6 yıl oldu, dile kolay. Her gün başka bir acıyla uyandık. Ve bugün gözümüzün önünde can çekişen Halep, çaresizlik içinde yüreğimizi dağlıyor. Bu girdap ve kafa karışıklığı sebebiyle gerek Suriye, gerek Mavi Marmara ekseninde İsrail ilişkileri, keza son dönem Türkiye-Rusya yakınlaşması noktasında hepimizin kendimize göre mülahazalarımız ve hassasiyetlerimiz oldu ve olmaya da devam ediyor. Bunun doğal bir sonucu olarak da haliyle bazı görüş farklılıkları daha yüksek sesle konuşulur oldu. Bu emsal farklı düşünceleri fikri bir zenginliğimiz olarak görmeli ama tehalüf-ü efkâr arasında önümüzü aydınlatacak bir barika-i hakikat ararken fitne ateşleri çıkarmamaya dikkat etmeli, birbirimizi incitmemeye özen göstermeliyiz. Samimi her kardeşimizi değerli görmek ve şahsiyetlerini yargılamadan düşüncelerine müsamaha göstermek ve fikirlerini anlamaya çalışmak zorundayız. Ezcümle Türkiye’nin Suriye politikası noktasında da farklı düşüncelere sahip olabiliriz. Ama şu bir gerçek ki Türkiye, Suriye ile ilgili karar kavşağında hangi kartı eline alsaydı, uluslararası güçler tarafından tazyik edilmek ve zora düşürülmek üzere YİNE YALNIZ BIRAKILACAKTI. Yeni versiyon/sürüm Sykes Picot müellifleri inceden inceye planladıkları hesaplarını güncellerken bu coğrafyada önlerini tıkayabilecek en etkili aktör olarak gördükleri Türkiye’yi her ölçekte tecrit etmek istiyorlar. Ülkemizin güneyindeki işler, mazlum Suriyeli kardeşlerimize yardımcı olmaya çalıştığımız için bu noktaya gelmedi. Sonucu çok daha kötü diğer senaryolar ve muhtemel yollar içinde ehvenüşşer ihtiyar olunmak zorunda kalındı. Çünkü ne Baasçı Suriye yönetiminden, ne de İran’ın Şiiliğinin çok ötesinde artık Fars milliyetçiliği olarak tanımlayabileceğimiz yayılmacı politikalarından sonuç alabilmemiz mümkün değil. Bediüzzaman Hazretleri İslam tarihi boyunca farklı bir dinamik olarak varlığını sürdüren Şia’yı genel anlamda “Şia-yı velayet” ve “Şia-yı hilafet” olmak üzere ikiye ayırıyor. Bizim Sünni dünya olarak oldum olalı sorunumuz siyasi garazla hareket eden ikincisiyle, yani Hz Ali muhabbetiyle değil, Hz Ömer düşmanlığı ile hareket eden İran yönetimiyle olmuştur. Tarafgirane ve garazkarane hareket eden bir bakış açısıyla dostluk çok zordur. Keza özellikle son on yıldır Amerika ve Avrupa siyasetinin Sünni dünyayı bölmek ve bütünleşmesini önlemek maksadıyla her ölçekte ve her bölgede neo-selefi hareketler gibi Şii potansiyelin de önünü açmaya çalışan bölücü yaklaşımlarının bu çerçevede göz ardı edilmemesi lazım. Son dönemde Türkiye’nin dış politikasını başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere tüm siyasi kadroyu göz ardı ederek bütünüyle Sayın Davutoğlu’nun tercihlerine indirgemek ve toptancı bir bakış açısıyla bu yaklaşımları başarısızlıkla itham etmek haksızlık olur. Maalesef bu süreçte bir tarafta Ergenekon, öte yandan FETÖ yapılanması sebebiyle, silahlı kuvvetlerinin ve emniyet teşkilatının neredeyse yarısı siyasi kadroların talimatından ziyade kendi ajandasıyla hareket eden bir Türkiye’nin, hepimizin malumu olan bu sıkıntılı yapısı itibariyle yeterli olmayan şartlar dâhilinde, yanlış veya eksik atıldığını düşündüğümüz adımları elbette olmuştur. Ama bununla birlikte, camiamız içinde gerek siyasi, gerekse sivil toplum tandanslı/eğilimli bazı kardeşlerimizin bu noktada İran’a ve Esed’e alabildiğine müsamahakâr yanlış yaklaşımları ve pozisyonlarını da, bugün asla kabul edilemez Halep örneğinde olduğu gibi, geldiğimiz nokta itibariyle not etmeliyiz. İnsanların savaş bölgesinden tahliye edilmelerine bile müsaade etmeyen ve bitmeyen bir kinle erkeklerini öldürmek, kadınlarına tecavüz etmek isteyen bu İran siyasetiyle mi, bu Hizbullah ve bu Esed’le mi uzlaşacaktık? Uluslararası güç odaklarının şımartarak ve kendilerine alan açarak masum insanların üzerine kışkırttığı, kanına ve kültürel kodlarına maalesef ehlisünnet düşmanlığı işlemiş olan bu radikal unsurlarla uzlaşabilir miydik? Bu noktada antre parantez/parantez içi vurgulamak lazım ki, tüm bu olumsuzluklara rağmen, batı dünyasının istediği şeyin İran ile Türkiye’yi kapıştırmak olduğunu unutmamalıyız. İran’ın General Kasım Süleymani veya General Seyit Cevat komutasındaki şebbihaları ve milis güçleriyle çok rahat geldiği bu oyuna biz alet olmamaya ve mezhep eksenli ihtilaflardan uzak durmaya özen göstermeliyiz. İran hususan şu son beş yılda Sünni dünya nezdindeki tüm kredisini neredeyse tüketmiş olsa bile. Türkiye’nin uluslararası aktörlerin küresel ve bölgesel oyunlarını bozan dik duruşuna rağmen, tek başına oyun kurabilecek ve konjonktür/vaziyet değiştirebilecek bir güce henüz sahip olmadığını biliyoruz. Bu devirde genel manada İslam dünyası olarak elimizde mevcut ekonomik, politik ve askeri güçle istediğimiz her sonucu almamız ve kural koymamız hemen hemen imkânsız. Bu yüzden atılacak adımların dengeli olması gerekiyor. Türkiye bu sorunun daha ilk günlerinde Esed’le çok ciddi anlamda mekik diplomasisi gerçekleştirmişti. Bir ara nispeten ikna edilecek gibi olan oğul Esed’e, baba Esed’in derin Suriyesi ve uluslararası güç odakları müsaade etmediler. Ve hepimizin bildiği katliamlar da defakto/fiili pozisyonu başlatmış oldu. Türkiye bu noktada yapabildiği kadarıyla elindeki en etkili ve belki de yegâne yol olan soft power (yumuşak) gücünü, tüm diplomatik yolları deneyerek kullanmaya çalışsa da asıl oyun kurucuların hesabı başkaydı. Obama, bakınız bugünlerde günah çıkarıyor ve dökülen kandan rahatsızlığını ifade ediyor. Ama yıllarca talep etmemize rağmen en basit ve masum talep olan uçuşa yasak güvenli bölgeye bile müsamaha göstermediler. Şu kavşakta kabul etmeliyiz ki Türkiye öyle veya böyle, bir plan çerçevesinde, bilinçli olarak provokatif/kışkırtıcı eylemler ile karşı karşıya bırakılarak önünde genişletilmiş olan bu cepheyi daraltmak zorundadır. Ve Türkiye, aradaki sorunları şimdilik bir kenara koydu diye ne İsrail’le, ne Rusya’yla, ne de Amerika’yla gerçek anlamda dost olamaz. Asm. Efendimizin yeri geldiğinde her dinden insanlarla anlaşmalar imzaladığı hepimizin malumudur. Uluslararası ilişkilerde dostlukların değil, karşılıklı menfaatlerin söz konusu olduğu müsellem bir meseledir. Bu anlaşmaların ve mutabakatların hangi şartlar altında yapıldığını unutmamamız gerekiyor. Hususan son darbe girişiminde Türk Silahlı Kuvvetlerinin neredeyse yarısının tasfiyesi ile sonuçlanan tablo, bu mücadelenin yakın geçmişte hangi eksende ve kimlerle yürütülmeye çalışıldığını nazara veren en önemli referanslardan biridir. Keza Mit tırları olayı bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Türkiye’nin şu konjonktürde/durumda yaptığı iddia edilen hata, ilkesel ve haktan yana davranarak dik durması ve mazlumlara sahip çıkmasıdır. Derin güçlerin nazarında suçu budur. Ve bizim coğrafyamızı arka bahçeleri görmeye alışmış algı operatörlerini bu duruş rahatsız ediyor. “Sen kimsin ki bizim kurduğumuz oyunu bozuyorsun?” diyorlar. Ama şu bir gerçek ki Türkiye burnu dibindeki bu oyuna müdahil olmasaydı, durum çok daha kötü olacaktı. Son dönem Türk dış politikasının müspet nazarlardaki eksikliği ise -malum dâhili sebeplerle olduğu bilinse de- mazlumlara yeteri kadar sahip çıkılamamış olmasıdır. Örnek vermek gerekirse, İran’ın cirit attığı bir coğrafyada Suriye muhalefetini bir çatı altında toparlamakta veya eğit-donat gibi stratejik adımlarda geç kalmış olmamız yahut destek bağlamında helikopterlerle atılan varil bombaları altında perişan olan insanlara etkili hava savunma sistemlerinin bir şekilde temin edilememesi gibi yetersizler sayılabilir. Generallerinin yarısından fazlası emekli edilmiş bir ordunun 15 Temmuz’dan sonra çok daha farklı inisiyatifleri (ön alma) rahatça alabilmesi ve özellikle “Fırat Kalkan Operasyonu” bu noktada önemli bir nüanstır. Bu çerçevede bilinçli olarak oluşturulacak kriz ortamları ve gerginlikler yönetilebilir seviyede olmak zorundadır. Yönetemeyeceğimiz, altından kalkamayacağımız gerilimleri tırmandırmanın pratikte hiçbir karşılığı yoktur. Şunu da kabul edelim ki bu işlerle ilgilenen siyasi kadrolar bu konularda prensipte ümmet şuuruyla bizden farklı düşünmeyen, bizden olan insanlar, bizim değerlerimiz. Elbette her insan gibi onlar da hata yapabilirler. Elbette siyasi kadroları her meselede körü körüne desteklemek onlara iyilik değildir. Ama hatalardan ders çıkarmak amacıyla geçmişi sorgulamak başka bir şey, birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz bir konjonktürde/ortamda, hatta öylesine ki milli seferberlik ilan edilmeye ihtiyaç duyulan bir dönemde, kampanya suretinde yürütülen algı operasyonlarıyla nazarları dağıtmak başka bir şeydir. Uluslararası tüm güç odaklarının başta İngiltere ve İsrail olmak üzere karşı çıktıkları bir lideri bizim de bir şekilde yıpratmaya çalışmamız doğru olmaz. Özellikle Sayın Davutoğlu’nun o günün şartlarında kabul edilebilir hamasi ve gözdağı veren bir üslupla “Cuma namazını şu kadar sürede Şam’da Cami-i Emevî’de kılarız” sözünü cımbızlayarak, salt bu söz üzerinden bütün Suriye politikasını, hatta tümden dış politika argümanlarını/iddialarını yargılamak ve şartları okuyamamakla itham etmek insaflı bir yaklaşım değildir. 63 farklı ülkeden silahlı temsilcilerin bulunduğu Irak gibi bugün Suriye’de de adı konmamış, örtülü bir cihan harbi yaşıyoruz. Bütün uluslararası menfaat şebekelerinin öbeklendiği Ortadoğu sarmalında karşımızda sadece Esed olsaydı, durum böyle mi olurdu? En ufak deliklerin bile kapatılması gereken fırtınalı zamanlarda yeni pencereler, gedikler açılmaz. Hepimiz hassas davranmalıyız. Söz meclisten dışarı ama maalesef bu da bir realite oldu, oturduğumuz rahat koltuğumuzdan birer dış politika uzmanı kesilip tuzukuru, toptancı ve ucuz tenkit bakışıyla akıldanelik yapmamız ne kadar doğru olabilir? Mısır’da vaktiyle Mursiden rahatsız olan İslami gruplar bilmünasebe çok uyarılmıştı, onlara şimdi daha iyi mi oldu diyerek bugünkü tabloyu sormak lazım. Bu noktada Bediüzzaman Hazretlerinin şu mülahazası câlib-i dikkattir: “... bir hükûmet, tamamıyla masum olamaz. Demek nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara, anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi -Allah etmesin– bin sene yaşayacak olsa âdeta mümkün, hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak.” Hâsılı, aşırılıklardan kat’-ı nazar, bütün kardeşlerimizin samimi şahsi görüşlerine saygı duymakla birlikte, Türkiye’nin özellikle son 2-3 yıldır ciddi anlamda her taraftan tazyik edildiği bir dönemde, üstelik ne kadar isabetli olduğu tartışmalı yaklaşımlarla iktidarı yıpratacak söylemler doğru olmamalı. Elbette işlerimizi istişare ile yürüteceğiz, yeri geldiğinde yanlışlıkları da dile getireceğiz, acı da olsa gerçekleri söyleyeceğiz, özgürce görüşlerimizi paylaşacağız ama bunları yaparken üslup ve içerik hususunda duyarlılık göstermeli ve özellikle böylesine hassas bir dönemde polemiklerden/tartışmalardan kaçınmalıyız. Cenab-ı Hak bizlere bu ümmetin birlik ve beraberliğine bir nebze de olsa katkı sağlamak amacıyla yaptığımız çalışmalarda muvaffakiyet versin. Kalplerin sahibi kalplerimizi birleştirsin.
Birkaç günlük fânîyi, mülk-i bâkî sanmıştım Bilhassa genç yaşlarda sâfdilâne kanmıştım Azıcık yaşlanınca hayâttan usanmıştım Zîrâ haddinden fazla yaktı firâk elemi Bulamamıştım kalbe aradığım merhemi Kendimle birlikte her nesne kalsın berhayât Yanaşmasın kat’iyyen bize ecel ve memât Fakat öyle değilmiş Rabbin murâdı, heyhât Her canlıda ederdim ebediyet tevehhüm İsterdim ki onlara aslâ gelmesin ölüm Güneşin tulû’ ânı pek çok sevindirirdi Gurûb vaktinde ise gam, keder indirirdi Kâh yerin a’mâkına, kâh göğe bindirirdi Hayâlen dolaşırdım sınırsız bir fezâyı Bu yüzden çekti nefsim lüzumsuz çok ezâyı Hizmete koşuyordum karınca kararınca Duyurdum emir ve nehy tâkatim mikdârınca Lâkin, unutmuştum ki fil değilim; karınca Ey Vâmık! Hakîkati bilmemek cehâletmiş Şer’î çizgiden çıkmak tamâmen dalâletmiş
Bugün Halep’te yaşananların değerlendirilme düzeyinin mikyası, mukayesesi, muhakemesi “İnsan olma” veya “insanlıktan çıkma” arasında, üçüncü alternatifi olmayan iki seçenekle sınırlıdır. Yeryüzünde yaşayan ve haberdar olan herkesin bu iki seçenekten birinde mecburi bir konumlanması söz konusudur. Burada insanlık âleminin, “insanlık” adına bir sorumluluğu, yükümlülüğü vardır. Bu yazının konusu; onlarcası Osmanlı dönemine ait olan ve yüzlerce tarihi eseri içerisinde barındıran Halep’in kadim tarihi, üzerinde medeniyet inşa edilmiş geçmişine ilişkin olabilirdi. Bu yazının konusu; bir zamanlar Halep’in, Osmanlı İmparatorluğu’nun “ikinci büyük kenti” olması, Halep’in Osmanlı, Venedik, Fransız ve İngiliz tüccarlarının sıklıkla uğradıkları bir merkez olma özelliğine bağlı olarak,1 Halep’in Anadolu ve diğer coğrafyalar arasındaki ticari ehemmiyeti üzerine olabilirdi. Bu yazının konusu; 17. yy’da hiçbir Anadolu kentinde olmayan deri pazarının Halep’te olduğu, Nüremberg’li bir tüccar olan Wolffgang Aigen’in Halep’te oturduğu ve bu tüccarın Fransa ve Hollanda’ya Halep’ ten deri ihraç ettiğini rivayet ettiği üzerine olabilirdi.2 Bu yazının konusu; Avrupa kadar Hindistan’la yürütülen ticaretin merkezinin Halep olduğu üzerine olabilirdi. Bu yazının konusu; Suriye’nin İsrail ile yaptığı savaşlar, yaşadığı sorunlar, Golan Tepeleri veya “Hafız Esad’ın 1970 Kasım’ında Salih Cedid’i tutuklatarak, Suriye’de idareyi ele alması”3 gibi tarihsel bir olayın, günümüz açısından değerlendirilmesi olabilirdi. Bu yazının konusu; Temmuz 2003’te Tayyip Erdoğan’ın davetlisi olarak 5 bakan ile birlikte Türkiye’ye gelen Suriye Başbakanı Mustafa Miro’nun 17 yıl aradan sonra Türkiye’ye gelen ilk Suriye Başbakanı olması4 ve sonrasında gelişen ilişkiler neticesinde Mart 2011’de Türkiye -İran- Suriye arasında anlaşmaya varılan ŞAMGEN vize uygulamasına geçilmesi5 olabilirdi. Bu yazının konusu; “Jeopolitik eksenlerin coğrafyalar ile belirlendiği, bu coğrafyaların devletlere özel roller verdiği”, buradan hareketle jeopolitik - jeostratejik vb. gibi kavramlar üzerinden Suriye’nin bölgesel ve küresel konumun uluslararası aktörler nezdinde önemini irdelemek olabilirdi. Bu yazının konusu; 10 yıl aradan sonra BM Genel Kuruluna katılan Rusya Devlet Başkanı Putin’in, tüm aktörlere hitaben “Ne yaptığınızın farkında mısınız?”6 diye sorarken neyi kastettiğini anlamaya çalışmak olabilirdi. Bu yazının konusu; Mart 2015 tarihinde kurulan Arap Ordusu7 ile yine 2015 Aralık ayında kurulduğu ilan edilen ve 34 İslam ülkesinin yer aldığı İslam Ordusunun8 İslam dünyası için ne ölçüde umut olacağı olabilirdi. Ancak bugünlerde Halep’in maruz kaldığı yıkım ile Haleplilerin muhatap olduğu kıyım, Halep, Suriye, Ortadoğu ve İslam Dünyası üzerine söylenebilecek, yazılabilecek pek çok şeyi anlamsız hale getirmektedir. İnsanlık tarih boyunca pek çok kıyımlara, katliamlarla yüz yüze kalmıştır. Kuzey Barbarları olarak nitelendirilen Moğollar, 1251’de Pekin kapılarına dayandıklarında, Moğolların eline geçmemek için 60 bin kadının surlardan atladığı, açlıktan insanların birbirini yediği ifade edilmektedir.9 1237’de Rusya’ya rotalarını çeviren Moğollar, Riazan kentini ele geçirdiklerinde kent nüfusunun yarısını yakmışlar, diğer yarısını da kesmişlerdir.10 Babür Afganlıların kafataslarından uzaklardan bile görülen kuleler inşa etmiş11 1383’de Timur’un oğlu Miranşah yine babasının onuruna kafatasından kuleler yapma geleneğini sürdürmüş, 1387’de Isfahan çevresinde 1000-2000 kafatasından oluşan 45 kule yapılmıştır.12 Keza aynı şekilde 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü ele geçiren Haçlılar, şehirde Müslüman ve Yahudilerden neredeyse kimseyi bırakmamışlardır. Öyle ki katliamlardan şehirdeki kanın diz boyuna ulaştığı rivayet edilmektedir. Tarihler daha yakına geldiğinde, 2. Dünya Savaşında İngiltere’de savaş boyunca ölenlerin toplam sayısı 60 bin iken, Tokyo’da sadece bir günde 83 bin kişi hayatını kaybetmiştir.13 Örnekleri çoğaltılabilecek, tahayyül sınırlarını zorlayan ve insanlığın ne kadar insanlıktan çıkabileceğini gösteren bu örneklerden birisi daha, hali hazırda, tüm dünyanın gözleri önünde anlık yayınlarla, sosyal ve görsel medyadan paylaşımlarla, tüm dünya insanlarının kulaklarına ulaşan çığlıklar ve haykırışlarla yaşanmaktadır. Tarihte pek çok katliamların olduğu vakıadır. Geçmiş devirlerin katliamlarından o devirde yaşayan insanların sorumluluğunu tarih yargılamaktadır. Halep’te yaşanan hadiselerin boyutlarını ve insanların sorumluluklarını da tarih mutlaka kendi ölçülerinde yargılayacaktır. Ancak bugün ulaşılan birikim, bilgi ve bilinç düzeyi, bu sorumluluğun bugünden kimin payına ne düştüğünün anlaşılmasını sağlamaktadır. Bugün Halep’te yaşananların değerlendirilme düzeyinin mikyası, mukayesesi, muhakemesi “İnsan olma” veya “insanlıktan çıkma” arasında, üçüncü alternatifi olmayan iki seçenekle sınırlıdır. Yeryüzünde yaşayan ve haberdar olan herkesin bu iki seçenekten birinde mecburi bir konumlanması söz konusudur. Burada insanlık âleminin, “insanlık” adına bir sorumluluğu, yükümlülüğü vardır. Hadisenin “İslam olma” veya “İslam olmama” boyutunu çoktan aştığı ve “insan olma” “insanlıktan çıkma” boyutuna geldiği noktada, İslam âleminin bundan kendisini hariç tutması ve mazur görmesi söz konusu olamayacaktır. İslam dünyasının bugünkü gücünün, potansiyelinin, imkân ve kabiliyetlerinin; coğrafi olarak tam da kendi ortasında yer alan bir şehrin kurtarılmasına yetemeyeceğini düşünmek, böyle bir gücü olmadığını ileri sürmek, bu noktada uzak coğrafyalardaki ülkelerin iradelerinden, merhametlerinden medet ummak, onların gözlerinin içine bakmak, ağızlarından çıkacak söze muntazır kalmak, bile isteye, göz göre göre bir imtihanın kaybedilmesidir. Bu kaybediş “insanlık” kadar “İslamlık” adına imtihanın da kaybedilmesidir. Bu kaybın mahiyetinde dünyaya ve ahirete taalluk eden veçheler bulunmaktadır. Belki haddi aşan bir iddia olacaktır ancak; bugün İslam dünyası ve Müslümanlar, belki huzur-u İlahi’de namazlarının hesabını verebilecekler, belki namazı kıldık diyebilecekler, belki hacca gittik, zekatımızı da verdik diyebilecekler, ancak –Allahüalem- Halep sorgusunun hesabını veremeyeceklerdir. Ve tarih bugün “Nerede bu Müslümanlar?” sorusunu bugün sorduğu kadar, yarın da neredeydi bu Müslümanlar sorgulamasını kıyamete kadar yapacaktır. Yaşanmış olan artık yaşanmıştır ve geri dönüşü, telafisi bulunmamaktadır. Burada İslam âleminin vicdanı olmaya çalışan, vicdanını uyandırmaya çalışan, Müslüman dünyasına “İslam” olduklarını, tüm dünyaya “insan” olduklarını haykıran, Türkiye’nin yalnızlığına ayrı bir parantez açmak gerekmektedir. Tarih: 20 Eylül 2016 Yer: Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan: “Suriye'deki insani kriz 6. yılına girdi. Vatanlarını terk etmek zorunda kalan Suriyelileri evimizde misafir ediyoruz. Bu insanlara karşı insani ve vicdani görevimizi yapacağız. Dünya ve Batı almayabilir ama biz alacağız. Çünkü biz insanız…” İfadelerine duyarsız kalan ve Türkiye’yi yalnız bırakan İSLAM(!) dünyası… İfadelerine duyarsız kalan ve Türkiye’yi yalnız bırakan İNSAN(!) dünyası… Batı dünyasının mülteci politikaları bir tarafa; Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi gelir düzeyi yüksek ülkelerin henüz tek 1 (yazı ile de “bir”) mülteci dahi kabul etmemeleri14 bu anlamda dikkat çekilmesi gereken bir detay değil, göze batan bir hezeyandır. Türkiye bütün bu çalkantılar içerisinde, İslam(!) ve İnsan(!) dünyasının destek vermediği bir ortamda, elinden ancak bu kadarı gelmektedir. Kaçana kollarını açmakta, kaçamayana devlet ve STK’lar aracılığıyla orada el uzatmaya çalışmakta, olan karşısında sesini çıkarmakta ve haykırmaktadır. Bir başına, bütün küresel ve bölgesel aktörlerin karşısında, bütün dünyanın duyarsızlığında ancak bu kadarına muktedir olabilmektedir. İstanbul ile Halep’i gönül dünyasında birbirinden ayırmayan Türkiye; bir yandan da mutad şekilde ağır terör saldırılarına maruz bırakılmaktadır. Bütünüyle uçuruma yuvarlanmak üzere olan Ortadoğu coğrafyasının elinden tutmaya çalışan Türkiye, aynı şekilde Ortadoğu’nun atmosferine, akıbetine yuvarlanmaya çalışılmaktadır. Ancak coğrafya üzerine hesap yapanların bir detay gözlerinden kaçmaktadır. Bu detay; İnsani, İslami unsurlarla bezenmiş bir mefkûreye sahip olan Türk İslam Siyasi Düşünce geleneğinin potansiyel gücüdür. Dün geride kaldı, bugün de geride kalacak, er geç “Çünkü biz insanız” diyenlerin insanlığı kazanacaktır. Belki Halep de yeniden inşa edilecek. Ancak yaşanmış olan bir kez yaşanmış olacaktır. Bugünlerden yarınlara, belki uhrevi hayata bakıldığında, bugünlerden bir hesap mutlaka kalacaktır. Bugün “Çünkü biz insanız” diyenler, yarın inşaallah “esfel-i safilin” olanlardan ayrılacaktır. Yarınlardan bu güne bakıldığında, dünyanın çoğunluğa tekabül eden kesiminin insanlıktan çıkılmış bir mazinin mirasçısı olduklarını sürekli onlara hatırlatacak, bunu yüzlerine çarpacak ve rahatlıkla telaffuz edebilecek dünyanın bir başka kısmı daha olacaktır. Neden mi? Çünkü Biz İnsanız… Kaynaklar: 1- Suraiya FAROQHI, Osmanlıda Kentler ve Kentliler, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 193, s. 682- Suraiya FAROQHI, a.g.e., s. 2063- Tayyar ARI, Ortadoğu, Alfa Yayınları, s. 4644- Hakan ALBAYRAK , Türkiye Suriye Birliği, Vadi Yayınları, s. 775- Şamgen’de Anlaşma Sağlandı, 11.03.2011 http://www.hurriyet.com.tr/samgende-anlasma-saglandi-172031966- Mesut Hakkı CAŞIN, Giray Saynur DERMAN, Rus Dış Politikasındaki Değişim ve Kremlin Penceresinden Yeni Ufuklar, Srt yayınları, s. 4527- Arap Ordusu Resmen Kuruldu, http://www.yenisafak.com/dunya/arap-ordusu-resmen-kuruldu-21107638- http://www.yeniakit.com.tr/haber/rusya-ve-abdyi-titreten-gercek-135097.html9- Jean Paul Roux, Moğol İmparatorluğu Tarihi, Kabalcı Yayınları, s. 16710- Jean Paul Roux, a.g.e., s. 28111- Jean Paul Roux, Büyük Moğolların Tarihi Babür, Kabalcı Yayınları, s. 23612- Jean Paul Roux, Büyük Moğolların Tarihi Babür, Kabalcı Yayınları, s. 23913- Oral SANDER, Siyasi Tarih 1918-1994, İmge yayınları, s. 18614- Bu 4 ülke tek bir mülteci bile kabul etmiyor!, Milliyet, 04.09.2015, http://www.milliyet.com.tr/o-ulke-tek-bir-multeci-bile-kabul/dunya/detay/2112527/default.htm
Cilt ve ciltçiliğin tarihi çok eskidir. Kâğıdın keşfinden önce parşömen veya papirus üzerine yazılan yazılar, sargı (rulo) şeklinde, tahtadan yapılmış kılıf veya kutularda saklanırdı. Balmumu levhalar ve papirus üzerine yazılan yazıların saklanması için tahta kapaklar kullanılmış ve bu kapakların iki yanlarından iplerle bağlanmak suretiyle bir çeşit cilt yapılmıştır. Daha sonraları parşömenin kullanılmaya başlanması üzerine parşömenler katlanarak formalar haline getirilmiş, sonra bunlar dikilerek ciltlenmiştir. Orta Asya’da kâğıdın keşfiyle beraber, Türklerde ciltçilik gelişmiş ve bir sanat kolu haline gelmiştir. İlk Türk ciltleri M.S. 7. yüzyılda Doğu Türkistan’daki Uygur Türklerinde görülür. Çin’de ciltçiliğin gelişmesi, yine Uygur sanatkârlarının Çin’e yerleşmesiyle başlamıştır. Uygur Türkleri, İran’a ve halife Mu’tasım Billâh zamanında Samarra’ya (Irak) gelerek, bu memleketlerde cilt sanatının ilerlemesinde büyük rol oynadılar. Endülüs’te ilk kâğıt fabrikası 1144-1154 yılları arasında Şatibe’de kurulmuş ve Avrupalılar kağıt imalini buradan öğrenmişlerdir. Doğuda ise ilk kâğıt fabrikası Semerkant’ta M.S. 652 senesinde kurulmuştur. Ciltçilik Doğu Türkistan ve Horasan’dan sonra Arap Yarımadası ve Irak’ta gelişmiştir. Orta Asya’ya mahsus bir sanat olan ciltçilik, Türklerin İslâm dinine girmelerinden sonra büyük bir gelişme gösterdi. İslâmiyetin üç kıtaya yayılması, Kur’ân-ı kerimin çoğaltılması, yazılan din ve fen ile ilgili eserlerin muhafazası, İslam dininin ilme verdiği önem, ilmin kaynağı olan eserlerin korunmasına sebep oldu. Müslüman Türkler yazıya ve kitaba çok hürmet ederler, imanları, hayâları ve terbiyeleri icabı dinî kitaplara çok saygı gösterirlerdi. Özellikle İslâmın mukaddes kitabı Kur’ân-ı Kerîm’e gösterilen hürmet ve hassasiyet, onun en güzel bir şekilde tezyînine ve ciltlenmesine de ayrı bir ehemmiyet verilmesine sebep olmuş ve neticede ciltçilik güzel sanatların bir kolu haline gelmiştir. Türklerin elinde gelişen cilt sanatı ortaçağ Avrupa ciltçiliği üzerinde de geniş tesirler yapmıştır. Bunun neticesinde, Rönesansla birlikte Batıda yapılan ciltlerde ebrulu kâğıt ve İslâm tezyini motifleri görülmeye başlanmıştır. XVII. yüzyıldan sonra, klasik cilt tarzı yerini yeni üsluplara bırakmıştır. Çiçek resimlerinin stilize edilmesiyle Şükûfe üslubu gelişmiştir. Şükûfe devri, klasik üslûbun sonu sayılır. Daha sonra, bilhassa İranlılarda şükûfe (çiçek), yerini insan ve hayvan tasvirlerine bırakmış, bu resimlerin üzerine vernik sürülmek suretiyle Lâke üslubu doğmuştur. On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru Barok ve Rokoko üslupları Türk cilt sanatında Batı ciltçiliğinin ilk tesirleri olarak görülmüş, sonunda modern ciltler eskilerin yerini almıştır. Klasik ciltte bulunan özellikler şunlardır: Ciltçilikte kullanılan esas malzeme deri ve mukavvadır. Klasik usulde deri, ıslatılıp yumuşatılarak el bıçkısı ile kâğıt inceliğinde traş edildikten sonra kullanılır. Keçi derisinden yapılan cilde "Sahtiyan Cilt", koyun derisinden yapılan cilde "Meşin Cilt" denir. En çok kullanılan deri, renkleri siyah, açık bejden en koyusuna kadar kahverengi ve bordodur. Klasik bir cilt dört parçadan ibarettir. Bunlar sırasıyla üst (sağ) kapak, alt (sol) kapak, sertab ve miklebtir. Üst kapak, kitabın önünde bulunur ve sırtla alt kapağa bağlanır. Sertab, mikleple alt kapak arasındadır. Sertab, kitap kapandığı zaman sayfaların kenarlarını (cildin ağız kısmı) örten parça olup, alt kapakla birlikte hareket eder. Mikleb kitabın sahifeleri arasına sokulan ve sertaba bağlı olan parçadır. Sahife kenarlarının bozulmaması için cildin kapağı ile kitap boyu arasında bırakılan fazlalığa -ki bu yok denecek kadar azdır dudak- denir. Cilt yapmak için formalar umumiyetle kâğıdın rengine uygun ibrişimle dikilir. Daha sonra elle şiraze örülür. Şirâze formaların dağılmamasını ve düzgün durmasını sağlar. Sonra kitabın ölçülerine göre hazırlanan deri kapak takılır. Bu durumdaki klasik bir ciltte şu özellikler bulunur: Kapak kitap boyunda olup, dışarı taşmaz, şiraze elle örülür, kitabın sırtı düzdür ve yazı bulunmaz. Ezme altın klasik usulde hazırlanarak kullanılır, sonra parlatılır. Ciltte süsleme her iki kapak ile sertab ve mikleb üzerine yapılır. Aynı zamanda bu özellikleriyle klasik cilt, modern ciltten ayrılır.
‘Rabbim! İlmimi artır, de.’1 Medeniyetlerin teşekkülünde rol oynayan pek çok etkenden biri ve hatta en önemlisi de dinlerdir. Nasıl ki Batı medeniyetinin temelinde Hıristiyanlık, Çin medeniyetinin temelinde2 Taoizm, Konfüçyanizm, Budizm ve diğer uzak doğu dinleri, hatta antik Yunan medeniyetinin köklerinde pagan (putperest) inancı ve kültürü varsa, İslam medeniyeti de temel kaidelerini İslamiyet ile Kur’an ve Sünnet’ten almıştır. Bediüzzaman’ın dilinde ‘din hayatın hayatı, hem nuru hem esası..’ şeklinde ifadesini bulduğu gibi3, Kur’an ve Sünnet üzerine tesis edilen Medeniyet-i İslamiye de bu din ve şeriatla hayatının her kısmını tanzim etmiş, nurlandırmış ve esaslarını belirlemiştir. 1400 senelik bu muazzam medeniyetin en başta gelen umdelerinden birincisini ilim oluşturur. Zira bu medeniyet ilk olarak, bir ismi de ‘İlm’ olan Kur’an-ı Kerim4 ile müteşekkildir. İkinci temel belirleyici etken ise, nebevi sünnettir. İslam kendisini bilgiyle özdeşleştirir. Bilgiyi hedefi olduğu kadar gerekli de kılar. Bilginin elde edilmesini ibadetle eş görür ve över. İlim sahiplerini Allah’ın dostları ilan eder; onların mürekkeplerini şehit kanlarının değerinin üstüne çıkartır.5 Bundan dolayı medeniyetimizin ilme verdiği kıymeti anlayabilmek için öncelikle Kur’ an-ı Kerim’e ve hadislere başvurmak gerekmektedir. Bundan da önce ilmin tanımı ve mahiyeti hakkında malumat vermek yerinde olacaktır. İlmin Mahiyeti İlim hakkında bu zamana kadar birbirine yakın-uzak, benzer-farklı pek çok tanım yapılmıştır. Adeta İslam âlimlerinin sayısı kadar da ilim tarifi vardır denilse, mübalağa etmiş olmayız. Fakat biz burada bunları bir tarafa bırakarak efradını câmi, ağyarını mâni nev’inden iki tanımı, mukayese edilebilsin diye beraber, kısaca vermekle iktifa edeceğiz. Kâmûs-ı Türkî sahibi Şemseddin Sami, eserine ilmin tarifini şöyle almıştır: ‘Çoğulu: Ulûm. 1. Bilme, biliş, bilgi, danış, malumat, haber, vukûf. 2. Bir nev’ umûr hakkında olup okumakla tahsil olunan malumat ve vukuf. 3. Nazariyat.’6 Dini Kavramlar Sözlüğü’nde ise ilim için, ‘Bilmek, şuurda hâsıl olmak, sağlam ve kesin bir biçimde bir şeyin gerçeğini bilmek gibi anlamlara gelen ilim, kelam ilminde, vakıaya uygun olan kesin inanç; aklın ve duyuların mevzuuna giren her şeyin tanınmasını sağlayan sıfat; zıddına ihtimal verilmeyecek şekilde manaları birbirinden ayırt etme sıfatı şeklinde tanımlanmıştır. İlim, Allah’ın subûtî sıfatlarından biri olup; olmuşu, olanı, olacağı, gizliyi, açığı, kısacası her şeyi bilmesi demektir.’ denilmiştir.7 ‘İlim’ kelimesinin ilimler tarihi boyunca ‘belli bir alana ait sistemli bilgi birikimini ifade eden disiplin’ manasında kullanıldığını ve ‘fen’ teriminin de İslam’ın klasik çağında herhangi bir ilmî disiplini yahut bir ilme ait alt disiplinlerin her birini karşıladığını8 da belirterek ilmin mahiyeti meselesini tamamlamış olalım. Kur’an ve Sünnette İlim [Allah cahilliğe ölüm, ilme de hayat dedi. Bu yüzden ölüler topluluğuyla, cahillerle arkadaş olma.]9 Kur’an’ın 750 yerinde türevleriyle birlikte geçmekte olan ilim kelimesi; okumak, düşünmek, ibret almak, akıl, nazar, hikmet, fikir, ayet gibi ilimle ilgili kelimeler de dikkate alındığında, Kur’an’daki her dört ayetten birini teşkil eder.10 Bu durum tesadüfî değildir ve hem bilginin, hem de bilme faaliyetinin Kur’anî mesaj bakımından merkeziliğini ortaya koymaktadır.11 İlk inen ayeti ve ilk emri ‘Oku!’12 olan Kur’an-ı Kerim’de ilim kelimesi daha ziyade ilahi bilgi yahut vahiy anlamında kullanılmakla birlikte, gerek insanın vahyedilmiş ilahî hakikat hakkındaki ilmi, gerekse doğrudan doğruya insanın bilme melekesiyle ilgili olarak sahip olduğu dünyevî ilim kavramı da çeşitli ayetlerde yer almaktadır. Buna göre ilim ancak Allah’ın katındadır yani kaynağı Allah’tır. Bu anlamda ilim sahipleri (ulü’l-ilm) ya da kendilerine ilim verilenler (ellezîne ûtü’l-ilm) ilahi bilgiye muhatap olan ve doğruluğuna inananlardır (Bakara, 145; Âli İmran, 119; İsra, 107; Neml, 40; Sebe’, 6; Mülk, 26). İlahî hakikat konusunda ilim sahibi kılınanlar ise, o ilimde derinleştikleri (râsihûn fi’l-ilm) veya dereceleri bizzat Allah tarafından yükseltildiği için belirli seviye farklılıkları arz edebilirler. Bu yüzden her ilim sahibinin üzerinde daha fazla bilgiye sahip başka bir bilgi sahibi (alîm) vardır (Âli İmran, 7; Yûsuf, 76). Tabiatıyla bu ilim dereceleri, Allah’ta en mutlak ve kâmil seviyesindedir. Bilinmelidir ki ‘Alîm’ ismiyle Allah her şeyi bilmektedir (Bakara/231). Allah’ın mutlak ilmine göre olup biten bir şeyde ‘âlimler’ için ayetler vardır; O’nun ilahî hakikatleri kavratmak için verdiği örnekleri ancak ‘âlimler’ aklettiği gibi Allah’a hakkıyla saygı duyanlar da ancak O’nun ‘ulemâ’ kullarıdır (Rum, 22; Ankebut, 34; Fâtır, 28).13 İster ilahî isterse zihnî bilgi söz konusu olsun, Kur’an’da bilenlerle bilmeyenlerin eşit olmayacağı kesin bir dille belirtilmekte (Zümer, 9), insan ‘ilminin artırılması’ için Allah’a yakarmaya çağrılmaktadır (Kehf, 114). Kur’an, kendini indiği ortamdaki ‘bilgisizlik’ (cahiliyye) durumunu (Âli İmran, 154) hem ilmî hem de amelî planda zıddına dönüştürmek için gelmiş bir ‘bilgi’ olarak tanımladığı için, bu ilahi kitapta ilim, insan için gerekli ve faydalı her türlü şekliyle yüksek değer olarak yerini almıştır. Bütün bunların üstüne olarak Kur’an’a göre Allah (cc) ilim sıfatına sahiptir ve ‘el-Alîm’ ismini taşımaktadır. Dolayısıyla bu ilahî sıfat ve ismin tüm gerekleriyle O’nun yarattığı âlemde yansıdığını, Allah’ın âlemdeki insan için gerekli ilmi ulaşılabilir kıldığını ve bu yüzden insanı gerekli ilimleri edinme kabiliyetiyle yarattığını kabul etmek, İslam’ın temel öğretisi açısından mantıkî bir zorunluluktur.14 Şimdi tüm bunlardan sonra mevzumuzla alakalı bazı ayetleri aynen iktibas edelim: ‘Allah sizden iman edenlerle, kendilerine ilim verilmiş olanları derecelerle yükseltir.’ (Mücadele, 11) ‘De ki: Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?’ (Zümer, 9) ‘Allah’tan, kulları içinde ancak âlimler korkar.’ (Fâtır, 28) ‘Kendilerine ilim verilenler ise: “Yazıklar olsun size; Allah’ın sevabı (mükâfatı), iman edip iyi iş ve hareket yapanlara daha hayırlıdır” dedi.’ (Kasas, 80) ‘Bu misaller (var ya), biz onları insanlar için getiriyoruz, ama onların (inceliğini ve faydasını) âlimlerden başkası anlamaz.’ (Ankebut, 43) ‘Ve elbette onlara olup bitenleri bir ilimle anlatacağız.’ (A’raf, 7) ‘Gerçekten biz onlara öyle bir kitap gönderdik ki, inanacak herhangi bir insan topluluğuna doğru yolu göstermek ve rahmet olmak için, tam bir ilim üzere onu kısım kısım ayırdık.’ (A’raf, 52) İlme dair bunlar gibi pek çok ayetlerle birlikte, insanları tefekküre ve müspet ilimlere yöneltmek için adeta hız kaynağı gibi duran15 ve kâinat kitabını okumak için hareket noktası olan başka ayetler de vardır: ‘Allah’ın yarattığı şeylere bakmazlar mı?’ (A’raf, 185) ‘Gökte ve yerde olan şeylere bakın!’ (Yunus, 101) ‘Yeryüzünde dolaşın da (Allah) yaratmaya nasıl başlamış bakın’ (Ankebut, 20) ‘Başlarının üstündeki göğe bakmazlar mı? Biz onu nasıl kurduk ve süsledik?’ (Kaf, 6) ‘İnsan neden yaratıldığına bir baksın.’ (Tarık, 5) ‘Deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmış?’ (Ğaşiye, 17) ‘Sizin yaratılışınızda, Allah’ın yeryüzüne dağıttığı her bir canlıda, tasdik edecek bir topluluk için deliller vardır.’ (Casiye, 3-5) [O ilim sahibi Peygamber (sav) de şöyle emretti: Beşikten mezara kadar ilim talep ediniz.16] 17 İlmin İslam dini için ifade ettiği anlam, taşıdığı değer ve gördüğü işlev hadislerde de yoğun biçimde vurgulanmıştır. Her şeyden önce Müslüman ümmetin bağlandığı tüm bir değer sisteminin devamlılığı ilme bağlı olduğu için, Muallim-i Ekmel18 olan Efendimiz Hz. Muhammed (sav) âlimlerin yetişmesine duyulan ihtiyacı görerek ilmi yüceltmiş ve teşvik etmiştir.19 Bunlara da misal verecek olursak;20 ‘İlim öğrenmek her Müslümana farzdır.’ ‘İlim Çin’de de olsa, onu elde etmek için arayın.’ ‘Âlimler peygamberlerin varisleridirler.’ ‘Âlimin abide olan üstünlüğü, on dördünde ayın öteki tüm yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.’ ‘Kim ilim isteğiyle bir yola girerse, Allah da o kimseye cennete giden yolu açar.’ ‘Sabahlayıp da ilim konusunda bir mesele öğrenmen, senin için yüz rekât namaz kılmandan hayırlıdır.’ ‘Âdemoğlu öldüğünde üç kişinin dışında amel defterleri kapanır. Amel defteri kapanmayacak olanlardan biri de ilminden yararlanılan kimsedir.’ İlim Medeniyeti Kaynağını bu gibi bütün ayet ve hadislerden alan İslam medeniyeti, çok geçmeden öyle bir noktaya kadar gelmiştir ki, başlı başına bir ilim medeniyeti halini almış, bu medeniyetin mensupları da ‘bütün âleme muallim ve medeni ümeme üstad’21 olmuşlardır. Müslümanların dine sarılmakla terakki ettikleri ve dine gösterilen bağlılık derecesinde ilmî inkişaf yollarının açıldığı tarihi bir gerçektir.22 Zira ‘tarih şahittir ki, ehl-i İslam ne vakit dinine tam temessük etmiş ise, o zamana nisbeten terakki etmiş. Ne vakit salabeti terk etmiş ise tedenni etmiş’tir.23 İşte önceki Müslümanlar bu sırrı anladıkları için İslam’a sıkı sıkıya sarılmışlar ve bunun neticesi olarak da zamanın diğer kavimlerinden daha ileri düzeylere ulaşarak terakki etmişlerdi. Kâinatta Allah’ın ayetlerini okumak, Allah’ın adını her yere ulaştırmak ve Hz. Peygamber (sav)’in bıraktığı mirasa varis olabilmek için müthiş bir şekilde ilmî faaliyet başlattılar. Yapılan ilk iş ise, olağanüstü bir açık fikirlilikle geçmişin bütün büyük kültürlerinden tevarüs ettikleri bakiyelerini sistemli bir şekilde özümleme gayreti oldu.24 Daha önceden başlayan tercüme faaliyetleri de Abbasi Halifesi Me’mun’un, 830 yılında Bağdat’ta 200.000 dinar harcayarak kurduğu Beytülhikme ile sistemli ve hızlı bir yapıya büründü.25 Buradaki mütercimler özellikle Yunanca, Hintçe ve Farsçadan eski eserleri tercüme ediyorlardı. O vakte dek teraküm eden ilmî birikim bu milletlerdeydi ve ilmi, bilmemekten hiç çekinmeyerek ehlinden almak gerekiyordu: Tercüme faaliyetlerinin ardından -yaklaşık iki yüzyıl sonra- ise, alınan belli merhaledeki ilimler geliştirildi ve hatta çok gerilerde bırakıldı. Bununla da kalmayıp yeni ilim dalları kuruldu. Bu açıdan bugün Avrupa’daki bilimler, İslam bilimlerinin bir başka coğrafyada, değişik tarihi şartlar içerisindeki devamından ibarettir.27 Hicri 1. yüzyılın sonlarına doğru İslam dünyasında okuma yazma bilenlerin sayısı, bütün dünyadaki okuma yazma bilenlerin sayısından çoktu. Müslümanların bilime ve okumaya susamışlıkları vardı. Hicri 2. yüzyılda, camilerde kürsüler ortaya çıktı. Bir hoca ‘burası benim kürsümdür’ diyerek çıkar ve orada ders verirdi. Talebeler gelir, ilim adamları katılır ve camiler büyük ilim merkezlerine dönüşürdü. Böylece 2. yüzyılda İslam dünyasında bir üniversite tipi ortaya çıkmış oldu. Devlet üniversiteleri ise hicri 5. yüzyılda ortaya çıkmıştır.28 İslam tarihinde üniversitelerle yani medreselerle birlikte diğer eğitim kurumlarının da (enstitüler, hastaneler, mektepler, özel ilim halkaları -ki bir kitapçı dükkanı, kıraathaneler veya âlimlerin kendi evleri de olabiliyordu- ve atölyeler, tekke ve zaviyeler, kütüphaneler vs.) başlangıcını Peygamber Efendimiz (sav) tarafından yaptırılan Mescid-i Nebevi’nin bitişiğinde olan, Suffa denilen ve içindeki talebelerle bizzat Efendimiz (sav)’in alakadar olduğu ilim meclisi olarak kabul etmek mümkündür “Bir yerde ki cehl hükümrandır / Ol yerde ziya-yı hak nihandır” (Mahmud Celaleddin Paşa)29 Hakkın ziyası hiçbir vakit cehalet yüzünden gizli kalmasın diye çabalayan İslam âlimleri ve idarecileri, bütün bir İslam coğrafyasında seferber olarak ‘yüksek kültür’ ortaya koymayı başarmışlardır. Kültürün yayılması açısından kâğıdın önemi her türlü tasavvurun üstünde olduğundan,30 burada kâğıdın 751 yılındaki Talas Savaşından sonra Çinli esirler tarafından Müslümanlara öğretildiğini, ilk kâğıt fabrikasının 800 yılında Bağdat’ta kurulduğunu, Müslüman İspanya (Endülüs) yoluyla Avrupa’ya geçtiğini, fakat Avrupa’nın kâğıdı İtalya ve Almanya’da ancak 14. yüzyılda imal etmeye başlayabildiğini31 belirtmek yerinde olacaktır. Müslümanların yetiştirdikleri Câbir b. Hayyân, Kindî, Hârizmî, Ebu Bekr er-Razi, İbn Sina, İbn Yunus gibi binlerce alimlere ve ilme yaptıkları muazzam katkılara örnekler dahi vermek bu makalenin konusunu da sınırlarını da aşacağından konuyu ilgili eserlere havale ediyoruz.32 [Cahillik insana bela zindanıdır. Ona düşenin kurtuluş yüzü görmesi imkânsızdır.]33 İslam’ın kurduğu bu ilim medeniyeti kadar cehaletten korkan başka bir medeniyet bulunmaz. Bu medeniyetin kurucuları ilme o kadar değer vermişlerdir ki, ilimle alakalı olan her şey kıymetlenmiştir. Hangi ilim olursa olsun tahsil edileceği zaman abdestle ona başlanmış; kitap, kalem, kâğıt ve hatta rahle ilim dolayısıyla saygınlık kazanmıştır. Hangi dala ait olursa olsun hiçbir kitap ayak altına bırakılmazdı, keza üzerinde yazı bulunmasa dahi kâğıt yerde tutulmazdı. Kalem ise bizzat Kur’anî sadâ ile paha biçilmez bir kıymet kazanmıştı: ‘Nûn. Kalem’e ve yazmakta oldukları şeylere yemin olsun!’34 Hatta bu sefer nebevi bir müjdeyle, ilim için harcanan mürekkep dahi şehitlerin kanlarından daha fazla değere layık görülüyordu: ‘Kıyamet gününde âlimlerin kalemlerinin mürekkebi, şehitlerin kanıyla tartılır.’ Kitaba ve okumaya düşkünlük ise apayrıydı. Bugünkü insanın iktisadî, sosyal ve fikrî seviyesi nasıl mal çokluğu, otomobili, evi ve eşyası ile ölçülüyorsa, Müslümanların da eskiden bu yönlerden seviyesi, sahip olduğu kitaplarla ölçülüyordu. Mesela Nasiruddin Tûsî Merağa’daki rasathanesi için 400 bin ciltlik bir koleksiyon vücuda getirir.35 Kurtuba’da 600 bin, Kahire Saray Kütüphanesi’nde 1 milyon, Trablusşam’da 3 milyon cilt kitap vardı. İslam tarihçisi Vakidî vefat ettiğinde 600 sandık kitap bırakmıştı. Kitap onların her şeyiydi. İbn-i Heysem sadece bir defasında Öklid’in bir kitabı için 75 dirhem vermişti ki bu miktar onun altı aylık maaşına denkti. Halife Me’mun, Bizans İmparatoru 3. Michael’le yaptığı anlaşmada, Konstantiniye kütüphanelerinden birinin, emrine verilmesini şart koşmuştu. Savaş tazminatı olarak bir kitap koleksiyonu alacaktı.36 Bu örnekleri daha pek fazla çoğaltmak mümkündür. İslam âlimlerindeki ilim aşkı ve gayreti, onları ömürlerinin sonuna kadar bu yolda sebkat etmeye sevk etmiştir. Onlar sadece kitap toplamakla kalmadılar, bunun çok daha fevkinde olarak sayısız eserler de verdiler. Bütün âlimler son nefeslerine kadar faydalı eser bırakabilmek için adeta yarışırlardı. Çünkü ilmin şehri olan Muallim-i Ekmel (sav), öldükten sonra amel defterini kapatmayan üç şeyden biri olarak, istifade edilen ilmi saymıştı. Aynı zamanda İslam’da ilmin gayesini de belirleyen bu hadisi kendilerine rehber edinen yüz binlerce âlim, geriye milyonlarca eser bırakmışlardır. Mesela Biruni’nin çeşitli bilim dallarında 176, Kindî’nin 231, İbn Sina’nın 296, İbn Hazm’ın 400, Cahız’ın 550, Suyuti’nin 576, Cabir bin Hayyan’ın irili ufaklı yaklaşık 200038, İbn Ebi’d Dünya ve Abdulmelik bin Habib’in 1000’er39 eserleri vardır. Bunlar gibi daha pek çok âlim birbirinden kıymetli yüzer, belki biner eser kaleme almışlar, fakat maalesef bunlardan pek az bir kısmı günümüze ulaşabilmiştir. İlme ve kitaba gösterilen bu ihtimam sayesinde müstensihler, hattatlar, mücellidler gibi zanaat erbabı da iş kapısı buluyor,40 daha da önemlisi bunlarla birlikte tezhip, minyatür gibi güzel sanatlar da gelişip yayılıyordu.41 Zaten bu medeniyetin en önemli ve özgün tecellilerinden biri olan sanatın temelinde bir değerler sistemi, bir dünya görüşü, bir düşünce ve bilim geleneği olmadığını ileri sürmek de mümkün değildir.42 [İster halktan, isterse devlet adamlarından olsun, şüphesiz herkesin âlimlere ihtiyacı vardır.]43 İlme verilen önemden dolayı ehl-i ilmin gördükleri itibar ise hepsinden büyüktü. Âlime gösterilen hürmet çoğu zaman devlet adamlarına gösterilenden daha fazlaydı. İlmin kapısı olan Hz. Ali (ra) ‘Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum’ demişti. O halde birçok şeyler öğrendikleri âlimlere sevgi ve hürmet duymak vazifeydi.44 Bu âlimler değil miydi ki tek bir hadis için bir aylık yolu hiç üşenmeden gidenler,45 uyumadan sabahlara kadar ilimle meşgul olanlar,46 son nefeslerinde dahi ilim taleb edenler,47 ilme daha fazla vakit ayırabilmek için yemeklerini dahi ona göre tanzim edenler,48 elleriyle yüzlerce hatta binlerce eser yazanlar…49 Elbette bunların mükâfatı olacaktı. Talebelerin ihtiyaçları halk tarafından seve seve karşılanır, mektep ve medrese yaptırmada yarış edilirdi. Kitaba, kaleme, kâğıda hatta mürekkebe gösterilen ihtiram, âlime ve talebeye duyulan sevgi ve hürmet elbette bu medeniyetin müntesiblerinin Kur’an ve hadisle nasıl talim edildiklerinin, bunun neticesi olarak da nasıl ince bir ruh hali kazandıklarının delilidir. Bu ruh hali kendini tevazu ve edeble göstermelidir. Başta da tevazu olmalıdır, çünkü; İslam Bilimi Hakk’ı bilmek için okumak, İslamî bir ilmin nihaî amacıdır. Bu sebeple tüm ilimler aslında tek bir ilim için öğrenilir ki o marifetullahtır. Okunan da zaten Hakk’ın tekvinî ayetlerinden ibaret olan, kitab-ı kebîr-i kâinattır. Bu büyük kâinat kitabının üzerine yazılan şerhlerden ibaret olan bütün beşeri kitaplar ise neticede tek bir kitap için okunur; o da kelâm-ı ezelî olan Kur’an-ı Kerim’dir. İşte Cenab-ı Hakk insanı tekemmül ederek bu yüce marifetullah ilmini edinebilecek ve her iki Kitâb’ını da okuyup anlayabilecek bir fıtratta ve istidatta yaratmıştır. Bu, insanı diğer mahlûkattan ayıran özelliklerinden en büyüğüdür. Nitekim diğer canlılardan ‘hayvan dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir. Yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavânin-i hayatiyesini öğrenir… Demek hayvanın vazife-i asliyesi, taallümle tekemmül etmek değildir. Ve marifet kesb etmekle terakki etmek değildir… İnsan ise, dünyaya gelişinde her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil; hatta yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor. Belki ahir ömrüne kadar öğrenmeye muhtaçtır… Demek ki insanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür… Demek insan bu âleme ilim (ve dua) vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibariyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-ı hakikiyyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır.’53 Açık bir şekilde ortaya çıkmıştır ki ilim ve talim insan için tabiîdir54 ve fıtrîdir. Kur’an ve Hadis nerede olursa olsun İslam’la ilgili her şeyin kaynağıdır. Bu kaynaklar bilimlerin meydana getirilip serpilmesinde ikili bir rol oynamışlardır. İlk olarak, her türlü bilimin -tabii ki ayrıntıların değil, ilkesinin- Müslümanlarca Kur’an’da mündemiç olduğu düşünülmüştür. Nitekim Bediüzzaman da Kur’an’ın ‘ulûm-ı kevniyenin bütün fezlekelerini, maarif-i ilahiyenin bütün fihristelerini’ içerdiğini söylemektedir.56 İkinci olarak Kur’an ve Hadis, Allah’ın birliğini şu ya da bu yolla belgeleyen her türlü bilgiyi aramanın değerini vurgulamak suretiyle bilimlerin serpilmesi için uygun bir atmosfer oluşturmuştur. Bu nedenle bütün bir metafizik ve kozmoloji Kur’an ve Hadis’in bağrından çıkmış ve cümle İslam bilimlerinin üzerine kurulacağı bir temel olarak iş görmüştür.57 Bediüzzaman’ın yukarıda bahsi geçen bilimler fihristini Kur’ an’da görmek için önerdiği iki metod vardır. İlki, peygamberler tarafından gösterilen mucizelerin, daha sonraki ‘medeniyet harikalarını’ nasıl haber verdiğini belirlemek üzere incelenmesidir:58 “Evet, Kur’an’ın üstadiyetinden ve dersinin işaratından fehm ediyoruz ki: Kur’an, mu’cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle, beşer istikbalde terakki edeceğini ve o mu’cizatın nazîreleri istikbalde terakki ile vücuda geleceğini beşere ders verip teşvik ediyor. ‘Haydi çalış, bu mu’cizatın numunelerini göster’ diyor. ‘Süleyman (as) gibi iki aylık yolu bir günde git. İsa (as) gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış. Hz. Musa (as)’nın asâsı gibi taştan âb-ı hayat çıkar, beşeri susuzluktan kurtar…’ İşte buna kıyasen Kur’an, her cihetle beşeri maddi manevi terakkiyata sevk etmek için ders veriyor. Üstad-ı küll olduğunu gösteriyor.”59 Bu anlayışa binaen, Osmanlıca neşredilmiş Mir'ât-ı Kâinât, Mevduat’ül-ulûm ve Dürr-i Meknûn gibi kitaplarda birçok ilmin (ilm-i nucum, rasad, tıb, hesab, fizik, kimya ve sanatlar) başlangıcı peygamberlere dayandırılmaktadır.60 İkinci metod ise, hakikate ilişkin farklı bilimler ve bilgi alanları ile Esma-i Hüsna arasında ilişki kurmaktır. Mesela mühendislik biliminin temelinde Cenab-ı Hakk’ın ism-i Adl ve Mukaddir’i; tıp ilminin ardında Hakîm-i Mutlak’ın Şafi ismi ve genel olarak tabiat bilimlerinin ardında Cenab-ı Hakk’ın ism-i Hakîm’i bulunur.61 Bu tespite ilişkin Bediüzzaman’ın ifadeleri şöyledir: “Her bir kemalin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın, her bir fennin bir terakkiyat-ı âliyesi var ki, o hakikat ise bir ism-i ilahiye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi’ tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fünun, o kemalat, o sanat kemalini bulur. Yoksa yarım yamalak bir surette nakıs bir gölgedir. Mesela hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese ayinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir. Mesela tıp bir fendir, hem bir sanattır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlak’ın Şafi ismine dayanıp eczahane-i kübrası olan rû-yı zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıp kemalini bulur. Hakikat olur. Mesela hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenab-ı Hakk’ın Celle Celalüh ism-i Hakîm’inin tecelliyat-ı kübrasını, müdebbirane, mürebbiyane eşyada menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet, hikmet olabilir…”62 Ayrıca ilmin insan için önemi ve onu meleklerden dahi üstün kılması konusunda Allah’ın Hz. Âdem’e isimleri öğretmesinden bahseden pek çok âlim gibi63 Bediüzzaman da bu meseleye şöyle temas eder: ‘Cenab-ı Hakk Celle Celalüh, manen şu ayetin64 lisan-ı işaretiyle diyor ki: Ey benî Âdem! Sizin pederinize, melaikelere karşı hilafet davasında rüchaniyyetine hüccet olarak bütün esmayı talim ettiğimden, siz dahi madem onun evladı ve vâris-i istidadısınız. Bütün esmayı taallüm edip mertebe-i emanet-i kübrada bütün mahlûkata karşı rüchaniyyetinize liyakatinizi göstermek gerektir. Zira kâinat içinde bütün mahlûkat üstünde en yüksek makamata gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız! Ve birer ismime yapışınız, çıkınız! (...) Vakit be vakit başınızı kaldırıp Esma-yı Hüsnâma dikkat ederek, o semavata urûc etmek için fünûnuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünûn ve kemalatınızın menbaları ve hakikatleri olan Esma-yı Rabbaniyeme çıkasınız…’65 Son olarak bazı liseli talebelerin Bediüzzaman’a gelip ‘Bize Hâlıkımızı tanıttır. Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar’ demeleri üzerine, Üstadın onlara her bir fennin aslında kendi hususi dilleriyle sürekli Allah’tan bahsettiklerini ifade ederek misaller vermesi66 de İslam ilminin mahiyeti hakkında bize büyük bir İslam aliminin lisanıyla açık işaretler sunmaktadır. İslam’da bilimlerin ve ilmî usulün gelişmesi kendine has bir ‘ilmî prensipler’ ve ‘ilim ahlakı’ ile gerçekleşmiştir. Bu prensiplere değinmeden önce şunu belirmekte fayda var: İslam’da ilmin hiçbir zaman ‘bilim için bilim’ gayesiyle tahsil edilmesi hoş görülmediği gibi; makam, mevki, şöhret, gösteriş veya sadece dünyalık için talep edilmesi de yasaklanmıştır. İlim ancak Allah’ın rızasını kazanmak ve Müslümanlara faydalı olmak maksadıyla talep edilmelidir. Faydasız ilimden sakınılmalı ve faydalı olan ise gizlenmemelidir: ‘Âlimlere üstünlük taslamak, alçaklara karşı böbürlenmek ve meclislerde ululuk için ilim öğrenmeyin. Her kim böyle yaparsa ona cehennem vardır.’67 Ebu Hureyre (ra)’nin rivayet ettiğine göre cehenneme atılacak üç kişiden birisi de kendisine şöyle denilecek olandır: ‘… Sen ancak ilmi bu ne güzel alimdir denilsin diye öğrendin ve denildi de..’68 ‘Kim ilmi Allah’tan başkası için yahut Allah’tan başkasını isteyerek öğrenirse cehennemdeki yerine hazırlansın.’69 ‘Kim ilimle ilgili bir konuyu sırf halka öğretmek için öğrenirse, kendisine yetmiş sıddîk sevabı verilir.’70 ‘Allah’ım, menfaati olmayan ilimden sana sığınırım.’71 ‘Kim bir ilim öğrenir de bunu başkalarına öğretmekten gizlerse, kıyamet gününde Allah, kendisini ateşten bir gem ile ağzına vurarak cezalandırır.’72 İslam’da ilmî prensipler meselesi hakkında Fuat Sezgin şöyle der:73 ‘Ben şahsen yıllar boyunca İslam bilimler safhasının kendine has prensipleri olarak şunlara ulaşabildiğimi sanıyorum: Adil tenkit prensibi Vazıh bir tekâmül kanunu düşüncesi Kaynak zikretmede diğer kültür dünyalarında olduğundan daha çok gösterilen gayret74 Bilim tarihi yazarlığının 10. yüzyıldan itibaren ortaya çıkışı ve gelişmesi Tecrübe ile teori arasında bir denge kurma prensibi ve tecrübenin araştırmada sistematikman kullanılacak bir vasıta olarak yer alması Uzun süreli gözetleme prensibi; bunun sonucu olarak rasathanelerin icadı Bilimin sadece kitaptan değil, hocadan ve kitaptan öğrenilmesi; buna bağlı olarak ilk üniversitelerin ortaya çıkışı.’ Aynı konuda Ziyaüddin Serdar ise şunları söyler: ‘İslam’da bilim ve değerler konusunun, Müslüman bir toplumun hedeflerini biçimlendiren bir kavram çatısı içinde ele alınması gerekir. Bu kavramlar, İslami bir kültürün temel değerlerini oluşturup içerisinde ideal bir İslam toplumunun gelişip ilerleyeceği bir parametre sunar. Söz konusu çatı, şu kavramlardan oluşur: Tevhid, hilafet, ibadet, ilm, helal, haram, adl, zulüm, istislah (kamu yararı) ve ziyan.’75 Bu kavramların hepsinin üzerinde tek tek durmak bu makalenin konusu değildir. Fakat ehemmiyetine binaen ‘tevhid’ prensibi üzerine birkaç şey söylemek gerekir. İslam tevhid dinidir ve Müslümanın dinî bilinci, özünde Allah’ın birliğinin bilincidir. Bilimsel ruh da bu dinî bilincin karşısında yer almaz. Bilgi kaynağı olarak din, kâinattaki her şeyin, bütünlüğün örgüsü içinde birbiriyle ilişkili olduğunu vurgular.76 Yani kâinat, içinde Bir’in çokluk içinde tecelli ettiği bir bütünlüğün görüntüsüdür. Bu imani hakikat, bütün bilimleri bir bütün halinde toplar, zira hepsinin konusu dünyadır. Dünya ise bütünlüğü içinde bir tecellidir, yani Allah’ın ayetlerinin bir tezahürüdür. Bu birlik, tevhid prensibinden doğan İslam ilminin temel özelliklerinden biri, bilimlerin kendi aralarında bağımlılığın olmasıdır. Tabiat bilimleri ile dinî ilimler veya sanatlar arasında bir ayrım yoktur.77 İslam âlimleri de bu hakikati sürekli dikkate almışlardır ki, eserlerinde ilimlerin tasnifi meselesinde şer’î ilimlerin yanında muhakkak aklî ilimlere de yer vermişlerdir.78 Bediüzzaman bu meseleyi son derece veciz bir şekilde şöyle ifade eder: ‘Vicdanın ziyası ulûm-ı diniyedir. Aklın nuru fünûn-ı medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile şüphe tevellüd eder.’79 Bu ifadeler İslam ilmî prensiplerinden tevhid prensibinin uygulamaya konulması için dikkate alınması gereken en sade tariftir. Akıl ve kalp yani fen ve şeriat birbirinden ayrılmaz ve tenakuz etmez bir bütündür. Zira ancak böylece talebenin gayreti açılır ve iki kanatla uçarak hakiki manada terakki edebilir. Yoksa sadece birini dikkate alıp hareket ederse tek kanatla ancak kendi etrafında döner, hatta belki tedennî eder. Ayrıca yalnız dinî ilimlerin tahsil edilmesi taassuba, tutuculuğa ve taklide sürükleyebileceği gibi, sadece aklî ilimler yani fenler de kalbi zayıf yakalayacak, şüphe ve hile tohumları serpebilecektir. Bir Mukayese İslam Medeniyetinde pek çok açıdan olmakla beraber ilmî açıdan da altın çağın yaşandığı dönemde, Ortaçağ’ın Hıristiyan kilisesine kendisini kaptıran Avrupa’da ise tam bir karanlık çağ hüküm sürmekteydi. Zira kendini skolastik bataklığına kaptıran kilise tek hakikat olarak kendi öğretilerini dayatırken, her türlü bilimsel gelişmeye de karşıydı. Bunun sebebi ise ilmin İslam’da teşvik edildiği kadar, Hristiyanlıkta tersine olarak yerilmesi ve hor görülmesi, hatta yasaklanmasıydı. İlk baskısı 1960’ta yapılan ve Türkçeye Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi ismiyle tercüme edilen eserinin önsözünde, Alman bir akademisyen olan Sigrid Hunke, ‘Dinî ihtiraslar yüzünden âfâkî ve munsif (insaflı) bir takdirden mahrum bırakılan, harikulade hizmetleri örtbas edilen, kültürümüzün medyun (borçlu) bulunduğu temel iştirakleri gizlenen bir camiaya karşı adil olmak için vakit hala erken midir?’ diye sorar ve bu hakkı teslim için eserini kaleme aldığını belirtir.81 Elbette yeri gelince Hıristiyanlığın ilme bakışına da değinir. Mesela, İslam Peygamberi (sav) ‘İlim Çin’de bile olsa onu arayıp alınız’ derken; Hıristiyanlığın peygamber kabul ettiği fakat aslında Hz. İsa (as)’ın öğretisini tahrif eden Pavlus, ‘Tanrı, hikmeti aptallığından mı dünyaya açıklamadı?’ diye soruyor ve şöyle devam ediyordu: ‘Şu sözler yazılı olarak mevcuttur: “Ben âlimlerin hikmetini boşa çıkarmak ve akıllıların akıllarını karıştırmak istiyorum.” Dünyadaki budalaca her şeyi Tanrı, âlimleri utandırmak için tertiplemiştir.82 Muharref İncillerde bilginin insanı kibirlendireceğinden de söz edilir.83 Ancak parmaklarıyla hesap yapabilen kilise öğretmeni Lacantius, ‘Eğer tabiat araştırmalarıyla hakikati bulmak mümkün olsaydı, şimdiye kadar bulunmuş olmalıydı. Hakikati araştırmak için bu kadar zaman ve emek harcandığı halde görülüyor ki hakikat bulunamamıştır. Tabiatta bir hikmetin olmadığı aşikârdır’ diyordu. Kilise büyüklerinden Tertullian ise ‘İncil’in tebliğinden sonra tabiatı araştırmaya alaka göstermek, İsa’nın kanaatince bizim vazifemiz değildir’ diyerek ilmî çalışmaların önünü, kendi dinî anlayışlarını insanlara dayatmak suretiyle setrediyordu.84 Protestan mezhebinin kurucusu Martin Luther de Kopernik’e karşı çıkarak şöyle demişti: ‘Bu budala, astronomi bilimini alt üst etme sevdasındadır. Oysa kutsal kitap arzın değil güneşin döndüğünü bize bildirmiştir. Bir yeni yetme astroloğa halk kulak versin, olacak iş mi?’85 Bu ‘dinî kabullere’ dayanılarak, üçüncü yüzyılda planlı imha hareketlerine girişilir. Bir Hıristiyan patrik, Museion Kütüphanesi’ni kapar, âlimlerini de kovar. 336 yılında, Bizans İmparatoru Valens devrinde, Cassareum bir kilise haline çevrilir, kütüphanesi yakılarak imha olunurken, filozofları sihir ve büyücülük ithamıyla takip edilirler. Mutaassıp Hıristiyanların tahribatı bunlarla da bitmez. Antakya Patriği Severus’un arkadaşı, beşinci yüzyılda İskenderiye’de iki genç olarak, mensubu bulundukları Hıristiyanlar Birliği’nin nasıl putperest âlimlerle savaştığını, ibadet mahallerini yıktığını itiraf eder. 529’da Atina’da son felsefe okulu kapatılır. 600 yılında Ogüst’ün Roma’da kurduğu Saray Kütüphanesi yakılır, klasiklerin okutulması ve bilhassa matematik tahsili yasaklanır. 1209’da Paris’te toplanan Sinod, tabiî ilimlere ait eserlerin okunmasını günah sayarak, papazları bundan dolayı azarlar. Böylece dinî tazyik, vücuda getirici dehayı daha başlangıcında boğuyor, her şahsî başarıyı önlüyor, odun yığınları üzerinde yakılma ve müsadere, kilise dogmasına uygun düşmeyen her fikrî faaliyeti engelliyordu.86 Özellikle Hıristiyanlık bağlamında değerlendirildiğinde, Hıristiyan inancı olmadan akıl yoluyla yapılan bir düşünce etkinliği sapkınlıktan başka bir şey değildir. Bundan dolayı hemen bütün Ortaçağ düşüncesi boyunca aklın işlevi, inanılanı meşrulaştırmak olarak görülmüştür.87 İsmiyle anılan bir mezhebin de kurucusu Calvin, ‘beşer aklı dünyanın en tehlikeli vebasıdır’ der.88 İslam’da ise akla hayırla şerri birbirinden ayırt eden meleke olarak bakılmış89 ve taltif edilmiştir. Bütün bunlarla beraber Papa 3. Innozenz’in 1209 yılındaki Aristoteles’i yasaklaması gibi tutumlar İslam dünyasında düşünülemezdi.90 Aynı papaz 1215’te (İtalya’daki) Latran Konsili’nde, ‘muayeneden önce günah çıkarmayan bir hastayı tedavi eden doktorun aforoz edileceği; çünkü hastalığın günahtan ileri geldiği’ kararını aldırıyordu.91 Sultan el-Melik en-Nâsır Selahaddin’in ve oğlu el-Melik el-Efdal’in özel doktoru, meşhur Yahudi hekim ve filozof İbn Meymun (Maimonides) iken; 1241 yılında Avrupa’da basit bir Hıristiyan, Yahudi bir hekim tarafından tedavi edildiğinde gerçekten aforoz ediliyordu.92 Roger Bacon 1200’lerde İslam bilginlerinin çalışmalarından etkilenerek bazılarının eserlerini inceleyip yorumlayınca, İbn Heyzem ve İbn Rüşd’ün görüşlerini yaymaya çalıştığı gerekçesiyle ve kilisenin marifetiyle ömrünün son 17 senesini hapishanede geçirmiştir. Giordano Bruno kilisenin evrene, aya, güneşe, yıldızlara ilişkin görüşlerini çürütecek çalışmalar yapınca dinden çıkmakla suçlanmış ve 1600 yılında yakılarak öldürülmüştür. 1616’da Papa 5. Paul, Galileo’nun kitaplarını incelemek için bir kurul kurarak ‘dünya dönüyor’ tezinden vazgeçmesini istemiş, sonra da yargılayıp sürgüne göndermiştir.93 Bunlar gibi daha pek çok bilim adamı veya halktan kiliseye muhalif söz söyleyen pek çok insan, meşhur engizisyon mahkemelerinde yargılanarak aforoz edilmiş (dinden çıkarılmış), sürgün gönderilmiş, hapse atılmış, hatta diri diri yakılmıştır. Dünyanın tepsi gibi düz olduğuna Avrupa’da uzun yıllar inanılması veya inanmak zorunda kalınması, hastalıklara cinlerin sebep olduğunun kabul edilmesi, aşı yaptırmanın Tanrı’yı kızdırdığı inancı, otopsi yapılmasına karşı çıkılması, fırtınaları şeytanların çıkardığına hükmedilmesi, kilisenin öğretilerine aykırı kitapların ço- ğaltılmasına sebep oluyor bahanesiyle papazların matbaaya karşı çıkmaları,94 cadı avları ve daha niceleri, Hıristiyanlık ve kilise olmadan açıklanamayacak vakalardır. Cehaletle adeta övüldüğü ve her türlü bilimsel gelişmenin karşısına husumetle çıkıldığı bu dönemde zarar sadece Avrupa’yla sınırlı kalmıyordu. İslam ve Müslümanlar girdiği her yeri nasıl güzelleştiriyor, o vakte kadar teraküm eden ilme ve eserlere sahip çıkarak terakki etmesine sebep oluyorlarsa; Hıristiyanlığın ve hususen Avrupalı Hıristiyanların girdiği her yerde de yaşanmadık vahşet ve çirkinlik kalmıyor, her şeye olduğu gibi ilme de düşmanlıklarının örnekleri görünüyordu. İslam ilim ve sanatının en fazla terakki ettiği Endülüs’teki kıyım bunun en acı ve en açık misalidir. Kitap, ilim ve İslam düşmanı Hıristiyanlar yalnız Gırnata’yı istila ederken bir milyondan ziyade kitabı Kur’an zannıyla yakmışlardır. Tuleytula piskoposu kendi elleriyle burada beş binden fazla paha biçilmez süslemeli ve ciltli Kur’an-ı Kerim’i ve seksen bin cilt elyazması Arapça kitabı ateşe vermiştir. Ne yazıktır ki 943 yılında meşhur Kral Şarlken’in askerleri Tunus’u yağmaladığında yine aynı düşmanlık ve taassubun eseri olarak Arapça ne kadar kitap bulunduysa yakılmıştır.95 İşte size ‘medeni’ Avrupa’nın mazisinden birkaç örnek! SONUÇ İslamiyet, fünûnun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-ı hakikiyenin reis ve pederidir.96 Bu tek cümle şimdiye kadar anlattıklarımızın ve hatta son kısımdaki Hıristiyanlığın ilme bakışıyla ilgili mukayesemizin hulâsasıdır. İşte İslam’ın ve tesis etmiş olduğu ihtişamlı medeniyetin ilme verdiği önem ortadadır. Bugünkü perişan halimizin ve geri kalmış olmamızın yegâne sebebi ise maalesef dinimize karşı olan lakaydlığımızdır. Zira ‘ne vakit ehl-i İslam dine ciddi sahip olmuşlar ise, o zamana nisbeten yüksek terakki etmişler. Buna şahit, Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs Devlet-i İslamiyesidir. Hem ne vakit cemaat-i İslamiye dine karşı lakayd vaziyeti almışlar, perişan vaziyete düşerek tedennî etmişler.’97 Demek bugün de yine aynı ihtişama sahip olabilmemizin ve yükselebilmemizin çare-i yegânesi, önce İslam’a sarılarak Kur’ an ve sünnete yapışmak, sonra çalışmak, sonra Bediüzzaman’ın 108 sene önceki sesine kulak vererek ‘okumak, yine okumak, yine okumak!’98 tır. Kaynaklar: 1- Taha, 114.2- Ali Şeriati, Medeniyet Tarihi 1, Fecr Yayınları, Ankara 2013, s. 167-200.3- Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2009, s. 337.4- Bakara 145: ‘…sana gelen ilimden sonra..’5- İ. Raci el-Farukî-Luis Lâmia el-Farukî, İslam Kültür Atlası, İstanbul 1999, s. 257.6- Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, Şifa Yayınları, İstanbul 2012, s. 968.7- Haz.: İsmail Karagöz, Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2010, s. 310-311.8- DİA ‘ilim’ maddesi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2000, c. 22, s. 110.9- Sıtkı Çoban, Eskimeyen Şiirimizden Hoş Bir Sadâ, Semerkand Yayınları, İstanbul 2013, s. 345.10- Karagöz, s. 31011- İlhan Kutluer, İlim ve Hikmetin Aydınlığında, İz Yayıncılık, İstanbul 2012, s. 69.12- Alak, 1.13- Kutluer, s. 69-71.14- Kutluer, s. 72.15- Şaban Döğen, İlimlerin Doğuşu, Muştu Yayınları, İstanbul 2014, s.19.16- Hadis-i şerif.17- Çoban, s. 346.18- Bediüzzaman Said Nursi, Asâ-yı Musa, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2013, s. 163.19- Kutluer, s. 72.20- Hadisler İmam Gazali (r.a)’nin eserinden alınmıştır. Bkz.: İmam Gazali, İlmin Fazileti, Çelik Yayınevi, İstanbul 2015, s. 18-52.21- Bediüzzaman Said Nursi, Zülfikar, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2011, s. 323. 22- Safa Mürsel, Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi, Nesil Yayınları, İstanbul 2010, s. 146.23- Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat 2, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2013, s. 323.24- Roger Garaudy, Geleceğimizde İslam Var, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2016, s. 107.25- Mahmut Karakaş, 8. Yüzyıldan 9. Yüzyıla Müslüman Bilim Adamları, Mostar Yayınları, İstanbul 2013, s.23.26- Çoban, s. 345.27- Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, Timaş Yayınları, İstanbul 2014, s. 24-25.28- Sezgin, s. 120.29- Çoban, s. 343.30- Roger Garaudy, İnsanlığın Medeniyet Destanı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2013, s. 117.31- Aynı yer.
Bediüzzaman Hazretleri, İslâm milletlerinin maddî ilerlemede geri kalmakla kalmayıp; zillet ve sefalet içinde perişan bir vaziyete girmelerinin mühim bir sebebinin şu 3 sınıf insan olduğunu ifade eder: 1-Bazı kötü idareciler. 2-Vatanın ve milletin menfaatlerini savunma ve fedakârlık etme iddiasında bulunan sahte vatanseverler. 3-Sahte şeyhler ve hocalar. Bu 3 sınıfın, maddî kalkınma noktasında nasıl milletimizi geri bıraktığını şöyle izah etmektedir: Her milletin, millî cesaretini oluşturan, millî namusunu muhafaza eden ve kuvvetinin içinde toplandığı bir ‘manevî havuzu’ vardır. Yine her milletin, millî cömertliğini oluşturan, umumî çıkarlarını temin eden ve fazla olan mallarının içinde biriktiği bir ‘manevi hazinesi’ vardır. Vatana millete hizmet ve müdafaa söylemiyle ortaya çıkan ve milletin ruhundaki cesaret ve kahramanlığını tahrik ederek güç devşiren sahte vatanseverler, milletin en büyük caydırıcı gücü olan cesaret ve kahramanlığını, dâhilî ihtilâflarla zayi ederek boşa harcatırlar ve o manevi millî havuzu kuruturlar. Milletin manevi duygularını sömürerek nüfuz elde eden sahte şeyhler ve hocalar da yanlış telkin ve fetvalarla çalışma şevkini ve kazanma arzusunu kırarlar ve o manevi millî hazinenin içini boşaltırlar. Milleti serseri ve perişan edip, varlığını tehlikeye sokarlar. Millî birlik ve beraberliği temin eden milliyet fikrinin ipini kesip, milleti parça parça ederler. Bediüzzaman Hazretlerinin, bu büyük tahribata karşı yapılması gerektiğini söylediği ıslahâtı, maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz: l‘İslâmî milliyet’1 fikri ile milletin gönlünde, canlara can katan Kevser Havuzu gibi bilgi ve sevgi havuzu oluşturmak. l Bu havuzun suyunu boşaltan altındaki delikleri (kötü idareciler, sahte vatanseverler ve sahte şeyh ve hocalar) ilim, irfan ve eğitim ile kapatmak. l Bu havuzu dolduracak su kanallarını, İslâmî faziletler ile açmak. l ‘Zekât’ denilen büyük bir çeşme var. Bu çeşmeden akan suyu, güzel bir kanalla havuzun içine akıtmak. l Sonra da bu havuzda biriken suyla, kemalât ve fazilet sahibi insanlar yetiştirecek olan tarlayı sulamak. Maddî Kalkınma ve İlerlemede Zekâtın Rolü İslâm milletlerinin, yabancı milletlerle yaptığı medenileşme ve maddî kalkınma yarışında, onlara yetişip geçebilmelerinde, İslâm’ın beş şartından birisi olan zekâtın ve zekâtın amcaoğulları olan adak ve sadakaların büyük bir etkisi vardır. Şöyle ki: Ne zaman içimizde yetişen zeki insanlar, ‘beyin göçüyle’ başka ülkelerin kalkınması için değil, kendi milletlerinin kalkınması için bilgi ürettiklerinde (yani zekâlarının zekâtını verdiklerinde); ne zaman ki zenginler, zekâtlarının zekâtını (zekât düşen kazançlarının 1600’de birini) milletin menfaatlerine sarf ettiklerinde, işte o zaman medenileşme ve maddî kalkınma yarışında diğer milletleri yakalamak mümkün olabilecektir. Her Zamanın Bir Hükmü Var Zamanın değişmesi, asrın başkalaşması ve şartların farklılaşması, bazı âdetlerin ve usullerin değişmesini veya kaldırılmasını gerekli kılmaktadır. Çünkü değişen zaman ve şartlar, eskinden faydası zararından daha fazla olan bir şeyi, zararı faydasından daha büyük bir hale getirmiş olabilir. Yani, bir âdetin zararının faydasını geçmesi, o âdetin kaldırılmasına fetva verdirtir. Meselâ, eskiden fakirlerin, zayıfların, dilencilerin ve talebelerin zekât ve sadaka istemek için zenginlerin kapısına gitmeleri yerine; günümüzde zekâtın bir merkezde devlet tarafından toplanıp, millî menfaatler doğrultusunda sarf edilmesi daha lüzumlu hatta lüzumdan da öte, bir zorunluluk halini almıştır. Çünkü eski usulle istenen zekât ve sadakalarda hem çok sû-i istimaller yaşanabilmekte hem de bir kısım miskin, zayıf ve dilenci tabakasının yetişip gelişmesinin önü açılmaktaydı. Zekât ve sadaka gibi millî bir servet, ülke çapında bir kalkınma hareketine ön ayak olabilecekken adeta bir hiç uğruna boşa akıp gitmekteydi. İdarecilik Hizmet İçindir İdareci olanların, ‘tevekkül’ adı verilmiş bir ‘tembellikten’ sakınmaları ve işi birbirlerine havale etmemeleri gerekmektedir. Tevekkül, sebeplere ve şartlara sarılmadan, tembellik yaparak “Kısmetim neyse o olur” demek değildir. Tevekkül, her türlü gerekli sebebe başvurduktan sonra kadere razı olup, sonucu Allah’tan bekleme, işlerini Allah’a bırakma, ümitsizlik ve kederden kurtulma, Allah’a güvenme anlamlarına gelmektedir.2 Sebeplere başvurmak fiilî bir duadır. Bu fiilî dua yapıldıktan sonra neticedeki İlâhî takdire rıza göstermenin adıdır tevekkül. Tevekkülü, tembellik zanneden idareciler, işleri başkalarına havale etmeye başlarlar. İdareci olan bir kişi, idare ettiği insanların akıllarını ve mallarını çalıştırdığından dolayı ücretini almıştır. Artık hizmet etmekle mükelleftir. Kaynaklar: 1- İslâmî milliyet: Millet olarak sadece kendi ırkından olanları değil, bütün Müslümanları dünyada ve ahirette hakiki kardeşler olarak görüp, onları kendi milleti bilmek.2- Kubbealtı Lügatı
Hz. Üstad; dünyevi ve geniş dairedeki siyasi kavgaları, savaşları, menfaat üzerine yapılan boğuşmaları takip edenlerin, ulvi vazifelerini terk etmekten dolayı akıl, kalp ve ruh selametlerini kaybedeceklerini şöyle ifade ediyor: “Hem de bu hakiki ve pek büyük dava hâricindeki davalara ve boğuşmalara alâkadârâne fikren, kalben karışmak zararlıdır. Çünkü böyle geniş, siyasi ve heyecan veren dairelere dikkat eden ve onlarla meşgul olan bir adam, kısa bir daire içinde vazîfedâr olduğu ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır. Veya şevki kırılır. Hem de o geniş, cazibedar siyaset ve boğuşma dairelerine dikkat eden, bazen kapılır. Vazifesini yapamadığı gibi selâmet-i kalbini ve hüsn-ü niyetini ve istikamet-i fikrini ve hizmetteki ihlâsını kaybetmese de o itham altında kalabilir.”1 Sevgili Üstadımız, olayın bir de zulüm boyutunun olduğunu da şöyle açıklar: “Bazen de bu harb boğuşmalarını merak ile takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür. Zulmüne şerik (ortak) olur.”2 Bu durum gerçekten çok tehlikelidir. Sağlıklı bir bilgiye sahip olmadan, televizyonlardan yapılan maksatlı haberlerin etkisiyle (menfi algı yönetimi) zalimi haklı, mazlumu haksız addedip zulme taraftar olma hatasını işleyebiliriz. Sağlam kaynakların dışındaki propaganda ve taraflı yayın yapan kanalların haberleri mutlaka teyit edilerek değerlendirilmelidir. Zalimi alkışladığınız anda, onun bütün zulmüne ortak olursunuz. Bu ise büyük bir hüsrana sebebiyet verir. Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, kudsi hizmetlerde tembellik, gaflet veya başka sebeplerle vazifeleri ihmal etmek, insana manen zarar verir. Geniş dairelerdeki siyasi çekişmeleri, ekonomik ve sosyal hadiseleri sağlıksız ve aşırıya varan bir şekilde takip edenler de dünyevi ve uhrevi açıdan büyük zarar görme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Ölçü: Bediüzzaman Hazretleri insanın sorumluluk dairelerini şöyle sınıflandırıyor: “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev‘-i beşer dairesinden tut, ta zihayat (canlılar) ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Her bir dâirede, her bir insanın bir nevi‘ vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede, en küçük ve muvakkat, ara sıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsken mütenasip (ters orantılı) vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin câzibedârlığı cihetiyle, küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp, lüzumsuz, malayani (boş) ve afaki işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.”3 İnsanın meşgul olduğu en küçük daire kalp dairesidir. Kalp dairesi iman mahallidir. İmanın nuru kalpte yerleşir. Oradan akla, ruha, latifelere yayılır. İmanın kuvveti, insanı iki cihan saadetine namzet kılar. Öyle ise bir insanın en büyük vazifesi kalbini imanın hakikatleriyle nurlandırmaktır. Sarsılmaz ve yıkılmaz olan tahkiki bir imana sahip olmaktır. Yani iman ve inanç esaslarını delilleriyle birlikte öğrenmektir. Tahkiki iman, insanın maddi ve manevi hayatına yön verir. İnsanın manevi olgunluğu ailesine, akrabalarına, mahallesine etki eder. İman-ı kâmil sahibi bir insan bazen bir millet kadar değer kazanır. Tarih boyunca kâmil iman sahiplerinin hayatları, hizmetleri ve geride bıraktıkları eserleri ile milyonlarla insanın maddi ve manevi hayatına doğrudan tesir etmelerini buna delil gösterebiliriz. Ölçü: Üstad Said Nursi Hazretlerinin dikkat çektiği bir diğer husus da insanların kıymetli ömürlerini boş şeylerle tüketmeleridir. Çağımızın en büyük ömür tüketici meşgalelerinden birisi de sosyal medya çılgınlığıdır. Akıllı telefonların hayatımıza girmesiyle sosyal hayattan kendini soyutlama hastalığı, salgın şeklinde yayılıyor. Akıllı telefonlar, hislerinin esiri olmuş insanların elinde bilinçsizce kullanılarak müthiş tahribata ve fitnelere sebebiyet veriyor. Üstadımız gençliğin maruz kaldığı fitneyi anlatırken şu ifadeleri kullanıyor: “Ben bir gün sokağa bakarken o fitnenin tesirli bir numunesini hissettim. Gençlere çok acıdım. Dedim: “Bu biçareler, kendilerini bu mıknatıs gibi cezb edici fitnenin ateşinden kurtaramazlar”4 Sokaktaki günahlar, şimdi cep telefonlarıyla evlerimizin içine kadar girmiştir. Akıllı telefonların dikkatsiz, ölçüsüz ve sınırsız kullanımının sonucunda hayâ perdesi yırtılmış, iffet zedelenmiş, namuslar kirlenmiş insanlar bu salgın hastalığa teslim olmuşlardır. Sosyal paylaşım sitelerinde yayınlanan fotoğraf kareleri ve videolarda gösteriş, kibir, hırs, öfke, nefret, ilan-ı aşk gibi şeyler namahremlerin ellerine geçmektedir. Fani ömürden nice kıymetli saatler/günler telefon başında tükenip gidiyor. Burada başta anne-babalar olmak üzere sorumlulara büyük görevler düşüyor. Şerleri def etmek, hayırları getirmekten önce gelir. Kendimiz ve aile fertlerimizin sosyal medyayı doğru bir şekilde kullanmayı öğrenmemiz, fuzuli kullanımdan kendimizi kurtarmamız lazımdır. Facebook, Twitter ve İnstagram gibi paylaşım sitelerinde ne paylaştığımız kadar ne kadar zaman geçirdiğimiz de önem arz ediyor. Son olarak, sosyal medya salgınından olumsuz etkilenen fertlerin ve ailelerin pek çok sıkıntılara maruz kaldığı bir gerçektir. Günümüzde boşanma sebepleri arasında sosyal medya paylaşımları da yerini almıştır. Ayrıca sosyal medya suçları da mahkemelere taşınmış bulunmaktadır. Artık olay, zaman kaybının çok ötesine geçmiştir. Bu durum da bizleri daha bilinçli ve dikkatli olmaya sevk ediyor. Akıl, ruh, kalp ve sosyal ilişkilerin sağlığı açısından gerekli tedbirlerin alınması zaruridir. Özellikle gençleri sosyal medyada tamamen özgür bırakmak, tamiri mümkün olmayan yıkımlara yol açabilir. Ölçülü ve kontrollü bir kullanımın herkes için faydalı olacağı kanaatindeyim. Kaynaklar: 1- Gençlik Rehberi, 25. Altınbaşak Neşriyat.2- Asa-yı Musa, 4. Mesele, 13. Altınbaşak Neşriyat.3- Asa-yı Musa, 4. Mesele, 13. Altınbaşak Neşriyat.4- Kastamonu Laahikası, 62. Altınbaşak Neşriyat.
Risalenin İsmi : 10. Hüccet-i İmaniye, 20. MektubTelif Tarihi ve Yeri : 1930 – BarlaDili : TürkçeKonusu : Rububiyetteki tevhidin açıklanması Risalenin Müellife Göre Değeri: lİnsanlar için büyük müjdeler veren bir risaledir. l Rububiyyetteki tevhidi ispat eden, vahdaniyetin kemal mertebesini ve vahdetin kibriya mertebesini gösteren hadisin bir tefsiridir.l Büyük ve ulvî hakikatlerden bahsetmektedir.Metodu : Müşahede-i âlem ile istidlal, kelamî tefsir, tahkik, psikolojik deliller Mukaddime İnsanın yaratılış gayesi ve neticesi Allah’a iman etmek, onu tanımak ve sevmektir. Allah’ı tanıyan ve seven nihayetsiz nimetlere, nurlara ve saadete mazhar olur. Onu hakiki tanımayan ve sevmeyen talihsizliklere, acılara ve kuruntulara mübtela olur. KELİME: لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ Muhtaç ve aciz olan insan, şu kelimede yardım alacak bir mercii ve dayanak noktası bulur. Bu kelime 1- İnsanın bütün ihtiyaçlarını temin eder ve rahmet hazinelerini ona açar. 2- İnsanı bütün düşmanlarından kurtarır. 3- İnsanın yaratıcısını ve sahibini ona tanıttırır. 4- İnsanın kalp ve ruhunu hüzünlerden kurtarır. 5- Mutluluk verir. KELİME: وَحْدَهُ İnsan kâinatla alakadardır. Bu alakadardık onu boğulmak derecesine getirebilir. İnsan bu kelime sayesinde bir kurtarıcı ve sığınılacak mercii bulur. Bu kelime sayesinde her türlü perişanlıktan kurtulur. KELİME: لَاشَر۪يكَ لَهُ Ulûhiyet ve saltanatında ortağı olmayan yüce Allah’ın rububiyet, icraat ve icadında da ortağı yoktur. Allah, ortaklara ve yardımcılara muhtaç değildir. Emir ve iradesi olmadan hiçbir şey hareket edemez. Herkes, hiçbir engel, müdahale, perde olmadan onun huzuruna çıkabilir ve ihtiyaçlarını arz edebilir. KELİME: لَهُ الْمُلْكُ Her şey Allah’a aittir. İnsan dahi onun mülkü ve kölesidir. Onun mülkünde çalışmaktadır. Bu kelime ile insan: 1- Kendisine malik olmadığını, 2- Kendisini muhafaza edemediğini, 3- Allah’ın kudret ve rahmetine güvenmesi gerektiğini, 4- Her şeyin Allah’ın mülkü olduğunu, 5- Allah’ın mülkünde dilediği gibi tasarruf edeceğini, 6- Yüce Allah’ın yaptığı her şeyin güzel olduğunu anlar. KELİME: وَلَهُ الْحَمْدُ Hamd, sena, medih ve minnet Allah’a mahsustur. Öyle ise nimetler Allah’ındır. Onun hazinesinden çıkar. Hazinesi ise daimidir. Bu kelime ile insan: 1- Nimet ve lezzetin bitmesinden dolayı acı çekmemesi gerektiğini, 2- İnsan, hamd, şükür, nimetlendirilmeyi düşünmek ve nimetlendireni bilmek ile nimetten çok yüksek zevk ve lezzet alınabileceğini anlar. (Devam Edecek)
“Sizin en hayırlınız, görüldüğünde Allah’ı hatırlatanınızdır.” Günaydın… Görüşürüz… Kendine iyi bak… Tatlı uykular… Bazımız öğrenci, bazımız öğretmen. Bazımız esnaf, bazımız da müşteriyiz. Bazen hasta, bazen sağlık nimetiyle coşkun vs… Hangi konum ve vasıfta bulunursak bulunalım hayatın göbeğinde farklı zaman köşelerinde sıklıkla karşımıza çıkar yukarıdaki hitaplar ve benzerleri. Aslında beş satırlık bu listenin muhteviyatı yukarıdan aşağıya sayfalar boyu uzatılabilir de… Fakat kesreti bir yana, içtimai hayatta yaygın kullanım alanına sahip olan bu seslenişlerin istimali hususunda, mühim birkaç nükteyi göz ardı etmemeli üzerinde duruvermeliyiz. Kelamın ve Hitabın Yönünü Çevirebilmek Öncelikle mevzu-bahis bu hitaplar, “mana-yı harfi” ile hayata bakan bir kalbe ve göze çok mu çok ağır gelir. Baş ve gönül kulaklarımız “mana-yı ismi” nazarının tekellümü olan bu nidaları işitmekten rahatsız olur. Olması gereken, müsbet ve mucib olan bu elfazı söyleyeni gafletten uyandırma çabası iken; olan, umumiyetle menfi bir söylemi ve kalp kırıklığını ve gönül mabeyninde soğukluğu netice veren haletin uyandırılmasıdır. Hatta çoğu defa “Gün zaten aydın olmuş, geç kalmadın mı?” nev’inden ciddi takılmalarla damarlara dokunup kızgınlık ve ağız kavgasına sebep olunmalar… Hâlbuki unutmamalıyız ki birlikte yaşadığımız insanlardaki bu olumsuz kelam alışkanlığını, muhatabımız ve kendimiz için büyük bir fırsata çevirebiliriz. Çevremizdekileri “alternatif güzel kelamlara yönlendirmek”, “hayırlı sözlere sevk etmek” yolunu tercih etmekle karşımıza büyük bir hayır kapısı açılabilir: Hayırlı sabahlar! Görüşmek üzere inşallah! Allah’a emanet! Hayırlı geceler! Rabbimizi hatıra getiren dua formatında nice hitap cümleleri… Yeter ki hem kendi dünyamızda hem dost ve tanıdıklarımızın dünyalarında öncelikle “kelamî farkındalığı” sağlayabilelim. Günlük konuşma ve diyaloglarımızda müspet hareketi tercih edip, alternatif hitapların tesisi için gayret gösterebilelim. Böylelikle hem kelimelerin hayata müsbet katılımına ve gönüllere güzel tesirine vesile olur, hem de yazı başlığımızın sağ altındaki hadise riayet etmişlikle kendimiz ve başkaları için sünneti seniyyeye ittiba fırsatını yakalayabiliriz. Kelam Gönle Tesir Eder İman ve Kur’an hizmeti sahasında, dilin kullanımı ve muhafazası cihetiyle de bir çeşit vazife ve hizmet bekler ehlini. O, imanî gayelerin yanı sıra gerek şifahi gerek kitabi olarak dilinin kullanımında azami itina göstermelidir. Nihayetinde iman incisinin sadefi gönüldür. O halde o, hatalı kelam etmek ve kelimeleri yanlış kullanmaktan sakınmalı / sakındırmalıdır. Evvela dilinden (lisanından) diline (gönlüne) zarar-ziyana müsaade etmemelidir. Dil kapıcısını sıkı tutmalıdır. Aynı zamanda o, ifade inşacısı kelimelerin ferden ve cümleten muhatabın fikir ve his dünyasına ciddi tesir ettiğini bilmelidir. Kelamda serkeşliğe asla izin vermemelidir. Söz okuyla menzil gözetirken düşünme yayını berk germelidir. Yine o unutmamalıdır ki, her mükâlemede gönülden gönle söz köprüsü kurmaktadır. Taşınan: Hakikat harmanından hakikat, sefahat sarmalından sefahat… İs veya mis kokusu yani… Bundan dolayı, hakikat bahçesinden mis kokulu kelimeler dermelidir. Yani hâsılı, iman hizmetinde bulunanlara, her mevzuda olduğu gibi kelam eyleme hususunda dahi şart olan: Zıdd-ı imana boş alan, açık kapı bırakmamaktır. Bir kokucuk, esinticik, hissetirmeklik de olsa gönül kâbesini mahrem olmayan kelimatın taarruzundan muhafaza etmektir. Ah, bir kıymeti bilinse; “Ne güzel yaratılmış” diyebilmenin… Netice Hissemize düşen, O’na (Aleyhisselatü Vesselam) bir de kelamen tabiiyyetten hasıl olan rahmet incileri olsun, Ya Rabbi!
Selamünaleyküm, Mekteb-i İrfan müdavimleri! Pek çok yaşanmışlıklarla bir seneyi daha ardımızda bıraktık. ‘Günler su gibi akıp gidiyor’ hükmüne bir kez daha hep beraber bizzat ‘evet’ dedik. Bu süreçte her ay altmış dört sayfayla evlerinize müsafir olduk. Sizlerle görüştük, konuştuk, dertleştik… Kusurumuz, hatamız oldu ise affınızı istirham eder, önümüzdeki sene için dua ve desteklerinizi bekleriz. *** Ülkemiz ve âlem-i İslam, büyük imtihanlardan geçiyor. Her gün yeni bir hadise, bambaşka bir tezgâhla karşı karşıya kalıyoruz. Elbette biliyoruz ki dünya bir imtihan meydanıdır. Ve yine biliyor ve inanıyoruz ki, biz ümidimizi kaybetmedikçe ve elimizden geleni rıza-yı İlahi çerçevesinde yapar durumda oldukça Allah’ın yardımı bizlerle olacaktır. Çünkü iman ediyoruz ki, Allah vekil olarak bize yeter! Tarihin şeridine asılan her hadisenin, imtihanın gün gelecek mahkeme-i kübrada hesabı görülecek. O zamana kadar biz Müslümanlar, Allah’a imanımız ile birlikte Müslümanca yaşamaya gayret ve devam edeceğiz. Allah’ın şahitliğinde ve ona şehadet ederek, istikamet üzere kalacağız inşallah. *** İrfan Mektebi Dergisi de yazılarıyla ve gündemleriyle şahitliğini sürdürmeye devam edecektir, yeni senede de Allah’ın izniyle. Dikkatimizi çeken ve dikkat çekmek istediğimiz mevzuları sizlerle konuşmaya, müzakere etmeye gayret edeceğiz. Yaşadığımız şu imtihan dünyasında dezenformasyonlara / yanlış ve çarpıtılmış bilgilere karşı, doğru ve istikamet üzere, hak olan sözleri neşretmeye çalışacağız. Gün gelecek Okçular Tepesinin sesi, yeri gelecek Ashab-ı Suffe’nin kalemi olacağız. Ve her zaman Hakk’ın hakikat bilgisinin kalemlerden beyaz sayfalara akan, kalbleri ve akılları tenvir eden siyah nurunun âleme naşiri olmaya azmettik, dönmeyeceğiz inşallah. “İnsan için yaptığından başkası yoktur” ferman-ı İlahinin beyanıyla, el birliğiyle, hep beraber “biz” olarak, “biz” kalarak çalışacağız, çalışacağız, çalışacağız… *** Bu yeni senede logo ve dergi tasarımında yeniliklerimiz oldu. Faydasına inandığımız özellikle Risale-i Nur’dan direkt yapılan çalışmalara aynen devam ediyoruz. Bu ay Halep konusunu ve Türkiye’nin nerede nasıl durduğu / durması gerektiğini değerlendirdik. İlim dedik, uzunca bir güzel makaleyi sizinle paylaşmak istedik. Stresi hayatımızdan çıkarıp, derdimiz de olsa bizim kelimelerimizle olsun diye bir liste paylaştık. Aile Mektebi her zamanki gibi, mutlaka istifade etmemiz gereken alan olarak sizleri bekliyor. *** İletişimi koparmayalım… Kalın sağlıcakla!
Herkesin ağzında bir stres! Herkes ayrı bir stres! Ne hadise olsa insanın karşısına çıkarılan bir kelime! Eskiden stres diye bir kelime yoktu. Yoktu da karşılayacak bir kelime de mi yoktu? Bu arada merak ettim lügate baktım. (Lütfen lügate çokça bakalım!) Türk Dil Kurumu ‘ruhsal gerilim’ diye tanımlamış stres kelimesini. Kubbealtı lügati ise, ‘İnsanın zihin ve beden faaliyetlerini kesintiye uğratan her türlü psikolojik veya fizyolojik gerginlik, bunalım.’ diye almış. (Bu arada Kubbealtı Lügati internet sitesinden de hizmet veriyor, bilginize!) Dünyamıza stres kelimesi girmezden önce pek çok kelimemiz varmış aslında bu duygu hallerini anlatan. Hani yağmur bizde bardaktan boşanırcasına yağarken, İngiltere’de kedi köpek gibi yağar ya, onun gibi bir şey. Yani herkes kendisini ve kendine ait olanı, yine kendinden ve yaşaya geldiklerinden bahisle tanımlar. Elbette ona göre de ruh hali olur. Yani sıkıntı da selamet de kendindendir. Gözü ağrıyan adam baytara gitmez. Binaenaleyh bizim halimizi de stres kelimesi karşılayamaz. Aşağıda bugün stres kelimesinin içine hapsettiğimiz fakat esas itibariyle bizim kültürümüzle birlikte kelime ve konuşma dünyamıza ulaşan / ulaşamayan kelimeleri kaydettik. Ta ki bizi bizim kelimelerimizle tanıyalım istedik. Bu vesileyle –her anlamda- çözümü de dışarıda değil, kendimizde bulalım dedik. İşte kelimelerimiz: Buradan sonra bu kelimeler hangi cümlelerde nasıl yer etmiş onlara bakalım. Stres kelimesiyle karşıladığımız farklı durumları hangi kelimelerle ne şekilde kaydetmişiz onları görelim. Dert: Dertli bir adamın, tereddüt ve dumanlarla dolu bir gönül evi vardır, derdini dinlersen o evde bir pencere açmış olursun. (Hz. Mevlana) Gam: Derya-yı gama kenar yoktur. (Şeyh Galip) Kahır: Hak etmeyen sevgilinin uğruna, göze aldığın kahır ve çektiğin sabır; sonunda ellerinden, var olan sevgini de alır. Keder: Kadere iman eden, kederden emin olur. Müslümanlara gam, tasa, keder, endişe (stres) yok diyordu batılılar. Neden? Cevabı da kendileri veriyordu: Onlar Allah’a tevekkül ederler. Tevekkül derken yanlış anlaşılmasın. Bununla ilgili olarak da şu cümleyi kaydetmemiz gerekecek. “Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek ve esbaba teşebbüs ise bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hakk’dan bilmek, neticeleri ondan istemek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.” Devam edelim, bugün stresle karşıladığımız hallere ait bizdeki diğer kelimelere… Gussa: Bî-namâzın mürüvveti kem olur / Meclisi mahz-ı gussa vü gam olur (Âlî Mustafa Efendi) Bugün stres denen sıkıntının kaynaklarından birisi de namazsızlık. Bakınız Rabbimiz Kur’an’da ne buyuruyor: “O halde sabır ve namaz ile (Allah’dan) yardım isteyin!” hadiseye stres diyen, çözüm için namaza nasıl ulaşacak. Stres kelimesi bizi bize ve kültürel, imani kodlarımıza taşıyabilir mi? Onları tedai ettirebilir mi? Devam… Yeis: İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir ve yeis, mâni-i her kemâldir. (Bediüzzaman) Evet, yeis önemli bir problem, emel ise ehemmiyetli bir anahtar. Peki, emeli canlandıran ve bizi ümitlendiren şey nedir? En başta Allah’a ve ahirete iman! Tasa: Bin tasa bir borç ödemez. Mihnet: Hîleyle iş gören kişi mihnetle can verir. (Neylî) Elem: Bazen muvakkat bir lezzet, dâimî elem verir. Kâinatın ve içindeki bütün güzelliklerin üzerinde fena ve fanilik damgası vardır. Sevdiğimiz o güzellik, ya eskir ya pörsür ya da bize karşılık vermez, verse de bizim meftun olduğumuz o güzellik çabuk söner. Demek bize verilen bu kalp o fena ve fani güzellikler için değil, ebedi ve solmayan bir güzelliği sevmek için tahsis edilmiştir. Biz suiistimal edip Allah’a tahsis edilmiş kalbimizi fani mahlûkata tevcih edersek, bunun tokadını hem burada hem ahirette yeriz. Kalbimizdeki bu hastalığı tedavi etmenin yolu ise iman ve tefekkür üzerinde yoğunlaşıp, o güzellikler üzerinde fanilik damgalarını okuyarak sevgi ve aşkımızı gerçek sahibine tevdi etmektir. Üzüntü: Nasıl ki meyve, eğer ağacı bilinmezse, nimet bu meyveye hâs kalır ve yenmesiyle biter. Kaybolmasından dolayı bir üzüntüye sebep olur. Fakat ağacı bilinir ve görülürse, o hazır ağacın sürekliliği ve o fâni meyvenin benzeriyle değiştirilmesinden dolayı onun zevalindeki elem yok olur. Ve keza ruh-u beşerin en şiddetli hâli, ayrılıklardan kaynaklanan elemlerdir. İşte o ayrılıklar iman nuruyla dağılır, belki içinde başka bir lezzet bulunan, benzerlerin yenilenmesine döner. Zira her yeni, lezzetlidir. Sıkıntı: Sıkıntıda duasının kabul edilmesini isteyen, rahat zamanında çok dua etsin. Evet, dua. Sadece şunu söyleyelim, dua 6 çeşittir ve çalışmak da makbul dualardandır. Yani Kur’an’ın ifadesiyle “Duanız olmasa, Rabbim bize ne diye ehemmiyet versin?” (Furkan Suresi, 77) Endişe: Buyurun size bir endişe cümlesi: “Ya işle umduğum gibi gitmezse!” İnsan kendisinin ve etrafının hâkimi mi ki her şey onun istediği gibi gitsin. Tamam, adetullah denilen kanunlar var ve onlara uymak gerekir. Ya bizim bildiğimizin ve istediğimizin dışında her şeyin hâkimi olan Allah’ın bir iradesi varsa, o zaman kalkıp her şeyin sahibi ve en iyi bilenine karşı mı geleceğiz? Yoksa Allah en iyisini bilir deyip itaat mi edeceğiz! Kasvet: Bu kasvet dünyasında kalmadı özlediğim, namaz vaktinden başka, anını gözlediğim. (Necip Fazıl Kısakürek) Nedamet: Nedamet ateşiyle dolu bir gönülle, nemli gözlerle tövbe et! Zira papatyalar güneşli ve ıslak yerlerde açarlar. (Hz. Mevlana) Şu kelimeyi anlasak çok şeyi çözeriz belki de! Nedamet. “Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki eder.” Peki, öyle midir? Elbette değil. İnsan kendisini tanısa, nedamet gösterip tövbe etse, hem kendisi için hem etrafı için her şey farklı olacaktır. Yeter ki her şeye stres deyip geçmesin, nedameti bilsin! Melâl: Sürûr içinde dahi bir melâl hissederim. (Muallim Naci) Enduh: Kısmet bana endûh u belâ imiş ezelden. (Şeyhülislâm Yahya) Küduret: Sineni kibr ü küdûretten er ol eyle halâs / Merd isen neyler senin ayine-i kalbinde pas. (Âşık Ömer) Hüzün: Yüzün değil, hüzün görünür bazen aynada. Çeki düzen veremezsin. Hüsran: Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet Hicrân: Yaprakların döküldüğü hicranlı günleri / Andım birer birer acıdım kendi hâlime (Yahyâ Kemal). Izdırap: Iztıraplarımı benimle beraber yaşamış olduklarını bundan anladım ve teselli buldum. (Peyâmi Safâ) İnkisar: inkisar-ı hayale uğradım. Kâbus: Artık otuz yıldan ziyade süren kâbustan kurtarılmış, gözlerimizi silmiş uyanmıştık. (Cenap Şahâbeddin) Hafakan: Gece, hafakanlar içinde, vaziyeti unutup da elektrik düğmesini çevirdiğim zaman korkunç bir ‘tık’ sedası duydum. (N. F. Kısakürek) Teessüf: Lüzumsuz, geçici ve günahlı zevklerin akıbeti, elemler ve teessüfler olmasından istemiyorum. Teessür: Teessür, kalbin çeşitli eserlerden, ayetlerin değişikliğinden ötürü çeşitli renkler alması demektir. Bu bakımdan kalp, her hâlin anlatılışına göre hâllenir. O halden ötürü üzüntü, korku, ümit ve daha nice sıfatlarla sıfatlanır. Kişinin marifeti tamam oldukça, korkusu o nisbette kalpte çoğalır.Çünkü tazyik, Kur’ân ayetlerinde diğer durumlardan daha fazladır. Kişi mağfiret ve rahmetin ancak ariflerin elde edebileceği şartlara bağlandığını görür. Nitekim şu ayette aynı durum mevcuttur:“Şüphesiz ki ben, tevbe eden ve iman edip sâlih amel işleyen, sonra da hidayette (sebat edip, sabırlı) olan kimseye karşı elbette çok mağfiret ediciyim.” (Ta-Ha, 82) (İmam Gazali) Vehim: Vehmin gözü perdelidir; hakikati göremez Buhran: Adâlet-i İlahiye, İslâmiyet’e ihanet eden mim’siz medeniyete öyle bir azâb-ı manevi vermiş ki, bedeviliğin ve vahşiliğin derecesinden çok aşağıya düşürtmüş. Avrupa’nın ve İngiliz’in yüz sene ezvâk-ı medeniyesini ve terakki ve tasallut ve hâkimiyetin lezzetlerini hiçe indiren mütemadiyen korku ve dehşet ve telâş ve buhran yağdıran bombaları başlarına musallat etmiş. Matem: Hatırılar mısın? Doğduğun zaman, sen ağlardın gülerdi âlem. Öyle bir hayat sür ki, mevtin sana hande olsun. Halka matem. (Mehmet Akif) Gaile: Mutluluk hayvanlara ve bitkileri aittir. Çünkü onlarda akçe gailesi yoktur. (3. Selim) Şimdi bakalım, stres mi, yoksa şu yukarıda saydığımız 30 kelime ve ifade ettikleri mi? Hangisi bizi anlatıyor? Hangisinin içinde geçtiği cümleler bize gerçekten deva olabilir? Bazen bir kelime her şeyi değiştirebilir, değil mi? Bunu asla unutmayalım!
Hükmün Kaynağı Peygamber Efendimiz (asm) Hicret’in 9. yılında (Milâdî 630) Muaz bin Cebel’i (ra) diğer bir fakih sahabi Ebû Mûsâ el-Eş’arî (ra) ile birlikte zekât âmili ve kadılık göreviyle Güney Arabistan’a gönderdi. Yemen’in yukarı kısmının kadılığını Muaz (ra) üstlenirken, aşağı kısmında ise bu görevi Ebû Mûsâ (ra) yerine getirdi. Medine’den ayrılmadan önce Peygamber Efendimiz (asm), Muaz bin Cebel’e (ra) görevi esnasında kendisine bir mesele arz edildiğinde nasıl hüküm vereceğini sordu. Muaz (ra) ise cevaben ilk önce Allah’ın kitabını esas alacağını, onda konuyla ilgili olarak herhangi bir hüküm bulamazsa Resûlullah’ın (asm) sünnetine müracaat edeceğini, bu iki temel kaynakta bulamazsa da kendi ictihâdına göre hüküm vereceğini bildirdi. Peygamber Efendimiz (asm), onun verdiği cevabı olumlu karşılamış ve memnuniyetini ifade etmiştir. Bu görüşmeden sonra Peygamber Efendimiz (asm), kendisine bazı tavsiyelerde bulunarak Yemen’deki görevine uğurlamıştır. “Benim mutlaka bugün Ak Camide bulunmam lâzım” Bedîüzzaman Hazretleri Eskişehir Hapishanesindedir… Bir Cuma günü, hapishane müdürü, kâtip ile otururken bir ses duyuyor: “Müdür bey! Müdür bey!” Müdür bakıyor. Bedîüzzaman Hazretleri yüksek bir sesle: “Benim mutlaka bugün Ak Camide olmam lâzım” diyor. Müdür: “Peki Efendi Hazretleri” diye cevap veriyor. Kendi kendine: “Herhâlde, Üstad Hazretleri kendisinin hapiste olduğunu ve dışarıya çıkamayacağını bilemiyor” diye söylenir ve odasına çekilir. Öğle vakti, Bedîüzzaman’ın gönlünü alayım, Ak Camiye gidemeyeceğini izah edeyim düşüncesiyle Üstadın koğuşuna gider. Koğuş penceresinden bakar ki Bedîüzzaman içeride yok. Hemen jandarmaya sorar; “İçeride idi, hem kapı kilitli” cevabını alır. Derhal camiye koşar. Bedîüzzaman’ın ileride, birinci safta, sağ tarafta namaz kıldığını görür. Namazın sonlarında Bedîüzzaman’ı yerinde göremeyip, hemen hapishaneye döner. Üstad Hazretlerinin; “Allahu Ekber” diyerek secdeye kapandığını hayretler içerisinde görür. Bu hâdiseyi bizzat o zamanki hapishane müdürü anlatmıştır. (Bedîüzzaman Saîd Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 2, s. 570) Abdullah Zühdî Efendi Sahâbeden Temîm ed-Dârî’nin (ra) soyundan geldiğini kabul eden, bunu bazen imzalarında da belirten Abdullah Zühdî Efendi, muhtemelen Şam’da doğdu; bir müddet Kütahya’da oturduktan sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Önce Eyüplü Râşid Efendi’den hat meşk etti. Fakat asıl üstadı Kazasker Mustafa İzzet Efendi oldu. Zühdî Efendi ondan aldığı dersler sonunda sülüs-nesih yazılarını “Kazasker adisinde” en mükemmel yazanlardan biri haline geldi. Yazdığı celî hat numunesini diğer hattatların yazıları arasından beğenen ve kendisi de hattat olan Sultan Abdülmecid, Abdullah Zühdî’yi Medine’de Mescid-i Nebevî’nin yazılarını yazmaya memur etti. Zühdî Efendi uzun yıllar Medine’de kalarak Mescid-i Nebevî’nin gerek kubbe kasnaklarına, gerekse duvarlarına kuşak halinde celî-sülüsle ayetler yazdı. Hâlâ yerinde duran bu yazılar uzunluk ölçüsüne vurulursa, Zühdî Efendi kadar fazla celî-sülüs yazmış olan bir başka hattatın bulunmadığı görülür. Abdullah Zühdî Efendi daha sonra Mısır’a yerleşti ve kendisine “Mısır hattatı” unvanı verildi. Orada banknot klişelerinin hatlarını, resmî daireler için değişik yazılar ve cami levhaları yazdı. Son günlerini mekteplerdeki yazı derslerine nezaret etmekle geçirdi. 1879 senesinde Kahire’de vefa etti. 01 Ocak 1929 Millet Mektepleriaçıldı Millet Mektepleri, 1 Kasım 1928’de Latin harflerinin kabulünden sonra Latin harfleriyle okuma-yazma öğretmek için kurulmuş dört ay süreli eğitim veren halk eğitimi kurumlarıdır. Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin hazırladığı “Millet Mektepleri Talimatnamesi” (Yönetmeliği) 11 Kasım 1928’de Bakanlar Kurulu’nda onaylandı ve 7284 sayılı Bakanlar Kurulu kararının 24 Kasım 1928’de Resmi Gazetede yayımlanmasıyla yürürlüğe girdi. Millet Mekteplerinin resmen açılışı 1 Ocak 1929’da gerçekleşti. O gün, yurtta “Maarif Bayramı” olarak kutlandı. Ne var ki Millet Mekteplerinin mimarı olan Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati, açılış günü apandisit sebebiyle hayatını kaybetti. Başbakan İnönü, iki ay boyunca Mustafa Necati’nin yerine birini atayamadı. Görevi vekâleten kendisi yürüttü. 07 Ocak 1946İlk başarılı hızlıbilgisayar ENIACkullanıma girdi Elektrikle çalışan ve elektronik veri işleme kapasitesine sahip ilk bilgisayar olan ENIAC, II. Dünya Savaşı sırasında ABD’li bilim adamları tarafından inşa edilmiştir. ENIAC, ağırlığı 30 ton olmakla birlikte yaklaşık 167m² bir alana sığmaktaydı. Bu bilgisayar, 1941’de Amerika’nın II. Dünya Savaşı’na katılmasıyla birlikte ordu tarafından gizli olarak Pensilvanya Üniversitesine ait elektrik mühendisliği okulu “Moore School of Electrical Engineering”e verilmiştir. Buradaki amaç ise daha az isabet hatalı uzun menzilli top ve füzelerin hesaplamalarında kullanılması için alınmıştır. Bu bilgisayarın yapımı, bilim adamları John Mauchly ve Presper Eckert tarafından 4 yılda tamamlanmıştır. Yaklaşık maliyeti 500.000 dolar olan ENIAC’ın ilk deneme çalışmasına 1945 yılında başlanmıştır. Tam anlamı ile çalışması 1947 yılını bulmuştur. 14 Ocak 1850 Pierre Loti doğdu Birçok kez İstanbul’da bulunmuş olan Pierre Loti (1850-1923), İstanbul’a ilk kez 1876 yılında bir Fransız gemisiyle, görevli subay olarak geldi. Loti, Osmanlı yaşam biçiminden etkilendi ve pek çok eserinde bu etkiyi gösterdi. İstanbul’da bulunduğu zamanlarda Eyüp’te yaşadı. İstanbul’a hayran olan Pierre Loti, kendisini her zaman Türk dostu olarak nitelendirdi. 1913 yılında yazdığı La Turquie Agonisante (Can Çekişen Türkiye) kitabıyla Batı politikalarını eleştiren Loti aynı yıl devlet konuğu olarak İstanbul’a geldiği zaman, Tophane Rıhtımında büyük bir törenle karşılanarak Sultan 5. Mehmed Reşad tarafından sarayda ağırlandı. Balkan Savaşlarında, I. Dünya Savaşında ve sonrasında Anadolu işgalinde Avrupa’ya karşı hep Türkleri savundu. Millî Mücadele döneminde Anadolu’daki direnişe destek vermesi ve kendi ülkesi olan işgalci Fransa’yı ağır bir dille eleştirmesiyle Loti, Türk halkının da sempatisini kazandı. Öyle ki, TBMM 4 Ekim 1921’de Pierre Loti’ye şükranlarını sunan bir mektup yolladı. Bununla birlikte Pierre Loti, 1920 yılında “İstanbul Şehri Fahri Hemşehrisi” olarak kabul edildi ve onun adını taşıyan bir de cemiyet kuruldu. Daha sonraları İstanbul’da Divanyolunda bir caddeye “Pierre Loti Caddesi” ve Eyüp’te bir kahvehaneye de “Pierre Loti Kahvesi” adı verildi. Günümüzde bu kahvehanenin olduğu tepe de Pierre Loti Tepesi olarak anılmaktadır.
Sual: Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Şimdi her yerde kaziye bil‘akistir. Hikmeti nedir? Cevab: İki sebebi biliyorum: Birincisi: لَيْسَ لِلْأِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰي olan fermân-ı Rabbânî’den müstefâd olan meyelân-ı sa‘y ve اَلْكَاسِبُ حَبيبُ اللّٰهِ olan fermân-ı Nebevî’den müstefâd olan şevk-i kesb, bazı telkînât ile o meyelân kırıldı. Ve o şevk de söndü. Zîrâ i‘lâ-yı Kelimetullâh şu zamanda maddeten terakkîye mütevakkıf olduğunu bilmeyen; ve dünya مِنْ حَيْثُ هِيَ مَزْرَعَةُ الْأٰخِرَةِ cihetiyle kıymetini takdîr etmeyen; ve kurûn-u vustâ ve kurûn-u uhrânın ilcââtını tefrîk eylemeyen; ve birbirinden gayet uzak, biri mezmûm ve biri memduh olan tahsîl ve kesbde olan kanâati ile, mahsûl ve ücretteki kanâati temyîz etmeyen; ve birbirinden nihâyet derecede baîd, hatta biri tenbelliğin ünvanı, diğeri hakîkî ihlâsın sadefi olan iki tevekkülü -ki, biri meşîetin muktezâsı olan esbâb arasındaki nizâma karşı temerrüd hükmünde olan tertîb-i mukaddemâttaki bir tevekkül-ü tenbelâne, diğeri İslâmiyet’in muktezâsı olan netice i‘tibâriyle gerdendâde-i tevfîk olarak vazîfe-i İlâhiyeye karışmamakla terettüb-ü neticede mü’minâne tevekküldür- ikisini birbiriyle iltibâs eden; ve “Ümmetî! Ümmetî!” sırrını teferrüs etmeyen; ve خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ hikmetini anlamayan bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vâizlerdir ki, o meyelânı kırdılar, o şevki de söndürdüler. Mehazler: “Ve (yine bildirilmedi mi ki) şübhesiz insan için, (kendi) çalıştığından başkası yoktur!” (Necm Sûresi, 39) Çalışıp kazanan, Allah'ın sevdiği bir kuldur. Âhiretin tarlası olması... “İnsanların en hayırlısı onlara en faydalı olandır.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:481, hadis no: 4044) Kelimeler: Fermân-ı Rabbânî: Bütün varlıkların terbiyesi elinde olan Cenab-ı Hakk’ın emir ve buyruğu Müstefâd: İstifade edilen Meyelân-ı sa‘y: Çalışmaya yönelme eğilimi, meyli Şevk-i kesb: bir kazanç elde etme istek ve arzusu Telkînât: Telkinler İ‘lâ-yı Kelimetullâh: Allah’ın dinini yüceltme gayreti Terakkî: İlerleme Mütevakkıf: Bağlı Kurûn-u vustâ: Orta çağ Kurûn-u uhrâ: Orta çağdan sonrası İlcâât: Şartlar ve gerekli olan şeyler Tefrik: Ayırma Mezmûm: Kınanmış Memduh: Övülmüş Tahsil: Bir neticeyi elde etmek Kanâat: Razı olma, yetinme Mahsul: Ortaya çıkan ürün, elde edilen Temyiz: Ayırma Baîd: Uzak Sadef: İnci Meşîet: Dileme Muktezâ: Gerekli olan şey Esbâb: Sebepler Nizâm: Düzen Temerrüd: İnat etme, direnme Tertîb-i mukaddemât: Bir neticeye ulaşmak için lüzum eden sebepler, basamaklar Gerdendâde-i tevfîk: Üzerine düşeni yaptıktan sonra boyun eğip neticeyi Allah’tan bekleme Terettüb-ü netice: Neticede, ortaya çıkan iltibâs: Karıştırma Teferrüs: Ferasetle hakikati görme Meyelân: Yönelme
İnsanların bencillik, çıkar, menfaat ve kendilerini düşünmek duygusu olan ene kuvvetleşiyor. Gittikçe o insanlarda bu durum huy haline geliyor. Bazen sinirleniyor. Bu insanların kendini görme, kendini düşünme, yalnız kendisiyle ve dünyasıyla uğraşma düşüncesi delinmez. Değişmez. Başkalarını düşünmez, görmez, bilmez. Yalnız kendisini düşünüp başkasını görmez ki düşüncesi biz yani nahnü olsun. Artık bu tür insanların dünyasında ben vardır. Biz yoktur. Enesini yani yalnız kendilerini sevenler, başkalarını sevmezler. Sevemezler. Biz olamazlar. Her ne kadar toplum içinde yaşasalar da yalnızdırlar. Bir insanın gaye-i hayâlî demek olan din ve mukaddesat, ümmet ve millet, memleket ve vatan, emniyet ve asayişe hizmet davası, sevdası, ileriye dönük ufku, derdi, düşüncesi, sevdası, gelecek için olan planları olmazsa insan içine kapanır. Kendinde boğulur veya kendinde takılır. Yahut o insanı hayallerinden uzaklaştıracak, hayallerinden gaflet etmeyi sonuç verecek veya unutturacak nisyan basarsa, ya da hayaller unutulsa yani tenâsî edilse, elbette insanların zihinleri, düşünceleri ve insanların bütün çalışmalarının amaçları yalnız kendilerini düşünmeye, bencilliğe yani enelere dönerler. İşte o zaman insanlar kendilerine takılır, kendilerinde boğulur, kendilerini görür ve kendisi için yaşar. Âdeta bedenleri bir arada fakat ruhları ve kalbleri birbirine yabancı bir toplum ortaya çıkar. Fiziki olarak birlikte düşünce olarak ayrı insan grubu görülür. Hâlbuki gerçek birlik fikirlerin, düşüncelerin uyumudur. Aksi halde insanlar kendi etrafında gezerler. İnsanların bencillik, çıkar, menfaat ve kendilerini düşünmek duygusu olan ene kuvvetleşiyor. Gittikçe o insanlarda bu durum huy haline geliyor. Bazen sinirleniyor. Bu insanların kendini görme, kendini düşünme, yalnız kendisiyle ve dünyasıyla uğraşma düşüncesi delinmez. Değişmez. Başkalarını düşünmez, görmez, bilmez. Yalnız kendisini düşünüp başkasını görmez ki düşüncesi biz yani nahnü olsun. Artık bu tür insanların dünyasında ben vardır. Biz yoktur. Enesini yani yalnız kendilerini sevenler, başkalarını sevmezler. Sevemezler. Biz olamazlar. Her ne kadar toplum içinde yaşasalar da yalnızdırlar. Hayat-ı ihtilâl olan toplumsal karışıklıklar; mevt-i zekât fakirin hakkı olan zekâtın verilmeyişi ve sen çalış ben yiyeyim demek olan fâizden yani hayat-ı ribâdan çıkmış Tarihte görülen Bilcümle ihtilâlât yani fakirin zengine, küçüğün büyüğe, halkın idarecilere karşı baş kaldırışı olan ihtilallerin, bütün herc ve fesâdât toplumsal karışıklıkların, hem asıl, hem ma‘deni hem toplumlarda görülen dine ve akla zıt olan her türlü çirkinlikler, günahlar, kötülükler demek olan rezâil ve seyyiât, toplumu dinden, akıldan, medeniyetten, insanî ahlaktan uzaklaştıran ve toplumları bozan bütün fâsid hasletlerin muharrik sebebi ve menbaı iki kelimedir tek, yahud iki kelâmdır. Birincisi şudur ki: Bencilliği, kendini düşünmeyi, merhamet ve şefkat yoksunluğu, akrabalık bağlarını koparmayı, insan ilişkilerini bozmayı, ötekileştirmeyi ve karşı karşıya gelmeyi ifade eden “Ben tok olsam, başkalar acından ölse, neme lâzım cümlesidir. Hâlbuki bu hüküm insanın yaratılış hikmetine de zıttır. Çünkü insan tek başına hayat süremez. İnsanlar içinde yaşamaya mecburdur. Birlikte yaşama sayesinde ihtiyaçlarını karşılayabilir. Dertlerine merhem bulabilir. Yaralarını tedavi edebilir. Acılarını azaltabilir. Sevinçlerini artırabilir.” İkincisi: Fakirin, zayıfın, âcizin, küçüğün, halkın, zengine, güçlüye, büyüğe, idarecilerine isyanı teşvik eden, toplumsal merhameti kaldıran “Rahatım için zahmet çek. Sen çalış, ben yiyeyim. Benden yemek, senden emekler cümlesidir.” Birinci kelimedeki öldürücü zehir olan bakış açısı, inancı, kabulü olan semm-i katili hem kökünü kesecek, bu olumsuz düşüncelere şâfî devâ olacak tek bir devâsı vardır. O da zekât-ı şer‘î ki bir rükn-ü İslâm’dır. Evet, zekât, İslam dininin beş esasından biridir. Zengin olan Müslümana farzdır. Ekonomik farklılıklardan kaynaklanan toplumsal ayrışmayı ortadan kaldıran zekâttır. Toplumsal bir köprüdür. Fakirin zengine, halkın idareye isyanını ortadan kaldıran zekâttır. Toplumsal barışın en önemli aracı zekâttır. Toplumda meydana gelen ayrılıkçı dili tadil eden zekâttır. İkinci kelimedeki bakış açısında, düşüncede ve inançta cehennemin zakkum-u şecer ağacı münderic. Onun yani bu ikinci cümledeki olumsuzlukların ırkını kesecek, faizin haram kılınması yani ribânın hurmetidir. Çünkü büyükler küçüklere, zenginler fakirlere, idareciler halka merhamet etmeli ve onlara ihsanda bulunmalıdır. Ta ki toplumsal birlik ve beraberlik temin edilsin. Hâlbuki bu ikinci cümle bu merhameti, ihsanı ortadan kaldırmaktadır. Bundan dolayı insanlar yana durmayı, el ele vermeyi, omuz omuza, sırt sırta vererek bir ve beraber olmayı isterse yani Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtı farz kılarak vaz‘ etmeli, ribâyı kaldırmalıdır.