Yıldız Sarayı, Beşiktaş Yıldız Tepesinde Türk Osmanlı Saray mimarisinin en son örneğini oluşturan yapı gruplarındandır. Sarayın bulunduğu “Hazine-i Hassa”ya kayıtlı bu arazi Kânûnî Sultan Süleyman döneminden beri padişahlar tarafından av sahası olarak kullanılmaktaydı. Bu araziye ilk kasrı yaptıran Sultan I. Ahmed'dir. Sultan IV. Murat da avlanmaya geldiği zaman bu kasırda istirahat etmiştir. 18. yüzyıl sonunda, Sultan III. Selim vâlidesi Mihrişah Sultan için buraya başka bir kasır yaptırmış ve bu kasra "Yıldız" ismi verilmiştir. Sultan Selim sarayın iç bahçesinde Rokoko stilinde bir de çeşme yaptırmıştır. Sultan III. Selim`den sonra tahta çıkan Sultan II. Mahmud da Yıldız bahçesinde düzenlenen ok atışlarını ve güreş oyunlarını seyretmek için buraya gelmiştir. Bu padişah, 1834-1835 yıllarında burada bir köşk yaptırarak etrafını da bir bahçeyle düzenletmişti. 1826`da Yeniçeri Ocağı`nı ortadan kaldıran Sultan II. Mahmut "Asakir-i Mansure-i Muhammediye" adıyla yeni kurulan ordunun Yıldız bahçesinde yaptığı talimleri bizzat buradan denetlerdi. Oğlu Sultan Abdülmecit bu köşkleri yıktırarak, 1842 yılında daha güzel bir uslupta olan "Kasr-ı Dilküşa" isimli köşkü annesi Bezmiâlem Vâile Sultan için yaptırmıştır. Genellikle yaz aylarında Yıldız Köşkü’ne oturmaya gelen Sultan Abdülaziz ise, Balyan ailesi mimarlarına Büyük Mabeyn Köşkü`nü inşa ettirmiştir. Daha sonra da, dış bahçe denilen kısma Malta ve Çadır köşklerini, asıl saray kısmına ise Çit Kasrı`nı ekletmiştir. Sultan Abdülaziz`in tahttan indirilmesinden sonra Sultan V. Murad, doksan iki gün süren saltanat günlerinde Yıldız Sarayı`nda oturmuştur. Sultan Murad`ın tahtan indirilmesinden sonra, kardeşi Sultan II. Abdülhamid`in otuz üç yıllık saltanat devri başlar. Sultan II. Abdülhamid; amcası Sultan Abdülaziz`in ve ağabeyi Sultan V. Murad`ın birbirini takip eden ikâmetlerine sahne olan Dolmabahçe Sarayı`nın deniz kıyısında bulunması ve bu sarayın açık hedef olması, denizden kuşatılması ihtimalini göz önünde bulundurarak, 7 Nisan 1877`de Yıldız`a taşınmıştır. Saray asıl yapılaşmasına bu padişah döneminde başlamış ve buraya Yıldız Sarayı Hümâyunu ismi verilmiştir. Sultan Abdülhamid zamanında, civardaki araziler de alınmış, şimdi Yıldız Parkı denilen, dış bahçe genişletilerek büyük ölçüde imar çalışmalarına girişilmiştir. Bu durumuyla saray, bahçeleriyle beraber seksen dönümlük bir araziye yayılmıştır. Saray, sultanlar ve şehzâdeler tarafından ikametgâh olarak kullanılan ve resmi görevlilere tahsis olunan köşklerden başka, tiyatro, müze, kitaplık, eczâhâne, hayvanat bahçesi, mescid, hamam, tamirhâne, marangozhâne, demirhâne, kilithâne gibi çeşitli binaları da kapsıyordu. Sarayın hemen dışında Birinci Ordu`ya bağlı hassa tümeninin askerleri bulunmaktaydı. Sultan II. Abdülhamid`den sonra yerine geçen, Sultan Mehmed Reşad, Husûsî Daire denilen köşkün "Dört Mevsim Salonunda" ameliyat edilmiştir. 3 Temmuz 1918`de ölümünden sonra, Sultan VI. Mehmed Vahidettin padişah olmuştur. Daha çok Dolmabahçe Sarayı`nda ikamet eden, Sultan Vahidettin zaman zaman Yıldız Sarayı`nı da kullanmıştır. Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilip Selânik’e gönderilmesinin ardından Yıldız Sarayı 29 Nisan 1909’da İttihatçılar, Hareket ordusu mensupları ve komutanlar tarafından müthiş bir yağmaya maruz kalmıştır; adeta çekirge sürüsü gibi, moğolvari vahşi bir şekilde yağmalanan sarayda önemli belgeler, devlete ait eşyalarla II. Abdulhamid’e, haremine ve aile fertlerine ait tüm şahsi eşyalar ve serveti bu olaylar sırasında yok edilmiştir. Yıldız Sarayı Müzesi 2. Abdülhamid Han’ın otuz yıl hilâfet merkezi olarak kullandığı Yıldız Sarayı 1926 yılında, otuz yıllığına bir İtalyan kumarhane ve gazino işletmecisine kiralanmış, burada arka arkaya yaşanan menfi olaylar neticesinde bu hatadan birkaç yıl sonra geri dönülmüştür. Uzun süre Harp Akademileri binası olarak kullanılan saray, 1978 yılında, Kültür Bakanlığı`na devredilmiş ve daha sonra Yıldız Sarayı Müdürlüğü`ne tahsis edilmiştir. Saray`da ilk müzeleştirme çalışmaları 1994 yılında gerçekleştirilebilmiştir. Sarayın ihtiyacı olan mobilyalar Sultan II. Abdülhamid`in emri ile yaptırılmış olan marangozhane binasında bulunmaktadır. Marangozluğa çok meraklı olan ve kendi yaptığı birçok el oyması eserle tanınan Sultan II. Abdülhamid marangozhâneye özel bir önem vermiştir. Müzede sergilenen eserler genellikle dönemine ait eserlerdir. Sergilemede Sultan II. Abdülhamid`in kişisel eşyaları, kendisine armağan edilen eser niteliğindeki objelerden başka, müzenin eski marangozhanede olmasından dolayı ahşap eserlere ve Yıldız Porselen Fabrikası ürünlerine de yer verilmiştir.
İlim sıfatına sahip ama sert mizaçlı birisi olsun. Bu zatın sert mizaçlı olmasından kaynaklanan bazı yanlışlarından ve kabahatlerinden dolayı ilmi suçlamak ve mahkûm etmek ahmaklıktır. Öyle de İslâm'ın kutsiyetini daima telkin eden, dinin hükümlerini güçleri nispetinde tebliğ eden ve Müslüman milletler arasında en ziyade hürmet, muhabbet ve merhamete müstahak olan ulemayı, zamana uygun bir ulema olmamalarından kaynaklanan kabahatleri ve günahları ile suçlamak ve o kabahatleri ve o günahları o bîçarelere isnat etmek de ahmaklıktır. Çünkü zararın sebebi, âlimlerin varlıkları değil; zamanın şartlarına uygun vasıflara sahip birer âlim olmamalarıdır. Bu hal de onların bir kusuru değildir ki onlara buğz edilsin. Zamanın şartlarına uygun âlim yetişmemesinin başlıca sebepleri şöyle sıralanabilir: 8 Zeki ve kabiliyetli talebelerin, İslâmî ilimlerin ders verildiği medreselere değil, çoğunlukla sosyal ve fen bilimlerinin ders verildiği mekteplere (okullara) gitmeleri veya gönderilmeleri. 8 Zenginlerin, medreselerin geçimine ve maddî ihtiyaçlarının karşılanmasına tenezzül etmemeleri. 8 Medresede de intizam, tefeyyüz (feyizlenme) ve mahreç (medrese mezunlarının çalışacağı alanlar) bulunmaması. İşte bu sebeplerden dolayı medreseler, zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek vasıfta âlim yetiştirememektedirler. Zindan-ı Atalete Düştüğümüzün Sebebi Nedir? Hayat, bir mücadele meydanıdır. Şevk, kişinin bineğidir. Himmet (gayretle çalışmak) ise kişinin kıymetini belirleyen bir ölçüdür. Bediüzzaman Hazretleri himmetin yönünün önemi hakkında şöyle demektedir: “Kimin himmeti milleti ise o, tek başına küçük bir millettir. Kimin himmeti nefsi ise o, insan bile değildir.” İşte himmet, şevk denilen atına binip, hayat denilen mübareze ve mücadele meydanında maksadına koşarken, ayağını kaydırabilecek ve atalete uğratabilecek bazı düşmanlarla karşı karşıya gelir. Bu düşmanlar şunlardır: Ye’s: Yani bütün kemalâtın engeli ve insanı mezar-ı müteharrik haline dönüştüren ümitsizlik hastalığı. Himmetin manevi kuvvetini kırar. Bu düşmana karşı “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz!”1 âyetinin kılıcını çekmek gerekmektedir. Meylü’t-Tefevvuk: Yani birbirine üstün gelmeye çalışma meyli. Hakka hizmet, o hizmeti yapan hâdimlerin birbirlerine zahmet vermemesini, birbirlerinin nefislerini birbirlerine tercih etmelerini, birbirlerine engel olmamalarını, el ele, omuz omuza, ittifak ve ittihat içerisinde hareket etmelerini gerektirir. Fakat bu meylü’t-tefevvuk denilen istibdad, şevk atının üstünde doludizgin maksadına koşan himmetin başına vurur, atından düşürür. Bu düşmana karşı “Allah için olun!” hakikatini göndermek gerekmektedir. Acûliyet: Yani acelecilik hastalığı. Bu hastalık, himmetin ayağını kaydırır. Çünkü Cenab-ı Hak hikmetinden dolayı bu dünyada bütün sonuçları sebeplere bağlamıştır. Sonuçlara ulaşmak için tek tek sebep basamaklarına basarak yükselmek gerekmektedir. Aceleci kişi ise bu sebep basamaklarına ya hiç basmadan veya üçer beşer atlayarak basarak bir an evvel sonuca ulaşmak ister ve ayağı kayar düşer, maksadına ulaşamaz. Bu düşmana karşı “Sabırlı olun; sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın; her an cihada hazırlıklı bulunun!”2 âyetini siper yapmak gerekmektedir. Fikr-i İnfirâdî - Tasavvur-u Şahsî: Yani şahsî fikir ve tasavvurlar. İnsan, fıtraten medenî bir varlıktır. Bunun için hem diğer insanların hukuklarını çiğnememekle hem de kendi hukukunu diğer insanların arasında aramak ve çiğnetmemekle mükelleftir. Fakat şahsî fikirler ve tasavvurlar, insanın emellerini dağıtır ve insanı, kendi için yaşayan bir varlık haline dönüştürür. Yani himmetini nefsine döndürür. Bu hastalığa karşı, “İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır” hadis-i şerifini çıkarmak gerekmektedir. Görenek Hastalığı: Başkalarının gevşekliğini görerek, onlar gibi gevşeklik göstermek, âlî himmet kişilerin vasfı olamaz. Başkalarının gevşekliğine bakıp, onları takliden gevşeyenler, Allah’a değil o şahıslara bel bağlamış ve güvenmiş olurlar. Bu ise Allah’a tevekkül hakikatine ters düşmektedir. Bu düşmana karşı “Tevekkül etmek isteyenler, sadece Allah’a tevekkül etsinler (başkalarına değil)”3 ayetine sığınmak gerekmektedir. İşi Başkasına Havale Etmek: İnsan fıtraten âciz olmakla birlikte ve nefsine de itimat etmemesi gerekmektedir. Bu hal bazen, kişinin kendisine ait işleri dahi başkalarına havale etmesi şeklinde kendini gösterebilmektedir. Bu durum, himmet ehli kişinin mücahedeyi bırakıp oturması anlamına gelmektedir. Bu gaddar düşmana karşı “Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez”4 ayetindeki zirve hakikate sığınmak gerekmektedir. Allah’ın Vazifesine Karışmak: İnsanın vazifesi tebliğdir. İnsanlara kabul ettirmek, muvaffak kılmak, insanları etrafımıza toplamak Allah’ın vazifesidir. İnsan, kendi vazifesi ile meşgul olup Allah’a ait olan vazifelerle meşgul olmaması ve hareketlerini onun üzerine bina etmemesi gerekmektedir. Bu hataya düşmek, gözü tokatlayıp kör etmek gibi bir durumdur. Bu halden kurtulmanın yolu, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol”5 ayeti ile “Efendine efendi olmaya çalışma!” hakikatini rehber etmektir. Meylü’r-Rahat: Yani rahata meyletmek. Bu hastalık, bütün meşakkatlerin anası, umum rezilliklerin yuvası, himmeti sefillik zindanına atan ve himmetin boynunu vuran sihirbaz bir cellat gibidir. Zira rahat, insana cazip ve süslü görünür. Elde edilesi bir gaye olarak kendini gösterir. Fakat rahat insanı mutlu değil, türlü rezillik ve meşakkatlere atar ve hayatını sefalette bir zindana çevirir. Çünkü insan fıtraten heyecanlı bir varlıktır. Bu fıtratta olan bir insanın rahatı ve lezzeti çalışmakta ve mücadelededir. Bu sihirbaz cellattın elinden kurtulmanın yolu, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır”6 ayetinin himmeti altına girmektir. Kaynaklar: 1- Zümer Suresi, 532- Âl-i İmrân Suresi, 2003- İbrahim Suresi, 124- Mâide Suresi, 1055- Şûrâ Suresi, 156- Necm Suresi, 39
İnsan yaratılışı itibariyle medenidir. Yani sosyal bir varlıktır. Kubbeyi oluşturan taşların birbirine dayandığı gibi insan da, hayatının devamı ve ihtiyaçlarının temini için hemcinslerinin yardımına, toplumla birleşip bütünleşmeye mecburdur. Yoksa en basit ihtiyaçlarını temin etmekte bile zorlanır insan. Elbise için terziye, ekmek için fırıncıya, yiyecekler için çiftçilere, ev için usta, mimar ve mühendise, sağlık için doktora, eğitim için her branştan muallime vesaireye ihtiyaç duyarız. Bunlar olmadan tek başımıza bütün bu meslekleri tahsil etmemiz imkânsızdır. İnsanın psikolojik yapısı da yardıma muhtaç bütün varlıklara muavenet etmeye uygun şekilde tanzim edilmiştir. Şefkat ve merhamet hisleri insanı muhtaçların imdadına koşmaya sevk ederler. Biz müminler, dinimizin emri olan oruçla açlığın ve açlıkla, müptela insanların halini yakinî olarak hissediyoruz. Böylelikle fıtratımızda var olan şefkat ve merhametin galeyanıyla ehl-i iman kardeşlerimizin ihtiyacına cevap vermeye çalışıyoruz. Amellerin sevabının katlanarak değerlendiği üç aylar ve mübarek kurban bayramını fırsat bilip hayır hasenat yapmaya azami gayret gösteriyoruz. Sadaka ve zekâtların ramazanda daha çok verilmesinin bir sırrı da bu aydaki ibadetlerin daha faziletli olmasındandır. Orucun sosyal dayanışmayı tetikleyen bu özelliğinden dolayı her mümin ekonomik durumu ölçüsünde manevi değeri yüksek bu fırsatı değerlendirmelidir. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şunları söyler: “Hangi ferd olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecbûriyeti olmazsa, şefkat vâsıtasıyla muâvenete mükellef olduğu ihsânı ve yardımı yapamaz. Yapsa da tam olamaz. Çünki hakîkî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.”1 Müminleri hayır yapmaya teşvik sadedinde bir hadis-i şerifte sadakanın malı eksiltmeyeceği şu şekilde anlatılır: “Hz. Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: “Resulullah (asm) buyurdular ki: Mal sadaka ile eksilmez. Allah affı sebebiyle kulun izzetini artırır. Allah için mütevazı olan bir kimseyi Allah yüceltir.”2 Sevgili Üstadımız da bu hususu şöyle bir hadise ile aydınlatır: “Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menâbi‘-i servetini göremedim. Allah rahmet eylesin, oranın müftüsü birkaç def‘a bana dedi: “Ahâlimiz fakirdir.” Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar, daima o şehrin ahâlisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın, yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hâtırıma geldi. “Fesübhânallâh!” dedim. Bu bağların mahsûlâtı şehrin hâcetinin pek fevkındedir. Bu şehir ahâlisi pek çok zengin olmak lâzım gelir. Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakîkatlerin derkinde bir rehberim olan bir hâtıra-i hakîkatle anladım ki, iktisâdsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış. O kadar menâbi‘-i servetle beraber o merhum müftü “Ahalimiz fakirdir” diyordu. Evet, zekât vermek ve iktisâd etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi; israf etmek ile zekât vermemek, sebeb-i ref‘-i bereket olduğuna hadsiz vâkıât vardır.3 İktisatsızlık, israf, zekât ve sadakanın terk edilmesi malın bereketini kaçırdığı gibi insanı manen mesul de eder. Bununla birlikte Üstad hazretleri: “Hem yüz aç adamın huzurunda kemâl-i lezzet ile fazla yenilmez.”4 der. Bugün dünya üzerinde açlık ve fakirlik sebebiyle milyonlarca insan ölümle pençeleşirken müminler olarak kemal-i iştahla yemek, hele de israfa girmek son derece mesuliyetli bir iştir. Rabbimiz Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyuruyor: “Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz?”5 Sahip olduğumuz her nimetin bir hesabı vardır. Onu nerede kullandığımız kadar imkân sahibi olduğumuz halde nerelerde kullan(a)madığımız da sorulacak. Müminleri bir binanın tuğlaları veya bir vücudun azaları gibi gören bir dinin mensupları olarak ihtiyaç sahibi insanlara karşı ilgisiz kalamayız. Özellikle ibadet ayları olan üç ayları ve ardından gelen kurban bayramını fırsat bilerek sadaka ve zekâtlarımızı en muhtaç insanlara ulaştırmalıyız. Bu işi gönüllü olarak yapan yardım kuruluşlarının da yapılan bu hayırları dünyanın dört bir tarafına ulaştırmak için verdiği desteği de unutmamak gerek. Şu anda oturduğunuz yerden göndereceğiniz bir mesajla Afrika’da, Asya’da veya dünyanın başka bir yerindeki müminleri sevindirebilecek imkâna sahipsiniz. Rabbim bizleri hayır hasenat hususunda cömert kullarından eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Mektubat 2, 12. Altınbaşak Neşriyat.2- Müslim, Birr, 69 (2588); Tirmizi, Birr 82, (2030); Muvatta, Sadaka 12, (2, 1000).3- Lemalar, 253. Altınbaşak Neşriyat.4- Lemalar, 247. Altınbaşak Neşriyat.5- Tekasür suresi, 8.
“Sırr-ı tevhîd ile Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl’in, umûmî kanunların tazyîkātları ve hâdisâtın tehâcümâtı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlûklerine, kanunların fevkınde olarak, ihsânât-ı husûsiyesi ve imdâdât-ı hâssası ve doğrudan doğruya her şeye karşı rubûbiyet-i husûsiyesi olduğunu; ve her şeyin tedbîrini bizzât kendisi gördüğünü; ve her şeyin derdlerini bizzât dinlediğini; ve her şeyin hakîkî mâliki ve sâhibi ve hâmîsi olduğunu sırr-ı Kur’ân ile ve nûr-u îmân ile bildim.” Bir zaman, ziyâde rikkatimden ve fazla şefkatimden ve acımak duygusundan, zîhayatların, husûsan onlardan zîşuûrların ve bilhassa insanların ve bilhassa mazlumların ve musibete giriftâr olanların hâlleri, benim çok ziyâde rikkatime ve şefkatime ve kalbime dokunuyordu. Kalben diyordum: “Bu âciz ve zayıf bîçârelerin derdlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak kanunlar dinlemedikleri gibi, istîlâcı ve sağır olan unsurlar ve hâdiseler dahi işitmezler. Bunların bu perişan hâllerine merhamet eden ve hususî işlerine müdâhale eden yok mu?” diye rûhum çok derinden feryâd ediyordu. “Hem o çok güzel memlûklerin ve o çok kıymetdâr malların ve o çok müştâk ve minnetdâr dostların işlerine bakacak ve onlara sahâbet edip himâye edecek bir mâlikleri, bir sâhibleri ve bir hakîkî dostları yok mu?” diye kalbim bütün kuvvetiyle bağırıyordu. İşte rûhumun feryâdına ve kalbimin vâveylâsına vâfî ve kâfî gelici ve teskîn edici ve kanâat verici cevab ise, sırr-ı tevhîd ile Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl’in, umûmî kanunların tazyîkātları ve hâdisâtın tehâcümâtı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlûklerine, kanunların fevkınde olarak, ihsânât-ı husûsiyesi ve imdâdât-ı hâssası ve doğrudan doğruya her şeye karşı rubûbiyet-i husûsiyesi olduğunu; ve her şeyin tedbîrini bizzât kendisi gördüğünü; ve her şeyin derdlerini bizzât dinlediğini; ve her şeyin hakîkî mâliki ve sâhibi ve hâmîsi olduğunu sırr-ı Kur’ân ile ve nûr-u îmân ile bildim. O hadsiz me’yûsiyet yerinde, nihâyetsiz bir mesrûriyet hissettim. (Tevâfuklu Şuâ’lar, 2. Şuâ’, Sayfa 10-11) Dünyanın herhangi bir yerinde bir canlının sıkıntı çekmesi ya da zarar görmesi, hayalinin yetiştiği her yerle hissen de alaka kuran insanı etkiler. Vicdanı ölmediyse üzülür, elinden gelse müdahale edip sıkıntıyı halletmeye çalışır. Doğuştan fıtratımızda olan bu halet, bizim her duyduğumuz ya da gördüğümüz üzücü hadiseden elem duymamıza sebep olur. Kimi zaman deriz: “Bu mazlumun elinden tutacak yok mu? Bu perişan haldeki masum insanların sesini duyacak yok mu?” Ya da kimi zaman belgesellerde gördüğümüz gibi: “Şu yavruyu veya savunmasız hayvanı, şu vahşi hayvandan kurtaracak yok mu?” diye içimizden geçiririz. İletişimin ve haberleşmenin hızlanması ve yaygınlaşmasıyla birlikte, haberlerde seyrettiğimiz ya da gazetelerde okuduğumuz yüzlerce, binlerce aynı doğrultudaki hadisede de hep bu soruları sorar ve bu mazlumların sesini duyan var mı, deriz. Kuzey Buz Denizinde bir balina zarar görse ya da Afrika’da dişi için bir fil avlansa, binlerce mil uzaklıkta olan bizler ruhen sıkıntı çekeriz. Belgesellerde gördüğümüz avcı hayvanların, yavru hayvanları yemesi de bizi üzer. Hâlbuki bu hadiseler bizden çok uzaklarda gerçekleşmektedir. Yolda kanadı yaralı bir kuş görsek, elimizden geldiğince onu tedavi edip uçmasını sağlamaya çalışırız. Aç kalan bir kedi görsek yiyecek bir şeyler vermeye çalışırız. Bu hissiyatımız ve yaptıklarımız, Cenâb-ı Hakk’ın merhametinin bizim üzerimizdeki tecellilerinin fiiliyata geçmiş birer örneğidir. Bu merhametimizin gereğidir ki, Bedîüzzaman Hazretleri gibi deriz: “Bu âciz ve zayıf bîçârelerin derdlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak kanunlar dinlemedikleri gibi, istîlâcı ve sağır olan unsurlar ve hâdiseler dahi işitmezler. Bunların bu perişan hâllerine merhamet eden ve hususî işlerine müdâhale eden yok mu?” Sonra yüzümüzü âlem-i İslâm’a çeviririz. Bakarız ki, Filistin’de, Suriye’de, Irak’ta ve benzeri birçok İslâm beldesinde, masumların zalimlerin yanında bir böcek kadar kıymetleri kalmamış. İnsanlar toplu halde katlediliyor, kimsenin doğru düzgün sesi çıkmıyor. Vicdanımız sızlar, duadan başka elimizden bir şey gelmez. Savaşlardan ve zulümden kaçıp vatanlarını terk eden mültecileri görürüz. Onlara ne deniz acır, ne de sığınmak istedikleri ülkeler. Sonra bakarız ki; dünyanın en güzel şehirleri, tarihi mekânları, memleketleri, savaşlarla ve istilalarla, mahvoluyor, yıkılıyor. “Ana gibi yar olmaz, Bağdad gibi diyar” sözünü söyleten güzel ve mübarek şehir Bağdat’ın savaşlarla geldiği hali görür, üzülür, bu şehrin bir sahibi yok mu deriz. Şam’ı, Halep’i görür, İslâm’ın bu iki güzel şehrinin yıkıntılar içindeki hallerinden müteessir oluruz. Bu şehirlerin hakiki dostları yok mu ki, onları korusun deriz. İşte, bizi böyle devamlı surette elemden eleme atan dünyanın elîm hadiseleri karşısında bizi rahatlatacak, teskin edecek bir çare yok mudur? Belki her gün farklı vesilelerle dûçar olduğumuz bu hissiyatı Bedîüzzaman Hazretleri de kalbinde hissetmiş ve ruhunun ve kalbinin nasıl rahatlattığını şu ifadelerle dile getirmiştir: “Sırr-ı tevhîd ile Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl’in, umûmî kanunların tazyîkātları ve hâdisâtın tehâcümâtı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlûklerine, kanunların fevkınde olarak, ihsânât-ı husûsiyesi ve imdâdât-ı hâssası ve doğrudan doğruya her şeye karşı rubûbiyet-i husûsiyesi olduğunu; ve her şeyin tedbîrini bizzât kendisi gördüğünü; ve her şeyin derdlerini bizzât dinlediğini; ve her şeyin hakîkî mâliki ve sâhibi ve hâmîsi olduğunu sırr-ı Kur’ân ile ve nûr-u îmân ile bildim.” Demek ki; dünyanın bu kadar sıkıntılı hâlâtı içinde mazlumların, masumların, biçarelerin, zayıfların ve kimsesizlerin derdini bizzat dinleyen Cenab-ı Hakk’dır. Her şeyin sahibi ve koruyucusu O’dur. Mazlumlara ve kimsesizlere bizzat hususî yardımı vardır. Her şeyin tedbirini bizzat Cenab-ı Hakk alır. Herkesin derdini bizzat Cenab-ı Hakk dinler. Öyleyse meyus değil mesrûr olmalıyız. Ümitsizliğe kapılmayarak, mütefekkirâne Cenab-ı Hakk’ın tedbirlerini seyretmeliyiz. Bu bakış açımız, imanımızın da bir gereğidir. Merhametimizden dolayı Üstâd Hazretleri gibi kalben ve ruhen sıkıntı çektiğimiz durumlarda, bu tefekkür bizi teskin edecektir.
Said Nursi (ra) 1907’nin Aralık ayının sonlarında İstanbul’a, Bitlis Valisi Tahir Paşa’nın referans mektubuyla gelir. Kıyafet ve üslubundan dolayı önceleri “Garibüzzaman” olarak değerlendirilse de kısa sürede “Bediüzzaman” olduğunu başta Camiü’l-Ezher Şeyhi Bahid Efendi olmak üzere ulema tasdik eder. 24 Temmuz 1908’de 2. Meşrutiyet ilan edilir. Bediüzzaman Hazretleri 27 Temmuz’da İstanbul’da bir hafta sonra da Selanik’te halka hitap eder. Bu hitap, Said Nursi’nin (ra) o döneme ait fikirlerinin özeti niteliğindedir. Meşrutiyet ve hürriyeti İslam hukukunun normlarına göre değerlendirmiş ve problemleri tesbit edip çözüm yollarını göstermeye çalışmıştır. “Kader bana Türkçeyi az vermiş. Hattı hiç vermemiş. Dilim, kalbimin lisanını iyi anlamıyor ki; iyi tercümanlık etsin.” diyerek dil konusundaki zafını ortaya koyup istifade etmeye çalışanları dikkatli değerlendirmeye davet etmiştir. Biz yazımızda Bediüzzaman Hazretleri nutukta ifade ettiği ve eleştiriye medar olmuş cümlelerini analiz etmeye çalışacağız inşallah. *** “Mütevekkilane, sabûrane tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki, azabsız cennet-i terakkî ve medeniyet kapılarını bize açmıştır.” Nutukta en çok karşımıza çıkan ve 2. Abdülhamid karşıtlığı olarak yorumlanan ifade budur. İlk bakışta nazara karşıtlık gibi görünse de nutkun tamamı içinde ve tarihi süreç açısından değerlendirildiğinde bunun, Abdülhamid düşmanlığından değil, yeni bir doğum için rahm-i maderdeki olgunlaşma dönemini ifade ettiği görülür. Çünkü Fransız ihtilali ile hürriyet ve meşrutiyet fikirleri önce Avrupa’da daha sonra Osmanlı ülkesinde yayılmaya başladı. 2. Mahmut dönemi ıslahatları ve Tanzimat’la birlikte bu kavramlardan Osmanlı aydınları etkilendi. Bunun sonucu olarak 1876’da 1. Meşrutiyet ilan edildi. Avrupa usullü ilk Türk Anayasası olan Kanun-ı Esasinin kabul edilmesiyle, halk Padişahın yanında ilk kez doğrudan yönetime katıldı. 2. Abdülhamid anayasanın yedinci maddesindeki “Meclis-i Umumi’nin akt ve tatili ve lede’l-iktiza heyet-i mebusanın azası yeniden intihap olunmak şartile feshi hukuk-u mukaddese-i Padişahi cümlesindendir.” ifadesinin kendisine verdiği yetkiye dayanarak parlementoyu kapattı. 93 Harbi’nin sıkıntıları arasında bu kapatma hadisesi makul karşılandı. Anayasada, fehs edilen parlamentonun ne zaman açılması gerektiğine dair bir madde yoktu. Abdülhamid Han bu kanun açığından yararlanarak otuz yıl parlementoyu kapalı tuttu. Fakat bu durum yedinci maddedeki “Heyet-i mebusanın azası yeniden intihap olunmak (seçilmek) şartı ile feshi hukuk-u mukaddese-i Padişahi cümlesindendir.” ifadesindeki yeniden seçimlerin yapılması şartının otuz yıl ertelenmesi anlamını da ifade etmekteydi. İşte Bediüzzaman Hazretleri “Mütevekkilane, sabûrane tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki azabsız cennet-i terakkî ve medeniyet kapılarını bize açmıştır” ifadesiyle, Kanun-ı Esasi’nin bu maddesine işaret etmiştir. “Mütevekkilane, sabûrane” ifadeleriyle anayasanın halka vermiş olduğu yetkinin gözardı edilmiş olmasına rağmen, halkın ve kendisinin bu durumu, Abdülhamid Han’a itimadından dolayı, tevekkül ve sabırla karşıladığını beyan eder. Bu orucun diyeti, ücreti olarak “azabsız cennet-i terakkî ve medeniyet kapılarını bize açmıştır” ifadelerini kullanmaktadır. Bu ifadeleri nutkun ilerleyen yerlerinde “Milel-i saire / diğer milletler (Avrupa) milyonlarla cevahir-i nüfus /insanı feda etmekle kazandılar” ifadesiyle şerh etmektedir. Çünkü Avrupa’da meşrutiyet uzun süren; Fransız ihtilali, Koalisyon Savaşları, Restorasyon Dönemi uygulamaları, 1830 ve 1848 ihtilalleri sonucunda ancak kabul görmüş. Altmış yıl süren bu mücadeleler döneminde binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Oysa Osmanlı Devleti’nde meşrutiyetin kabulü için ciddi bir savaş ve kargaşa ortamı olmamıştır. Bu durumu Bediüzzaman Hazretleri nutukta; “Mucize-i Peygamberîdir (asm) ve bu millet-i mazlumeye bir inâyet-i İlahîyedir ve cem’iyet-i milliyenin niyet-i hâlisesinin kerametidir” şeklinde ifade eder. Bediüzzaman Hazretleri nutku “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i Peygamber!” ifadesiyle, Abdülhamid Han’a iltifatla bitiriyor. Bu ifade dikkate alındığında “Mütevekkilane, sabûrane tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun...” cümlesinden Abdülhamid Han düşmanlığını çıkarmayı vicdanlara havale ediyoruz. Bediüzzaman Hazretleri bu sathi ve yüzeysel değerlendirmeleri hissetmişcesine Ekim 1908 Misbah Gazetesi’nde yayınlanan bu nutukta, “Kürdistan dağ ağacının meyvesi, hazmı sakîldir... Dikkatlice çiğneyiniz, ta hazmolsun... Yoksa helâl etmeyeceğim” ifadelerine yer vermiştir. Eğer siz de -iki gazeteci nasıl sözümü tahrif etmiş- öyle okursanız, Allah imdad eyleye. İrticalen söylemişim, lâkin her bir kelimede bir maksadım var. Dikkat ediniz, ta ki: -doğru bir sözü ayıplayan nice kimseler vardır ki, onların bu durumu, fehmin /anlayışın sekametinden / bozuklugundan dolayıdır- sözüne masadak olmayasınız vesselam” ifadeleriyle nihayet vermiştir. Bir Müslüman olarak bu hukukun göz ardı edilmesi teessüf edilecek bir durumdur. Şimdi yukarıda izah etmeye çalıştığımız paragrafın devamına bakalım. Mütevekkilane, sabûrane tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki, azabsız cennet-i terakkî ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. “Hâkimiyet-i milletin beraât-i istihlali / güzel bir başlangıcı olan Kanun-u Şerî-i Esasi, hâzin-i Cennet gibi bizi oralara duhûle davet ediyor. Ey mazlum ihvan-ı vatan!.. Gidelim dâhil olalım! Birinci kapısı: İttihad-ı kulûb İkincisi kapısı: Muhabbet-i milliye Üçüncüsü kapısı: Maarif Dördüncüsü kapısı: Sa’y-i insanî. Beşincisi kapısı: Terk-i sefahettir. Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum. Zîrâ davete icabet vâcibdir.” Bediüzzaman Hazretleri bu cümlelerde; “Hâkimiyet-i milletin beraât-i istihlali / güzel bir başlangıcı” ifadesiyle 1876 Anayasasının milli hâkimiyete dair hükümlerinin yeniden uygulamaya konulmasını yani 2. Meşrutiyetin ilanını güzel bir başlangıcı olarak değerlendiriyor. Bu durumun süreç içerisinde mükemmele doru gideceğini, gelişeceğini vurguluyor. Zira hayatımıza giren bir unsurun, kültürünün yerleşmesi ve gelişmesi zaman alıyor. Bununla beraber “Yeni Hükûmet-i Meşrutamız mucize gibi doğduğu için, inşâallah bir seneye kadar -beşikte çocuk iken konuştu- cümlesinin sırrına mazhar olacağız!..” ifadesiyle, eğer sahip çıkılır ve üzerine titrenirse çok kısa sürede bu uyum sürecinin aşılacagı belirtilmiş. Doğumu gibi devamının da suhuletle olması temenni edimiştir. Not: Ama maalesef kıymeti bilinemediği, geliştirilemediği ve sistemleştirilemediği için pahalıya patladı. Başkalarının kurguladığı cumhuriyete mahkûm olduk. Şimdi kendi kodlarımızla cumhuriyeti inşa etme gayretine girmiş bulunmaktayız. İnşallah İslam’ın ruhuyla yoğrulan cumhuriyet, beşeriyete aradığı saadeti verecektir. 16 Nisan Referandum sonuçları, uzun süren bu hasret ve beklentimize cevap olacatır kanaatindeyiz... “Kanun-u Şerî-i Esasi” Belçika ve Prusya anayasalarındaki usule göre hazırlanan 1876 Anayasası’nın, esaslarını İslam Hukukundan aldığını ifade ediyor. 2. Abdülhamid gibi bir veli padişahın İslam esasına uygun olmayan bir anayasaya onay vermesi de zaten mümkün değildir. “Azabsız cennet-i terakkî ve medeniyet kapılarını bize açmıştır... Kanun-u Şerî-i Esasi, hâzin-i cennet gibi bizi oralara duhûle/girmeye davet ediyor. Ey mazlum-u ihvan-ı vatan! Gidelim dâhil olalım!” ifadelerini zikreder. Burada meşrutiyetin, Osmanlı ve İslam toplumunda hangi değerlerimizi yeniden harekete geçireceğini sıralıyor. Şöyle ki; İttihad-ı kulûb; İslam’ın esaslarına uygun bir şekilde hazırlanan anayasanın ümmetin kalplerini birleştireceği, Osmanlı Devleti’nin bu dinamizmle ayakta kalacağını savunuyor. Eğer şu zamanımızda da canlandırılabilirse İttihad-ı İslam’a vesile olacaktır inşallah. Muhabbet-i milliye; Fransız ihtilalinin insanlık tarihinde ön plana çıkardığı iki önemli kavram var. Bunlar milliyetçilik ve meşrutiyet kavramları. Üstad bu iki kavramın da İslami dinamiklerle yorumlanması gerektiği üzerinde durur. Çünkü İslam; meşrutiyet, cumhuriyet, hürriyet kavramlarını içinde barındırdığı gibi millet kavramını da inkâr etmez. Ama bu millet kavramını batılıların dayattığı; ötekileştirmeci, asimilasyona açık, yekdiğerini yutan, boğuşmacı bir tarzda ele almaz. İslamiyet, milliyet kavramını bir silah olarak kullanmaktan ziyade bir yardımlaşma, dayanışma, tanışma, bir ve beraber olup yekdiğerinin imdadına koşma anlamında yorumlar. Bununla beraber bütün Müslümanlar kendilerini İbrahim (as)’ın milletinden sayar ve öyle inanır. Batının menfi milliyetçiğine karşı müsbet milliyetçiliği savunur. Maârif; hiç bir millet kendi evlatlarını düşmanlarının eğitmesine müsade etmez, etmemeli. Üstadın üzerinde en çok durduğu meseledir eğitim. Nutukta da bu konu üzerinde uzunca durulmuştur. Önce problem sonra da çözüm yolu belirtilmiştir. Sa’y-i insani / insanın çalışması; “Şübhesiz insan için, (kendi) çalıştığından başkası yoktur! (Necm 39)” düsturuna atıf yaparak işci-işveren sorunları çözülmeli. Faiz ve tefecilik gibi çalışmaksızın elde edilen haksız kazancın önüne geçilmeli. Sosyal ve ekonomik hayatta denge sağlanmalıdır manasını içerir. Terk-i sefahattir / haramlardan sakınmaktır; İslam’ın haram kıldığı hususların bütün insanların kabul ettiği evrensel ahlak kriterlerine uygunluğunu vurguluyor. Bunların yanında Bediüzzaman (ra); Avrupa kültürünün ve kötü ahlakının İslam Medeniyetinin yerini alamayacağını ortaya koyar. Meşrutiyetin beş esas üzerine tesis edilmesi gerektiğini ve bunların; Cemaatin, toplumun gücünü ferdin gücüne tercih etmek, Eski zamandaki kuvvet ve cebir yoğun devlet idare anlayışının yerine, ilim ve marifet yoğun devlet anlayışını ikame etmek, Hürriyeti, kabiliyetlerin önünü açan bir unsur olarak görmek Bir ağaç gibi büyüyen İslam’ın, bütün zamanların ihtiyacına cevap vereceğini bilmek ve bu cevapları keşfetmek, İnsaların, geçmişe nisbeten günümüzde ihtiyaçlarının çok fazla arttığını göz önünde bulundurarak daha katılımcı bir yönetim anlayışıyla bu ihtiyaçlara cevap vermektir, der. Kabiliyetlerin önünü açarak gelişmeyi hızlandırmak için Devleti, ıslahı mümkün olmayan unsurlardan temizleyerek yeniden yapılanmak, Mektep, medrese, tekke ittifakını gerçekleştirerek, İslam’ın bütün yönleriyle öğretildiği eğitim formatına geçmek, Vaiz ve nasihlerin; isbata dayalı, tergib ve terhibde dengeyi koruyan, hastalığa ve zamana uygun söz söyleyen kişiler olarak yetiştirilmesi gereğini vurgular. Zamanının problemleri ve çözüm yollarını içeren hakikatlerle dolu bu hitab, bütüncül bir bakış açısıyla ela alınmazsa yanlış sonuçların çıkarılması kaçınılmazdır. Rabbim insafı hayatın her alanında rehber edinen kullarından eylesin.
“Sen hiç yalnız olmadın ki. Sana kötülük fısıldayan şeytan olduğu gibi iyilik fısıldayan melekler de hep yanında. Sen, sen ol. Hep güzele talip ol.” Kaldığım köşk muhteşemdi. İşlemeli ceviz ağacından kapıları, Ahlat taşından duvarları, vitraylı pencereleriyle göz kamaştırıyordu. Dışı gibi içi de bir o kadar harikuladeydi. Kristal tırabzanlı ahşap merdivenlerden geniş salona çıkıldığında altın yaldızlı koltuklar, sedef kaplamalı mobilyalar, zigon tarzında altın renkli sehpalar, büyükçe kristal avizeler, gümüşten şamdanlar, biblolar, süs eşyaları, değişik motiflerle süslenmiş duvarlar, duvarlara özenle yerleştirilmiş levhalar, en pahalı tül perdeler vardı. Eşyalarımın bütününde bir ahenk, estetik vardı. Uyum içerisinde olmayan bir tek bendim. Evde emanet bir eşya gibi duruyordum. İstediğim her şey olmasına rağmen her nedense huzursuzdum. Saatlerdir yatağımda olduğum halde bir türlü uyuyamıyordum. Oysa bir dirhem uyku için neler yapmazdım ki… Gözlerimi tavanda bir noktaya diktim. Böyle zamanlarda nedense aklıma hep çocukluğum gelirdi. Küçükken canım sıkıldığı zaman toprak evimizin kalın döşemelerini, sonra onun altındaki ince tahtaları sayar sayar başa dönerdim. Şimdiyse bu ruhsuz alçıpan asma tavanlarda sayılacak pek bir şey yoktu. Üzerime attığım yorgan beni rahatlatmak şöyle dursun boğuyordu sanki. Tıpkı çocukluğumdaki gibi sağ elimi avucumun içine alıp, ayaklarımı karnımın içinde doğru çekerek uyumayı denedimse de kâr etmedi. Dışarıdaki ayın şavkı üzerime vurunca terliklerimi giyerek pencereye koştum. Ağzımdan çıkan nefesin buharını karanlığa teslim ettiğimde kendimi bir nebze rahatlamış hissetmiştim. İçimin aksine yıldızlar hiç olmadığı kadar parlak gözüküyordu. Birçoğu uzaklara serpilmişse de çiçek buketi gibi bir arada olanlarda az değildi. Simsiyah karanlığa ekilen ışıltılı boncuklar, uçsuz bucaksız semada geziniyorlardı. Üşüdüğümü fark edince oradan ayrıldım. Yatağımın solundaki aynalı komodinin önünde durdum. Saçlarım karanlıkta görünecek kadar beyazlaşmıştı. Oysa daha kırk beşinde bile değildim. Eskiden, “Saçlarıma aklar düştü.” diye yakınırdım. Şimdi ise yakınlarıma, “Saçımda bir hayli siyah var.” diye espriler yapıyorum. Yüzümdeki derin çizgileri ay ışığı bile örtememişti. Aynalar, çizgileri saklamıyor, beyazları örtmüyordu. Aynalar bütün gerçekliğiyle sırlarımı ifşa ediyordu. Aynalar acımasız, aynalar vefasızdı. Sahi vefasız olan sadece o muydu? Hayatın aynalardan ne farkı vardı ki? Her daim gerçeği suratıma çarpıyordu. Her şeyim olmasına rağmen köşk de yapayalnızdım. Aynadan yüz çevirip yatağıma döndüğüm sırada gözüm yatağımın yanı başındaki küçük komodinin üzerindeki eşyalara ilişti. Onlarda tıpkı ruhum gibi bir med-cezir yaşıyorlardı. Okuduğum Felsefe kitaplarını üst üste gelişi güzel dizmiştim. Kalınca gözlüğümün camları çizilecek şekilde duruyordu. Su bardağından taşan damlalar komodinin üzerine dökülmüştü. Kolonyamın kapağı yere düşmüş, birkaç şamdanlık ise satranç taşları gibi iç içe geçmiş vaziyetteydi. Başucumdaki sudan birkaç yudum aldım, dökülen damlaları elimle sildim. Ters dönen gözlüğümü olması gerektiği gibi bıraktım. Şamdanlıkları düzelttim. Açık olan kolonyayı yüzüme, boynuma ve göğsüme döktükten sonra kapattım. Dağınık düşüncelerim hariç ortalığı düzeltmiştim. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. İçimden, “Koskoca profesör yatağında aklıyla, ruhuyla, kalbiyle hâsılı bütün hissiyatlarıyla ne kadar da yalnız, ne kadar da çaresiz.” diye geçirdim. Ruhumdaki fırtınaları dindirecek sakin bir liman bulamıyordum. Komodinin üzerinde dünden kalan açık kitabımı elime aldığımda okumak için almadığım o kadar belliydi ki. Benimkisi zaman geçirmekti. Sayfalarını üstünkörü karıştırdıktan sonra kapatıp tekrar yerine koydum. Beni boğan yataktan bir an evvel kurtulmak için ani bir hareketle ayağa kalktım. Işığı yaktıktan sonra ellerimi arkadan bağlayarak, üzerimdeki kırmızı robdöşambr kıyafetimle odanın içerisinde bir sigara tüttürerek gezinmeye başlamıştım ki oğlum içeri girdi. Bana mahmur gözleriyle bakarak: “Babacığım ışıkları yanık görünce.” dedi. “Gel evlat gel ziyanı yok.” dedim. “Neyiniz var baba zaten kaç gündür…” Sözünü bile tamamlamasına müsaade etmeden, “Kaç gündür uyuyamıyorsun.” diyeceksin değil mi? “Oysa ortada hiç bir sebep yok.” “Biraz da öyle değil mi?” dedi. “Ah bir bilsen birazcık uyku için neler verebileceğimi. Lakin uyuyamıyorum evlat, uyuyamıyorum.” dedim. Derinden bir “Ah!” çektikten sonra elimdeki sigarayı bir sinirle komodinin üzerindeki kül tablasında söndürdüm. Ardından yatağımın başucundaki yastığı elime alarak bir hışımla yatağa fırlattım: “Yumuşak yastıklar başımı kemirmekten başka bir işe yaramıyor.” dedim, “Bir dost gibi sığındığım bu yorgan ise benim baş düşmanım, benim katilim, benim kâbusum.” Ardından, elimi döşeğimin üzerinde gezdirerek, “Şu döşeğe bir bakar mısın? Bir kaldırım taşı gibi soğuk ve ürkütücü” Sonra bir süre sustum. Gözüm komodinin üzerindeki kitaplara ilişince tekrar konuşmaya başladım. En üsteki üç kitabı sırasıyla elime aldım. Bir mendil gibi yatağın üzerine her fırlattığımda kitabın ve yazarının ismini söyledim: “Böyle Buyurdu Zerdüşt- Friedrich Nietzsche, Kapital -Karl Marx, Pozitif Felsefe Dersleri-Auguste Comte” dedim. “Bunların hiç birinin bana saadet vermediğini biliyor musun evlat?” diye ekledim. Oğlum sözlerimdeki çelişkiyi fark etmiş olacak ki: “Baba yıllarca bizlere kişiliğini, makamını, şöhretini hatta bütün saadetini o eserlere borçlu olduğunu söylerdin hep.” Duymamış gibi davranarak pencere kenarına yürüdüm. Oradan dışarıya bakarak elimle bir üçgen çizdim: “Ah şu darağaçları, ah boynumu vuran acımasız giyotin. Saadetimin en büyük engeli.” deyince, Oğlum dışarıda bir şey varmış gibi pencere kenarına kadar geldi. Aradığını bulamayınca: “Baba Allah aşkına yine başlama. Ne darağacı ne giyotini. Beni korkutuyorsun.”dedi. Hafifçe gülümsedim: “İdam sehpasını görünürde değil, görünmeyende arasana.” dedim. “Niçin görünmeyende arayayım.” diye cevap verdi. “Neden olmayan dertlerin peşine düşeyim. Olmayan sıkıntıları tahayyül edeyim. Babacığım ademe vücut rengi vermeyi bırak lütfen.”dedikten sonra aramızda şu konuşmalar geçti: “Öyle ya ben dövülmeden ağlayan bir deliyim değil mi?” “Onu demek istemedim ama annemin ölümünden sonra çok değiştiğini söyleyebilirim.” “Değişmek kötü müdür dersin? Bir bostan korkuluğu gibi hep aynı kalmak ürkütmüyor mu seni?” “Beni ürküten tek şey istikbalin.” “Senin istikbal dediğin yarınından emin olmadığın birkaç günlük dünya hayatı.” “Nasıl yani?” Oğlum anlamakta zorlanıyordu. Gerçi üniversite öğrencisiydi. Yalnız yine de sözlerimin tevile ihtiyacı olduğunu hissederek, ona işaret parmağımla bulunduğumuz odanın orta yerini göstererek: “İşte demin bahsettiğim, seninse bir türlü kabul etmediğin ve bizim şu kısacık dünyadaki bütün planlarımızı, hayallerimizi alıp götüren darağacı işte şu meydanda. Birazcık derin baksan sen de göreceksin. Hem sadece burada da değil, kurulan darağaçları odamızın her köşesindeler tavanda, tabanda, perdelerin arkasında, belki şu koltuğun üzerinde, belki evin dışında, bin bir özenle yetiştirdiğimiz çiçek bahçemizin arasında, belki daha da uzaklarda en kuytu köşelerde, en izbe karanlıklarda, en muhkem kalelerin içerisinde.” dedikten sonra elimi yumruk gibi yaparak ısırdım. Ardından evin içinde bir meczup gibi bir o tarafa, bir bu tarafa doğru hızlı hızlı gidip gelmeye başlarken, “Yok, oğlum yok onun olmadığı bir iğne deliği, bir nefes bile yok. İşin kötüsü istesen de istemesen de seni o darağacına doğru iten bir aslan saldırmak için arkanda mütemadiyen bekliyor. Üstelik sen de yaralısın.” dedim. Oğlum endişeli bir yüz ifadesiyle: “Güzel babacığım bahsettiklerin bir vehimden, bir kurgudan ibaret. Şifreli konuşmalarından bir şey anlamıyorum. Ortalıkta ne bir yara ne bir aslan ne de bir darağacı var.” “Hepsi birer rüya öyle mi? Sana göre ben hayal denizinde yüzen bir zavallı mıyım?” dedim sinirlenerek. “Onu demek istemedim” deyince, “O halde dinle işin hakikatini.” dedim. “Dünya denilen evimizde çekilen ıstıraplar, musibetler, hastalıklar birer yara değil de ne sevgili oğlum? Ecel kezzabını içirmek için arkamızdan sürekli koşan aslanı görmüyor musun? Darağacında sallanan ölülerden habersiz misin? Sevdiklerimiz, gönlümüzü verdiklerimiz neden etrafa savrulan bir balık yemi gibi başıboş? Nereden geliyoruz evlat ve nereye gideceğimizi bilenimiz var mı? Bir oyunun içindeki figüranlardan farkımız ne? Heyhat gözümün nuru oğlum! Ne ben tam olarak kavrayabildim bunları ne de sen anlayabildin bütün yaşananları. Daralıyorum oğul, gördüğüm, dokunduğum, kokladığım, işittiğim her ne varsa ürkütüyor beni. Her şey bana düşman, her şey bana yabancı.” Çocuğum yanımda olmasa hüngür hüngür ağlayacaktım. Başımı ellerimin arasına alırken, “Şimdi lütfen beni yalnız bırakır mısın? diyebildim ancak. Oğlum müşfik bir halde: “Ama baba!”diyerek elini bana doğru uzattı. Lakin kabul etmeyerek, “Lütfen oğlum hiç olmazsa bu gece içimdeki savaşla beni yalnız bırakır mısın?” dedim. Oğlum ısrar edildiğinde benim daha da sinirleneceğimi bildiği için üstelemedi. Çaresizce kapıyı kapatıp dışarı çıktı. Onu kırdığımın farkındaydım. İçimi bir pişmanlık kaplamıştı. Son günlerde hep böyleydim zaten. Önüme gelene söyleyeceğimi söylüyor, sonrasında ise pişmanlık duyuyordum. Ruhumdaki vaveylalar baskın gelince gayri ihtiyari bir şiir mırıldandım: “Bu akşam o kadar durgun ki sular Gömül benim gibi kedere diyor İçimde maziden kalma duygular Ağla geri gelmez günlere diyor.” Başımı komodinin kenarına usulca koydum. Bir müddet sonra uyumuşum. Sabaha doğru bir rüya gördüm. Ortalığı aydınlatan ışık huzmesiyle birlikte uzaklardan ruhumu okşayacak kadar güzel bir ney sesi geliyordu. Ardından aksakallı, uzun boylu, yeşil sarıklı piri fani birisi yaklaşarak: “Evlat görüyorum ki dipsiz bir kuyuya düşmüş gibisin.” dedi tebessüm ederek. “Efendim…” diyerek yutkundum. Eliyle susmamı işaret etti: “Seni o dipsiz kuyudan kurtaracak bir tılsım öğreteceğim.” dedi. “Onu kullanırsan o korktuğun darağacı seni keyiflendiren bir salıncağa döner. Arkandan koşup gelen aslan ise seni sahili selamete götüren bir at olur. Kokuşmuş yaraların içinde bir ilaç vereceğim. Güzelce istimal ettiğin takdirde o yaraların güzel kokulu gül-i Muhammedî (sav) denilen latif bir çiçeğe döner. Hem seni duçar olduğun sıkıntılarından alıp başka diyarlara götürecek bir bilet vereceğim. Onunla bir senelik yolu bir günde kat edeceksin. Eğer söylediklerime inanmıyorsan birazcık tecrübe et.” dedi. Benden daha şifreli konuşan birisi olsa da aradığımı bulmuş gibiydim. İlk defa birisi içimde kaynayan volkanı söndüreceğini, ilk defa biri, “Sen hastasın bu da senin şifan” diyerek nasihatler ediyordu. “Her dediğini yapmaya hazırım. Yeter ki beni bu ıstıraptan kurtar. Ateşime bir su dök” dedim hiç düşünmeden. Tam karşımda duran zatın yanına doğru ilerliyordum ki bir anda her şey bir köpük gibi gözden kayboldu. Ortalıkta ne gördüğüm o nurani zattan ne de sesinden eser vardı. Yalnız uzaklardan gittikçe artan bir kahkaha sesi duymaya başlamıştım. Fakat az önceki ruhuma huzur veren ney sesine nispeten bu ses de tezyif, bu ses de tahkir, bu ses de korku vardı. Endişeyle sağa sola doğru koşuşturmaya başlarken o malum kahkahanın sahibi adam da bir anda içeri girdi. Üzerinde siyah pelerin, boynunda siyah bir kaşkol vardı. Tırnakları uzundu. Siması korkunç olmakla birlikte, parmaklarında ve bileklerinde değerli ziynetler taşıyordu. Ayağında baldırlarına kadar uzanan deriden yapılmış siyah bir çizmesi vardı. İlk gördüğüm zat, ne kadar sade ise bu bir o kadar şatafatlıydı. Kendinden emin bir vaziyette yüksek ökçeli ayakkabılarını yere vura vura yanıma kadar sokuldu. Elinde tuttuğu kadehi yudumlarken başlamıştı konuşmaya. Ağzından bal damlıyordu sanki. Beni yere göre sığdıramıyor, ha bire meziyetlerimden, üstünlüklerimden bahsedip duruyordu. Niye yalan söyleyeyim övücü konuşmalarıyla kendime olan güvenim artmış, az önceki korku ve endişelerim de uçup gitmişti sanki. Yalnız karşımdaki adamın kızıl gözlerindeki alaycı bakıştan huzursuzdum. Siyah pelerinli adam, neden sonra asıl söylemek istediklerini anlatmaya başladı: “Hey sevgili arkadaşım!” dedi, güvenimi kazanmak için. “Senin gibi bir profesör az önceki yaşlı bunağın sözünü dinleyecek değil her halde. Istırabını böyle dindiremezsin.” Elini bana doğru uzatarak, “Ver elini bana. Aç gönlünü gönlüme. Yaralarına kezzap dökmeyi bırak, al şu kadehi de rahatla. Bir dağı bile eritecek güzel kadınların gözlerinde kaybol. Şarkılarla raks et. En leziz yemeklerin tadını çıkar. Tılsımmış, ilaçmış, biletmiş hepsi palavra… Mutluluğun reçetesi elindeyken başkasına ne hacet. İlaç dediğin hastaya verilir. Neyin var senin. Sapasağlamsın. Gücün, kudretin yerinde. Kapında hizmetliler, altında arabaların var. Yatın, katın, şöhretin yeter sana. Yeter de yalnız…” Siyah pelerinli adam meraklandırmak için duraksamıştı. “Yalnız ne?” diye sordum sabırsızlıkla. “Yalnızı şu ki her şeye malik olduğun halde olamadığın tek bir şey var? “Neymiş o?” “Cesaret.” “Ne ilgisi var?” dedim. Meseleyi istediği yere getirmeyi başaran siyah pelerinli adam, “Sevgili dostum korkuyorsun.” dedi. “Sahip olduklarını kaybetmekten korkuyorsun. Sen aslında yaşamaktan, eğlenmekten korkuyorsun. Ayaklarının altına bir sofra gibi serilen lezzetlerden kaçışın hep bundan. Korkuların gerçek olsaydı yanmayacaktım. Lakin farazi vehimlerle hayatını kâbusa çevirmen üzüyor beni.” “Senin farazi dediğin görmeden geçemeyeceğimiz bir ağaç, bir çiçek yahut bir ev kadar müşahhas. İçtiğimiz bir su, dokunduğumuz bir kumaş, ıslandığımız bir yağmur kadar gerçek.” “O halde neden insanların çoğu senin bu doğrularından nasipsiz. Herkes boş vermiş gibi bir hayatın kollarında gezinmekten mutlu. En yakın oğlun bile uykunun kollarında değil mi? Sen ise aynalarla boğuşuyorsun. Vehimlerle yaşıyorsun. Senin gerçek dediğin koskoca bir palavraaaaa!” Uzatarak söylediği son kelimeden sonra elini şakağına götürerek bir süre sustu, ardından devam etti: “Hem farz edelim ki dediklerin doğru, değiştiremedikten sonra ne faydası var?” Damarlarıma dokunacak kadar tahrik edici konuşuyordu: “Derdim de bu zaten. Var olan düzene yenilmek korkusu.” İstediği cevabı almış gibi sevinen siyah pelerinli adam, elini şakırdatarak, “Söylediğime geldin değil mi?” dedi. “Sana korkuyorsun demiştim. Oysa korkularını yenecek yegâne çare yanı başında. Hem de hiçbir çile çekmeden, çalışmadan, didinmeden. İlaçsız, reçetesiz ve kavgasız.” “Yok, böyle bir dünya.” dedim. “Hayatın bu kadar ucuz olmadığını sen de biliyorsun. Nimetler, nıkmetler arasında.” İşaret parmağını bana doğru sallayarak, “Yanılıyorsun dostum. Cesaretin ilacı işte şu kadehte ve bu da sana bir nefes kadar yakın.” dedikten sonra elindeki kristal kadehi bana doğru uzattı. Bardağı tam alacağım sırada ilk gördüğüm nurani zat bir anda peyda etti: “Dur içme!” dedi, sonra karşısında sinsi fakat bir heykel gibi duran adamı işaret ederek, “Şu hilebaz adama dikkat et. Sakın aldanma. Seni felakete götürebilecek her türlü lezzetten sitayişle bahsettiği halde neden ölüm denen darağacının semtine uğramaz? Yara nevinden olan hastalıkların, dertlerin, musibetlerin acısını hafifletecek çareler üretmek yerine neden aklı devre dışı bırakacak olan kadehe yönlendirir seni?” sonra bana döndü. “Ey Felsefe bataklığına gömülen profesör! Gözünü yummakla gece olmaz. İnsan denen geminin yolculuğunu kim durdurmuş ki sen de durdurabilesin. Bebeklik, çocukluk, gençlik, ihtiyarlık, berzah, haşir, sırat, mizan, cennet ve cehennem bir su gibi akıp mecrasına doğru gitmekte. Önemli olan akıp giderken temizlenebilmek.” Konuşmasının sonuna doğru siyah pelerinli adama yaklaştı, sert bakışlarını üzerinde sabitledikten sonra sesini daha da yükselterek, “Ey şeytan kılıklı adam! Şayet bu yolculuğu durduracak bir çare sunabiliyorsan buyur söyle, yoksa sus. Ezel ve ebed sultanı olan Rabbin konuşsun, onu dinle. Kelam-ı kadimine ram ol.” Az önce kendinden emin bir vaziyette topuklarını yere vura vura gezinen siyah pelerinli adam, bu zattan ürküp kaçmaya başladı. Yalnız buna rağmen pes etmeye niyeti yoktu. Odadan çıkıp giderken: “Sakın ona inanma. Sakın ona inanma, inanmaaaaaa!” diye bağırıyordu. Ben “Ne oluyor?” diye tam arkasından gidiyordum ki nurani zatın sesini işittim: “Bırak gidebildiği yere kadar gitsin. Cehennem zebanileri yakacak odun bekliyor. Ama senin için henüz güneş batmış değil.” Bu söz üzerine durdum. “Sana bir tılsımdan bahsetmiştim hatırladın mı?” diye sordu. “Hiç aklımdan çıkmadı ki” dedim. Tebessüm ederek: “Bu güzel bir gelişme. Peki, şu sersemin söylediklerine inandın mı?” “İnanılmayacak gibi değil. Hem senin ikazlarına hatta cezalarına bedel onun cazip teklifleri var.” “Ne gibi?” dedi. “Bilmem.” biraz duraksadıktan sonra, “Kadın, para, şan, şöhret ve tabi ki kadeh… Bütün bunlar ıstırabımı dindirmeye yeter artar bile.” “Öyle mi dersin?” Kuşkuyla dudaklarımı bükerek, “Amaç acıyı dindirmek değil mi?” dedim. “Sen hangi doktorun hastasına bir reçete sunmadan tedavi ettiğine şahit oldun? Hangi cerrah vardır ki yaraya neşter atmadan iyileştirebilsin? Hangi terzi kumaşı parçalamadan şekil verebilir?” Sözlerindeki mantık örgüsü doğruydu: “Tılsımı henüz söylemedin.”deyince, “Aslında ismini telaffuz etmesem de sözlerimin arasındaydı. Fakat sen her şey de olduğu gibi onu da kaçırdın.” dedi. “Neymiş kaçırdığım tılsım?” “Biri Allah’a, diğeriyse ahiret gününe inanmak.” “Bu kadar basit mi?” “Evet, bu kadar basit ama bir o kadar da zor.” “Zorluğu nerede?” “Yaşanmışlığında. Herkes en fazla Allah’ı sevdiğini söyler lakin önceliklerine baktığında hiç de öyle olmadığını görebilirsin.” “İlginç…” dedim. Tereddüdümü görünce sözlerine devam etti. “Ahirete iman da öyle.” dedi. “Hem öldükten sonra yeni bir hayatın olduğuna inanan bir insan neden ölümden korksun? Yarınından niçin endişelensin? Hesap vereceğine can u gönülden inanan biri neden zulme bulaşsın? Neden başkasının hakkına pervasızca göz diksin, hoyratça bir hayat yaşamayı seçsin?” “Sahi öte dünya dediğiniz şey gerçekten var mı? Yoksa kafamızda oluşturduğumuz bir teselli, bir avuntu mu sadece?” diyecek oldum sinirlendi. “Asla ve kat’a” dedi gözlerini yırtarak. “Sen hiçliğe, çürümeye terk edilecek bir sigara külü yahut bir toz zerresi değilsin. Mazi ve müstakbel endişesinden uzak ve her gün binlercesi boğazlanan bir gergedan başı da değilsin. Hayır hayır sen, “ebed, ebed” diyen dimağın, kalbin ve bütün duygularınla hayata ve Rabbine ta yüreğinden bağlısın. Ferşten arşa; seradan süreyyaya her şeyle alakadarlığın da bu yüzden. Mikro ve makro âlemde var olan her nesnenin her şeyiyle her zaman ve her mekânda müteessirsin, müteellimsin ve mütelezzizsin. Hiçlik dereleri senin hayalinde bile yer tutmayacak kadar ebede müştaksın. Bir kendine baksana! Yaşamın ahireti intaç etmiyor mu? Önce anne karnında bir nutfeydin. Sonra dünyaya gönderildin. Çocukluğu ve gençliği yaşadın. İhtiyarlığa eriştin. Kendi bedenindeki seyahatin akışı haykırıyor ve sana diyor ki: “Ey insan! Henüz yolculuğun bitmiş değil. Nihai hedef noktana varıncaya kadar vücudundaki akıp gitmeler devam edecek.” Hem ahireti haykıran sadece senin bedenin ve ruhun da değil. Muhbir-i sadık yüz yirmi dört bin peygamber, yüz yirmi dört milyon evliya bikarar dünyadan karar kılınmış bir mekâna giden yolculuğunu söylemekte. Hem sonra dünyanın yapılan bunca zulmü temizleyecek kadar deterjanı olmadığına göre mahz-ı adalet için haşir, hesap, mizan, sırat, cennet, cehennem adın gibi gerçek. Unutma ki profesör! Nokta israf etmeyen Allah Azze ve Celle muhteşem kâinatı ve sekenelerini hiçliğe, manasızlığa, çürümeye, dağılmaya terk etmez. Hakiki güzel, güzele müştakları cennetinden de, cemalinden de mahrum etmez.” Uzun izahatıyla ikna olmuş gibiydim: “Doğru.” diyerek sözünü kestim. “Allah’a ve ahiret gününe iman tılsımı kâinatı açan bir miftahtır. Bu iki güç senin ve senin gibi her insanın saadet kapısıdır. Bu tılsımlar ile korktuğun darağacı senin için keyifli bir salıncağa döner. Ölüm öldürülür. İnsan dünya zindanından kurtulup bostan-ı cinâna gider. Hem ölümü unutmak için kadehe sarılmak sorunu çözmez.” “Peki ya?” dedim. Gördüğümden beri ayakta duran nurani zat yanıma oturdu. Eliyle bir baba şefkatiyle omzuma dokunarak: “Bilakis hadis-i şerifte dendiği gibi lezzetleri acılaştıran ölümü anmak insanı bütün taşkınlıklardan, aşırılıklardan uzaklaştırır. Böylece dinin emrettiği had ve hudutlar içerisindeki bir dairede hareket etme imkânı sağlanmış olur. Samimiyeti temin edecek, riyayı korkutacak, günahı kaçıracak sarsılmaz ve şaşmaz bir mürşittir ölüm. Sakın yanlış anlamayasın. Mümin ölümden korktuğu için ölümü anmış değildir. O, sadece vefatla mola verilen hayatın geri kalan kısmının derdine düşmüştür. Bu yüzden ölüm gelmeden evvel ölüme hazırlanmış, onu devamlı olarak yanında taşıdığı bir aksesuar yahut da evinin değişmez bir misafiri olarak kabul etmiştir. Ölümü kendinden bir parça bilmek sahiplenmeyi, sahiplenmek ise içselleştirmeyi intaç eder. Ölümü anmayanlara, kulak ardı edenlere gelince, aslında onlar onunla yüz yüze gelmekten, çekinen ve korkan zavallılardır. Kendilerini sağa sola atan bir balık gibi çırpınmaları, efsunlanmış günahın büyüsüne kapılmaları, bin bir türlü divaneliklerin peşine düşmeleri hep bu yüzdendir. Dolayısıyla mümin ölümü yeni bir hayatın başlangıcı gördüğünden anar. İnkârcı ise tam da tersinden ölümü hayatın müntehası gördüğünden düşünmek bile istemez. Bu nedenle ölümü mülk cihetiyle değil, melekût cihetiyle değerlendirmek gerekir. İşte o zaman kışır hükmünde olan çirkinlikleri, acıları ortadan kalkar. Ortada dupduru, lavanta kokusu gibi bir hayat kalır.” Öyle insicamlı ve mantıklı konuşuyordu ki sözlerinin bitmemesi için bir soru daha sordum: “Sakın unuttum zannetme.” dedim. “Kokuşmuş yaralarıma merhem olabilecek bir ilaçtan bahsetmiştin.” “Ha evet” dedi söze başlayarak, “İman ve ahiret tılsımını kazanmana yardımcı olacak hem de dünyadaki her bir sıkıntıyla yara alan bedenini tedavi edecek ilacın sabır ve tevekküldür. Başına gelen hadiselere sabır kuvvetiyle mukabele et, her türlü zorluğa karşı, “Bu da geçer, ya hu” de dayan ve tevekkülle ona ram ol, hikmetine itimat et.”dedikten sonra ayağa kalkarak “Artık gitme zamanı.” dedi. Odanın dışına doğru çıkarken, “Ne olur gitme beni yalnız bırakma.” dedim arkasından. Bana son defa döndü, tebessüm ederek: “Sen hiç yalnız olmadın ki. Sana kötülük fısıldayan şeytan olduğu gibi iyilik fısıldayan melekler de hep yanında. Sen, sen ol. Hep güzele talip ol.” diyerek odadan ayrıldı. Uzaklarda saba makamında okunan sabah ezanıyla uyanmıştım. Kan ter içerisindeydim. Peçeteyle yüzümü, boynumu sildikten sonra ayağa kalktım, pantolonumun paçalarını katladım, kollarımı sıvazladım. Abdest almaya giderken nurani zatın hâlâ kulaklarımda çınlayan sözünü tekrar ettim: “Sen güzele talip ol, sen güzele talip ol!”
İnsan ancak Marifetullah’la, yani Allah’ı en güzel isimleri ve en yüce sıfatlarıyla tanımakla gerçek bir insan, samimi bir kul, güzel bir ahlak sahibi olabilir. İşte bizim böyle bir marifetullahı kazanmamıza vesile olan, Peygamberimiz (sav)’dir. Cevşen isimli duasında, Yüce Allah’ı, bin bir ismiyle bize tanıtmıştır. Hz. Âdem’den kıyamete kadar kimsenin erişemeyeceği yüksek bir marifetullah dersini bize vermiştir. Onun sayesinde insanlar, Allah’ı hakiki olarak tanıyıp sevmişlerdir. Yüce Allah’ı bu kadar tanıması, elbette onun Allah’a en yakın kul olduğunu ispat eder. Marifetullah Olmadan Kulluk Olmaz! Allah Teâlâ bizi yaratmış ve imtihan için bu dünyaya göndermiştir. Bizim dünyadaki en önemli vazifemiz, Rabbimizi tanımak ve ona güzelce kulluk etmektir. Kazanacağımız en büyük başarı da Allah’ın rızası ve sevgisine mazhar olmaktır. Böylece dünyada saadeti, ahirette cenneti kazanabiliriz. Ancak bilmemiz gerekir ki Allah’a güzelce kulluk edip şükredebilmemiz için Allah’ı tanımamız şarttır. Allah’ı tanımaya ‘marifetullah’ denir. İyi bir kul olmak ancak marifetullahı elde etmekle mümkündür. Ayarı bozuk bir teraziyle doğru bir tartım yapamayacağımız gibi, bozuk bir inançla, marifetullah sahibi olmadan iyi bir kul olmamız da mümkün değildir. “Salih bir amel ancak sahih bir itikatla mümkündür.” Mesela, Allah’ın sonsuz bir adalet sahibi olduğunu, her hak sahibine hakkını vereceğini bilen biri titizlikle adaleti gözetir. Allah’ın haksızlığa razı olmadığına ve kullarının hakkını yerde bırakmayacağına iman eden biri kul hakkı yemez, adaletli ve dürüst bir insan olur. Rabbinin sesini işittiğini, her türlü derdine derman yetiştirdiğini, sonsuz merhamet ve ihsan sahibi olduğunu bilen biri; el açıp Rabbine dua eder. Bütün ihtiyaçlarını yerine getirebilecek, bütün kötülüklerden kendini koruyabilecek Kerim Rabbine sığınıp, tevekkül eder. Korkuları ve endişeleri yerini ferah ve huzura bırakır. Şükreden bir kul olur. Resul-i Ekrem’in (sav) dersiyle varlıklardaki Allah’ın sanatını keşfeden, o varlıklarda güzelliğini gösteren ve hükmünü gerçekleştiren Allah’ın isimlerini okuyan biri, her an Allah’ın huzurunda olduğunu fark eder. O huzurun edebine uygun hareket eder. İhlâslı ve takvalı bir kul olur. Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi insan ancak Marifetullah’la, yani Allah’ı en güzel isimleri ve en yüce sıfatlarıyla tanımakla gerçek bir insan, samimi bir kul, güzel bir ahlak sahibi olabilir. İşte bizim böyle bir marifetullahı kazanmamıza vesile olan, Peygamberimiz (sav)’dir. Cevşen isimli duasında, Yüce Allah’ı, bin bir ismiyle bize tanıtmıştır. Hz. Âdem’den kıyamete kadar kimsenin erişemeyeceği yüksek bir marifetullah dersini bize vermiştir. Onun sayesinde insanlar, Allah’ı hakiki olarak tanıyıp sevmişlerdir. Yüce Allah’ı bu kadar tanıması, elbette onun Allah’a en yakın kul olduğunu ispat eder. Anlaşılmaz Bir Kitap, Muallimsiz Olsa Manasız Bir Kâğıttan İbaret Kalır Rabbimizi bize tarif eden üç büyük muarrif (tarif edici) vardır; Birincisi: Bir kitaba benzetebileceğimiz şu kâinattır. Bu kâinat kitabının tek bir sayfası olan yeryüzünde yaratılan her bir bitki ve hayvan türü de ayrı bir kitaptır. Bir ağaç bir kelime, bir meyve bir harftir. Meyvenin çekirdeği o harfin noktası gibidir. O küçücük noktada koca ağacın programı yazılmıştır. İşte her bir harfinde çok manalar ve hakikatler bulunan, bir noktasında ince kalemle mucize bir kitap yazılan bu kâinat, elbette bize yazarını tanıttırır ve tarif eder. Ancak bilinmelidir ki herkes bu kâinat kitabını doğru okuyup, verdiği mesajları tam anlayamaz. İçindeki derin ve ince manaları çözemez. “Anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa manasız bir kâğıttan farkı kalmaz.” İşte bu kâinat kitabını en güzel şekilde okuyan, Peygamber (sav)’dir. Kâinattaki olayların derinindeki manaları bize ders verip öğreten başöğretmen O’dur. Kâinat onun nuruyla aydınlanmış, manaları onun dersiyle anlaşılmıştır. Bizim ve kâinatın yaratılışındaki gayeler, maksatlar onun Peygamberliğiyle gerçekleşmiştir. Bu sebepten dolayı; taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tutun ta aya, güneşe, yıldızlara kadar her varlık onun bir mucizesini göstermesiyle peygamberimizi alkışlamış, vazifesini tebrik etmişlerdir. Kur’an Peygamberimizin En Büyük Mucizesidir Rabbimizi bize tanıtan ikinci tarif edici Kur’an-ı Kerimdir. Kur’an kırk ayrı yönden mucize oluşuyla Allah’ın kelamı olduğunu ispat eder. Kendi kendine delil olur. Güneş dünyamızdan bir milyon kat büyüklükte bir yıldızdır. Fakat güneşe olan uzaklığımız, dünyayı büyük, güneşi küçük görmemize sebep olur. Ancak işinde uzman bilim adamları, yaptıkları ölçüm ve araştırmalarla güneşin dünyamızdan bir milyon kat daha büyük olduğunu ispatlamışlardır. Öyle de Kur’an’a olan manevi veya ilmi uzaklığımız, Kur’an’ın mucizeliğini, büyüklüğünü anlamamıza engel olabilir. Kur’an’ı inceleyen âlimler ve bilim adamları ise ‘anlayanlara’ Kur’an’ın pek çok yönden mucize olduğunu ve ancak Allah’ın konuşması olabileceğini kesin delillerle ispat etmişlerdir. Pek çok örneklerle açıklamışlardır. Kur’an, mucizeliğiyle Allah’ın kelamı olduğunu ispat ettiği gibi, onu tebliğ eden Peygamberimizin de Allah’ın elçisi olduğuna en büyük bir delil olur. En Büyük ve En Parlak Delil Rabbimizi bize tanıttıran üçüncü tarif edici ise, Peygamberimiz (sav)’dir. Peygamberimiz dünyada dengi olmayan yüce ahlakı, üstün şahsiyetiyle bütün insanlara her zaman en güzel örnek olmuştur. Bugün Amerika’da üniversitelerde yüksek lisans öğrencilerine Peygamber Efendimizin uygulamaları ders olarak okutulmaktadır. İslam toplumu onun sünnetine uyduğu zamanlarda hem maddi hem de manevi olarak yükselmiştir. Ona uymakla dünya ve ahiret saadetini kazanmıştır. İslam tarihi buna şahittir. O en büyük kumandan, en adaletli idareci, en iyi öğretmen, en ihlâslı kul, en şefkatli aile reisi, en hayırlı komşu, en vefalı dost, en güzel arkadaş, en faydalı insan… Olarak bizlere hep şevk ve ilham vermiştir. Gerçek manada onu tanıyanlar ona hayran olup, aşk derecesinde bir sevgiyle ona bağlanmışlardır. Tarih boyunca ayrı ayrı meslek ve düşüncede binlerce insan, birçok yönden Peygamberimizi incelemiş, hepsi de farklı farklı delillerle aynı sonuca ulaşmıştır: “Muhammed (sav) Allah’ın elçisidir.” *** İslamiyet’ten önce kendi öz kızını canlı canlı toprağa gömecek kadar vahşi bir toplum onun davetine uymakla bir karıncayı dahi incitmeyecek derecede merhamet kazanmıştır. Irkçılık fikriyle haklı haksız demeden birbirini acımasızca katleden insanlar, ona olan imanlarının kazandırdığı kardeşlik hissiyle sıcacık, samimi dostlar olmuşlardır. İçki, kumar, zina, hırsızlık, faiz ve yalan gibi toplumu mahveden pek çok zararlı alışkanlık onun terbiyesiyle yerini dürüstlük, adalet, yardımseverlik, iffet ve güzel ahlak gibi yüksek sıfatlara bırakmıştır. Toplumu ve insanları yanlış yönlendiren bozuk fikirler, batıl inançlar onun eğitimiyle yerini sağlam bir imana, yüksek bir marifetullaha, nurlu bir hidayete bırakmıştır. Onun peygamberliğiyle medeniyet, ahlak, saadet, adalet, hürmet ve merhamet, bilim, Allah sevgisi tüm âleme yayılmıştır. O Zat (sav), Allah’ın bize olan sonsuz sevgi, merhamet ve yakınlığını anlamamızı sağlamıştır. Allah’ın bizi cennete davetini haber vermiştir. Bu dünyada Allah’ın kıymetli misafirleri olduğumuzun farkına varmamıza vesile olmuştur. İnsanlık Onunla gerçek kurtuluşu, adaleti, saadeti, hakikati, rahmet ve teselliyi bulmuştur. O Zat (sav), bize yakıcı bir azap olabilen, bizlere sıkıntı veren, bizi korku ve elemlere giriftar eden ölüm, hastalık, musibet gibi hadiselerin arkasındaki rahmet ve hikmet nurlarını gösterdi. İnananlar için ölümün Cennete açılan bir kapı, hastalığın sabun gibi günahlardan temizlenmeye vesile, musibetlerin az zahmetlere karşılık büyük karlar kazandırdığını müjdeledi. Küçük kardeşini veya evladını kaybeden biri, onun getirdiği ahirete iman müjdesiyle: “Benim küçük kardeşim veya sevgili evladım cennetin bir kuşu oldu. Orada buradan daha mutlu ve huzurlu yaşıyor” diye teselliyi bulmuştur. Cennette evladına ve sevdiklerine kavuşacağı ümidi onu o yakıcı azaptan kurtarmıştır. Onun tebliğ ettiği Kur’an’ın ayetleri, getirdiği İslam’ın emirleri insanları o derece derinden etkilemiştir ki adeta kömürü elmas yapmıştır. Buna Hz. Ömer’in İslam’dan önceki ve sonraki hali şahittir. Onun davetine icabet edip ona iman edenler, imanlarının derecesine göre öyle yükselmişlerdir ki, melekler bile, onun hakiki ümmetini hayranlıkla alkışlamışlardır. Onun getirdiği iman ve Kur’an öyle şifalı, nurlu ve rahmetli bir iksirdir ki; akıllara istikamet, kalplere nur, ruha yükseliş, nefislere terbiye, vicdana kuvvet ve hislere doğru yön vermiştir. Onun iksiriyle kıskançlık hayırda yarışmaya, inat hakta sebat etmeye, akıl hikmete, şehvet iffete, bencillik adalete, kibir tevazuya… Yerini bırakmıştır. Böylece insanlar cennete layık bir dereceye çıkmışlardır. *** Hz. Âdem’den günümüze kadar pek çok peygamber mucizeler göstererek insanları Allah’ın yoluna davet etmişler ve ahiretten haber verip ispat etmişlerdir. İsa (as) ve Musa (as) gibi bütün o peygamberlerin Allah’ın elçisi olduklarını ispat eden ne varsa (üstün ahlakları, gösterdikleri mucizeler, ümmetlerine olan rehberlikleri…) hepsi peygamberimizde daha büyük, daha parlak olarak mevcuttur. Öyleyse insanlık âleminde peygamberlik varsa, bütün peygamberlerden daha açık bir kesinlikle Hz. Muhammed (sav) Allah’ın peygamberidir. Çünkü bir peygamberin özellikleri ve vazifeleri en çok onda görülmüştür. Bu hakikat sadece Müslümanlar tarafından dile getirilmemektedir. Aklın yolu birdir. Avrupa Kiliseler Birliğinin 10 Mart 1984 tarihinde Avusturya’nın St. Poelten kasabasındaki toplantısında: “Hıristiyanlar Muhammed’i peygamber olarak görebilir mi?” sorusuna cevaben yayınladıkları (112 farklı kilisenin) ortak bildiride: “Hıristiyanlar Eski Ahit’in peygamber geleneğine saygı göstermelidir. O gelenek insanları tek Allah’a ibadet için tövbeye çağırır. Muhammed’i sahte bir peygamber olarak nitelendirip bertaraf etmeye çalışmak adaletsizliktir. Bu itibarla Hıristiyanlar onu da peygamberlik geleneğinin bir parçası olarak tanımalıdır.” (Witness to God in Secular Europe Geneva 1984, s. 56) kararına varmışlardır. 2. Vatikan konsülünde ise (1965) 242 oya karşılık 1763 oyla Hıristiyan âleminin din adamları: “Kilise, hiç şüphesiz Müslümanlara saygı duymaktadır. Müslümanlar yaşayan ve var olan, merhametli ve her şeye gücü yeten, yerin ve göğün yaracısı olan ve insanlarla konuşan tek Allah’a ibadet ederler. Müslümanlar yaratıcıyı tasdik ederler. Ve bizimle beraber, merhametli ve kıyamet gününde insanların hâkimi Allah’a ibadet ederler.” (Richard Bennet “The Papacy and İslam; New Partnership with Müslims”) kararına imza atmışlardır. Bu ifadelerin Hıristiyan din adamlarının ortak görüşünü yansıtması manidardır. Yukarıdaki beyanlardan da anlaşılacağı gibi Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul edip, ispat eden sadece İslam âlimleri değildir. O zatın peygamberlik delilleri o kadar kesin, o kadar açık, o kadar evrenseldir ki dost düşman herkes onun doğruluğunu tasdik etmişlerdir. Ey Şanlı Arap! Aşk Olsun Sana, Adaletin Ta Kendisini Bulmuşsun Peygamberimizin ortaya koyduğu şeriat ve kanunlar 15 asır boyunca İslam âlemini adaletle ve hakkaniyet üzere idare etmiştir. Ümmi bir insanın dünyada bir misli yokken (ki hala yok!) medeni hukuktan ticaret hukukuna, insan haklarından miras hukukuna… Her alanda en mükemmel ve zaman ve zemin üstü bu kanunları yapması ancak en büyük bir mucizedir. Demek o şeriat, bütün zamanları ve mekânları bilen ve gören bir Zatın kanunlarıdır. Peygamberimiz ise onun açıklayıcısıdır. Muhammed Yusuf Musa, Batılı hukukçuların 1938 yılının Ağustos ayında Lahey'de toplanan Çağdaş Hukuk Konferansına katılan üyelerin İslam hukuku ile ilgili olarak oy birliği ile almış oldukları kararı şöyle nakletmektedir: İslam hukuku, yasama kaynaklarından birisidir. İslam hukuku, canlıdır ve ilerlemeye elverişlidir. İslam hukuku, başlı başına bir hukuk sistemidir ve hiç bir hukuktan mülhem değildir. Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi adlı eserinde İslam Hukuku ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Müslümanlar, kanuni hükümlerini Kur’an-ı Kerim ile Hadis-i Şeriflerden almışlardır. Müslümanların İslamiyet’in çıkışından itibaren gerek Kur’an-ı Kerim’i ve gerek hadis-i şerifleri ezberlemeye ve öğrenmeye ne kadar önem verdiklerini daha önce göstermiştik. Binaenaleyh o zamandan sonra iki, üç asır geçmeden İslam kanun ve nizamları kemal mertebesine erişmiş ve fıkıh ilmi meydana gelmiştir. Fıkıh, dünyanın en yüksek kanuni hükümlerini kapsar. Müslümanlar nasıl süratle dini kurup yaydılar ise, bunda / fıkıhta da öyle bir süratle muvaffak olmuşlardır.” 1789’da ilk defa neşredilecek olan İnsan Hakları Beyannamesini hazırlayan ilmi heyet, bütün Avrupa hukukunu ve dinlerini incelemiş, fakat aradıkları prensipleri bulamamışlardır. Bu kez İslam Fıkhını incelemeye almışlar ve aradıklarını tam ve kâmil manasıyla bulmuşlardır. 17 maddeden ibaret olan bu ilk insan hakları beyannamesini hazırlayan heyette bulunan General Lafayette, İslam Hukukundaki zenginliği ve hürriyeti görünce bu dinin yüce peygamberine karşı hayret ve takdirini tutamayarak: “Ey Şanlı Arap! Aşk olsun sana, adaletin ta kendini bulmuşsun”1 diye haykırmıştır. Biz kesin olarak inanıyoruz ki aklın ve bilimin hâkim olduğu bu yüzyılda cehalet karanlıkları, ön yargılar ve taassuplar ortadan kalkacaktır. Her davasını akli ve nakli delillerle ispat eden, bilim ilerledikçe doğruluğu daha da anlaşılan İslamiyet en parlak şekilde dünyaya hâkim olacaktır. İnsanlık bilimde, hukuk ve medeniyette, insanlık ve değerler eğitiminde ilerledikçe peygamberimizi doğru anlayacaktır. Ve ona hakkını teslim edecektir. Bu Allah’ın hak bir vaadidir. “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sâhibsiz olamaz. Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki nihâyet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer (Hâşiye) gāibden gelir gibi, kıymetdar, musanna‘ mallar dolu gelir. Burada dökülüyor, gidiyor. Nasıl sâhibsiz olur? Ve her yerde görünen i‘lânnâmeler ve beyânnâmeler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir? Zülfikar Mecmuası, 6 Kaynaklar: 1- İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, Ahmet Gürkan, Gaye Matbaası, 2. Baskı, Ankara
“Kim ilim için yola çıkarsa Allah ona cennete giden yolu kolaylaştırır. Melekler, hoşnutluklarından dolayı ilim talebesine kanatlarını serer. Sudaki balıklara varıncaya kadar yer ve gök ehli âlim kişinin bağışlanması için Allah’a yakarır. Âlimin, abide (ibadet edene) üstünlüğü, (parlaklık, görünürlük ve güzellik bakımından) ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Kuşkusuz âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak ne altın ne de gümüş bırakmışlardır; onların bıraktıkları yegâne miras ilimdir. Dolayısıyla kim onu alırsa büyük bir pay almış olur.” Hadis-i Şerif İlim, Peygamber Mirasıdır Kays b. Kesîr (ra) anlatıyor: Medine’den bir adam Dımaşk’ ta (Şam) bulunan Ebu’d-Derdâ’nın (ra) yanına geldi. Ebu’d- Derdâ (ra) ona; “Kardeşim, seni buraya getiren nedir?” diye sordu. Adam; “Senin Resûlüllah’tan (asm) naklettiğini öğrendiğim bir hadis.” cevabını verdi. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ (ra) dedi ki; “Resûlüllah’ı (asm) şöyle derken işittim: ‘Kim ilim için yola çıkarsa Allah ona cennete giden yolu kolaylaştırır. Melekler, hoşnutluklarından dolayı ilim talebesine kanatlarını serer. Sudaki balıklara varıncaya kadar yer ve gök ehli âlim kişinin bağışlanması için Allah’a yakarır. Âlimin, âbide (ibadet edene) üstünlüğü, (parlaklık, görünürlük ve güzellik bakımından) ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Kuşkusuz âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak ne altın ne de gümüş bırakmışlardır; onların bıraktıkları yegâne miras ilimdir. Dolayısıyla kim onu alırsa büyük bir pay almış olur.’” (Tirmizî, İlim, 19) Bu Hadis-i Şerif’te de belirtildiği üzere, ilim peygamberlerin mirasıdır. Ve ilme talip olan ve bu uğurda gayret sarf eden, dünyadaki en mühim işi yapmaktadır. Bu sebeple ilim için sarf edilen her şey değerlidir. Risâle-i Nûr Külliyâtı’ndan Yazı Mektubu’nda geçen şu Hadis-i Şerif de bu meseleye bir delil olmaktadır: “Mahşerde ulemâ-yı hakikatin sarf ettikleri mürekkeb, şehîdlerin kanıyla muvazene edilir, o kıymette olur.” Yani ilim tahsilinde sarf edilen mürekkep, Cenâb-ı Hakk’ın katında şehîdlerin kanıyla aynı kıymette olmaktadır. İlim tahsilinde sarf edilen her damla mürekkep, mahşer gününde sevap kefemizi çok ciddî manada dolduracaktır. Her gün binlerce günahla muhatap olduğumuz ahir zamanda, sevap kefemizi dolduracak böyle bir amele çok ihtiyacımız var. İlim Öğrenenler Öncelikli Resûlüllah (asm), günün birinde, mescitte iki gruba rastlamış ve “İkisi de hayır üzeredir. Ama biri, diğerinden daha üstündür. Bir kısmı Allah’a dua ediyor ve ondan bir şey istiyorlar. Allah onlara ister verir, isterse vermez. Diğerleri ise, dini anlamaya ve ilim öğrenmeye çalışıyorlar ve bilmeyene öğretiyorlar. Bunlar daha üstündür.” dedikten sonra; “Şüphe yok ki, ben de sadece bir öğretici olarak gönderildim.” diyerek ilim öğrenenlerin yanlarına oturmuştur. (Dârimî, Mukaddime, 32) Peygamber Efendimizin (asm) dini anlamaya, ilim öğrenmeye ve bilmeyenlere öğretmeye çalışanların yanına oturması, ilim tahsilinin kıymetini anlamamız açısından önemlidir. Hatta öyle ki, dua ile Cenâb-ı Hak’tan bir şeyler talep etmekten dahi daha faziletli bir iştir. Duanın ehemmiyetini ve ne kadar makbul olduğunu bilen bizler, ondan daha üstün olan amelin ilim tahsili olduğunu öğrenmiş oluyoruz böylece. Bu iki hayırlı işten imkânı olanın ilim tahsilini tercih etmesi de tavsiye ediliyor bir manada. Tabi sadece ilim tahsili değil, aynı zamanda öğrendiklerini bilmeyenlere de öğretmek bu işin içine giriyor. Yoksa tahsil ettiğimiz ilim sadece bizde kalırsa, bu iş eksik olur. Bilmeyenlere öğretmek, hiçbir zaman geri planda olmamalı. Çünkü ilim tahsilinin en önemli ayaklarından birini oluşturuyor. Zaten ilim tahsilinde bir kaidedir ki, öğreten iki kere öğrenmiş olur. İlim Talebelerinin Öldükten Sonra da Sevap Defterleri Kapanmaz “Eski talebeliğim zamanında mevsuk zatlardan, onlar da mühim imamlardan naklederek işittim ki: Ciddî, müştak, hâlis talebe-i ulûm, tahsilde iken vefat ettikleri zaman, berzahda aynı tahsil misali ve bir medrese-i maneviyede bulunuyor gibi, o âleme muvâfık bir vaziyet ihsan ediliyor diye, o zaman talebe-i ulûm içinde çok defa medar-ı bahs oluyordu. Şimdi bu vakitte, talebe-i ulûmun en hâlisleri Risâle-i Nur talebeleri olduğundan, elbette merhum Mehmed Zühtü, Asım ve Lütfü gibi zatların vazifeleri devam ediyor. Defter-i a’mâllerine hasenat yazmak için, manevî kalemleri inşallah işliyorlar. Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyoruz ki, sizdeki fevkalâde gayret ve çalışmak matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Bu defa gönderdiğiniz risaleler çok güzel, çok mükemmel, çok da lüzumlu.” (Kastamonu Lahikası, s. 327) Bedîüzzaman Hazretlerinin Kastamonu Lahikasında bahsettiği bu husustan anlıyoruz ki; ilim tahsili ömür boyu devam ederse ve ilim tahsil eden kişi, tahsiline devam ettiği bir süreç içinde vefat ederse şehidler zümresine girme ihtimali var. Çünkü Üstâd Hazretlerinin ifade ettiği gibi, kabir âleminde de bu dünyada yaşadığı hayatın bir benzerini devam ettirmek, şehidlerin özelliklerindendir. İlim tahsiline devam eden, yani mürekkep sarf etmeye devam eden kişi, öldüğü zaman bu ihsana kavuşabilir. Aynı zamanda ilim talebelerinin öldükten sonra sevap kapıları da kapanmadığı için arkalarında bıraktıkları ilimdaşlarının kalemleri onların hesabına da çalışmaya devam etmektedir. Risâle-i Nûr’dan İman-ı Tahkîkî İlmini Tahsil Etmek “…Risâle-i Nur’un şakirdlerini talebe-i ulûm sınıfına dâhil edip Münker, Nekir suallerine Risâle-i Nur’la cevap verdiklerini merhum kahraman şehîd Hâfız Ali’nin vefatıyla keşfeden ve hayatta olanlarımızın da yine Risâle-i Nur’la cevab vermemizi rahmet-i İlâhiyeden dua ve niyaz eden…” (Asâ-yı Mûsâ, s. 82) Bir çocuğun öğrenci olduğunu bize anlatan en önemli özelliği defterinin olmasıdır. Defteri ve kalemi olan, tahsil ettiği ilmi kalemiyle defterine yazar. Benim kitabım var, niye aynı şeyleri bir daha deftere yazıyorum; demez. Öğretmeni ne anlattıysa deftere geçirir. Çünkü öğrenmede en önemli metot yazarak çalışmadır. Aynen öyle de, iman-ı tahkiki ilmini tahsil eden birisi bu tahsil esnasında öğrendiklerini bir yandan yazmalıdır. Üstelik yazma işini mürekkeple yaparsa, Hadis’in müjdesine de nail olabilir. Açıklanan sebeplerle iman-ı tahkiki ilmini Risâle-i Nur’dan tahsil etmek isteyenlerin, talebe olmalarının birinci şartı, Risâle-i Nur’u mürekkeple yazmalarıdır. Ömür boyu devam edecek olan ve bu asırda en öncelikli ilim olan iman-ı tahkiki ilmini bu şekilde yazmak suretiyle devam ettirenler, ilim talebeliğinin şartlarını bihakkın yerine getirmiş olacaklardır inşaallah.
Bahsimiz öğreticilerin din eğitimini verirken nelere dikkat etmesi gerektiği... Şayet bu yazımızda çocuklarımıza din eğitimi verirken konu olarak işe nereden başlayıp nerede bitirileceğinin cevabını bekliyorsanız, yanıldığınızı daha şimdiden söylemek zorundayım. Zira ben bir ilahiyatçı değilim. Bir eğitimciyim. Dini konuların çocukların yaşlarına göre hangi ölçekte, ne şekilde ve ne kadar verileceği onların ihtisas alanı. Ben bir pedagog gözüyle ancak genel bir şablon çizebilirim. İçerisini doldurmak ise onların işi... Din eğitimi bir realite... Elbette bütün toplumlar kendi değer kıstasları ne ise o ölçüde çocuklarını yetiştirmek isterler ve bu noktada ortaya belirli bir hedef ve vizyon koyarlar. Haddi zatında dine karşı nötr olmak yahut ilgisiz kalmak, kişinin iç dünyasıyla örtüşen bir durum değildir. Bir yaratıcıya inanma duygusu, kendisini tepeden tırnağa ateist gören bir insanın bile ruh derinlikte hep vardır. O halde bir yaratıcının varlığı her toplumun kendi inanç sistemi anlayışına göre anlatılacaksa elbette bir Müslüman için “Ezel kadar eski, ebed kadar yeni” olan dinimizin anlatılması icap eder. Yalnız hâlâ ülkemizde din eğitimi verilip verilmeme meselesi bazı kesimler tarafından bir tartışma konusu olmaktan kurtulamamıştır. Bu tür aydınlarımızın dini eğitim verilmemesi noktasında temellendirdikleri argüman genelde mealen şudur. “0-12 yaş arasındaki çocuklar somut düşünme döneminde olduklarından dolayı dini ritüelleri / terimleri / olguları kavrayamazlar. Dolayısıyla çocuklara yapılan dini telkinler ileri de onların ruh sağlığını bozabilir. Öte taraftan çocuklara zorla ve rızası olmayan dini mevzuları öğretmek bir hak ihlalidir.” Hakikatte bu minvalde söylenen sözlerin doğruluk payı bulunmamaktadır. Mesele bu yaştaki çocuklara dinimizi öğretmemek değil, mesele dinimizin çocuklarımızın seviyesine göre nasıl ve ne şekilde doğru öğretebildiğimizdir. Tartışılması gereken konu tam da bu olmalıdır. Zira masum çocukları, kadınları, yaşlıları öldürmek, din adına intihar etmek, din adına kurulu bir saat gibi canlı bomba olup insanları paramparça etmek, din adına kendisinden olmayanlara hayat hakkı tanımamak, din adına yaşadığı ülkesini dârü’l-harp görerek elektriğini, suyunu kaçak kullanmak ve daha buna benzer ne kadar sapık görüş varsa hepsi yanlış bir din eğitimin tezahürüdür. Zannediyorum dine mesafeli duran yahut dini bir veba gibi tehlikeli bulan insanların bilinçaltında yanlış öğre(n/t)ilen bir din anlayışı yatmaktadır. Çözüm dini bir eğitim vermemekten değil, aksine Kur’an ve Sünnet ışığında doğru bir dini eğitim vermekten geçer. Şimdi müsaadenizle çocuklarımıza yanlış öğretilen inanç sistemimizden birkaç misalin ilkini vermek istiyorum: Daha küçücük bir çocuğa “Namaz kılmazsan cayır cayır yanarsın, oruç tutmazsan cehenneme gidersin.” gibi korkutucu ifadeler kullanmak onlarda normal olarak bir kaygı oluşturmakla kalmaz, belki ruhsal yapılarını da bozulmasına sebebiyet verebilir. Dini bir eğitim verilmemesini savunanların gerekçelendirdikleri “çocukların somut dönemde oldukları” meselesine dönelim. Şayet somut dönemde olan çocuklara soyut konular öğretilemeyecekse o zaman bizim onlara birçok dersi de öğretmemiz icap eder. Mesela Hayat Bilgisindeki vatan sevgisi, özgürlük, bağımsızlık, ahlak, doğruluk, dürüstlük, iyilik, adalet, hoşgörü gibi daha birçok değeri nereye koyacağız? Ve nasıl öğretmemiz gerekecek? Yine Matematikteki sayılar ve bir takım işlemlerde soyuttur. Fakat biz küçük öğrencilerimize ders verirken konuları soyut diye bir tarafa atmıyor, somut örneklerle akla yaklaştırarak izah etmeye çalışıyoruz. Örneğin 2 sayısını 2 elma göstererek; 4’ten 1 çıkıp 3 kaldığını yine bilinen somut nesnelerden hareket ederek öğretiyoruz. Burada temel espri, mücerret yeni ifadeyle soyut düşünmede olan çocuklara din eğitimi ve öğretimi somut (müşahhas) nesnelerden hareketle verebilmektir. Şimdi genel bir çerçeve çizdikten sonra asıl mevzuumuza dönelim. Çocuklarımıza dini eğitim verirken öğreticilerin dikkat edeceği hususlar şunlardır: 1. Öğrenme Ortamı Öğrenenle öğretici (talebeyle hoca) arasında olumlu ya da olumsuz bir bağ kurmanın ilk eşiği öğrenme ortamıdır. Çocukların gönül dünyasını açan sihirli bir anahtar hükmünde olan öğrenme ortamı, aynı zamanda öğrencilerin / velilerin gidilecek olan mekân hakkındaki ilk izlenimlerini oluşturur. O halde öğrenme ortamının nasıl olması gerektiğini maddeler halinde sıralayalım. a) Kabul Edilebilir Bir Mekân Olması Öğrenme alanını seçen bir eğitimci, özellikle kendisine şu soruyu sorarak işe başlamalıdır. “Ben çocuğumun böyle bir evde / yurtta / okulda kalmasını ister miyim?” Şayet cevabımız ‘evet’ ise mekânın olabilirliğinden söz edebiliriz. Aksi takdirde yaptığımız faaliyet daha işin başında sekteye uğrayacaktır. O halde öğrenme alanı, -genel ifadeyle- gözümüzü ve gönlümüzü doyuracak bir nitelikte olmalıdır. Aşağıdaki sayacağımız maddeler bize kabul edilebilir bir mekânın bazı ipuçlarını verebilir. b) Öğrenme Ortamının Güvenirliği ve Ulaşım Kolaylığı İnsanlık günümüzde tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar bir kültür yozlaşmasına, ahlaki yozlaşmaya, şiddete, intiharlara, cinayetlere, uyuşturucuya, suç örgütlerinin hegemonyasına, zulme, işkenceye, sanal âlemin çıkmazlarına ve daha sayamadığımız birçok tehlikeye maruz kalmıştır. Bu tehlikeleri bir ölçüde bertaraf edecek olan öğrenme ortamının güvenirliği oldukça önem arz eder. Çocuklarımızın fiziki, psikolojik ve gelişim alanlarını olumsuz etkileyen ortamlardan uzak olmak, elbette çocuklara vereceğimiz eğitimin kalitesini artıracaktır. Güvenli bir ortamdan kastettiğimiz, özellikle çocuklarımızın fiziki ve psikolojik yönlerinin dikkate alınmasıdır. Fiziki açıdan binadaki eşyaların sabitlenmesi, pencerelerin sağlam ve korunaklı olması, merdivenlerde korkulukların ve küpeştelerin bulunması, merdiven basamaklarının algılanabilmesi ve kayıp düşmeyi önlemek için renkli kaymaz şeritlerin yapıştırılması, elektrik kablolarının açıkta olmaması, yangın merdiveni ve yangın tüplerinin bulunması, ilkyardım dolabının olması, mutfak tüplerinin güvenliğinin sağlanması gibi bazı faktörleri sayabiliriz. Ayrıca binanın iç güvenliğini sağladığımız gibi dış güveliği de bizim için son derece önemlidir. Eğitim yapılacak yerin çevresi meyhane, kahvehane, kıraathane, bar, elektronik oyun merkezleri gibi yerlerden mümkün mertebe uzak bir yerde olmalıdır. Yine trafik, gürültü ve hava kirliliği açısından problem oluşturacak yerler olmamalı, fakat aynı zamanda ulaşım kolaylığı sağlayabilecek yerler seçilmelidir. Hâsılı ruhumuzu iğdiş edecek mütecanis sesten / kokudan / görüntüden uzak yerler tercih edilmelidir. Diğer taraftan düzenleyeceğimiz kurslar yatılı olsa bile, bir alternatif olarak, gece kalmak istemeyen çocuklar için kendi imkânlarıyla gidiş-dönüş yapabilmelerine imkân sağlanmalı ya da servis ayarlanmalıdır. Psikolojik açıdan güvenli bir ortamdan kastımız, çocukların ruhi / duygusal yanlarıyla ilgilidir. Onlara sert davranılmamalı, uygun olmayan söz ve davranışlarda bulunulmamalı, bir takım fiziki ve duygusal özellikleriyle alay edilmemelidir. Misal çocuklarımızın zekâsıyla, saçıyla, boyuyla, kilosuyla, konuşmasıyla, adıyla, giyinişiyle uğraşılmamalıdır. Aynı şekilde kursa gelen öğrencilerin bir birlerine zarar vermesine ve birbirlerini küçük düşürücü ifadeler kullanmalarına müsaade etmemek de işin bir başka yönünü tamamlar. Yapacağımız kurs faaliyetinde her açıdan risk grubu oluşturabilecek çocuklar varsa, özellikle öğreticilerin bu çocuklar üzerine daha fazla yoğunlaşması, onlara görev ve sorumluluklar verilmesi, gerekiyorsa aileleriyle görüşmeler yapılması yerinde olacaktır. c) Öğrenme Alanı Ferah Olmalı Ders ortamının öğrenci sayısıyla orantılı olarak yeterli bir büyüklüğe sahip olması gerekir. Bu büyüklüğün ve binanın diğer kapı, pencere vesaire özelliklerinin ne ölçüde ve nasıl olacağı yönünde bir fikir sahibi olmamız açısından özel kurumlar için referans kaynağı olan Milli Eğitim Bakanlığı Özel Barınma Hizmetleri Yönetmeliği ve Milli Eğitim Bakanlığı Standartlar Yönergesine müracaat edilebilir. Hapishane ortamını andıran dar, basık, rutubetli, ışıksız mekânlar olmamalı, mümkünse geniş bahçesi ve oyun alanı olan yerler tercih edilmelidir. Okullarımız mekân açısından genelde istenen şartları taşısa da ders noktasında oluşan menfi bir algı nedeniyle psikolojik açıdan dini eğitim yerleri için çok da uygun yerler olduğunu düşünmüyorum. Çocuklarımızın büyük bir kesiminin zihninde okul, derslerin yoğun bir şekilde yapıldığı, notun tehdit olarak kullanıldığı, çocukları canından bezdiren, onları usandıran testlerin havada uçuştuğu, sportif ve sanatsal faaliyetlerin olmadığı mekânların adı olarak anılmaktadır. Dolayısıyla böyle bir yerde verilecek olan dini eğitimde istenilen netice elde edilemeyebilir. Bu sebeple -eldeki imkânlar el veriyorsa- okulların dışında her türlü donanıma sahip binalar tercih edilmelidir. ç) Mekânlar ve İnsanlar Nezih ve Temiz Olmalı Eşyalar dağılmış tespih tanesi gibi her tarafa gelişigüzel saçılmamalı, özenle ve gerektiğinde rahatlıkla kullanılabilecek şekilde yerleştirilmelidir. Kitaplıklar, çalışma masaları, kanepeler ve mutfak eşyaları son derece düzgün ve temiz olmalıdır. İnşaatta çalışan işçi misali çıkarılan pantolonlar, gömlekler kapının arkasına asılmamalı, çoraplar, havlular ortalıkta sahipsiz gezinmemelidir. d) Eğitimde Kullanılacak Materyaller, Araç- Gereçler Eğitim materyalleri, araç-gereçleri her hangi bir karışıklığa neden olmamak için önceden hazırlanması gerekir. Defter ve kitabın dışında bilgisayarın, projeksiyonun, ışık ve ses düzeyi iyi ayarlanmalıdır. Projeksiyondan yansıtılan yazılar, herkesin okuyabileceği tarzda büyük olmalı ve dikkat çekici resimlerle süslenmelidir. Hazırlanan slaytlar ilgiyi dağıtmayacak derecede kısa olmalıdır. Zabıta memurlarının kullandığı mikrofonlara benzer ne dediği anlaşılmayan ses sistemlerinden uzak durulmalıdır. Ses cihazının tonu, ne çocukların kulağını tırmalayacak derece yüksek ne de duyulamayacak kadar az olmalıdır. e) Sıcaklık Bulunduğunuz yer size ne çok sıcak ne de çok soğuk izlenimi vermemelidir. Aşırı sıcaklık çocuklarda terlemeye, yorgunluğa, bunalmaya sebep olurken, soğuk bir ortamsa dikkatlerin dağılmasına ya da hasta olmalarına sebep olabilir. İyi bir eğitim ortamı sağlanmamışsa ne öğreteceğinizin ve nasıl öğreteceğinizin çok fazla bir önemi yoktur. Hatta olumsuz bir öğrenme ortamı sadece o an için değil, daha ileriki süreçlerde de çocukların zihinsel ve ruhsal yapılarında tahribatlara bile yol açabilir, onları eğitim yuvalarından koparabilir. Arzu edilen bir öğrenme ortamı ise, çocukların hem davranışlarını, hem de başarılarını olumlu yönde etkileyecektir. Cheng, Hong Kong da altıncı sınıf öğrencisi olan 21.622 öğrenci üzerinde yapmış olduğu çalışmasında, “Sınıfın fiziki çevresinin öğrenci performansını arttırdığı”1 ifade etmiştir. Birinci maddedeki aşamalar yerine getirildikten sonra isterseniz kabuktan öze -iç âleme- doğru bir yolculuğa başlayalım. Olumlu Öğrenme Oluşturabilecek Davranışlar Sergilemek Öğrencilerimizde oluşturduğumuz ilk izlenim çok önemli. Giyimimiz, kuşamımız, kullandığımız dil hatta bakışlarımızın bile davranışlarımızla örtüşmesine dikkat etmemiz gerekir. Suret ve siret ilişkisi uyumlu olmalıdır. İkisi arasında oluşabilecek ters orantı arzu edilen başarıyı inkıtaa uğratır. “Suretin siretine şahittir/ Başka şahit aramak zaiddir.” Dış görünüşümüzün içimize ya da içimizin dışımıza aksedebileceği akıldan ırak tutulmamalıdır. Öte taraftan sözlerimiz kırıcı olmamalı, yanlış anlamaya mahal verecek ifadelerden uzak durmalıyız. Bir zamanlar “Hatip, muhatabın gölgesidir, ona göre uzar ya da kısalır.” diye bir söz duymuştum. Dolayısıyla muhatabımızın idrak ölçüsünü hesap ederek konuşmamız gerekir. En ufak olumsuz bir davranış insanların ruh dünyalarında tamiri mümkün olmayacak yaralar açabilir. Ragıp Paşa, “Bir kere dokunsan teline sâz-ı derûnun / Bin türlü nevâzişle düzelmez bozulunca” Sözünü boşuna söylememiştir. Gönül sazının teli bir kere kırıldı mı bin defada tamir etseniz nafile… *** Şimdi misaller üzerinden giderek bir tahlilde bulunmak istiyorum. İlki çocukluğumdan, diğeri ise bir arkadaşımın yaşadıklarından… On yaşlarındayım. Babam yaz tatilini değerlendirmemiz için kardeşimle beni yakınımızdaki bir camiye göndermişti. Gidişimizin ilk haftasıydı. Kardeşim Elifbada bir yeri okurken takılmıştı. Olanlar da bundan sonra olmuştu zaten. Hoca efendi, “Vay sen misin okuyamayan!” diyerek on beş kiloluk kardeşimi (Şimdi maşallah baya kilolu) benim ve diğer talebelerin gözü önünde ayaklarından tuttuğu gibi ters çevirip balık gibi sallamaya başladı. Hocamızın bir an delirdiği hissine kapılmıştım. Tek günahı birkaç harfi okuyamamak olan kardeşimi bir taraftan sallıyor, diğer taraftansa ağzından köpükler saçarak bağırıp çağırıyordu. Abisi olmama rağmen ne yazık ki olanları izlemekten başka elimden hiç bir şey gelmedi. Diğer çocuklar da korkudan sus pus olmuşlardı. Ne diyelim, demek ki talebelerin üzerindeki disiplinini böyle sağlamış oluyordu! Sözün burasında şunu söylemek isterim. Ey yöntem bilmeyen kızılcık sopalı hocam! Bilmem bu tavrınla nasıl bir tahribata yol açtığınızın farkında mısınız? Size yol gösterecek şu ayetten haberiniz var mı? “İşte Allah’tan bir rahmet iledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Hâlbuki kaba, katı kalpli olsaydın, elbette (onlar) etrafından dağılırlardı....” 2 Muhterem hocam, bilmem sizin bu tavrınız yüzünden iyi niyetle bir şeyler öğrenmek için yanınıza gelen o masum çocukların bir kısmı ya başka kulvarlarda geziniyorlarsa? Ya onlarda başka birilerinin kanına girmişlerse? Yol bilmez, iz bilmez aşktan mahrum hocam, lütfen söyleyiniz bunların vebali kime ait şimdi? *** Gözümün önünde gerçekleşen bu olaydan dolayı nasıl bir travma yaşamışsam birkaç yıl Kur’an kursuna gidemedim. Kim bilir o tarihten sonra hangi şefkatli bir el elimden tuttu da kaldığım yerden okumama devam ettim. Bir diğer olayda şuydu: Arkadaşım yaz tatilinde çocuğunu bir kursa kayıt yaptırmak için götürmüştü. Gittiği yerin hayalinde tasavvur ettiği yerden oldukça uzak olduğunu, oraya varınca ancak anlayabilmişti. Boyası dökülen eski bina rutubet kokuyordu. Basıktı, havasızdı. Çocukların kalacakları odalar ise hücre evleri gibi dapdardı. Bunlar yetmezmiş gibi odadaki dağınıklık lisan-ı hâliyle, arkadaşıma, “Al çocuğunu buradan götür” diyordu. Ortalıkta çoraplar, elbiseler, battaniyeler yüzüyordu sanki. Bu izbe yerin tek sevindirici tarafı, bütün olumsuzluklara rağmen oldukça fazla öğrenci gelmiş olmasıydı. Demek ki tercih edilen bir yerdi. Yalnız işin kötü tarafı, hangi yaştaki, hangi seviyedeki çocuklarla kimin, nerede, nasıl ve ne şekilde ilgileneceğinin belirsizliğiydi. Bununla ilgili öğrenci velilerine en ufak bir bilgi dahi verilmemişti. Neden sonra bir öğretici çıkageldi. Genç adamın halinden tecrübesiz olduğu anlaşılıyordu. Kimi nereye ve nasıl yerleştireceği konusunda kararsız ve telaşlı gözüküyordu. Sağa, sola doğru koşuyor, kâh elini cebine koyuyor, kâh çıkarıyordu. Sevgili arkadaşım bütün bunları hayra yormuş gençliğinin heyecanına vermişti. Sonra içinden zihnini rahatlatacak şu cümleler geçti. “Başarıya giden yol zorluktan geçer. / Gülü seven, dikenine katlanır. / Her nimetin bir nıkmeti var. / Önemli olan mekân değil, mekânı güzelleştirenlerdir. / Oğlum burada kalırsa birçok arkadaşlıklar, dostluklar edinecek. / Sosyal becerileri gelişecek. / Ufak meseleelri büyütmeye gerek yok…” Değerli arkadaşım, nedense küçücük oğlunun “Al beni götür.” diyen gözlerinden gözlerini kaçırdı. O yaz, kursa yatılı olarak kaydını yaptırdı. Yalnız bu kayıt çok uzun sürmedi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra oğlundan bir telefon geldi: “Baba ne olur gel, artık dayanamıyorum.” Bin bir umut ve şevkle geldiği kurs, arkadaşımın oğlu için ilk ve son olmuştu. Ondan sonra bir daha gitmedi. Babası ne vakit ağzını açacak olsa çocuğunun rengi değişiyor, gözlerini kısarak adeta yalvarırcasına, “Ne olur beni gönderme” diyordu. Kaş yapayım diyen babası gözden de olmuştu. Elbette bu tür münferit hadiseleri umuma teşmil edecek değiliz. Su-i misal, misal kabul edilmez. Yalnız tahrip bir infialdir, nerede duracağını kestiremezseniz. Oyun çağında olan çocuklarımızın bilinçaltını olumsuz resimlerle / sözlerle / fiillerle doldurmamalıyız. Sevdirmek en iyisi… Azze ve Celle şöyle buyuruyor3: “Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez.” Efendimiz de4 “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz” demektedir. Edindiğim tecrübeyle şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki, karşınıza yukarıda bahsettiğimiz olaylara benzer hadiseler her zaman çıkacaktır. Bu tür sosyolojik ve psikolojik travmaların oluşmaması için, söylediğini yaşantısıyla içselleştiren rol modellere / örnek şahsiyetlere ihtiyaç vardır. 3. Çocuklarımızı Bilgi Bombardımanından Uzak Tutmalıyız Maalesef bu husus sadece dini eğitim verilen yerler için geçerli değil. Okullarımızda da aynı manzaradan söz edebiliriz. Daha ilkokul sıralarında çocuklarımız testlerin, kuizlerin, imtihanların, notların taarruzuna uğramış bulunmaktadırlar. Sanırsınız ki öğrencilerimize bilgileri bir çırpıda öğrettiğimizde istenen başarı gelecektir. Başarının gelmediği hem ülke ölçeğinde hem de uluslararası ölçekte yapılan yarışmalarda / imtihanlarda görülmektedir. Sağlıklı bir nesil, ancak mutlu bir çocukluk devresi geçirmekle mümkündür. Okullarımızda bu kadar yüklü bir ders programı içerisinde bu nasıl mümkün olur, onu da sizlerin fehmine bırakıyorum. *** Konumuza dönecek olursak, çocuklarda dini sorular ağırlıklı olarak okul öncesi döneme rastlar. Fakat bu ilgi daha çok iptidaidir, sathidir. Dinin derin meselelerini merak etmezler. Dolayısıyla onların gönül dünyasına hitap etmeyen konulara pek girilmemelidir. Bunlara kader, ruh, miraç, itikâf, gusül gibi mevzuları sayabiliriz. 6-12 yaştaki çocuklar somut dönemde oldukları için hadiselere kendi pencerelerinden bakarlar. Örneğin çocukların birçoğu Allah’ı bizim gibi bir insan olarak tasavvur eder. Hatta canlı-cansız başka varlıklara da benzettikleri olabilir. Bu durum gayet tabidir. Araştırmalar da bunu göstermektedir. “Allah babalarından, dedelerinden veya görüp tanıdıkları bütün insanlardan çok daha büyük bir insan gibidir.”5 Bazen de, gökyüzünde oturan “aksakallı bir dede” olarak düşünürler. Hatta bazen gördükleri en uzun boylu ağaçtan veya minareden yahut yüksek dağlardan da büyük olarak tasavvur edebilirler.” 6 Çocukların Allah’ın varlığını tanımadaki mihenk ölçüleri gördüğü, duyduğu, dokunduğu, tattığı, kokladığı her şeydir. Yalnız çocukların zihinlerinde fıtri olarak var olan insanlara iyilik eden, koruyup gözeten Allah sevgisini baltalayacak cümlelerden sakınmak gerekir. “Susmazsan doktor sana iğne yapacak, polisler seni alıp götürecek” gibi yanlış cümleler Allah için kullanılmamalıdır. Ceza verici, insanları cehennemde yakan bir varlık olarak tanıtılan Allah’ tan hiçbir çocuk hoşnut olmaz. Yapılması gereken Cenab-ı Hakkın merhamet ve şefkat yönünün öne çıkarılmasıdır. Bütün varlıkları besleyen, büyüten onlara hem dünyada hem ahirette nimetler veren bir Rabbi tanıtalım. Cennetteki güzellikleri anlatalım. Yaratıcının neye benzediğini sorgulayan çocukların merak ettiği bir başka husus da Allah’ın niçin görünmediğidir. Bu noktada çocuklara sadece Allah’ın özelliklerini anlatan surelerden (ihlas suresi) birini okuyarak sorunu çözemeyiz. Somut öğrenme dönemde oldukları için Allah’ın niçin görünmediğini çocuklara gördüğü, bildiği varlıklardan hareket ederek öğretmeye çalışmamız gerekir. İzlediğim kısa bir filmde Allah’ın niçin görünmediği özetle şöyle anlatılıyordu:7 “Çocuklar elimizde bir çay var. Bu çay şeker katılmadığı haliyle nasıldır? Öğrencilerin her biri farklı cevaplar verir. Kimisi tatsız, kimisi acı, kimisi şekersiz, kimisi garip bir tadı olduğunu, kimisi de tadının nasıl olduğunu bilmediği söyleyerek değişik cevaplar verirler. Peki, çocuklar şimdi elimde gördüğünüz şekerleri çayın içine atıyorum. Kaç şeker attım? İki şeker. Şimdi de attığım şekerleri çayın içinde güzelce bir karıştıralım. Peki, az önce gördüğümüz şekerler nerde? Çocuklar hep bir ağızdan çayın içinde olduğunu, fakat görünmediğini söylerler. Peki, çayın tadı sizce nasıl olmuştur? Tatlı olmuştur. İçindeki şeker görünmediği halde çayın tatlı olduğunu söylediniz. Demek ki çaya tadını veren işte o görünmeyen şekerdi. O halde sevgili çocuklar, bir şeye inanmak için illaki onu görmemiz gerekmiyor. Bizler Allah’ı görmüyoruz. Ama onun her yerde olduğunu ve bizi gördüğünü, yarattığı her eserinden anlayabiliyoruz. Yalnız unutmayalım Allah’ı dünyada göremesek de inşallah cennette göreceğiz.” Akla yakınlaştırılan bu tür öğrenmeler daha kalıcı olabilmektedir. Buna benzer birçok deneyle, drama ile ya da hikâye yoluyla Allah’ın varlığı pekâlâ anlatılabilir. Çocuk deyip geçmemek lazım; bunun için öncesinden ciddi bir araştırma ve dokümantasyon elde ederek hazırlıklarımızı yapmamız gerekir. 4. Oyun Yöntemi ile Öğretmek Aksiyon neredeyse lezzet orada diyorum. Yetişkinler gibi olmayan çocuklarımızı uzun süre hareketsiz bir yerde tutamazsınız. Kaldı ki biz yetişkinlerin bile 10-15 dakikadan sonra dikkatleri dağılabilmektedir. Bu yüzden zamanı yerinde kullanabilmek için öncesinden hazırlık yapılmalı, anlatacağımız her mesele ile ilgili yaparak yaşayarak öğrenebileceği görme / işitme / dokunmaya yönelik etkinlikler / materyaller düzenlenmelidir. Bu, yerine göre bir piyes, bir drama yahut da oyunlaştırılarak yapılan bir deney olabilir. Tıpkı yukarıda verdiğimiz çay örneğindeki gibi örnekler son derece çarpıcı sonuçlar ortaya koyabilir. Ayrıca kendimizde bir beyin fırtınası yaptığımızda emin olun zihnimizden birçok ilginç fikir geçecektir. Çocuklar, içinde oyun olmayan hiçbir konuya gönüllerini açmazlar. Oyunun dışında yaz kurslarında çocukların hoşuna gidecek spor, resim, müzik, satranç, ebru, yarışma, gezi vb. etkinlikler yaptırılmalıdır. Belki size abartılı gelecek ama bu tür faaliyetler kurstaki programın en az %50’sini oluşturmalıdır. Zira amaç çocukları bilgiye boğmak değil, eğitmek ve olumlu davranışlar kazanmasına yardımcı olabilecek faaliyetler yaptırmaktır. Yazımızın sonunda eğitimci kardeşlerime iki teklif sunmak istiyorum. Birincisi, yapacağınız kursun fayda ve zarar anatomisini çıkaracak olan şikâyet ve öneri kutucukları oluşturmalıyız. Böylece hatalar varsa daha programın başında müdahale edilmiş olacak. Bir diğeri de programın sonunda memnuniyet anketi düzenleyerek yaptığınız işin olumlu, olumsuz yönlerini görme şansını yakalayabilirsiniz. Gayret bizden tevfik Allah’tan… Kaynaklar: 1- ULUDAĞ Zekeriya Doç. Dr. ODACI Hatice, Öğretim Görevlisi, Eğitim Öğretim Faaliyetlerinde Fiziksel Mekân 2- Âli İmrân, 1593- Kur’an’ı Kerim Bakara Suresi, 2/185 2- Hac, 784- Buhari sahih, ilim b,11,cihad 164.5- Yörükoğlu, Atalay, Çocuk Ruh Sağlığı, Ankara, 1980, III. Baskı, sh. 10 6- Mualla, Çocuğun Eğitiminde Dinî Motifler, T. Diyanet Vakfı Yay. Ankara, 1990, sh. 70-77- https://www.youtube.com/watch?v=7VJL_U2LMUI
قَالَتْ رُسُلُهُمْ أَفِي اللّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالأَرْضِ يَدْعُوكُمْ لِيَغْفِرَ لَكُم مِّن ذُنُوبِكُمْ وَيُؤَخِّرَكُمْ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى “Peygamberleri dediler ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şübhe olur mu? (O,) günahlarınızın bir kısmını sizin için bağışlamak ve sizi(n ecelinizi) belirli bir vakte kadar ertelemek için sizi (îmâna) davet ediyor (ta o vakte kadar size mühlet veriyor).”1 Bu ayet-i kerime Cenab-ı Hak hakkında şüphe olur mu demekle, onun varlığı ve birliği hususunda kesinlikle şüphe edilemeyeceğini ifade ediyor. Bu hakikati, Rabbimizin inayetine istinaden bir nebze izah etmeye çalışacağız. Evet, nasıl ki bir eser müessirini yani o eseri ortaya koyan ustasını gösterir, öyle de o eserin üzerindeki mükemmellik ve güzellik ve kullanılan malzemeler de ustasının ne kadar mükemmel olduğunu ve onda kullanılan malzemelere de sahip olduğunu gayet açık bir tarzda aklı olanlara bildirir. Ve bu mükemmellik ve güzellik de o eseri netice veren fiil denilen işin mükemmelliğini, fiil ve işin mükemmelliği ise fail denilen ismin yani ustasının ne derece mükemmel olduğunu, ismin mükemmelliği ise sıfatın yani failde bulunan yapmak özelliğinin ne kadar mükemmel olduğunu gayet açık olarak gösterir. Şüphesiz sıfatın mükemmelliği de istidadın yani o işi yapan zatta mükemmel bir yetenek ve kabiliyetin bulunduğunu, istidadın mükemmelliği ise o istidada sahip zatın ne derece mükemmel bir zat olduğunu gayet kat’i bir surette gösterip isbat eder. Öyle de bu kâinat ve içindeki her bir varlık, Cenab-ı Hakk’ın kudretinin mucize ile yarattığı gayet mükemmel ve güzel ve çok ihsanlara mazhar birer eserdir. Mesela: Bir insana baktığımızda Cenab-ı Hakk’ın kudretinin bir mucizesi olarak her yönüyle gayet mükemmel bir eser olduğunu görüyoruz. Şüphesiz bu eser, kendi varlığı ve mükemmelliği ve güzelliği ve kendisine ihsan edilen aza ve cihazlarıyla o eseri yapan ve ortaya koyan gayet mükemmel, güzel ve her türlü iyilikte bulunan bir fiilin var olduğunu açıkça gösterip ispat eder. O mükemmel olan fiil ve iş ise son derece mükemmel, güzel ve ihsan-perver olan fail denilen ismin yani yapan ustanın varlığına delil olur. O sonsuz derecede mükemmel olan fail de o ustanın mükemmel, güzel ve bolca ikramda bulunan sıfatlarını yani o işi yapabilecek nitelik ve özelliklerini gayet açık bir şekilde gösterip ortaya koyar. O mükemmel sıfatlar ise o sıfatlara sahip olan zatın şuunatının yani her şeyi yapabilme yeteneğinin ne kadar mükemmel, güzel ve nihayet derecede cömertliğe sahip olduklarını apaçık gösterip ispat eder. O mukaddes olan şuunat ise, onlara sahip olan Zat-ı Zülcelal’in sonsuz derece mükemmellik, güzellik ve ihsan sahibi olduğunu bütün varlıklarla birlikte ilan edip gösteriyor. Evet, insan; rızk, hayat, görmek ve işitmek gibi malzemelerden yaratılmıştır. Yani Cenab-ı Hak, kudretinin ortaya koyduğu fiiller ile bu aza ve cihazları bir araya getirerek bu koca kâinatın bir numunesi ve fihristi hükmündeki en mükemmel bir eser olan insanı yaratmıştır. O fiiller ise Hâlık-ı Rezzak, Muhyî, Basîr, Semî’ isimlerinden gelir. Bu isimler de Halk, Hayat, Basar ve Se’m sıfatlarının neticeleridir. O sıfatların kaynakları da şuunat-ı İlahiye denilen her şeyi yapma, bilme gibi yeteneklerin neticesidir. Şuunat da zat-ı İlahi’den kaynaklanır. Demek eserin mükemmel olması; bütün fiillerin, isimlerin, sıfatların, şuunatın mükemmellikleriyle birlikte onların menbaı olan zat-ı Zülcelal’in de sonsuz mükemmellik, güzellik ve ihsan sahibi olduğunu kör olanlara dahi gösterip ispat eder. Evet, Cenab-ı Hak kendisine ait isim ve sıfatlar gibi bütün bu saydığımız özelliklerle koca kâinatı yarattığı gibi kâinatın bir meyvesi ve fihristi olan insanı da hatta kâinatın en küçük bir parçası olan atomu da yine zatına ait aynı özelliklerle yaratıp ortaya koymuştur. Zira bir atomdaki sistem, güneş sisteminden geri olmadığı gibi, güneş sistemi de âlemdeki sistemden farklı değildir. Bütün âlemi yaratamayan bir zat bir atomu da yaratamaz. Nasıl ki bir çekirdek büyüse ağaç olur, ağaç da küçülse çekirdek olur. Öyle de insan, kâinatın bir fihristi ve çekirdeğidir. Ve insanın üzerindeki sanat, kâinat üzerindeki sanattan geri değildir. Öylesine ki insan büyüse âlem olur, âlem dahi küçülse insan olur. Demek bütün âlemi bütün eczasıyla yaratamayan bir zat, küçültülmüş bir âlem olan insanı da icat edemez. Görüldüğü gibi bu âlem bölünmeyi parçalanmayı kabul etmiyor. Öyle ise âlemin birliği ve bütünlüğü, âlemin büyüklüğü ve genişliği nispetinde gayet katiyetle o âlemi yaratan zatın hem varlığını hem de birliğini ispat eden bir delildir. Âlemin varlığını inkâr edemeyen bir insan, onu yaratan Halık-ı Zülcelal’ini de inkâr edemez. Şüphesiz onu bulan her şeyi bulur, onu kaybeden her şeyi kaybeder zira mülk umumen onundur. Rabbim bizleri kendini bulan kullarından eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- İbrâhîm, 10.
Kıymetli İrfan Mektebi okuyucuları! Bir okul dönemi daha nihayete erdi. Şimdi tatil dönemi başlıyor. Burada dikkat çekmek istediğim bir konu var. Evet, çocukların en ihtiyaç duyduğu şey oyundur. Oyun çocukların en fıtri ihtiyacıdır. Onlara bu imkânı vermek durumundayız. Fakat bunu şöyle de yapabiliriz. Bu söyleyeceklerim okul dönemi için de geçerli olmakla birlikte geldiğimiz noktadan bakacak olursak, yaz dönemini çocuklarımız için eğlenceli bir öğrenme dönemine dönüştürebiliriz. Yani bu tarzda Yaz Kampı, Yaz Okulları, Yaz Kursları adı altında keyfiyetini haiz olarak eğitim veren yerlere evladımızı verebiliriz. Çocuğumun devam ettiği okul erkek çocuklar için de normal okul devam etmekle birlikte hafızlık eğitimi de verme kararı aldı. Dönemin son üç ayında temel eğitimler almaya başladı çocuklar. Yaz tatilinde ise 7 haftalık bir eğitim planladılar. Çocuklar hevesli. Hoca gayretli. Program güzel. Çocukların oyun ihtiyacını karşılayacak her şey var. Hal böyle olunca bize sadece teşvik etmek ve dua etmek kaldı/kalıyor. Bunları şunun için anlattım. Çocuklar zaten bir şekilde yorularak ve sırf imtihan odaklı eğitim yaklaşımıyla çok da hazzetmeyerek gittikleri bir dönem geçiriyorlar. Tatil deyince de her şeyi bırakıveriyorlar. Hâlbuki üç beş gün geçince de sıkılmaya başlıyorlar. Bu durum hem çocuklar hem de ebeveynler için probleme dönüşebiliyor. O zaman yaz tatilini iyi planlamak gerekmektedir. Aile olarak vakit geçireceğimiz zamanlar muhakkak olmalıdır. Eğlenceli bir eğitim dönemi de olmazsa olmazlardandır. Bu konuda zaten tembelliğe meyilli nefislerimize fırsat vermeyelim. Hep beraber kararlı duralım. Ki çocuklarımız maddi-manevi gelişim dönemlerini verimli geçirebilsinler. Gelini bu noktada 2. Mahmud Hana kulak verelim. Memleketin dört bir tarafına gönderdiği fermanda ne demiş, bakalım: “Dinî vecibeleri öğretmek ve seçeceği mesleğin bilgilerine sahip kılmak babaların çocuklarına karşı ilk vazifesidir. Ne yazık ki, bir zamandan beri birçok ana ve baba bunu unutarak, çocuklarını daha beş-altı yaşında kazanç hırsı ile sanat sahiplerinin yanına çırak olarak veriyorlar veya başıboş bırakıyorlar. Çocukluk çağında cahil kalanlar ise, bulûğ çağlarında hem kendileri için, hem de memleket için dert oluyorlar. Bu, iki dünyada cezayı gerektiren bir ihmaldir. Sizlere emrediyorum ki, bu ferman elinize değdiği anda, bölgenizde 6 yaşını bitirmiş ne kadar çocuk varsa bunları tespit ediniz! Mevcut mahalle mektepleri yetmiyorsa bina ve hoca bularak mektepsiz çocuk bırakmayınız! Mektep çağında olduğu hâlde bu çocukları yanlarına alıp çalıştıranların şiddetle cezalandırılacaklarını ilân ediniz! Anasız ve babasız olanlarla, okumaya gücü yetmeyenlerin tahsilini devletin temin edeceğini ilân ediniz!”
Has Ahır Osmanlı sarayında, Padişah ve yakın hizmetinde bulunan kimselerin atlarının bulunduğu ahırlara Has Ahır denilmiştir. Saray ahırı, Istabl-ı Hümayun, Istabl-ı Şehinşahî, Istabl-ı Has gibi tabirler de bu manada kullanılmıştır. Istabl-ı Âmirenin başında bulunan kimseye emîr-i âhûr veya imrahor denilirdi. Sonradan İmrahora Istabl-ı Âmire müdürü denilmiştir. Topkapı Sarayı’ndaki Istabl-ı Hasda Padişaha ait atların sayısı 900 olup, hepsinin takımları sanatkârlarca yapılmıştı. Bunlardan 40’ı bütün şecereleri mazbut dünyanın en değerli atlarıydı. 300-400 kadar da koşu atı vardı. Bunlar binek hayvanlarından farklı bir eğitimle yetiştirilirlerdi. Bu atlara ancak Padişahın yakın hizmetinde bulunanlar binebilirdi. Istabl-ı Âmiredeki vazifeli seyisler ve zabitlerin sayısının zaman zaman 2000’e kadar ulaştığı olurdu. Ayrıca Padişah atlarının koşumlarını yapan 300 kadar saraç, yine bu atları nallayan 300 kadar nalbantın vazife yaptığı zamanlar olmuştur. Has Ahır, günümüzde İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi olarak kullanılmaktadır. İbn-i Dakîku’l-îd (ra) 30 Temmuz 1228 tarihinde anne ve babasının hac yolculuğu sırasında Yenbu‘ sahilinde seyreden bir gemide doğdu. Babasının dedesi Mutî‘in bir bayram günü giydiği çok beyaz elbiseyi görenlerin “bayram unu (dakîku’l-îd) gibi” demeleri üzerine bu tabir kendisine lakap olmuştur. Memleketi olan Mısır’ın Saîd bölgesindeki Kûs şehrinde büyüdü. İlk tahsilini burada yaptı. Daha genç yaşta iken Mâlikî ve Şâfiî mezheplerinde fetva verecek derecede fıkıhta derinleşti; ayrıca hadis, tefsir, kelâm, Arap dili ve edebiyatında bilgi sahibi oldu. Öğretim faaliyetine Kûs’ta Necîbiyye Medresesi’nde başlayan İbn Dakîkul‘îd, daha sonra kendisi için kurulan ve Sâbıkıyye Medresesi diye anılan dârülhadiste ders verdi, birçok talebe yetiştirdi ve şöhreti yayıldı. İbn Dakîkul‘îd uzun süre öğretim ve telifle meşgul olarak yönetimden ve idarî görevlerden uzak kaldı. İleri bir yaşta Şâfiî kâdılkudâtlığına getirildi (24 Mart 1296). Aklî ve naklî ilimlere olan derin vukufu yanında ahlâk ve yaşayışıyla da örnek olan İbn Dakîkul‘îd kaynaklarda “şeyhülislâm, hüccetülislâm” gibi sıfatlarla anılmakta, hadis hâfızı ve müctehid olduğu belirtilmektedir. Takıyyüddin es-Sübkî onun hakkında “mutlak müctehid” tabirini kullanmakta Hicrî 7. yüzyılın başında gönderilen müceddidlerden olduğu konusunda hocalarının görüş birliği içinde bulunduğunu kaydetmektedir. 5 Ekim 1302’de Kahire’de vefat etti ve Mukattam dağı eteğinde toprağa verildi. Hz. Ömer (ra) önce ailesini sakındırırdı Abdullah bin Ömer (ra) anlatıyor: Babam Ömer (ra), halkın bir şeyi yapmamasını, ondan ger, durmasını isteyeceği zaman onu önce ailesinden ister, onlarda tatbik eder ve şöyle derdi: “Kesinlikle hiçbirinizin, yasakladığım bu şeyleri yaptığını duymayayım. Aksi takdirde bunun cezasını size kat kat uygularım.” (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, 3/289) 14 Temmuz 678 Hz. Âişe (ra) vefat etti Ezvâc-ı Tâhirât’dan olan Hz. Aişe (ra), Bi’set’in 4. senesinde Mekke’de dünyaya gelmiştir. Hz. Ebu Bekir’in (ra) kızıdır. Peygamber Efendimiz (asm) ile nikâhı Hicret’den önce Mekke’de kıyılmıştır. Babası Resûl-i Ekrem (asm) ile daha önce Hicret ettiği için aynı yıl (622) annesi, ağabeyi Abdullah, kız kardeşi Esma, Peygamber Efendimizin (asm) hanımı Sevde, kızları Fâtıma ve Ümmü Gülsüm ile birlikte Medine’ye hicret etti. Hicretin 2. yılı Şevval ayında Peygamber Efendimizle (asm) evlendi. Peygamber Efendimiz (asm) Hicretin 11. yılı Safer ayının (Mayıs 632) son haftasında rahatsızlanınca, diğer hanımlarının iznini alarak Hz. Âişe’nin (ra) odasına geçti ve mübarek başı onun kucağında olduğu halde vefat etti ve onun odasına defnedildi. On sekiz yaşında dul kalan Hz. Âişe (ra), Peygamber hanımlarının başkalarıyla evlenmelerini yasaklayan Kur’an hükmüne uyarak bir daha evlenmedi. Peygamber Efendimizden (asm) sonra kırk yedi yıl daha yaşadı ve altmış beş (veya atmış altı) yaşında iken 17 Ramazan 58 (14 Temmuz 678) Çarşamba gecesi, vitir namazını kıldıktan sonra Medine’de vefat etti. Ölümü Medine’de büyük bir üzüntüyle karşılanmış, cenazesi aynı gece kaldırılmıştır. Kadınlar da dâhil olmak üzere Medine ve civarındaki bölgelerde yaşayan bütün halk geceleyin Cennetü’l-Bakî‘a gelmiş, cenaze namazı mezarlığın ortasında Medine vali vekili Ebû Hüreyre (ra) tarafından kıldırılmış, vasiyeti üzerine Bakî‘a defnedilmiştir. Onu kabre erkek ve kız kardeşlerinin çocukları (Kasım b. Muhammed, Abdullah b. Abdurrahman, Abdullah b. Muhammed b. Abdurrahman, Urve b. Zübeyr ve Abdullah b. Zübeyr) koymuşlardır. 24 Temmuz 1908 2. Meşrutiyet’in İlanı Meclis-i Mebusan’ın 13 Şubat 1878’de süresiz tatil edilmesiyle birlikte, 1. Meşrutiyet dönemi sona ermişti. Meşrutî idare taraftarları 1878 sonrasında rejime yönelik muhalefete katılmışlar, 1895’ten itibaren hız kazanan Jön Türk hareketi de esas olarak Meşrutiyet’in yeniden uygulamaya konmasını talep etmişlerdir. Sultan 2. Abdülhamid, Jön Türkler tarafından 1908 senesinde çıkartılan ve önlenemeyen silahlı ayaklanma karşısında 40 gün kadar dayandı. 24 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanını kabul etmek zorunda kaldı. Sultan 2. Abdülhamid, kapalı bulunan meclisi yeniden toplama kararı aldı. Mebus seçimlerinin yeniden yapılması kararlaştırıldı. Seçimler yapıldı ve Meclis-i Mebusan 17 Aralık 1908'de açıldı. 28 Temmuz 1402 Ankara Savaşı İran’a hâkim olan Emir Timur, Büyük Selçukluların ve İlhanlıların vârisi olmak iddiasıyla Anadolu üzerinde hâkimiyet kurmak istiyordu. Sultan Bayezid ise Selçukluların mirasçısı sıfatıyla Anadolu’da birliği sağlamak düşüncesindeydi. Ancak Timur, başlangıçta gazânın liderliğini elinde tutan Sultan Bayezid’e karşı harekete geçmekte tereddüt etti. Sultan Bayezid’e karşı koyan ve kaçıp kendisine sığınan Anadolu beylerini iyi karşıladı. Buna mukabil Sultan Bayezid de Timur’un düşmanları Sultan Ahmed Celâyir ve Kara Yusuf’u korudu, onları kendi hizmetine aldı. Bu durum Timur’u çok kızdırdı. Anadolu’ya yürüyüp Erzincan’a geldi ve Erzincan Emîri Mutahharten tarafından karşılandı. Ardından Osmanlılara ait Sivas Kalesi’ni kuşattı (1400 Ağustosu); şehir teslim olduysa da kanlı bir şekilde yağmalandı, sonra da Mutahharten’e bırakıldı (1401). Nihayet Timur ile Sultan Bayezid, Ankara yakınında Çubuk ovasında karşı karşıya geldiler (28 Temmuz 1402). Yapılan savaşta Sultan Bayezid yenildi ve esir düştü, bir süre sonra da esaret altında Akşehir’de vefat etti (8 Mart 1403).
Risalenin İsmi : 28. Söz, Cennet Sözü Telif Tarihi ve Yeri : 1928 (tahmini) – Barla Cennet Bahçesi Dili : Türkçe Konusu : Cennetin ahvaline yönelik bir kısım tenkitlere verilen cevaplardan ve cennetten söz eden ayetlerin anlaşılmasını kolaylaştırmak üzere birkaç nükteden ibaret bir risaledir. Risalenin Müellife Göre Değeri: l Telifinde keramet olan bir risaledir. Zira bir veya iki saat zarfında yazılmıştır. l Cehenneme dair olan zeyli çok küçük olmakla birlikte çok güçlü bir burhandır. l Dört ayetin ve dört hadisin şerhi olan bir risaledir. Metodu: l Münazara l Nakil ile istidlal l Temsil l Hikmet / Adalet / Rahmet Delili l Müşahede-i âlem ile istidlal l Psikolojik delil SÖZ ÖZETİ Cennet, bütün maddi ve manevi lezzetlerin alınacağı bir yerdir. Soru: Kusurlu olan ve daima değişen insan cisminin ebediyetle ve cennet ile ne ilgisi olabilir? Ruhun lezzeti yeterli iken cismanî lezzetler için cismanî haşre ne gerek vardır? Cevap: Yüce Allah nimetlerini tanıttırmak, İlahi isimlerini bildirmek ve ihsanının her türlüsünü tattırmak istemektedir. Bu durum karşısında insanın cismine bakıldığında; İlahi isimlerin tecelli ettiği en câmi’, en muhit ve en zengin bir aynadır. Bütün ilahi nimetleri tanıyacak donanıma sahiptir. Tecelli eden ilahi isimleri bilip zevk edecek cihazlara sahiptir. Bütün farklı lezzetleri hissedecek istidatlara sahiptir. İşte insan cisminin bu özelliklerle ilahi hikmete uygun yaptığı vazifeden dolayı bir ücret ve kendilerine mahsus ibadetlerine bir sevap olarak cismanî lezzetler verilecektir. Yoksa hikmet, adalet ve rahmete zıt bir durum ortaya çıkar. Cennet, kâinatın en büyük bir havuzu, kâinat tezgâhının dokumalarının en büyük sergisi ve âlemin en büyük bir mahzeni olduğundan bir derece dünyaya benzeyecektir. Bundan dolayı hem ruhanî hem de cismanî lezzetler bulunacaktır. Soru: Terkip ve tahlilden ibaret olan cisim, yok olmaya mahkûmdur. Bundan dolayı ebediyete nail olamaz. Hem dünyada yeme-içme hayatın, evlilik ise insan neslinin devamı için olduğundan ahirette bunlara gerek yoktur. Neden bu lezzetler cennetin büyük lezzetleri arasında yer almaktadır? Cevap: Ahirette ya cismin zerreleri sabit kalır ya da cismin gelir gider dengesi sağlanarak ebedi olur ve yok olmaz. Bu dünyada yeme-içme ve nikâh, ihtiyaçtan kaynaklanır. Bir vazifeye hizmet eder. İşte ahirette bu ihtiyaç bir iştiyaka, yeme-içme ve nikâh hakikatini korumakla birlikte ahirete münasip en nezih bir şekilde vazifeye bir mükâfat olarak cismanî bir ücret verilir. Soru: Dost dostuyla cennette beraber bulunacaktır. Bu hükme göre bir dakika nebevî sohbete katılan bir insan cennette Hz. Peygamberle (asm) birlikte bulunmalıdır. Hz. Peygamberin (asm) aldığı sonsuz feyiz ile o insanın feyzi nasıl beraber olabilir? Cevap: Aynı sofrada oturan tüm insanların aynı lezzeti alacaklarını iddia etmek doğru olmadığı gibi cennette de herkes beraber iken istidatlarına göre farklı lezzetler alırlar. Birliktelikleri farklı lezzet almalarına engel değildir. İnsanlar cennetin sekiz tabakasında bulunmaları da birlikte olmalarına engel değildir. Soru: Hadislerde anlatıldığına göre huriler yetmiş elbise giydikleri halde bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünür. Bu ne demektir? Manası nedir? Nasıl bir güzelliktir? Cevap: Bu dünyada göze güzel görünmek ve ülfete engel olmamak güzelliğin bir ölçüsüdür. Hâlbuki ahirette gözün değil insanın bütün duyguları hurilerden ve onlardan daha güzel olacak dünya kadınlarından zevk alacaktır. Hadise göre hurinin giydiği en dış elbiseden tut ta iliklerine kadar görmekten zevk alacak farklı duygulara insanın sahip olduğu bildirilmektedir. Bununla birlikte hadis, insanın, hüsne, cemale, zevke, ziynete âşık tüm duygularının tatmin edileceğini haber vermektedir. Tüm bunlarla birlikte cennet ehlî tuvalet ihtiyacı da hissetmez. Soru: Hadislerde bir kısım cennet ehline dünya kadar bir yer, binlerle köşk ve huriler verilecektir. Bir kişiye bu kadar şeylerin verilmesinin sırrı ve hikmeti nedir? Ne demektir? Cevap: İnsan yalnız bir cisimden veya bir mideden ibaret bir varlık değildir. İnsan yüce Allah’ın kudretinin câmi’ bir mucizesidir. Hatta tüm dünya kendisine verilse doymayacak duygulara sahiptir. Ebedi saadette, nihayetsiz bir istidada sahip ve sonsuz ihtiyaçlar ve arzular içinde olan insana bu kadar şeylerin verilmesi makuldür. Hem cennet ehli nuraniyet sırrıyla bir anda birçok yerde bulunabilecektir. Tüm bunlarla beraber insanın idraki acizdir. Akıl terazisiyle tartılmaz. CENNET SÖZÜNE KÜÇÜK BİR ZEYİL: CEHENNEME DAİRDİR İkinci ve Sekizinci Sözlerde ispat edildiği gibi; iman, manevi bir cennetin çekirdeğini taşıyor. Küfür dahi, manevi bir cehennemin tohumunu saklıyor. Nasıl ki küfür, cehennemin bir çekirdeğidir. Öyle de, cehennem onun bir meyvesidir. Nasıl küfür, cehenneme duhûlüne sebeptir. Öyle de, cehennemin vücuduna ve icadına dahi sebeptir. Zira küçük bir hâkimin küçük bir izzeti, küçük bir gayreti, küçük bir celâli bulunsa, bir edepsiz ona serkeşâne dese: “Beni te’dîb etmezsin ve edemezsin.” Herhalde o yerde hapishane yoksa da, tek o edepsiz için bir hapishane teşkil edecek, onu içine atacaktır. Hâlbuki kâfir cehennemi inkâr ile nihayetsiz izzet ve gayret ve celâl sâhibi ve gayet büyük ve nihayetsiz kadîr bir zatı tekzip ve isnâd-ı acz ediyor. Yalancılıkla ve acz ile ithâm ediyor. İzzetine şiddetle dokunuyor. Gayretine dehşetli dokunduruyor. Celâline âsiyâne ilişiyor. Elbette farz-ı muhâl olarak, cehennemin hiçbir sebeb-i vücûdu bulunmazsa da, şu derece tekzîb ve isnâd-ı aczi tazammun eden küfür için bir cehennem halk edilecek, o kâfir içine atılacaktır.
İlmin zıddı olan cehil, bir kelime veya ifadenin bir münasebetle gerçek anlamından başka bir manada kullanılması demek olan mecazı eline alsa, onu hakikat yapar. Halbuki mecaz bütün şeffafiyeti ile hakikati göstermek için kullanılmaktadır. Yoksa hakikati gizleyen veya hakikat zannedilecek kalın bir perde değildir. Mecaz, dillerde vardır. Hatta mecaz, Arapların övüncüdür. Maalesef mecazın hakikat zannedilmesi de fıtrî bir kanun gibi yaygındır. Bediüzzaman Hazretleri dildeki mecazın önemini, varlığını, kullanım sebeplerini, mecazı inkâr etmenin sebeplerini ve sonuçlarını konu alan bir bölümü Muhâkemât isimli eserinde açıklamaktadır. O, mecaz için şöyle bir örnek vermektedir: “Meselâ اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى bir temsil ile, rububiyet-i İlâhiyeyi saltanat misalinde; ve âlemin tedbirinde mertebe-i rububiyetini, bir sultanın taht-ı saltanatında durup icra-yı hükûmet ettiği gibi bir misalde gösteriyor.” Dildeki mecazı kabul etmeyen bir kısım insanlar ise Allah’ı arşa oturan, eli, yüzü gibi uzuvları bulunan bir cisme benzetmek zorunda kalmışlardır.1 Mecazı, hakikat telakki etmenin bir sebebi de cehalettir. Mecazı hakikat kabul etmek ise birçok batıl ve muhal sonuçları ortaya çıkarır. Mecazı hakikat görmek veye göstermek cehaletin insanlar üzerindeki istibdadına ve devam ederek sürmesine destek vermektir. Her şeyi olduğu gibi kabul ederek mecazı inkâr eden adam tefrite düşüp zahiriyun mesleğine girer. İslam düşünce tarihine bakıldığında mecazı inkâr etmenin sonucunda birçok batıl fırkalar meydana geldiği görülecektir. Dildeki mecazı inkâr edip her şeyi hakikat kabul eden fırkalar olduğu gibi her şeyi mecaz olarak görüp hakikati inkâr ederek batınî mesleğine girenler de bulunmaktadır. Mecazı inkâr etmek tefrit ise her şeyi mecaz kabul etmek de ifrattır. Ehl-i ilmin elinden yani kaleminden çıkan mecaz bir kısım hikmetler içindir. Âlimler mecazı bilerek kullanmışlardır. Çünkü onlara göre bilinmesi zor olan hakikatleri anlatmak ve kabul edilmesini sağlamak için mecaz harikulade bir vasıtadır. Eğer ilim sahibi olmayan ehl-i cehlin eline düşse mecaz, cehaletten, uzun zamanın geçmesinden, üstünkörü değerlendirmek gibi farklı sebeplerden dolayı insanların zihninde eder inkılâb hakikate. Bilmeyen ve mecazı hakikatten ayıramayan insan, o zaman mecazı hakikat kabul eder. Hem böylece açar birçok hurafelere yani hurâfâta kapılar. Demek oluyor ki mecazı hakikat zannedip ona göre amel etmek hurafelere kapı açmaktadır. Bu hurafelere düşmemek için belagat ilminden yardım alınmalıdır. Küçüklüğümde gördüm ki tutulmuş hasf olmuştu ay yani kamer. Sordum ben validemden. Anne niçin ay tutuldu? Neden ay tamamen görünmüyor? O da bana dedi: “Ay’ı yılan yutmuştur.” Ben de ona dedim ki: “Peki neden hala Ay görünür?” O da cevap olarak dedi ki: “Orada gökyüzünde bulunan yılanlar böyle yarı şeffaf yani nîm-şeffâf olur. Onun için Ay böyle görünür. Tamamen kaybolmaz.” İşte gök bilimciler tarafından yılan benzetmesiyle anlatılan bir mecaz, Ay tutulması, halk tarafından hakîkat zannedilmiştir. Güneş Medâr-ı şems ve Ay’ın kamer tekātu‘ noktaları olan re’s ve zenebde arasına dünyanın arzın girmesiyle haylûletiyle bir emr-i İlâhîyle tutulur münhasif olur Ay kamer. Ay, dünyanın etrafında dönerken bazen dünyanın gölgesinde kalır. Gölgede kaldığı bu zamanlarda Ay, güneşten gelmekte olan ışınları alamaz. Dünyanın gölgesi ayın üstüne düşer. Böylece ay karanlıkta kalır ve ay tutulması gerçekleşmiş olur. Ay karanlıkta kalmasına rağmen tamamen görünmez değildir. Ayın üzerinde kırmızıya yakın bir tonda dünyanın gölgesi görülür. Ay tutulmasını anlatmak için çizilen iki hayali çizgi yani İki kavs-i mevhûme iki yılan anlamında bir benzetme ‘tinnîneyn’le yâd edilmiştir. Hayâlî bir teşbîh ile isim, müsemmâ olmuş. Tinnîn ise yılandır. Zaman içinde bu benzetme halk arasında gerçek sanılmıştır. Halbuki gök bilimciler bu tür benzetmeleri sürekli kullanmaktadırlar. Burçların isimleri bu tür benzetmelerle anlatılmaktadır. Sonuç olarak denilebilir ki cehalet, mecazın üzerinden uzun zamanın geçmesi, üstünkörü, sathî değerlendirmeler, mecazın hakikat zannedilmesini doğurmaktadır. Bunun sonucunda oluşan batıl fırkalara, yanlış düşüncelere düşmemek için kişinin belagat ilminden yardım alması gerekmektedir. Kaynaklar: 1- Hasan Tevfik Marulcu, Ehl-i Sünnet ve Mutezile Kelamı Bağlamında Kelam Belagat İlişkisi, s. 167.