilecek harika bir hafızaya, o nispette de zekâya malik ve sahiptir. Risale-i Nurları oku­yunuz, yegâne okunacak eserdir.”38 Molla Sadreddin Yüksel Hoca Efendi Aslen Bitlis Adilcevazlı olup 1920’de Kon­ya’da dünyaya gelmiş, 2004 sene­sinde İs­tanbul’da vefat etmiştir. Doğu med­re­se­lerinde yetişen meşhur âlimlerdendir. Bedi­üz­zaman hakkında şu tespitlerde bulunur: “O ilimde, bilhassa Kur’an-ı Kerim tef­sirinde sonsuz bir deryadır. Bunun is­patı, telif ettiği Risale-i Nur külliyatı ve o külliyatın bir parçası sayılan Arapça İşaratü’l-İ’câz adlı harika tefsiridir. O, bu devrin imanını değil, doğrudan doğruya asr-ı saadetin imanını temsil ediyordu. Onun mübarek şahsiyetinde bizden çok uzakta kalan asr-ı saadetin imanına şahit olduk.”39 Halil Gönenç Hoca Efendi 1930 Mardin-Savur’da dünyaya gelen Ha­lil Gönenç Hoca Efendi, tahsilini do­ğu medreselerinde tamamlamıştır.     Günü­müz­­ün en büyük fakihlerinden olup hâlen mem­­­le­ketimizde fetvâ hizmetlerine devam et­mek­­tedir. Kendisi, Bediüzzaman’ın eser­leri hakkında şunları söylemiştir: “Gerçekten insaflı olarak Risale-i Nur’u okuyan bir kimse, akla ve nakle uy­gun bir hakikatler manzumesiyle kar­şılaştığını görmektedir. Risale-i Nur as­rın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde ger­çekleri ifade ettiği, zamanın bütün ma­nevî hastalıklarına maruz beşerin kalp­lerine şifa verdiği için, okuyanlar bu şaheserlere boyun eğmektedir.”40 İslam Dünyası Âlimlerinin Bediüzzaman SAİD NURSİ Hakkında Beyanları Ebu’l Hasen en-Nedvî Büyük Hintli âlim Ebu’l Hasen en-Nedvî Bediüzzaman ve eserleri hakkındaki be­yanatı şöyledir: “Bediüzzaman asrımızın en büyük âlim­lerinden birisidir. Eserlerini devamlı oku­­yorum. Bilhassa Arapça olanlarını. İs­tifade ediyorum. Bu risaleler, İslam di­nine güveni yeniden sağlamada, bu dinin insanlık kervanına ayak uydurmaya, hat­ta önderlik etmeye elverişli olduğunu ispatta büyük rol oynamıştır.”41 Muhammed Ali es-Sâbunî Günümüz İslam dünyasının en büyük tef­sir âlimlerindendir. Muhammed Ali es-Sâbunî’nin ‘Safvetü’t-Tefâsir’ ve ‘Ahkâm Tef­siri’ isimli tefsir çalışmaları Türkçeye ka­zandırılmıştır. Suriye Âlimler Birliği baş­kanı da olan Muhammed Ali es-Sâbunî, Bediüzzaman ve eserleri hakkında şunları söyler: “Ben müfessirim. Geçmiş birçok müfes­siri tenkit de etmişimdir. Ama Bediüz­zaman’ın eserlerini okurken, baktım bü­tün latifelerimde ayrı bir intibah (uyan­ma) hissettim. Evet, o zatın eseri kalbe doğan ilhamlarla yazılmıştır.”42 Prof. Dr. Vehbe Zuhaylî Suriye’nin meşhur fakihi Üstad Vehbe Zuhaylî, Bediüzzaman hakkında bir sem­pozyumda şunları söyler: “Sohbeti tesirli, sireti (ahlakı) tatlı, be­yanı alımlı idi. Metodu nurdu. Öyle ki ben Nursi’ye şu sözü yakıştırmaktan çekinmiyorum: ‘Kur’an’ın manasını arz etmekte, Beyan Emiri.’ Evet, hiç şüphe yok ki Nursi, İslam akidesinin hakikati­ni anlama ve idrakte beyanın (beyan ilminin) emîridir.”43 Prof. Dr. Muhsin Abdulhamid Arap dili ve tefsir sahalarında uzman olan Dr. Muhsin Abdulhamid, Iraklıdır. Be­di­üzzaman ve eserleri hakkında ciddî çalış­maları ve kitapları vardır. Risaleler üze­rine yaptığı tetkik ve araştırmalar neti­cesinde oluşan kanaatlerini kitaplarında şöyle açık­lamıştır: “Risale-i Nurları en az iki defa tetkikli bir şekilde mütalaa ettim ve Bediüzzaman Hazretlerinin fikirleri hakkında birçok ilmî seminer verdim. Bu çalışmalarım sonucunda katiyen kanaatim hâsıl ol­du ki, İmam Bediüzzaman Hazretleri müceddidlerin en büyüklerindendir. Sa­­dece modern asrımızda değil bütün İs­­­lam tarihindeki müceddidlerin en büyük­lerindendir.” “Risale-i Nur, modern asır­da Kur’an-ı Kerim tefsirleri içinde en derin bir tefsir olarak göze çarpmakta ve Allahü Teâla’nın Kitab-ı Mübin’i in­dirmekten murad ettiği hakikate ulaş­mada en tesirli bir tefsirdir.”44 Buraya kadar anlatılanların ortaya koyduğu üzere; l Bediüzzaman Hazretleri, vatanın istiklâli tehlikeye düştüğünde cepheye koşmuş ve bu uğurda en güzide talebelerini şehid vermiş; kendisi de esaret hayatı yaşamış ve gazi olmuş mücahit bir vatanperverdir. lBediüzzaman Hazretleri, Hristiyanlığa karşı İslâmiyet’in hakkaniyetini ve şerefini sözlü ve yazılı olarak her daim savunmuş, İslamiyet’ten asla taviz vermemiş büyük bir İslâm âlimidir. l Bediüzzaman Hazretleri, ömrü boyunca İslâm toplumunun birlik ve bütünlüğü için mücadele etmiş ve bu uğurda ağır bedeller ödemiş bir ittihad-ı İslâm fedaisidir. l Bediüzzaman Hazretleri, milletin birlik ve bütünlüğünü hedef alan, emniyet ve asayişi tehdit eden her türlü kalkışmaya şiddetle karşı çıkmış bir İslâm kahramanıdır. l Bediüzzaman Hazretleri, Müslümanların inanç ve yaşayışını hedef alan her türlü saldırıya karşı 5000 sayfalık eserleriyle mücadele etmiş ve dinin yüzden fazla büyük ve zor meselesini çözüme kavuşturmuş bir müceddiddir. Bediüzzaman Hazretlerinin âlemşümul da­vası, zikredilen şu beş maddeyle veya burada sayılanlarla münhasır değildir. Şüphesiz bah­si geçen faaliyetler çok kıymettardır. Lâ­kin bunlar, onun hizmetlerinin bir kıs­mını ihtiva etmektedir. O zatın faaliyetleri kaleme alınmak istenirse hacimli ciltlerden müteşekkil bir külliyat yazmak icap eder. HULASA Bediüzzaman Hazretlerinin dine, vatana, millete ve gelecek nesillere yaptığı bunca hiz­metler dikkate alındığında onun özü sözü bir, samimi, Allah rızası dışında hiçbir şeyi hedeflemeyen, ümmetin selâmeti için her türlü fedakârlığı göze alan, Müslümanlara şefkatli, kâfirlere şiddetli, toplumsal birlik ve bütünlüğü gözeten, bu asrın mümtaz bir şahsiyeti olduğu açıkça görülür. DUA45 سَخِّرْ لِى نَفْسِى وَسَخِّرْ لِى مَطْلُوبِى وَسَخِّرْ لِرَسَاۤئِلِ النُّورِ وَلِخِدْمَةِ الْقُرْاٰنِ وَاْلاِيمَانِ قُلُوبَ عِبَادِكَ وَقُلُوبَ الْمَخْلُوقَاتِ الرُّوحَانِيَّاتِ مِنَ الْعُلْوِيَّاتِ وَالسُّفْلِيَاتِ يَاسَمِيعُ يَاقَرِيبُ يَامُجِيبَ الدَّعَوَاتِ ..آٰمِينَ. وَالْحَمْدُ للهِِ رَبِّ الْعَالَمِينَ Kaynaklar: 1- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, Hayrât Neşriyat, İstanbul, 2014, c. 2, s. 279.2- Emirdağ Lahikası, c. 1, s. 195.3- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 113.4- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 114.5- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 114-1226- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 133.7- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 111.8- Osmanlıca Mektûbât Mecmuası, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul, 2012, s. 248.9- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 125-127.10- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 131.11- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 136.12- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 147.13- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 149.14- Âsâr-ı Bedi’iyye, s. 114.15- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 153.16- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 154.17- Osmanlıca Mektûbât Mecmuası, s. 302.18- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 2, s. 279.19- Emirdağ Lâhikası, c. 2, s. 62.20- Hazret-i Peygamber (sav), zamanın kral ve idarecilerine elçileri vasıtasıyla İslâm’ı tebliğ gayesiyle mektuplar göndermişti. Bediüzzaman Hazretleri de bu sünneti ihya edip, tebliğ gayesiyle Papalığa Zülfikar eserini göndermiştir.21- Ahzâb Suresi, 4022- El-Hakim, el-Müstedrek, 4:522; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 2:281, hadis no. 1845.23- Osmanlıca Mektûbât Mecmuası, s. 325.24- Osmanlıca Şua’lar Mecmuası, c. 2, s. 170.25- Emirdağ Lâhikası, s. 75.26- Osmanlıca Lem’alar Mecmuası, s. 167.27- Emirdağ Lâhikası, s. 272.28- Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman, s. 142.29- Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman, s. 142.30- Konferans, s. 41.31- Nurculuk Nedir, s. 59.32- Hocalarımız Konuşuyor, s. 113.33- Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman s. 354.34- Son Şahitler, c. 4, s. 224.35- Son Şahitler, c. 5, s. 315.36- Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman, s. 157.37- Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman s. 203.38- Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. 2, s. 909.39- Aydınlar Konuşuyor, s. 119.40- Nurculuk Nedir, s. 63.41- Nurculuk Nedir, s. 222; dünya Risale-i Nur’u okuyor, s. 107.42- Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman s. 302.43- Tespitler Işığında Bediüzzaman ve Risale-i Nur, s. 36.44- Arabca-Kâlû ani’n-Nursî, Altınbaşak Neşriyat, s. 29.45- Osmanlıca Şua’alar Mecmuası, c. 1, s. 34.

Said YAVUZ 01 Ekim
Konu resmiBirinci Söz(10)
Risale-i Nur

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن Aşağıda manaları verilen fakat ekseriyetle yerinde anlaşılmayan kelimeler tasnif edilmiştir. Aynı zamanda bu kelimeler izah edilirken kâinat kitabındaki hangi faaliyetle örtüştüğü esas alınmıştır. 167- Bismillah’taki Rahman: Büyük nimet­lere yani yıldızlara güneşlere aylara anasır ve madenlere bakar. 168- Rahim: Küçük nimetlere yani nebatat, hayvanlara ve meyvelere bakar. 169- Not: Küçük nimetler, büyük nimetlerin sonuçları ve mütemmimi (tamamlayanı) olduğundan küçük nimetler kıymet olarak büyük nimetlerden daha büyüktür. 170- Bismillahirrahmanirrahim, kâinatın kı­raati ve nizamının tilavetidir. Yani Bis­millah, arş-ı azamdan nüzul ile kâinatın sistemine göre kıraat olunmuştur veyahut kâinat kitabı besmelenin yazılışına göre tanzim edilmiştir. Kâinatın lisan-ı hali bu­nu tarif eder. Bu meselenin detayını öğ­renmek isteyen On Dördüncü Lem’anın ikinci makamına bakmalıdır. 171- Hem Bismillah’ın be’sinden Lafzul­lah’a kadar olan kısım enfüsi tefekkürle (fiilimizden, ruhtaki sıfatlarımıza, istidat­lardan kalbimizde tecelli eden Esma-i İla­hiye’nin gölgesine Esma-i İlahiye’nin göl­gesinden Daire-i Vücub’a çıkan bir seyirdir). Daire-i Vücub’a ulaştıran miracın batınını gösteren velayetin seyrine benzer. 172- Lafzullah’tan sonra Rahman ve Rahim isminin gelmesi ve ‘mim’ harfinde bitmesi, Peygamber Efendimizin (asm) miraçtan risaletle geriye dönmesi ve küllî seyahatini tamamlamasına benzer. Özetlersek, 173- Lafzullah Daire-i Vücubun ünvanıdır. 174- İki hayır da daire-i mümkünat ve kâi­natın unvanıdır. 175- B; ise Daire-i Vücub ile daire-i müm­künatın arasındaki irtibat ve intisabın un­vanıdır. 176- Bismillahdaki ‘sin’ harfinin uzun ol­ması Daire-i Vücubun bütün Esma-i müm­künatı ihata etmesi ve tecellisine bir işaret olmuştur. Biz Dahi Başta Ona Başlarız. 177- Burada onunla yerine ona kelimesi kullanılmıştır. Hâlbuki Türkçe gramer ku­­ral­larına göre onunla kelimesi daha mü­­­nasip görünüyor. Peki, neden bu ke­li­me kullanılmış? Evet, bu kelimenin kul­lanılmasında şöyle derin bir nükte Risale-i Nurda beyan edilmiştir. 178- Bir iş veya ameldeki maksat ayrıdır, vasıta ayrıdır. Mesela sofraya oturduk ye­meğe başlarken Bismillah dedik. Eğer onun­la başlarız denmiş olsaydı, yemeği ye­mek asıl maksat; Besmele ise araç olurdu. Hâlbuki ona kelimesini kullanmakla Bes­mele’nin vasıta olmadığı bilhassa asıl gaye olduğu vurgulanmıştır. Aşağıda manası ya­zılan bir hadis-i kudsinin dürbünüyle me­seleye bir bakış açısı getirelim 179- Cenab-ı Hakk bir hadis-i kudside bu­yurmuştur: “Gizli bir hazineydim, bilin­mek istedim, âlemi yarattım.” 180- Buna göre her şey Cenab-ı Hakk’ın gizli kemalatını tarif eden bir eser, bir sanat, bir mektup ve bir kitaptır. Her şeyin keyfiyeti de onu tarif eder. 181- Eşyanın keyfiyeti: Eşya üzerindeki da­kik sanatlı tezyinat, manidar mehasin ve hikmetli nukuş ile sülendirilmesidir. 182- Şuur sahibi olan insanın yaratılışındaki asıl maksat; mahlukat ayinelerinde o Zat-ı Akdes’in gizli, güzel cemal, ve kemalini görmek, bilmek, tanımak, sevmek ve ona ayine olmaktır. 183- Rabbimiz kendisini tanıtmak ve bil­mek için bizlere hadsiz cihazlar vermiş ve bu cihazların her birini memnun etmek için maddi ve manevi çok nimetler ikram etmiştir. 184- Mesela, bizlere iştihalı bir mide ver­miş ve o midenin ihtiyacını gidermek için yeryüzü sofrasını leziz nimetlerle do­nat­mış­tır. Bizleri o sofraya cezb ve celb et­mek için birbirinden cazibedar güzellikler, kokular, tatlar, lezzetler yerleştirmiştir. 185- İnsan o meyvenin yanına iştihanın verdiği bir cazibe ile gider, elini dokunur­ken şöyle düşünür: Bu dalın ucuna nimeti asan Zat-ı Kerim temerküzü esmasıyla onun yanında hazır ve nazırdır. “Bu nimet içinde tecelli eden çok esmasıyla kendini bildirmek, tanıtmak ve sevdirmek istiyor.” 186- İşte o daldaki meyvenin yanında her an bütün isimleriyle hazır ve nazır olan Al­lah’tan alıyormuş gibi hayal ederek, fiilinde ve amelinde huzur-u daimiyi elde et­mek maksadıyla Bismillah denilir. Bu tarz­da amel etmek huzuru daiminin en mües­sir (tesirli) yoludur. 187- Şuur sahibi insanın yaratılmasındaki asıl maksat budur. Yoksa kendi midemizi doyurmak asıl maksat değildir. O zihayat meyve adeta şükre vesile olmak için o dalın ucuna yerleştirilmiştir. 188- Maalesef bizler meyve yemeyi mide­mizi doyurmayı asıl maksat olarak gördü­ğümüzden, Bismillah kelimesi alışkanlık haline gelmiştir. 189- Madem hadsiz nimetleri ve ikram­larıyla bizi bildiğini bildiriyor. Öyle ise biz dahi hürmetle onu bildiğimizi bildirmek için Bismillah demeliyiz. 190- Onu tanıyan onun ismini tahattur eder, alır ve ona göre hareket eder. Allah’ı tanımayan onun ismini almaz. Öyle ise zişuur olarak yaratılmamızdaki en ehem­mi­yetli maksat Halik’ımızı iman ile tanımak ve her amelimizi işlerken onun kudret ve rahmetinden imdat ve yardım istemektir.

Muammer YANIK 01 Ekim
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Tevâfuklu Kur’ân’ı yazmak Hüsrev Efendi Hazretlerine      nasib oldu Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân-ı Ke­rîm’in Ayet Berkenâr ölçüsünü or­ta­ya çıkaran Kayışzâde Hâfız Osman Efen­di’nin yazdığı Mushaf’taki gizli kalmış tevâfukları fark etti ve 1932 senesinde bun­ları ortaya çıkarmaya karar verdi. Nesih hat­tına âşinâ olan talebelerini, tevâfukların ortaya çıkabilmesi için Kur’ân yazmakla gö­revlendirdi. Bu görevlendirmenin daha ilk aylarında tevâfukun Hüsrev Efendi’nin tarzında olduğu görüldü ve Bedîüzzaman Hazretleri Tevâfuklu Kur’ân’ı yazmak üze­re Hüsrev Efendi’yi görevlendirdi. Hüsrev Efen­di hattat olmadığı hâlde, Bedîüzzaman Haz­retleri onun yazısında manevî bir gü­zel­lik bulunduğunu hissediyor ve en güzel hattat yazılarına tercih ediyordu. Hüsrev Efendi’nin yazdığı, 40 senelik emeğin ne­ticesi olan tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm, gö­ren gözleri ‘Maşaallah, Bârekallah!’ demeye mecbur ettiği gibi; şirin hattı ve tevâfuk­ları ile Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı olduğunu herkese gösteriyor. Sevk-i İlahî Vaktiyle İbrahim Havvâs Hazretleri, elinde olmaksızın sevk-i İlâhî ile sahralara açılmış, kenarında hurmalık bulunan bir nehre varıp orada yaşamış. Hurma yapraklarından zembil yapıp, bu nehre atmaya başlamış ve dört gün aynı işi yapmıştır. Sonra da, acaba ne göreceğim, Hakkın bundaki tabiri ve telmihi nedir, bunu anlamam için şimdi bu zembillerin peşi sıra gitmeliyim diye düşünmüş. Yola koyulmuş, derken nehrin kenarında oturup ağlayan bir yaşlı kadın görmüş ve sormuş; “Ne var, ne oldu?” Yaşlı kadın cevap vermiş: “Beş yetim yavrum var, hiçbir şeyim de yok, birkaç gündür şu nehrin kenarında duruyorum. Su her gün bir zembil getiriyordu, onu alıp satıyor ve parasını öksüzlere harcıyordum. Ama bugün zembil gelmedi. Ona ağlıyorum, acaba bugün ne yiyeceğiz?” Bunun üzerine İbrahim Havvâs Hazretleri; “Bana evini göster” dedikten sonra ekledi: “Şimdi gönlün rahat olsun, ben hayatta oldukça elimden geldiği kadar geçimini yoluna koyacağım!” Ebû Eyyûb el-EnsârîHazretleri (ra) Türbesi Asıl adı Hâlid bin Zeyd olan Eyyûb Sul­tan Hazretleri (ra), Medineli ilk Müs­lü­manlardandır. Peygamber Efendimiz (asm), Mek­ke’den Medine’ye Hicret ettiği za­man evi ya­pılıncaya kadar yedi ay onun evin­de mi­sa­fir kalmıştır. Resûlullah (asm) ha­­yat­tay­ken yanından hiç ayrılmamıştır. Be­dir, Uhud ve Hendek Gazvelerinde ve Hay­ber’in, Mekke’nin ve Taif’in fethinde bu­lun­muştur. Bu gazveler esnasında za­man za­man, Peygamber Efendimiz’in (asm) ko­­ru­­malığını yapmıştır. Peygamber Efen­di­­miz’in (asm) ahirete irtihâlinden son­ra Su­riye, Filistin, Mısır ve Kıbrıs’ı fethe­den orduda yer almıştır. 669 senesinde 80 küsur yaşında, İslâm ordusu ile İstan­bul kuşatmasına katılmış ve şehîd olmuş­tur. Kabri, İstanbul’un Fatih Sultan Meh­med komutasındaki İslâm ordusunca fet­hedilmesinin ardından, Fatih’in hocası Ak­şem­seddin Hazretleri tarafından keşfen bu­lunmuş ve üzerine türbe yapılmıştır. 08 Ekim 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması Kraliçe Viktorya tarafından onaylandı Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fet­hinin ardından, İstanbul’un nüfu­su yüz­yıllarca beş yüz bin civarında sabitlenmiş­tir. Sultan 2. Mahmud ile İngiltere Krali­çesi Viktorya arasında imzalanan ve Bal­talimanı Antlaşması da denilen serbest ti­caret antlaşması ile birlikte bu durum de­ğişmiştir. Serbest ticaret antlaşması ile bir­likte İstanbul’un limanlarından geçen ticarî mal miktarı bir hayli artmıştır. Bunun neticesinde de İstanbul, ciddî nüfus çek­miştir. Otuz-kırk sene içinde İstanbul’un nüfusu bir milyona yaklaşmıştır. Nüfus artışı, payitaht İstanbul’un yüzyıllarca korunan orijinal yapısına da zarar vermiştir. Serbest ticaret antlaşmasının dolaylı zararlarından biri olan bu durumun yanında, doğrudan zararlarının başında İngiliz tüccarların, Müslüman tüccarlardan bile daha az vergi ödemesine imkân sağladığı için, Osmanlı ekonomisine verdiği zarar gelmektedir. 31 Ekim 1661Köprülü Mehmed Paşavefat etti Köprülü Mehmed Paşa, 1578’de Berat Sancağında dünyaya geldi. Babası Ve­zir­köprü eşrafındandı. Gençliğinde İstan­bul’a getirilerek sara­ya alındı. Has oda­lı Hüsrev Ağa’ya bağla­narak, büyük odalı zümresine dâhil ol­du. Sonra Hazine-i Ami­re’de vazife al­dı. Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın zamanın­da Mirâhurluk payesi aldı. Daha sonra Mirmiranlıkla Şam’a vali tayin edildi. 1650’de kubbealtı veziri oldu. Sultan 4. Mehmed, 1648’de tahta çıktığında yedi yaşındaydı. Saltanat Naibesi Hatice Turhan Valide Sultan, Köprülü Mehmed Paşa’ya 1656 senesinde Sadrazamlık teklif etti. O esnada 78 yaşında olan Köprülü, kendisine geniş yetkiler verildiği ve aleyhine hile ko­paranların sözlerine itibar edilmeyeceğine söz verildiği takdirde sedâreti kabul ede­ce­ği­ni bildirmiş ve kendisine çok geniş yet­kilerin verilmesi üzerine 15 Eylül 1656’da sadrazamlığı kabul etmişti. Sadrazamlığı başarılı bir şekilde yürüten Köprülü Meh­med Paşa, 31 Ekim 1661’de vefat etmiştir. Türbesi, Divanyolu’ndadır. 12 Ekim 1596 Eğri Kalesi fethedildi Macarlarca Eger, Almanlarca Erlay, Os­manlılarca Eğre veya Eğri diye adlan­dırılan kale, Macaristan’ın Heves ilinin mer­kezidir. Mâtra ve Bükk dağlarının arasında, Eger nehrinin vadisindedir. Stratejik du­ru­­mu ve zengin maden yataklarının var­lı­ğı sebebiyle kale, Macar asilzadeleri ve Kral Ferdinand tarafından tahkim edil­miş­ti. Kale ilk defa Kanunî Sultan Süley­man zamanında 1552 yılında Vezir Kara Ahmed Paşa tarafından kuşatıldı. Bu ku­şatma başarısız oldu. Kale, daha sonra 1596 senesinde tekrar kuşatıldı ve kısa bir ku­şatmanın ardından 12 Ekim 1596 günü fethedildi.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ekim
Konu resmiHutbe-i Şâmiye Özeti (3)
Risale-i Nur

Kimlik: Risalenin İsmi/İsimleri  : el-Hutbetu’ş-Şвmiye, Devвu’l-Ye’s, Hutbe-i Şвmiye, Telif Tarihi ve Yeri : 1327/1911, Şam Dili  : Arapзa, 1371/1955 Tьrkзeye Tercьme Edilmiştir. Konusu  : Mьslьmanların Geri Kalış Sebepleri ve Kurtuluş Зareleri Mьellife Gцre Değeri : - İslam Dьnyasının geleceği ile ilgili hakikatleri barındırmaktadır. - Şam Emevо Camiinde, Şam ulemasının ısrarıyla, iзinde yьz   ehl-i ilim bulunan on bin kişilik azоm bir cemaate verilen  Arabо hutbedir. Risalenin Metodu : Mьşahede, Otoriter şahsiyetleri delil gцsterme, Nakli deliller,    İstikra, Tarihо veriler İnsanoğlu, bu kadar şehadetleri çürütüp, is­tikra-ı tammeyi kırıp, ilahi meşieti ve kâi­nattaki ilahi hikmete karşı inat edip vah­şet, küfür ve dehşetli tahribatında devam edemez. İnsanoğlu hiçbir şekilde âleme ve varlıklara muhalif olarak kâinattaki nizama külli şerleriyle muhalefet ederek, insanlıkta şerrin hayra galip gelmesini hazmetmesi mümkün değildir. İstikbalde hayır ve hak galip olacaktır. Ta ki insanoğlunda da hayır ve fazilet üstün gelsin. Ümitsizlik, En Dehşetli Bir Hastalıktır İkinci Kelime:  Ümitsizlik, İslam dünya­sının kalbine girmiş en dehşetli bir has­talıktır. Bu ümitsizlik; - İslam coğrafyası sömürge haline gelmiştir. - Müslümanların yüksek ahlakını öldürmüştür. - Ümmet yerine kendini düşünme duygusunu ortaya çıkarmıştır. - Müslümanların manevi kuvvetini kırmıştır. - Müslümanlara “Neme lazım” dedirtip İslamiyet’e hizmet etmeyi terk ettirmiştir. - Milletlerin kanser hastalığıdır. - Kemalata manidir. - Korkak, aşağı ve aciz insanların bahanesidir. Ümitsizliğin başını parçalamak için  لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰه1 ve belini kırmak için   مَا لَا يُدْرَكُ كُلُّهُ لَا يُتْرَكُ كُلُّهُ2 hakikatleri kullanmalıdır. Doğruluk, Manevi Hastalıkların İlacıdır Üçüncü Kelime: Doğruluk, İslamiyet’in te­mel esasıdır. İslamiyet’in kazandırdığı yük­sek huyların bağıdır. Yüce duygularının mizacıdır. Müslüman toplumunun hayat düğümüdür. Öyle ise manevi hastalıklar, doğrulukla tedavi edilmelidir. Riyakârlık, fiilî bir yalancılıktır. Dalkavuk­luk ve tasannu‘, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni‘-i Zülcelâl’in kudretine bir iftira etmektir. Küfür, bütün envaıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğru­luktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın or­tasında hadsiz bir mesafe var. Şark ve garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nâr ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Hâlbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda, birbirini karıştırmış. Beşerin kemâlâtını da karıştırmış.  Asr-ı saadette doğruluk vasıtasıyla Hz. Mu­hammed (sav) a’la-yı illiyyine çıkmıştır. Doğ­ruluk anahtarıyla iman ve kâinatın ha­kikatlerini keşfetmiştir. Sahabe-i Kiram, en değerli mal, hakikatlerin anahtarı ve Hz. Peygamberi (sav) ala-yı illiyyine çıkaran doğ­ruluğa müşteri olmuşlardır. Yalan vası­ta­sıyla Müseyleme-i Kezzab ve benzerleri esfel-i safiline düşmüştür. Kurtuluş, yalnız doğruluktadır. En sağlam zincir doğruluktur. Ama maslahat için kizb ise, zaman onu nesh etmiş. Çünkü maslahat ve zarûret için bazı âlimler muvakkat fetvası vermişler. Bu zamanda o fetva verilmez. Çün­kü o kadar sû’-i istimal edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm, maslahata bina edilmez. Maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok. Sû’-i isti‘mâle mü­sâid bir bataklıktır. Hükm-ü fetvâ ona bina edilmez. Öyle ise  اِمَّا الصِّدْقُ وَاِمَّا السُّكُوتُ  yani yol ikidir. Ya doğru, ya yalan. Her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğ­ruyu söylemek doğru değildir. Bazen zarar verse sükût etmek, yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa sû’-i tesir eder. Hak, haksızlıkta sarf olur.       Devam Edecek Kaynaklar: 1- Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz.2- Bir şey tamamen elde edilmezse, tamamen terk edilmez

Muhammed AYDIN 01 Ekim
Konu resmi"Tahrîb Esheldir, Zayıf Tahrîbci Olur"
Risale-i Nur

Vücûd-u cümle eczâ, şart-ı vücûd-u külldür. Adem ise oluyor, bir cüz’ün ademiyle. Tahrîb eshel oluyor. Bundandır ki, âciz adam, sebeb-i zuhûr-u iktidâr, müsbete hiç yanaşmaz. Menfîce müteharrik, dâim tahrîbkâr olur. Bediüzzaman hazretleri burada insan hayatında önemli bir yeri olan gücün tanımını vermektedir. O, gerçek gü­cün yeni bir tanımını yapmaktadır. Ger­çek anlamda güç nedir? Kime güçlü denir? Ne­den bir kısım insanlar bozgunculuk ya­par? İnşa, imar ve tamir edenler, nelere dik­kat etmelidir? İnşa ve imarın, bozmak ve yıkmak karşısındaki durumu nedir? Gibi soruların cevapları bulunmaktadır. Günümüz dünyasında yakan, yıkan veya bozan insanların daha güçlü olduğu algısı bulunmaktadır. Bunun yanlış olduğunu düşünen Bediüzzaman hazretleri, bu in­san­ların güçlü değil gerçekte zayıf ve aciz olduklarını ispat etmektedir. Bu insanların yıkıcı faaliyetleri güçten değil acizlikten kaynaklandığını göstermektedir. Evet, insanoğlu istediği bir işi başarabil­mesi için gereken tüm şartları oluşturması gerekmektedir. Zira bir işin olabilmesi, o iş için gerekli bütün şartların varlığına bağlıdır. Bundan dolayıdır ki bir eser ortaya koymak zordur. Çünkü insan, yapmak istediği eser için gerekli tüm ortamı ve şartları bir araya getirebilmelidir. Bu ise birçok insana ağır gelmektedir. Hz. Üstada göre gerçek güç ve kuvvet, bir iş için gerekli tüm şartları bir araya getirerek istenilen eseri ortaya koymaktır. Demek olu­yor ki bir işi başarmak isteyen, o iş için gerek­li ortam ve şartları oluşturmalıdır. Gerekli olan temel hiçbir şartı eksik bırakmamalıdır. Bunun için gayret göstermelidir. Aksi hal­de başarısızlıklarla karşılaşacaktır. Bundan dolayıdır ki başarının tesadüf olmadığı söy­lenmektedir.  Mesela hayatın devamı tüm te­mel ihtiyaçların olmasıyla mümkündür. Bir çiçeğin varlığını devam ettirmesi gere­ken tüm şartların oluşmasıyladır. Bir bah­çenin istenilen şekle girmesi gereken tüm şartların sağlanmasıyla mümkün görün­mek­tedir. Öyle ise başarı için insana düşen, tüm ortam ve şartları oluşturmak için ça­lışmaktır. Gereken tedbirleri almaktır. Bozmak, yıkmak, dağıtmak, zarar vermek, ihlal ve ifsat etmek ise çok kolaydır. Zira bir işin olabilmesi tüm şartlarla bağlı iken olmaması için tek bir şartın eksik kalması yeterlidir. Bu şartı eksik bırakmak için ise bir güce veya kuvvete çoğu zaman ge­rek yoktur. Yapmamak, terk etmek veya ye­ri­ne getirmemekle yapılması istenilen iş olmayabilir. Yaşamak için tüm şartlar ge­rekirken yaşamamak için ise bir şartın olmayışı yeterlidir. Ortaya eser koymak için tüm şartları bir araya getiremeyen ve bunu zor gören aciz insanlar, muktedir görünmek için boz­gun­culuk yaparlar. Çünkü kolaydır. Güç ge­rekmemektedir. Zor değildir. Bir şartı terk etmekle koca bina yıkılabilmektedir. Yıllarca verilen emekler boşa gidebilmekte­dir. İşte insanlar yıkılan, bozulan dev eserleri, emekleri ve işleri görünce sanıyor ki bunları yapmak için büyük bir güç gerekmekte­dir. Aksine bozgunculuğun temelinde bir terk vardır. Yapmamak vardır. İstenilen işi eksik bırakmak vardır. Engel olmak vardır. Bunun için ise bir güce, iktidara veya kuv­vete gerek yoktur. Bozgunculuğun kolay olmasındandır ki bütün devletler serseri bir çocuğun bir kibritle koca bir ormanı yakmaması için büyük tedbirler alırlar. Kimse de kalkıp “şu küçücük çocuk koca devletlerden daha güçlüdür” dememektedir. İmar ve inşa edenler bozmanın, yıkmanın kolay olduğunu bilmelidir. Ellerinden ge­len tüm tedbirleri almalıdır. Şartları bir araya getirmede en küçük bir ihmal veya tembellik göstermemelidir. Aksi halde işin olmamasını sonuç verebilir. Tahrip eden­lere karşı her daim uyanık olmalıdır. Unu­tul­maması gereken en önemli konu da yı­­kanların zayıf ve aciz olduğunu bilip ce­sa­retini korumalıdır.  Sonuç olarak yapmak zor, bozmak kolaydır. Yapmak için gereken tüm şartlar olmalı iken olmaması için tek bir şartın eksikliği ye­terlidir. Demek yıkan değil, yapan güçlüdür.

Muhlis KÖRPE 01 Ekim
Konu resmiİslâm Cihanşümul Bir Dindir
Risale-i Nur

İslâm’ın hakikatleri dar dairede, fakir, fukara, bedevi, mürteci ve mutaassıp bazı insanlara mahsus değil; umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ışıklandıracak bir kabiliyettedir. Hak ve son din olan İslâm, maddî-manevî bütün kemalâtı bünyesinde toplayan, insanlığın bütün yüksek duygularını besleyecek maddelere sahip, nuranî bir saray gibidir. Zannetmeyelim ki dünya herkes için ilerleme ve kalkınma dünyası iken yalnız Müslümanlar için gerileme dünyasıdır. Âlem-i İslâm şimdilik kışı ya­şıyor olsa da hiç şüphe etmeyelim ki bu kıştan sonra muhakkak cennet misal bir bahar gelecek. Şimdi ekilen tohumlar, is­tikbal zemininde çiçek açacak. İslâm ha­kikatini hakkıyla kâinat üzerinde dal­ga­lan­dıracak bir nesil gelecek inşaallah. Şanlı Ecdadın Ve Bahtiyar Evlâtların Pro­testolarından Korunmak Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın gay­bî haberleriyle biliyoruz ki; kıyametin kopmasından önce ‘Ahirzaman Fitnesi’ zu­­hur edecek ve Ümmet-i Muhammed (asm) ifsat olacaktır. Hususen bir çey­rek asırdır ümmetin başına gelen felâket­ler, fitneler, mağlubiyetler ve sıkıntılar na­zara alındığında ‘Ahirzaman Fitnesinin’ en hararetli zamanlarının içinde bulundu­ğu­muz anlaşılacaktır. Yine Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesse­lâm’ ın gaybî haberlerinde müjde vermesiyle bi­liyoruz ki; Ahirzaman Fitnesi sona ere­cek, İs­lâm hakikatleri bütün dünyaya hâkim olacak ve yeryüzü adaletle dolacaktır. Dolayısıyla, İslâm adına şan, şeref ve kah­ramanlık destanlarıyla dolu bir mâzisi ve istikbali olan şu asrın Müslümanları, ec­dat ve evlâtları gibi İslâm’a sahip çıkarak ümitsizliğe düşmeden hizmet ve gayret etmekle mükelleftirler. Aksi takdirde şanlı ecdatları ve bahtiyar evlâtları nazarında mi­rasyedi ve tembel olmakla itham edile­ceklerdir. Bütün Zamanlarda Âlimler ve Şairler İs­tibdadı Kötülemişlerdir Şairlerin çoğu kasidelerinde ve müelliflerin çoğu kitaplarının önsözlerinde zamandan şi­kâyet, dehre itiraz ve feleğe hücum etmiş ve dünyayı ayakaltına alıp çiğnemişler. Eğer kalp kulağıyla ve akıl gözüyle dinleyip bakılsa görülecektir ki bütün itiraz ok­ları mazinin karanlık perdesine sarılan istib­da­dın bağrı­na gider ve işitilecektir ki bütün vaveylalar istibdat pençesinin tesirinden ge­lir. İstibdadın hükmetmediği ve isminin kon­madığı zamanlarda dahi herkesin ruhu, is­tibdadın manasıyla zehirlenirdi ve bir zehir atanı bilirdi. Bazı kuvvetli dâhiler nefes aldıkça derin bir feryat koparırdı. Fakat karanlıklar içinde ve toplanmadığı için akıl onu güzelce tanıyamazdı. Ne zaman ki o istibdat manası, def edil­mesi mümkün olmayan bir semavî bela zan­ne­dildi, zamana hücum ve dehrin başına to­kat ve feleğin bağrına oklar atmaya baş­ladılar. Çünkü sabit bir kaidedir ki bir şey insanın cüz-i irade dairesinin dışına çıksa, şahsî olmaktan çıkıp küllîleşse (genelleşse) veya normal yollarla def edilmesi mümkün olmayan bir hale girse zaman suçlanır. Taş­lar feleğin kubbesine atılır. Eğer dikkatle bakılsa görülecek ki zamana ve feleğe atılan taşlar, geriye döndüğü vakit ‘ümitsizlik’ ola­rak kalpte taşlaşır. İnsanın Hevesleri İçin Kâinatın Sistemi Bozulmaz Yukarıdaki sabit kaidede geçtiği gibi bir şey, insanın iradesi ile müdahale edebilece­ği dairenin dışına çıksa, normal yollarla def edilemeyecek bir hale girse veya şahsî ol­maktan çıkıp genelleşse o vakit, zaman suç­lanır, feleğe taş atılır. İnsan hevesle, iştahla ve şiddetli arzularla bir şeyi elde etmek ister veya elden kaçırma­mak ister. Hâlbuki şu âlemin düzeni, İlâhî hikmetin düsturları ile ayarlanmıştır. Fe­leğin çarkları, İlâhî inayet ile tanzim edil­miştir. Zamanın tabiatı, İlâhî iradenin mat­baasında tabedilmiştir. Kâinattaki umu­mî denge, İlâhî hikmetle tesis edilmiştir. Ya­ni zaman, mekân ve sistem çok yüksek ga­yelerle ve hikmetlerle Allah tarafından ya­ratılmıştır. İlâhî gayeler ve hikmetler neyi gerektiriyor ise öyle icraatlar ve yaratmalar yapılmaktadır. İnsanın cüz’î aklı, iradesi, he­vesleri, arzuları ve iştahları kâinat ve za­man için referans alınmamıştır. Bir şahsın hevesleri için kâinatın sistemi mühim ha­reketlerinden durdurulmaz.

Mustafa TOPÖZ 01 Ekim