122. Sayı: "Halep İçin Varız, Çünkü Biz İnsanız!"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiTürkiye Dış Politikası Ekseninde Suriye
İnsan

6 yıl oldu, dile kolay. Her gün başka bir acıyla uyandık. Ve bugün gözümüzün önünde can çekişen Halep, çaresizlik içinde yüreğimizi dağlıyor. Bu girdap ve kafa karışıklığı se­­bebiyle gerek Suriye, gerek Ma­­vi Marmara ekseninde İsrail iliş­kileri, keza son dönem Tür­ki­ye-Rusya yakınlaşması nok­­ta­sında hepimizin kendimize göre mülahazalarımız ve has­­sa­­si­yetlerimiz oldu ve olmaya da devam ediyor. Bunun doğal bir sonucu olarak da ha­liyle bazı gö­rüş farklılıkları daha yüksek ses­le konuşulur oldu. Bu emsal farklı düşünceleri fikri bir zenginliğimiz olarak görmeli ama tehalüf-ü efkâr arasında önümüzü aydınlatacak bir barika-i hakikat ararken fitne ateşleri çıkarmamaya dikkat et­­meli, birbirimizi incitmemeye özen göstermeliyiz. Samimi her kardeşimizi değerli görmek ve şahsiyetlerini yargılamadan dü­­şün­celerine müsamaha göster­mek ve fikirlerini anlamaya çalışmak zorundayız. Ezcümle Türkiye’nin Suriye po­li­­tikası noktasında da farklı dü­şün­celere sahip olabiliriz. Ama şu bir gerçek ki Türkiye, Suriye ile ilgili karar kavşağında hangi kartı eline alsaydı, uluslararası güçler tarafından tazyik edilmek ve zora düşürülmek üzere YİNE YALNIZ BIRAKILACAKTI. Yeni versiyon/sürüm Sykes Picot müellifleri inceden inceye plan­ladıkları hesaplarını güncellerken bu coğrafyada önlerini tıkayabilecek en etkili aktör ola­rak gördükleri Türkiye’yi her ölçekte tecrit etmek istiyorlar. Ülkemizin güneyindeki işler, maz­lum Suriyeli kardeşlerimize yardımcı olmaya çalıştığımız için bu noktaya gelmedi. Sonucu çok daha kötü diğer senaryolar ve muhtemel yollar içinde ehvenüşşer ihtiyar olunmak zorunda kalındı. Çünkü ne Baasçı Suriye yönetiminden, ne de İran’ın Şiiliğinin çok ötesinde artık Fars milliyetçiliği olarak tanımlayabileceğimiz yayılmacı politikaların­dan sonuç alabilmemiz mümkün değil. Bediüzzaman Hazretleri İslam tarihi boyunca farklı bir dinamik olarak varlığını sürdüren Şia’yı genel anlamda “Şia-yı velayet” ve “Şia-yı hilafet” olmak üzere ikiye ayırıyor. Bizim Sünni dünya olarak oldum olalı sorunumuz siyasi garazla hareket eden ikincisiyle, yani Hz Ali muhabbetiyle değil, Hz Ömer düşmanlığı ile hareket eden İran yönetimiyle olmuştur. Tarafgirane ve garazkarane hareket eden bir bakış açısıyla dostluk çok zordur. Keza özellikle son on yıldır Amerika ve Avrupa siyasetinin Sünni dünyayı bölmek ve bütünleşmesini önlemek maksadıyla her ölçekte ve her bölgede neo-selefi hareketler gibi Şii potansiyelin de önünü açmaya çalışan bölücü yaklaşımlarının bu çerçevede göz ardı edilmemesi lazım. Son dönemde Türkiye’nin dış politikasını başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere tüm siyasi kadroyu göz ardı ederek bütünüyle Sayın Davutoğlu’nun tercihlerine indirgemek ve toptancı bir bakış açısıyla bu yaklaşımları başarısızlıkla itham etmek haksızlık olur. Maalesef bu süreçte bir tarafta Ergenekon, öte yandan FETÖ yapılanması sebebiyle, silahlı kuv­vetlerinin ve emniyet teşki­la­tı­nın neredeyse yarısı siyasi kad­roların talimatından ziyade kendi ajandasıyla hareket eden bir Türkiye’nin, hepimizin malumu olan bu sıkıntılı yapısı itibariyle yeterli olmayan şartlar dâhilinde, yanlış veya eksik atıldığını düşündüğümüz adımları elbette olmuştur. Ama bununla birlikte, camiamız içinde gerek siyasi, gerekse sivil toplum tandanslı/eğilimli bazı kardeşlerimizin bu noktada İran’a ve Esed’e alabildiğine müsamahakâr yanlış yaklaşımları ve pozisyonlarını da, bugün asla kabul edilemez Ha­lep örneğinde olduğu gibi, gel­di­ğimiz nokta itibariyle not etmeliyiz. İnsanların savaş bölgesinden tah­­liye edilmelerine bile müsaade etmeyen ve bitmeyen bir kinle erkeklerini öldürmek, kadınlarına tecavüz etmek isteyen bu İran siyasetiyle mi, bu Hizbullah ve bu Esed’le mi uzlaşacaktık? Uluslararası güç odaklarının şımartarak ve kendilerine alan açarak masum insanların üzerine kışkırttığı, kanına ve kül­türel kodlarına maalesef eh­li­sünnet düşmanlığı işlemiş olan bu radikal unsurlarla uzlaşabilir miydik? Bu noktada antre parantez/pa­ran­­tez içi vurgulamak lazım ki, tüm bu olumsuzluklara rağ­men, ba­tı dünyasının istedi­ği şey­in İran ile Türkiye’yi ka­­pıştır­mak ol­duğunu unutma­malıyız. İran’ın Ge­neral Kasım Süleyma­ni veya General Seyit Cevat ko­­­­mu­­ta­sındaki şebbihaları ve mi­­­lis güç­leriyle çok rahat geldiği bu oyu­na biz alet olmamaya ve mez­hep eksenli ihtilaflardan uzak dur­maya özen göstermeliyiz. İran hususan şu son beş yılda Sünni dünya nezdindeki tüm kredisini neredeyse tüketmiş olsa bile. Türkiye’nin uluslararası aktörlerin küresel ve bölgesel oyunlarını bozan dik duruşuna rağmen, tek başına oyun kurabilecek ve konjonktür/vaziyet değiştirebilecek bir güce henüz sahip olmadığını biliyoruz. Bu devirde genel manada İslam dünyası olarak elimizde mevcut ekonomik, politik ve askeri güçle istediğimiz her sonucu almamız ve kural koymamız hemen hemen imkânsız. Bu yüzden atılacak adımların dengeli olması gerekiyor. Türkiye bu sorunun daha ilk günlerinde Esed’le çok ciddi an­­lamda mekik diplomasisi ger­­­çekleştirmişti. Bir ara nispe­ten ikna edilecek gibi olan oğul Esed’e, baba Esed’in derin Su­riyesi ve uluslararası güç odak­la­rı müsaade etmediler. Ve hepimizin bildiği katliamlar da defakto/fiili pozisyonu başlatmış oldu. Türkiye bu noktada yapabildi­ği kadarıyla elindeki en etkili ve belki de yegâne yol olan soft power (yumuşak) gücünü, tüm diplomatik yolları deneyerek kul­lanmaya çalışsa da asıl oyun ku­rucuların hesabı başkaydı. Obama, bakınız bugünlerde gü­­nah çıkarıyor ve dökülen kan­­dan rahatsızlığını ifade edi­­­yor.  Ama yıllarca talep etme­mize rağmen en basit ve ma­sum talep olan uçuşa yasak gü­venli bölgeye bile müsamaha göstermediler. Şu kavşakta kabul etmeliyiz ki Türkiye öyle veya böyle, bir plan çerçevesinde, bilinçli olarak provokatif/kışkırtıcı eylemler ile karşı karşıya bırakılarak önünde genişletilmiş olan bu cepheyi daraltmak zorundadır. Ve Türkiye, aradaki sorunları şimdilik bir kenara koydu diye ne İsrail’le, ne Rusya’yla, ne de Amerika’yla gerçek anlamda dost olamaz. Asm. Efendimizin yeri geldiğinde her dinden insanlarla anlaşmalar imzaladığı hepimizin malumudur. Uluslararası ilişkilerde dostlukların değil, karşılıklı menfaatlerin söz konusu olduğu müsellem bir meseledir. Bu anlaşmaların ve mutabakatların hangi şartlar altında yapıldığını unutmamamız gerekiyor. Hususan son darbe girişiminde Türk Silahlı Kuvvetlerinin neredeyse yarısının tasfiyesi ile so­nuçlanan tablo, bu mücadelenin yakın geçmişte hangi eksende ve kimlerle yürütülmeye çalışıldığını nazara veren en önemli referanslardan biridir. Keza Mit tırları olayı bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Türkiye’nin şu konjonktürde/durumda yaptığı iddia edilen hata, ilkesel ve haktan yana davranarak dik durması ve maz­lumlara sahip çıkmasıdır. De­rin güçlerin nazarında suçu bu­dur. Ve bizim coğrafyamızı arka bahçeleri görmeye alışmış algı operatörlerini bu duruş ra­hatsız ediyor. “Sen kimsin ki bizim kurduğumuz oyunu bozuyorsun?” diyorlar. Ama şu bir gerçek ki Türkiye burnu dibindeki bu oyuna müdahil olmasaydı, durum çok daha kötü olacaktı. Son dönem Türk dış politikasının müspet nazarlardaki eksikliği ise -malum dâhili sebeplerle olduğu bilinse de- mazlumlara yeteri kadar sahip çıkılamamış olmasıdır. Örnek vermek gerekirse, İran’ın cirit attığı bir coğrafyada Suriye muhalefetini bir çatı altında toparlamakta veya eğit-donat gibi stratejik adımlarda geç kalmış olmamız yahut destek bağlamında helikopterlerle atılan va­ril bombaları altında perişan olan insanlara etkili hava savunma sistemlerinin bir şekilde temin edilememesi gibi yetersizler sayılabilir. Generallerinin yarısından fazlası emekli edilmiş bir ordunun 15 Temmuz’dan sonra çok daha farklı inisiyatifleri (ön alma) rahatça alabilmesi ve özellikle “Fırat Kalkan Operasyonu” bu noktada önemli bir nüanstır. Bu çerçevede bilinçli olarak oluş­turulacak kriz ortamları ve gerginlikler yönetilebilir se­vi­yede olmak zorundadır. Yöne­temeyeceğimiz, altından kal­­­ka­­­ma­yacağımız gerilimleri tır­­­m­an­­dırmanın pratikte hiçbir kar­­şılığı yoktur. Şunu da kabul edelim ki bu işlerle ilgilenen siyasi kadrolar bu konularda prensipte ümmet şuuruyla bizden farklı düşünmeyen, bizden olan insanlar, bizim değerlerimiz. Elbette her insan gibi onlar da hata yapabilirler. Elbette siyasi kadroları her meselede körü körüne desteklemek onlara iyilik değildir. Ama hatalardan ders çıkarmak amacıyla geçmişi sorgulamak başka bir şey, birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz bir konjonktürde/ortamda, hatta öy­lesine ki milli seferberlik ilan edilmeye ihtiyaç duyulan bir dönemde, kampanya suretinde yürütülen algı operasyonlarıyla nazarları dağıtmak başka bir şeydir. Uluslararası tüm güç odaklarının başta İngiltere ve İsrail olmak üzere karşı çıktıkları bir lideri bizim de bir şekilde yıpratmaya çalışmamız doğru olmaz. Özellikle Sayın Davutoğlu’nun o günün şartlarında kabul edilebilir hamasi ve gözdağı veren bir üslupla “Cuma namazını şu kadar sürede Şam’da Cami-i Emevî’de kılarız” sözünü cımbızlayarak, salt bu söz üzerinden bütün Suriye politikasını, hatta tümden dış politika argümanlarını/iddialarını yargılamak ve şartları okuyamamakla itham etmek insaflı bir yaklaşım değildir. 63 farklı ülkeden silahlı temsilcilerin bulunduğu Irak gibi bugün Suriye’de de adı konmamış, örtülü bir cihan harbi yaşıyoruz. Bütün uluslararası menfaat şebekelerinin öbeklendiği Ortadoğu sarmalında karşımızda sadece Esed olsaydı, durum böyle mi olurdu? En ufak deliklerin bile kapatılması gereken fırtınalı zamanlarda yeni pencereler, gedikler açılmaz. Hepimiz hassas davranmalıyız. Söz meclisten dışarı ama maalesef bu da bir realite oldu, oturduğumuz rahat koltuğumuzdan birer dış politika uzmanı ke­silip tuzukuru, toptancı ve ucuz tenkit bakışıyla akıldanelik yapmamız ne kadar doğru olabilir? Mısır’da vaktiyle Mursiden rahatsız olan İslami gruplar bilmünasebe çok uyarılmıştı, onlara şimdi daha iyi mi oldu diyerek bugünkü tabloyu sormak lazım. Bu noktada Bediüzzaman Hazretlerinin şu mülahazası câlib-i dikkattir: “... bir hükûmet, tamamıyla masum olamaz. Demek nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına tereccuhudur. Yoksa sey­yiesiz hükûmet muhal-i âdi­dir. Ben öyle adamlara, anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi -Allah etmesin– bin sene yaşayacak olsa âdeta mümkün, hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak.” Hâsılı, aşırılıklardan kat’-ı nazar, bütün kardeşlerimizin samimi şahsi görüşlerine saygı duymakla birlikte, Türkiye’nin özellikle son 2-3 yıldır ciddi anlamda her taraftan tazyik edildiği bir dönemde, üstelik ne kadar isabetli olduğu tartışmalı yaklaşımlarla iktidarı yıpratacak söylemler doğru olmamalı. Elbette işlerimizi istişare ile yürüteceğiz, yeri geldiğinde yanlışlıkları da dile getireceğiz, acı da olsa gerçekleri söyleyeceğiz, özgürce görüşlerimizi paylaşacağız ama bunları yaparken üslup ve içerik hususunda duyarlılık göstermeli ve özellikle böylesine hassas bir dönemde polemiklerden/tartışmalardan kaçınmalıyız. Cenab-ı Hak bizlere bu ümmetin birlik ve beraberliğine bir neb­­­ze de olsa katkı sağlamak ama­­cıyla yaptığımız çalışmalarda mu­­vaffakiyet versin. Kalplerin sa­­hi­bi kalplerimizi birleş­tirsin.

Ali KURT 01 Ocak
Konu resmiBilmemek Cehaletmiş
İnsan

Birkaç günlük fânîyi, mülk-i bâkî sanmıştım Bilhassa genç yaşlarda sâfdilâne kanmıştım Azıcık yaşlanınca hayâttan usanmıştım   Zîrâ haddinden fazla yaktı firâk elemi Bulamamıştım kalbe aradığım merhemi   Kendimle birlikte her nesne kalsın berhayât Yanaşmasın kat’iyyen bize ecel ve memât Fakat öyle değilmiş Rabbin murâdı, heyhât   Her canlıda ederdim ebediyet tevehhüm İsterdim ki onlara aslâ gelmesin ölüm   Güneşin tulû’ ânı pek çok sevindirirdi Gurûb vaktinde ise gam, keder indirirdi Kâh yerin a’mâkına, kâh göğe bindirirdi   Hayâlen dolaşırdım sınırsız bir fezâyı Bu yüzden çekti nefsim lüzumsuz çok ezâyı   Hizmete koşuyordum karınca kararınca Duyurdum emir ve nehy tâkatim mikdârınca Lâkin, unutmuştum ki fil değilim; karınca   Ey Vâmık! Hakîkati bilmemek cehâletmiş Şer’î çizgiden çıkmak tamâmen dalâletmiş  

Cavid SARAÇOĞLU 01 Ocak
Konu resmiHalep İçin Varız, Çünkü Biz İnsanız!
İnsan

Bugün Halep’te yaşananların değerlendirilme düzeyinin mikyası, mukayesesi, muhakemesi “İnsan olma” veya “insanlıktan çıkma” arasında, üçüncü alternatifi olmayan iki seçenekle sınırlıdır. Yeryüzünde yaşayan ve haberdar olan herkesin bu iki seçenekten birinde mecburi bir konumlanması söz konusudur. Burada insanlık âleminin, “insanlık” adına bir sorumluluğu, yükümlülüğü vardır.  Bu yazının konusu; onlarcası Os­manlı dönemine ait olan ve yüzlerce tarihi eseri içerisinde ba­rındıran Halep’in kadim ta­ri­hi, üzerinde medeniyet inşa edilmiş geçmişine ilişkin olabi­lirdi. Bu yazının konusu; bir zaman­lar Halep’in, Osmanlı İmpara­torluğu’nun “ikinci büyük ken­ti” olması, Halep’in Osmanlı, Ve­nedik, Fransız ve İngiliz tüc­car­larının sıklıkla uğradıkları bir merkez olma özelliğine bağlı ola­rak,1 Halep’in Anadolu ve di­ğer coğrafyalar arasındaki ti­ca­ri ehemmiyeti üzerine olabi­lirdi. Bu yazının konusu; 17. yy’da hiçbir Anadolu kentinde ol­ma­­­yan deri pazarının Halep’te ol­­duğu,  Nüremberg’li bir tüc­car olan Wolffgang Aigen’in Ha­­lep’te oturduğu ve bu tüc­carın Fransa ve Hollanda’ya Ha­­lep’ ten deri ihraç ettiğini ri­­va­yet et­ti­ği üzerine olabilirdi.2 Bu yazının konusu; Avrupa ka­­dar Hindistan’la yürütülen ti­caretin merkezinin Halep ol­duğu üzerine olabilirdi. Bu yazının konusu; Suriye’nin İsrail ile yaptığı savaşlar, yaşa­dığı sorunlar, Golan Tepeleri veya “Hafız Esad’ın 1970 Ka­sım’ında Salih Cedid’i tutuk­la­tarak, Suriye’de idareyi ele al­­ması”3 gibi tarihsel bir olayın, gü­­nümüz açısından değerlendi­ril­mesi olabilirdi. Bu yazının konusu; Temmuz 2003’te Tayyip Erdoğan’ın da­vet­lisi olarak 5 bakan ile bir­likte Türkiye’ye gelen Suriye Baş­bakanı Mustafa Miro’nun 17 yıl aradan sonra Türkiye’ye ge­len ilk Suriye Başbakanı ol­ması4 ve sonrasında gelişen iliş­kiler neticesinde Mart 2011’de Türkiye -İran- Suriye arasında anlaşmaya varılan ŞAMGEN vi­ze uygulamasına geçilmesi5 olabilirdi. Bu yazının konusu; “Jeopoli­tik eksenlerin coğrafyalar ile be­lir­lendiği, bu coğrafyaların dev­­letlere özel roller verdiği”,  bu­­ra­dan hareketle jeopolitik - jeo­stratejik vb. gibi kavramlar üzerin­den Suriye’nin bölgesel ve kü­resel konumun uluslar­ara­sı ak­törler nezdinde önemi­ni irde­lemek olabilirdi. Bu yazının konusu; 10 yıl ara­dan sonra BM Genel Kurulu­na katılan Rusya Devlet Başka­nı Putin’in, tüm aktörlere hita­ben “Ne yaptığınızın farkında mı­sınız?”6 diye sorarken neyi kas­tettiğini anlamaya çalış­mak olabilirdi. Bu yazının konusu; Mart 2015 tarihinde kurulan Arap Or­du­su7 ile yine 2015 Aralık ayında kurulduğu ilan edilen ve 34 İs­lam ülkesinin yer aldığı İs­lam Ordusunun8 İslam dünyası için ne ölçüde umut olacağı olabilirdi. Ancak bugünlerde Halep’in maruz kaldığı yıkım ile Ha­leplilerin muhatap olduğu kı­yım, Halep, Suriye, Ortadoğu ve İslam Dünyası üzerine söy­lenebilecek, yazılabilecek pek çok şeyi anlamsız hale getir­mektedir. İnsanlık tarih boyunca pek çok kıyımlara, katliamlarla yüz yü­ze kalmıştır. Kuzey Barbarları ola­­rak nitelendirilen Moğol­lar, 1251’de Pekin kapılarına da­­­­yan­­dıklarında, Moğolların eli­­­­­ne geçmemek için 60 bin ka­­dı­nın surlardan atladığı, aç­lık­tan insanların birbirini yedi­ği ifade edilmektedir.9 1237’de Rus­ya’ya rotalarını çeviren Mo­ğollar, Riazan kentini ele geçir­dik­lerinde kent nüfusunun ya­rı­sını yakmışlar, diğer yarısını da kesmişlerdir.10 Babür Af­gan­lı­ların kafataslarından uzak­lar­dan bile görülen kuleler inşa etmiş11 1383’de Timur’un oğ­lu Miranşah yine babasının onu­­ru­na kafatasından kule­ler yap­ma geleneğini sürdür­müş, 1387’de Isfahan çevresinde 1000-2000 kafatasından oluşan 45 kule yapılmıştır.12 Keza aynı şekilde 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü ele geçiren Haçlılar, şehirde Müslüman ve Yahudilerden neredeyse kim­seyi bırakmamışlardır. Öyle ki katliamlardan şehirdeki kanın diz boyuna ulaştığı rivayet edil­mektedir. Tarihler daha yakına geldiğinde, 2. Dünya Savaşında İngiltere’de savaş boyunca ölenlerin top­lam sayısı 60 bin iken, Tokyo’da sa­dece bir günde 83 bin kişi ha­yatını kaybetmiştir.13 Örnekleri çoğaltılabilecek, ta­hay­yül sınırlarını zorlayan ve in­­san­lığın ne kadar insanlık­tan çıkabi­le­ceğini gösteren bu ör­neklerden birisi daha, hali hazırda, tüm dünyanın göz­leri önünde anlık yayınlarla, sos­yal ve görsel medyadan pay­la­şımlarla, tüm dünya insan­ları­nın kulaklarına ulaşan çığ­lık­lar ve haykırışlarla yaşan­mak­tadır. Tarihte pek çok katliamların olduğu vakıadır. Geçmiş de­vir­lerin katliamlarından o devir­­de yaşayan insanların sorum­lu­lu­ğu­nu tarih yargılamaktadır. Ha­­lep’te yaşanan hadiselerin bo­yut­larını ve insanların sorum­luluklarını da tarih mutlaka kendi ölçülerinde yargılaya­cak­tır. Ancak bugün ulaşılan biri­kim, bilgi ve bilinç düzeyi, bu sorumluluğun bugünden ki­min payına ne düştüğünün an­laşılmasını sağlamaktadır. Bugün Halep’te yaşananların de­ğerlendirilme düzeyinin mik­ya­sı, mukayesesi, muhake­mesi “İnsan olma” veya “insanlıktan çıkma” arasında, üçüncü alter­natifi olmayan iki seçenekle sı­nırlıdır. Yeryüzünde yaşayan ve haberdar olan herkesin bu iki seçenekten birinde mecbu­ri bir konumlanması söz ko­nu­sudur. Burada insanlık âle­mi­nin, “in­san­lık” adına bir so­rum­luluğu, yükümlülüğü var­dır. Hadisenin “İslam olma” veya “İslam olmama” boyutunu çok­tan aştığı ve “insan olma” “in­san­lıktan çıkma” boyutuna gel­di­ği noktada, İslam âleminin bundan kendisini hariç tut­­ması ve mazur görmesi söz ko­­­nu­su olamayacaktır. İs­lam dün­­­ya­sının bugünkü gü­­cü­­­nün, po­tansiyelinin, im­­kân ve kabi­li­yet­lerinin; coğ­­ra­fi ola­rak tam da kendi orta­sında yer alan bir şehrin kurta­rıl­ma­­­sı­na yetemeyeceğini dü­şün­­­mek, böyle bir gücü ol­ma­­dı­ğını ileri sürmek, bu nok­­ta­da uzak coğrafyalardaki ül­ke­lerin iradelerinden, mer­ha­met­lerinden medet ummak, onların gözlerinin içine bak­mak, ağızlarından çıkacak söze muntazır kalmak, bile isteye, göz göre göre bir imtihanın kaybedilmesidir. Bu kaybediş “insanlık” kadar “İslamlık” adı­na imtihanın da kaybedilme­si­dir. Bu kaybın mahiyetin­de dün­yaya ve ahirete taalluk  eden veç­heler bulunmaktadır.  Belki haddi aşan bir iddia ola­caktır ancak; bugün İslam dün­­yası ve Müslümanlar, belki hu­­zur-u İlahi’de namazlarının he­­sabını verebilecekler, belki na­­mazı kıldık diyebilecekler, bel­­ki hacca gittik, zekatımızı da ver­dik diyebilecekler, ancak –Allahüalem- Halep sorgusunun hesabını veremeyeceklerdir. Ve tarih bugün “Nerede bu Müs­lümanlar?” sorusunu bu­gün sorduğu kadar, yarın da ne­­re­deydi bu Müslümanlar sor­­gu­­lamasını kıyamete kadar ya­pacaktır. Yaşanmış olan artık ya­şanmıştır ve geri dönüşü, te­lafisi bulunmamaktadır. Burada İslam âleminin vic­danı olmaya çalışan, vicdanı­nı uyandırmaya çalışan, Müs­lü­man dünyasına “İslam” ol­duk­larını, tüm dünyaya “insan” ol­duklarını haykıran, Türki­ye’nin yalnızlığına ayrı bir parantez açmak gerekmektedir. Tarih: 20 Eylül 2016 Yer: Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Türkiye Cumhuriyeti Cumhur­baş­kanı Tayyip Erdoğan: “Suri­ye'deki insani kriz 6. yılına gir­­­­di. Vatanlarını terk etmek zo­­­runda kalan Suriyelileri evi­miz­­de misafir ediyoruz. Bu in­san­­lara karşı insani ve vicdani gö­revimizi yapacağız. Dünya ve Ba­tı almayabilir ama biz ala­ca­ğız. Çünkü biz insanız…” İfadelerine duyarsız kalan ve Tür­­kiye’yi yalnız bırakan İS­LAM(!) dün­yası… İfadelerine duyarsız kalan ve Tür­kiye’yi yalnız bırakan İN­SAN(!) dünyası… Batı dünyasının mülteci poli­tikaları bir tarafa; Suudi Ara­bistan, Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi gelir düzeyi yüksek ülkelerin henüz tek 1 (yazı ile de “bir”) mül­teci dahi kabul etmemeleri14 bu anlamda dikkat çekilmesi ge­­reken bir detay değil, göze ba­­tan bir hezeyandır. Türkiye bütün bu çalkantılar içerisinde, İslam(!) ve İnsan(!) dünyasının destek vermediği bir ortamda, elinden ancak bu ka­darı gelmektedir. Kaçana kol­­larını açmakta, kaçamayana dev­let ve STK’lar aracılığıyla ora­da el uzatmaya çalışmakta, olan karşısında sesini çıkar­mak­ta ve haykırmaktadır. Bir başına, bü­tün küresel ve bölgesel ak­tör­lerin karşısında, bütün dün­yanın duyarsızlığında an­cak bu ka­darına muktedir olabil­mek­tedir. İstanbul ile Halep’i gönül dün­­­yasında birbirinden ayır­­ma­yan Türkiye; bir yan­dan da mu­tad şekilde ağır te­rör sal­dı­rı­­la­rına maruz bıra­kıl­­mak­tadır. Bü­­tü­nüy­le uçu­ru­ma yuvar­lan­­­­­mak üze­re olan Or­tadoğu coğ­­­­raf­­ya­­sı­­­nın elin­den tutmaya ça­­­lı­­­şan Tür­kiye, ay­nı şekilde Or­­­ta­do­ğu’nun at­mosferine, a­kı­­­­be­­­ti­­ne yu­var­­lan­maya çalışıl­mak­tadır. Ancak coğrafya üzerine hesap ya­panların bir detay gözlerin­den kaçmaktadır. Bu detay; İnsani, İslami unsur­larla bezenmiş bir mefkûreye sahip olan Türk İslam Siyasi Dü­şünce geleneğinin potansi­yel gücüdür. Dün geride kaldı, bugün de ge­ride kalacak, er geç “Çünkü biz insanız” diyenlerin insanlı­ğı kazanacaktır. Belki Halep de yeniden inşa edilecek. Ancak yaşanmış olan bir kez yaşanmış olacaktır. Bugünlerden yarınlara, belki uh­revi hayata bakıldığında, bu­gün­lerden bir hesap mutla­ka kalacaktır. Bugün “Çünkü biz insanız” diyenler, yarın inşaal­lah “esfel-i safilin” olanlardan ayrılacaktır. Yarınlardan bu güne bakıldı­ğın­da, dünyanın çoğunluğa te­ka­bül eden kesiminin insan­lık­­tan çıkılmış bir mazinin miras­çısı olduklarını sürekli onlara hatırlatacak, bunu yüzlerine çar­­­pacak ve rahatlıkla telaffuz ede­­bilecek dünyanın bir başka kıs­­mı daha olacaktır. Neden mi? Çünkü Biz İnsanız… Kaynaklar: 1- Suraiya FAROQHI, Osmanlıda Kentler ve Kentliler, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,  İstanbul 193, s. 682- Suraiya FAROQHI, a.g.e., s. 2063- Tayyar ARI, Ortadoğu, Alfa Yayınları, s. 4644- Hakan ALBAYRAK , Türkiye Suriye Birliği, Vadi Yayınları, s. 775- Şamgen’de Anlaşma Sağlandı, 11.03.2011 http://www.hurriyet.com.tr/samgende-anlasma-saglandi-172031966- Mesut Hakkı CAŞIN, Giray Saynur DERMAN, Rus Dış Politikasındaki Değişim ve Kremlin Penceresinden Yeni Ufuklar, Srt yayınları, s. 4527- Arap Ordusu Resmen Kuruldu, http://www.yenisafak.com/dunya/arap-ordusu-resmen-kuruldu-21107638- http://www.yeniakit.com.tr/haber/rusya-ve-abdyi-titreten-gercek-135097.html9- Jean Paul Roux, Moğol İmparatorluğu Tarihi, Kabalcı Yayınları, s. 16710- Jean Paul Roux, a.g.e., s. 28111- Jean Paul Roux, Büyük Moğolların Tarihi Babür, Kabalcı Yayınları, s. 23612- Jean Paul Roux, Büyük Mo­ğol­ların Tarihi Babür, Kabalcı Yayınları, s. 23913- Oral SANDER, Siyasi Tarih 1918-1994, İmge yayınları, s. 18614- Bu 4 ülke tek bir mülteci bile kabul etmiyor!, Milliyet, 04.09.2015,  http://www.milliyet.com.tr/o-ulke-tek-bir-multeci-bile-kabul/dunya/detay/2112527/default.htm

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Ocak
Konu resmiCilt
Kültür ve Medeniyet

Cilt ve ciltçiliğin tarihi çok eskidir. Kâğıdın keşfinden önce parşömen veya papirus üzerine yazılan yazılar, sargı (rulo) şeklinde, tahtadan yapılmış kılıf veya kutularda saklanırdı. Balmumu levhalar ve papirus üzerine yazılan yazıların saklanması için tahta kapaklar kullanılmış ve bu kapakların iki yanlarından iplerle bağlanmak suretiyle bir çeşit cilt yapılmıştır. Daha sonraları parşömenin kullanılmaya başlanması üzerine parşömenler katlanarak formalar haline getirilmiş, sonra bunlar dikilerek ciltlenmiştir. Orta Asya’da kâğıdın keşfiyle beraber, Türklerde ciltçilik gelişmiş ve bir sanat kolu haline gelmiştir. İlk Türk ciltleri M.S. 7. yüzyılda Doğu Türkistan’daki Uygur Türklerinde görülür. Çin’de ciltçiliğin gelişmesi, yi­ne Uygur sanatkârlarının Çin’e yer­leşmesiyle başlamıştır. Uygur Türkleri, İran’a ve halife Mu’ta­sım Billâh zamanında Sa­marra’ya (Irak) gelerek, bu mem­leketlerde cilt sanatının iler­lemesinde büyük rol oynadılar. Endülüs’te ilk kâğıt fabrikası 1144-1154 yılları arasında Şatibe’de kurulmuş ve Avrupalılar kağıt imalini buradan öğrenmişlerdir. Doğuda ise ilk kâğıt fabrikası Semerkant’ta M.S. 652 senesinde kurulmuştur. Ciltçilik Doğu Türkistan ve Horasan’dan sonra Arap Yarım­adası ve Irak’ta gelişmiştir. Orta Asya’ya mahsus bir sanat olan ciltçilik, Türklerin İslâm dinine girmelerinden sonra bü­yük bir gelişme gösterdi. İslâ­miyetin üç kıtaya yayılması, Kur’ân-ı kerimin çoğaltılması, yazılan din ve fen ile ilgili eserlerin muhafazası, İslam di­ninin ilme verdiği önem, ilmin kaynağı olan eserlerin korun­masına sebep oldu. Müslüman Türkler yazıya ve kitaba çok hürmet ederler, imanları, hayâları ve terbiyeleri icabı dinî kitaplara çok saygı gösterirlerdi. Özellikle İslâmın mukaddes kitabı Kur’ân-ı Kerîm’e gösterilen hürmet ve hassasiyet, onun en güzel bir şekilde tezyînine ve ciltlenmesine de ayrı bir ehemmiyet verilmesine sebep olmuş ve neticede ciltçilik güzel sanatların bir kolu haline gelmiştir. Türklerin elinde gelişen cilt sa­natı ortaçağ Avrupa ciltçiliği üzerinde de geniş tesirler yapmıştır. Bunun neticesinde, Rönesansla birlikte Batıda yapılan ciltlerde ebrulu kâğıt ve İslâm tezyini motifleri görülmeye baş­lanmıştır. XVII. yüzyıldan son­ra, klasik cilt tarzı yerini yeni üsluplara bırakmıştır. Çiçek resimlerinin stilize edilmesiyle Şükûfe üslubu gelişmiştir. Şükûfe devri, klasik üslûbun sonu sayılır. Daha sonra, bilhassa İranlılarda şükûfe (çiçek), yerini insan ve hayvan tasvirlerine bırakmış, bu resimlerin üzerine vernik sürülmek suretiyle Lâke üslubu doğmuştur. On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru Barok ve Rokoko üslupları Türk cilt sanatında Batı ciltçiliğinin ilk tesirleri olarak görülmüş, sonunda modern ciltler eskilerin yerini almıştır. Klasik ciltte bulunan özellikler şunlardır: Ciltçilikte kullanılan esas malzeme deri ve mukavvadır. Klasik usulde deri, ıslatı­lıp yumuşatılarak el bıçkısı ile kâ­ğıt inceliğinde traş edildikten sonra kullanılır. Keçi derisinden yapılan cilde "Sahtiyan Cilt", koyun derisinden yapılan cilde "Meşin Cilt" denir. En çok kullanılan deri, renkleri siyah, açık bejden en koyusuna kadar kahverengi ve bordodur. Klasik bir cilt dört parçadan ibarettir. Bunlar sırasıyla üst (sağ) kapak, alt (sol) kapak, sertab ve miklebtir. Üst kapak, kitabın önünde bulunur ve sırtla alt kapağa bağlanır. Sertab, mik­leple alt kapak arasındadır. Ser­tab, kitap kapandığı zaman sayfaların kenarlarını (cildin ağız kısmı) örten parça olup, alt kapakla birlikte hareket eder. Mikleb kitabın sahifeleri arasına sokulan ve sertaba bağlı olan parçadır. Sahife kenarlarının bozulmaması için cildin kapağı ile kitap boyu arasında bırakılan fazlalığa -ki bu yok denecek kadar azdır dudak- denir. Cilt yapmak için formalar umumiyetle kâğıdın rengine uygun ibrişimle dikilir. Daha sonra elle şiraze örülür. Şirâze formaların dağılmamasını ve düzgün durmasını sağlar. Sonra kitabın ölçülerine göre hazırlanan deri kapak takılır. Bu durumdaki klasik bir ciltte şu özellikler bulunur: Kapak kitap boyunda olup, dışarı taşmaz, şiraze elle örülür, kitabın sırtı düzdür ve yazı bulunmaz. Ezme altın klasik usulde hazırlanarak kullanılır, sonra parlatılır. Ciltte süsleme her iki kapak ile sertab ve mikleb üzerine yapılır. Aynı zamanda bu özellikleriyle klasik cilt, modern ciltten ayrılır.

Mustafa YILMAZ 01 Ocak
Konu resmiİslam Medeniyetinde İlme Verilen Önem
Kültür ve Medeniyet

 ‘Rabbim! İlmimi artır, de.’1 Medeniyetlerin teşekkülünde rol oy­nayan pek çok etken­den bi­ri ve hatta en önem­lisi de dinlerdir. Nasıl ki Batı me­de­niyetinin temelin­de Hıris­ti­yan­lık, Çin medeniyeti­nin te­me­linde2 Taoizm, Konfüç­ya­­nizm, Budizm ve diğer uzak do­ğu dinleri, hatta antik Yunan me­de­ni­yetinin köklerinde pagan (putperest) inancı ve kültürü varsa, İslam medeniyeti de te­mel kaidelerini İslamiyet ile Kur’an ve Sünnet’ten almıştır. Bediüzzaman’ın dilinde ‘din ha­­yatın hayatı, hem nuru hem esa­sı..’ şeklinde ifadesini bul­du­ğu gibi3, Kur’an ve Sünnet üzerine tesis edilen Medeni­yet-i İslamiye de bu din ve şe­riatla hayatının her kısmını tan­zim etmiş, nurlandırmış ve esas­larını belirlemiştir. 1400 senelik bu muazzam me­de­niyetin en başta gelen um­de­­lerinden birincisini ilim oluş­­tu­­rur. Zira bu medeniyet ilk ola­rak, bir ismi de ‘İlm’ olan Kur’an-ı Kerim4 ile müte­şek­­kildir. İkinci temel belir­le­­yi­ci etken ise, nebevi sün­net­tir. İs­lam kendisini bilgiyle özdeşleş­tirir. Bilgiyi hedefi olduğu ka­dar gerekli de kılar. Bilginin elde edilmesini ibadetle eş gö­rür ve över. İlim sahiplerini Al­lah’ın dostları ilan eder; on­ların mürekkeplerini şehit kan­ları­nın değerinin üstüne çıkar­tır.5 Bundan dolayı medeni­ye­ti­­miz­in ilme verdiği kıymeti an­laya­bilmek için öncelikle Kur’ an-ı Kerim’e ve hadislere baş­vur­mak gerekmektedir. Bun­dan da ön­ce ilmin tanımı ve ma­hi­ye­ti hakkında malumat ver­­mek ye­rinde olacaktır. İlmin Mahiyeti İlim hakkında bu zamana ka­­­­dar birbirine yakın-uzak, ben­zer-fark­­­lı pek çok tanım yapılmıştır. Ade­ta İslam âlimlerinin sayısı ka­dar da ilim tarifi vardır denil­se, mübalağa etmiş olmayız. Fa­­­kat biz burada bunları bir ta­­ra­fa bırakarak efradını câmi, ağ­­ya­rını mâni nev’inden iki ta­nımı, mukayese edilebilsin di­­­ye beraber, kısaca vermekle ik­­­tifa edeceğiz. Kâmûs-ı Türkî sahibi Şemsed­din Sami, eserine ilmin tari­fi­ni şöyle almıştır: ‘Çoğulu: Ulûm. 1. Bilme, biliş, bilgi, da­nış, malumat, haber, vukûf. 2. Bir nev’ umûr hakkında olup oku­makla tahsil olunan malumat ve vukuf. 3. Nazariyat.’6 Dini Kavramlar Sözlüğü’nde ise ilim için, ‘Bilmek, şuurda hâsıl olmak, sağlam ve kesin bir biçimde bir şeyin gerçeğini bilmek gibi anlamlara gelen ilim, kelam ilminde, vakıaya uy­gun olan kesin inanç; aklın ve duyuların mevzuuna giren her şeyin tanınmasını sağla­yan sıfat; zıddına ihtimal veril­me­yecek şekilde manaları bir­bi­rin­den ayırt etme sıfatı şeklinde tanımlanmıştır. İlim, Allah’ın su­bûtî sıfatlarından biri olup; olmuşu, olanı, olacağı, gizliyi, açığı, kısacası her şeyi bilme­si demektir.’ denilmiştir.7 ‘İlim’ kelimesinin ilimler tari­hi boyunca ‘belli bir alana ait sistemli bilgi birikimini ifa­de eden disiplin’ manasında kulla­nıldığını ve ‘fen’ teriminin de İs­lam’ın klasik çağında herhan­gi bir ilmî disiplini yahut bir il­me ait alt disiplinlerin her biri­ni kar­şıladığını8 da belirterek il­­min mahiyeti meselesini ta­mam­­­la­mış olalım. Kur’an ve Sünnette İlim [Allah cahilliğe ölüm, ilme de ha­yat dedi. Bu yüzden ölüler top­luluğuyla, cahillerle arkadaş olma.]9 Kur’an’ın 750 yerinde türevle­riyle birlikte geçmekte olan ilim kelimesi; okumak, düşün­mek, ibret almak, akıl, nazar, hikmet, fikir, ayet gibi ilimle ilgili kelimeler de dikkate alın­dığında, Kur’an’daki her dört ayetten birini teşkil eder.10 Bu durum tesadüfî değildir ve hem bilginin, hem de bilme faali­yetinin Kur’anî mesaj bakı­mından merkeziliğini ortaya koymaktadır.11 İlk inen ayeti ve ilk emri ‘Oku!’12 olan Kur’an-ı Kerim’de ilim kelimesi daha ziyade ilahi bil­gi yahut vahiy anlamında kul­­lanılmakla birlikte, gerek in­­­sanın vahyedilmiş ilahî ha­ki­­kat hakkındaki ilmi, gerek­se doğ­rudan doğruya insanın bil­­me melekesiyle ilgili olarak sa­­hip olduğu dünyevî ilim kav­ramı da çeşitli ayetlerde yer al­maktadır. Buna göre ilim an­cak Allah’ın katındadır yani kay­nağı Allah’tır. Bu anlam­da ilim sahipleri (ulü’l-ilm) ya da kendilerine ilim verilenler (el­lezîne ûtü’l-ilm) ilahi bilgiye mu­hatap olan ve doğruluğuna inananlardır (Bakara, 145; Âli İm­ran, 119; İsra, 107; Neml, 40; Sebe’, 6; Mülk, 26). İla­hî hakikat konusunda ilim sa­hibi kılınanlar ise, o ilimde derinleştikleri (râsihûn fi’l-ilm) veya dereceleri bizzat Al­lah ta­­rafından yükseltildiği için be­­­­lirli seviye farklılıkları arz ede­­­­bi­lirler. Bu yüzden her ilim sahibinin üzerinde daha faz­­la bilgiye sahip başka bir bil­gi sahibi (alîm) vardır (Âli İm­ran, 7; Yûsuf, 76). Tabiatıyla bu ilim dereceleri, Allah’ta en mutlak ve kâmil seviyesinde­dir. Bilinmelidir ki ‘Alîm’ is­miyle Allah her şeyi bil­mek­tedir (Bakara/231). Al­lah’ın mutlak ilmine göre olup bi­ten bir şeyde ‘âlimler’ için ayet­ler vardır; O’nun ilahî ha­ki­katleri kavratmak için ver­diği örnekleri ancak ‘âlimler’ ak­­lettiği gibi Allah’a hakkıyla say­­gı duyanlar da ancak O’nun ‘ulemâ’ kullarıdır (Rum, 22; An­­­kebut, 34; Fâtır, 28).13 İster ilahî isterse zihnî bilgi söz konusu olsun, Kur’an’da bi­len­­lerle bilmeyenlerin eşit ol­ma­­yacağı kesin bir dille belir­til­mekte (Zümer, 9), insan ‘il­mi­nin artırılması’ için Allah’a ya­karmaya çağrılmaktadır (Kehf, 114). Kur’an, kendini in­di­ği or­tam­daki ‘bilgisizlik’ (cahiliyye) durumunu (Âli İmran, 154) hem ilmî hem de amelî plan­da zıddına dönüştürmek için gelmiş bir ‘bilgi’ olarak tanım­ladığı için, bu ilahi kitapta ilim, insan için gerekli ve fay­dalı her türlü şekliyle yüksek değer olarak yerini almıştır. Bütün bunların üstüne olarak Kur’an’a göre Allah (cc) ilim sıfatına sahiptir ve ‘el-Alîm’ is­mini taşımaktadır. Dolayısıyla bu ilahî sıfat ve ismin tüm ge­­rek­leriyle O’nun yarattığı âlem­­­de yansıdığını, Allah’ın âlem­­­deki insan için gerekli il­mi ula­şılabilir kıldığını ve bu yüz­den insanı gerekli ilimleri edin­me kabiliyetiyle yarattığını ka­bul etmek, İslam’ın temel öğ­retisi açısından mantıkî bir zo­runluluktur.14 Şimdi tüm bun­­lardan sonra mevzumuzla ala­­kalı bazı ayetleri aynen ikti­bas edelim: ‘Allah sizden iman edenlerle, ken­di­lerine ilim verilmiş olan­­ları derecelerle yükseltir.’ (Mü­ca­dele, 11) ‘De ki: Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?’ (Zümer, 9) ‘Allah’tan, kulları içinde ancak âlimler korkar.’ (Fâtır, 28) ‘Kendilerine ilim verilenler ise: “Yazıklar olsun size; Allah’ın se­vabı (mükâfatı), iman edip iyi iş ve hareket yapanlara daha hayırlıdır” dedi.’ (Kasas, 80) ‘Bu misaller (var ya), biz onları insanlar için getiriyoruz, ama onların (inceliğini ve faydasını) âlimlerden başkası anlamaz.’ (Ankebut, 43) ‘Ve elbette onlara olup bitenleri bir ilimle anlatacağız.’ (A’raf, 7) ‘Gerçekten biz onlara öyle bir kitap gönderdik ki, inanacak herhangi bir insan topluluğuna doğru yolu göstermek ve rah­met olmak için, tam bir ilim üzere onu kısım kısım ayırdık.’ (A’raf, 52) İlme dair bunlar gibi pek çok ayetlerle birlikte, insanları te­fek­küre ve müspet ilimlere yö­neltmek için adeta hız kaynağı gibi duran15 ve kâinat kitabını okumak için hareket noktası olan başka ayetler de vardır: ‘Allah’ın yarattığı şeylere bak­mazlar mı?’ (A’raf, 185) ‘Gökte ve yerde olan şeylere ba­kın!’ (Yunus, 101) ‘Yeryüzünde dolaşın da (Allah) yaratmaya nasıl başlamış bakın’ (Anke­but, 20) ‘Başlarının üstündeki göğe bak­mazlar mı? Biz onu nasıl kur­duk ve süsledik?’ (Kaf, 6) ‘İnsan neden yaratıldığına bir baksın.’ (Tarık, 5) ‘Deveye bakmazlar mı, nasıl ya­ratılmış?’ (Ğaşiye, 17) ‘Sizin yaratılışınızda, Allah’ın yer­­yüzüne dağıttığı her bir can­lı­da, tasdik edecek bir top­lu­luk için deliller vardır.’ (Ca­siye, 3-5) [O ilim sahibi Peygamber (sav) de şöyle emretti: Beşikten me­zara kadar ilim talep ediniz.16] 17 İlmin İslam dini için ifade et­ti­ği anlam, taşıdığı değer ve gör­dü­ğü işlev hadislerde de yo­­­ğun bi­çimde vurgulanmıştır. Her şey­­­den önce Müslüman üm­me­­­tin bağlandığı tüm bir de­ğer sis­te­minin devamlılığı il­me bağ­­lı olduğu için, Mual­lim-i Ek­­mel18 olan Efendimiz Hz. Mu­­ham­med (sav) âlimlerin ye­tiş­­mesine duyulan ihtiyacı gö­re­rek ilmi yüceltmiş ve teşvik et­miştir.19 Bunlara da misal ve­recek olursak;20 ‘İlim öğrenmek her Müslümana farzdır.’ ‘İlim Çin’de de olsa, onu elde etmek için arayın.’ ‘Âlimler peygamberlerin varis­leridirler.’ ‘Âlimin abide olan üstünlüğü, on dördünde ayın öteki tüm yıl­dızlara olan üstünlüğü gibi­dir.’ ‘Kim ilim isteğiyle bir yola gi­rerse, Allah da o kimseye cen­nete giden yolu açar.’ ‘Sabahlayıp da ilim konusun­da bir mesele öğrenmen, senin için yüz rekât namaz kılman­dan hayırlıdır.’ ‘Âdemoğlu öldüğünde üç kişi­nin dışında amel defterleri kapa­nır. Amel defteri kapanmaya­cak olanlardan biri de ilminden yararlanılan kimsedir.’ İlim Medeniyeti Kaynağını bu gibi bütün ayet ve hadislerden alan İslam me­de­niyeti, çok geçmeden öyle bir noktaya kadar gelmiştir ki, baş­­­lı başına bir ilim medeniye­ti halini almış, bu medeniyetin men­­­supları da ‘bütün âleme mu­­­al­­lim ve medeni ümeme üs­tad’21 olmuşlardır. Müslümanların dine sarılmak­­la terakki ettikleri ve dine gös­­te­rilen bağlılık derecesinde il­­mî inkişaf yollarının açıldığı ta­ri­­hi bir gerçektir.22 Zira ‘tarih şahittir ki, ehl-i İslam ne vakit dinine tam temessük etmiş ise, o zamana nisbeten terakki et­miş. Ne vakit salabeti terk et­miş ise tedenni etmiş’tir.23 İşte önceki Müslümanlar bu sırrı anladıkları için İslam’a sıkı sı­kıya sarılmışlar ve bunun ne­ti­­cesi olarak da zamanın di­ğer ka­vimlerinden daha ileri dü­zey­lere ulaşarak terakki etmiş­ler­di. Kâinatta Allah’ın ayetleri­ni oku­mak, Allah’ın adını her ye­re ulaş­tırmak ve Hz. Peygam­ber (sav)’in bıraktığı mirasa va­ris ola­bilmek için müthiş bir şekilde ilmî faaliyet başlattılar. Yapılan ilk iş ise, olağanüstü bir açık fikirlilikle geçmişin bü­tün büyük kültürlerinden te­va­rüs ettikleri bakiyelerini sis­temli bir şekilde özümleme gay­reti ol­du.24 Daha önce­den başla­yan tercüme faaliyetleri de Ab­ba­si Halifesi Me’mun’un, 830 yı­lın­da Bağdat’ta 200.000 di­nar harcayarak kurduğu Beytül­hik­­me ile sistemli ve hızlı bir ya­pı­ya büründü.25 Buradaki mü­­­tercimler özellikle Yunanca, Hint­­çe ve Farsçadan eski eserleri tercüme ediyorlardı. O vakte dek teraküm eden ilmî birikim bu milletlerdeydi ve ilmi, bil­memekten hiç çekinmeyerek eh­linden almak gerekiyordu: Tercüme faaliyetlerinin ardın­dan -yaklaşık iki yüzyıl sonra- ise, alı­nan belli merhaledeki ilim­ler ge­liş­tirildi ve hatta çok geriler­de bırakıldı. Bununla da kalma­yıp yeni ilim dalları kuruldu. Bu açıdan bugün Avrupa’daki bi­limler, İslam bilimlerinin bir baş­ka coğrafyada, değişik tarihi şartlar içerisindeki devamından ibarettir.27 Hicri 1. yüzyılın sonlarına doğ­ru İslam dünyasında okuma yaz­ma bilenlerin sayısı, bütün dün­yadaki okuma yazma bilen­lerin sayısından çoktu. Müslü­man­ların bilime ve okumaya su­sa­mışlıkları vardı. Hicri 2. yüz­­­­yılda, camilerde kürsüler or­­ta­­ya çıktı. Bir hoca ‘burası be­nim kürsümdür’ diyerek çı­kar ve orada ders verirdi. Tale­be­ler gelir, ilim adamları katılır ve camiler büyük ilim merkez­lerine dönüşürdü. Böylece 2. yüz­yılda İslam dünyasında bir üni­versite tipi ortaya çıkmış oldu. Devlet üniversiteleri ise hic­ri 5. yüzyılda ortaya çık­mış­­tır.28 İslam tarihinde üniversi­telerle yani medreselerle birlik­te diğer eğitim kurumlarının da (enstitüler, hastaneler, mektep­ler, özel ilim halkaları -ki bir kitapçı dükkanı, kıraathaneler veya âlimlerin kendi evleri de olabiliyordu- ve atölyeler, tekke ve zaviyeler, kütüphaneler vs.) başlangıcını Peygamber Efendi­miz (sav) tarafından yaptırılan Mescid-i Nebevi’nin bitişiğinde olan, Suffa denilen ve içinde­ki talebelerle bizzat Efendi­miz (sav)’in alakadar olduğu ilim mec­­lisi olarak kabul etmek müm­­kün­dür “Bir yerde ki cehl hükümrandır / Ol yerde ziya-yı hak nihandır”  (Mahmud Celaleddin Paşa)29 Hakkın ziyası hiçbir vakit ce­halet yüzünden gizli kalmasın diye çabalayan İslam âlimleri ve idarecileri, bütün bir İslam coğrafyasında seferber olarak ‘yük­sek kültür’ ortaya koyma­yı ba­şarmışlardır. Kültürün yayıl­ması açısından kâğıdın önemi her türlü tasavvurun üstünde olduğundan,30 burada kâğıdın 751 yılındaki Talas Savaşından sonra Çinli esirler tarafından Müslümanlara öğretildiğini, ilk kâğıt fabrikasının 800 yılın­da Bağdat’ta kurulduğunu, Müslü­man İspanya (Endülüs) yoluyla Avrupa’ya geçtiğini, fakat Avru­pa’nın kâğıdı İtalya ve Alman­ya’da ancak 14. yüzyılda imal etmeye başlayabildiğini31 belirt­mek yerinde olacaktır. Müslümanların yetiştirdikleri Câbir b. Hayyân, Kindî, Hâriz­mî, Ebu Bekr er-Razi, İbn Sina, İbn Yunus gibi binlerce alim­le­re ve ilme yaptıkları mu­az­­zam katkılara örnekler dahi ver­mek bu makalenin konusunu da sı­nırlarını da aşacağından ko­nu­yu ilgili eserlere havale edi­yoruz.32  [Cahillik insana bela zindanı­dır. Ona düşenin kurtuluş yüzü görmesi imkânsızdır.]33 İslam’ın kurduğu bu ilim me­deniyeti kadar cehaletten kor­kan başka bir medeniyet bu­lun­maz. Bu medeniyetin ku­ru­cu­ları ilme o kadar değer vermişlerdir ki, ilimle alakalı olan her şey kıymetlenmiştir. Hangi ilim olursa olsun tahsil edileceği zaman abdestle ona başlanmış; kitap, kalem, kâğıt ve hatta rahle ilim dolayısıyla saygınlık kazanmıştır. Hangi dala ait olursa olsun hiçbir ki­tap ayak altına bırakılmazdı, keza üzerinde yazı bulunmasa dahi kâğıt yerde tutulmazdı. Kalem ise bizzat Kur’anî sadâ ile paha biçilmez bir kıymet kazanmıştı: ‘Nûn. Kalem’e ve yaz­makta oldukları şeylere ye­min olsun!’34 Hatta bu sefer nebevi bir müjdeyle, ilim için harcanan mürekkep dahi şehit­lerin kanlarından daha fazla değere layık görülüyordu: ‘Kı­ya­met gününde âlimlerin ka­lem­lerinin mürekkebi, şehit­lerin kanıyla tartılır.’ Kitaba ve okumaya düşkünlük ise apayrıydı. Bugünkü insanın iktisadî, sosyal ve fikrî seviye­si nasıl mal çokluğu, otomobi­li, evi ve eşyası ile ölçülüyorsa, Müs­lü­manların da eskiden bu yön­ler­den seviyesi, sahip olduğu ki­tap­larla ölçülüyordu. Mesela Nasi­ruddin Tûsî Merağa’daki rasathanesi için 400 bin cilt­lik bir koleksiyon vücuda ge­ti­rir.35 Kurtuba’da 600 bin, Ka­hire Saray Kütüphanesi’nde 1 mil­yon, Trablusşam’da 3 mil­­yon cilt kitap vardı. İslam ta­rih­­çisi Vakidî vefat ettiğinde 600 sandık kitap bırakmıştı. Ki­tap onların her şeyiydi. İbn-i Hey­sem sadece bir defasında Ök­lid’in bir kitabı için 75 dirhem vermişti ki bu miktar onun altı aylık maaşına denkti. Halife Me’mun, Bizans İmparatoru 3. Michael’le yaptığı anlaş­ma­da, Konstantiniye kütüphane­lerinden birinin, emrine veril­mesini şart koşmuştu. Savaş taz­minatı olarak bir kitap kolek­siyonu alacaktı.36 Bu örnek­leri daha pek fazla çoğaltmak mümkündür. İslam âlimlerindeki ilim aşkı ve gayreti, onları ömürlerinin sonuna kadar bu yolda sebkat etmeye sevk etmiştir. Onlar sa­dece kitap toplamakla kalma­dı­lar, bunun çok daha fevkinde olarak sayısız eserler de verdiler. Bütün âlimler son nefeslerine kadar faydalı eser bırakabilmek için adeta yarışırlardı. Çünkü ilmin şehri olan Muallim-i Ek­mel (sav), öldükten sonra amel defterini kapatmayan üç şeyden biri olarak, istifade edi­­len ilmi saymıştı. Aynı za­man­da İslam’da ilmin gayesi­­ni de belirleyen bu hadisi ken­dilerine rehber edinen yüz bin­lerce âlim, geriye milyon­larca eser bırakmışlardır. Mese­la Biruni’nin çeşitli bilim dal­larında 176, Kindî’nin 231, İbn Sina’nın 296, İbn Hazm’ın 400, Cahız’ın 550, Suyuti’nin 576, Cabir bin Hayyan’ın irili ufak­lı yaklaşık 200038, İbn Ebi’d Dünya ve Abdulmelik bin Habib’in 1000’er39 eserleri var­­­dır. Bunlar gibi daha pek çok âlim birbirinden kıymetli yü­zer, bel­ki biner eser kaleme almış­lar, fakat maalesef bunlardan pek az bir kısmı günümüze ula­şa­bil­miştir. İlme ve kitaba gösterilen bu ih­timam sayesinde müstensihler, hattatlar, mücellidler gibi za­naat erbabı da iş kapısı bulu­­yor,40 daha da önemlisi bun­lar­la birlikte tezhip, minyatür gibi güzel sanatlar da gelişip yayılıyordu.41 Zaten bu mede­ni­yetin en önemli ve özgün te­cellilerinden biri olan sanatın temelinde bir değerler sistemi, bir dünya görüşü, bir düşünce ve bilim geleneği olmadığını ileri sürmek de mümkün de­ğildir.42 [İster halktan, isterse devlet adam­­larından olsun, şüphesiz her­­­kesin âlimlere ihtiyacı var­dır.]43 İlme verilen önemden dolayı ehl-i ilmin gördükleri itibar ise hep­sinden büyüktü. Âlime gös­te­rilen hürmet çoğu zaman dev­let adamlarına gösterilenden da­­­ha faz­laydı. İlmin kapısı olan Hz. Ali (ra) ‘Bana bir harf öğre­te­­nin kırk yıl kölesi olurum’ de­­mişti. O halde birçok şeyler öğrendikleri âlimlere sevgi ve hürmet duymak vazifeydi.44 Bu âlim­ler değil miydi ki tek bir ha­dis için bir aylık yolu hiç üşen­meden gidenler,45 uyumadan sa­bahlara kadar ilimle meşgul olanlar,46 son nefeslerinde da­hi ilim taleb edenler,47 ilme da­ha fazla vakit ayırabilmek için yemeklerini dahi ona gö­re tanzim edenler,48 elleriyle yüz­­lerce hatta binlerce eser ya­zan­lar…49 Elbette bunların mü­kâ­fatı olacaktı. Talebelerin ihtiyaçları halk ta­ra­fından seve seve karşılanır, mek­­tep ve medrese yaptırmada ya­rış edilirdi. Kitaba, kaleme, kâğıda hatta mürekkebe gösterilen ihtiram, âlime ve talebeye duyulan sev­gi ve hürmet elbette bu me­de­­niyetin müntesiblerinin Kur’an ve hadisle nasıl talim edil­dik­­lerinin, bunun neticesi ola­rak da nasıl ince bir ruh hali ka­zandıklarının delilidir. Bu ruh hali kendini tevazu ve edeb­le gös­termelidir. Başta da teva­zu olmalıdır, çünkü; İslam Bilimi Hakk’ı bilmek için okumak, İs­lamî bir ilmin nihaî amacıdır. Bu sebeple tüm ilimler aslında tek bir ilim için öğrenilir ki o marifetullahtır. Okunan da za­­ten Hak­k’ın tekvinî ayet­lerin­­den ibaret olan, kitab-ı ke­bîr-i kâinattır. Bu büyük kâi­nat ki­tabının üzerine yazılan şerh­lerden ibaret olan bütün be­şeri kitaplar ise neticede tek bir kitap için okunur; o da ke­lâm-ı ezelî olan Kur’an-ı Ke­rim’dir. İşte Cenab-ı Hakk insanı te­kem­­mül ederek bu yüce ma­ri­fe­tullah ilmini edine­bilecek ve her iki Kitâb’ını da okuyup an­­la­ya­bilecek bir fıt­ratta ve is­ti­datta yaratmıştır. Bu, insanı di­­ğer mahlûkattan ayı­ran özel­­­liklerinden en büyüğü­dür. Nitekim diğer canlılardan ‘hay­­van dünyaya geldiği vakit, ade­­ta başka bir âlemde tekem­mül etmiş gibi, istidadına gö­re mü­­kemmel olarak gelir. Ya­ni gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bü­tün şe­râit-i hayatiyyesini ve kâi­nat­­la olan münasebetini ve kavâ­nin-i ha­­yatiyesini öğrenir… De­mek hay­vanın vazife-i asli­yesi, taal­lümle tekemmül et­mek değil­dir. Ve marifet kesb etmekle te­rak­ki etmek değildir… İnsan ise, dünyaya gelişinde her şeyi öğ­ren­meye muhtaç ve ha­yat ka­nunlarına cahil; hatta yir­mi senede tamamen şerait-i ha­yatı öğrenemiyor. Belki ahir öm­rüne kadar öğrenmeye muh­taçtır… Demek ki insanın va­zife-i fıtriyesi, taallümle tekem­mül­dür… Demek insan bu âleme ilim (ve dua) vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibariyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-ı hakikiyyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, mari­fe­tullahtır.’53 Açık bir şekilde ortaya çıkmıştır ki ilim ve talim insan için tabiîdir54 ve fıtrîdir. Kur’an ve Hadis nerede olur­sa olsun İslam’la ilgili her şeyin kaynağıdır. Bu kaynak­­lar bilimlerin meydana geti­ri­lip ser­pilmesinde ikili bir rol oyna­mışlardır. İlk ola­rak, her türlü bilimin -tabii ki ayrıntıların de­ğil, ilkesinin- Müslümanlarca Kur’an’da mündemiç olduğu düşünülmüştür. Nitekim Bedi­üz­­zaman da Kur’an’ın ‘ulûm-ı kev­niyenin bütün fezleke­leri­ni, maarif-i ilahiyenin bütün fih­ristelerini’ içerdiğini söylemek­tedir.56 İkinci olarak Kur’an ve Hadis, Allah’ın birliğini şu ya da bu yolla belgeleyen her tür­lü bilgiyi aramanın değerini vur­gulamak suretiyle bilimlerin ser­pilmesi için uygun bir at­mosfer oluşturmuştur. Bu ne­den­le bütün bir metafizik ve koz­mo­loji Kur’an ve Hadis’in bağrından çıkmış ve cümle İs­lam bilimlerinin üzerine ku­ru­lacağı bir temel olarak iş gör­müştür.57 Bediüzzaman’ın yukarıda bah­si geçen bilimler fihristini Kur’ an’da görmek için öner­diği iki metod vardır. İlki, peygam­ber­ler tarafından gösterilen mu­ci­zelerin, daha sonraki ‘mede­ni­yet harikalarını’ nasıl haber verdiğini belirlemek üzere in­celenmesidir:58 “Evet, Kur’an’ın üstadiyetinden ve dersinin işaratından fehm ediyoruz ki: Kur’an, mu’cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle, beşer is­tikbalde terakki edeceğini ve o mu’cizatın nazîreleri istikbalde terakki ile vücuda geleceğini be­şere ders verip teşvik ediyor. ‘Haydi çalış, bu mu’cizatın nu­mu­nelerini göster’ diyor. ‘Sü­ley­man (as) gibi iki aylık yolu bir günde git. İsa (as) gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış. Hz. Musa (as)’nın asâsı gibi taştan âb-ı hayat çıkar, be­şeri susuzluktan kurtar…’ İş­te buna kıyasen Kur’an, her ci­hetle beşeri maddi manevi te­rak­kiyata sevk etmek için ders veriyor. Üstad-ı küll ol­du­ğunu gösteriyor.”59 Bu anla­yı­şa bina­en, Osmanlı­ca neş­re­dilmiş Mir'ât-ı Kâinât, Mev­du­at’ül-ulûm ve Dürr-i Mek­nûn gibi ki­tap­lar­da birçok il­­min (il­m-i nucum, rasad, tıb, he­­­sab, fizik, kimya ve sanatlar) baş­langıcı peygamberlere da­yan­­­dı­rılmak­tadır.60 İkinci metod ise, hakikate iliş­­kin farklı bilimler ve bilgi alan­­ları ile Esma-i Hüsna ara­sın­da ilişki kurmaktır. Mese­la mü­hen­dislik biliminin teme­linde Cenab-ı Hakk’ın ism-i Adl ve Mukaddir’i; tıp ilminin ar­dında Hakîm-i Mutlak’ın Şafi ismi ve genel olarak tabi­at bilimlerinin ardında Ce­nab-ı Hakk’ın ism-i Hakîm’i bulunur.61 Bu tespite ilişkin Bediüzzaman’ın ifadeleri şöyledir: “Her bir kemalin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın, her bir fen­nin bir terakkiyat-ı âliyesi var ki, o hakikat ise bir ism-i ilahiye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi’ tecelliyatı ve muh­telif daireleri bulunan o is­me dayanmakla o fünun, o kema­lat, o sanat kemalini bulur. Yok­sa yarım yamalak bir surette nakıs bir gölgedir. Mesela hen­dese bir fendir. Onun haki­kati ve nokta-i müntehası, Ce­nab-ı Hakk’ın ism-i Adl ve Mu­kad­dir’ine yetişip, hendese ayi­ne­sinde o ismin hakîmane cilve­leri­ni haşmetiyle müşahede et­­­mektir. Mesela tıp bir fendir, hem bir sanattır. Onun da ni­ha­yeti ve hakikati, Hakîm-i Mut­lak’ın Şafi ismine dayanıp eczahane-i kübrası olan rû-yı ze­minde rahîmane cilvelerini ed­­vi­yelerde görmekle tıp ke­ma­­lini bulur. Hakikat olur. Me­­­sela hakikat-i mevcudat­tan bah­se­den hikmetü’l-eşya, Ce­­­nab-ı Hakk’ın Celle Cela­lüh ism-i Hakîm’inin tecel­li­yat-ı kübrasını, müdeb­bi­rane, mürebbiyane eşyada menfaat­lerinde ve maslahat­larında gör­mekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet, hik­met olabilir…”62 Ayrıca ilmin insan için önemi ve onu meleklerden dahi üstün kılması konusunda Allah’ın Hz. Âdem’e isimleri öğretmesinden bahseden pek çok âlim gibi63 Bediüzzaman da bu meseleye şöyle temas eder: ‘Cenab-ı Hakk Celle Celalüh, manen şu ayetin64 lisan-ı işare­tiyle diyor ki: Ey benî Âdem! Sizin pederinize, melaikelere kar­şı hilafet davasında rücha­niy­yetine hüccet olarak bütün esmayı talim ettiğimden, siz dahi madem onun evladı ve vâris-i istidadısınız. Bütün es­­ma­yı taallüm edip merte­be-i emanet-i kübrada bütün mah­lûkata karşı rüchaniy­yeti­ni­ze liyakatinizi göstermek ge­rek­tir. Zira kâinat içinde bütün mah­lû­kat üstünde en yüksek ma­kamata gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size mu­sah­har olmak gibi mertebe-i âli­yeye size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız! Ve birer ismime yapışınız, çıkınız! (...) Vakit be vakit başınızı kaldırıp Esma-yı Hüsnâma dikkat ederek, o semavata urûc etmek için fü­nûnuzu ve terakkiyatınızı mer­di­ven yapınız. Tâ fünûn ve ke­ma­latınızın menbaları ve ha­ki­­katleri olan Esma-yı Rabba­ni­­yeme çıkasınız…’65 Son olarak bazı liseli talebe­lerin Bediüzzaman’a gelip ‘Bi­ze Hâlıkımızı tanıttır. Mual­limlerimiz Allah’tan bahset­mi­­yor­lar’ demeleri üzerine, Üs­ta­dın on­lara her bir fennin as­lın­da ken­di hususi dilleriyle sü­rek­li Al­lah’tan bahsettiklerini ifade ederek misaller vermesi66 de İslam ilminin mahiyeti hak­kında bize büyük bir İslam ali­minin lisanıyla açık işaretler sunmaktadır. İslam’da bilimlerin ve ilmî usu­lün gelişmesi kendine has bir ‘ilmî prensipler’ ve ‘ilim ah­lakı’ ile gerçekleşmiştir. Bu pren­sip­­lere değinmeden önce şunu be­­lir­mekte fayda var: İslam’da il­min hiçbir zaman ‘bilim için bi­lim’ gayesiyle tahsil edilmesi hoş görülmediği gibi; makam, mevki, şöhret, gösteriş veya sadece dünyalık için talep edil­mesi de yasaklanmıştır. İlim ancak Allah’ın rızasını ka­zan­mak ve Müslümanlara fay­da­lı olmak maksadıyla talep edil­me­lidir. Faydasız ilimden sa­kı­nıl­malı ve faydalı olan ise giz­lenmemelidir: ‘Âlimlere üstünlük taslamak, al­çaklara karşı böbürlenmek ve meclislerde ululuk için ilim öğ­­­renmeyin. Her kim böyle ya­par­­sa ona cehennem vardır.’67 Ebu Hureyre (ra)’nin rivayet et­ti­ğine göre cehenneme atılacak üç kişiden birisi de kendisine şöyle denilecek olandır: ‘… Sen ancak ilmi bu ne güzel alimdir denilsin diye öğrendin ve denildi de..’68 ‘Kim ilmi Allah’tan başkası için yahut Allah’tan başkası­nı is­te­yerek öğrenirse cehennem­deki yerine hazırlansın.’69 ‘Kim ilimle ilgili bir konuyu sırf halka öğretmek için öğrenirse, kendisine yetmiş sıddîk sevabı verilir.’70 ‘Allah’ım, menfaati olmayan ilim­­den sana sığınırım.’71 ‘Kim bir ilim öğrenir de bunu başkalarına öğretmekten giz­ler­se, kıyamet gününde Allah, ken­­disini ateşten bir gem ile ağ­zı­na vurarak cezalandırır.’72 İslam’da ilmî prensipler me­se­­lesi hakkında Fuat Sezgin şöy­le der:73 ‘Ben şahsen yıl­lar bo­­yun­ca İslam bilimler saf­ha­sı­­nın ken­dine has prensipleri ola­­rak şun­lara ulaşabildiğimi sanı­yo­rum: Adil tenkit prensibi Vazıh bir tekâmül kanunu düşüncesi Kaynak zikretmede diğer kül­­­tür dünyalarında olduğun­dan daha çok gösterilen gayret74 Bilim tarihi yazarlığının 10. yüzyıldan itibaren ortaya çıkışı ve gelişmesi Tecrübe ile teori arasında bir denge kurma prensibi ve tec­rübenin araştırmada siste­ma­tik­man kullanılacak bir vası­ta olarak yer alması Uzun süreli gözetleme pren­sibi; bunun sonucu olarak ra­sathanelerin icadı Bilimin sadece kitaptan de­­ğil, hocadan ve kitaptan öğre­nil­me­si; buna bağlı olarak ilk üni­versitelerin ortaya çıkışı.’ Aynı konuda Ziyaüddin Serdar ise şunları söyler: ‘İslam’da bi­lim ve değerler konusunun, Müs­lü­man bir toplumun hedeflerini biçimlendiren bir kavram çatısı içinde ele alınması gerekir. Bu kavramlar, İslami bir kültürün temel değerlerini oluşturup içe­­risinde ideal bir İslam top­lu­munun gelişip ilerleyeceği bir parametre sunar. Söz ko­nu­su çatı, şu kavramlardan olu­­şur: Tev­hid, hilafet, ibadet, ilm, he­lal, haram, adl, zulüm, is­tislah (kamu yararı) ve zi­yan.’75 Bu kavramların hepsinin üze­rinde tek tek durmak bu ma­ka­lenin konusu değildir. Fa­kat ehemmiyetine binaen ‘tev­hid’ prensibi üzerine birkaç şey söy­lemek gerekir. İslam tev­hid di­nidir ve Müslümanın dinî bi­­linci, özünde Allah’ın bir­li­ği­­nin bilincidir. Bilimsel ruh da bu dinî bilincin karşısında yer almaz. Bilgi kaynağı olarak din, kâinattaki her şeyin, bütün­lü­ğün örgüsü içinde birbiriyle ilişkili olduğunu vurgular.76 Ya­­ni kâinat, içinde Bir’in çok­luk içinde tecelli ettiği bir bü­tün­­­lüğün görüntüsüdür. Bu ima­­ni hakikat, bütün bilimleri bir bütün halinde toplar, zira hep­­sinin konusu dünyadır. Dün­­ya ise bütünlüğü içinde bir te­cellidir, yani Allah’ın ayet­­leri­nin bir tezahürüdür. Bu bir­lik, tevhid prensibinden do­ğan İslam ilminin temel özel­lik­lerinden biri, bilimlerin ken­di aralarında bağımlılığın ol­ma­sıdır. Tabiat bilimleri ile dinî ilimler veya sanatlar ara­sında bir ayrım yoktur.77 İs­lam âlimleri de bu haki­ka­ti sürekli dikkate almışlardır ki, eserlerinde ilimlerin tasnifi me­se­lesinde şer’î ilimlerin ya­nında muhakkak aklî ilim­lere de yer vermişlerdir.78 Be­di­üz­zaman bu meseleyi son de­rece veciz bir şekilde şöyle ifade eder: ‘Vicdanın ziyası ulûm-ı diniyedir. Aklın nuru fünûn-ı medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin him­meti pervaz eder. İftirak ettik­leri vakit, birincisinde taas­sup, ikincisinde hile şüphe te­vel­lüd eder.’79 Bu ifadeler İs­lam ilmî prensiplerinden tev­hid pren­si­binin uygulamaya konul­ması için dikkate alınması gereken en sade tariftir. Akıl ve kalp yani fen ve şeriat birbirinden ayrılmaz ve tenakuz etmez bir bütündür. Zira ancak böylece talebenin gayreti açılır ve iki kanatla uçarak hakiki ma­na­­da terakki edebilir. Yoksa sade­ce birini dikkate alıp hareket ederse tek kanatla ancak kendi etrafında döner, hatta belki te­dennî eder. Ayrıca yalnız dinî ilimlerin tahsil edilmesi taas­suba, tutuculuğa ve taklide sü­rük­leyebileceği gibi, sadece ak­lî ilimler yani fenler de kalbi za­yıf yakalayacak, şüphe ve hile tohumları serpebilecektir. Bir Mukayese İslam Medeniyetinde pek çok açıdan olmakla beraber il­mî açı­dan da altın çağın yaşan­dığı dönemde, Ortaçağ’ın Hı­ris­tiyan kilisesine kendisini kap­tıran Avrupa’da ise tam bir karanlık çağ hüküm sürmek­teydi. Zira kendini skolastik bataklığına kaptıran kilise tek hakikat olarak kendi öğretileri­ni dayatırken, her türlü bilimsel gelişmeye de karşıydı. Bunun sebebi ise ilmin İslam’da teşvik edildiği kadar, Hristiyanlıkta ter­sine olarak yerilmesi ve hor görülmesi, hatta yasaklan­ma­sıy­dı. İlk baskısı 1960’ta yapı­lan ve Türkçeye Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi ismiyle tercüme edilen eseri­nin önsözünde, Alman bir aka­demisyen olan Sigrid Hunke, ‘Dinî ihtiraslar yüzünden âfâkî ve munsif (insaflı) bir tak­dir­den mahrum bırakılan, ha­ri­­kulade hizmetleri örtbas edi­len, kültürümüzün medyun (borçlu) bulunduğu temel işti­rak­leri gizlenen bir camiaya kar­şı adil olmak için vakit hala erken midir?’ diye sorar ve bu hakkı teslim için eserini kale­me aldığını belirtir.81 Elbette yeri gelince Hıristiyanlığın il­me bakışına da değinir. Me­se­la, İslam Peygamberi (sav) ‘İlim Çin’de bile olsa onu ara­yıp alınız’ derken; Hıristi­yan­lığın peygamber kabul et­­tiği fakat aslında Hz. İsa (as)’ın öğretisini tahrif eden Pav­lus, ‘Tanrı, hikmeti aptal­lı­ğın­dan mı dünyaya açıkla­ma­dı?’ di­ye soruyor ve şöyle de­vam edi­yordu: ‘Şu sözler ya­zı­lı ola­rak mevcuttur: “Ben âlim­lerin hik­metini boşa çıkar­mak ve akıl­lıların akıllarını karıştır­­mak is­tiyorum.” Dünyadaki bu­da­la­ca her şeyi Tanrı, âlim­leri utan­dırmak için ter­tip­lemiştir.82 Mu­­har­ref İncillerde bilginin in­­sanı kibirlendireceğinden de söz edilir.83 Ancak parmaklarıyla hesap ya­­pabilen kilise öğretmeni La­can­tius, ‘Eğer tabiat araştır­ma­larıyla hakikati bulmak müm­kün olsaydı, şimdiye kadar bu­­lunmuş olmalıydı. Hakikati araş­tırmak için bu kadar za­man ve emek harcandığı hal­de görülüyor ki hakikat buluna­mamıştır. Tabiatta bir hikme­tin olmadığı aşikârdır’ diyordu. Kilise büyüklerinden Tertullian ise ‘İncil’in tebliğinden sonra tabiatı araştırmaya alaka göster­mek, İsa’nın kanaatince bizim vazifemiz değildir’ diyerek ilmî çalışmaların önünü, kendi dinî anlayışlarını insanlara dayatmak suretiyle setrediyordu.84 Protestan mezhebinin kurucusu Martin Luther de Kopernik’e karşı çıkarak şöyle demişti: ‘Bu budala, astronomi bilimini alt üst etme sevdasındadır. Oysa kut­sal kitap arzın değil güneşin dön­düğünü bize bildirmiştir. Bir yeni yetme astroloğa halk ku­lak versin, olacak iş mi?’85 Bu ‘dinî kabullere’ dayanılarak, üçüncü yüzyılda planlı imha hareketlerine girişilir. Bir Hı­risti­yan patrik, Museion Kü­tüp­hanesi’ni kapar, âlimlerini de kovar. 336 yılında, Bizans İmparatoru Valens devrinde, Cas­sareum bir kilise haline çev­rilir, kütüphanesi yakılarak imha olunurken, filozofları si­hir ve büyücülük ithamıyla takip edilirler. Mutaassıp Hıris­tiyanların tahribatı bunlarla da bitmez. Antakya Patriği Se­ve­rus’un arkadaşı, beşinci yüz­yıl­da İskenderiye’de iki genç olarak, mensubu bulundukları Hıristiyanlar Birliği’nin nasıl putperest âlimlerle savaştığını, ibadet mahallerini yıktığını iti­raf eder. 529’da Atina’da son felsefe okulu kapatılır. 600 yı­lında Ogüst’ün Roma’da kur­du­ğu Saray Kütüphanesi yakılır, klasiklerin okutulması ve bilhassa matematik tahsili ya­saklanır. 1209’da Paris’te top­la­nan Sinod, tabiî ilimlere ait eserlerin okunmasını günah sa­ya­rak, papazları bundan dolayı azarlar. Böylece dinî tazyik, vü­cuda getirici dehayı daha baş­langıcında boğuyor, her şahsî başarıyı önlüyor, odun yığınları üzerinde yakılma ve müsadere, kilise dogmasına uygun düş­me­yen her fikrî faaliyeti en­gel­liyordu.86 Özellikle Hıristiyanlık bağ­la­mın­da değerlendiril­diğinde, Hı­­ris­­tiyan inancı olmadan akıl yo­­­­luyla yapılan bir düşünce et­kin­liği sapkınlıktan başka bir şey değildir. Bundan dola­yı he­men bütün Ortaçağ dü­şün­­cesi boyunca aklın işlevi, ina­nı­lanı meşrulaştırmak olarak gö­rül­müş­tür.87 İsmiyle anılan bir mez­hebin de kurucusu Cal­vin, ‘be­şer aklı dünyanın en tehlikeli ve­basıdır’ der.88 İs­lam’da ise akla ha­yırla şerri bir­birinden ayırt eden meleke ola­rak bakılmış89 ve taltif edil­miştir. Bütün bunlarla beraber Papa 3. Innozenz’in 1209 yılındaki Aris­toteles’i yasaklaması gibi tu­­tumlar İslam dünyasında dü­­­­şünü­lemezdi.90 Aynı papaz 1215’te (İtalya’daki) Latran Kon­­­sili’nde, ‘muayeneden önce gü­­­­nah çıkarmayan bir hastayı te­­da­vi eden doktorun aforoz edi­­le­ce­ği; çünkü hastalığın gü­nah­­tan ileri geldiği’ kararını aldı­­rıyor­du.91 Sultan el-Melik en-Nâsır Sela­had­din’in ve oğlu el-Melik el-Efdal’in özel doktoru, meşhur Yahudi hekim ve filozof İbn Meymun (Maimonides) iken; 1241 yılında Avrupa’da basit bir Hıristiyan, Yahudi bir hekim tarafından tedavi edildiğinde gerçekten aforoz ediliyordu.92 Roger Bacon 1200’lerde İs­lam bilginlerinin çalışma­ların­dan et­ki­­­lenerek bazıları­nın eser­leri­ni in­ce­leyip yorum­layın­ca, İbn Hey­­zem ve İbn Rüşd’ün gö­­rüş­­lerini yaymaya çalış­tığı gerekçe­siyle ve kilisenin ma­ri­­fe­­tiyle ömrünün son 17 sene­sini hapishanede geçir­miştir. Giordano Bruno kili­se­nin ev­­rene, aya, güneşe, yıl­dız­lara ilişkin görüşlerini çü­rü­te­cek çalışmalar yapınca din­den çıkmakla suçlanmış ve 1600 yılında yakılarak öldü­rül­­müş­­tür. 1616’da Papa 5. Pa­ul, Gali­leo’nun kitaplarını in­ce­le­mek için bir kurul kura­rak ‘dünya dönüyor’ tezin­den vaz­geç­mesini iste­miş, son­ra da yargılayıp sür­gü­ne gönder­miş­tir.93 Bun­lar gibi daha pek çok bi­lim adamı veya halktan kili­­se­ye muhalif söz söyleyen pek çok insan, meşhur engi­zis­yon mahkemelerinde yar­gı­lana­rak aforoz edilmiş (din­den çıkarılmış), sürgün gön­deril­miş, hapse atılmış, hatta diri diri yakılmıştır. Dünyanın tepsi gibi düz oldu­ğuna Avrupa’da uzun yıllar inanılması veya inanmak zo­run­da kalınması, hastalıklara cin­lerin sebep olduğunun ka­bul edilmesi, aşı yaptırmanın Tanrı’yı kızdırdığı inancı, otop­si yapılmasına karşı çıkıl­ması, fırtınaları şeytanların çı­kar­dığına hükmedilmesi, kilise­nin öğretilerine aykırı kitap­ların ço­­­- ğal­tıl­masına sebep olu­yor ba­ha­­nesiyle papazların mat­baa­­ya kar­şı çıkmaları,94 cadı av­ları ve da­ha niceleri, Hı­ris­ti­yan­lık ve ki­lise olmadan açıklana­maya­cak vakalardır. Cehaletle adeta övüldüğü ve her türlü bilimsel gelişmenin karşısına husumetle çıkıldığı bu dönemde zarar sadece Avru­pa’yla sınırlı kalmıyordu. İslam ve Müslümanlar girdiği her ye­ri nasıl güzelleştiriyor, o vakte ka­dar teraküm eden ilme ve eser­lere sahip çıkarak terakki et­me­sine sebep oluyorlarsa; Hı­ris­tiyanlığın ve hususen Avru­palı Hıristiyanların girdiği her yer­de de yaşanmadık vah­şet ve çir­kinlik kalmıyor, her şeye ol­duğu gibi ilme de düş­man­lıklarının örnekleri gö­rü­nü­yor­du. İslam ilim ve sana­tının en fazla terakki ettiği En­dülüs’teki kıyım bunun en acı ve en açık misalidir. Kitap, ilim ve İs­­lam düşmanı Hıristiyanlar yal­nız Gır­­nata’yı istila ederken bir mil­yondan ziyade kitabı Kur’an zannıyla yakmışlardır. Tu­ley­tula piskoposu kendi el­leriyle burada beş binden fazla pa­ha biçilmez süslemeli ve ciltli Kur’an-ı Kerim’i ve seksen bin cilt elyazması Arapça kitabı ate­şe vermiştir. Ne yazıktır ki 943 yılında meşhur Kral Şarl­ken’in askerleri Tunus’u yağ­maladığında yine aynı düş­man­lık ve taassubun eseri ola­rak Arapça ne kadar kitap bulun­duysa yakılmıştır.95 İşte size ‘medeni’ Avrupa’nın mazisinden birkaç örnek! SONUÇ İslamiyet, fünûnun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-ı hakikiyenin reis ve pederidir.96 Bu tek cümle şimdiye kadar anlattıklarımızın ve hatta son kısımdaki Hıris­tiyanlığın ilme bakışıyla ilgili mukayesemizin hulâsasıdır. İş­te İslam’ın ve tesis etmiş oldu­ğu ihtişamlı medeniyetin ilme verdiği önem ortadadır. Bu­gün­kü perişan halimizin ve geri kalmış olmamızın yegâne sebebi ise maalesef dinimize karşı olan lakaydlığımızdır. Zi­ra ‘ne vakit ehl-i İslam dine ciddi sahip olmuşlar ise, o zamana nisbeten yüksek te­rak­ki etmişler. Buna şahit, Av­rupa’nın en büyük üstadı En­dülüs Devlet-i İslamiyesidir. Hem ne vakit cemaat-i İslami­ye dine karşı lakayd vaziyeti al­mışlar, perişan vaziyete düşe­rek tedennî etmişler.’97 De­mek bugün de yine aynı ihti­şa­ma sahip olabilmemizin ve yükselebilmemizin çare-i yegâ­nesi, önce İslam’a sarılarak Kur’ an ve sünnete yapışmak, sonra çalışmak, sonra Bediüzzaman’ın 108 sene önceki sesine kulak vererek ‘okumak, yine okumak, yine okumak!’98 tır. Kaynaklar: 1- Taha, 114.2- Ali Şeriati, Medeniyet Tarihi 1, Fecr Yayınları, Ankara 2013, s. 167-200.3- Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2009, s. 337.4- Bakara 145: ‘…sana gelen ilimden sonra..’5- İ. Raci el-Farukî-Luis Lâmia el-Farukî, İslam Kültür Atlası, İstanbul 1999, s. 257.6- Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, Şifa Yayınları, İstanbul 2012, s. 968.7- Haz.: İsmail Karagöz, Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2010, s. 310-311.8- DİA ‘ilim’ maddesi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2000, c. 22, s. 110.9- Sıtkı Çoban, Eskimeyen Şiirimizden Hoş Bir Sadâ, Semerkand Yayınları, İstanbul 2013, s. 345.10- Karagöz, s. 31011- İlhan Kutluer, İlim ve Hikmetin Aydınlığında, İz Yayıncılık, İstanbul 2012, s. 69.12- Alak, 1.13- Kutluer, s. 69-71.14- Kutluer, s. 72.15- Şaban Döğen, İlimlerin Doğuşu, Muştu Yayınları, İstanbul 2014, s.19.16- Hadis-i şerif.17- Çoban, s. 346.18- Bediüzzaman Said Nursi, Asâ-yı Musa, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2013, s. 163.19- Kutluer, s. 72.20- Hadisler İmam Gazali (r.a)’nin eserinden alınmıştır. Bkz.: İmam Gazali, İlmin Fazileti, Çelik Yayınevi, İstanbul 2015, s. 18-52.21- Bediüzzaman Said Nursi, Zülfikar, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2011, s. 323.    22- Safa Mürsel, Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi, Nesil Yayınları, İstanbul 2010, s. 146.23- Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat 2, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2013, s. 323.24- Roger Garaudy, Geleceğimizde İslam Var, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2016, s. 107.25- Mahmut Karakaş, 8. Yüzyıldan 9. Yüzyıla Müslüman Bilim Adamları, Mostar Yayınları, İstanbul 2013, s.23.26- Çoban, s. 345.27- Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, Timaş Yayınları, İstanbul 2014, s. 24-25.28- Sezgin, s. 120.29- Çoban, s. 343.30- Roger Garaudy, İnsanlığın Me­de­niyet Destanı, Türk Edebiyatı Vak­fı Yayınları, İstanbul 2013, s. 117.31- Aynı yer.  

Halil ÖZEL 01 Ocak
Konu resmiİslâm Milletinin Namusu Nasıl Korunur?
Risale-i Nur

Bediüzzaman Hazretleri, İslâm milletlerinin maddî ilerlemede geri kalmakla kalmayıp; zillet ve sefalet içinde perişan bir vaziyete girmelerinin mühim bir sebebinin şu 3 sınıf insan olduğunu ifade eder: 1-Bazı kötü idareciler. 2-Vatanın ve milletin menfaatlerini savunma ve fedakârlık etme iddiasında bulunan sahte vatanseverler. 3-Sahte şeyhler ve hocalar. Bu 3 sınıfın, maddî kalkınma noktasında na­sıl milletimizi geri bıraktığını şöyle izah et­mektedir: Her milletin, millî cesaretini oluşturan, mil­lî namusunu muhafaza eden ve kuvvetinin içinde toplandığı bir ‘manevî havuzu’ var­dır. Yine her milletin, millî cömertliğini oluş­turan, umumî çıkarlarını temin eden ve fazla olan mallarının içinde biriktiği bir ‘manevi hazinesi’ vardır. Vatana millete hizmet ve müdafaa söylemiyle ortaya çıkan ve milletin ruhundaki cesaret ve kahramanlığını tahrik ederek güç devşiren sahte vatanseverler, mil­letin en büyük caydırıcı gücü olan cesaret ve kahramanlığını, dâhilî ihtilâflarla zayi ede­rek boşa harcatırlar ve o manevi millî havu­zu kuruturlar. Milletin manevi duygularını sömürerek nüfuz elde eden sahte şeyhler ve hocalar da yanlış telkin ve fetvalarla çalışma şevkini ve kazanma arzusunu kırarlar ve o manevi millî hazinenin içini boşaltırlar. Mil­leti serseri ve perişan edip, varlığını tehlikeye sokarlar. Millî birlik ve beraberliği temin eden milliyet fikrinin ipini kesip, milleti par­ça parça ederler. Bediüzzaman Hazretlerinin, bu büyük tahri­bata karşı yapılması gerektiğini söylediği ıs­lahâtı, maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz: l‘İslâmî milliyet’1 fikri ile milletin gönlünde, canlara can katan Kevser Havuzu gibi bilgi ve sevgi havuzu oluşturmak. l Bu havuzun suyunu boşaltan altındaki delikleri (kötü idareciler, sahte vatanseverler ve sahte şeyh ve hocalar) ilim, irfan ve eğitim ile kapatmak. l Bu havuzu dolduracak su kanallarını, İslâmî faziletler ile açmak. l ‘Zekât’ denilen büyük bir çeşme var. Bu çeşmeden akan suyu, güzel bir kanalla ha­vuzun içine akıtmak. l Sonra da bu havuzda biriken suyla, kemalât ve fazilet sahibi insanlar yetiştirecek olan tarlayı sulamak. Maddî Kalkınma ve İlerlemede Zekâtın Rolü İslâm milletlerinin, yabancı milletlerle yaptı­ğı medenileşme ve maddî kalkınma yarışında, onlara yetişip geçebilmelerinde, İslâm’ın beş şartından birisi olan zekâtın ve zekâtın amca­oğulları olan adak ve sadakaların büyük bir etkisi vardır. Şöyle ki: Ne zaman içimizde yetişen zeki in­sanlar, ‘beyin göçüyle’ başka ülkelerin kal­kınması için değil, kendi milletlerinin kal­kınması için bilgi ürettiklerinde (yani zekâ­larının zekâtını verdiklerinde); ne zaman ki zenginler, zekâtlarının zekâtını (zekât dü­şen kazançlarının 1600’de birini) milletin men­faatlerine sarf ettiklerinde, işte o zaman me­denileşme ve maddî kalkınma yarışında diğer milletleri yakalamak mümkün olabilecektir. Her Zamanın Bir Hükmü Var Zamanın değişmesi, asrın başkalaşması ve şart­ların farklılaşması, bazı âdetlerin ve usul­lerin değişmesini veya kaldırılmasını gerek­li kılmaktadır. Çünkü değişen zaman ve şartlar, eskinden faydası zararından daha fazla olan bir şeyi, zararı faydasından daha büyük bir hale getirmiş olabilir. Yani, bir âdetin zararının faydasını geçmesi, o âdetin kaldırılmasına fetva verdirtir. Meselâ, eskiden fakirlerin, zayıfların, dilenci­lerin ve talebelerin zekât ve sadaka istemek için zenginlerin kapısına gitmeleri yerine; günümüzde zekâtın bir merkezde devlet ta­rafından toplanıp, millî menfaatler doğrul­tusunda sarf edilmesi daha lüzumlu hatta lüzumdan da öte, bir zorunluluk halini al­mıştır. Çünkü eski usulle istenen zekât ve sadakalarda hem çok sû-i istimaller yaşa­na­bilmekte hem de bir kısım miskin, zayıf ve dilenci tabakasının yetişip gelişmesinin önü açılmaktaydı. Zekât ve sadaka gibi millî bir servet, ülke çapında bir kalkınma hareketine ön ayak olabilecekken adeta bir hiç uğruna boşa akıp gitmekteydi. İdarecilik Hizmet İçindir İdareci olanların, ‘tevekkül’ adı verilmiş bir ‘tembellikten’ sakınmaları ve işi birbirlerine havale etmemeleri gerekmektedir. Tevekkül, sebeplere ve şartlara sarılmadan, tembellik yaparak “Kısmetim neyse o olur” demek değildir. Tevekkül, her türlü gerekli sebebe başvurduktan sonra kadere razı olup, sonucu Allah’tan bekleme, işlerini Allah’a bırakma, ümitsizlik ve kederden kurtulma, Allah’a güvenme anlamlarına gelmektedir.2 Sebeplere başvurmak fiilî bir duadır. Bu fiilî dua yapıldıktan sonra neticedeki İlâhî takdire rıza göstermenin adıdır tevekkül. Tevekkülü, tembellik zanneden idareciler, iş­leri başkalarına havale etmeye başlarlar. İdareci olan bir kişi, idare ettiği insanların akıllarını ve mallarını çalıştırdığından dolayı ücretini almıştır. Artık hizmet etmekle mü­kelleftir. Kaynaklar: 1- İslâmî milliyet: Millet olarak sadece kendi ırkın­dan olanları değil, bütün Müslümanları dünyada ve ahirette hakiki kardeşler olarak görüp, onları kendi milleti bilmek.2- Kubbealtı Lügatı

Mustafa TOPÖZ 01 Ocak
Konu resmiÖmür Sermayesi ve Malayani İşler
İnsan

Hz. Üstad; dünyevi ve geniş dairedeki siyasi kavgaları, savaşları, menfaat üzerine yapılan boğuşmaları takip edenlerin, ulvi vazifelerini terk etmekten dolayı akıl, kalp ve ruh selametlerini kaybedeceklerini şöyle ifade ediyor:  “Hem de bu hakiki ve pek büyük dava hâricindeki davalara ve bo­ğuşmalara alâ­ka­dârâne fikren, kalben karışmak za­rar­lıdır. Çünkü böyle geniş, siyasi ve he­ye­can veren dairelere dikkat eden ve on­lar­la meşgul olan bir adam, kısa bir daire içinde vazîfe­dâr olduğu ehemmiyetli hiz­metlerinden geri kalır. Veya şevki kırı­lır. Hem de o geniş, cazibedar siyaset ve boğuşma dairelerine dikkat eden, ba­zen kapılır. Vazifesini ya­pa­madığı gi­bi selâmet-i kalbini ve hüsn-ü ni­yetini ve is­ti­ka­met-i fikrini ve hizmetteki ihlâsını kay­bet­mese de o itham altında kalabilir.”1 Sevgili Üstadımız, olayın bir de zulüm boyu­tunun olduğunu da şöyle açıklar: “Bazen de bu harb boğuşmalarını merak ile takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür. Zulmüne şerik (or­tak) olur.”2 Bu durum gerçekten çok tehlikelidir. Sağlıklı bir bilgiye sahip olmadan, televizyonlardan yapılan maksatlı haberlerin etkisiyle (menfi algı yönetimi) zalimi haklı, mazlumu hak­sız addedip zulme taraftar olma hatasını iş­le­­ye­biliriz. Sağlam kaynakların dışındaki pro­­paganda ve taraflı yayın yapan kanal­ların ha­berleri mutlaka teyit edilerek değerlen­di­ril­­melidir. Zalimi alkışladığınız anda, onun bü­tün zulmüne ortak olursunuz. Bu ise bü­yük bir hüsrana sebebiyet verir. Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, kudsi hiz­metlerde tembellik, gaflet veya başka se­bep­lerle vazifeleri ihmal etmek, insana manen zarar verir. Geniş dairelerdeki siyasi çekiş­me­leri, ekonomik ve sosyal hadiseleri sağlıksız ve aşırıya varan bir şekilde takip edenler de dünyevi ve uhrevi açıdan büyük zarar görme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Ölçü: Bediüzzaman Hazretleri insanın so­rum­luluk dairelerini şöyle sınıflandırıyor: “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu iş­ler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, ma­halle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev‘-i beşer dairesinden tut, ta zihayat (canlılar) ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Her bir dâirede, her bir insanın bir nevi‘ vazifesi bulunabilir. Fa­kat en küçük dairede, en büyük ve ehemmi­yet­li ve daimî vazife var. Ve en büyük dai­rede, en küçük ve muvakkat, ara sıra va­zife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsken mütenasip (ters oran­tılı) vazifeler bulunabilir. Fakat bü­yük dairenin câzibedârlığı cihetiyle, küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizme­ti bıraktırıp, lüzumsuz, malayani (boş) ve afa­ki işlerle meşgul eder. Sermaye-i haya­tını boş yerde imha eder. O kıymetdar öm­rünü kıymetsiz şeylerde öldürür.”3   İnsanın meşgul olduğu en küçük daire kalp dairesidir. Kalp dairesi iman mahallidir. İmanın nuru kalpte yerleşir. Oradan akla, ruha, la­tifelere yayılır. İmanın kuvveti, insanı iki cihan saadetine namzet kılar. Öyle ise bir insanın en büyük vazifesi kalbini imanın hakikatleriyle nurlandırmaktır. Sarsılmaz ve yı­­kıl­maz olan tahkiki bir imana sahip ol­mak­tır. Yani iman ve inanç esaslarını delil­leriyle birlikte öğrenmektir. Tahkiki iman, insanın maddi ve manevi hayatına yön verir. İnsanın manevi olgunluğu ailesine, ak­ra­balarına, ma­hal­lesine etki eder. İman-ı kâ­­mil sahibi bir insan bazen bir millet kadar değer kazanır. Tarih boyunca kâmil iman sahiplerinin ha­yatları, hizmetleri ve geride bıraktıkları eser­leri ile milyonlarla insanın maddi ve manevi hayatına doğrudan tesir etmelerini buna delil gösterebiliriz. Ölçü: Üstad Said Nursi Hazretlerinin dikkat çektiği bir diğer husus da insanların kıymetli ömürlerini boş şeylerle tüketmeleridir. Çağı­mızın en büyük ömür tüketici meşgalelerin­den birisi de sosyal medya çılgınlığıdır. Akıllı telefonların hayatımıza girmesiyle sosyal hayattan kendini soyutlama hastalığı, salgın şeklinde yayılıyor. Akıllı telefonlar, hislerinin esiri olmuş insanların elinde bilinç­sizce kullanılarak müthiş tahribata ve fitne­lere sebebiyet veriyor. Üstadımız gençliğin ma­ruz kaldığı fitneyi anlatırken şu ifadeleri kullanıyor: “Ben bir gün sokağa bakarken o fitnenin tesirli bir numunesini hissettim. Gençlere çok acıdım. Dedim: “Bu biçareler, kendi­lerini bu mıknatıs gibi cezb edici fitnenin ateşinden kurtaramazlar”4     Sokaktaki günahlar, şimdi cep telefonlarıyla evlerimizin içine kadar girmiştir. Akıllı tele­fonların dikkatsiz, ölçüsüz ve sınırsız kulla­nımının sonucunda hayâ perdesi yırtılmış, iffet zedelenmiş, namuslar kirlenmiş insanlar bu salgın hastalığa teslim olmuşlardır.  Sos­yal paylaşım sitelerinde yayınlanan fotoğraf ka­re­leri ve videolarda gösteriş, kibir, hırs, öfke, nefret, ilan-ı aşk gibi şeyler namahremlerin ellerine geçmektedir. Fani ömürden nice kıy­metli saatler/günler telefon başında tükenip gidiyor. Burada başta anne-babalar olmak üze­re sorumlulara büyük görevler düşüyor. Şer­le­ri def etmek, hayırları getirmekten önce gelir. Kendimiz ve aile fertlerimizin sosyal medyayı doğru bir şekilde kullanmayı öğrenmemiz, fuzuli kullanımdan kendimizi kurtarmamız lazımdır. Facebook, Twitter ve İnstagram gi­bi pay­­laşım sitelerinde ne paylaştığımız ka­dar ne kadar zaman geçirdiğimiz de önem arz edi­yor. Son olarak, sosyal medya salgınından olum­suz etkilenen fertlerin ve ailelerin pek çok sıkıntılara maruz kaldığı bir gerçektir. Gü­nü­müzde boşanma sebepleri arasında sosyal medya paylaşımları da yerini almıştır. Ayrıca sosyal medya suçları da mahkemelere taşın­mış bulunmaktadır. Artık olay, zaman kay­bının çok ötesine geçmiştir. Bu durum da bizleri daha bilinçli ve dikkatli olmaya sevk ediyor.  Akıl, ruh, kalp ve sosyal ilişkilerin sağ­lığı açısından gerekli tedbirlerin alınması za­ruridir. Özellikle gençleri sosyal medyada tamamen özgür bırakmak, tamiri mümkün olmayan yıkımlara yol açabilir. Ölçülü ve kontrollü bir kullanımın herkes için faydalı olacağı kanaatindeyim. Kaynaklar: 1- Gençlik Rehberi, 25. Altınbaşak Neşriyat.2- Asa-yı Musa, 4. Mesele, 13. Altınbaşak Neşriyat.3- Asa-yı Musa, 4. Mesele, 13. Altınbaşak Neşriyat.4- Kastamonu Laahikası, 62. Altınbaşak Neşriyat.

Zafer ZENGİN 01 Ocak
Konu resmi10. Hüccet-i İmaniye
Risale-i Nur

Risalenin İsmi : 10. Hüccet-i İmaniye, 20. MektubTelif Tarihi ve Yeri : 1930 – BarlaDili : TürkçeKonusu : Rububiyetteki tevhidin açıklanması Risalenin Müellife Göre Değeri: lİnsanlar için büyük müjdeler veren bir risaledir. l Rububiyyetteki tevhidi ispat eden, vahdaniyetin kemal mertebesini ve vahdetin kibriya mertebesini gösteren hadisin bir tefsiridir.l Büyük ve ulvî hakikatlerden bahsetmektedir.Metodu : Müşahede-i âlem ile istidlal, kelamî tefsir, tahkik, psikolojik deliller Mukaddime İnsanın yaratılış gayesi ve neticesi Allah’a iman etmek, onu tanımak ve sevmektir. Al­lah’ı tanıyan ve seven nihayetsiz nimetlere, nur­lara ve saadete mazhar olur. Onu hakiki tanımayan ve sevmeyen talihsizliklere, acılara ve kuruntulara mübtela olur. KELİME: لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ Muhtaç ve aciz olan insan, şu kelimede yar­dım alacak bir mercii ve dayanak noktası bu­lur. Bu kelime 1- İnsanın bütün ihtiyaçlarını temin eder ve rahmet hazinelerini ona açar. 2- İnsanı bütün düşmanlarından kurtarır. 3- İnsanın yaratıcısını ve sahibini ona tanıttırır. 4- İnsanın kalp ve ruhunu hüzünlerden kurtarır. 5- Mutluluk verir. KELİME: وَحْدَهُ İnsan kâinatla alakadardır. Bu alakadardık onu boğulmak derecesine getirebilir. İnsan bu kelime sayesinde bir kurtarıcı ve sığınılacak mercii bulur. Bu kelime sayesinde her türlü perişanlıktan kurtulur. KELİME: لَاشَر۪يكَ لَهُ Ulûhiyet ve saltanatında ortağı olmayan yü­ce Allah’ın rububiyet, icraat ve icadında da ortağı yoktur. Allah, ortaklara ve yardımcı­lara muhtaç değildir. Emir ve iradesi ol­madan hiçbir şey hareket edemez. Herkes, hiç­bir engel, müdahale, perde olmadan onun hu­zuruna çıkabilir ve ihtiyaçlarını arz edebilir. KELİME: لَهُ الْمُلْكُ Her şey Allah’a aittir. İnsan dahi onun mülkü ve kölesidir. Onun mülkünde çalışmaktadır. Bu kelime ile insan: 1- Kendisine malik olmadığını, 2- Kendisini muhafaza edemediğini, 3- Allah’ın kudret ve rahmetine güvenmesi gerektiğini, 4- Her şeyin Allah’ın mülkü olduğunu, 5- Allah’ın mülkünde dilediği gibi tasarruf edeceğini, 6- Yüce Allah’ın yaptığı her şeyin güzel olduğunu anlar. KELİME: وَلَهُ الْحَمْدُ  Hamd, sena, medih ve minnet Allah’a mah­sustur. Öyle ise nimetler Allah’ındır. Onun hazinesinden çıkar. Hazinesi ise daimidir. Bu kelime ile insan: 1- Nimet ve lezzetin bitmesinden dolayı acı çekmemesi gerektiğini, 2- İnsan, hamd, şükür, nimetlendirilmeyi dü­şünmek ve nimetlendireni bilmek ile ni­­­met­ten çok yüksek zevk ve lezzet alına­bile­ceğini anlar. (Devam Edecek)

Muhammed AYDIN 01 Ocak
Konu resmiYıpranmış Kalemler "Değer" Kazansın!
İnsan

“Sizin en hayırlınız, görüldüğünde Allah’ı hatırlatanınızdır.” Günaydın… Görüşürüz… Kendine iyi bak… Tatlı uykular… Bazımız öğrenci, bazımız öğret­men. Bazımız esnaf, bazımız da müşteriyiz. Bazen hasta, ba­zen sağlık nimetiyle coşkun vs… Hangi konum ve vasıfta bu­­lunursak bulunalım hayatın gö­­beğinde farklı zaman köşelerinde sıklıkla karşımıza çıkar yu­karıdaki hitaplar ve benzerleri. Aslında beş satırlık bu listenin muhteviyatı yukarıdan aşağıya sayfalar boyu uzatılabilir de… Fakat kesreti bir yana, içtimai hayatta yaygın kullanım alanına sahip olan bu seslenişlerin istimali hususunda, mühim birkaç nükteyi göz ardı etmemeli üzerinde duruvermeliyiz. Kelamın ve Hitabın Yönünü Çevirebilmek Öncelikle mevzu-bahis bu hitaplar, “mana-yı harfi” ile hayata bakan bir kalbe ve göze çok mu çok ağır gelir. Baş ve gönül kulaklarımız “mana-yı is­mi” nazarının tekellümü olan bu nidaları işitmekten rahatsız olur. Olması gereken, müsbet ve mucib olan bu elfazı söyleye­ni gafletten uyandırma çabası iken; olan, umumiyetle menfi bir söylemi ve kalp kırıklığını ve gönül mabeyninde soğukluğu netice veren haletin uyandırılmasıdır. Hatta çoğu defa “Gün zaten ay­dın olmuş, geç kalmadın mı?” nev’inden ciddi takılma­larla da­mar­lara dokunup kız­gın­­lık ve ağız kavgasına sebep olunmalar… Hâlbuki unutmamalıyız ki birlikte yaşadığımız insanlardaki bu olumsuz kelam alışkanlığını, mu­hatabımız ve kendimiz için bü­yük bir fırsata çevirebiliriz. Çev­re­mizdekileri “alternatif gü­zel kelamlara yönlendirmek”, “hayır­lı sözlere sevk etmek” yolunu tercih etmekle karşımıza bü­yük bir hayır kapısı açılabilir: Hayırlı sabahlar! Görüşmek üzere inşallah! Allah’a emanet! Hayırlı geceler! Rabbimizi hatıra getiren dua formatında nice hitap cümleleri… Yeter ki hem kendi dünyamızda hem dost ve tanıdıklarımızın dünyalarında öncelikle “kelamî farkındalığı” sağlayabilelim. Günlük ko­nuşma ve diyaloglarımızda müs­pet hareketi tercih edip, al­ternatif hitapların tesisi için gayret gösterebilelim. Böylelikle hem kelimelerin hayata müsbet katılımına ve gönüllere güzel tesirine vesile olur, hem de yazı başlığımızın sağ altındaki hadise riayet etmişlikle kendimiz ve başkaları için sünneti seniyyeye ittiba fırsatını yakalayabiliriz. Kelam Gönle Tesir Eder İman ve Kur’an hizmeti sahasında, dilin kullanımı ve muhafazası cihetiyle de bir çeşit vazife ve hizmet bekler ehlini. O, imanî gayelerin yanı sıra gerek şifahi gerek kitabi olarak dilinin kullanımında azami itina göstermelidir. Nihayetinde iman in­cisinin sadefi gönüldür. O halde o, hatalı kelam etmek ve kelimeleri yanlış kullanmaktan sakınmalı / sakındırmalıdır. Evvela dilinden (lisanından) di­line (gönlüne) zarar-ziyana mü­saade etmemelidir. Dil kapıcısını sıkı tutmalıdır. Aynı zamanda o, ifade inşacısı kelimelerin ferden ve cümleten muhatabın fikir ve his dünyasına ciddi tesir ettiğini bilmelidir. Kelamda serkeşliğe asla izin vermemelidir. Söz okuyla menzil gözetirken düşünme yayını berk germelidir. Yine o unutmamalıdır ki, her mükâlemede gönülden gönle söz köprüsü kurmaktadır. Taşınan: Hakikat harmanından ha­kikat, sefahat sarmalından se­fahat… İs veya mis kokusu ya­ni… Bundan dolayı, hakikat bah­çesinden mis kokulu kelimeler dermelidir. Yani hâsılı, iman hizmetinde bu­lunanlara, her mevzuda olduğu gibi kelam eyleme hususunda dahi şart olan: Zıdd-ı imana boş alan, açık kapı bırakmamaktır. Bir kokucuk, esinticik, hissetirmeklik de olsa gönül kâbesini mahrem olmayan kelimatın taarruzundan muhafaza etmektir. Ah, bir kıymeti bilinse; “Ne güzel yaratılmış” diyebilmenin… Netice Hissemize düşen, O’na (Aleyhisselatü Vesselam) bir de kelamen tabiiyyetten hasıl olan rahmet incileri olsun, Ya Rabbi!

İbrahim SARITAŞ 01 Ocak
Konu resmiİstikamet Üzere
Kültür ve Medeniyet

Selamünaleyküm, Mekteb-i İrfan müdavimleri! Pek çok yaşanmışlıklarla bir seneyi daha ardımızda bıraktık. ‘Günler su gibi akıp gidiyor’ hükmüne bir kez daha hep beraber bizzat ‘evet’ dedik. Bu süreçte her ay altmış dört sayfayla evlerinize müsafir olduk. Sizlerle görüştük, konuştuk, dertleştik… Kusurumuz, hatamız oldu ise affınızı istirham eder, önümüzdeki sene için dua ve desteklerinizi bekleriz. *** Ülkemiz ve âlem-i İslam, büyük imtihanlardan geçiyor. Her gün yeni bir hadise, bambaşka bir tezgâhla karşı karşıya kalıyoruz. Elbette biliyoruz ki dünya bir imtihan meydanıdır. Ve yine biliyor ve inanıyoruz ki, biz ümidimizi kaybetmedikçe ve elimizden geleni rıza-yı İlahi çerçevesinde yapar durumda oldukça Al­lah’ın yardımı bizlerle olacaktır. Çünkü iman ediyoruz ki, Allah vekil olarak bize yeter! Tarihin şeridine asılan her hadisenin, imtihanın gün gelecek mahkeme-i kübrada hesabı görülecek. O zamana kadar biz Müslümanlar, Allah’a imanımız ile birlikte Müslümanca yaşamaya gayret ve devam edeceğiz. Allah’ın şahitliğinde ve ona şehadet ederek, istikamet üzere kalacağız inşallah. *** İrfan Mektebi Dergisi de yazılarıyla ve gündemleriyle şahitliğini sürdürmeye devam edecektir, yeni senede de Allah’ın izniyle. Dikkatimizi çeken ve dikkat çekmek istediğimiz mevzuları sizlerle konuşmaya, müzakere etmeye gayret edeceğiz. Yaşadığımız şu imtihan dünyasında dezenformasyonlara / yanlış ve çar­pıtılmış bilgilere karşı, doğru ve istikamet üze­re, hak olan sözleri neşretmeye çalışacağız. Gün gelecek Okçular Tepesinin sesi, yeri gelecek Ashab-ı Suffe’nin kalemi olacağız. Ve her zaman Hakk’ın hakikat bilgisinin kalemlerden beyaz sayfalara akan, kalbleri ve akılları tenvir eden siyah nurunun âleme naşiri olmaya azmettik, dönmeyeceğiz inşallah. “İnsan için yaptığından başkası yoktur” fer­man-ı İlahinin beyanıyla, el birliğiyle, hep beraber “biz” olarak, “biz” kalarak çalışacağız, çalışacağız, çalışacağız… *** Bu yeni senede logo ve dergi tasarımında ye­­niliklerimiz oldu. Faydasına inandığımız özel­likle Risale-i Nur’dan direkt yapılan ça­lışma­lara aynen devam ediyoruz. Bu ay Halep ko­nusunu ve Türkiye’nin nerede nasıl durdu­ğu / durması gerektiğini değerlendirdik. İlim de­dik, uzunca bir güzel makaleyi sizinle pay­laş­mak istedik. Stresi hayatımızdan çıkarıp, derdimiz de olsa bizim kelimelerimizle olsun diye bir liste paylaştık. Aile Mektebi her zamanki gibi, mutlaka istifade etmemiz gereken alan olarak sizleri bekliyor. *** İletişimi koparmayalım… Kalın sağlıcakla!  

Metin UÇAR 01 Ocak
Konu resmiStresten Kurtulmanın Yolu Stres'ten Kurtulmak
İnsan

Herkesin ağzında bir stres! Herkes ayrı bir stres! Ne hadise olsa insanın karşısına çıkarılan bir kelime! Eskiden stres diye bir kelime yoktu. Yoktu da karşılayacak bir kelime de mi yoktu? Bu arada merak ettim lügate baktım. (Lütfen lügate çokça bakalım!) Türk Dil Kurumu ‘ruhsal gerilim’ diye tanımlamış stres kelimesini. Kubbealtı lügati ise, ‘İnsanın zihin ve beden faaliyetlerini kesintiye uğratan her türlü psikolojik veya fizyolojik gerginlik, bunalım.’ diye almış. (Bu arada Kubbealtı Lügati internet sitesinden de hizmet veriyor, bilginize!) Dünyamıza stres kelimesi girmezden önce pek çok kelimemiz varmış aslında bu duygu hallerini anlatan. Hani yağmur bizde bardaktan boşanırcasına yağarken, İngiltere’de kedi kö­pek gibi yağar ya, onun gibi bir şey. Yani herkes kendisini ve kendine ait olanı, yine kendinden ve yaşaya geldiklerinden bahisle tanımlar. Elbette ona göre de ruh hali olur. Yani sıkıntı da selamet de kendindendir. Gözü ağrıyan adam baytara gitmez. Binaenaleyh bizim halimizi de stres kelimesi karşılayamaz. Aşağıda bugün stres kelimesinin içine hapsettiğimiz fakat esas itibariyle bizim kültürümüzle birlikte kelime ve konuşma dünyamıza ulaşan / ulaşamayan kelimeleri kaydettik. Ta ki bizi bizim kelimelerimizle tanıyalım istedik. Bu vesileyle –her anlamda- çözümü de dışarıda değil, kendimizde bulalım dedik. İşte kelimelerimiz: Buradan sonra bu kelimeler han­gi cümlelerde nasıl yer et­miş onlara bakalım. Stres keli­me­siyle karşıladığımız farklı du­rumları hangi kelimelerle ne şekilde kaydetmişiz onları görelim. Dert: Dertli bir adamın, tered­düt ve dumanlarla dolu bir gönül evi vardır, derdini dinler­sen o evde bir pencere açmış olursun. (Hz. Mevlana) Gam: Derya-yı gama kenar yok­tur. (Şeyh Galip) Kahır: Hak etmeyen sevgili­nin uğruna, göze aldığın kahır ve çektiğin sabır; sonunda el­lerin­den, var olan sevgini de alır. Keder: Kadere iman eden, ke­derden emin olur. Müslümanlara gam, tasa, ke­der, endişe (stres) yok diyor­du batılılar. Neden? Cevabı da kendileri veriyordu: Onlar Al­lah’a tevekkül ederler. Tevek­kül derken yanlış anlaşıl­ma­sın. Bununla ilgili olarak da şu cümleyi kaydetmemiz gere­ke­cek. “Tevekkül, esbabı bütün bü­tün reddetmek değildir. Bel­ki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek ve esbaba teşebbüs ise bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yal­nız Cenâb-ı Hakk’dan bil­mek, neticeleri ondan iste­mek ve ona minnettar olmaktan iba­­rettir.” Devam edelim, bugün stresle karşıladığımız hallere ait biz­deki diğer kelimelere… Gussa: Bî-namâzın mürüvveti kem olur / Meclisi mahz-ı gus­sa vü gam olur (Âlî Mustafa Efendi) Bugün stres denen sıkıntının kaynaklarından birisi de na­maz­­sızlık. Bakınız Rabbimiz Kur’an’da ne buyuruyor: “O hal­de sabır ve namaz ile (Al­lah’dan) yardım isteyin!” ha­diseye stres diyen, çözüm için namaza nasıl ulaşacak. Stres kelimesi bizi bize ve kültürel, imani kodlarımıza taşıyabilir mi? Onları tedai ettirebilir mi? Devam… Yeis: İnsanları canlandıran emel­­dir, öldüren yeistir ve yeis, mâ­ni-i her kemâldir. (Bediüz­zaman) Evet, yeis önemli bir problem, emel ise ehemmiyetli bir anah­tar. Peki, emeli canlandıran ve bizi ümitlendiren şey nedir? En başta Allah’a ve ahirete iman! Tasa: Bin tasa bir borç ödemez. Mihnet: Hîleyle iş gören kişi mihnetle can verir. (Neylî) Elem: Bazen muvakkat bir lez­zet, dâimî elem verir. Kâinatın ve içindeki bütün gü­zel­liklerin üzerinde fena ve fanilik damgası vardır. Sevdiği­miz o güzellik, ya eskir ya pör­sür ya da bize karşılık ver­mez, verse de bizim meftun olduğumuz o  güzellik çabuk söner. Demek bize verilen bu kalp o fena ve fani güzellikler için değil, ebedi ve solmayan bir güzelliği sevmek için tahsis edilmiştir. Biz suiistimal edip Allah’a tah­sis edilmiş kalbimizi fani mah­lûkata tevcih edersek, bunun tokadını hem burada hem ahi­rette yeriz. Kalbimizdeki bu has­talığı tedavi etmenin yolu ise iman ve tefekkür üzerinde yoğunlaşıp, o güzellikler üze­rin­de fanilik damgalarını oku­yarak sevgi ve aşkımızı gerçek sahibine tevdi etmektir. Üzüntü: Nasıl ki meyve, eğer ağacı bilinmezse, nimet bu mey­­veye hâs kalır ve yenmesiyle bi­ter. Kaybolmasından dolayı bir üzüntüye sebep olur. Fakat ağacı bilinir ve görülürse, o hazır ağacın sürekliliği ve o fâ­ni meyvenin benzeriyle değiş­ti­rilmesinden dolayı onun ze­valindeki elem yok olur. Ve keza ruh-u beşerin en şiddetli hâli, ayrılıklardan kaynakla­nan elemlerdir. İşte o ayrılık­lar iman nuruyla dağılır, belki için­de başka bir lezzet bulu­nan, benzerlerin yenilenmesine dö­ner. Zira her yeni, lezzetlidir. Sıkıntı: Sıkıntıda duasının ka­bul edilmesini isteyen, rahat za­manında çok dua etsin. Evet, dua. Sadece şunu söyleyelim, dua 6 çeşittir ve çalışmak da makbul dualardandır. Yani Kur’an’ın ifadesiyle “Duanız ol­masa, Rabbim bize ne diye ehemmiyet versin?” (Furkan Suresi, 77) Endişe: Buyurun size bir endi­şe cümlesi: “Ya işle umduğum gibi gitmezse!” İnsan kendisinin ve etrafının hâkimi mi ki her şey onun is­tediği gibi gitsin. Tamam, ade­­tullah denilen kanunlar var ve onlara uymak gerekir. Ya bizim bildiğimizin ve istedi­ğimizin dı­şında her şeyin hâkimi olan Allah’ın bir iradesi varsa, o za­man kalkıp her şeyin sahibi ve en iyi bilenine karşı mı ge­leceğiz? Yoksa Allah en iyisini bilir deyip itaat mi edeceğiz! Kasvet: Bu kasvet dünyasında kalmadı özlediğim, namaz vak­tinden başka, anını gözlediğim. (Necip Fazıl Kısakürek) Nedamet: Nedamet ateşiyle do­lu bir gönülle, nemli gözlerle töv­be et! Zira papatyalar güneş­li ve ıslak yerlerde açarlar. (Hz. Mevlana) Şu kelimeyi anlasak çok şeyi çö­zeriz belki de! Nedamet. “Ne­fis, kendini hür ve serbest is­ter ve öyle telâkki eder.” Peki, öyle midir? Elbette değil. İn­san kendisini tanısa, nedamet gösterip tövbe etse, hem ken­disi için hem etrafı için her şey farklı olacaktır. Yeter ki her şeye stres deyip geçmesin, nedameti bilsin! Melâl: Sürûr içinde dahi bir melâl hissederim. (Muallim Naci) Enduh: Kısmet bana endûh u belâ imiş ezelden. (Şeyhülislâm Yahya) Küduret: Sineni kibr ü küdû­retten er ol eyle halâs / Merd isen neyler senin ayine-i kal­binde pas. (Âşık Ömer) Hüzün: Yüzün değil, hüzün gö­rünür bazen aynada. Çeki düzen veremezsin. Hüsran: Ekseriyetçe sebeb-i hüs­ran olan hırsı tahrik eden ik­tidar ve ihtiyar ve zekâvet Hicrân: Yaprakların döküldü­ğü hicranlı günleri / Andım bi­rer birer acıdım kendi hâlime (Yahyâ Kemal). Izdırap: Iztıraplarımı benimle beraber yaşamış olduklarını bun­dan anladım ve teselli bul­dum. (Peyâmi Safâ) İnkisar: inkisar-ı hayale uğra­dım. Kâbus: Artık otuz yıldan ziya­de süren kâbustan kurtarılmış, gözlerimizi silmiş uyanmıştık. (Cenap Şahâbeddin) Hafakan: Gece, hafakanlar için­de, vaziyeti unutup da elektrik düğmesini çevirdiğim za­man korkunç bir ‘tık’ sedası duy­dum. (N. F. Kısakürek) Teessüf: Lüzumsuz, geçici ve günahlı zevklerin akıbeti, elem­ler ve teessüfler olmasın­dan is­temiyorum. Teessür: Teessür, kalbin çeşitli eserlerden, ayetlerin değişik­li­ğin­­den ötürü çeşitli renkler al­ması demektir. Bu bakımdan kalp, her hâlin anlatılışına göre hâllenir. O halden ötürü üzün­tü, korku, ümit ve daha ni­ce sıfatlarla sıfatlanır. Kişinin ma­ri­feti tamam oldukça, korku­su o nisbette kalpte çoğalır.Çün­kü tazyik, Kur’ân ayet­lerin­de diğer durumlardan da­ha fazladır. Kişi mağfiret ve rahmetin ancak ariflerin elde edebileceği şartlara bağlan­dı­ğı­nı görür. Nitekim şu ayet­te aynı durum mevcuttur:“Şüp­hesiz ki ben, tevbe eden ve iman edip sâlih amel işleyen, son­ra da hidayette (sebat edip, sabırlı) olan kimseye karşı el­bette çok mağfiret ediciyim.” (Ta-Ha, 82) (İmam Gazali) Vehim: Vehmin gözü perde­lidir; hakikati göremez Buhran: Adâlet-i İlahiye, İslâ­miyet’e ihanet eden mim’siz medeniyete öyle bir azâb-ı ma­nevi vermiş ki, bedeviliğin ve vahşiliğin derecesinden çok aşa­ğıya düşürtmüş. Avrupa’nın ve İngiliz’in yüz sene ezvâk-ı medeniyesini ve terakki ve tasallut ve hâkimiyetin lezzet­lerini hiçe indiren mütema­diyen korku ve dehşet ve telâş ve buhran yağdıran bombaları başlarına musallat etmiş. Matem: Hatırılar mısın? Doğ­duğun zaman, sen ağlardın gü­lerdi âlem. Öyle bir hayat sür ki, mevtin sana hande olsun. Halka matem. (Mehmet Akif) Gaile: Mutluluk hayvanlara ve bitkileri aittir. Çünkü onlarda akçe gailesi yoktur. (3. Selim) Şimdi bakalım, stres mi, yok­sa şu yukarıda saydığımız 30 kelime ve ifade ettikleri mi? Hangisi bizi anlatıyor? Hangi­sinin içinde geçtiği cümleler bize gerçekten deva olabilir? Bazen bir kelime her şeyi de­ğiştirebilir, değil mi? Bunu asla unutmayalım!

Metin UÇAR 01 Ocak
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Hükmün Kaynağı Peygamber Efendimiz (asm) Hicret’in 9. yılında (Milâdî 630) Muaz bin Cebel’i (ra) diğer bir fakih sahabi Ebû Mûsâ el-Eş’arî (ra) ile birlikte zekât âmili ve kadılık göreviyle Güney Arabistan’a gönderdi. Yemen’in yukarı kısmının kadılığını Muaz (ra) üstlenirken, aşağı kısmında ise bu görevi Ebû Mûsâ (ra) yerine getirdi. Medine’den ayrılmadan önce Peygamber Efendimiz (asm), Muaz bin Cebel’e (ra) görevi esnasında kendisine bir mesele arz edildiğinde nasıl hüküm vereceğini sordu. Muaz (ra) ise cevaben ilk önce Allah’ın kitabını esas alacağını, onda konuyla ilgili olarak herhangi bir hüküm bulamazsa Resûlullah’ın (asm) sünnetine müracaat edeceğini, bu iki temel kaynakta bulamazsa da kendi ictihâdına göre hüküm vereceğini bildirdi. Peygamber Efendimiz (asm), onun verdiği cevabı olumlu karşılamış ve memnuniyetini ifade etmiştir. Bu görüşmeden sonra Peygamber Efendimiz (asm), kendisine bazı tavsiyelerde bulunarak Yemen’deki görevine uğurlamıştır. “Benim mutlaka bugün Ak Camide bulunmam lâzım” Bedîüzzaman Hazretleri Eskişehir Hapisha­ne­sindedir… Bir Cuma günü, hapishane müdürü, kâtip ile otururken bir ses duyuyor: “Müdür bey! Müdür bey!” Müdür bakıyor. Bedîüzzaman Hazretleri yüksek bir sesle: “Benim mutlaka bugün Ak Camide olmam lâzım” diyor. Müdür: “Peki Efendi Hazret­leri” diye cevap veriyor. Kendi kendine: “Her­hâl­de, Üstad Hazretleri kendisinin hapiste ol­duğunu ve dışarıya çıkamayacağını bilemiyor” diye söylenir ve odasına çekilir. Öğle vakti, Bedîüzzaman’ın gönlünü alayım, Ak Camiye gidemeyeceğini izah edeyim düşüncesiyle Üstadın koğuşuna gider. Koğuş pence­resinden bakar ki Bedîüzzaman içeride yok. Hemen jandarmaya sorar; “İçeride idi, hem kapı kilitli” cevabını alır. Derhal camiye koşar. Bedîüzzaman’ın ileride, birinci safta, sağ tarafta namaz kıldığını görür. Namazın sonlarında Bedîüzzaman’ı yerinde göremeyip, hemen hapishaneye döner. Üstad Hazretlerinin; “Allahu Ekber” diyerek secdeye kapandığını hayretler içerisinde görür. Bu hâdiseyi bizzat o zamanki hapishane müdürü anlatmıştır. (Bedîüzzaman Saîd Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 2, s. 570) Abdullah Zühdî Efendi Sahâbeden Temîm ed-Dârî’nin (ra) soyundan geldiğini kabul eden, bunu bazen imzalarında da belirten Abdullah Zühdî Efendi, muhtemelen Şam’da doğdu; bir müddet Kütahya’da oturduktan sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Önce Eyüplü Râşid Efendi’den hat meşk etti. Fakat asıl üstadı Kazasker Mustafa İzzet Efendi oldu. Zühdî Efendi ondan aldığı dersler sonunda sülüs-nesih yazılarını “Kazasker adisinde” en mükemmel yazanlardan biri haline geldi. Yazdığı celî hat numunesini diğer hattatların yazıları arasından beğenen ve kendisi de hattat olan Sultan Abdülmecid, Abdullah Zühdî’yi Medine’de Mescid-i Nebevî’nin yazılarını yazmaya memur etti. Zühdî Efendi uzun yıllar Medine’de kalarak Mescid-i Nebevî’nin gerek kubbe kasnaklarına, gerekse duvarlarına kuşak halinde celî-sülüsle ayetler yazdı. Hâlâ yerinde duran bu yazılar uzunluk ölçüsüne vurulursa, Zühdî Efendi kadar fazla celî-sülüs yazmış olan bir başka hattatın bulunmadığı görülür. Abdullah Zühdî Efendi daha sonra Mısır’a yerleşti ve kendisine “Mısır hattatı” unvanı verildi. Orada banknot klişelerinin hatlarını, resmî daireler için değişik yazılar ve cami levhaları yazdı. Son günlerini mekteplerdeki yazı derslerine nezaret etmekle geçirdi. 1879 senesinde Kahire’de vefa etti. 01 Ocak 1929 Millet Mektepleriaçıldı Millet Mektepleri, 1 Kasım 1928’de Latin harf­lerinin kabulünden sonra Latin harfleriyle okuma-yazma öğretmek için kurulmuş dört ay süreli eğitim veren halk eğitimi kurumlarıdır. Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin ha­zır­ladığı “Millet Mektepleri Talimatnamesi” (Yönetmeliği) 11 Kasım 1928’de Bakanlar Kurulu’nda onaylandı ve 7284 sayılı Bakanlar Kurulu kararının 24 Kasım 1928’de Resmi Gazetede yayımlanmasıyla yürürlüğe girdi. Millet Mekteplerinin resmen açılışı 1 Ocak 1929’da gerçekleşti. O gün, yurtta “Maarif Bayramı” olarak kutlandı. Ne var ki Millet Mekteplerinin mimarı olan Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati, açılış günü apandisit sebebiyle hayatını kaybetti. Başbakan İnönü, iki ay boyunca Mustafa Necati’nin yerine birini atayamadı. Görevi vekâleten kendisi yürüttü. 07 Ocak 1946İlk başarılı hızlıbilgisayar ENIACkullanıma girdi Elektrikle çalışan ve elektronik veri işleme kapasitesine sahip ilk bilgisayar olan ENIAC,  II. Dünya Savaşı sırasında ABD’li bilim adamları tarafından inşa edilmiştir. ENIAC, ağırlığı 30 ton olmakla birlikte yaklaşık 167m² bir alana sığmaktaydı. Bu bilgisayar, 1941’de Amerika’nın II. Dünya Savaşı’na katılmasıyla birlikte ordu tarafından gizli olarak Pensilvanya Üniversitesine ait elektrik mühendisliği okulu “Moore School of Electrical Engineering”e verilmiştir. Buradaki amaç ise daha az isabet hatalı uzun menzilli top ve füzelerin hesaplamalarında kullanılması için alınmıştır. Bu bilgisayarın yapımı, bilim adamları John Mauchly ve Presper Eckert tarafından 4 yılda tamamlanmıştır. Yaklaşık maliyeti 500.000 dolar olan ENIAC’ın ilk deneme çalışmasına 1945 yılında başlanmıştır. Tam anlamı ile çalışması 1947 yılını bulmuştur. 14 Ocak 1850 Pierre Loti doğdu Birçok kez İstanbul’da bulunmuş olan Pierre Loti (1850-1923), İstanbul’a ilk kez 1876 yılında bir Fransız gemisiyle, görevli subay olarak geldi. Loti, Osmanlı yaşam biçiminden etkilendi ve pek çok eserinde bu etkiyi gösterdi. İstan­bul’da bulunduğu zamanlarda Eyüp’te yaşadı. İstanbul’a hayran olan Pierre Loti, kendisini her zaman Türk dostu olarak nitelendirdi. 1913 yılında yazdığı La Turquie Agonisante (Can Çekişen Türkiye) kitabıyla Batı politikalarını eleştiren Loti aynı yıl devlet konuğu olarak İstanbul’a geldiği zaman, Tophane Rıhtımında büyük bir törenle karşılanarak Sultan 5. Mehmed Reşad tarafından sarayda ağırlandı. Balkan Savaşlarında, I. Dünya Savaşında ve sonrasında Anadolu işgalinde Avrupa’ya karşı hep Türkleri savundu. Millî Mücadele döneminde Anadolu’daki direnişe destek vermesi ve kendi ülkesi olan işgalci Fransa’yı ağır bir dille eleştirmesiyle Loti, Türk halkının da sempatisini kazandı. Öyle ki, TBMM 4 Ekim 1921’de Pierre Loti’ye şükranlarını sunan bir mektup yolladı. Bununla birlikte Pierre Loti, 1920 yılında “İstanbul Şehri Fahri Hemşehrisi” olarak kabul edildi ve onun adını taşıyan bir de cemiyet kuruldu. Daha sonraları İstanbul’da Divanyolunda bir caddeye “Pierre Loti Caddesi” ve Eyüp’te bir kahvehaneye de “Pierre Loti Kahvesi” adı verildi. Günümüzde bu kahvehanenin olduğu tepe de Pierre Loti Tepesi olarak anılmaktadır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiSoru - Cevap
İnsan

Sual: Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Şimdi her yerde kaziye bil‘akistir. Hikmeti nedir? Cevab: İki sebebi biliyorum: Birincisi:  لَيْسَ لِلْأِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰي olan fermân-ı Rabbânî’den müs­te­fâd olan meyelân-ı sa‘y ve  اَلْكَاسِبُ حَبيبُ اللّٰهِ olan fermân-ı Nebevî’den müs­tefâd olan şevk-i kesb, bazı telkînât ile o meyelân kırıldı. Ve o şevk de söndü. Zîrâ i‘lâ-yı Kelimetullâh şu zamanda maddeten terakkîye mütevakkıf olduğunu bilmeyen; ve dünya  مِنْ حَيْثُ هِيَ مَزْرَعَةُ الْأٰخِرَةِ cihetiyle kıymetini takdîr etmeyen; ve kurûn-u vustâ ve kurûn-u uhrânın ilcââtını tef­rîk eylemeyen; ve birbirinden gayet uzak, biri mezmûm ve biri memduh olan tahsîl ve kesbde olan kanâati ile, mahsûl ve ücretteki kanâati temyîz etmeyen; ve birbirinden nihâyet derecede baîd, hatta biri tenbelliğin ünvanı, diğeri hakîkî ihlâsın sadefi olan iki tevekkülü -ki, biri meşîetin muktezâ­sı olan esbâb arasındaki nizâ­ma karşı temerrüd hükmünde olan tertîb-i mukaddemâttaki bir tevekkül-ü tenbelâne, diğeri İs­lâmiyet’in muktezâsı olan ne­tice i‘tibâriyle gerdendâde-i tevfîk olarak vazîfe-i İlâhiyeye karışmamakla terettüb-ü neticede mü’minâne tevekküldür- ikisini birbiriyle iltibâs eden; ve “Ümmetî! Ümmetî!” sırrını teferrüs etmeyen; ve  خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ hikmetini anlamayan bazı adam­lar ve bilmeyen bir kısım vâiz­lerdir ki, o meyelânı kırdılar, o şevki de söndürdüler. Mehazler: “Ve (yine bildirilmedi mi ki) şübhesiz insan için, (kendi) çalıştığından başkası yoktur!” (Necm Sûresi, 39) Çalışıp kazanan, Allah'ın sevdiği bir kuldur. Âhiretin tarlası olması... “İnsanların en hayırlısı onlara en faydalı olandır.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:481, hadis no: 4044) Kelimeler: Fermân-ı Rabbânî: Bütün varlıkların terbiyesi elinde olan Cenab-ı Hakk’ın emir ve buyruğu Müstefâd: İstifade edilen Meyelân-ı sa‘y: Çalışmaya yönelme eğilimi, meyli Şevk-i kesb: bir kazanç elde etme   istek ve arzusu Telkînât: Telkinler İ‘lâ-yı Kelimetullâh: Allah’ın dinini yüceltme gayreti Terakkî: İlerleme Mütevakkıf: Bağlı Kurûn-u vustâ: Orta çağ Kurûn-u uhrâ: Orta çağdan sonrası İlcâât: Şartlar ve gerekli olan şeyler Tefrik: Ayırma Mezmûm: Kınanmış Memduh: Övülmüş Tahsil: Bir neticeyi elde etmek Kanâat: Razı olma, yetinme Mahsul: Ortaya çıkan ürün, elde edilen Temyiz: Ayırma Baîd: Uzak Sadef: İnci Meşîet: Dileme Muktezâ: Gerekli olan şey Esbâb: Sebepler Nizâm: Düzen Temerrüd: İnat etme, direnme Tertîb-i mukaddemât: Bir neticeye ulaşmak için lüzum eden sebepler, basamaklar Gerdendâde-i tevfîk: Üzerine düşeni yaptıktan sonra boyun eğip neticeyi Allah’tan bekleme Terettüb-ü netice: Neticede, ortaya çıkan iltibâs: Karıştırma Teferrüs: Ferasetle hakikati görme Meyelân: Yönelme

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiGaye-i hayâl olan idealler, amaçlar, hedefler, sevdalar olmazsa, enâniyet kuvvetleşir
İnsan

İnsanların bencillik, çıkar, menfaat ve ken­dilerini düşünmek duygusu olan ene kuv­vetleşiyor. Gittikçe o insanlarda bu durum huy haline geliyor. Bazen sinirleniyor. Bu insanların kendini görme, kendini düşünme, yalnız kendisiyle ve dünyasıyla uğraşma dü­şüncesi delinmez. Değişmez. Başkalarını dü­şünmez, görmez, bilmez. Yalnız kendisini düşünüp başkasını görmez ki düşüncesi biz yani nahnü olsun. Artık bu tür insanların dünyasında ben vardır. Biz yoktur. Enesini yani yalnız kendilerini sevenler, başkalarını sevmezler. Sevemezler. Biz olamazlar. Her ne kadar toplum içinde yaşasalar da yalnızdırlar. Bir insanın gaye-i hayâlî demek olan din ve mukaddesat, ümmet ve millet, memleket ve vatan, emniyet ve asayişe hizmet davası, sev­dası, ileriye dönük ufku, derdi, düşüncesi, sev­dası, gelecek için olan planları olmazsa in­san içine kapanır. Kendinde boğulur veya ken­dinde takılır. Yahut o insanı hayallerinden uzak­laştıracak, hayallerinden gaflet etmeyi sonuç verecek veya unutturacak nisyan ba­sar­sa, ya da hayaller unutulsa yani tenâsî edil­se, elbette insanların zihinleri, düşünceleri ve insanların bütün çalışmalarının amaçları yal­­­nız kendilerini düşünmeye, bencilliğe yani ene­lere dönerler. İşte o zaman insanlar kendilerine takılır, ken­dilerinde boğulur, kendilerini görür ve ken­disi için yaşar. Âdeta bedenleri bir arada fa­kat ruhları ve kalbleri birbirine yabancı bir toplum ortaya çıkar. Fiziki olarak birlikte dü­şünce olarak ayrı insan grubu görülür. Hâl­buki gerçek birlik fikirlerin, düşünce­lerin uyu­mudur. Aksi halde insanlar kendi etrafında gezerler. İnsanların bencillik, çıkar, menfaat ve ken­dilerini düşünmek duygusu olan ene kuv­vetleşiyor. Gittikçe o insanlarda bu durum huy haline geliyor. Bazen sinirleniyor. Bu insanların kendini görme, kendini düşünme, yalnız kendisiyle ve dünyasıyla uğraşma dü­şüncesi delinmez. Değişmez. Başkalarını dü­şünmez, görmez, bilmez. Yalnız kendisini düşünüp başkasını görmez ki düşüncesi biz yani nahnü olsun. Artık bu tür insanların dünyasında ben vardır. Biz yoktur. Enesini yani yalnız kendilerini sevenler, başkalarını sevmezler. Sevemezler. Biz olamazlar. Her ne kadar toplum içinde yaşasalar da yalnızdırlar. Hayat-ı ihtilâl olan toplumsal karışıklıklar; mevt-i zekât fakirin hakkı olan zekâtın verilmeyişi ve sen çalış ben yiyeyim demek olan fâizden yani hayat-ı ribâdan çıkmış Tarihte görülen Bilcümle ihtilâlât yani fakirin zengine, küçüğün büyüğe, halkın idarecilere karşı baş kaldırışı olan ihtilallerin, bütün herc ve fesâdât toplumsal karışıklıkların, hem asıl, hem ma‘deni hem toplumlarda görülen dine ve akla zıt olan her türlü çirkinlikler, günahlar, kötülükler demek olan rezâil ve seyyiât, toplumu dinden, akıldan, medeniyetten, insanî ahlaktan uzaklaştıran ve toplumları bozan bütün fâsid hasletlerin muharrik sebebi ve menbaı iki kelimedir tek, yahud iki kelâmdır. Birincisi şudur ki: Bencilliği, kendini düşün­meyi, merhamet ve şefkat yoksunluğu, akra­balık bağlarını koparmayı, insan ilişkilerini bozmayı, ötekileştirmeyi ve karşı karşıya gelmeyi ifade eden “Ben tok olsam, başkalar acından ölse, neme lâzım cümlesidir. Hâlbuki bu hüküm insanın yaratılış hik­me­tine de zıttır. Çünkü insan tek başına ha­yat süremez. İnsanlar içinde yaşamaya mec­bur­dur. Birlikte yaşama sayesinde ihtiyaçlarını karşılayabilir. Dertlerine merhem bulabilir. Yaralarını tedavi edebilir. Acılarını azaltabi­lir. Sevinçlerini artırabilir.” İkincisi: Fakirin, zayıfın, âcizin, küçüğün, halkın, zengine, güç­lüye, büyüğe, idareci­lerine isyanı teşvik eden, toplumsal merha­meti kaldıran “Rahatım için zahmet çek. Sen çalış, ben yiyeyim. Ben­den yemek, senden emekler cümlesidir.” Birin­ci kelimedeki öl­dürücü zehir olan bakış açısı, inancı, kabulü olan semm-i katili hem kökünü kesecek, bu olumsuz düşüncelere şâfî devâ olacak tek bir devâsı vardır. O da zekât-ı şer‘î ki bir rükn-ü İslâm’dır. Evet, zekât, İslam di­ninin beş esasından biridir. Zengin olan Müs­lü­mana farzdır. Ekonomik farklılıklardan kay­nak­lanan toplumsal ayrışmayı ortadan kal­dıran zekâttır. Toplumsal bir köprüdür. Fa­kirin zengine, halkın idareye isyanını orta­dan kaldıran zekâttır. Toplumsal barışın en önemli aracı zekâttır. Toplumda meydana gelen ayrılıkçı dili tadil eden zekâttır. İkinci kelimedeki bakış açısında, düşüncede ve inançta cehennemin zakkum-u şecer ağacı münderic. Onun yani bu ikinci cümledeki olumsuzlukların ırkını kesecek, faizin haram kılınması yani ribânın hurmetidir. Çünkü büyükler küçüklere, zenginler fakir­lere, idareciler halka merhamet etmeli ve on­lara ihsanda bulunmalıdır. Ta ki toplumsal birlik ve beraberlik temin edilsin. Hâlbuki bu ikinci cümle bu merhameti, ihsanı ortadan kaldırmaktadır. Bundan dolayı insanlar yana durmayı, el ele vermeyi, omuz omuza, sırt sırta vererek bir ve beraber olmayı isterse yani Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtı farz kılarak vaz‘ etmeli, ribâyı kaldırmalıdır.

Muhlis KÖRPE 01 Ocak