128. Sayı: "Din Eğitiminde Dikkat Edilecek Hususlar"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiYıldız Sarayı Hümâyunu
Tarih

Yıldız Sarayı, Beşiktaş Yıldız Tepesinde Türk Osmanlı Saray mimarisinin en son örneğini oluşturan yapı gruplarındandır. Sarayın bulunduğu “Hazine-i Hassa”ya kayıtlı bu arazi Kânûnî Sultan Süleyman döneminden beri padişahlar tarafından av sahası olarak kullanılmaktaydı. Bu araziye ilk kasrı yaptıran Sultan I. Ahmed'dir. Sultan IV. Murat da avlanmaya geldiği zaman bu kasırda istirahat etmiştir.  18. yüzyıl sonunda, Sultan III. Selim vâlidesi Mihrişah Sultan için buraya başka bir kasır yaptırmış ve bu kasra "Yıldız" ismi verilmiştir. Sultan Selim sarayın iç bahçesinde Rokoko stilinde bir de çeşme yaptırmıştır. Sultan III. Selim`den sonra tahta çıkan Sultan II. Mahmud da Yıldız bahçesinde düzenlenen ok atışlarını ve güreş oyunlarını seyretmek için buraya gelmiştir. Bu padişah, 1834-1835 yıllarında burada bir köşk yaptırarak etrafını da bir bahçeyle düzenletmişti. 1826`da Yeniçeri Ocağı`nı ortadan kaldıran Sultan II. Mahmut "Asakir-i Mansure-i Muhammediye" adıyla yeni kurulan ordunun Yıldız bahçesinde yaptığı talimleri bizzat buradan denetlerdi. Oğlu Sultan Abdülmecit bu köşkleri yıktırarak, 1842 yılında daha güzel bir uslupta olan "Kasr-ı Dilküşa" isimli köşkü annesi Bezmiâlem Vâile Sultan için yaptırmıştır. Genellikle yaz aylarında Yıldız Köşkü’ne oturmaya gelen Sultan Abdülaziz ise, Balyan ailesi mimarlarına Büyük Mabeyn Köşkü`nü inşa ettirmiştir. Daha sonra da, dış bahçe denilen kısma Malta ve Çadır köşklerini, asıl saray kısmına ise Çit Kasrı`nı ekletmiştir. Sultan Abdülaziz`in tahttan indirilmesinden sonra Sultan V. Murad, doksan iki gün süren saltanat günlerinde Yıldız Sarayı`nda oturmuştur. Sultan Murad`ın tahtan indirilmesinden sonra, kardeşi Sultan II. Abdülhamid`in otuz üç yıllık saltanat devri başlar. Sultan II. Abdülhamid; amcası Sultan Abdülaziz`in ve ağabeyi Sultan V. Murad`ın birbirini takip eden ikâmetlerine sahne olan Dolmabahçe Sarayı`nın deniz kıyısında bulunması ve bu sarayın açık hedef olması, denizden kuşatılması ihtimalini göz önünde bulundurarak, 7 Nisan 1877`de Yıldız`a taşınmıştır. Saray asıl yapılaşmasına bu padişah döneminde başlamış ve buraya Yıldız Sarayı Hümâyunu ismi verilmiştir. Sultan Abdülhamid zamanında, civardaki araziler de alınmış, şimdi Yıldız Parkı denilen, dış bahçe genişletilerek büyük ölçüde imar çalışmalarına girişilmiştir. Bu durumuyla saray, bahçeleriyle beraber seksen dönümlük bir araziye yayılmıştır. Saray, sultanlar ve şehzâdeler tarafından ikametgâh olarak kullanılan ve resmi görevlilere tahsis olunan köşklerden başka, tiyatro, müze, kitaplık, eczâhâne, hayvanat bahçesi, mescid, hamam, tamirhâne, marangozhâne, demirhâne, kilithâne gibi çeşitli binaları da kapsıyordu. Sarayın hemen dışında Birinci Ordu`ya bağlı hassa tümeninin askerleri bulunmaktaydı. Sultan II. Abdülhamid`den sonra yerine geçen, Sultan Mehmed Reşad, Husûsî Daire denilen köşkün "Dört Mevsim Salonunda" ameliyat edilmiştir. 3 Temmuz 1918`de ölümünden sonra, Sultan VI. Mehmed Vahidettin padişah olmuştur. Daha çok Dolmabahçe Sarayı`nda ikamet eden, Sultan Vahidettin zaman zaman Yıldız Sarayı`nı da kullanmıştır. Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilip Selânik’e gönderilmesinin ardından Yıldız Sarayı 29 Nisan 1909’da İttihatçılar, Hareket ordusu mensupları ve komutanlar tarafından müthiş bir yağmaya maruz kalmıştır; adeta çekirge sürüsü gibi, mo­ğolvari vahşi bir şekilde yağmala­nan sarayda önemli belgeler, devle­te ait eşyalarla II. Abdulhamid’e, ha­re­mine ve aile fertlerine ait tüm şahsi eşyalar ve serveti bu olay­lar sırasında yok edilmiştir. Yıldız Sarayı Müzesi 2. Abdülhamid Han’ın otuz yıl hilâfet merkezi olarak kullandığı Yıldız Sarayı 1926 yılında, otuz yıllığına bir İtalyan kumarhane ve gazino işletmecisine kiralanmış, burada arka arkaya yaşanan menfi olaylar neticesinde bu hatadan birkaç yıl sonra geri dönülmüştür. Uzun süre Harp Akademileri binası olarak kullanılan saray, 1978 yılında, Kültür Bakanlığı`na devredilmiş ve daha sonra Yıldız Sarayı Müdürlüğü`ne tahsis edilmiştir. Saray`da ilk müzeleştirme çalışmaları 1994 yılında gerçekleştirilebilmiştir. Sarayın ih­tiyacı olan mobilyalar Sultan II. Abdülhamid`in emri ile yap­tırılmış olan marangozhane binasında bulunmaktadır. Marangozluğa çok meraklı olan ve kendi yaptığı birçok el oyması eserle tanınan Sultan II. Abdülhamid marangozhâneye özel bir önem vermiştir. Müzede sergilenen eserler ge­nel­likle dönemine ait eserlerdir.  Ser­­gilemede Sultan II. Abdül­ha­mid`in kişisel eşyaları, kendisine ar­mağan edilen eser niteliğinde­ki objelerden başka, müzenin es­ki marangozhanede olmasından do­­layı ahşap eserlere ve Yıldız Por­­selen Fabrikası ürünlerine de yer verilmiştir.

Mustafa YILMAZ 01 Temmuz
Konu resmiÂlimlere Kızmak Yanlış ve Tehlikelidir
Risale-i Nur

İlim sıfatına sahip ama sert mizaçlı birisi olsun. Bu zatın sert mizaçlı olmasından kaynaklanan bazı yanlışlarından ve kabahatlerinden dolayı ilmi suçlamak ve mahkûm etmek ahmaklıktır. Öyle de İslâm'ın kutsiyetini daima telkin eden, dinin hükümlerini güçleri nispetinde tebliğ eden ve Müslüman milletler arasında en ziyade hürmet, muhabbet ve merhamete müstahak olan ulemayı, zamana uygun bir ulema olmamalarından kaynaklanan kabahatleri ve günahları ile suçlamak ve o kabahatleri ve o günahları o bîçarelere isnat etmek de ahmaklıktır. Çünkü zararın sebebi, âlimlerin varlıkları değil; zamanın şartlarına uygun vasıflara sahip birer âlim olmamalarıdır. Bu hal de onların bir kusuru değildir ki onlara buğz edilsin. Zamanın şartlarına uygun âlim yetişme­me­sinin başlıca sebepleri şöyle sıralanabilir: 8 Zeki ve kabiliyetli talebelerin, İslâmî ilimlerin ders verildiği medreselere değil, ço­ğunlukla sosyal ve fen bilimlerinin ders ve­rildiği mekteplere (okullara) gitmeleri veya gönderilmeleri. 8 Zenginlerin, medreselerin geçimine ve mad­dî ihtiyaçlarının karşılanmasına tenez­zül etmemeleri. 8 Medresede de intizam, tefeyyüz (feyiz­len­me) ve mahreç (medrese mezunlarının ça­lışacağı alanlar) bulunmaması. İşte bu sebeplerden dolayı medreseler, za­ma­nın ihtiyaçlarına cevap verecek vasıfta âlim yetiştirememektedirler. Zindan-ı Atalete Düştüğümüzün Sebebi Nedir? Hayat, bir mücadele meydanıdır. Şevk, ki­şinin bineğidir. Himmet (gayretle çalışmak) ise kişinin kıymetini belirleyen bir ölçüdür. Bediüzzaman Hazretleri himmetin yönünün önemi hakkında şöyle demektedir: “Kimin himmeti milleti ise o, tek başına küçük bir millettir. Kimin himmeti nefsi ise o, insan bile değildir.” İşte himmet, şevk denilen atına binip, hayat denilen mübareze ve mücadele meydanında maksadına koşarken, ayağını kaydırabilecek ve atalete uğratabilecek bazı düşmanlarla karşı karşıya gelir. Bu düşmanlar şunlardır: Ye’s: Yani bütün kemalâtın engeli ve insanı mezar-ı müteharrik haline dönüştüren ümit­sizlik hastalığı. Himmetin manevi kuv­vetini kırar. Bu düşmana karşı “Allah’ın rah­me­tinden ümidinizi kesmeyiniz!”1 âye­ti­nin kılıcını çekmek gerekmektedir. Meylü’t-Tefevvuk: Yani birbirine üstün gel­meye çalışma meyli. Hakka hizmet, o hiz­meti yapan hâdimlerin birbirlerine zahmet vermemesini, birbirlerinin nefislerini birbir­lerine tercih etmelerini, birbirlerine engel ol­mamalarını, el ele, omuz omuza, ittifak ve ittihat içerisinde hareket etmelerini gerekti­rir.  Fakat bu meylü’t-tefevvuk denilen istibdad, şevk atının üstünde doludizgin maksadına ko­şan himmetin başına vurur, atından düşü­rür. Bu düşmana karşı “Allah için olun!” hakikatini göndermek gerekmektedir. Acûliyet: Yani acelecilik hastalığı. Bu hastalık, himmetin ayağını kaydırır. Çünkü Cenab-ı Hak hikmetinden dolayı bu dünyada bütün sonuçları sebeplere bağlamıştır. Sonuçlara ulaşmak için tek tek sebep basamaklarına basarak yükselmek gerekmektedir. Aceleci kişi ise bu sebep basamaklarına ya hiç bas­madan veya üçer beşer atlayarak basarak bir an evvel sonuca ulaşmak ister ve ayağı kayar düşer, maksadına ulaşamaz. Bu düşmana karşı “Sabırlı olun; sabır yarışında düş­manlarınızı geride bırakın; her an cihada hazırlıklı bulunun!”2 âyetini siper yapmak gerekmektedir. Fikr-i İnfirâdî - Tasavvur-u Şahsî: Yani şah­sî fikir ve tasavvurlar. İnsan, fıtraten medenî bir varlıktır. Bunun için hem diğer insanların hukuklarını çiğnememekle hem de kendi hukukunu diğer insanların arasında aramak ve çiğnetmemekle mükelleftir. Fakat şahsî fikirler ve tasavvurlar, insanın emellerini da­ğı­tır ve insanı, kendi için yaşayan bir varlık haline dönüştürür. Yani himmetini nefsine döndürür. Bu hastalığa karşı, “İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır” hadis-i şerifini çıkarmak gerekmektedir. Görenek Hastalığı: Başkalarının gevşekliği­ni görerek, onlar gibi gevşeklik göstermek, âlî himmet kişilerin vasfı olamaz. Başkalarının gevşekliğine bakıp, onları takliden gevşeyen­ler, Allah’a değil o şahıslara bel bağlamış ve güvenmiş olurlar. Bu ise Allah’a tevekkül hakikatine ters düşmektedir. Bu düşmana karşı “Tevekkül etmek isteyenler, sadece Al­lah’a tevekkül etsinler (başkalarına de­ğil)”3 ayetine sığınmak gerekmektedir. İşi Başkasına Havale Etmek: İnsan fıtra­ten âciz olmakla birlikte ve nefsine de iti­mat etmemesi gerekmektedir. Bu hal ba­zen, kişinin kendisine ait işleri dahi başka­larına havale etmesi şeklinde kendini gös­te­rebilmektedir. Bu durum, himmet eh­li kişinin mücahedeyi bırakıp oturması anla­mına gelmektedir. Bu gaddar düşmana karşı “Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez”4 ayetindeki zirve ha­ki­kate sığınmak gerekmektedir. Allah’ın Vazifesine Karışmak: İnsanın va­zi­fesi tebliğdir. İnsanlara kabul ettirmek, mu­vaffak kılmak, insanları etrafımıza toplamak Allah’ın vazifesidir. İnsan, kendi vazifesi ile meşgul olup Allah’a ait olan vazifelerle meş­gul olmaması ve hareketlerini onun üze­ri­ne bina etmemesi gerekmektedir. Bu ha­taya düşmek, gözü tokatlayıp kör etmek gi­bi bir durumdur. Bu halden kurtulmanın yolu, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol”5 ayeti ile “Efendine efendi olmaya çalışma!” hakikatini rehber etmektir. Meylü’r-Rahat: Yani rahata meyletmek. Bu hastalık, bütün meşakkatlerin anası, umum rezilliklerin yuvası, himmeti sefillik zin­da­nı­na atan ve himmetin boynunu vuran si­hir­baz bir cellat gibidir. Zira rahat, insana cazip ve süslü görünür. Elde edilesi bir gaye olarak kendini gösterir. Fakat rahat insanı mutlu değil, türlü rezillik ve meşakkatlere atar ve hayatını sefalette bir zindana çevirir. Çünkü insan fıtraten heyecanlı bir varlıktır. Bu fıtratta olan bir insanın rahatı ve lezzeti çalışmakta ve mücadelededir. Bu sihirbaz cellattın elinden kurtulmanın yolu, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır”6 ayetinin himmeti altına girmektir. Kaynaklar: 1- Zümer Suresi, 532- Âl-i İmrân Suresi, 2003- İbrahim Suresi, 124- Mâide Suresi, 1055- Şûrâ Suresi, 156- Necm Suresi, 39

Mustafa TOPÖZ 01 Temmuz
Konu resmiİnsana Yakışan Hemcinsine Yardım Etmektir
Risale-i Nur

İnsan yaratılışı itibariyle medenidir. Yani sosyal bir varlıktır. Kubbeyi oluşturan taşların birbirine dayandığı gibi insan da, hayatının devamı ve ihtiyaçlarının temini için hemcinslerinin yardımına, toplumla birleşip bütünleşmeye mecburdur. Yoksa en basit ihtiyaçlarını temin etmekte bile zorlanır insan. Elbise için terziye, ekmek için fırıncıya, yiyecekler için çiftçilere, ev için usta, mimar ve mühendise, sağlık için doktora, eğitim için her branştan muallime vesaireye ihtiyaç duyarız. Bunlar olmadan tek başımıza bütün bu meslekleri tahsil etmemiz imkânsızdır. İnsanın psikolojik yapısı da yardıma muhtaç bütün varlıklara muavenet etmeye uygun şekilde tanzim edilmiştir. Şefkat ve merhamet hisleri insanı muhtaçların imdadına koşmaya sevk ederler.  Biz müminler, dinimizin emri olan oruçla açlığın ve açlıkla, müptela insanların halini yakinî olarak hissediyoruz. Böylelikle fıtratımızda var olan şefkat ve merhametin galeyanıyla ehl-i iman kardeşlerimizin ihtiyacına cevap vermeye çalışıyoruz. Amellerin sevabının katlanarak değerlendiği üç aylar ve mübarek kurban bayramını fırsat bilip hayır hasenat yapmaya azami gayret gösteriyoruz. Sadaka ve zekâtların ramazanda daha çok verilmesinin bir sırrı da bu aydaki ibadetlerin daha faziletli olmasındandır. Orucun sosyal dayanışmayı tetikleyen bu özelliğinden dolayı her mümin ekonomik durumu ölçüsünde manevi değeri yüksek bu fırsatı değerlendirmelidir. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şunları söyler: “Hangi ferd olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecbûriyeti olmazsa, şefkat vâsıtasıyla muâvenete mükellef olduğu ihsânı ve yardımı yapamaz. Yapsa da tam olamaz. Çünki hakîkî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.”1 Müminleri hayır yapmaya teşvik sadedinde bir hadis-i şerifte sadakanın malı eksiltmeyeceği şu şekilde anlatılır: “Hz. Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: “Resulullah (asm) buyurdular ki: Mal sadaka ile eksilmez. Allah affı sebebiyle kulun izzetini artırır. Allah için mütevazı olan bir kimseyi Allah yüceltir.”2 Sevgili Üstadımız da bu hususu şöyle bir hadise ile aydınlatır: “Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menâbi‘-i servetini göremedim. Allah rahmet eylesin, oranın müftüsü birkaç def‘a bana dedi: “Ahâlimiz fakirdir.” Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar, daima o şehrin ahâlisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın, yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hâtırıma geldi. “Fesübhânallâh!” dedim. Bu bağların mahsûlâtı şehrin hâcetinin pek fevkındedir. Bu şehir ahâlisi pek çok zengin olmak lâzım gelir. Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakîkatlerin derkinde bir rehberim olan bir hâtıra-i hakîkatle anladım ki, iktisâdsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış. O kadar menâbi‘-i servetle beraber o merhum müftü “Ahalimiz fakirdir” diyordu. Evet, zekât vermek ve iktisâd etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi; israf etmek ile zekât vermemek, sebeb-i ref‘-i bereket olduğuna hadsiz vâkıât vardır.3 İktisatsızlık, israf, zekât ve sadakanın terk edilmesi malın bereketini kaçırdığı gibi insanı manen mesul de eder. Bununla birlikte Üstad hazretleri: “Hem yüz aç adamın huzurunda kemâl-i lezzet ile fazla yenilmez.”4 der. Bugün dünya üzerinde açlık ve fakirlik sebebiyle milyonlarca insan ölümle pençeleşirken müminler olarak kemal-i iştahla yemek, hele de israfa girmek son derece mesuliyetli bir iştir. Rabbimiz Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyuruyor: “Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz?”5 Sahip olduğumuz her nimetin bir hesabı vardır. Onu nerede kullandığımız kadar imkân sahibi olduğumuz halde nerelerde kullan(a)madığımız da sorulacak. Müminleri bir binanın tuğlaları veya bir vücudun azaları gibi gören bir dinin mensupları olarak ihtiyaç sahibi insanlara karşı ilgisiz kalamayız. Özellikle ibadet ayları olan üç ayları ve ardından gelen kurban bayramını fırsat bilerek sadaka ve zekâtlarımızı en muhtaç insanlara ulaştırmalıyız. Bu işi gönüllü olarak yapan yardım kuruluşlarının da yapılan bu hayırları dünyanın dört bir tarafına ulaştırmak için verdiği desteği de unutmamak gerek. Şu anda oturduğunuz yerden göndereceğiniz bir mesajla Afrika’da, Asya’da veya dünyanın başka bir yerindeki müminleri sevindirebilecek imkâna sahipsiniz. Rabbim bizleri hayır hasenat hususunda cömert kullarından eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Mektubat 2, 12.  Altınbaşak Neşriyat.2- Müslim, Birr, 69 (2588); Tirmizi, Birr 82, (2030); Muvatta, Sadaka 12, (2, 1000).3- Lemalar, 253.  Altınbaşak Neşriyat.4- Lemalar, 247.  Altınbaşak Neşriyat.5- Tekasür suresi, 8.

Zafer ZENGİN 01 Temmuz
Konu resmiMazlumların Sesini Duyan Var mı?
İnsan

“Sırr-ı tevhîd ile Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl’in, umûmî kanunların tazyîkāt­ları ve hâdisâtın tehâcümâtı altın­da ağlayan ve sızlayan o sevimli memlûklerine, kanunların fev­kınde olarak, ihsânât-ı husû­siyesi ve imdâdât-ı hâssası ve doğrudan doğruya her şeye kar­şı rubûbiyet-i husûsiyesi ol­duğunu; ve her şeyin tedbîrini bizzât kendisi gördüğünü; ve her şeyin derdlerini bizzât din­lediğini; ve her şeyin hakîkî mâ­liki ve sâhibi ve hâmîsi ol­duğunu sırr-ı Kur’ân ile ve nûr-u îmân ile bildim.” Bir zaman, ziyâde rikkatimden ve fazla şefkatimden ve acımak duygusundan, zîhayatların, hu­sû­san onlardan zîşuûrların ve bilhassa insanların ve bilhassa mazlumların ve musibete girif­târ olanların hâlleri, benim çok ziyâde rikkatime ve şefkatime ve kalbime dokunuyordu. Kalben di­yordum: “Bu âciz ve zayıf bî­çâ­relerin derdlerini, âlemde hük­meden bu yeknesak kanunlar din­lemedikleri gibi, istîlâcı ve sağır olan unsurlar ve hâdiseler dahi işitmezler. Bunların bu pe­rişan hâllerine merhamet eden ve hususî işlerine müdâhale eden yok mu?” diye rûhum çok de­rin­den feryâd ediyordu. “Hem o çok güzel memlûklerin ve o çok kıymetdâr malların ve o çok müştâk ve minnetdâr dostların işlerine bakacak ve onlara sa­hâ­bet edip himâye edecek bir mâlikleri, bir sâhibleri ve bir hakîkî dostları yok mu?” di­ye kalbim bütün kuvvetiyle ba­ğı­rıyordu. İşte rûhumun feryâdına ve kal­bimin vâveylâsına vâfî ve kâfî gelici ve teskîn edici ve kanâat verici cevab ise, sırr-ı tevhîd ile Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl’in, umûmî kanunların tazyîkātları ve hâdisâtın tehâ­cü­mâtı altında ağlayan ve sız­layan o sevimli memlûklerine, ka­nun­ların fevkınde olarak, ihsâ­nât-ı husûsiyesi ve imdâdât-ı hâssası ve doğrudan doğruya her şeye karşı rubûbiyet-i husûsiyesi olduğunu; ve her şeyin tedbîrini bizzât kendisi gördüğünü; ve her şeyin derdlerini bizzât dinlediğini; ve her şeyin hakîkî mâliki ve sâ­hibi ve hâmîsi olduğunu sırr-ı Kur’ân ile ve nûr-u îmân ile bildim. O hadsiz me’yûsiyet ye­rin­de, nihâyetsiz bir mesrûriyet hissettim. (Tevâfuklu Şuâ’lar, 2. Şuâ’, Sayfa 10-11) Dünyanın herhangi bir yerinde bir canlının sıkıntı çekmesi ya da zarar görmesi, hayalinin ye­tiştiği her yerle hissen de alaka kuran insanı etkiler. Vicdanı öl­mediyse üzülür, elinden gel­se müdahale edip sıkıntıyı hal­letmeye çalışır. Doğuştan fıt­ra­tımızda olan bu halet, bi­zim her duyduğumuz ya da gör­dü­ğümüz üzücü hadiseden elem duymamıza sebep olur. Kimi zaman deriz: “Bu mazlumun elinden tutacak yok mu? Bu perişan haldeki masum insan­ların sesini duyacak yok mu?” Ya da kimi zaman belgesellerde gördüğümüz gibi: “Şu yavru­yu veya savunmasız hayvanı, şu vah­şi hayvandan kurtaracak yok mu?” diye içimizden geçiririz. İletişimin ve haberleşmenin hız­lanması ve yaygınlaşmasıyla bir­­lik­te, haberlerde seyretti­ği­­miz ya da gazetelerde okudu­ğumuz yüzlerce, binlerce aynı doğrultudaki hadisede de hep bu soruları sorar ve bu maz­lumların sesini duyan var mı, deriz. Kuzey Buz Denizinde bir ba­lina zarar görse ya da Afrika’da dişi için bir fil avlansa, binler­ce mil uzaklıkta olan bizler ru­hen sıkıntı çekeriz. Belgesellerde gör­düğümüz avcı hayvanların, yavru hayvanları yemesi de bizi üzer. Hâlbuki bu hadi­seler bizden çok uzaklarda ger­çekleşmektedir. Yolda kanadı yaralı bir kuş görsek, elimiz­den geldiğince onu tedavi edip uçmasını sağlamaya çalışırız. Aç kalan bir kedi görsek yi­yecek bir şeyler vermeye ça­lı­­şı­rız. Bu hissiyatımız ve yap­tık­larımız, Cenâb-ı Hakk’ın merhametinin bizim üzeri­miz­deki tecellilerinin fiiliyata geç­miş birer örneğidir. Bu merhametimizin gereğidir ki, Bedîüzzaman Hazretleri gi­bi deriz: “Bu âciz ve zayıf bîçârelerin derdlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak ka­nun­lar dinlemedikleri gibi, is­tî­lâcı ve sağır olan unsurlar ve hâdiseler dahi işitmezler. Bun­ların bu perişan hâllerine mer­hamet eden ve hususî işlerine müdâhale eden yok mu?” Sonra yüzümüzü âlem-i İslâm’a çeviririz. Bakarız ki, Filistin’de, Suriye’de, Irak’ta ve benzeri bir­çok İslâm beldesinde, masum­ların zalimlerin yanında bir bö­cek kadar kıymetleri kal­ma­mış. İnsanlar toplu halde katledili­yor, kimsenin doğru düzgün sesi çıkmıyor. Vicdanımız sız­lar, duadan başka elimizden bir şey gelmez. Savaşlardan ve zulümden kaçıp vatanlarını terk eden mültecileri görürüz. On­lara ne deniz acır, ne de sı­ğınmak istedikleri ülkeler. Sonra bakarız ki; dünyanın en güzel şehirleri, tarihi mekân­ları, memleketleri, savaşlarla ve is­ti­lalarla, mahvoluyor, yıkılı­yor. “Ana gibi yar olmaz, Bağdad gibi diyar” sözünü söyleten güzel ve mübarek şehir Bağdat’ın sa­vaş­larla geldiği hali görür, üzü­lür, bu şehrin bir sahibi yok mu deriz. Şam’ı, Halep’i görür, İslâm’ın bu iki güzel şehrinin yıkıntılar içindeki hallerinden müteessir oluruz. Bu şehirlerin hakiki dostları yok mu ki, onları korusun deriz. İşte, bizi böyle devamlı surette elemden eleme atan dünyanın elîm hadiseleri karşısında bizi rahatlatacak, tes­kin edecek bir çare yok mudur? Belki her gün farklı vesilelerle dûçar olduğumuz bu hissiyatı Bedîüzzaman Hazretleri de kal­binde hissetmiş ve ruhunun ve kalbinin nasıl rahatlattığını şu ifadelerle dile getirmiştir: “Sırr-ı tevhîd ile Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl’in, umûmî kanunların tazyîkāt­ları ve hâdisâtın tehâcümâtı altın­da ağlayan ve sızlayan o sevimli memlûklerine, kanunların fev­kınde olarak, ihsânât-ı husû­siyesi ve imdâdât-ı hâssası ve doğrudan doğruya her şeye kar­şı rubûbiyet-i husûsiyesi ol­duğunu; ve her şeyin tedbîrini bizzât kendisi gördüğünü; ve her şeyin derdlerini bizzât din­lediğini; ve her şeyin hakîkî mâ­liki ve sâhibi ve hâmîsi ol­duğunu sırr-ı Kur’ân ile ve nûr-u îmân ile bildim.” Demek ki; dünyanın bu ka­dar sıkıntılı hâlâtı içinde mazlum­ların, masumların, biçarelerin, zayıfların ve kimsesizlerin der­­di­ni bizzat dinleyen Ce­nab-ı Hakk’dır. Her şeyin sa­hi­bi ve koruyucusu O’dur. Maz­lum­­lara ve kimsesizlere biz­zat hu­susî yardımı vardır. Her şeyin tedbirini bizzat Cenab-ı Hakk alır. Herkesin der­di­ni bizzat Cenab-ı Hakk din­ler. Öyleyse meyus değil mes­rûr olmalıyız. Ümitsizliğe ka­pıl­ma­­ya­­rak, mütefekkirâne Ce­nab-ı Hakk’ın tedbirlerini sey­ret­­me­liyiz. Bu bakış açımız, ima­nı­mızın da bir gereğidir. Mer­hametimizden dolayı Üs­tâd Haz­retleri gibi kalben ve ruhen sıkıntı çektiğimiz du­rum­lar­da, bu tefekkür bizi tes­kin ede­cek­tir.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmiHürriyete Hitab'ı Anlamak
Risale-i Nur

Said Nursi (ra) 1907’nin Aralık ayının sonlarında İstanbul’a, Bitlis Valisi Tahir Paşa’nın referans mektubuyla gelir. Kıyafet ve üslubundan dolayı önceleri “Garibüzzaman” olarak değerlendirilse de kısa sürede “Bediüzzaman” olduğunu başta Camiü’l-Ezher Şeyhi Bahid Efendi olmak üzere ulema tasdik eder.  24 Temmuz 1908’de 2. Meş­ru­tiyet ilan edilir. Bediüzzaman Hazretleri 27 Temmuz’da İs­tan­­bul’da bir hafta sonra da Se­la­nik’te halka hitap eder. Bu hitap, Said Nur­si’nin (ra) o döneme ait fikir­lerinin özeti niteliğinde­dir. Meş­­ru­­ti­yet ve hürriyeti İslam hu­­­ku­­ku­nun norm­larına göre de­­­ğer­­­­len­­­dirmiş ve prob­lemleri tes­­bit edip çözüm yol­larını gös­ter­­me­ye çalışmıştır. “Kader bana Türkçeyi az ver­miş. Hattı hiç vermemiş. Di­lim, kalbimin lisanını iyi an­lamıyor ki; iyi tercümanlık etsin.” diyerek dil konusunda­ki zafını ortaya koyup istifade etmeye çalışanları dikkatli de­ğer­lendirmeye davet etmiştir. Biz yazımızda Bediüzzaman Haz­retleri nutukta ifade ettiği ve eleştiriye medar olmuş cüm­lelerini analiz etmeye çalışacağız inşallah. *** “Mütevekkilane, sabûrane tut­tuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki, azabsız cennet-i terakkî ve medeniyet kapılarını bize açmıştır.” Nutukta en çok karşımıza çı­kan ve 2. Abdülhamid karşıtlığı olarak yorumlanan ifade bu­dur. İlk bakışta nazara karşıt­lık gibi görünse de nutkun ta­ma­­mı için­­de ve tarihi süreç açı­sın­dan değer­len­dirildiğinde bunun, Ab­­dül­hamid düşmanlığından de­ğil, yeni bir doğum için rahm-i maderdeki olgunlaşma dö­ne­mini ifade ettiği görülür. Çünkü Fransız ihtilali ile hürriyet ve meş­rutiyet fikirleri önce Av­ru­­pa’da daha sonra Osmanlı ül­­kesinde yayılmaya başladı. 2. Mah­­mut dönemi ıslahatları ve Tan­­­zi­­mat’la birlikte bu kav­ram­­lar­dan Osmanlı aydınları et­­ki­­­lendi. Bunun sonucu ola­rak 1876’da 1. Meşrutiyet ilan edil­di. Avrupa usullü ilk Türk Ana­yasası olan Kanun-ı Esasinin kabul edilmesiyle, halk Padi­şa­hın yanında ilk kez doğrudan yönetime katıldı. 2. Abdülhamid anayasanın yedinci maddesindeki “Mec­lis-i Umumi’nin akt ve tati­li ve lede’l-iktiza heyet-i me­bu­­sa­­nın azası yeniden in­ti­hap olunmak şartile fes­hi hu­kuk-u mukaddese-i Padişa­hi cümlesindendir.” ifadesinin ken­disine verdiği yetkiye daya­narak parlementoyu kapattı. 93 Harbi’nin sıkıntıları ara­sında bu kapatma hadisesi ma­­kul karşılandı. Anayasada, fehs edilen parlamentonun ne zaman açılması gerektiğine dair bir madde yoktu. Abdül­hamid Han bu kanun açı­ğından yararlanarak otuz yıl par­lementoyu kapalı tuttu. Fakat bu durum yedinci mad­dedeki “Heyet-i mebusanın aza­sı yeniden intihap olun­mak (seçilmek) şartı ile fes­hi hu­kuk-u mukaddese-i Pa­di­şahi cümlesindendir.” ifade­sin­deki yeniden seçimlerin ya­­­­pıl­­ması şartının otuz yıl er­te­­­len­­mesi anlamını da ifade et­­­mek­­­teydi. İşte Bediüzza­man Hazretleri “Mütevekkilane, sa­­­bû­­­ra­­ne tuttuğumuz otuz se­­ne ramazan-ı sükûtun se­va­­­­bı­­­­dır ki azabsız cennet-i te­­rak­­kî ve medeniyet ka­pı­la­rı­nı bize açmıştır” ifa­de­siyle, Kanun-ı Esasi’nin bu mad­de­sine işaret etmiştir. “Mü­­te­vek­­ki­lane, sabûrane” ifa­de­le­riy­le anayasanın halka ver­miş ol­duğu yetkinin gözardı edil­miş olmasına rağmen, hal­kın ve kendisinin bu duru­mu, Ab­dül­hamid Han’a itimadın­dan do­layı, tevekkül ve sabırla kar­şıladığını beyan eder. Bu orucun diyeti, ücreti ola­rak “azabsız cennet-i terakkî ve medeniyet kapılarını bi­ze açmıştır” ifadelerini kul­lan­­mak­­ta­dır. Bu ifadeleri nut­kun iler­leyen yerlerinde “Mi­lel-i sa­i­re / diğer milletler (Av­ru­­­­pa) milyonlarla cevahir-i nü­­­­fus /insanı feda etmekle ka­­­­­zan­­­­dı­­lar” ifadesiyle şerh et­mek­­te­­dir. Çünkü Avrupa’da meş­­­ru­­­ti­yet uzun süren; Fran­sız ih­ti­lali, Koalisyon Savaş­ları, Restorasyon Dönemi uy­gu­la­maları, 1830 ve 1848 ihti­lal­­leri sonucunda ancak ka­bul görmüş. Altmış yıl süren bu mücadeleler döneminde bin­lerce insan hayatını kay­bet­miştir. Oysa Osmanlı Dev­leti’nde meşrutiyetin kabu­lü için ciddi bir savaş ve karga­şa ortamı olmamıştır. Bu du­ru­­mu Bediüzzaman Haz­ret­leri nutukta; “Mu­ci­ze-i Peygam­berîdir (asm) ve bu millet-i mazlumeye bir inâyet-i İla­hî­yedir ve ce­m’iyet-i milli­ye­nin niyet-i hâ­­li­­se­sinin kera­metidir” şek­linde ifade eder. Bediüzzaman Hazretleri nut­ku “Yaşa­sın yaraları tedavi et­mek fik­­rin­de olan Halife-i Pey­­gam­­­ber!” ifadesiyle, Abdül­ha­­­mid Han’a iltifatla biti­ri­yor. Bu ifa­de dikkate alındı­ğında “Mü­­te­­vek­ki­lane, sa­bû­­ra­ne tut­tu­­ğu­­muz otuz se­ne ra­ma­zan-ı sü­­kû­tun...” cüm­le­sinden Ab­dül­­­ha­mid Han düşmanlığını çı­­kar­­­ma­­yı vic­danlara havale edi­yoruz. Bediüzzaman Hazretleri bu sathi ve yüzeysel değerlendir­me­leri hissetmişcesine Ekim 1908 Misbah Gazetesi’nde ya­yınlanan bu nutukta, “Kür­dis­tan dağ ağacının meyvesi, haz­mı sakîldir... Dikkatlice çiğneyiniz, ta hazmolsun... Yoksa helâl etmeyeceğim” ifa­delerine yer vermiştir. Eğer siz de -iki gazeteci nasıl sözümü tahrif etmiş- öyle okursanız, Allah imdad eyleye. İrticalen söylemişim, lâkin her bir kelimede bir maksadım var. Dikkat ediniz, ta ki: -doğru bir sözü ayıpla­yan nice kimseler vardır ki, onların bu durumu, fehmin /anlayışın sekametinden / bo­zuklugundan dolayıdır- sözü­­ne masadak olmayasınız ves­selam” ifadeleriyle nihayet ver­miştir. Bir Müslüman olarak bu hukukun göz ardı edilmesi teessüf edilecek bir durumdur. Şimdi yukarıda izah etmeye çalıştığımız paragrafın devamı­na bakalım. Mütevekkilane, sabûrane tuttu­ğu­muz otuz sene ramazan-ı sü­kûtun sevabıdır ki, azabsız cennet-i terakkî ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. “Hâki­miyet-i milletin beraât-i is­tihlali / güzel bir başlangıcı olan Kanun-u Şerî-i Esasi, hâ­zin-i Cennet gibi bizi oralara duhûle davet ediyor. Ey mazlum ihvan-ı vatan!.. Gidelim dâhil olalım! Birinci kapısı:  İttihad-ı kulûb İkincisi kapısı: Muhabbet-i milliye Üçüncüsü kapısı: Maarif Dördüncüsü kapısı: Sa’y-i in­sanî. Beşincisi kapısı: Terk-i se­fa­hettir. Ötekilerini sizin zih­ni­ni­ze ha­va­le ediyorum. Zîrâ da­vete ica­bet vâcibdir.” Bediüzzaman Hazretleri bu cümlelerde; “Hâkimiyet-i milletin be­­ra­­ât-i istihlali / güzel bir baş­­­lan­­­gıcı” ifadesiyle 1876 Ana­ya­­sa­sının milli hâkimiyete da­ir hükümlerinin yeniden uy­­­­gu­­­­­la­­­­maya konulmasını ya­ni 2. Meş­rutiyetin ilanını gü­zel bir baş­langıcı olarak de­ğer­­len­­di­ri­yor. Bu durumun sü­reç içe­risinde mükemmele do­ru gi­de­ceğini, gelişeceğini vur­­gu­­­luyor. Zira hayatımıza gi­ren bir un­surun, kültürünün yer­leş­mesi ve gelişmesi zaman alı­yor. Bununla beraber “Yeni Hü­kû­met-i Meşrutamız mu­cize gibi doğduğu için, in­şâal­lah bir seneye kadar  -beşikte çocuk iken konuştu- cümlesinin sır­rına mazhar olacağız!..” ifa­de­siyle, eğer sa­hip çıkılır ve üzerine titrenirse çok kısa sü­re­de bu uyum sü­re­cinin aşılacagı belirtilmiş. Do­ğu­mu gibi deva­mının da suhu­letle olması te­menni edimiştir. Not: Ama maalesef kıymeti bi­linemediği, geliştirilemediği ve sistemleştirilemediği için pa­ha­­­lı­­ya patladı. Başkalarının kur­­­­gu­­­­la­­dı­ğı cumhuriyete mah­­kûm olduk. Şimdi kendi kod­­la­rı­­mız­la cumhuriyeti inşa et­­me gayretine girmiş bu­lun­mak­­tayız. İnşallah İs­lam’ın ru­huyla yoğrulan cum­hu­ri­yet, be­şe­ri­yete aradığı saa­deti ve­re­cektir. 16 Nisan Refe­ran­dum so­nuçları, uzun süren bu hasret ve beklentimize cevap olacatır kanaatindeyiz... “Kanun-u Şerî-i Esasi” Bel­çika ve Prusya anayasaların­da­ki usule göre hazırlanan 1876 Anayasası’nın, esaslarını İslam Hukukundan aldığını ifade edi­yor. 2. Abdülhamid gibi bir veli padişahın İslam esasına uygun olmayan bir anayasaya onay ver­mesi de zaten mümkün de­ğil­dir. “Azabsız cennet-i terakkî ve medeniyet kapılarını bize aç­mıştır... Kanun-u Şerî-i Esasi, hâzin-i cennet gibi bizi oralara duhûle/girmeye davet ediyor. Ey mazlum-u ihvan-ı vatan! Gidelim dâhil olalım!” ifadelerini zikreder. Burada meşrutiyetin, Osmanlı ve İslam toplumunda hangi değerlerimizi yeniden harekete geçireceğini sıralıyor. Şöyle ki; İttihad-ı kulûb; İslam’ın esaslarına uygun bir şekilde ha­zır­lanan anayasanın üm­metin kalplerini birleştire­ce­ği, Osmanlı Devleti’nin bu di­na­mizmle ayakta kalacağını sa­vu­nuyor. Eğer şu zamanımızda da canlandırılabilirse İttihad-ı İslam’a vesile olacaktır inşallah. Muhabbet-i milliye; Fransız ihtilalinin insanlık tarihinde ön plana çıkardığı iki önemli kav­ram var. Bunlar milliyetçilik ve meşrutiyet kavramları. Üstad bu iki kavramın da İslami di­namiklerle yorumlanması ge­rek­ti­ği üzerinde durur. Çünkü İslam; meşrutiyet, cumhuriyet, hürriyet kavramlarını içinde ba­rındırdığı gibi millet kav­ra­mını da inkâr etmez. Ama bu millet kavramını batılıların da­­yat­tığı; ötekileştirmeci, asi­mi­lasyona açık, yekdiğerini yu­tan, boğuşmacı bir tarzda ele almaz. İslamiyet, milliyet kav­ra­mını bir silah olarak kul­lanmaktan ziyade bir yar­dım­laşma, dayanışma, tanışma, bir ve beraber olup yekdiğerinin imdadına koşma anlamında yo­rumlar. Bununla beraber bütün Müslümanlar kendilerini İbra­him (as)’ın milletinden sayar ve öyle inanır. Batının menfi mil­liyetçiğine karşı müsbet mil­liyetçiliği savunur. Maârif; hiç bir millet kendi evlatlarını düşmanlarının eğit­me­si­ne müsade etmez, etme­me­li. Üstadın üzerinde en çok dur­duğu meseledir eğitim. Nu­­tuk­­ta da bu konu üzerinde uzun­ca durulmuştur. Önce prob­­lem son­­ra da çözüm yolu be­lir­til­miştir. Sa’y-i insani / insanın ça­lış­ması; “Şübhesiz insan için, (kendi) çalıştığından başkası yok­tur! (Necm 39)” düsturu­na atıf yaparak işci-işveren so­run­ları çözülmeli. Faiz ve te­fe­cilik gibi çalışmaksızın elde edi­len haksız kazancın önüne ge­çil­meli. Sosyal ve ekonomik hayatta denge sağlanmalıdır ma­nasını içerir. Terk-i sefahattir / haram­lar­­dan sakınmaktır; İslam’ın ha­ram kıldığı hususların bütün in­sanların kabul ettiği evrensel ah­lak kriterlerine uygunluğunu vurguluyor. Bunların yanında Bediüzza­man (ra); Avrupa kültürünün ve kö­tü ahlakının İslam Medeni­yetinin yerini alamayacağını ortaya koyar. Meşrutiyetin beş esas üze­ri­ne tesis edilmesi gerektiği­ni ve bunların; Cemaatin, toplumun gücü­nü ferdin gücüne tercih etmek, Eski zamandaki kuvvet ve cebir yoğun devlet idare anla­yışının yerine, ilim ve marifet yoğun devlet anlayışını ikame etmek, Hürriyeti, kabiliyetlerin önü­­nü açan bir unsur olarak görmek Bir ağaç gibi büyüyen İs­lam’ın, bütün zamanların ihti­yacına cevap vereceğini bilmek ve bu cevapları keşfetmek, İnsaların, geçmişe nisbeten günümüzde ihtiyaçlarının çok fazla arttığını göz önünde bu­lun­durarak daha katılımcı bir yönetim anlayışıyla bu ih­ti­yaç­lara cevap vermektir, der. Kabiliyetlerin önünü aça­rak gelişmeyi hızlandır­mak için Devleti, ıslahı mümkün ol­mayan unsurlardan temizle­ye­rek yeniden yapılanmak, Mektep, medrese, tekke itti­fakını gerçekleştirerek, İslam’ın bütün yönleriyle öğretildiği eği­tim formatına geçmek, Vaiz ve nasihlerin; isbata da­yalı, tergib ve terhibde dengeyi koruyan, hastalığa ve zamana uy­­gun söz söyleyen kişiler ola­rak ye­tiş­tirilmesi gereğini vurgu­lar. Zamanının problemleri ve çö­züm yollarını içeren hakikat­lerle dolu bu hitab, bütüncül bir bakış açısıyla ela alınmazsa yanlış sonuçların çıkarılması kaçınılmazdır. Rabbim insafı hayatın her alanında rehber edinen kullarından eylesin.

Ali SEMERCİ 01 Temmuz
Konu resmiSen Güzele Talip Ol!
İnsan

“Sen hiç yalnız olmadın ki. Sa­na kötülük fısıldayan şeytan olduğu gibi iyilik fısıldayan melekler de hep yanında. Sen, sen ol. Hep güzele talip ol.”  Kaldığım köşk muhteşemdi. İş­­­le­­­me­li ceviz ağacından ka­pı­­­ları, Ahlat taşından duvar­ları, vitraylı pencereleriyle göz ka­­maş­­tırıyordu. Dışı gibi içi de bir o kadar harikuladeydi. Kris­­tal tırabzanlı ahşap mer­di­­ven­lerden geniş salona çı­kıl­dığında altın yaldızlı koltuklar, sedef kaplamalı mobilyalar, zi­gon tarzında altın renkli seh­palar, büyükçe kristal avizeler, gümüşten şamdanlar,  biblolar, süs eşyaları, değişik motiflerle süslenmiş duvarlar, duvarlara özenle yerleştirilmiş levhalar, en pahalı tül perdeler vardı. Eşyalarımın bütününde bir ahenk, estetik vardı. Uyum içe­risinde olmayan bir tek bendim. Evde emanet bir eşya gibi du­ruyordum. İstediğim her şey olmasına rağmen her nedense huzursuzdum. Saatlerdir yata­ğımda olduğum halde bir tür­lü uyuyamıyordum. Oysa bir dirhem uyku için neler yap­mazdım ki… Gözlerimi ta­van­da bir noktaya diktim. Böy­le zamanlarda nedense aklı­ma hep çocukluğum gelirdi. Kü­çük­ken canım sıkıldığı za­man toprak evimizin kalın dö­şe­me­lerini, sonra onun altın­da­­ki ince tahtaları sayar sayar ba­­şa dönerdim. Şimdiyse bu ruh­suz alçıpan asma tavan­lar­­da sayılacak pek bir şey yok­tu. Üzerime attığım yor­gan be­ni rahatlatmak şöyle dur­sun boğuyordu sanki. Tıp­kı çocukluğumdaki gibi sağ eli­­­mi avucumun içine alıp,  ayak­­­larımı karnımın için­de doğ­­ru çekerek uyumayı de­­ne­­dimse de kâr etmedi. Dı­şa­­rı­­daki ayın şavkı üzerime vu­runca ter­lik­­le­­ri­mi giyerek pen­ce­re­ye koş­­tum. Ağzımdan çı­kan ne­fesin buharını ka­ran­lı­ğa tes­lim et­ti­ğimde ken­di­mi bir neb­ze rahatlamış his­­set­­miş­­tim. İçimin aksine yıl­­­dız­lar hiç ol­ma­dığı kadar par­lak gö­zü­kü­­yor­­du. Birçoğu uzak­lara ser­pil­­miş­­se de çiçek buketi gibi bir arada olanlarda az değildi. Sim­siyah karanlığa eki­len ışıltı­lı bon­cuklar, uçsuz bu­cak­sız se­­ma­da geziniyorlar­dı. Üşü­dü­­­ğü­­­­mü fark edince ora­dan ay­­rıl­­­­dım. Ya­ta­ğımın solun­daki ay­­na­lı ko­mo­dinin önünde dur­­­dum. Saç­larım karanlıkta gö­­rü­­ne­­cek ka­dar beyazlaşmış­tı. Oy­sa da­ha kırk beşinde bile de­­ğil­­­dim.  Eskiden, “Saçlarıma ak­lar düştü.” diye yakınırdım. Şim­­di ise yakınlarıma, “Saçım­da bir hayli siyah var.” diye espri­ler yapıyorum. Yüzümdeki de­rin çizgileri ay ışığı bile ör­te­memişti. Aynalar, çizgi­leri sak­lamıyor, beyazları ört­mü­­yordu. Ayna­lar bütün gerçek­liğiyle sır­ları­mı ifşa ediyordu. Aynalar acı­­ma­sız, aynalar vefa­sızdı. Sahi ve­fa­sız olan sadece o muydu? Hayatın aynalardan ne farkı var­dı ki? Her daim gerçeği su­ratıma çarpıyordu. Her şeyim olmasına rağmen köşk de ya­payalnızdım. Aynadan yüz çe­­virip yatağıma döndüğüm sı­ra­da gözüm yatağımın yanı ba­şındaki küçük komodinin üzerindeki eşyalara ilişti. On­lar­da tıpkı ruhum gibi bir med-cezir yaşıyorlardı. Okudu­ğum Felsefe kitaplarını üst üs­­te gelişi güzel dizmiştim. Ka­lın­ca gözlüğümün camları çizi­le­­cek şe­kilde duruyordu. Su bar­­da­ğın­dan taşan damlalar komo­di­nin üzerine dökülmüştü. Ko­­lon­­­yamın kapağı yere düş­müş, birkaç şamdanlık ise sat­ranç taşları gibi iç içe geç­miş vazi­yet­teydi. Başucumdaki su­­dan bir­­kaç yu­dum al­dım, dö­­­kü­­len dam­la­ları elimle sil­dim. Ters dö­nen gözlüğümü ol­­­ma­­sı ge­rek­ti­ği gibi bıraktım. Şam­­­dan­­lık­ları düzelttim. Açık olan ko­­­lon­yayı yüzüme, boy­nu­­­ma ve göğsüme döktükten son­ra ka­pattım. Dağınık dü­şün­­­­ce­­­lerim hariç ortalığı dü­zelt­­­miş­tim. Vakit gece yarısını çok­tan geçmişti. İçimden, “Koskoca profesör yatağında ak­lıyla, ru­huyla, kalbiyle hâsılı bütün his­siyatlarıyla ne kadar da yal­nız, ne kadar da çaresiz.” diye geçirdim. Ruhumdaki fırtı­na­ları dindirecek sakin bir li­man bulamıyordum. Komodinin üze­­rinde dünden kalan açık ki­­ta­­bımı elime aldığımda oku­mak için almadığım o ka­­dar bel­­liydi ki. Benimkisi za­man ge­­çir­­mekti. Sayfalarını üs­tün­­körü karıştırdıktan son­ra ka­pa­tıp tekrar yerine koydum. Beni boğan yataktan bir an evvel kurtulmak için ani bir hareket­le ayağa kalktım. Işığı yaktık­tan sonra ellerimi arkadan bağ­la­ya­rak, üzerimdeki kırmızı rob­dö­şambr kıyafetimle odanın içerisinde bir sigara tüttürerek gezinmeye başlamıştım ki oğ­lum içeri girdi. Bana mah­mur gözleriyle bakarak: “Babacığım ışıkları yanık gö­rün­ce.” dedi. “Gel evlat gel ziyanı yok.” dedim. “Neyiniz var baba zaten kaç gündür…” Sözünü bile tamamlama­sı­na mü­saa­de etmeden, “Kaç gün­­dür uyuyamıyorsun.” diyecek­sin de­ğil mi? “Oy­sa ortada hiç bir se­­bep yok.” “Biraz da öyle değil mi?” dedi. “Ah bir bilsen birazcık uyku için neler verebileceğimi. La­kin uyuyamıyorum evlat, uyu­ya­mı­yorum.” dedim. Derinden bir “Ah!” çektikten sonra elimdeki sigarayı bir si­nirle komodinin üzerindeki kül tablasında söndürdüm. Ar­dından yatağımın başucundaki yastığı elime alarak bir hışımla yatağa fırlattım: “Yumuşak yastıklar başımı ke­mirmekten başka bir işe ya­ramıyor.” dedim, “Bir dost gibi sığındığım bu yorgan ise be­nim baş düşmanım, benim kati­lim, benim kâbusum.” Ardından, eli­mi döşeğimin üzerinde gez­di­rerek, “Şu döşeğe bir bakar mısın? Bir kaldırım taşı gibi soğuk ve ürkütücü” Sonra bir süre sustum. Gözüm komodinin üzerindeki kitap­lara ilişince tekrar konuşmaya başladım. En üsteki üç kitabı sırasıyla elime aldım. Bir men­dil gibi yatağın üzerine her fırlattığımda kitabın ve yaza­rı­nın ismini söyledim: “Böyle Buyurdu Zerdüşt- Fried­rich Nietzsche,  Kapital -Karl Marx, Pozitif Felsefe Dersleri-Auguste Comte” dedim. “Bun­ların hiç birinin bana saadet vermediğini biliyor musun ev­lat?” diye ekledim. Oğlum sözlerimdeki çelişkiyi fark etmiş olacak ki: “Baba yıllarca bizlere kişiliğini, makamını, şöhretini hatta bü­tün saadetini o eserlere borçlu olduğunu söylerdin hep.” Duymamış gibi davranarak pen­­­ce­re ke­­na­rı­na yürüdüm. Ora­­­­dan dı­­şarıya bakarak elimle bir üç­­gen çizdim: “Ah şu darağaçları, ah boynu­mu vuran acımasız giyotin. Saa­detimin en büyük enge­li.” deyince, Oğlum dışarıda bir şey varmış gibi pencere kenarına kadar geldi. Aradığını bulamayınca: “Baba Allah aşkına yine başlama. Ne darağacı ne giyotini. Beni korkutuyorsun.”dedi. Hafifçe gülümsedim: “İdam sehpasını görünürde de­ğil, görünmeyende arasana.” de­dim. “Niçin görünmeyende araya­yım.” diye cevap verdi. “Neden olmayan dertlerin peşine dü­şeyim. Olmayan sıkıntıları ta­hay­yül edeyim. Babacığım ade­me vücut rengi vermeyi bırak lütfen.”dedikten sonra ara­mız­da şu konuşmalar geçti: “Öyle ya ben dövülmeden ağ­layan bir deliyim değil mi?” “Onu demek istemedim ama an­nemin ölümünden sonra çok değiştiğini söyleyebilirim.” “Değişmek kötü müdür dersin? Bir bostan korkuluğu gibi hep aynı kalmak ürkütmüyor mu seni?” “Beni ürküten tek şey istikbalin.” “Senin istikbal dediğin yarının­dan emin olmadığın birkaç günlük dünya hayatı.” “Nasıl yani?” Oğlum anlamakta zorlanıyor­du. Gerçi üniversite öğrencisiydi. Yalnız yine de sözlerimin tevile ihtiyacı olduğunu hissederek, ona işaret parmağımla bulun­duğumuz odanın orta yerini göstererek: “İşte demin bahsettiğim, se­nin­se bir türlü kabul etme­di­ğin ve bizim şu kısacık dün­ya­daki bütün planlarımızı, ha­yal­leri­mi­zi alıp götüren darağacı işte şu meydanda. Birazcık derin baksan sen de göreceksin. Hem sadece burada da değil, ku­ru­­lan darağaçları odamızın her kö­şe­sindeler tavanda, taban­da, perdelerin arkasında, bel­ki şu koltuğun üzerinde, bel­ki evin dışında, bin bir özen­le ye­tiştirdiğimiz çiçek bahçe­mizin arasında, belki daha da uzak­lar­da en kuytu köşelerde, en iz­be karanlıklarda, en muh­kem ka­le­­lerin içerisinde.” de­dik­­ten sonra elimi yumruk gibi ya­pa­rak ısırdım. Ardından evin içinde bir meczup gibi bir o tarafa, bir bu tarafa doğru hızlı hızlı gidip gelmeye başlarken, “Yok, oğlum yok onun olmadığı bir iğne deliği, bir nefes bile yok.  İşin kötüsü istesen de istemesen de seni o darağacına doğru iten bir aslan saldırmak için arkanda mütemadiyen bekliyor. Üstelik sen de yaralısın.” dedim. Oğlum endişeli bir yüz ifade­siyle: “Güzel babacığım bahsettiklerin bir vehimden, bir kurgudan iba­­­­­ret. Şif­­reli konuşmalarından bir şey an­­lamıyorum. Ortalıkta ne bir ya­ra ne bir aslan ne de bir dar­­ağacı var.” “Hepsi birer rüya öyle mi? Sana göre ben hayal denizinde yüzen bir zavallı mıyım?” dedim sinir­lenerek. “Onu demek istemedim” de­yin­ce, “O halde dinle işin hakikatini.” dedim. “Dünya denilen evimiz­de çekilen ıstıraplar, musibet­ler,  hastalıklar birer yara değil de ne sevgili oğlum? Ecel kezzabını içirmek için arkamızdan sü­rek­­li koşan aslanı görmüyor mu­­sun? Darağacında sallanan ölü­ler­den habersiz misin? Sev­­dik­­­­le­­­ri­­­miz, gönlümüzü ver­­dik­­le­ri­­miz neden etrafa sav­ru­lan bir balık yemi gibi başı­boş? Nereden ge­li­yoruz ev­lat ve ne­reye gi­de­ce­ğimizi bile­ni­­miz var mı? Bir oyunun için­de­ki fi­gü­ranlardan farkımız ne? Heyhat gözümün nuru oğ­lum! Ne ben tam olarak kavraya­bildim bunları ne de sen anlayabildin bütün yaşanan­ları. Daralıyorum oğul,  gördü­ğüm, dokunduğum, kokladığım, işit­­­ti­­­­ğim her ne varsa ürkütüyor be­ni.  Her şey bana düşman, her şey bana yabancı.” Ço­cu­ğum yanımda olmasa hün­­gür hüngür ağlayacaktım. Ba­­­şı­mı ellerimin arasına alırken, “Şimdi lütfen beni yalnız bırakır mısın? diyebildim ancak. Oğlum müşfik bir halde: “Ama baba!”diyerek elini bana doğru uzattı. Lakin kabul etmeyerek, “Lüt­fen oğlum hiç olmazsa bu gece içim­deki savaşla beni yalnız bı­ra­kır mısın?” dedim. Oğlum ısrar edildiğinde benim daha da sinirleneceğimi bildiği için üstelemedi. Çaresizce kapı­yı kapatıp dışarı çıktı. Onu kır­dığımın farkındaydım. İçimi bir pişmanlık kaplamıştı. Son gün­lerde hep böyleydim zaten. Önüme gelene söyleyeceğimi söy­­lüyor, sonrasında ise piş­­man­lık duyuyordum. Ruhumda­ki vaveylalar baskın gelince gay­ri ihtiyari bir şiir mırıldandım: “Bu akşam o kadar durgun ki su­lar Gömül benim gibi kedere diyor İçimde maziden kalma duygular Ağla geri gelmez günlere diyor.” Başımı komodinin kenarına usul­ca koydum. Bir müddet sonra uyumuşum.  Sabaha doğ­ru bir rüya gördüm. Ortalığı ay­dınlatan ışık huzmesiyle bir­likte uzaklardan ruhumu okşa­yacak kadar güzel bir ney sesi geliyordu. Ardından aksakallı, uzun boylu, yeşil sarıklı piri fani birisi yaklaşarak: “Evlat görüyorum ki dipsiz bir kuyuya düşmüş gibisin.” dedi tebessüm ederek. “Efendim…” diyerek yutkun­dum. Eliyle susmamı işaret etti: “Seni o dipsiz kuyudan kur­ta­­ra­cak bir tılsım öğ­re­te­ce­ğim.” dedi. “Onu kullanırsan o korktuğun dar­ağacı seni keyiflendiren bir sa­lıncağa döner. Arkandan ko­şup gelen aslan ise seni sahili selamete götüren bir at olur. Ko­kuşmuş yaraların içinde bir ilaç vereceğim. Güzelce is­ti­mal ettiğin takdirde o ya­ra­ların güzel kokulu gül-i Muham­me­dî (sav) denilen latif bir çi­çe­­ğe döner. Hem seni duçar ol­du­ğun sıkıntılarından alıp baş­­ka diyarlara götürecek bir bi­let vereceğim. Onunla bir se­­ne­lik yolu bir günde kat ede­ceksin. Eğer söylediklerime inan­­mı­yor­san birazcık tecrübe et.” dedi. Benden daha şifreli konuşan bi­risi olsa da aradığımı bul­muş gibiydim. İlk defa birisi içimde kaynayan volkanı sön­dü­receğini, ilk defa biri, “Sen hastasın bu da senin şifan” di­yerek nasihatler ediyordu. “Her dediğini yapmaya hazırım. Yeter ki beni bu ıstıraptan kur­tar. Ateşime bir su dök” dedim hiç düşünmeden. Tam karşımda duran zatın ya­nına doğru ilerliyordum ki bir anda her şey bir köpük gibi gözden kayboldu. Ortalıkta ne gördüğüm o nurani zattan ne de sesinden eser vardı. Yalnız uzaklardan gittikçe artan bir kahkaha sesi duymaya baş­la­­mış­­tım. Fakat az önceki ru­hu­­ma huzur veren ney sesine nis­­pe­­ten bu ses de tezyif, bu ses de tahkir, bu ses de korku vardı. Endişeyle sağa sola doğ­ru koşuşturmaya başlarken o ma­lum kahkahanın sahibi adam da bir anda içeri girdi. Üze­­rinde siyah pelerin, boy­nunda siyah bir kaşkol vardı. Tır­­nak­­ları uzundu. Siması kor­kunç olmakla birlikte, parmak­larında ve bileklerinde değerli ziynetler taşıyordu. Ayağında baldırlarına kadar uzanan deri­den yapılmış siyah bir çizmesi vardı. İlk gördüğüm zat, ne ka­dar sade ise bu bir o kadar şatafatlıydı. Kendinden emin bir vaziyette yüksek ökçeli ayak­kabılarını yere vura vura ya­nı­ma kadar sokuldu. Elinde tuttuğu kadehi yudumlarken başlamıştı konuşmaya. Ağzın­dan bal damlıyordu sanki. Be­ni yere göre sığdıramıyor, ha bire meziyetlerimden, üstünlük­le­rim­den bahsedip duruyordu. Ni­ye yalan söyleyeyim övücü ko­nuş­malarıyla kendime olan güvenim artmış,  az önceki kor­ku ve endişelerim de uçup gitmişti sanki. Yalnız karşım­da­ki adamın kızıl gözlerindeki alaycı bakıştan huzursuzdum.  Siyah pelerinli adam, neden son­ra asıl söylemek istediklerini anlatmaya başladı: “Hey sevgili arkadaşım!” dedi, gü­venimi kazanmak için. “Se­nin gibi bir profesör az ön­ce­ki yaşlı bunağın sözünü din­le­yecek değil her halde. Istırabını böyle dindiremezsin.” Elini ba­na doğru uzatarak, “Ver elini bana. Aç gönlünü gönlüme. Ya­ralarına kezzap dökmeyi bırak, al şu kadehi de rahatla. Bir dağı bile eritecek güzel kadınların gözlerinde kaybol. Şarkılarla raks et. En leziz yemeklerin ta­dını çıkar. Tılsımmış, ilaçmış, biletmiş hepsi palavra… Mut­lu­­lu­ğun reçetesi elindeyken baş­­ka­sına ne hacet. İlaç dedi­ğin hastaya verilir. Neyin var se­nin. Sapasağlamsın. Gücün, kud­retin yerinde. Kapında hiz­metliler, altında arabaların var. Yatın, katın, şöhretin yeter sana. Yeter de yalnız…” Siyah pelerinli adam meraklan­dırmak için duraksamıştı. “Yalnız ne?” diye sordum sabır­sızlıkla. “Yalnızı şu ki her şeye malik ol­duğun halde olamadığın tek bir şey var? “Neymiş o?” “Cesaret.” “Ne ilgisi var?” dedim. Meseleyi istediği yere getirmeyi başaran siyah pelerinli adam, “Sevgili dostum korkuyorsun.” dedi. “Sahip olduklarını kay­bet­­mekten korkuyorsun. Sen as­lında yaşamaktan, eğ­len­­mek­ten korkuyorsun. Ayaklarının altına bir sofra gibi serilen lez­zetlerden kaçışın hep bundan. Korkuların gerçek olsaydı yan­ma­yacaktım. Lakin farazi ve­him­lerle hayatını kâbusa çe­vir­men üzüyor beni.” “Senin farazi dediğin görmeden geçemeyeceğimiz bir ağaç, bir çi­çek yahut bir ev kadar mü­şahhas. İçtiğimiz bir su, do­kun­duğumuz bir kumaş, ıslandı­ğı­mız bir yağmur kadar gerçek.” “O halde neden insanların çoğu senin bu doğrularından nasipsiz. Herkes boş vermiş gibi bir ha­yatın kollarında gezinmekten mutlu. En yakın oğlun bile uy­kunun kollarında değil mi? Sen ise aynalarla boğuşuyor­sun. Vehimlerle yaşıyorsun. Se­nin gerçek dediğin koskoca bir palavraaaaa!” Uzatarak söyle­di­ği son kelimeden sonra elini şa­ka­ğına götürerek bir süre sustu, ardından devam etti: “Hem farz edelim ki dediklerin doğru, değiştiremedikten sonra ne fay­dası var?” Damarlarıma dokunacak kadar tahrik edici konuşuyordu: “Derdim de bu zaten. Var olan düzene yenilmek korkusu.” İstediği cevabı almış gibi se­vinen siyah pelerinli adam, eli­ni şakırdatarak, “Söylediğime gel­din değil mi?” dedi. “Sana kor­ku­yorsun demiştim. Oysa kor­kularını yenecek yegâne çare yanı başında. Hem de hiçbir çile çekmeden, çalışmadan, di­din­meden. İlaçsız, reçetesiz ve kavgasız.” “Yok, böyle bir dünya.” dedim. “Hayatın bu kadar ucuz olma­dığını sen de biliyorsun. Ni­met­ler, nıkmetler arasında.” İşaret parmağını bana doğru sallayarak, “Yanılıyorsun dos­tum. Cesaretin ilacı işte şu ka­deh­te ve bu da sana bir nefes ka­dar yakın.” dedikten sonra elin­deki kristal kadehi bana doğru uzattı. Bardağı tam ala­cağım sırada ilk gördüğüm nu­rani zat bir anda peyda etti: “Dur içme!” dedi, sonra karşı­sında sinsi fakat bir heykel gi­bi duran adamı işaret ede­rek, “Şu hilebaz adama dik­kat et. Sakın aldanma. Seni fe­la­ke­te götürebilecek her türlü lez­zet­ten sitayişle bahsettiği halde ne­den ölüm denen darağacının semtine uğramaz? Yara nevin­den olan hastalıkların, dertlerin, musibetlerin acısını hafiflete­cek çareler üretmek yerine ne­den aklı devre dışı bırakacak olan kadehe yönlendirir seni?” sonra bana döndü. “Ey Felsefe bataklığına gömülen profesör! Gözünü yummakla gece ol­maz. İnsan denen geminin yol­culuğunu kim durdurmuş ki sen de durdurabilesin. Bebek­lik, çocukluk, gençlik, ihtiyar­lık, berzah, haşir, sırat, mizan, cennet ve cehennem bir su gibi akıp mecrasına doğru gitmek­te. Önemli olan akıp giderken temizlenebilmek.” Konuşmasının sonuna doğru siyah pelerinli adama yaklaştı, sert bakışlarını üzerinde sa­bit­­le­dik­ten sonra sesini daha da yükselterek, “Ey şey­tan kı­lıklı adam! Şayet bu yolcu­luğu durduracak bir çare su­nabiliyorsan buyur söyle, yoksa sus. Ezel ve ebed sultanı olan Rabbin konuşsun, onu dinle. Kelam-ı kadimine ram ol.” Az önce kendinden emin bir vaziyette topuklarını yere vura vura gezinen siyah pelerinli adam, bu zattan ürküp kaç­ma­ya başladı. Yalnız buna rağmen pes etmeye niyeti yoktu. Oda­dan çıkıp giderken: “Sakın ona inanma. Sakın ona inanma, inanmaaaaaa!” diye bağırıyordu. Ben “Ne oluyor?” diye tam ar­kasından gidiyordum ki nura­ni zatın sesini işittim: “Bırak gidebildiği yere kadar git­sin. Cehennem zebanileri ya­ka­cak odun bekliyor. Ama se­nin için henüz güneş batmış değil.” Bu söz üzerine durdum. “Sana bir tılsımdan bahsetmiştim ha­tırladın mı?” diye sordu. “Hiç aklımdan çıkmadı ki” de­dim. Tebessüm ederek: “Bu güzel bir gelişme. Peki, şu sersemin söy­lediklerine inandın mı?” “İnanılmayacak gibi değil. Hem senin ikazlarına hatta cezalarına bedel onun cazip teklifleri var.” “Ne gibi?” dedi. “Bilmem.” biraz duraksadıktan sonra, “Kadın, para, şan, şöhret ve tabi ki kadeh… Bütün bun­lar ıstırabımı dindirmeye yeter artar bile.” “Öyle mi dersin?” Kuşkuyla dudaklarımı bükerek, “Amaç acıyı dindirmek değil mi?” dedim. “Sen hangi doktorun hastasına bir reçete sunmadan tedavi et­tiğine şahit oldun? Hangi cer­rah vardır ki yaraya neşter atmadan iyileştirebilsin? Hangi terzi kumaşı parçalamadan şe­kil verebilir?” Sözlerindeki mantık örgüsü doğ­ruydu: “Tılsımı henüz söy­lemedin.”deyince, “Aslında ismini telaffuz etme­sem de sözlerimin arasındaydı. Fakat sen her şey de olduğu gibi onu da kaçırdın.” dedi. “Neymiş kaçırdığım tılsım?” “Biri Allah’a, diğeriyse ahiret gününe inanmak.” “Bu kadar basit mi?” “Evet, bu kadar basit ama bir o kadar da zor.” “Zorluğu nerede?” “Yaşanmışlığında. Herkes en faz­la Allah’ı sevdiğini söyler lakin önceliklerine baktığında hiç de öyle olmadığını görebilirsin.” “İlginç…” dedim. Tereddüdü­mü görünce sözlerine devam etti. “Ahirete iman da öyle.” dedi. “Hem öl­dükten sonra yeni bir ha­ya­tın ol­du­ğuna inanan bir in­­san ne­den ölümden kork­­sun? Yarınından niçin endişe­len­sin? Hesap vereceğine can u gö­nül­den inanan biri ne­den zulme bulaşsın? Neden baş­kasının hakkına pervasızca göz diksin, hoyratça bir hayat yaşamayı seçsin?” “Sahi öte dünya dediğiniz şey gerçekten var mı? Yoksa kafa­mızda oluşturduğumuz bir te­selli,  bir avuntu mu sadece?” di­ye­cek oldum sinirlendi. “Asla ve kat’a” dedi gözlerini yır­tarak. “Sen hiçliğe, çürümeye terk edilecek bir sigara külü yahut bir toz zerresi değilsin. Mazi ve müstakbel endişesin­den uzak ve her gün binlercesi boğazlanan bir gergedan başı da değilsin. Hayır hayır sen, “ebed, ebed” diyen dimağın, kalbin ve bütün duygularınla hayata ve Rabbine ta yüreğinden bağlısın. Ferşten arşa; seradan süreyya­ya her şeyle alakadarlığın da bu yüzden. Mikro ve makro âlemde var olan her nesnenin her şeyiyle her zaman ve her mekânda müteessirsin, müteel­limsin ve mütelezzizsin. Hiçlik dereleri senin hayalinde bile yer tutmayacak kadar ebede müş­taksın. Bir kendine baksana! Yaşamın ahireti intaç etmiyor mu? Önce anne karnında bir nut­feydin. Sonra dünyaya gön­de­rildin. Çocukluğu ve genç­liği yaşadın. İhtiyarlığa eriş­­tin. Kendi bedenindeki se­ya­ha­tin akışı haykırıyor ve sana di­yor ki: “Ey insan! Henüz yol­cu­lu­ğun bitmiş değil. Nihai he­def noktana varıncaya kadar vü­cu­dundaki akıp gitmeler devam edecek.” Hem ahireti haykıran sadece senin bedenin ve ruhun da değil. Muhbir-i sadık yüz yirmi dört bin peygamber, yüz yirmi dört milyon evliya bi­karar dünyadan karar kılınmış bir mekâna giden yolculuğu­nu söylemekte. Hem sonra dün­yanın yapılan bunca zulmü te­miz­leyecek kadar deterjanı ol­ma­dığına göre mahz-ı adalet için haşir, hesap, mizan, sırat, cennet, cehennem adın gibi ger­çek. Unutma ki profesör! Nokta israf etmeyen Allah Azze ve Celle muhteşem kâi­natı ve sekenelerini hiçliğe, mana­sızlı­ğa, çürümeye, dağılmaya terk etmez. Hakiki güzel, güzele müş­­takları cennetinden de, ce­malinden de mahrum etmez.” Uzun izahatıyla ikna olmuş gibiydim: “Doğru.” diyerek sö­zü­nü kestim. “Allah’a ve ahiret gününe iman tılsımı kâinatı açan bir miftahtır. Bu iki güç senin ve senin gibi her insanın saadet kapısıdır. Bu tılsımlar ile korktuğun darağacı senin için keyifli bir salıncağa döner. Ölüm öldürülür. İnsan dünya zindanından kurtulup bos­tan-ı cinâna gider. Hem ölü­mü unutmak için kadehe sa­rıl­mak sorunu çözmez.” “Peki ya?” dedim. Gördüğümden beri ayakta du­ran nurani zat yanıma oturdu. Eliyle bir baba şefkatiyle om­zuma dokunarak: “Bilakis hadis-i şerifte dendiği gibi lezzetleri acılaştıran ölü­mü anmak insanı bütün taş­kınlıklardan, aşırılıklardan uzak­­­­laş­­tı­­rır. Böy­lece dinin em­ret­­­ti­ği had ve hudutlar içeri­sin­de­­ki bir dairede hareket etme im­kâ­nı sağlanmış olur. Sa­mi­mi­­ye­­ti temin edecek, riya­yı kor­ku­tacak, günahı kaçı­ra­cak sar­sıl­maz ve şaşmaz bir mür­şit­tir ölüm. Sakın yanlış anla­ma­yasın. Mümin ölümden kork­­tuğu için ölümü anmış de­­ğil­­dir. O, sadece vefatla mo­la ve­ri­len hayatın geri kalan kıs­­mı­­nın derdine düşmüştür. Bu yüzden ölüm gelmeden ev­­vel ölüme hazırlanmış, onu de­vam­lı olarak yanında taşı­dı­ğı bir aksesuar yahut da evi­nin de­ğiş­mez bir misafiri ola­rak ka­bul etmiştir. Ölümü ken­din­­den bir parça bilmek sahip­len­me­yi, sahiplenmek ise iç­sel­leştirmeyi intaç eder. Ölümü anmayanlara, kulak ardı eden­lere gelince, aslında onlar onun­la yüz yüze gelmekten, çekinen ve korkan zavallılardır. Kendilerini sağa sola atan bir balık gibi çırpınmaları, efsun­lanmış günahın büyüsüne ka­pıl­maları, bin bir türlü diva­ne­liklerin peşine düşmeleri hep bu yüzdendir. Dolayısıyla mü­­­min ölümü yeni bir haya­tın baş­­lan­gıcı gördüğünden anar. İn­kâr­cı ise tam da tersin­den ölü­mü hayatın müntehası gör­dü­ğün­den düşünmek bile istemez. Bu nedenle ölümü mülk cihetiyle değil, melekût cihetiyle değerlendirmek gere­kir. İşte o zaman kışır hük­mün­­de olan çirkinlikleri, acı­la­rı or­ta­dan kalkar. Ortada dup­du­ru, lavanta kokusu gibi bir hayat kalır.” Öyle insicamlı ve mantıklı ko­nuşuyordu ki sözlerinin bitme­mesi için bir soru daha sordum: “Sakın unuttum zannetme.” de­dim. “Kokuşmuş yaralarıma mer­­­hem olabilecek bir ilaçtan bah­­­setmiştin.” “Ha evet” dedi söze başlayarak, “İman ve ahiret tılsımını ka­zan­­­ma­na yardımcı olacak hem de dün­ya­daki her bir sı­kın­­tıy­la yara alan bedenini te­da­vi edecek ilacın sabır ve te­vek­küldür. Başına gelen ha­di­se­lere sabır kuvvetiyle mukabele et, her türlü zorluğa karşı, “Bu da geçer, ya hu” de dayan ve tevekkülle ona ram ol, hik­me­tine itimat et.”dedikten sonra ayağa kalkarak “Artık gitme zamanı.” dedi. Odanın dışına doğru çıkarken, “Ne olur gitme beni yalnız bı­rakma.” dedim arkasından. Bana son defa döndü, tebessüm ederek: “Sen hiç yalnız olmadın ki. Sa­na kötülük fısıldayan şeytan olduğu gibi iyilik fısıldayan melekler de hep yanında. Sen, sen ol. Hep güzele talip ol.” diyerek odadan ayrıldı. Uzaklarda saba makamında oku­nan sabah ezanıyla uyanmıştım. Kan ter içerisindeydim. Pe­çe­teyle yüzümü, boynumu sil­dik­ten sonra ayağa kalktım, pan­tolonumun paçalarını katladım, kollarımı sıvazladım. Abdest al­maya giderken nurani zatın hâ­lâ kulaklarımda çınlayan sözünü tekrar ettim: “Sen güzele talip ol, sen güzele talip ol!”

Naci MİLEN 01 Temmuz
Konu resmiMarifetü'n-Nebi
İtikad

 İnsan ancak Mari­fetullah’la, yani Allah’ı en güzel isimleri ve en yüce sıfatlarıyla tanımakla gerçek bir insan, sa­mimi bir kul, güzel bir ahlak sahibi olabilir. İşte bizim böyle bir marifetullahı kazanmamı­za vesile olan, Peygamberimiz (sav)’dir. Cevşen isimli dua­sında, Yüce Allah’ı, bin bir is­miyle bize tanıtmıştır. Hz. Âdem’den kıyamete kadar kim­se­nin erişemeyeceği yüksek bir marifetullah dersini bize ver­miştir. Onun sayesinde insanlar, Allah’ı hakiki olarak tanıyıp sevmişlerdir. Yüce Allah’ı bu kadar tanıması, elbette onun Allah’a en yakın kul olduğunu ispat eder. Marifetullah Olmadan Kulluk Olmaz! Allah Teâlâ bizi yaratmış ve im­tihan için bu dünyaya gön­dermiştir. Bizim dünyadaki en önemli vazifemiz, Rabbimizi ta­­­nı­mak ve ona güzelce kul­luk etmektir. Kazanacağımız en bü­­yük başarı da Allah’ın rı­­za­­sı ve sevgisine mazhar ol­mak­tır. Böylece dünyada saa­de­ti, ahirette cenneti kazana­biliriz. Ancak bilmemiz gere­kir ki Allah’a güzelce kulluk edip şükredebilmemiz için Al­lah’ı tanımamız şarttır. Allah’ı tanımaya ‘marifetullah’ de­nir. İyi bir kul olmak ancak ma­­ri­­fe­tul­lahı elde etmekle müm­­kün­­dür. Ayarı bozuk bir te­raziyle doğru bir tartım yapa­ma­yacağımız gibi, bozuk bir inançla, marifetullah sahibi ol­madan iyi bir kul olmamız da mümkün değildir. “Salih bir amel ancak sahih bir itikatla mümkündür.” Mesela, Allah’ın sonsuz bir ada­let sahibi olduğunu, her hak sa­hibine hakkını vereceğini bi­len biri titizlikle adaleti gö­ze­tir. Allah’ın haksızlığa razı ol­madığına ve kullarının hakkını yerde bırakmayacağına iman eden biri kul hakkı yemez, ada­letli ve dürüst bir insan olur. Rabbinin sesini işittiğini, her türlü derdine derman yetiş­tir­di­ğini, sonsuz merhamet ve ih­san sahibi olduğunu bilen biri; el açıp Rabbine dua eder. Bü­tün ihtiyaçlarını yerine getirebi­le­cek, bütün kötülüklerden ken­­­­di­ni ko­ruyabilecek Kerim Rab­­bine sığınıp, tevekkül eder. Kor­ku­la­rı ve endişeleri ye­ri­ni fe­rah ve hu­zura bırakır. Şükre­den bir kul olur. Resul-i Ekrem’in (sav) dersiyle var­lıklardaki Allah’ın sanatını keş­feden, o varlıklarda güzel­li­ği­ni gösteren ve hükmünü ger­çek­leştiren Allah’ın isimlerini okuyan biri, her an Allah’ın hu­zurunda olduğunu fark eder. O huzurun edebine uygun hare­ket eder. İhlâslı ve takvalı bir kul olur. Yukarıdaki örneklerden de an­la­şı­lacağı gibi insan ancak Mari­fetullah’la, yani Allah’ı en güzel isimleri ve en yüce sıfatlarıyla tanımakla gerçek bir insan, sa­mimi bir kul, güzel bir ahlak sahibi olabilir. İşte bizim böyle bir marifetullahı kazanmamı­za vesile olan, Peygamberimiz (sav)’dir. Cevşen isimli dua­sında, Yüce Allah’ı, bin bir is­miyle bize tanıtmıştır. Hz. Âdem’den kıyamete kadar kim­se­nin erişemeyeceği yüksek bir marifetullah dersini bize ver­miştir. Onun sayesinde insanlar, Allah’ı hakiki olarak tanıyıp sevmişlerdir. Yüce Allah’ı bu kadar tanıması, elbette onun Allah’a en yakın kul olduğunu ispat eder. Anlaşılmaz Bir Kitap, Muallimsiz Olsa Manasız  Bir Kâğıttan İbaret Kalır Rabbimizi bize tarif eden üç bü­yük muarrif (tarif edici) vardır; Birincisi: Bir kitaba benzetebi­leceğimiz şu kâinattır. Bu kâi­nat kitabının tek bir sayfası olan yeryüzünde yaratılan her bir bitki ve hayvan türü de ay­rı bir kitaptır. Bir ağaç bir kelime, bir meyve bir harftir. Meyvenin çekirdeği o harfin noktası gibidir. O küçücük nok­tada koca ağacın programı yazılmıştır. İşte her bir harfin­de çok manalar ve hakikatler bulunan, bir noktasında ince kalemle mucize bir kitap ya­zılan bu kâinat, elbette bize ya­zarını tanıttırır ve tarif eder. Ancak bilinmelidir ki herkes bu kâinat kitabını doğru oku­yup, verdiği mesajları tam an­la­yamaz. İçindeki derin ve ince manaları çözemez. “Anlaşıl­maz bir kitap, muallimsiz ol­­sa manasız bir kâğıttan far­­kı kalmaz.” İşte bu kâi­nat kitabını en güzel şekil­de okuyan, Peygamber (sav)’dir. Kâinattaki olayların derinin­deki manaları bize ders verip öğreten başöğretmen O’dur. Kâinat onun nuruyla aydınlan­mış, manaları onun dersiyle anlaşılmıştır. Bizim ve kâinatın yaratılışındaki gayeler, mak­sat­lar onun Peygamberliğiyle ger­­­çek­­leşmiştir. Bu sebepten do­­layı; taştan, sudan, ağaçtan, hay­­vandan, insandan tutun ta aya, güneşe, yıldızlara kadar her varlık onun bir mucizesini gös­termesiyle peygamberimizi alkışlamış, vazifesini tebrik et­mişlerdir. Kur’an Peygamberimizin En Büyük Mucizesidir Rabbimizi bize tanıtan ikinci tarif edici Kur’an-ı Kerimdir. Kur’an kırk ayrı yönden mu­cize oluşuyla Allah’ın kelamı olduğunu ispat eder. Kendi ken­­­dine delil olur. Güneş dün­­­­ya­­­­­mız­dan bir mil­yon kat bü­­yük­­lük­te bir yıl­dızdır. Fa­kat gü­neşe olan uzak­lığımız, dün­­­ya­yı büyük, güneşi kü­çük görmemize sebep olur. An­­cak işinde uzman bilim adam­ları, yaptıkları ölçüm ve araş­tır­malarla güneşin dün­ya­mız­dan bir milyon kat daha büyük olduğunu ispatla­mışlar­dır. Öyle de Kur’an’a olan ma­nevi veya ilmi uzaklığımız, Kur’an’ın mucizeliğini, büyük­lüğünü anlamamıza engel ola­bilir. Kur’an’ı inceleyen âlim­ler ve bilim adamları ise ‘an­la­yan­lara’ Kur’an’ın pek çok yönden mucize olduğunu ve ancak Allah’ın konuşması ola­bileceğini kesin delillerle ispat etmişlerdir. Pek çok örneklerle açıklamışlardır. Kur’an, muci­ze­liğiyle Allah’ın ke­lamı ol­du­ğunu ispat ettiği gi­bi, onu teb­liğ eden Pey­gam­beri­mizin de Allah’ın elçisi olduğuna en büyük bir delil olur. En Büyük ve En Parlak Delil Rabbimizi bize tanıttıran üçün­cü tarif edici ise, Peygamberi­miz (sav)’dir. Peygamberimiz dün­yada dengi olmayan yüce ahlakı, üstün şahsiyetiyle bü­tün insanlara her zaman en güzel örnek olmuştur. Bugün Amerika’da üniversitelerde yük­sek lisans öğrencilerine Pey­gam­ber Efendimizin uygula­­ma­ları ders olarak okutulmak­ta­­dır. İslam toplumu onun sünne­tine uyduğu zamanlarda hem maddi hem de manevi olarak yükselmiştir. Ona uymakla dün­­­ya ve ahiret saadetini ka­zan­­mıştır. İslam tarihi buna şa­hittir. O en büyük kumandan, en adaletli idareci, en iyi öğretmen, en ihlâslı kul, en şefkatli aile reisi, en hayırlı komşu, en vefalı dost, en güzel arkadaş, en faydalı insan… Olarak bizlere hep şevk ve ilham vermiştir. Gerçek manada onu tanıyanlar ona hayran olup, aşk derecesinde bir sevgiyle ona bağlanmışlardır. Tarih boyunca ayrı ayrı meslek ve düşüncede binlerce insan, birçok yönden Peygamberimizi incelemiş, hepsi de farklı farklı delillerle aynı sonuca ulaşmıştır: “Muhammed (sav) Allah’ın elçisidir.” *** İslamiyet’ten önce kendi öz kı­zını canlı canlı toprağa gömecek kadar vahşi bir toplum onun davetine uymakla bir karınca­yı dahi incitmeyecek derecede mer­hamet kazanmıştır. Irkçılık fik­riyle haklı haksız demeden birbirini acımasızca katleden insanlar, ona olan imanlarının kazandırdığı kardeşlik hissiyle sıcacık, samimi dostlar olmuş­lardır. İçki, kumar, zina, hır­sızlık, faiz ve yalan gibi top­lumu mahveden pek çok zarar­lı alışkanlık onun terbiyesiyle yerini dürüstlük, adalet, yar­dımseverlik, iffet ve güzel ahlak gibi yüksek sıfatlara bırakmış­tır. Toplumu ve insanları yan­lış yönlendiren bozuk fikirler, batıl inançlar onun eğitimiyle yerini sağlam bir imana, yük­sek bir marifetullaha, nurlu bir hidayete bırakmıştır. Onun peygamberliğiyle medeniyet, ah­lak, saadet, adalet, hürmet ve mer­hamet, bilim, Allah sevgisi tüm âleme yayılmıştır. O Zat (sav), Allah’ın bize olan sonsuz sevgi, merhamet ve ya­kınlığını anlamamızı sağla­mış­­tır. Allah’ın bizi cennete da­­ve­tini haber vermiştir. Bu dün­­yada Allah’ın kıymetli mi­sa­fir­leri olduğumuzun farkına varmamıza vesile olmuştur. İn­sanlık Onunla gerçek kurtu­lu­şu, adaleti, saadeti, hakikati, rahmet ve teselliyi bulmuştur. O Zat (sav), bize yakıcı bir azap olabilen, bizlere sıkıntı veren, bizi korku ve elemlere giriftar eden ölüm, hastalık, musibet gibi hadiselerin arka­sındaki rahmet ve hikmet nur­larını gösterdi. İnananlar için ölümün Cennete açılan bir kapı, hastalığın sabun gibi gü­nahlardan temizlenmeye vesi­le, musibetlerin az zahmetlere karşılık büyük karlar kazan­dır­dığını müjdeledi. Küçük kardeşini veya evladını kaybeden biri, onun getirdiği ahirete iman müjdesiyle: “Be­nim küçük kardeşim veya sev­gi­li evladım cennetin bir kuşu oldu. Orada buradan daha mutlu ve huzurlu yaşıyor” diye teselliyi bulmuştur. Cennette evladına ve sevdiklerine kavu­şacağı ümidi onu o yakıcı azap­tan kurtarmıştır. Onun tebliğ ettiği Kur’an’ın ayetleri, getirdiği İslam’ın emir­leri insanları o derece derinden etkilemiştir ki adeta kömürü elmas yapmıştır. Buna Hz. Ömer’in İslam’dan önceki ve sonraki hali şahittir. Onun davetine icabet edip ona iman edenler, imanlarının derecesine göre öyle yükselmişlerdir ki, melekler bile, onun haki­ki üm­metini hayranlıkla alkışla­mış­lardır. Onun getirdiği iman ve Kur’an öyle şifalı, nurlu ve rahmetli bir iksirdir ki; akıllara istikamet, kalplere nur, ruha yükseliş, nefislere terbiye, vic­dana kuvvet ve hislere doğru yön vermiştir. Onun iksiriyle kıskançlık hayırda yarışmaya, inat hakta sebat etmeye, akıl hikmete, şehvet iffete, bencillik adalete, kibir tevazuya… Yerini bırakmıştır. Böylece insanlar cen­nete layık bir dereceye çıkmışlardır. *** Hz. Âdem’den günümüze ka­dar pek çok peygamber muci­ze­ler göstererek insanları Al­lah’ın yoluna davet etmişler ve ahiretten haber verip is­pat etmişlerdir. İsa (as) ve Mu­sa (as) gibi bütün o peygam­ber­lerin Allah’ın elçisi oldukları­nı ispat eden ne varsa (üstün ah­lakları, gösterdikleri mu­ci­ze­­­ler, ümmetlerine olan reh­­ber­­­lik­leri…) hepsi peygam­be­ri­­­mizde daha büyük, daha par­lak olarak mevcuttur. Öy­ley­se insanlık âleminde pey­gam­­berlik varsa, bütün pey­gam­­berlerden daha açık bir ke­sin­likle Hz. Muhammed (sav) Allah’ın peygamberidir. Çün­kü bir peygamberin özellik­leri ve vazifeleri en çok onda gö­rülmüştür. Bu hakikat sadece Müslümanlar tarafından dile getirilmemektedir. Aklın yolu birdir. Avrupa Kiliseler Birliğinin 10 Mart 1984 tarihinde Avus­tur­ya’nın St. Poelten kasa­ba­sındaki toplantısında: “Hıris­ti­yanlar Muhammed’i peygam­ber ola­rak görebilir mi?” sorusuna cevaben yayınladıkları (112 farklı kilisenin) ortak bildiride: “Hıristiyanlar Eski Ahit’in pey­gamber geleneğine saygı göstermelidir. O gelenek in­san­ları tek Allah’a ibadet için tövbeye çağırır. Muhammed’i sahte bir peygamber olarak nitelendirip bertaraf etmeye çalışmak adaletsizliktir. Bu itibarla Hıristiyanlar onu da peygamberlik geleneğinin bir parçası olarak tanımalıdır.” (Witness to God in Secular Europe Geneva 1984, s. 56) kararına varmışlardır. 2. Vatikan konsülünde ise (1965) 242 oya karşılık 1763 oyla Hıristiyan âleminin din adamları: “Kilise, hiç şüp­he­siz Müslümanlara saygı duymaktadır. Müslümanlar ya­şayan ve var olan, merha­metli ve her şeye gücü yeten, yerin ve göğün yaracısı olan ve insanlarla konuşan tek Allah’a ibadet ederler. Müs­lü­manlar yaratıcıyı tasdik ederler. Ve bizimle beraber, merhametli ve kıyamet gü­nün­de insanların hâkimi Al­lah’a ibadet ederler.” (Ric­hard Bennet “The Papacy and İslam; New Partnership with Müslims”) kararına imza at­mış­lardır. Bu ifadelerin Hıristiyan din adamlarının ortak görüşü­nü yansıtması manidardır. Yukarıdaki beyanlardan da anla­şı­lacağı gibi Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul edip, is­pat eden sadece İslam âlimleri değildir. O zatın peygamberlik delilleri o kadar kesin, o kadar açık, o kadar evrenseldir ki dost düşman herkes onun doğ­ruluğunu tasdik etmişlerdir. Ey Şanlı Arap! Aşk Olsun Sana, Adaletin Ta Kendisini Bulmuşsun Peygamberimizin ortaya koy­du­ğu şeriat ve kanunlar 15 asır boyunca İslam âlemini ada­let­le ve hakkaniyet üzere idare et­miştir. Ümmi bir insanın dün­yada bir misli yokken (ki hala yok!) medeni hukuktan ticaret hukukuna, insan haklarından miras hukukuna… Her alanda en mükemmel ve zaman ve zemin üstü bu kanunları yap­ması ancak en büyük bir mu­cizedir. Demek o şeriat, bütün zamanları ve mekânları bilen ve gören bir Zatın kanunları­dır. Peygamberimiz ise onun açıklayıcısıdır. Muhammed Yusuf Musa, Batı­lı hukukçuların 1938 yılının Ağustos ayında Lahey'de top­la­nan Çağdaş Hukuk Kon­fe­ransına katılan üyelerin İslam hukuku ile ilgili olarak oy birliği ile almış oldukları kararı şöyle nakletmektedir: İslam hukuku, yasama kay­nak­­larından birisidir. İslam hukuku, canlıdır ve ilerlemeye elverişlidir. İslam hukuku, başlı başına bir hukuk sistemidir ve hiç bir hukuktan mülhem değildir. Corci Zeydan, İslam Mede­ni­yeti Tarihi adlı eserinde İslam Hukuku ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Müslümanlar, kanuni hü­küm­­lerini Kur’an-ı Kerim ile Ha­dis-i Şeriflerden almışlar­dır. Müslümanların İslamiyet’in çı­kışından itibaren gerek Kur’an-ı Kerim’i ve gerek hadis-i şerifleri ezberlemeye ve öğrenmeye ne kadar önem verdiklerini daha önce gös­termiştik. Binaenaleyh o za­mandan sonra iki, üç asır geçmeden İslam kanun ve nizamları kemal mertebesine erişmiş ve fıkıh ilmi meydana gelmiştir. Fıkıh, dünyanın en yüksek kanuni hükümlerini kapsar. Müslümanlar nasıl sü­ratle dini kurup yaydılar ise, bunda / fıkıhta da öyle bir süratle muvaffak olmuşlardır.” 1789’da ilk defa neşredilecek olan İnsan Hakları Beyanna­mesini hazırlayan ilmi heyet, bütün Avrupa hukukunu ve din­lerini incelemiş, fa­kat ara­dıkları prensipleri bulama­mış­­lar­dır. Bu kez İslam Fık­hını incelemeye almışlar ve aradıklarını tam ve kâmil ma­nasıyla bulmuşlardır. 17 mad­deden ibaret olan bu ilk insan hakları beyannamesini hazırlayan heyette bulunan General Lafayette, İslam Hu­ku­kundaki zenginliği ve hür­riyeti görünce bu dinin yüce peygamberine karşı hayret ve takdirini tutamayarak: “Ey Şanlı Arap! Aşk olsun sa­na, adaletin ta kendini bul­muşsun”1 diye haykırmıştır. Biz kesin olarak inanıyoruz ki aklın ve bilimin hâkim olduğu bu yüzyılda cehalet karanlıkları, ön yargılar ve taassuplar orta­dan kalkacaktır. Her davasını akli ve nakli delillerle ispat eden, bilim ilerledikçe doğruluğu daha da anlaşılan İslamiyet en parlak şekilde dünyaya hâ­kim olacaktır. İnsanlık bilim­de, hukuk ve medeniyette, in­sanlık ve değerler eğitiminde ilerledikçe peygamberimizi doğ­­ru an­layacaktır. Ve ona hak­kı­nı tes­lim edecektir. Bu Al­lah’ın hak bir vaadidir. “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sâhibsiz olamaz. Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki nihâyet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer (Hâşiye) gāibden gelir gibi, kıymetdar, musanna‘ mallar dolu gelir. Burada dökülüyor, gidiyor. Nasıl sâhibsiz olur? Ve her yerde görünen i‘lânnâmeler ve beyânnâmeler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir?  Zülfikar Mecmuası, 6 Kaynaklar: 1- İslam Kültürünün Garbı Mede­nileştirmesi, Ahmet Gürkan, Gaye Matbaası, 2. Baskı, Ankara

Muhammed Said ARPACI 01 Temmuz
Konu resmiİlim Talebesi Olabilmek
İnsan

“Kim ilim için yola çıkarsa Allah ona cennete giden yolu kolaylaştırır. Melekler, hoşnutluklarından dolayı ilim talebesine kanatlarını serer. Sudaki balıklara varıncaya kadar yer ve gök ehli âlim kişinin bağışlanması için Allah’a yakarır. Âlimin, abide (ibadet edene) üstünlüğü, (parlaklık, görünürlük ve güzellik bakımından) ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Kuşkusuz âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak ne altın ne de gümüş bırakmışlardır; onların bıraktıkları yegâne miras ilimdir. Dolayısıyla kim onu alırsa büyük bir pay almış olur.” Hadis-i Şerif İlim, Peygamber Mirasıdır Kays b. Kesîr (ra) anlatıyor: Me­­­di­­ne’­den bir adam Dı­maşk’ ­ta (Şam) bulunan Ebu’d-Der­­­dâ’­nın (ra) yanına gel­di. Ebu’­d- Derdâ (ra) ona; “Kar­de­­şim, se­­ni bu­raya getiren ne­dir?” di­ye sor­­du. Adam; “Se­nin Re­sû­­lül­­­lah’tan (asm) naklet­ti­ği­ni öğ­­ren­­diğim bir hadis.” ce­va­­­bı­nı verdi. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ (ra) dedi ki; “Re­sû­­lüllah’ı (asm) şöyle derken işit­­tim: ‘Kim ilim için yola çı­karsa Allah ona cennete gi­den yolu kolaylaştırır. Melekler, hoş­­nut­­luklarından dolayı ilim ta­le­besine kanatlarını serer. S­u­­­daki balıklara varıncaya ka­dar yer ve gök ehli âlim kişi­nin bağışlanması için Al­lah’a yakarır. Âlimin, âbide (iba­det edene) üstünlüğü, (par­­lak­­lık, görünürlük ve gü­zel­lik bakımından) ayın di­ğer yıl­dız­­lara olan üstün­lü­ğü gi­bi­dir. Kuş­ku­suz âlimler pey­gam­ber­lerin vâ­ris­le­ridir. Pey­gam­berler miras olarak ne altın ne de gümüş bırakmış­lardır; on­ların bıraktıkları yegâne mi­ras ilim­dir. Dolayısıyla kim onu alırsa büyük bir pay almış olur.’” (Tir­mizî, İlim, 19) Bu Hadis-i Şerif’te de belirtil­diği üzere, ilim peygamberlerin mirasıdır. Ve ilme talip olan ve bu uğurda gayret sarf eden, dünyadaki en mühim işi yap­maktadır. Bu sebeple ilim için sarf edilen her şey değerlidir. Risâle-i Nûr Külliyâtı’ndan Ya­zı Mektubu’nda geçen şu Ha­dis-i Şerif de bu meseleye bir delil olmaktadır: “Mahşerde ule­mâ-yı hakikatin sarf ettikleri mü­rekkeb, şehîdlerin kanıyla muvazene edilir, o kıymet­te olur.” Yani ilim tahsilinde sarf edilen mürekkep, Cenâb-ı Hakk’ın katında şe­hîd­lerin ka­nıyla ay­nı kıy­mette ol­mak­­ta­dır. İlim tah­si­linde sarf edi­len her damla mü­rek­kep, mahşer gü­nünde sevap kefe­mizi çok cid­dî ma­nada doldura­caktır. Her gün binlerce günahla mu­hatap ol­du­ğu­muz ahir za­manda, se­vap ke­­femizi doldu­ra­­cak böyle bir ame­le çok ihti­ya­­cı­mız var. İlim Öğrenenler Öncelikli Resûlüllah (asm), gü­nün birin­de, mescitte iki gru­ba rastlamış ve “İki­si de hayır üzere­dir. Ama biri, di­ğe­rin­den daha üs­­tün­dür. Bir kıs­­mı Allah’a dua ediyor ve ondan bir şey is­ti­yor­lar. Allah onlara ister ve­rir, isterse vermez. Diğerleri ise, dini anlamaya ve ilim öğ­ren­me­ye çalışıyorlar ve bilmeye­ne öğretiyorlar. Bun­lar daha üstündür.” de­dik­ten sonra; “Şüp­­he yok ki, ben de sadece bir öğ­re­tici olarak gönderil­dim.” di­ye­rek ilim öğ­­­re­nenlerin yan­la­rı­na otur­­­muş­tur. (Dâ­ri­­mî, Mu­kad­dime, 32) Peygamber Efendimizin (asm) dini anlamaya, ilim öğrenmeye ve bilmeyenlere öğretmeye ça­lışanların yanına oturması, ilim tahsilinin kıymetini anlamamız açısından önemlidir. Hatta öy­le ki, dua ile Cenâb-ı Hak’tan bir şeyler talep etmekten da­hi daha faziletli bir iştir. Dua­nın ehemmiyetini ve ne kadar makbul olduğunu bilen biz­ler, ondan daha üstün olan amelin ilim tahsili olduğunu öğrenmiş oluyoruz böylece. Bu iki hayırlı işten imkânı olanın ilim tahsilini tercih etmesi de tavsiye ediliyor bir manada. Tabi sadece ilim tahsili değil, aynı zamanda öğrendiklerini bil­­me­­yenlere de öğretmek bu işin içine giriyor. Yoksa tah­sil ettiğimiz ilim sadece biz­de ka­lırsa, bu iş eksik olur. Bil­meyenlere öğretmek, hiçbir za­man geri planda olmamalı. Çün­kü ilim tahsilinin en önemli ayaklarından birini oluşturu­yor. Zaten ilim tahsilinde bir kaidedir ki, öğreten iki kere öğrenmiş olur. İlim Talebelerinin Öldükten Sonra da Sevap Defterleri Kapanmaz “Eski talebeliğim zamanında mev­­suk zatlardan, onlar da mü­him imamlardan naklederek işit­tim ki: Ciddî, müştak, hâlis ta­lebe-i ulûm, tahsilde iken vefat ettikleri zaman, berzahda aynı tahsil misali ve bir medrese-i maneviyede bulunuyor gibi, o âleme muvâfık bir vaziyet ih­san ediliyor diye, o zaman ta­lebe-i ulûm içinde çok defa medar-ı bahs oluyordu. Şimdi bu vakitte, talebe-i ulûmun en hâlisleri Risâle-i Nur talebeleri olduğundan, elbette merhum Mehmed Zühtü, Asım ve Lüt­fü gibi zatların vazifeleri de­­vam ediyor. Defter-i a’mâlleri­ne ha­­­­se­nat yazmak için, manevî ka­­lem­­leri inşallah işliyorlar. Ce­­nâb-ı Hakk’a hadsiz şükür edi­­yoruz ki, sizdeki fevkalâde gay­ret ve çalışmak matbaaya ih­­ti­yaç bırakmıyor. Bu defa gön­­der­diğiniz risaleler çok gü­zel, çok mükemmel, çok da lü­zumlu.” (Kastamonu Lahi­ka­sı, s. 327) Bedîüzzaman Hazretlerinin Kas­­­ta­­­monu Lahikasında bahset­tiği bu husustan anlıyoruz ki; ilim tahsili ömür boyu devam eder­se ve ilim tahsil eden kişi, tah­si­line devam ettiği bir süreç içinde vefat ederse şehidler zümresine girme ihtimali var. Çünkü Üstâd Hazretlerinin ifa­de ettiği gibi, kabir âleminde de bu dünyada yaşadığı haya­tın bir benzerini devam ettir­mek, şe­hid­lerin özelliklerindendir. İlim tah­siline devam eden, ya­ni mü­rekkep sarf etmeye de­vam eden kişi, öldüğü zaman bu ihsana kavuşabilir. Aynı zamanda ilim talebelerinin öl­dükten sonra sevap kapıları da kapanmadığı için arkalarında bıraktıkları ilimdaşlarının ka­lemleri onların hesabına da ça­lışmaya devam etmektedir. Risâle-i Nûr’dan İman-ı Tahkîkî İlmini Tahsil Etmek “…Risâle-i Nur’un şakirdlerini ta­lebe-i ulûm sınıfına dâhil edip Münker, Nekir suallerine Ri­sâle-i Nur’la cevap verdikleri­ni merhum kahraman şehîd Hâ­fız Ali’nin vefatıyla keşfeden ve hayatta olanlarımızın da yine Ri­sâle-i Nur’la cevab vermemizi rah­met-i İlâhiyeden dua ve ni­­yaz eden…” (Asâ-yı Mûsâ, s. 82) Bir çocuğun öğrenci olduğunu bize anlatan en önemli özelliği defterinin olmasıdır. Defteri ve kalemi olan, tahsil ettiği il­mi kalemiyle defterine yazar. Be­nim kitabım var, niye ay­nı şeyleri bir daha deftere ya­zı­yorum; demez. Öğretmeni ne anlattıysa deftere geçirir. Çün­kü öğrenmede en önemli metot yazarak çalışmadır. Aynen öyle de, iman-ı tahkiki ilmini tahsil eden birisi bu tahsil esnasında öğrendiklerini bir yandan yaz­malıdır. Üstelik yazma işini mü­­rek­keple yaparsa, Hadis’in müjdesine de nail olabilir. Açık­­lanan sebeplerle iman-ı tah­­­ki­ki ilmini Risâle-i Nur’dan tah­­sil etmek isteyenlerin, talebe ol­ma­larının birinci şartı, Risâle-i Nur’u mürekkeple yazmalarıdır. Ömür boyu devam edecek olan ve bu asırda en öncelikli ilim olan iman-ı tahkiki ilmini bu şekilde yazmak suretiyle devam ettirenler, ilim talebeliğinin şartlarını bihakkın yerine ge­tirmiş olacaklardır inşaallah.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmiDin Eğitiminde Dikkat Edilecek Bazı Hususlar
Eğitim

Bahsimiz öğreticilerin din eğitimini verirken nelere dikkat etmesi gerektiği... Şayet bu yazımızda çocuklarımıza din eğitimi verirken konu olarak işe nereden başlayıp nerede bitirileceğinin cevabını bekliyorsanız, yanıldığınızı daha şimdiden söylemek zorundayım. Zira ben bir ilahiyatçı değilim. Bir eğitimciyim. Dini konuların çocukların yaşlarına göre hangi ölçekte, ne şekilde ve ne kadar verileceği onların ihtisas alanı. Ben bir pedagog gözüyle ancak genel bir şablon çizebilirim. İçerisini doldurmak ise onların işi...  Din eğitimi bir realite... El­bet­­te bütün toplumlar kendi de­­ğer kıstasları ne ise o ölçüde ço­cuk­larını yetiştirmek isterler ve bu noktada ortaya belirli bir hedef ve vizyon koyarlar. Haddi za­tında dine karşı nötr olmak yahut ilgisiz kalmak, kişinin iç dünyasıyla örtüşen bir du­rum değildir. Bir yaratıcıya inan­­ma duygusu, kendisini te­pe­den tırnağa ateist gören bir in­sa­nın bile ruh derinlikte hep var­dır. O halde bir yaratıcı­nın var­lığı her toplumun ken­di inanç sistemi anlayışına göre an­latılacaksa elbette bir Müslü­man için “Ezel kadar eski, ebed kadar yeni” olan dinimizin an­latılması icap eder. Yalnız hâlâ ülkemizde din eği­timi verilip verilmeme mesele­si bazı kesimler tarafından bir tartışma konusu olmaktan kur­­tu­­lamamıştır. Bu tür ay­dın­la­rımızın dini eğitim ve­ril­me­­me­­­si noktasında temel­len­dir­dik­leri argüman genelde mealen şudur. “0-12 yaş arasındaki çocuklar somut düşünme döneminde ol­duklarından dolayı dini ritüel­leri / terimleri / olguları kavra­ya­­mazlar. Dolayısıyla çocuklara yapılan dini telkinler ileri de onların ruh sağlığını bozabilir. Öte taraftan çocuklara zorla ve rızası olmayan dini mevzuları öğretmek bir hak ihlalidir.” Hakikatte bu minvalde söyle­nen sözlerin doğruluk payı bu­lun­mamaktadır. Mesele bu yaş­taki çocuklara dinimizi öğret­memek değil, mesele dinimizin çocuklarımızın seviyesine gö­re nasıl ve ne şekilde doğ­ru öğ­re­te­bildiğimizdir. Tartışıl­ma­sı ge­­­re­­ken konu tam da bu ol­­ma­­­lı­­dır. Zira masum ço­cuk­ları, ka­dın­la­rı, yaşlıları öldür­mek, din adına intihar etmek, din adı­na kurulu bir saat gibi canlı bom­ba olup insanları pa­ram­parça etmek, din adına ken­di­sinden olmayan­la­ra hayat hak­kı tanımamak, din adına ya­şa­dığı ülkesini dâ­rü’l-harp gö­re­rek elektriğini, suyu­nu ka­çak kullanmak ve daha bu­na benzer ne kadar sapık gö­rüş varsa hepsi yanlış bir din eğitimin tezahürüdür. Zannediyorum dine mesafeli du­ran yahut dini bir veba gi­bi tehlikeli bulan insanların bilinçaltında yanlış öğre(n/t)ilen bir din anlayışı yatmakta­dır. Çözüm dini bir eğitim ver­memekten değil, aksine Kur’an ve Sünnet ışığında doğru bir dini eğitim vermekten ge­çer. Şimdi müsaadenizle çocuk­la­rı­mıza yanlış öğretilen inanç sis­te­mimizden birkaç misalin ilkini vermek istiyorum: Da­ha küçücük bir çocuğa “Na­maz kılmazsan cayır cayır ya­­nar­­sın, oruç tutmazsan ce­hen­­ne­me gi­dersin.” gibi korku­tucu ifadeler kullanmak on­lar­­da nor­mal ola­rak bir kay­gı oluş­tur­makla kal­maz, bel­ki ruh­sal yapılarını da bozulma­sı­na se­bebiyet verebilir. Dini bir eğitim verilmemesi­ni savunanların gerekçelendirdik­leri “çocukların somut dönemde oldukları” meselesine dönelim. Şayet somut dönemde olan çocuklara soyut konular öğ­re­ti­le­meyecekse o zaman bizim onlara birçok dersi de öğret­memiz icap eder. Mesela Ha­yat Bilgisindeki vatan sevgi­si, özgürlük, bağımsızlık, ah­lak, doğ­ruluk, dürüstlük, iyi­lik, ada­­­let, hoş­görü gibi da­ha bir­çok de­­ğeri nereye koyacağız? Ve na­­sıl öğretmemiz gerekecek? Yine Ma­­te­matikteki sayılar ve bir takım işlemlerde so­yut­tur. Fakat biz küçük öğren­ci­le­rimize ders verirken ko­nu­ları soyut diye bir tarafa at­mı­yor, somut örneklerle ak­la yak­laş­tırarak izah etmeye ça­lışı­yo­ruz. Örneğin 2 sayısını 2 el­ma göstererek; 4’ten 1 çıkıp 3 kaldığını yine bilinen somut nes­nelerden hareket ederek öğ­re­ti­yoruz. Burada temel espri, mücerret yeni ifadeyle soyut düşünmede olan çocuklara din eğitimi ve öğretimi somut (mü­şahhas) nesnelerden hareket­le verebilmektir. Şimdi genel bir çerçeve çizdikten sonra asıl mev­­zuumuza dönelim. Çocuk­ları­mıza dini eğitim verirken öğ­­reticilerin dikkat edeceği hu­suslar şunlardır: 1. Öğrenme Ortamı Öğrenenle öğretici (talebeyle ho­ca) arasında olumlu ya da olumsuz bir bağ kurmanın ilk eşiği öğrenme ortamıdır. Ço­cukların gönül dünyasını açan sihirli bir anahtar hükmünde olan öğrenme ortamı, aynı za­manda öğrencilerin / veli­lerin gi­dilecek olan mekân hakkın­daki ilk izlenimlerini oluşturur. O halde öğrenme ortamının na­sıl olması gerektiğini maddeler halinde sıralayalım. a) Kabul Edilebilir Bir Me­kân Olması Öğrenme alanını seçen bir eği­timci, özellikle kendisine şu so­­ruyu sorarak işe başlamalıdır. “Ben çocuğumun böyle bir evde / yurt­ta / okulda kalmasını ister miyim?” Şayet cevabımız ‘evet’ ise mekânın olabilirliğinden söz edebiliriz. Aksi takdirde yap­­tı­ğı­mız faaliyet daha işin ba­şında sekteye uğrayacaktır. O halde öğrenme alanı, -ge­nel ifa­deyle- gözümüzü ve gön­­lü­müzü doyuracak bir ni­telikte olmalıdır. Aşağıdaki saya­ca­ğı­­mız maddeler bize kabul edile­bilir bir mekânın bazı ipuçlarını verebilir. b) Öğrenme Ortamının Güve­nir­liği ve Ulaşım Kolaylığı İnsanlık günümüzde tarihin hiç­­bir döneminde olmadığı ka­­dar bir kültür yozlaşmasına, ah­­laki yozlaşmaya, şiddete, in­ti­­harlara, cinayetlere, uyuş­tu­ru­­cu­ya, suç örgütlerinin he­ge­monyasına, zul­­me, işkenceye, sanal âlemin çık­mazlarına ve daha sayamadı­ğımız birçok teh­­li­keye maruz kalmıştır. Bu teh­li­keleri bir ölçüde bertaraf edecek olan öğrenme ortamı­nın güvenirliği oldukça önem arz eder. Çocuklarımızın fiziki, psikolojik ve gelişim alanlarını olumsuz etkileyen ortamlardan uzak olmak, elbette çocuklara vereceğimiz eğitimin kalitesini artıracaktır. Güvenli bir or­tam­­­dan kastettiğimiz, özellik­le ço­cuk­la­rımızın fiziki ve psi­­­ko­­­lojik yönlerinin dik­ka­te alın­­­ma­sı­dır. Fiziki açı­dan bi­­­­na­­­­da­ki eşyaların sa­bit­len­me­­­­si, pen­ce­relerin sağ­lam ve ko­­­ru­­naklı olması, merdi­ven­­­lerde korkulukların ve kü­­peş­telerin bulunması, mer­­di­ven ba­sa­mak­larının algılana­bil­me­­­­si ve kayıp düşmeyi ön­le­mek için renkli kaymaz şerit­lerin ya­pıştırılması, elektrik kab­­­­lo­­ları­nın açıkta ol­maması, yangın merdiveni ve yangın tüp­­lerinin bulunması, ilk­yar­dım do­labının olması, mut­fak tüplerinin güvenliğinin sağ­lan­­ması gibi bazı faktörleri sa­ya­biliriz. Ayrıca binanın iç gü­venliğini sağladığımız gi­bi dış güveliği de bizim için son derece önemlidir. Eğitim ya­pılacak yerin çevresi meyha­ne, kahvehane, kıraathane, bar, elek­­tronik oyun merkezleri gibi yerlerden mümkün mertebe uzak bir yerde olmalıdır. Yi­ne trafik, gürültü ve hava kir­li­li­ği açısından problem oluş­tu­ra­cak yerler olmamalı, fa­kat aynı zamanda ulaşım ko­lay­lı­ğı sağlayabilecek yerler se­çil­­me­li­dir. Hâsılı ruhumuzu iğ­diş ede­cek mütecanis sesten / ko­ku­­dan / görüntüden uzak yer­ler tercih edilmelidir. Diğer ta­raf­tan düzenleyeceğimiz kurs­lar yatılı olsa bile, bir al­ter­na­tif olarak, gece kalmak iste­meyen çocuklar için ken­di imkânlarıy­la gidiş-dönüş ya­pabilmelerine imkân sağlanmalı ya da servis ayarlanmalıdır. Psikolojik açıdan güvenli bir or­tamdan kastımız, çocuk­ların ruhi / duygusal yanla­rıyla ilgilidir. Onlara sert davranıl­mamalı, uygun olmayan söz ve davranışlarda bulunulmamalı, bir takım fiziki ve duygusal özellikleriyle alay edilmemeli­dir. Misal çocuklarımızın ze­kâ­sıyla, saçıyla, boyuyla, kilo­suyla, konuşmasıyla, adıyla, gi­­yi­ni­şiyle uğraşılmamalıdır. Ay­­nı şekilde kursa gelen öğ­ren­ci­lerin bir birlerine zarar vermesine ve birbirlerini küçük düşürücü ifa­deler kullanmalarına müsaade etmemek de işin bir başka yö­nünü tamamlar. Yapacağımız kurs faaliyetinde her açıdan risk grubu oluşturabilecek çocuklar varsa, özellikle öğreticilerin bu çocuklar üzerine daha fazla yo­ğunlaşması, onlara görev ve sorumluluklar verilmesi, gere­ki­yorsa aileleriyle görüşmeler yapılması yerinde olacaktır. c) Öğrenme Alanı Ferah Olmalı Ders ortamının öğrenci sayı­sıyla orantılı olarak yeterli bir büyüklüğe sahip olması ge­rekir. Bu büyüklüğün ve bi­na­nın diğer kapı, pencere ve­saire özelliklerinin ne ölçüde ve nasıl olacağı yönünde bir fikir sahibi olmamız açısından özel kurumlar için referans kay­nağı olan Milli Eğitim Ba­kan­lığı Özel Barınma Hiz­met­leri Yönetmeliği ve Milli Eğitim Bakanlığı Standartlar Yönergesine müracaat edile­bi­lir. Hapishane ortamını an­dı­ran dar, basık, rutubetli, ışık­sız mekânlar olmamalı, müm­kün­se geniş bahçesi ve oyun alanı olan yerler tercih edilmelidir. Okullarımız mekân açısından genelde istenen şartları taşısa da ders noktasında oluşan men­fi bir algı nedeniyle psi­kolojik açıdan dini eğitim yer­leri için çok da uygun yerler olduğu­nu düşünmüyorum. Çocuk­la­rı­­mızın büyük bir kesiminin zih­nin­de okul, derslerin yoğun bir şekilde yapıldığı, notun teh­dit olarak kullanıldığı, ço­cukları canından bezdiren, on­­ları usandıran testlerin ha­va­­da uçuştuğu, sportif ve sa­nat­sal faaliyetlerin olmadığı me­kân­ların adı olarak anıl­mak­­ta­dır. Dolayısıyla böyle bir yerde verilecek olan dini eği­timde istenilen netice elde edilemeyebilir. Bu sebeple -el­deki imkânlar el veriyorsa- okul­ların dışında her türlü do­nanıma sahip binalar tercih edilmelidir. ç) Mekânlar ve İnsanlar Ne­zih ve Temiz Olmalı Eşyalar dağılmış tespih tanesi gibi her tarafa gelişigüzel saçıl­mamalı, özenle ve gerektiğinde rahatlıkla kullanılabilecek şe­kil­de yerleştirilmelidir. Kitap­lık­lar, çalışma masaları, kane­pe­ler ve mutfak eşyaları son derece düzgün ve temiz ol­ma­lı­dır. İnşaatta çalışan işçi mi­­sali çıkarılan pantolonlar, göm­­lek­ler kapının arkasına asıl­ma­ma­lı, çoraplar, havlu­lar ortalıkta sahipsiz gezinme­melidir. d) Eğitimde Kullanılacak Ma­ter­yaller, Araç- Gereçler Eğitim materyalleri, araç-ge­reç­le­ri her hangi bir karışıklığa ne­den olmamak için önceden hazırlanması gerekir. Defter ve kitabın dışında bilgisayarın, projeksiyonun, ışık ve ses dü­ze­yi iyi ayarlanmalıdır. Pro­jek­siyondan yansıtılan yazılar, her­kesin okuyabileceği tarzda bü­yük olmalı ve dikkat çekici resimlerle süslenmelidir. Ha­zır­la­nan slaytlar ilgiyi da­ğıt­ma­yacak derecede kısa olmalıdır. Zabıta memurlarının kullandı­ğı mikrofonlara benzer ne de­di­ği anlaşılmayan ses sis­tem­le­rinden uzak durulmalıdır. Ses cihazının tonu, ne çocukların kulağını tırmalayacak derece yüksek ne de duyulamayacak kadar az olmalıdır.  e) Sıcaklık Bulunduğunuz yer size ne çok sıcak ne de çok soğuk iz­le­ni­mi vermemelidir. Aşırı sı­caklık çocuklarda terlemeye, yor­gunluğa, bunalmaya sebep olurken, soğuk bir ortamsa dikkatlerin dağılmasına ya da has­ta olmalarına sebep ola­bi­lir. İyi bir eğitim orta­mı sağlanmamışsa ne öğretece­ği­nizin ve nasıl öğreteceğinizin çok fazla bir önemi yoktur. Hatta olumsuz bir öğrenme ortamı sadece o an için değil, daha ileriki süreçlerde de ço­cukların zihinsel ve ruhsal ya­pılarında tahribatlara bile yol açabilir, onları eğitim yu­valarından koparabilir. Arzu edi­len bir öğrenme ortamı ise, çocukların hem davranışlarını, hem de başarılarını olumlu yön­de etkileyecektir. Cheng, Hong Kong da altıncı sınıf öğrencisi olan 21.622 öğrenci üzerinde yapmış olduğu çalışmasında, “Sınıfın fiziki çevresinin öğrenci performansını arttırdığı”1 ifade etmiştir. Birinci maddedeki aşamalar ye­rine getirildikten sonra ister­seniz kabuktan öze -iç âleme- doğru bir yolculuğa başlayalım. Olumlu Öğrenme Oluş­tu­ra­bilecek Davranışlar Sergi­lemek Öğrencilerimizde oluşturdu­ğu­­­­muz ilk izlenim çok önem­li. Gi­­yi­­­mi­miz, kuşamı­mız, kullan­dı­­ğı­­mız dil hatta bakışlarımızın bile davranışlarımızla örtüş­me­sine dikkat etmemiz gerekir. Su­ret ve siret ilişkisi uyumlu olmalıdır. İkisi arasında oluşa­bilecek ters orantı arzu edilen başarıyı inkıtaa uğratır. “Suretin siretine şahittir/ Başka şahit aramak zaiddir.” Dış görünüşümüzün içimize ya da içimizin dışımıza ak­se­de­bileceği akıldan ırak tutul­mamalıdır. Öte taraftan sözle­rimiz kırıcı olmamalı, yanlış anlamaya mahal verecek ifade­lerden uzak durmalıyız. Bir zamanlar “Hatip, muha­ta­bın gölgesidir, ona göre uzar ya da kısalır.” diye bir söz duy­muştum. Dolayısıyla muhata­bımızın idrak ölçüsünü hesap ederek konuşmamız gerekir. En ufak olumsuz bir davranış insanların ruh dünyalarında tamiri mümkün olmayacak yaralar açabilir. Ragıp Paşa, “Bir kere dokunsan teline sâz-ı derûnun / Bin türlü nevâzişle dü­zelmez bozulunca” Sözünü boşuna söylememiştir. Gönül sazının teli bir kere kı­rıldı mı bin defada tamir et­seniz nafile… *** Şimdi misaller üzerinden gide­rek bir tahlilde bulunmak isti­yorum. İlki çocukluğumdan, di­ğeri ise bir arkadaşımın yaşa­dıklarından… On yaşlarındayım. Babam yaz tatilini değerlendirmemiz için kardeşimle beni yakınımızdaki bir camiye göndermişti. Gidi­şi­mizin ilk haftasıydı. Kar­de­şim Elifbada bir yeri okur­ken takılmıştı. Olanlar da bun­dan sonra olmuştu zaten. Ho­ca efendi, “Vay sen misin oku­ya­mayan!” diyerek on beş kiloluk kardeşimi (Şimdi maşallah ba­ya kilolu) benim ve diğer talebelerin gözü önünde ayak­larından tuttuğu gibi ters çe­virip balık gibi sallamaya baş­ladı. Hocamızın bir an de­lir­diği hissine kapılmıştım. Tek günahı birkaç harfi oku­ya­mamak olan kardeşimi bir taraftan sallıyor, diğer taraf­tansa ağzından köpükler sa­ça­rak bağırıp çağırıyordu. Abisi olmama rağmen ne yazık ki olanları izlemekten başka elim­den hiç bir şey gelmedi. Diğer çocuklar da korkudan sus pus olmuşlardı. Ne diyelim, demek ki talebelerin üzerindeki disip­linini böyle sağlamış oluyordu! Sözün burasında şunu söyle­mek isterim. Ey yöntem bil­meyen kızılcık sopalı hocam! Bilmem bu tavrınla nasıl bir tahribata yol açtığınızın far­kında mısınız? Size yol gös­terecek şu ayetten haberiniz var mı? “İşte Allah’tan bir rahmet iledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Hâlbuki kaba, katı kalpli olsaydın, elbette (onlar) etrafından dağılırlardı....”   2 Muh­­terem hocam, bilmem si­zin bu tavrınız yüzünden iyi ni­yet­­le bir şeyler öğrenmek için yanınıza gelen o masum ço­cuk­ların bir kısmı ya başka kul­varlarda geziniyorlarsa? Ya onlarda başka birilerinin kanı­na girmişlerse? Yol bilmez, iz bilmez aşktan mahrum hocam, lütfen söyleyiniz bunların ve­bali kime ait şimdi? *** Gözümün önünde gerçekle­şen bu olaydan dolayı nasıl bir travma yaşamışsam birkaç yıl Kur’an kursuna gidemedim. Kim bilir o tarihten sonra hangi şefkatli bir el elimden tuttu da kaldığım yerden okumama de­vam ettim. Bir diğer olayda şuydu: Arkadaşım yaz tatilinde çocu­ğunu bir kursa kayıt yaptır­mak için götürmüştü. Gittiği yerin hayalinde tasavvur et­ti­ği yerden oldukça uzak oldu­ğunu, oraya varınca ancak an­layabilmişti. Boyası dökülen eski bina rutubet kokuyordu. Basıktı, havasızdı. Çocukların kalacakları odalar ise hücre evleri gibi dapdardı. Bunlar yetmezmiş gibi odadaki da­ğı­nık­lık lisan-ı hâliyle, arka­daşıma, “Al çocuğunu buradan götür” diyordu. Ortalıkta ço­rap­lar, elbiseler, battaniyeler yü­züyordu sanki. Bu izbe yerin tek sevindirici tarafı, bü­tün olumsuzluklara rağmen ol­dukça fazla öğrenci gelmiş olmasıydı. Demek ki tercih edilen bir yerdi. Yalnız işin kötü tarafı, hangi yaştaki, han­gi seviyedeki çocuklarla kimin, nerede, nasıl ve ne şekilde il­gileneceğinin belirsizliğiydi. Bu­nunla ilgili öğrenci velile­rine en ufak bir bilgi dahi verilmemiş­ti. Neden sonra bir öğretici çı­kageldi. Genç adamın halin­den tecrübesiz olduğu anlaşılı­yordu. Kimi nereye ve nasıl yerleştireceği konusunda karar­sız ve telaşlı gözüküyordu. Sa­ğa, sola doğru koşuyor, kâh elini cebine koyuyor, kâh çıka­rıyordu. Sevgili arkadaşım bütün bun­ları hayra yormuş gençliğinin heyecanına vermişti. Sonra için­den zihnini rahatlatacak şu cümleler geçti. “Başarıya gi­den yol zorluktan geçer. / Gü­lü seven, dikenine katlanır. / Her nimetin bir nıkmeti var. / Önem­li olan mekân değil, me­kâ­nı güzelleştirenlerdir. / Oğ­lum burada kalırsa birçok arka­daşlıklar, dostluklar edinecek. / Sosyal becerileri gelişecek. / Ufak meseleelri büyütmeye gerek yok…” Değerli arkadaşım, nedense kü­çücük oğlunun “Al beni gö­tür.” diyen gözlerinden gözlerini ka­çırdı. O yaz, kursa yatılı ola­rak kaydını yaptırdı. Yalnız bu kayıt çok uzun sürmedi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra oğlundan bir telefon geldi: “Baba ne olur gel, artık dayana­mıyorum.” Bin bir umut ve şevkle geldiği kurs, arkadaşımın oğlu için ilk ve son olmuştu. Ondan sonra bir daha gitmedi. Babası ne vakit ağzını açacak olsa ço­cu­ğunun rengi değişiyor, göz­leri­ni kısarak adeta yal­varırcasına, “Ne olur beni gönderme” diyordu. Kaş yapayım diyen babası göz­den de olmuştu. Elbette bu tür münferit hadi­se­leri umuma teşmil edecek değiliz. Su-i misal, misal ka­bul edilmez. Yalnız tahrip bir infialdir, nerede duracağını kes­ti­remezseniz. Oyun çağında olan çocuklarımızın bilinçaltını olum­suz resimlerle / sözlerle / fiillerle doldurmamalıyız. Sev­dirmek en iyisi… Azze ve Celle şöyle buyuruyor3: “Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez.” Efendimiz de4 “Kolay­laştı­rınız, zorlaştırmayınız, müj­de­leyiniz, nefret ettirmeyiniz” de­­mektedir. Edindiğim tec­rü­bey­le şunu rahatlıkla ifade ede­bilirim ki, karşınıza yukarıda bahsettiğimiz olaylara benzer hadiseler her zaman çıkacaktır. Bu tür sosyolojik ve psikolojik travmaların oluşmaması için, söy­lediğini yaşantısıyla içselleş­tiren rol modellere / örnek şah­siyetlere ihtiyaç vardır. 3. Çocuklarımızı Bilgi Bom­bar­dı­manından Uzak Tut­malıyız Maalesef bu husus sadece di­ni eğitim verilen yerler için ge­çer­li değil. Okullarımızda da ay­nı manzaradan söz edebili­riz. Daha ilkokul sıralarında çocuklarımız testlerin, kuiz­lerin, imtihanların, not­ların taar­ruzuna uğramış bulun­mak­­tadırlar. Sanırsınız ki öğren­ci­lerimize bilgileri bir çırpıda öğrettiğimizde istenen başarı gelecektir. Başarının gelmediği hem ülke ölçeğinde hem de uluslararası ölçekte yapılan ya­rış­malarda / imtihanlarda gö­rül­mek­tedir. Sağlıklı bir nesil, an­cak mutlu bir çocuk­luk devresi geçirmekle mümkündür. Okul­­ları­mızda bu kadar yüklü bir ders programı içerisinde bu na­sıl mümkün olur, onu da sizlerin fehmine bırakıyorum. *** Konumuza dönecek olursak, çocuklarda dini sorular ağırlıklı olarak okul öncesi döneme rastlar. Fakat bu ilgi daha çok iptidaidir, sathidir. Dinin de­rin meselelerini merak etmez­ler. Do­layısıyla onların gönül dün­ya­sına hitap etmeyen ko­nu­lara pek girilmemelidir. Bun­­­lara kader, ruh, miraç, iti­­kâf, gusül gibi mevzuları sa­ya­­bi­li­riz. 6-12 yaştaki çocuk­lar so­mut dönemde olduk­ları için hadiselere kendi pen­cere­lerin­den bakarlar. Örneğin çocukların birçoğu Al­lah’ı bizim gibi bir insan olarak tasavvur eder. Hatta can­lı-cansız başka varlıklara da benzettikleri olabilir. Bu du­rum gayet tabidir. Araştırma­lar da bunu göstermektedir. “Al­lah ba­balarından, dedelerinden ve­ya görüp tanıdıkları bütün in­san­lardan çok daha büyük bir insan gibidir.”5 Bazen de, gökyüzünde oturan “aksakallı bir dede” olarak düşünürler. Hat­­ta bazen gördükleri en uzun boy­­lu ağaçtan veya minareden ya­­hut yüksek dağlardan da bü­­yük olarak tasavvur edebi­lir­ler.”   6 Çocukların Allah’ın var­­lığını tanımadaki mihenk öl­­çü­leri gördüğü, duyduğu, do­kunduğu, tattığı, kokladığı her şeydir. Yalnız çocukların zi­hin­lerinde fıtri olarak var olan insanlara iyilik eden, ko­ruyup gözeten Allah sevgisini baltalayacak cümlelerden sa­kın­mak gerekir. “Susmazsan dok­­­tor sana iğne yapacak, po­lisler seni alıp götürecek” gibi yanlış cümleler Allah için kul­lanılmamalıdır. Ceza verici, in­sanları cehennemde yakan bir varlık olarak tanıtılan Allah’ tan hiçbir çocuk hoşnut ol­maz. Ya­­pıl­ması gereken Cenab-ı Hakkın merhamet ve şefkat yö­nünün öne çıkarılmasıdır. Bü­­tün varlıkları besleyen, bü­yü­­ten onlara hem dünyada hem ahirette nimetler veren bir Rabbi tanıtalım. Cennetteki güzellikleri anlatalım. Yaratıcının neye benzediğini sor­gulayan çocukların merak ettiği bir başka husus da Al­lah’ın niçin görünmediğidir. Bu noktada çocuklara sadece Allah’ın özelliklerini anlatan surelerden (ihlas suresi) birini okuyarak sorunu çözemeyiz. So­mut öğrenme dönemde ol­duk­ları için Allah’ın niçin gö­rünmediğini çocuklara gör­­dü­ğü, bildiği varlıklardan ha­­re­ket ederek öğretmeye ça­lış­ma­mız gerekir. İzlediğim kısa bir film­de Allah’ın niçin görünmediği özetle şöyle an­latılıyordu:7 “Ço­cuklar elimizde bir çay var. Bu çay şeker katılmadığı haliyle nasıldır? Öğrencilerin her biri farklı cevaplar verir. Kimisi tat­sız, kimisi acı, kimisi şekersiz, kimisi garip bir tadı olduğunu, kimisi de tadının nasıl olduğunu bilmediği söyleyerek değişik ce­vaplar verirler. Peki, çocuklar şimdi elimde gördüğünüz şeker­leri çayın içine atıyorum. Kaç şeker attım? İki şeker. Şimdi de attığım şekerleri çayın içinde güzelce bir karıştıralım. Peki, az önce gördüğümüz şekerler nerde? Çocuklar hep bir ağızdan çayın içinde olduğunu, fakat görünmediğini söylerler. Peki, ça­yın tadı sizce nasıl olmuştur? Tatlı olmuştur. İçindeki şeker görünmediği halde çayın tat­lı olduğunu söylediniz. Demek ki çaya tadını veren işte o görün­meyen şekerdi. O halde sevgili çocuklar, bir şeye inanmak için illaki onu görmemiz gerekmiyor. Bizler Allah’ı görmüyoruz. Ama onun her yerde olduğunu ve bizi gördüğünü, yarattığı her eserinden anlayabiliyoruz. Yal­nız unutmayalım Allah’ı dün­yada göremesek de inşallah cen­nette göreceğiz.” Akla yakınlaştırılan bu tür öğ­renmeler daha kalıcı olabil­mek­tedir. Buna benzer birçok deneyle, drama ile ya da hikâye yoluyla Allah’ın varlığı pekâlâ anlatılabilir. Çocuk deyip geç­memek lazım; bunun için ön­cesinden ciddi bir araştırma ve dokümantasyon elde ederek ha­zırlıklarımızı yapmamız gerekir. 4. Oyun Yöntemi ile Öğretmek Aksiyon neredeyse lezzet ora­da diyorum. Yetişkinler gi­bi olmayan çocuklarımızı uzun süre hareketsiz bir yer­de tu­ta­mazsınız. Kaldı ki biz ye­tiş­kinlerin bile 10-15 daki­ka­­dan sonra dikkatleri dağılabil­mek­tedir. Bu yüzden zamanı ye­rin­de kullanabilmek için ön­ce­sinden hazırlık yapılmalı, an­la­tacağımız her mesele ile ilgili yaparak yaşayarak öğre­ne­bileceği görme / işitme / do­kunmaya yönelik etkinlikler / materyaller düzenlenmelidir. Bu, yerine göre bir piyes, bir dra­­ma yahut da oyunlaştırılarak ya­­pı­­lan bir deney olabilir. Tıp­kı yu­karıda verdiğimiz çay ör­ne­ğindeki gibi örnekler son de­re­ce çarpıcı sonuçlar ortaya ko­ya­bilir. Ayrıca kendimizde bir beyin fırtınası yaptığımızda emin olun zihnimizden birçok il­ginç fi­­kir geçecektir. Çocuklar, için­de oyun olmayan hiçbir ko­nu­ya gö­nül­lerini açmaz­lar. Oyu­nun dı­şında yaz kurs­ların­da ço­cuk­ların hoşuna gi­­de­­cek spor, re­sim, müzik, sat­­ranç, ebru, ya­rış­ma, gezi vb. etkinlikler yap­tı­rıl­ma­lıdır. Belki size abartılı gelecek ama bu tür faaliyetler kurstaki prog­ramın en az %50’sini oluş­­tur­malıdır. Zira amaç ço­cuk­ları bilgiye boğmak değil, eğitmek ve olumlu dav­ra­nışlar kazanmasına yar­dım­cı ola­bi­le­cek faaliyetler yaptır­mak­tır. Yazımızın sonunda eğitimci kar­­­deşlerime iki teklif sun­mak istiyorum. Birincisi, yapa­ca­ğı­nız kursun fayda ve zarar ana­to­misini çıkaracak olan şi­­­kâ­yet ve öneri kutucukları oluş­­tur­ma­lıyız. Böylece hata­lar varsa daha programın ba­şın­da mü­dahale edilmiş ola­cak. Bir di­ğe­ri de programın so­nunda mem­nuniyet anketi düzen­le­ye­rek yaptığınız işin olumlu, olum­suz yönlerini gör­me şan­sını yakalayabilirsiniz. Gayret bizden tevfik Allah’tan… Kaynaklar: 1- ULUDAĞ Zekeriya Doç. Dr. ODA­CI Hatice, Öğretim Görevlisi, Eğitim Öğretim Faaliyetlerinde Fiziksel Mekân 2- Âli İmrân, 1593- Kur’an’ı Kerim Bakara Suresi, 2/185 2- Hac, 784- Buhari sahih, ilim b,11,cihad 164.5- Yörükoğlu, Atalay, Çocuk Ruh Sağ­­lı­­ğı, Ankara, 1980, III. Baskı, sh. 10                   6- Mualla, Çocuğun Eğitiminde Dinî Motifler, T. Diyanet Vakfı Yay. Ankara, 1990, sh. 70-77- https://www.youtube.com/watch?v=7VJL_U2LMUI

Necati İLMEN 01 Temmuz
Konu resmiAllah (cc) Hakkında Şüphe Edilmez
İtikad

قَالَتْ رُسُلُهُمْ أَفِي اللّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالأَرْضِ يَدْعُوكُمْ لِيَغْفِرَ لَكُم مِّن ذُنُوبِكُمْ وَيُؤَخِّرَكُمْ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى “Peygamberleri dediler ki: Gök­leri ve yeri yaratan Allah hak­kında şübhe olur mu? (O,) gü­nahlarınızın bir kısmını si­zin için bağışlamak ve sizi(n ecelinizi) belirli bir vakte kadar ertelemek için sizi (îmâna) da­vet ediyor (ta o vakte kadar size mühlet veriyor).”1 Bu ayet-i kerime Cenab-ı Hak hakkında şüphe olur mu de­mekle, onun varlığı ve birliği hu­susunda kesinlikle şüphe edi­lemeyeceğini ifade ediyor. Bu hakikati, Rabbimizin inaye­tine istinaden bir nebze izah etmeye çalışacağız. Evet, nasıl ki bir eser müessi­ri­ni yani o eseri ortaya koyan us­tasını gösterir, öyle de o eserin üzerindeki mükemmellik ve gü­­zel­­lik ve kullanılan malze­me­ler de ustasının ne kadar mü­­kem­mel olduğunu ve onda kul­­la­nılan malzemelere de sa­hip olduğunu gayet açık bir tarz­da aklı olanlara bildirir. Ve bu mü­kemmellik ve güzel­lik de o eseri netice veren fiil denilen işin mükemmelliğini, fiil ve işin mükemmelliği ise fail denilen ismin yani ustasının ne derece mükemmel olduğunu, is­min mükemmelliği ise sıfatın yani failde bulunan yap­mak özel­liğinin ne kadar mükem­mel ol­­du­ğunu gayet açık olarak gös­­terir. Şüphesiz sıfatın mü­kemmelliği de istidadın yani o işi yapan zat­­­ta mükemmel bir yetenek ve ka­biliyetin bu­lun­duğunu, is­ti­dadın mükem­melliği ise o is­ti­da­da sahip zatın ne derece mü­kem­­mel bir zat olduğunu ga­yet kat’i bir surette gösterip is­bat eder. Öyle de bu kâinat ve içindeki her bir varlık, Cenab-ı Hakk’ın kud­retinin mucize ile yarat­tığı gayet mü­kem­­­mel ve gü­­­­zel ve çok ih­­­sanlara maz­har birer eser­dir. Mesela: Bir insana bak­tı­ğı­mızda Cenab-ı Hakk’ın kud­­retinin bir mucizesi olarak her yönüyle gayet mükemmel bir eser olduğunu görüyoruz. Şüp­hesiz bu eser, kendi varlığı ve mükemmelliği ve güzelliği ve kendisine ihsan edilen aza ve cihazlarıyla o eseri yapan ve or­taya koyan gayet mükemmel, güzel ve her türlü iyilikte bu­lunan bir fiilin var olduğunu açıkça gös­­­te­rip is­pat eder. O mü­­­­­kem­­­­mel olan fiil ve iş ise son de­re­ce mü­­kem­­mel, güzel ve ih­san-perver olan fail de­nilen ismin yani yapan ustanın varlığına delil olur. O sonsuz de­re­cede mü­kem­mel olan fail de o ustanın mü­kemmel, güzel ve bolca ik­ramda bulunan sı­fatlarını ya­ni o işi yapabile­cek nitelik ve özelliklerini gayet açık bir şe­kilde gösterip ortaya koyar. O mükemmel sıfatlar ise o sı­fatlara sahip olan zatın şuu­natının yani her şeyi yapa­bil­­me yeteneğinin ne kadar mü­­­kemmel, güzel ve nihayet de­­­recede cömertliğe sahip ol­duk­larını apaçık gösterip is­pat eder. O mukaddes olan şuunat ise, on­lara sa­hip olan Zat-ı Zül­ce­lal’in son­suz de­­­­­­­re­­ce mü­kem­mel­­­­­lik, gü­­zel­lik ve ih­­­san sa­hi­bi olduğu­nu bütün var­­­lık­­larla birlikte ilan edip gös­­­teriyor. Evet, insan; rızk, hayat, gör­­mek ve işitmek gibi malzeme­ler­den yaratılmıştır. Yani Ce­nab-ı Hak, kudretinin ortaya koyduğu fiiller ile bu aza ve cihazları bir araya getirerek bu koca kâinatın bir numunesi ve fihristi hükmündeki en mü­kemmel bir eser olan insanı yaratmıştır.  O fiiller ise Hâlık-ı Rez­zak, Muhyî, Basîr, Semî’ isim­lerin­den gelir. Bu isimler de Halk, Hayat, Basar ve Se’m sıfatları­nın neticeleridir. O sıfatların kaynakları da şuunat-ı İlahi­ye denilen her şeyi yapma, bil­me gibi yeteneklerin neticesidir. Şuu­nat da zat-ı İlahi’den kay­naklanır. Demek eserin mükemmel ol­ması; bütün fiillerin, isim­lerin, sı­fatların, şuunatın mükem­mel­­­likleriyle birlikte onların men­­baı olan zat-ı Zülcelal’in de son­suz mükemmellik, güzellik ve ih­san sahibi olduğunu kör olan­­lara dahi gösterip ispat eder. Evet, Cenab-ı Hak kendisine ait isim ve sıfatlar gibi bütün bu saydığımız özelliklerle koca kâinatı yarattığı gibi kâinatın bir meyvesi ve fihristi olan in­sanı da hatta kâinatın en küçük bir parçası olan atomu da yi­ne zatına ait aynı özelliklerle yaratıp ortaya koymuştur. Zira bir atomdaki sistem, gü­neş sisteminden geri olmadığı gibi, güneş sistemi de âlemde­ki sistemden farklı değildir. Bü­tün âlemi yaratamayan bir zat bir atomu da yaratamaz. Nasıl ki bir çekirdek büyü­se ağaç olur, ağaç da küçülse çe­­kir­­dek olur. Öyle de insan, kâi­natın bir fihristi ve çekirde­ği­dir. Ve insanın üzerindeki sa­­nat, kâinat üzerindeki sanat­tan geri değildir. Öylesine ki in­san büyüse âlem olur, âlem dahi küçülse insan olur. De­mek bütün âlemi bütün ec­zasıyla yaratamayan bir zat, küçültülmüş bir âlem olan insanı da icat edemez. Görüldüğü gibi bu âlem bö­lünmeyi parçalanmayı kabul etmiyor. Öyle ise âlemin bir­liği ve bütünlüğü, âlemin bü­yüklüğü ve genişliği nispetinde gayet katiyetle o âlemi yaratan zatın hem varlığını hem de bir­liğini ispat eden bir delildir. Âlemin varlığını inkâr edeme­yen bir insan, onu yaratan Ha­lık-ı Zülcelal’ini de inkâr ede­mez. Şüphesiz onu bulan her şeyi bulur, onu kaybeden her şeyi kaybeder zira mülk umu­men onundur. Rabbim bizleri kendini bulan kullarından eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- İbrâhîm, 10.

Zakir ÇETİN 01 Temmuz
Konu resmiYaşasın Tatil Başlıyor!
Eğitim

Kıymetli İrfan Mektebi okuyucuları! Bir okul dönemi daha nihayete erdi. Şimdi tatil dönemi başlıyor. Burada dikkat çekmek istediğim bir konu var. Evet, çocukların en ihtiyaç duyduğu şey oyundur. Oyun çocukların en fıtri ihtiyacıdır. Onlara bu imkânı vermek durumundayız. Fakat bunu şöyle de yapabiliriz. Bu söyleyeceklerim okul dönemi için de geçerli olmakla birlikte geldiğimiz noktadan bakacak olursak, yaz dönemini çocuklarımız için eğlenceli bir öğrenme dönemine dönüştürebiliriz. Yani bu tarzda Yaz Kampı, Yaz Okulları, Yaz Kursları adı altında keyfiyetini haiz olarak eğitim veren yerlere evladımızı verebiliriz. Çocuğumun devam ettiği okul erkek çocuklar için de normal okul devam etmekle birlikte hafızlık eğitimi de verme kararı aldı. Dönemin son üç ayında temel eğitimler almaya başladı çocuklar. Yaz tatilinde ise 7 haftalık bir eğitim planladılar. Çocuklar hevesli. Hoca gayretli. Program güzel. Çocukların oyun ihtiyacını karşılayacak her şey var. Hal böyle olunca bize sadece teşvik etmek ve dua etmek kaldı/kalıyor. Bunları şunun için anlattım. Çocuklar zaten bir şekilde yorularak ve sırf imtihan odaklı eğitim yaklaşımıyla çok da hazzetmeyerek gittikleri bir dönem geçiriyorlar. Tatil deyince de her şeyi bırakıveriyorlar. Hâlbuki üç beş gün geçince de sıkılmaya başlıyorlar. Bu durum hem çocuklar hem de ebeveynler için probleme dönüşebiliyor. O zaman yaz tatilini iyi planlamak gerekmektedir. Aile olarak vakit geçireceğimiz zamanlar muhakkak olmalıdır. Eğlenceli bir eğitim dönemi de olmazsa olmazlardandır. Bu konuda zaten tembelliğe meyilli nefislerimize fırsat vermeyelim. Hep beraber kararlı duralım. Ki çocuklarımız maddi-manevi gelişim dönemlerini verimli geçirebilsinler. Gelini bu noktada 2. Mahmud Hana kulak verelim. Memleketin dört bir tarafına gönderdiği fermanda ne demiş, bakalım: “Dinî vecibeleri öğretmek ve seçeceği mesleğin bilgilerine sahip kılmak babaların çocuklarına karşı ilk vazifesidir. Ne yazık ki, bir zamandan beri birçok ana ve baba bunu unutarak, çocuklarını daha beş-altı yaşında kazanç hırsı ile sanat sahiplerinin yanına çırak olarak veriyorlar veya başıboş bırakıyorlar. Çocukluk çağında cahil kalanlar ise, bulûğ çağlarında hem kendileri için, hem de memleket için dert oluyorlar. Bu, iki dünyada cezayı gerektiren bir ihmaldir. Sizlere emrediyorum ki, bu ferman elinize değdiği anda, bölgenizde 6 yaşını bitirmiş ne kadar çocuk varsa bunları tespit ediniz! Mevcut mahalle mektepleri yetmiyorsa bina ve hoca bularak mektepsiz çocuk bırakmayınız! Mektep çağında olduğu hâlde bu çocukları yanlarına alıp çalıştıranların şiddetle cezalandırılacaklarını ilân ediniz! Anasız ve babasız olanlarla, okumaya gücü yetmeyenlerin tahsilini devletin temin edeceğini ilân ediniz!”

Metin UÇAR 01 Temmuz
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Has Ahır Osmanlı sarayında, Padişah ve yakın hizmetinde bulunan kimselerin atlarının bulunduğu ahırlara Has Ahır denilmiştir. Saray ahırı, Istabl-ı Hümayun, Istabl-ı Şehinşahî, Istabl-ı Has gibi tabirler de bu manada kullanılmıştır. Istabl-ı Âmirenin başında bulunan kimseye emîr-i âhûr veya imrahor denilirdi. Sonradan İmrahora Istabl-ı Âmire müdürü denilmiştir. Topkapı Sarayı’ndaki Istabl-ı Hasda Padişaha ait atların sayısı 900 olup, hepsinin takımları sanatkârlarca yapılmıştı. Bunlardan 40’ı bütün şecereleri mazbut dünyanın en değerli atlarıydı. 300-400 kadar da koşu atı vardı. Bunlar binek hayvanlarından farklı bir eğitimle yetiştirilirlerdi. Bu atlara ancak Padişahın yakın hizmetinde bulunanlar binebilirdi. Istabl-ı Âmiredeki vazifeli seyisler ve zabitlerin sayısının zaman zaman 2000’e kadar ulaştığı olurdu. Ayrıca Padişah atlarının koşumlarını yapan 300 kadar saraç, yine bu atları nallayan 300 kadar nalbantın vazife yaptığı zamanlar olmuştur. Has Ahır, günümüzde İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi olarak kullanılmaktadır. İbn-i Dakîku’l-îd (ra) 30 Temmuz 1228 tarihinde anne ve babasının hac yolculuğu sırasında Yenbu‘ sahilinde seyreden bir gemide doğdu. Babasının dedesi Mutî‘in bir bayram günü giydiği çok beyaz elbiseyi görenlerin “bayram unu (dakîku’l-îd) gibi” demeleri üzerine bu tabir kendisine lakap olmuştur. Memleketi olan Mısır’ın Saîd bölgesindeki Kûs şehrinde büyüdü. İlk tahsilini burada yaptı. Daha genç yaşta iken Mâlikî ve Şâfiî mezheplerinde fetva verecek derecede fıkıhta derinleşti; ayrıca hadis, tefsir, kelâm, Arap dili ve edebiyatında bilgi sahibi oldu. Öğretim faaliyetine Kûs’ta Necîbiyye Medresesi’nde başlayan İbn Dakîkul‘îd, daha sonra kendisi için kurulan ve Sâbıkıyye Medresesi diye anılan dârülhadiste ders verdi, birçok talebe yetiştirdi ve şöhreti yayıldı. İbn Dakîkul‘îd uzun süre öğretim ve telifle meşgul olarak yönetimden ve idarî görevlerden uzak kaldı. İleri bir yaşta Şâfiî kâdılkudâtlığına getirildi (24 Mart 1296). Aklî ve naklî ilimlere olan derin vukufu yanında ahlâk ve yaşayışıyla da örnek olan İbn Dakîkul‘îd kaynaklarda “şeyhülislâm, hüccetülislâm” gibi sıfatlarla anılmakta, hadis hâfızı ve müctehid olduğu belirtilmektedir. Takıyyüddin es-Sübkî onun hakkında “mutlak müctehid” tabirini kullanmakta Hicrî 7. yüzyılın başında gönderilen müceddidlerden olduğu konusunda hocalarının görüş birliği içinde bulunduğunu kaydetmektedir. 5 Ekim 1302’de Kahire’de vefat etti ve Mukattam dağı eteğinde toprağa verildi. Hz. Ömer (ra) önce ailesini sakındırırdı Abdullah bin Ömer (ra) anlatıyor: Babam Ömer (ra), halkın bir şeyi yapmamasını, ondan ger, durmasını isteyeceği zaman onu önce ailesinden ister, onlarda tatbik eder ve şöyle derdi: “Kesinlikle hiçbirinizin, yasakladığım bu şeyleri yaptığını duymayayım. Aksi takdirde bunun cezasını size kat kat uygularım.” (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, 3/289) 14 Temmuz 678 Hz. Âişe (ra) vefat etti Ezvâc-ı Tâhirât’dan olan Hz. Aişe (ra), Bi’set’in 4. senesinde Mekke’de dünyaya gelmiştir. Hz. Ebu Bekir’in (ra) kızıdır. Peygamber Efendimiz (asm) ile nikâhı Hicret’den önce Mekke’de kıyılmıştır. Babası Resûl-i Ekrem (asm) ile daha önce Hicret ettiği için aynı yıl (622) annesi, ağabeyi Abdullah, kız kardeşi Esma, Peygamber Efendimizin (asm) hanımı Sevde, kızları Fâtıma ve Ümmü Gülsüm ile birlikte Medine’ye hicret etti. Hicretin 2. yılı Şevval ayında Peygamber Efendimizle (asm) evlendi. Peygamber Efendimiz (asm) Hicretin 11. yılı Safer ayının (Mayıs 632) son haftasında rahatsızlanınca, diğer hanımlarının iznini alarak Hz. Âişe’nin (ra) odasına geçti ve mübarek başı onun kucağında olduğu halde vefat etti ve onun odasına defnedildi. On sekiz yaşında dul kalan Hz. Âişe (ra), Peygamber hanımlarının başkalarıyla evlenmelerini yasaklayan Kur’an hükmüne uyarak bir daha evlenmedi. Peygamber Efendimizden (asm) sonra kırk yedi yıl daha yaşadı ve altmış beş (veya atmış altı) yaşında iken 17 Ramazan 58 (14 Temmuz 678) Çarşamba gecesi, vitir namazını kıldıktan sonra Medine’de vefat etti. Ölümü Medine’de büyük bir üzüntüyle karşılanmış, cenazesi aynı gece kaldırılmıştır. Kadınlar da dâhil olmak üzere Medine ve civarındaki bölgelerde yaşayan bütün halk geceleyin Cennetü’l-Bakî‘a gelmiş, cenaze namazı mezarlığın ortasında Medine vali vekili Ebû Hüreyre (ra) tarafından kıldırılmış, vasiyeti üzerine Bakî‘a defnedilmiştir. Onu kabre erkek ve kız kardeşlerinin çocukları (Kasım b. Muhammed, Abdullah b. Abdurrahman, Abdullah b. Muhammed b. Abdurrahman, Urve b. Zübeyr ve Abdullah b. Zübeyr) koymuşlardır. 24 Temmuz 1908 2. Meşrutiyet’in İlanı Meclis-i Mebusan’ın 13 Şubat 1878’de süresiz tatil edilmesiyle birlikte, 1. Meşrutiyet dönemi sona ermişti. Meşrutî idare taraftarları 1878 sonrasında rejime yönelik muhalefete katılmışlar, 1895’ten itibaren hız kazanan Jön Türk hareketi de esas olarak Meşrutiyet’in yeniden uygulamaya konmasını talep etmişlerdir. Sultan 2. Abdülhamid, Jön Türkler tarafından 1908 senesinde çıkartılan ve önlenemeyen silahlı ayaklanma karşısında 40 gün kadar dayandı. 24 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanını kabul etmek zorunda kaldı. Sultan 2. Abdülhamid, kapalı bulunan meclisi yeniden toplama kararı aldı. Mebus seçimlerinin yeniden yapılması kararlaştırıldı. Seçimler yapıldı ve Meclis-i Mebusan 17 Aralık 1908'de açıldı. 28 Temmuz 1402 Ankara Savaşı İran’a hâkim olan Emir Timur, Büyük Selçukluların ve İlhanlıların vârisi olmak iddiasıyla Anadolu üzerinde hâkimiyet kurmak istiyordu. Sultan Bayezid ise Selçukluların mirasçısı sıfatıyla Anadolu’da birliği sağlamak düşüncesindeydi. Ancak Timur, başlangıçta gazânın liderliğini elinde tutan Sultan Bayezid’e karşı harekete geçmekte tereddüt etti. Sultan Bayezid’e karşı koyan ve kaçıp kendisine sığınan Anadolu beylerini iyi karşıladı. Buna mukabil Sultan Bayezid de Timur’un düşmanları Sultan Ahmed Celâyir ve Kara Yusuf’u korudu, onları kendi hizmetine aldı. Bu durum Timur’u çok kızdırdı. Anadolu’ya yürüyüp Erzincan’a geldi ve Erzincan Emîri Mutahharten tarafından karşılandı. Ardından Osmanlılara ait Sivas Kalesi’ni kuşattı (1400 Ağustosu); şehir teslim olduysa da kanlı bir şekilde yağmalandı, sonra da Mutahharten’e bırakıldı (1401). Nihayet Timur ile Sultan Bayezid, Ankara yakınında Çubuk ovasında karşı karşıya geldiler (28 Temmuz 1402). Yapılan savaşta Sultan Bayezid yenildi ve esir düştü, bir süre sonra da esaret altında Akşehir’de vefat etti (8 Mart 1403).

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmiCennet Sözü
Risale-i Nur

Risalenin İsmi           : 28. Söz, Cennet Sözü Telif Tarihi ve Yeri    : 1928 (tahmini) – Barla Cennet Bahçesi Dili                              : Türkçe Konusu                      : Cennetin ahvaline yönelik bir kısım tenkitlere verilen cevaplardan ve cennetten söz eden ayetlerin anlaşılmasını kolaylaştırmak üzere birkaç nükteden ibaret bir risaledir. Risalenin Müellife Göre Değeri: l Telifinde keramet olan bir risaledir. Zira bir veya iki saat zarfında yazılmıştır. l Cehenneme dair olan zeyli çok küçük olmakla birlikte çok güçlü bir burhandır. l Dört ayetin ve dört hadisin şerhi olan bir risaledir. Metodu: l Münazara    l Nakil ile istidlal    l Temsil    l Hikmet / Adalet / Rahmet Delili l Müşahede-i âlem ile istidlal     l Psikolojik delil SÖZ ÖZETİ Cennet, bütün maddi ve manevi lezzetlerin alınacağı bir yerdir. Soru: Kusurlu olan ve daima değişen insan cisminin ebediyetle ve cennet ile ne ilgisi olabilir? Ruhun lezzeti yeterli iken cismanî lezzetler için cismanî haşre ne gerek vardır? Cevap: Yüce Allah nimetlerini tanıttırmak, İlahi isimlerini bildirmek ve ihsanının her türlüsünü tattırmak istemektedir. Bu durum karşısında insanın cismine bakıldığında; İlahi isimlerin tecelli ettiği en câmi’, en mu­hit ve en zengin bir aynadır. Bütün ilahi nimetleri tanıyacak donanıma sahiptir. Tecelli eden ilahi isimleri bilip zevk edecek cihazlara sahiptir. Bütün farklı lezzetleri hissedecek istidatlara sahiptir. İşte insan cisminin bu özelliklerle ilahi hik­me­te uygun yaptığı vazifeden dolayı bir ücret ve kendilerine mahsus ibadetlerine bir sevap ola­rak cismanî lezzetler verilecektir. Yoksa hikmet, adalet ve rahmete zıt bir durum ortaya çıkar. Cennet, kâinatın en büyük bir havuzu, kâinat tezgâhının dokumalarının en büyük sergisi ve âlemin en büyük bir mahzeni olduğundan bir derece dünyaya benzeyecektir. Bundan dolayı hem ruhanî hem de cismanî lezzetler bulunacaktır. Soru: Terkip ve tahlilden ibaret olan cisim, yok olmaya mahkûmdur. Bundan dolayı ebe­diyete nail olamaz. Hem dünyada yeme-içme hayatın, evlilik ise insan neslinin devamı için olduğundan ahirette bunlara gerek yoktur. Neden bu lezzetler cennetin büyük lezzetleri arasında yer almaktadır? Cevap: Ahirette ya cismin zerreleri sabit kalır ya da cismin gelir gider dengesi sağlanarak ebedi olur ve yok olmaz. Bu dünyada yeme-içme ve nikâh, ihtiyaçtan kaynaklanır. Bir vazifeye hizmet eder. İşte ahirette bu ihtiyaç bir iştiyaka, yeme-içme ve nikâh hakikatini korumakla birlikte ahirete münasip en nezih bir şekilde vazifeye bir mükâfat olarak cismanî bir ücret verilir. Soru: Dost dostuyla cennette beraber bu­lu­nacaktır. Bu hükme göre bir dakika nebe­vî sohbete katılan bir insan cennette Hz. Pey­gamberle (asm) birlikte bulunmalıdır. Hz. Peygam­berin (asm) aldığı sonsuz feyiz ile o insanın feyzi nasıl beraber olabilir? Cevap: Aynı sofrada oturan tüm insanların aynı lezzeti alacaklarını iddia etmek doğru olmadığı gibi cennette de herkes beraber iken istidatlarına göre farklı lezzetler alırlar. Birlik­telikleri farklı lezzet almalarına engel değildir. İnsanlar cennetin sekiz tabakasında bulun­maları da birlikte olmalarına engel değildir. Soru: Hadislerde anlatıldığına göre huriler yetmiş elbise giydikleri halde bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünür. Bu ne demektir? Manası nedir? Nasıl bir güzelliktir? Cevap: Bu dünyada göze güzel görünmek ve ülfete engel olmamak güzelliğin bir ölçüsüdür. Hâlbuki ahirette gözün değil insanın bütün duyguları hurilerden ve onlardan daha güzel olacak dünya kadınlarından zevk alacaktır. Hadise göre hurinin giydiği en dış elbiseden tut ta iliklerine kadar görmekten zevk ala­cak farklı duygulara insanın sahip olduğu bildirilmektedir. Bununla birlikte hadis, in­sanın, hüsne, cemale, zevke, ziynete âşık tüm duygularının tatmin edileceğini haber ver­mektedir. Tüm bunlarla birlikte cennet ehlî tuvalet ih­tiyacı da hissetmez. Soru: Hadislerde bir kısım cennet ehline dünya kadar bir yer, binlerle köşk ve huriler verilecektir. Bir kişiye bu kadar şeylerin ve­rilmesinin sırrı ve hikmeti nedir? Ne demektir? Cevap: İnsan yalnız bir cisimden veya bir mideden ibaret bir varlık değildir. İnsan yüce Allah’ın kudretinin câmi’ bir muci­ze­si­dir. Hatta tüm dünya kendisine verilse doy­mayacak duygulara sahiptir. Ebedi saadette, nihayetsiz bir istidada sahip ve sonsuz ih­tiyaçlar ve arzular içinde olan insana bu kadar şeylerin verilmesi makuldür. Hem cennet ehli nuraniyet sırrıyla bir anda birçok yerde bulunabilecektir. Tüm bunlarla beraber insanın idraki acizdir. Akıl terazisiyle tartılmaz. CENNET SÖZÜNE KÜÇÜK BİR ZEYİL: CEHENNEME DAİRDİR İkinci ve Sekizinci Sözlerde ispat edildiği gibi; iman, manevi bir cennetin çekirdeğini taşıyor. Küfür dahi, manevi bir cehennemin tohumunu saklıyor. Nasıl ki küfür, cehen­nemin bir çekirdeğidir. Öyle de, cehennem onun bir meyvesidir. Nasıl küfür, cehen­ne­me duhûlüne sebeptir. Öyle de, cehennemin vücuduna ve icadına dahi sebeptir. Zira küçük bir hâkimin küçük bir izzeti, küçük bir gayreti, küçük bir celâli bulunsa, bir edepsiz ona serkeşâne dese: “Beni te’dîb etmezsin ve edemezsin.” Herhalde o yerde hapishane yoksa da, tek o edepsiz için bir hapishane teşkil edecek, onu içine atacaktır. Hâlbuki kâfir cehennemi inkâr ile nihayetsiz izzet ve gayret ve celâl sâhibi ve gayet büyük ve nihayetsiz kadîr bir zatı tekzip ve isnâd-ı acz ediyor. Yalancılıkla ve acz ile ithâm ediyor. İz­zetine şiddetle dokunuyor. Gayretine deh­şet­li dokunduruyor. Celâline âsiyâne ilişiyor. El­bette farz-ı muhâl olarak, cehennemin hiç­bir sebeb-i vücûdu bulunmazsa da, şu de­re­ce tekzîb ve isnâd-ı aczi tazammun eden kü­für için bir cehennem halk edilecek, o kâ­fir içine  atılacaktır. 

Muhammed AYDIN 01 Temmuz
Konu resmiCehil Mecazı Eline Alsa Hakikat Yapar
Risale-i Nur

İlmin zıddı olan cehil, bir kelime veya ifadenin bir münasebetle gerçek anlamından başka bir manada kullanılması demek olan mecazı eline alsa, onu hakikat yapar. Halbuki mecaz bütün şeffafiyeti ile hakikati göstermek için kullanılmaktadır. Yoksa hakikati gizleyen veya hakikat zannedilecek kalın bir perde değildir. Mecaz, dillerde vardır. Hatta mecaz, Arapların övüncüdür. Maalesef mecazın hakikat zannedilmesi de fıtrî bir kanun gibi yaygındır.  Bediüzzaman Hazretleri dildeki mecazın öne­mini, varlığını, kullanım sebeplerini, mecazı inkâr etmenin sebeplerini ve sonuçlarını ko­nu alan bir bölümü Muhâkemât isimli ese­rinde açıklamaktadır. O, mecaz için şöyle bir örnek vermektedir: “Meselâ  اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى bir temsil ile, rububiyet-i İlâhiyeyi saltanat misalinde; ve âlemin tedbirinde mertebe-i rububiyetini, bir sultanın taht-ı saltanatında durup icra-yı hükûmet ettiği gibi bir misalde gösteriyor.” Dildeki mecazı kabul etmeyen bir kısım insanlar ise Allah’ı arşa oturan, eli, yüzü gibi uzuvları bulunan bir cisme ben­zetmek zorunda kalmışlardır.1 Mecazı, hakikat telakki etmenin bir sebebi de cehalettir. Mecazı hakikat kabul etmek ise birçok batıl ve muhal sonuçları ortaya çıkarır.  Mecazı hakikat görmek veye göstermek cehaletin insanlar üzerindeki istibdadına ve devam ederek sürmesine destek vermektir. Her şeyi olduğu gibi kabul ederek mecazı inkâr eden adam tefrite düşüp zahiriyun mesleği­ne girer. İslam düşünce tarihine bakıldığında mecazı inkâr etmenin sonucunda bir­çok batıl fırkalar meydana geldiği görülecektir. Dildeki mecazı inkâr edip her şeyi hakikat kabul eden fırkalar olduğu gibi her şeyi mecaz olarak görüp hakikati inkâr ederek batınî mesleğine girenler de bulunmaktadır. Mecazı inkâr etmek tefrit ise her şeyi mecaz kabul etmek de ifrattır. Ehl-i ilmin elinden yani kaleminden çıkan mecaz bir kısım hikmetler içindir. Âlimler mecazı bilerek kullanmışlardır. Çünkü onlara göre bilinmesi zor olan hakikatleri anlatmak ve kabul edilmesini sağlamak için mecaz harikulade bir vasıtadır. Eğer ilim sahibi olmayan ehl-i cehlin eline düşse mecaz, cehaletten, uzun zamanın geçmesinden, üs­tünkörü değerlendirmek gibi farklı sebep­lerden dolayı insanların zihninde eder inkı­lâb hakikate. Bilmeyen ve mecazı hakikatten ayıramayan insan, o zaman mecazı hakikat kabul eder. Hem böylece açar birçok hu­rafelere yani hurâfâta kapılar. Demek olu­yor ki mecazı hakikat zannedip ona göre amel etmek hurafelere kapı açmaktadır. Bu hurafelere düşmemek için belagat ilminden yardım alınmalıdır. Küçüklüğümde gördüm ki tutulmuş hasf olmuştu ay yani kamer. Sordum ben va­lidemden. Anne niçin ay tutuldu? Neden ay tamamen görünmüyor?  O da bana dedi: “Ay’ı yılan yutmuştur.” Ben de ona dedim ki: “Peki neden hala Ay görünür?” O da cevap olarak dedi ki: “Orada gök­yüzünde bulunan yılanlar böyle yarı şeffaf yani nîm-şeffâf olur. Onun için Ay böyle görünür. Tamamen kaybolmaz.” İşte gök bilimciler tarafından yılan benzet­mesiyle anlatılan bir mecaz, Ay tutulması, halk tarafından hakîkat zannedilmiştir.  Güneş Medâr-ı şems ve Ay’ın kamer tekātu‘ noktaları olan re’s ve zenebde arasına dünyanın arzın girmesiyle haylûletiyle bir emr-i İlâhîyle tutulur münhasif olur Ay kamer. Ay, dünyanın etrafında dönerken bazen dünyanın gölgesinde kalır. Gölgede kaldığı bu zamanlarda Ay, güneşten gelmekte olan ışınları alamaz. Dünyanın gölgesi ayın üstüne düşer. Böylece ay karanlıkta kalır ve ay tutulması gerçekleşmiş olur. Ay karanlık­ta kalmasına rağmen tamamen görünmez değildir. Ayın üzerinde kırmızıya yakın bir tonda dünyanın gölgesi görülür.   Ay tutulmasını anlatmak için çizilen iki hayali çizgi yani İki kavs-i mevhûme iki yılan anlamında bir benzetme ‘tinnîneyn’le yâd edilmiştir. Hayâlî bir teşbîh ile isim, müsemmâ olmuş. Tinnîn ise yılandır. Za­man içinde bu benzetme halk arasında ger­çek sanılmıştır. Halbuki gök bilimciler bu tür benzetmeleri sürekli kullanmaktadırlar. Burçların isimleri bu tür benzetmelerle an­latılmaktadır. Sonuç olarak denilebilir ki cehalet, mecazın üzerinden uzun zamanın geçmesi, üstünkö­rü, sathî değerlendirmeler, mecazın haki­kat zannedilmesini doğurmaktadır. Bunun sonucunda oluşan batıl fırkalara, yanlış dü­şüncelere düşmemek için kişinin belagat il­minden yardım alması gerekmektedir. Kaynaklar: 1- Hasan Tevfik Marulcu, Ehl-i Sünnet ve Mutezile Kelamı Bağlamında Kelam Belagat İlişkisi, s. 167.

Muhlis KÖRPE 01 Temmuz