Hat sanatında, Aklâm-ı sitte’nin çok kullanılan bir yazı çeşididir. Daha çok uzun metinlerin ve Kur’ân-ı Kerîm’in yazımında kullanılmıştır. Kelime anlamı “ortadan kaldırmak, iptal etmek” anlamına gelmektedir. Kitap yazımında diğer yazılara göre daha fazla kullanıldığı için bu ismi almıştır. Bu yazının yazıldığı kalem ağzının kalınlığı, Sülüs kaleminin üçte biri, yaklaşık 1 mm kadardır. Genelde Cava’da yetişen bir cins kamışın özü kullanılmaktadır. Çok sert olması, uzun süre yazmakla bozulmaması sebebiyle, bilhassa, Mushaf yazan hattatlarımız tarafından tercih edilmiştir. İnce olduğu için, bir kamış kalemin içine yerleştirilerek veya tutulacak kısmına bir bez parçası sarılarak kullanılmaktadır. Reyhâni ve Nesih yazının ortaya çıkmasından sonra, özellikle Nesih yazının kâideleri Yâkut el-Musta’sımî tarafından belirlenmiştir. Osmanlı’da Şeyh Hamdullah ile birikte hızlı bir gelişim merhalesine girmiş ve Osmanlının son döneminde estetik zirveye ulaşmış, Kur’ân-ı Kerîm yazımında Nesih yazı kullanılmaya başlanmıştır. Bu sebeple Müstakimzâde Nesih hattını “Hâdim-i Kitâb-ı Kerîm” olarak vasıflandırmaktadır. Nesih hattı Osmanlılar’da Şeyh Hamdullah Efendi’den itibaren yeni bir tarz kazanmasıyla birlikte II. Bayezid’in teşvikiyle gerçekleşen bu yenilik hareketleri Aklâm-ı sitte’nin bütününde görülmekle beraber Şeyh Hamdullah üslûbunda daha çok nesih yazı estetik değer kazanmıştır. Osmanlı tarihi boyunca ömrünü Nesih hattıyla Mushaf yazmaya adamış çok sayıda hattat yetişmiş, sanat değeri taşıyan Mushaf yazanlar arasında Ramazan b. İsmâil 400, Çemşîr Hâfız 454 adet Mushaf yazarak ön sırayı almışlardır.. 17. asrın son çeyreğinde Hâfız Osman Aklâm-ı sitte’de yeni bir üslûp ortaya koymuş, özellikle Sülüs ve Nesih yazılara yeni estetik değerler kazanmış, bu üslûp kısa zamanda benimsenerek Osmanlı topraklarında yayılmıştır. XVIII. yüzyıldan itibaren Hâfız Osman’ın Nesih yazıdaki üslûbu Yedikuleli Seyyid Abdullah, Şekerzâde Seyyid Mehmed, Eğrikapılı Mehmed Râsim, İsmâil Zühdü, Abdülkadir Şükrü, Mahmud Celâleddin Efendi gibi üstatlar elinde gelişimini sürdürmüş, XIX. yüzyılda Kazasker Mustafa İzzet ve Mehmed Şevki efendilerle yeni bir üslûp kazanarak XX. yüzyıla ulaşmıştır. Şevki Efendi’nin Nesih hatta getirdiği harf mükemmelliği hat sanatında nihaî nokta sayılmaktadır. Osmanlılar’da ilk basılan kitaplarda en çok Nesih hat tercih edilmiş, Sultan Abdülaziz devrinde 1866’da Kazasker Mustafa İzzet Efendi’ye yazdırılan ve bunlardan hâkkedilmiş kalıplarından döküm yapılan çeşitli puntolardaki Nesih hurûfât harf inkılâbına kadar matbaalarda kullanılmıştır. Aslından basılan ve nesih hattıyla yazılmış olan Mushafların iki unutulmayacak ismi ise Hasan Rızâ ve Kayışzâde Hâfız Osman Nûri efendilerdir. Nesih Hatla Kur’an-ı Kerim yazan bazı hattatlar: Abdullah Sayrafi, Abdullah El Kırimi, Ahmed Karahisari, Ahmed Suhreverdi, Abdullah Zuhdi Efendi, El Katib El Antalyavi, Galatalı Ahmet Naili, Hafız Abdulahad Vahdeti Efendi, Hafız Osman, Halid El Erzurumi, Ibrahim Şevki Efendi, Kayışzade Hafız Osman Nuri Efendi, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Mehmed Sems El-Baysunguri, Mustafa Amasi, Pir Mehmed b. Şukrullah, Suyolcu Mustafa Eyyubi Efendi, Şekerzade Mehmet Efendi, Şeyh Hamdullah, Şefik Bey, Yakut El-Musta’simi.
Namaz hakkında azıcık malumatı bulunanlar bilecektir ki, namazda teşehhüd oturuşu denilen bir bölüm vardır. Bu bölüm ismini, “Et-tahiyyâtü lillâhi…” (اَلتَّحِيَّاتُ ِللهِ) şeklinde devam eden duanın son bölümündeki “kelime-i şehadetten” almaktadır. Bediüzzaman Hazretleri, okunması sünnet olan bu duanın başlangıç bölümündeki “et-Tahiyyâtu lillâh” (اَلتَّحِيَّاتُ ِللهِ) cümlesini izah sadedinde şunları söyler: “Bütün zîhayatların, hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye (hayat zikirleri) ve Sânilerine (onları sanatlı şekilde halk eden yaratıcılarına) takdim ettikleri fıtrî (yaratılıştan gelen) hediyeler, ey Rabbim, Sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve imanımla Sana takdim ediyorum.” Bu ifadelerden de anlaşılıyor ki, varlığın tasavvur ve iman edebilen görüntüsü “insan” şeklinde tezahür etmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin, tahiyyat duasından ilhamla, tasavvur ve iman açısından genel mevcudattan ayrı bir yerde konumlandırdığı insan, Heidegger’de karşımıza, benzer bir mahiyette, Dasein olarak çıkıverir. Bu benzerlik, Heidegger’ in İbn-i Arabî yoluyla İslam medeniyetinin kaynaklarından istifade ettiğini öne süren iddiaların çok da geçersiz olmadığını ortaya koyar. Heidegger’in deyişiyle Dasein yani insan varlığı, Existenz olarak anılan bütüncül varlığı anlayacak ve anlamlandıracak donanımdaki tek varlıktır. *** Türkçemiz on yıllar boyunca kahredici bir kısırlaştırma ameliyesi geçirdiğinden, Dasein ve Existence kavramları arasındaki farkı anlayabilecek entelektüel bakıştan mahrumuz maalesef. Şu bir gerçektir ki, Redhouse’ın Osmanlı döneminde hazırladığı Türkçe-İngilizce sözlükte bile, Batı dillerindeki felsefi kavramların karşılığı olarak bugünkünden daha fazla kelime ve kavram hazinesi mevcuttu. Dasein’ı İngilizce olarak ifade etmek istersek “being there” olarak tercüme edebiliriz. Yani Türkçesiyle “orada olma” anlamına gelmektedir bu kelime. Farisiler bu kelimeye karşılık olarak “orada olma” anlamında “Anca Hesti” ve “Anca Buden” terimlerini geliştirdiler günümüzde. İlk dönem İslam felsefecileri, kelamcıları ve mutasavvıfları varlık-varoluş kavramlarına karşılık olmak üzere “kevn” (var olmak) masdarı ve “vecede” (buldu) fiilinden türetilen; “kâin, kevn, kevniyat, mükevvenat, keynûnet, kevn-i câmi, kâinat, kâin, mekûn, kevn-i ekber” yanında “vücûd, vücûd-u kâmil, vücûd-u hârici, vücûd-u zihnî, vücûd-u itibâri, vücûd-u mutlak, mevcûd, mevcudat, vâcid, vecd, ehl-i vücûd, ehl-i vecd, vücûdî, vicdan” gibi kavramları geliştirmişler ve istimal etmişlerdir. *** Burada Dasein’ın bulunduğu farklı durumları ifade sadedinde Heidegger’in kullandığı Befindlichkeit kavramını da hatırlamakta fayda var. Almanca “finden” (bulmak) fiilinden geliştirilen bu kavramın İslam felsefeci ve kelamcılarının “vecede” (buldu) kökünden geliştirdiği “mevcudiyet” kavramıyla oldukça ilişkili gözükmektedir. “Vücud” kelimesinin Kindî’nin Felsefesi Risaleleri’nde “bilgi” anlamında kullanıldığını da görmekteyiz. Bu arada “fıtrî bilgi” anlamına gelen “vicdan” kelimesinin de aynı kökten türemiş olması manidar olmaktadır. (El-Kindî, Felsefî Risaleler, 154-155) Heidegger’in Dasein’ı ise bütün varlığın özelliklerini de içinde barındıran şuurlu bir varoluş biçimidir. Varoluşu yani “kendisini” ancak Dasein (insan) anlayıp yorumlayabilir. Çünkü diğer var olanlar kendi niteliklerinin ve türlerinin ötesine açılamazken, insan sürekli kendi sınırlarının dışına çıkabilen bir varlıktır. İşte insan bütün cansızların, canlıların ve ruh sahiplerinin tesbihlerini, fıtri ibadetlerini, şuursuzca yaptıkları bütün duaları, Dasein olmaklığı cihetiyle, bütün mevcûdatın bir temsilcisi olarak Yaratıcısına takdim edebilecek tek varlıktır. Klasik felsefe / kelam / tasavvuf literatürümüzde Dasein teriminin tam olarak bir karşılığı bulunmasa da, Heidegger’in ya da daha öncesinde Hegel’in ya da Jaspers’in bu kelimeyi kavramlaştırırken, insanı kevn-i câmi (kuşatıcı varlık), kevn-i asgar (küçük varlık) gibi terimlerle
“Ben Varım! Ben de Varım!” Her genç “Ben varım! Ben de varım!” der. Bazen bunu yanlış yöntemlerle anlatır. Ama kesinlikle kendi varlığının kabul edilmesini, kendinin adam yerine konulmasını ister, her insan gibi. Eğer karşı taraf ona değer vermezse, onu adam yerine koymazsa işte çatışma o zaman başlar. Bu çatışmaya ebeveyn- evlad çatışması veya genç yaşlı çatışması dediğimizde problemi yanlış tanımlamış oluruz. Bu durum, bir kuşak çatışması değildir. O zaman bu çatışmaya ne diyeceğiz? Evet, bu çatışma, bir insanın varlığını önemsemeyen veya kabul etmeyen bir makamla “Ben varım! Beni var kabul edin! Ben çocuk değilim! Beni şahsiyetimle, düşünce ve duygularımla kabul edin!” diyen varlığını makam sahibi muhatabına kabul ettirmeye çalışan bir insanın çatışmasıdır. Bu makam anne, baba, dede, abi, abla, öğretmen, müdür, patron, devlet vs. gibi her türlü kendinde statü gören bir makam olabilir. Bir insanı yok saymak ne demek? Evet, her insan çevresi tarafından kendisinin fark edilmesini, farkında olunmasını ister. Şahsının değerli ve önemli görülmesini bekler. Bu insani, fıtri bir haldir, hatta bir ihtiyaçtır. Çünkü her insanın kendine ait bir benliği, bir şahsiyeti vardır. Bu benlik ve şahsiyete yapılacak en ağır saldırılardan biri, onu yok kabul etmektir. Onun varlığını önemsiz veya değersiz veya gereksiz görüp, o kişiye bilerek veya bilmeyerek ‘olsa da olur, olmasa da olur muamelesi’ yapmaktır. Bu muamele hangi yaşta olursa olsun her insanı incitir, üzer. Önce canını sıkar, muamele devam ettikçe gizli, aşikâr tepkilere yol açar. Mesela bir işletmede çalışan ama yok muamelesi gören bir kişi nasıl mutlu çalışabilir? Bir ailede varlığı, düşünceleri, duyguları kabul görmeyen bir aile üyesi, kendini o eve ne kadar ait hissedebilir? Bir sınıfta kendisi yok sayılan, muhatap alınmayan bir öğrenci nasıl başarılı olabilir? Bir takımda hesaba katılmayan, kendi varlığına değer ve önem verilmeyen bir oyuncu, o takıma ne derece faydalı olabilir? Örnekleri ve soruları çoğaltabiliriz. Sen Benim İçin Önemlisin! Sen Benim İçin Değerlisin! İşte insanın en temel ihtiyaçlarından biri var kabul edilme, varlığının değerli ve önemli bulunması ihtiyacıdır. Bir insanla anlaşmak, özellikle bir gençle anlaşmak istiyorsak, bu gerçeği hep aklımızda tutmalıyız. Büyükler genelde gençleri hala çocuk görme eğilimindedir. Çünkü onların anne karnından ta bugüne kadarki tüm safhalarını görmüşlerdir. Kendilerince haklı olarak bu nazarı sürekli taşırlar. Hâlbuki o çocuk artık ergenliği geçmiş, toplumda kendine yer arayan, hayatta kendisine de rol verilmesini bekleyen, kendine özgü şahsiyeti olan bir insandır. Doğru biraz acemidir, biraz usul erkân bilmez, yanlışlar yapabilir. Olsun, bunlar zamanla çözülebilecek durumlardır. Lakin gencin sizi ve sizin teklif, öneri ve tavsiyelerinizi dinlemesi için sizin onu kabul etmeniz gerekir. Öncelikle onun var olduğunu kabul etmeniz, onda “Sen benim için önemlisin! Sen benim için değerlisin!” hissini uyandırmanız gerekir. Gençlere hayatta rol ver! Gençlerin kendilerini bir yere ait hissedebilmeleri için, onları şu anki halleriyle var kabul etmeliyiz. Onların kişiliklerine değer verip onların düşüncelerini, duygularını önemsemeliyiz. Özellikle hayat içinde onları da hesaba katıp tüm gençlere yer açmalıyız, yol vermeliyiz. Yapabilecekleri işleri, vazifeleri, sorumlulukları sırtlarını sıvazlayıp “Haydi güzelim! Haydi aslanım!” diyerek gençlere güvendiğimizi hissettirerek bir an önce vermeliyiz. Çünkü kendine uygun vazife ve sorumluluk verilen bir genç, “Bana inanıyorlar, bana güveniyorlar! Yapabileceğimin en iyisini yapayım düşüncesiyle” hareket edecektir. Belki o işte sonradan düzeltilmesi mümkün noksanlar, yanlışlar olacaktır. Ama o genç kendini o ortama ait hissedecektir. Kendisine güvenilen, değer verilen, hayatta ona da rol verilen insanlarla yaşamaktan mutlu olacaktır.
İnsan fıtraten güzelliği sever ve sahip olduğu güzelliğin elinden çıkmasını istemez. İnsan, kendine bahşedilen hissiyat ve cihâzat sayesinde mahlûkat içinde, hayatın güzelliklerinden en çok nasiplenendir. Hayat sahipleri arasında, gerek dini sınıflandırmada, gerekse bilimsel taksonomide en üst derece yine insana aittir. Canlılar arasında en gelişmiş ve mükemmel yapı insanınkidir, der Biyoloji. Öte yandan İslam dini de “İnsan eşref-i mahlûkattır” der. Düşünüyorum da Astronomi ve Tıp ilmi derinlik ve genişlik açısından mukayese edilse, Tıp öne geçmese de Astronominin de gerisinde kalmaz herhalde. Malum olduğu üzere; Astronomi, kâinatla alakadar bir bilim dalı iken, Tıp da insanın anatomik ve fizyolojik yapısıyla ilgilenen bir bilim dalıdır. İnsan kâinatla elbette cisim/boyut-ebat itibariyle boy ölçüşemez. Fakat sistem ve düzen cihetiyle çok benzerlikleri var. Rabbimiz Mülk Suresinde kâinatın kusursuzluğundan bahsederken, Tin Suresinde de insanın “ahsen-i takvimde (en güzel bir ölçüyle)” yaratıldığını (incire ve zeytine) yeminle söyler. Bu kusursuzlukta ve bu ölçülü yaratılışta, sistemler ve işleyiş noktasında bir benzerlik de vardır. Bundandır ki “insan kâinatın numunesidir” der Üstad Bediüzzaman… Ne kadar da veciz bir ifadedir insan için. Ve şöyle tamamlar sözünü: “Kâinatı küçültsen insan olur, insanı büyütsen kâinat olur.” Şübhesiz insan maddi vücuduyla ve manevi cihetiyle bu dereceyi hak eder. Fakat bu hak ediş sonradan kendisinin kazandığı bir durum değil, yaratanın ilk günden ona verdiği bir kıymettir. Kur’an-ı Azimü’ş-şan şöyle haber veriyor bu hadiseyi: “(Ey habibim!) bir zaman rabbin meleklere “Şübhesiz ben, yeryüzünde (insanı) bir halife kılacak olanım” (Bakara, 30) buyurmuştu. Cenab-ı Hak rahmetinden daha işin bidayetinde insanı halife olarak halk edeceğini buyurmuş. Bu makam insanın aklında yokken verilmiş ona. Hatta aklı da yokken sırf bir nimet-i ilahi olarak takdir edilmiş kendisine. Bediüzzaman Hazretleri de der ki: “Bir tek ikram, muhabbeti gösterir (Altıncı Şua). Peki, böyle bir hayatı, mükemmel bir vücudu ve mahlûkata karşı hilafet ve şerafeti vermek, nasıl bir muhabbet-i İlahiyeyi gösterir? *** Muhabbetin şe’ni; iltifattır, ikramdır. Aynı zamanda bunların devamlılığıdır. Mahrum ve mağdur bırakmak değildir. Her insan hayatını sever ve elinden çıkmasını istemez. Yokluğu ve yok oluşu kaldıramaz bu nazik ruh-u beşer. Hem hiç de münasip düşmez onun “ahsen-i takvim” fıtratına. Hem yaratanın da hikmeti ve rahmeti buna müsaade etmez. Çünkü Rabbi insana çok büyük bir kıymet atfediyor. İnsanın sırf midesinin ihtiyacı için zemin yüzünü ona bir sofra-i nimet olarak açması, ne kadar kıymet verdiğini gösterir. Her bir nimeti hususi ambalajında, hoş kokusuyla, muhteşem tadıyla, harikulade suretiyle insana takdim etmesi, bu narin ve nazik varlığa ne derece muhabbet ettiğinin delilidir. Bu fani vücudun bir uzvuna sayısız nimet ile iltifat etsin de bütün vücudun arşa ulaşan “ebed” sadasını duymasın. İnsan çendan fânidir, fakat gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır… beka için halk edilmiş (Üçüncü Lem’a). *** İnsan fanidir fakat bekayı/ebedi istiyor ve ebedden başkasına da razı olmuyor. Bir vakit sınıfta öğrencilerime şöyle bir soru sordum. Karşınıza Lokman Hekim (as) gibi bir zat çıksa ve “Şu elimdeki ab-ı hayattır. Sen ne kadar yaşamak istiyorsan niyet et ve iç istediğin kadar ömür sana verilecektir” dese, “Kaç yıl yaşamayı arzu edersiniz?” dedim. Öğrencilerden gelen ilk soru şu oldu: - Sonunda ölüm var mı? - Evet, dedim. Sonra şunu sordular: - Bu hayatta ihtiyarlık var mı? - Evet, dedim. Sonra şu soruyu sordular: - Bu hayatta musibet ve sıkıntı var mı? - Evet, dedim. Son olarak da; - Bu hayatta günah sevap var mı, yani hürriyet var mı, diye sordular. - Evet, dedim. Daha sonra öğrenciler şöyle dedi: - Ölüm varsa ömür ne kadar da uzun olsa bir anlamı yoktur. Hele sonu ihtiyarlık olan ve içinde de musibetlerin olduğu ömür insanı cezbetmiyor. Eğer sonsuz bir hayat, ebedi bir gençlik ve saadetli bir hayat olsaydı hiç tereddüt etmezdik, kabul ederdik, dediler. Bu sözler sadece onların kendi hissiyatları değil elbet. Belki bütün beşerin arzu ettiği hissiyatın tercümesidir. Hiç şüphesiz insan hayatı seviyor ve fakat ölümsüz bir hayatı istiyor. İnsan verilen her nimetin en ziyade tezahür vakti olan gençliği sevdiği nispette sahip olduğu vücudun ve hissiyatın zeval zamanı olan ihtiyarlığı sevmiyor. Hürriyet istiyor, bir kayıt altında durmak istemiyor. Hayatı sevdiği oranda (hiç dönmemek üzere) ölümü sevmiyor. Zira insan fıtraten mükerremdir. Güzelliği ve güzel olanı sever. Hayat ve vücud her haliyle güzeldir. Adem (yokluk) her durumda şer ve kötüdür. *** Gençliğe Karşı Muhabbet Hangi Fikre Bina Ediliyor İnsanın dünyadaki ömrü gündüze benzetilse, gençlik o günün öğle vaktine tekabül ederdi. Ömr-ü beşer bir ay olsa, gençlik o ayın on dördüncü günü (dolunayı) olurdu. Ömr-ü insan bir sene olsa, gençlik o senenin fasl-ı baharıdır. İşte âdemoğlunun hayatında; bedenin en zinde ve en çevik olduğu, hissiyatın en açık olduğu devredir gençlik. Değil mi ki görenler içindir manzaralar, güzel resimler… Körlerin nasibi var mıdır bunlardan? Bir kelam-ı kibarda şöyle denilmiştir. “Görenedir görene, köre nedir köre ne?” Hoş sadalar, musikiler, nağamat sağırlar için bir mana ifade eder mi? İhtiyarlık ise, gençlikte canlı olan hissiyatın yavaş yavaş sönmesi, uzuvların işlevini yitirip, hastalıkların ve zafiyetin artıp başkalarına yük olma zamanıdır. Bu ise insandaki saadet arzusuna zıttır. İhtiyarlığın akabindeki ölüm ise, ebediyet arzusuna muhalif bir vakıadır. “Fıtrat yalan söylemez” düsturunca; insan fıtraten ebdiyeti arzuluyor ve ebedden ve ebedi gençlikten başkasına da razı olmuyor. *** “Ona söyleyiniz (cennete girecek ama) ihtiyar olarak girmeyecek.” Çünkü Allah (Vâkıa Suresinde) şöyle buyuruyor: “Hakikat biz onları yepyeni bir yaratılışla yarattık da daimi bakireler olarak zevcelerine sevgi ile düşkün hep bir yaşıt yaptık.” (Tirmizî, Eş-şemail) Gençliğin ebedi verilmesi hakkında Efendimizin (sav) şu iki hadisi bize hem bir müjde hem de bir delildir. Şöyle ki: Peygamberimizden (sav) ihtiyare bir kadın cennete girmek için dua talep etmiş. O da (sav) demiş: “Ey falanın annesi! İhtiyare kadınlar cennete giremez.” Kadıncağız üzülüp gözlerinden yaşlar akıtmış. Şakasında da hak söyleyen Efendimiz (sav) müjdeyi vermiş ve demiş: “Ona söyleyiniz (cennete girecek ama) ihtiyar olarak girmeyecek.” Çünkü Allah (Vâkıa Suresinde) şöyle buyuruyor: “Hakikat biz onları yepyeni bir yaratılışla yarattık da daimi bakireler olarak zevcelerine sevgi ile düşkün hep bir yaşıt yaptık.” (Tirmizî, Eş-şemail) Başka bir hadiste ise şöyle bahsedilmiş ebedi gençlikten: Sa’d ibn-u Sa’d radıyallahu anh anlatıyor: - Ey Allah’ın Resûlü (sav) dedim, insanlar neden yaratıldı? - Sudan, buyurdular. - Ya cennet, dedim, o neden inşa edildi? - Gümüş tuğladan ve altın tuğladan, harcı da kokulu misk. Cennetin çakılları inci ve yakuttan, toprağı da zâferandır. Ona giren nimete mazhar olur, eziyet görmez, ebediyet kazanır, ölümle karşılaşmaz. Elbisesi eskimez, gençliği kaybolmaz. İşte gençlik insan hayatındaki nimetlerin daha zahir görüldüğü zamandır. Fakat her fani gibi o da geçecek. Zail olup fena bulacak. “Madem her güzel, güzelliğini sever, elinden geldiği kadar muhafaza etmek ister ve bozulmasını istemez. Ve madem güzellik bir nimettir, nimete şükredilse manen ziyadeleşir. Şükredilmezse değişir, çirkinleşir. (Lem’alar)” diyor Bediüzzaman Hazretleri. Gençlik nimetinin şükrü de, “O gençliği iffet, namusluluk ve taatte geçirmekle” olabileceğini yine Üstad tarif ediyor. Yani gençliğini seven ve onu kaybetmek istemeyen o nimete karşı şükrünü eda etmekle elinden çıkan gençliğini burada fani olup zail olmasına bedel dar-ı bakide ebedi bir gençlik olarak tazmin edecektir.
Elbette insanlar bolluk içinde darlık, konfor içinde rahatsızlık hissedecekler. Çünkü insanlar şükretmediğinden, Allah verdiği nimetlerden bereketi, insanlar içinden huzuru çekip almış. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur: “Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz bilin ki azabım çok şiddetlidir.” Dünya tarihinde Allah’ın en çok nimet verdiği zaman bu zamandır. Mesela, yazın günü kış meyvesi, kışın günü yaz meyvesi yiyebiliyoruz. Geçmişte hiçbir padişahın, hiçbir kralın sahip olamadığı imkânlara, konfora bugün orta halli bir vatandaş sahip durumda. Örneğin, hiçbir padişahın elektriği yoktu, telefonu yoktu, televizyonu yoktu, kaloriferi yoktu. Bugün bizim arabalarla, uçaklarla çok kısa bir zamanda kat ettiğimiz mesafeleri, padişahlar at sırtında belki de bir hafta veya bir ayda ancak kat edebiliyorlardı. Örnekleri artırabiliriz. Evet, dünya tarihinde görülmemiş tarzda bir nimet bolluğu içinde yaşıyoruz. Bu nimetin bolluğuna nispetle, bu zamanın en çok ibadet edilen, en çok şükredilen zaman olması gerekmez miydi? Gerekirdi elbette. Fakat tam tersine, zamanımız en çok günahın işlendiği, en çok azgınlığın işlendiği, en az şükredilen, en az ibadet edilen bir zaman olma özelliğine sahiptir. Bütün bunlara rağmen -gariptir- günümüzdeki insanların hiç biri hayatından memnun da değildir. Kimi konuştursanız hayatından şikâyet ettiğini görürsünüz. Hem bolluk içinde yaşanıyor. Hem şükredilmiyor. Hem de insanlar hayatlarından memnun olmuyorlar. Bütün bunlar garip bir durumu ortaya koyuyor. Elbette insanlar bolluk içinde darlık, konfor içinde rahatsızlık hissedecekler. Çünkü insanlar şükretmediğinden, Allah verdiği nimetlerden bereketi, insanlar içinden huzuru çekip almış. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur: “Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz bilin ki azabım çok şiddetlidir.”1 Dikkat edilirse ayette “azabım çok şiddetlidir” buyrulmuş, fakat açıkça bunun cehennem azabı olduğu belirtilmemiştir. Nimetlere nankörlük edildiğinde, bunun karşılığının dünyada verilecek bir azab olması da ihtimal dâhilindedir. Günümüzdeki bolluk içinde çekilen darlıkta bu azabın bir nevi olması mümkündür. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Rabbiniz Teâlâ şöyle buyurdu: Eğer kullarım bana (hakkıyla) itaat etseydiler, ben (onlar rahatsız olmasın diye) yağmuru geceleyin yağdıracaktım, gündüz de güneşi çıkaracaktım. Onlara gök gürültüsünün sesini duyurmayacaktım.”2 Günümüzdeki bolluk içinde darlığın en büyük sebeplerinden biri insanların kanaatsiz oluşudur. Günümüz insanlarının gözünü hırs bürümüş. Tamahkârlık o kadar çok ileri gitmiş ki, insanlar doymaz olmuşlar. Peygamberimizin (sav), “Âdemoğluna bir vadi dolusu altın verilse ikincisini ister. Eğer ikincisi verilse üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun karnını ancak toprak doyurur.”3 dediği gibi, günümüz insanları da doymak bilmez bir arzuyla hep bir şeyler istiyorlar. Tabii istedikleri şeyi elde edemeyince de bu onların morallerini bozuyor, rahatsız oluyorlar. Hâlbuki dünyada huzurlu olmanın en mühim şartı, Allah’ ın verdiklerine şükretmek ve kanaat etmektir. Peygamberimiz (sav) “Yaratılış ve mal konusunda sizden daha üstün olanları gördüğünüzde, sizden daha aşağıda olanlara bakınız. Bu size verilen nimeti hor görmemeniz için en iyisidir”4 buyurmuştur. Fakat günümüzdeki insanlar hiç aşağıya bakmıyorlar, ellerindekine şükür etmiyorlar, kanaat etmiyorlar, hep daha fazlasını, daha da fazlasını istiyorlar. Şükretmedikleri gibi bir de “Ben Allah’a dua ettim, şunu, şunu istedim de vermedi” diyebiliyorlar. *** Acaba Peygamberimiz (sav) ve sahabeleri nasıldılar? Onlar da bizim gibi üç öğün yemek yiyip, şişmanlayınca, “Ne yesek de bu yağları eritsek?” mi diyorlardı. Rivayet edildiğine göre bir gün Hz. Fatıma (ra), Peygamberimiz (sav)’e pişirdiği ekmekten getirdi. Peygamberimiz (sav) “Ya Fatıma (ra), bu nedir?” diye sordu. Hz. Fatıma (ra): “Pişirdiğim ekmeğin parçasıdır, bu parçayı sana getirmeden ekmeği yemeye gönlüm razı olmadı” dedi. Peygamberimiz (sav), “Üç günden beri babanın ağzına giren ilk yiyecek budur” buyurdu.5 Peygamberimizin (sav) Medine’ ye gelişinden vefatına kadar onun hizmetkârlığını yapmış olan Enes ibn Mâlik (ra), “Ben Peygamber (sav)’in Allah’a kavuşuncaya kadar ne inceltilmiş hâlis buğday unundan yapılmış yufka ekmeği gördüğünü, ne de gözüyle kızartılmış davar gördüğünü bilmiyorum” demiştir. Hz. Âişe (ra) de, “Medine’ye gelişinden vefatına kadar Muhammed (asm)’ın ailesi üç gün arka arkaya buğday ekmeğinden karnını doyurmadı.” “Muhammed (asm)’ın ailesi bir günde iki öğün yemek yemedi; yediği iki öğünden biri muhakkak hurma idi.” “Bazen iki ay boyunca bizim evimizde (yemek yapmak için) bir ateş yakılmazdı” demiştir. Ona “Ne yer, ne içerdiniz?” diye soranlara da “İki şey: Hurma ile su!” diye cevap verdikten sonra şunları da eklemiş: “Ancak Resûlullah’ın (sav) Ensâr’dan komşuları vardı. Onlar bazen develerinin sütlerinden bize verirlerdi” demiştir.6 Hz. Aişe (ra) her ne kadar hurma ve su demişse de, bu ifade hurmanın çok olduğu manasına da gelmiyor. Bu konuda Hz. Ali (ra) de şöyle anlatıyor: “Soğuk bir günde Resûlullah (sav)’in evinden çıktım, ben çok acıkmıştım. Resûlullah (sav)’in evinde yemek olsaydı ondan yerdim, fakat yoktu. Derken yiyecek bir şeyler aramaya başladım. Kuyusundan su çekip hurmalarını sulayan bir Yahudi’ye uğradım ve duvardaki bir gedikten ona baktım, o da beni gördü ve “Ey Bedevî! Hurmalarımı sulamak için kuyudan su çeker misin? Her kova başına sana bir hurma vereyim. Razı mısın?” dedi. Bende “Evet” dedim. Kapıyı açtı, ben de girdim. Kovasını bana verdi. Her kova çektiğimde bana bir hurma verdi. Avucum hurma ile dolunca kovasını bıraktım ve “Yeter!” dedim. Onları yedim ve sudan yudum, yudum içtim.”7 Resûlüllah (sav) çok sıcak bir gün hanesinden dışarı çıktığında Ebû Bekir (ra) ve Ömer’le (ra) karşılaştı. “Sizi bu saatte evlerinizden çıkaran nedir?” diye sordu. Onlar da “Açlık ya Resûlallah!” (sav) dediler. Peygamberimiz (sav) de “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, beni de evimden sizi çıkaran şey çıkarmıştır. Kalkın!” dedi. Birlikte kalktılar ve Ensâr’dan bir zatın evine gittiler. Kadın onları görünce: “Hoş geldiniz, safa geldiniz!” dedi. Resûlüllah (sav) ona: “Felan (kocan) nerede?” diye sordu. Kadın da “Bize tatlı su getirmeye gitti” dedi. O anda Ensâri geldi ve Resûlüllah (sav) ile iki arkadaşını gördü. Sonra: “Allah’a hamd olsun! Bugün misafirleri benden daha şerefli kimse yoktur” dedi. Hemen giderek onlara bir hurma salkımı getirdi ki, içinde koruk, kuru ve olgun hurmalar vardı. “Bundan buyurun!” dedi ve bıçağı aldı. Bunun üzerine Resûlüllah (sav) ona: “Sakın sağmal koyuna dokunma” buyurdu. Fakat o, onlar için kesti ve hem koyundan, hem o hurma salkımından yediler, içtiler. Yemeğe doyup, suya kandıkları vakit Resûlüllah (sav) Ebû Bekir’le (ra) Ömer’e (ra): “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, kıyamet gününde bu nimetlerden mutlaka sorulacaksınız! Sizi evlerinizden açlık çıkardı. Sonra şu nimetlere kavuşmadan dönmediniz” buyurdu.8 Peygamberimizin (sav) ve sahabelerin hayatını incelediğimiz zaman bu anlattıklarımıza benzer pek çok hadise görürüz. Onlar bu hallerine rağmen Allah’ı hiçbir zaman itham etmemişler, sabır içinde şükür etmişler, ibadet konusunda bütün asırlarda örnek bir nesil olmuşlardır. Peygamberimiz (sav) geçmiş ve gelecek bütün günahları affedildiği halde, sabahlara kadar namaz kılmış, “Ya Resulallah! (sav) Senin bütün günahların affedildiği halde niçin böyle yapıyorsun?” diyenlere “Şükreden bir kul olmayayım mı?” demiştir. Peygamberimiz (sav) darlıkta da, bollukta da daima Allaha hamd ederdi. Hz. Aişe (ra) şöyle demiştir: Resulullah (sav) kendisini sevindirecek bir şey olduğunda, “Salih amellerin nimetiyle tamamlandığı Allah’a hamd ederim” derdi. Hoşuna gitmeyen bir şey olduğunda da, “Her hal üzere Allaha hamd olsun” derdi.9 Rivayetlere göre Tevrat’ta onun ümmeti hakkında, “Onun ümmeti Hammadundur, yani Allah’a çok hamd ederler. Onlar darlıkta da, bollukta da Allaha hamd ederler.” (أُمَّتُهُ اَلْحَمَّادُونَ) denilmiştir.10 Bizim de bu sıfata layık olmaya çalışmamız gerekir. Kaynaklar: 1- İbrahim, 14/72- Kenzü’l-Ummal, hn: 216123- Buharî4- Müslim, 29635- Risale-i Kuşeyriden6- Bu rivayetler için bkz: Buharî, Rikaak, 177- Tirmizî, 2473; İbn Mâce, Ahkam, 388- Müslim, Eşribe, 20/140- (2038)9- Beyhaki10- Darimi
Öznesi olmadığımız bir dünyada yaşıyorsak eğer, Kudüs meselesinde olduğu gibi o dünyanın etkiye açık nesneleriyiz demektir. Öznelik ve nesnelik ilişkisini, dilbilgisi derslerinde öğrendiğimiz cümlenin ögeleri konusundan tanıyoruz bir nebze de olsa. Özne (fâil), yüklemde belirtilen fiilin fâili olmak yanında, fiilden etkilenen nesnenin de etkileyenidir aynı zamanda. Aslında felsefi metinlerde ve anlatımlarda sıkça rastladığımız “subject” ve “object” terimlerinin kaynağı da bu dil bilgisine ait bakış açısıdır. Mesela subjektif dediğimizde, kendimizi varlığın “öznesi” haline getirdiğimiz “öznel” bir bakış açısından bahsediyoruz demektir. Yani kainatı o anda biz nasıl algılıyor ve idrak ediyorsak, kainat ve içindeki şeyler bizim için öyledir, bizim anladığımız gibidir. Bu durumda vehmi ya da kurgusal da olsa, o algının fâilleri bizleriz demektir. Objektif dediğimizde ise, nesneler dünyasının fâil olduğu bir bakış açısından bahsediyoruz demektir. Nesneler bizim algılarımızdan bağımsız olarak, kendilerini nasıl gösteriyorlarsa öyledirler yani kendi görünümlerinin failleridirler. Bu iki bakış açısından yola çıkarak, aydınlanmacı felsefenin “idealizm” ve “realizm” karşıtlığına değin yol alabiliriz. Ya da Kant’ın temsil ettiği “a priori” bilgi anlayışı ile Hume’un temsil ettiği “ampirik” bilgi anlayışı arasındaki ayrımın farkındalığına ereriz bu düşünce seyahatinin sonunda. Batı Öznesinin Nesneleri Ancak bu mevzuu felsefi bir tartışma zemini oluşturmak için açmadım. Batının temsil ettiği sözde “bilimsel” bakışın, aslında sübjektif bir bakış olduğunu bilhassa sosyal bilimler alanında bu sübjektifliğin daha da belirgin olduğunu göstermek istiyorum. Yani Batı için öznel olduğu halde bizim nesnel olduğuna inanmamız gereken bir bilim tiyatrosunun seyircileriyiz maalesef. Mesela tarih bilimi olarak adlandırılan bilim dalının “bilimsel gerçekleri!” böyle bir “sübjektif” dünyaya götürür bizi. Amerika kıtasını keşfedenlerin İspanyollar ve dolayısıyla da Batılılar olduğuna dair “Batı merkezli” bakışın “objektif” bir bilgi olmadığını; aksine Euro-centric bir öznel bilgiden ibaret olduğunu biraz düşününce hemen anlarız. Aslında keşfedilen Amerika kıtası değil, Batılı kâşiflerdir. Amerika’yı keşfettiğini sanan İspanyol kâşifler, bu kıtanın binlerce yıllık sakinleri tarafından o kıtaya adım attıkları anda keşfedilmişlerdir. Eğer Kızılderililer, soykırıma uğratılıp tarih sahnesinden silinmeseydiler ve bilimsel gelişmelerde etken olmayı başarabilseydiler, bize Batı’yı nasıl keşfettiklerini anlatacaklardı muhtemelen ve bu anlatım daha objektif bir bilgi sunacaktı bize. Bugün dünyaya hâkim olan bilim anlayışı, aydınlanmacı/modernist bakış açısının sübjektif bir ürünüdür. Kökü “düşünüyorum öyleyse varım”a kadar gidiyor çünkü. Materyalist düşünce bu anlayışın kıyısından köşesinden damlar durur. Mesela Endülüs’ün bilimsel duruşu bugüne hâkim olsaydı, farklılık bilimsel keşif ve icatlarda değil, onların yorumlanmasında olacaktı sadece. Işık hızıyla hareket eden uzay gemisinde, galaksilerden galaksilere seyreden bir Endülüslü, ayak bastığı gezegenlerin dağlarına ve kayalarına “Allah’tan başka galip yoktur” yazacak ve böylece materyalist bakış açısına mecbur kalmaksızın bilimin nasıl yapılacağını da gösterecekti. Bugün Batı medeniyeti olarak adlandırılan seküler dünyanın “değerleri” de bilimsellikten uzak, sübjektif değerler yığınıdır. Alkolün teşvikinin ya da cinsel özgürlüklerin yayılması arayışlarının objektif herhangi bir bilimsel bilgiye karşılık gelmediğini hepimiz fark ederiz. Mesela bayanların saçlarını açmasını zorlayan seküler değer, başlarını örtmeyi tercih eden bayanların tercihlerindeki dayanaklardan daha kuvvetli ya da daha objektif bir değere karşılık gelemez. Ama elbette ki, inancın zorunluluğu inanan için mutlaktır ve medeniyetin görevi sübjektif değerler üretip insanların inançlarını kısıtlamak değil, inanç kaynaklı mutlak değerlerin özgürce yaşanmasına objektif bir duruşla imkân sağlamaktır. Kendi Dünyanızı İnşa Etmeye Var mısınız? Bilimin bilimsel bilgiyi üretenin bakış açısından ya da değerlerinden bağımsız kalıp yorumsuz olamayacağını ve sırf bu yüzden de objektif kalamayacağını anlamış olduğumuzu varsayıyorum. Sürekli kendi varlığını merkeze koyup, dünyamızı Yakın Doğu, Orta Doğu ve Uzak Doğu olarak ayıran bencil bakışın nesneleri olmaya daha ne kadar devam edeceğiz? Bugün internet arama motorlarında “Kudüs” kelimesini aradığımızda “İsrail’in başkenti” ya- lanıyla karşılaşıyorsak, dünyayı nasıl göreceğimize karar verecek olan öznenin Batılılar olduğunu da kabul ediyoruz demektir. Hâlbuki onlar da bize göre Yakın Batılılar, Orta Batılılar, Uzak Batılılardı ve bizim bu bakışımızdan bile haberimiz yoktu. Yine Kudüs bir İslam şehriydi ama biz sanal âlemde bile bu hakikati dünyaya kabul ettirecek üstünlüğe sahip değildik. Çünkü kâinata ve bütün şeylere Batı’nın baktığı pencereden bakmak zorunda kaldık yıllardır. Neredeyse onlar olduk; neredeyse fenâfi’l-Batı makamına ulaştık son iki yüz yılın sonunda. Ama şimdi anlıyoruz ki, bizi biz olmaktan çıkartan ve bizi kendisine dönüştüren bu istilacı “özne”, bizi biz yapan bütün değerlere kör, sağır, dilsiz ve şuursuz bir özneymiş. Sadece kendi değerlerini ve kendi ruhsuz bakış açısını üstün gören bu öznenin kurguladığı bir sistemde asla kendi medeniyetimizin öznesi olamayacağımızı, hangi başarıyı elde edersek edelim o Batı-merkezci öznenin nesneleri olmaya devam edeceğimizi anlamamız gerekiyor. Şunu da unutmamak gerekiyor ki, bu kainattaki bütün özneler “hâdis” olmaları cihetiyle diğer nesnelerin etkisi altındadırlar ya da etkiledikleri nesnelerle de etkileşim halindedirler. O halde bu kâinatta var olan her şey aynı zamanda özne, aynı zamanda da nesne olma kabiliyetine sahiptir. Mesela okumak eylemiyle bir kitabı nesneye dönüştüren varlığım, kitabın bilgi ve düşünce dünyamda gerçekleştirdiği etkilerle nesneye dönüşmektedir. Bizim bu izafi özneliğimizden etkilenmeyen tek muhdis yani özne ise, mutlak özne olarak da adlandırabileceğimiz Rabbimizdir. Yani o Fâil-i Mutlak yanında bütün özneler “sözde özneye” dönüşüverir birden. Önce Musa’nın (as) Firavun’a; İbrahim’in (as) Nemrud’a haykırdığı gibi bu maddeci çağa, “Özneler Öznesinin” sonsuz fâilliğini haykırmamız gerekiyor; bütün eğitim ve propaganda imkânlarımızla. Dünyamızı ve benliğimizi kuşatan bütün o “sözde öznelerin” yıkılıp yerle bir olmaya başlamasıyla birlikte “gerçek özne” nin tecelligahına dönüşürüz ve sonsuzluğun “özne” olduğu; “maddenin” tasallutundan kurtulmuş bir özgür dünyayı ancak o zaman inşa edebiliriz.
Bedîüzzaman Hazretleri, ehl-i küfrün niye çoğunlukla galip geldiğini şöyle izah etmektedir: “Dalâlette ve küfürde hem adem ve terk vardır ki; pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrip var ki, çok sehildir ve âsândır; az bir hareket yeter. Hem tecâvüz var ki; az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe noktasından ve firavuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem akıbeti görmeyen ve hazır zevke mübtelâ olan insandaki nebâtî ve hayvânî kuvvelerin tatmîni ve telezzüzü hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letâif-i insaniyeyi, insaniyetkârâne ve âkıbet-endîşâne olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar.” Tarih, ehl-i iman ve ehl-i küfrün mücadelesinden ibarettir; denilse yanlış olmaz sanırım. Bu mücadeleler sırasında kimi zaman ehl-i iman galip gelmiş, kimi zaman da ehl-i küfür galip gelmiştir. Ancak ehl-i küfrün galibiyeti, ehl-i imana nispeten daha fazladır. Özellikle, Asr-ı Saâdet’ten sonra beş asırlık Abbasî ve beş asırlık Osmanlı idaresi zamanlarının dışında, ehl-i imanın yenilgileri çok daha fazladır. Hatta hususen bir asrı aşkın bir zamandır, ehl-i iman savaş meydanında kazandıklarını dahî masada kaybetmektedirler. Peki, Cenâb-ı Hakk’ın Müslümanlara gelen manevî yardımlarına, hususî inayetlerine ve merhametine rağmen Müslümanlar neden yenilgiye uğramaktadırlar? Bedîüzzaman Hazretleri, ehl-i küfrün niye çoğunlukla galip geldiğini şöyle izah etmektedir: “Dalâlette ve küfürde hem adem ve terk vardır ki; pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrip var ki, çok sehildir ve âsândır; az bir hareket yeter. Hem tecâvüz var ki; az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe noktasından ve firavuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem akıbeti görmeyen ve hazır zevke mübtelâ olan insandaki nebâtî ve hayvânî kuvvelerin tatmîni ve telezzüzü hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letâif-i insaniyeyi, insaniyetkârâne ve âkıbet-endîşâne olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar.”1 Üstâd Hazretlerinin ifade ettiği gibi, küfür cephesinde hayrı terk etmek vardır. Yokluk vardır, bir hayır bina etmezler. Saldırırlar, yok ederler. Tamir etmezler, yardım etmezler. Haram-helal anlayışları yoktur. Bu sebeple kolay taraftar toplarlar. Taraftarlarını elde tutabilmek için haram lezzetleri kullanırlar. Ehl-i imandan bazılarını da bu şekilde kandırarak kendi amaçlarını gerçekleştirmek için kullanırlar. Nefis ve şeytan her zaman destekçileridir. Ehl-i küfrün bu tahripçi, bozguncu ve şahsî menfaat odaklı anlayışını meşhur İtalyan siyaset felsefecisi Machiavelli (1469-1527) Prens isimli kitabında şu şekilde anlatmaktadır: “Zamanımızdaki deneylerle de bellidir ki ancak verdikleri sözü hiçe saymış ve insanların beyinlerini kurnazca uyutmasını bilmiş prensler büyük işler yapmışlardır ve sonunda dürüstlüğü temel almış olanlara üstün gelmişlerdir.” İşte bu sebeplerden dolayı, Batı’nın amacına ulaşmak için her türlü yalanı ve ahlaksızlığı kullanan anlayışına karşı, İslam dünyasının mazlumu koruyan, hak ve adalet temelli anlayışı ne yazık ki, lihikmetin çok defalar mağlup olmaktadır. *** Batı ve zalim ehl-i dalalet, ülkelerine sığınan mültecilere göz önünde göstermelik birkaç iyilik yapıp, arka planda onlara her türlü aşağılamayı yapmaktadırlar. İşin aslında da zaten bu insanların mülteci olmasına, yine ehl-i dalâletin sömürgeci ve istilacı zihniyeti sebep olmaktadır. Sözde iyiliksever, âdil ve insan haklarına saygılı gibi görünen Batılı ülkeler, aslında menfaatleri ve iktidarları için akla hayale gelmeyecek derecede zalim olabilmektedirler. Türkiye, hâlihazırda 3 milyondan fazla mülteciye ev sahipliği yaparken, Avrupa ülkeleri bu mültecileri kabul etmemek için onların denizlerde boğulmalarına göz yummakta, hatta bazen sebep olmaktadırlar. İnsan hakları isminde mahkemeleri vardır ama Filistin’de, Gazze’de, ya da Arakan’da bir Müslüman’ın yurdundan atılarak zulme uğramasını hiç görmezler. Yolda karşıdan karşıya geçen için anında trafiği durdururlar ama Afrika’da etrafını yüksek duvarlarla çevirdikleri madenlerden çıkardıklarını o ülkelerde bir gramını bırakmadan Avrupa’ya götürürler. İnsan hayatına saygı derler, katilleri bile idam etmezler ama Afrika’dan getirdikleri insanları –haşa- insanat bahçelerine koyarak hayvan gibi sergilerler. Afrikalıları köle haline getirerek yaptıkları zulümler hala zihinlerdeki yerini koruyor. Demokrasi getireceğiz diyerek, bütün İslâm ülkelerini karıştırır, terörü önleyeceğiz deyip askerî operasyonlar yaparak, sivilleri öldürürler. Ticarette dürüstlük taslayıp, Müslümanları yolsuzlukla suçlarken; Müslüman ülkelerin ekonomilerini spekülasyonlarla batırmak için ellerinden geleni yaparlar. *** İşte bu açılardan bakıldığında, tarihte hadiselerin nasıl çarpıtıldığına da şâhid olmaktayız. İslâm âlemi, yüzyıllardır hep teknolojiyi takip etmemekle, yolsuzluklarla, adaletsizliklerle, iş bilmez kişilerin idarî makamlara getirilmesiyle suçlanmış ve eleştirilmiştir. Hâlbuki Batı’daki ülkelerde ne kadar problem çıkıyorsa, İslâm ülkelerinde de aynı sayıda problemler çıkmaktadır. Çünkü insan olan her yerde hatalar, yanlışlıklar olması gayet doğaldır. İmtihanda olduğumuz şu dünyada her zaman nefsine yenik düşen insanlarla karşılaşabiliriz. Bu noktalardan İslâm dünyasının Batı’dan geride kalmış görünümüne sebep olan birinci husus, tahribin kolay, tamirin zor olmasıdır. Batı çok kolay bir şekilde tahrip etmekte ve sömürmektedir. Osmanlı Devletinin beş asır adaletle idare ettiği birçok toprak parçasını 40-50 sene gibi sürelerde sömürerek, bütün kaynaklarını tüketmişlerdir. Günümüzde Avrupa ve Amerika, zengin, gelişmiş ve medenî gibi görünüyor ise, bu mimsiz medeniyetin2 arkasında milyonlarca insanın kan ve gözyaşı vardır. Bunun karşılığında İslâm medeniyetini temsil eden devletler, hep tamirle uğraşmışlardır. Ancak İslâm dünyasının çok güçlü olduğu dönemlerde Batı’ nın tahripçiliğine karşı dur diyebilmişlerdir. Onun dışında İslâm dünyasının tamiri, Batı’nın tahribine denk gelememiş ve dünya, mevcut durumuna gelmiştir. *** Ehl-i dalâletin en gaddarâne faaliyetleri ise, günümüzde Filistin’de yaşanmaktadır. Nüfûsu iki milyara yaklaşan İslâm dünyasının gözü önünde Kudüs yavaş yavaş bir Yahudî şehrine dönüştürülmektedir. Bu dönüşüm gerçekleştirilirken de Filistinli Müslümanlar en ağır işkence ve zulümlere maruz bırakılmaktadırlar. Zamanında bin bir hileyle mülkiyetleri Müslümanların ellerinden alınan Filistin topraklarının, mevcut Müslümanların ellerinde kalanları da yine farklı desiselerle Yahudileştirilmektedir. Kudüs’ te Müslümanlara gayrimenkul mirası bırakma yasağı getirilip, vefat eden Müslümanların gayrimenkullerine Yahudiler el koymaktadırlar. Gözaltına aldıkları Filistinlileri üç aya varan işkenceli sorgulardan geçirmektedirler. En son 22 İsrailli asker tarafından gözaltına alınan 16 yaşındaki Filistinli Muhammed Fevzi El-Junidi ise, Kudüs’ün kurtarılması için başlatılan 3. İntifada’nın sembolü oldu. Gözaltına alınırken çekilen fotoğraf karesi, bir yandan bir çocuğa yapılan Yahudi zulmünün isbatı olurken, bir yandan da Yahudilerin ellerindeki modern silahlara rağmen Filistinlilerden ne kadar korktuklarının bir göstergesi olmaktadır. Zamanında ehl-i küfrün fitneleriyle tembelleşen, ekonomik açıdan zayıflayan, ilimsiz bırakılan ve İslâmiyet’ten uzaklaştırılan geniş Müslüman kitlelerin, İslâm dünyasının uğradığı yenilgide payları varsa da, asıl sebep yine Batı’nın yalan dolu siyasetidir. Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve Cemal Paşa gibi makam - mevki sevdalılarının ceplerine para, arkalarına koltuk ve etraflarına gayr-ı meşru zevkler doldurularak kandırılmışlardır. İslâm dünyasının gerilemesinde onlar gibilerin payı büyüktür. Bütün bu yenilgilerden ve yanılgılardan ders çıkararak, uzun yıllardır geri çekilen İslâm dünyasının artık ilerlemek ve ehl-i küfrün tahribini tamir vakti gelmiştir. Bu ilerleme de ancak ittihâd-ı İslâm ile mümkündür. Çünkü tamir zordur ve tek başına bir milletin ya da bir devletin yapacağı iş değildir. Aslanların ittihâdında karşılarında duracak güç olamayacağı gibi, İslâm dünyasının ittihâdında da karşısında duracak zalim bulunamayacaktır. Kaynaklar: 1- Sirâcünnûr, s. 1222- Editörün notu: Osmanlıca yazılışı ile “mim” harfi gittiğinde “deniyet” kelimesi kalır ki, bu da “alçaklık” anlamına gelir.
Mescid-i Aksa ve çevresi olan Kudüs için kırmızı çizgiler, Allah ve Resulü tarafından çizilmiştir. Bu çizgiler, Müslümanların zaman içerisinde kendilerinin çizdiği, kendilerinin atfettikleri, zaman içerisinde oluşmuş, oluşturulmuş değildir. Dolayısıyla hiçbir Müslüman bu çizgiler üzerinde değişiklik yapma yetkisine, imtiyazına da sahip değildir. Her bir Müslüman’a düşen, buna titizlikle riayet etmesi ve bir hassasiyet göstermesidir. Nitekim İslam tarihi boyunca da öyle olmuştur. Mescid-i Aksa, Kudüs, Gazze veya Filistin, çoğaltılacak isimler etrafında cereyan eden hadiseler veya her birine özel olarak atfedilen problemler birbirinden bağımsız değildir. Soruna Filistin sorunu da denilse aslında özünde Mescid-i Aksa sorunudur. Kudüs sorunu da denilse aslında Mescid-i Aksa sorunudur. Gazze’deki sorundan da bahsedilse problemin mahiyeti aynıdır. Sorun Mescid-i Aksa olarak da adlandırılsa, bu defa Filistin’in bütününden bağımsız değildir. Gazze’ye atılan fosfor bombaları da Kudüs için, Ramallah’da Filistinli gençlere sıkılan kurşunlar da Kudüs için, El- Halil’de çocukların taş atması da Kudüs için... Kudüs’ün Kudsiyeti Kudüs ve Mescid-i Aksa; tüm İslam Dünyası için mukaddes topraklardır. Burada iki hususa dikkat çekmek gerekmektedir. Öncelikle, “İslam Dünyası” ifadesi telaffuz edildiğinde, her bir birey fert fert bu kavramın kapsamına dâhildir. Bireylerin kendilerini soyutlayarak, soyut bir kavrama, problemi havale etmeleri anlamına gelmemekte veya sadece dünya liderlerine problemi tevdi etmeleri gerekmemektedir. İkinci husus, “Mukaddesiyetidir.” İslam dünyasında Müslümanların saygı duyduğu, muhabbet beslediği muhtelif beldeler, mekânlar mevcuttur. Bunların bir kısmı zaman içerisinde tezahür etmiştir. Ancak Kudüs’ün kutsallığı doğrudan İlahi irade tarafından irade edilen ve bildirilen bir kutsallıktır. İsra Suresi birinci ayette, “Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Harâm’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya (İsrâ -gece yürüyüşü- ile) götüren (Allah, her türlü noksanlıktan) münezzehtir. Şübhesiz ki Semî' (her şeyi işiten), Basîr (hakkıyla gören), ancak O’dur” denilmektedir. Bu Ayet-i Kerime’de mübarek kılındığı, bir kutsiyet atfedildiği açıkça belirtilmektedir. İkinci bir husus daha dikkat çekmektedir. Mübarek kılınan yer sadece Mescid- Aksa değildir. Ayet-i Kerime’de etrafından da bahsedilmektedir. Hem Mescid-i Aksa hem de çevresi mübarek kılınmıştır. Peygamber Efendimizin (sav) Hadis-i Şeriflerine de mazhar olmuştur Mescid-i Aksa. “Yolculuk ancak şu üç mescidden birine olur, benim şu Mescidime, Mescid-i Haram’a, Mescid-i Aksa’ya” (Müslim, Kitabü’l-Hac) Başka bir Hadis-i Şerifinde, Mescid-i Aksa’ya gidilip namaz kılınmasını buyurmuştur. “Eğer oraya gidemez ve içinde namaz kılamazsanız, kandillerine yakılmak üzere oraya zeytinyağı gönderin.” (Ebu Davud, Kitabu’s -Salat) Yine bir başka Hadis-i Şerifinde, “Ümmetimden bir grup sürekli hak üzere hareket edecek, düşmanlarına üstün geleceklerdir. Allah’ın emri gelinceye kadar (onların bu cihadları devam eder,) kendilerine muhalefet edenlerin muhalefetleri onlara bir zarar vermez.” “Onlar nerededir Ya Rasulallah?” diye sordular. O da “Beyt-i Makdis’te (Kudüs’te) ve çevresinde.” dedi. (Ahmed İbn Hanbel, Müsned) Bu Hadis-i Şerif’te de, sadece Mescid-i Aksa zikredilmemiş yine çevresiyle birlikte bir teveccühe mazhar olmuştur. Peygamber Efendimizin (asm) buradan Mirac’a yükselmesi, ilk kıble olması, Peygamberler diyarı olması ve daha çok gerekçeler ile Filistin, Kudüs ve Mescid-i Aksa bütün Müslümanlar için kutsaldır.1 Kudüs Kırmızı Çizgidir Bütün bu hususiyetler Kudüs’ü muhafaza edilmesi gereken bir mevkie taşımıştır. Mescid-i Aksa ve çevresi olan Kudüs için kırmızı çizgiler, Allah ve Resulü tarafından çizilmiştir. Bu çizgiler, Müslümanların zaman içerisinde kendilerinin çizdiği, kendilerinin atfettikleri, zaman içerisinde oluşmuş, oluşturulmuş değildir. Dolayısıyla hiçbir Müslüman bu çizgiler üzerinde değişiklik yapma yetkisine, imtiyazına da sahip değildir. Her bir Müslüman’a düşen, buna titizlikle riayet etmesi ve bir hassasiyet göstermesidir. Nitekim İslam tarihi boyunca da öyle olmuştur. Kudüs; Selahaddin-i Eyyubi’ nin ve ordusunun kırmızı çizgisi olmuştur. Kudüs Haçlıların eline geçtiğinde Selahaddin, “Kudüs’ü fethedinceye kadar bir daha üzerimdeki kara giysileri çıkarmayacak ve hiç gülmeyeceğim!” diye yemin etmiş, nihayetinde siyah sarığıyla girmiştir Kudüs’e. Kudüs, Osmanlı idaresine 1516’da girmiştir. 1917’ye kadar tam 401 yıl Osmanlılar tarafından idare edilmiştir. Kudüs tüm İslam dünyasına ait olmuş, tüm İslam Dünyası da Kudüs’le birlikte durmuştur. Kudüs Osmanlı’nın ve İslam Dünyasının, Sultan Abdülhamit’in de kırmızı çizgisidir. Bu test edilmiştir. Theodor Herzl’in, “Eğer Sultan Hazretleri bize Filistin’i verseydi, biz Osmanlı’nın bütün maliyesini düzenleyebilirdik. Biz, Asya’dan gelebilecek bütün barbarlığa karşı bir ileri karakol olabilirdik”2 ifadelerini içeren teklif, Abdülhamit’in kırmızı çizgisini geçememiştir. Teklifle, tehditle geçilmesine izin verilmeyen kırmızı çizgi, can ve kan pahasına korunmaya çalışıldı: Gazze Savaşları 1917 Birinci Gazze Muharebesi içerisindeki taarruzlardan yine birisi, 27 Mart 1917’de, İngilizler tekrar taarruza kalkarak Ali Muntar tepesini zaptettiler, Türk kuvvetleri öğleden önce tepeyi ve Gazze’yi tekrar geri aldılar. İngilizler 2700 asker kaybetti, Türk kuvvetleri 2500 askeri şehit verdi. 1917 Eylül’ü İkinci Gazze Muharebesinde İngilizler 6000 asker kaybetti. Türkler 391 şehit verdi. Üçüncü Gazze Savaşı; İngilizler 7 piyade tümeni, 4 süvari atlı tümen, 1 zırhlı savaş gemisi, 2 topçeker, 2 torpido ile 2 Kasımda İngiliz Kara ve Deniz kuvvetleri tekrar taarruza geçtiler. Türkler 9 piyade tümeni ve bir süvari tümenine sahipti, ancak İngilizler kadar tüfek ve kılıç kuvvetine sahip değildi. 7 Kasım’a kadar üçte bir mevcutlarını kaybederek mevzilerini müdafaa ettiler.3 Kırmızı kanlar toprağa düştü, kan tükendi, can tükendi, kırmızı çizgi… 40 gün süren muharebeler sürecinde Osmanlı 25 bin kayıp verdi. 8 Aralık günü Osmanlılar şehirden çekildi. Osmanlı Mutasarrıfı, şehrin belediye başkanına İngilizlere verilmek üzere bir mektup bıraktı. Şehri teslim eden mutasarrıf, şehirdeki kutsal mekânların zarar görmemesi gerekçesiyle şehri teslim etmiştir. “İngiliz Kumandanlığı’na! Her milletçe kutsal sayılan Kudüs’teki yerleşim yerlerine iki günden beri obüsler düşmektedir. Osmanlı Hükümeti sırf dinî mekânların zarar görmemesi için kasabadan çekilmiş ve Kamame, Mescid-i Aksa gibi dinî mekânların korunmasına memurlar görevlendirmiştir. Tarafınızdan dahi bu yolda muamele edileceği ümidiyle bu belgeyi Belediye Reisi Vekili Hüseyinzâde Hüseyin Bey eliyle gönderiyorum efendim. Kudüs Müstakil Mutasarrıfı İzzet 8/9.12.33.” Kudüs’ü İngilizler teslim aldılar. Hristiyanlar 730 yıl sonra Kudüs’e döndü. Avrupa’da büyük kutlamalar yapıldı. General Allenby, 11 Aralık’ta törenle, kapısında Türk bayraklarının bulunduğu kapıdan Kudüs’e girdi.4 Aynı tarihlerde yine İngiltere’ nin rol oynadığı bir başka önemli gelişme daha yaşanıyordu. İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour tarafından 2 Kasım 1917’de Rothschild’e yazılan ve tarihte Balfour Deklarasyonu olarak bilinen bir mektupla, Filistin Yahudilere bir vatan olarak vaad ediliyor ve buraya göç edebileceklerini belirtiyordu. Filistin’in, İngilizlerin idaresine geçmesine müteakiben hızla Yahudi göçü başlamıştır. Yahudi göçünün artması yerli Arapları endişelendirmiş ve karşılıklı çatışmalara dönüşmüştür. 1920, 1921 ve 1929’da Arap ayaklanmaları olmuş, 1936-39 arası ayaklanmalar iyice artmıştır. 1918’de %2,5 olan Yahudi toprakları 1948’de %6-7’lere çıkmıştır. 1922’de 83 bin Yahudi varken, 1942’de 484 bine ulaşmıştır.5 Bu göç ikinci dünya savaşından sonra daha da artmıştır. Bu süreçte İngilizlerin hem Araplar hem de Yahudilere karşı her iki tarafı da idare etmeye çalıştıkları, ikili bir politika yürüttükleri söylenebilir.6 1947’de BM bir taksim planı ile toprakların %56’sını Yahudilere verilmesi, Kudüs’te uluslararası bir rejim kurulması ve BM gözetiminde yönetilmesi öngörülüyordu. İngiltere’nin 14 Mayıs 1948’de çekilmesinden birkaç saat önce İsrail devletinin kurulduğu ilan edildi. Önce ABD, daha sonra da Rusya İsrail devletini tanıdı. İsrail devletinin kurulmasının açıklanmasıyla birlikte Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan, Irak askerleri Filistin’e girdiler. Ancak savaştan en kazançlı çıkan İsrail oldu. Topraklarını %80’e çıkardı ve dahası Kudüs’ün yarısını elde etti. Kudüs İsrail ve Ürdün arasında paylaşıldı. Gazze Mısır’a kaldı.7 1964 yılında Arap Birliği Zirvesinde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Kuruldu. Bütün bu süreç içerisinde Araplar ile İsrail arasında yer yer çatışmalar devam etti. 1967 yılı 5 Haziran’ında İsrail aniden saldırıya geçti. Mısır’ın 360 uçağından 300’ünü daha yerdeyken vurdu, aynı şekilde Ürdün ve Suriye de ağır kayıplar verdiler. Savaş sonucu 1947’ye göre topraklarını İsrail 4 kat büyüttü. Dahası, İsrail Doğu Kudüs’ü de ele geçirdi.8 General Allenby şehre girdiğinden ve Osmanlı askerlerinin çekildiğinden itibaren problem, Yahudiler ve Araplar veya Arap–İsrail problemine dönüşmüştü. Kudüs’ün İşgal edilmesiyle birlikte, Kudüs tekrar mevzubahis edilmeye başlandı. İsrail, Kudüs’te yeni yerleşim yerleri açmaya başladı. Pakistan konuyu BM’ye taşıdı. BM, İsrail’i kınadı ve Kudüs konusundaki politikalarından vazgeçmesini talep etti. Bu savaş Arapların direncinin kırılmasında önemli bir rol oynadı. Ağır yenilgi alan Araplar, İsrail ile külli şekilde uğraşma politikasından vazgeçip, kaybettikleri toprakları geri nasıl alabilecekleri zeminine kaydılar. Aynı yıllarda, Filistin, Kudüs ve Mescid-i Aksa etrafından şekillenen problemin yönünü değiştirecek bir başka gelişme daha ortaya çıktı. 1969 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) başına geçmiş ve Filistin direnişini örgütlemeye başlamıştır. Hem gerilla saldırıları düzenlemiş hem de uluslar arası kamuoyunun önüne çıkmıştır. “Artık bir milyon Filistinli işgal altında yaşıyor. Onlar İsyan edecekler. İsyancı ateş üzerinde oturuyor” “Onurumuzla savaşacağız. Arap ulusu bizi izliyor. Bu yenilmez ordu mitine bir son vereceğiz”9 ifadeleri ona aittir. 1968 yılında yapılan Filistin Ulusal Konseyi toplantısında yönetime gelen genç kuşak her türlü barış girişimine soğuk durmuş ve bildirgeye, “Silahlı mücadele Filistin’in kurtuluşu için tek yoldur” ifadesini ekletmişlerdir. “Filistin bir Arap vatanıdır” ifadesi de yerini, “Filistin, Filistinli Arap halkının vatanıdır.” cümlesine bırakmıştır. Filistin, Kudüs ve Mescid-i Aksa artık Arap-İsrail sorunundan Filistin-İsrail sorununa değişmeye başlamıştır. 21 Ağustos 1969 tarihinde, İsrail’in işgali altında bulunan Kudüs’teki, El-Aksa Mescidi’ nin yakılması üzerine, 22–25 Eylül 1969 tarihlerinde Rabat’ ta ilk kez İslam Zirve Konferansı düzenlenmiş, alınan bir kararla İslam Konferansı Örgütü kurulmuştur. Bu bir tepki olmakla birlikte, bir reflekstir. Planlanmayan, aniden yaşanan hadiseye apar topar verilen bir tepki. Aslında bu tepki bile, İslam dünyasının, aniden harekete geçebilme potansiyeli olduğunu göstermektedir. Burada şu hususu belirtmek gerekir. İsrail hep planlı şekilde hareket etmiştir. Theodor Herzl tarafından yazılan Yahudi Devleti kitabında, İsrail devleti kurulmadan önce 1897’de devletin nasıl kurulacağı ince ince planlanmıştır. Planladığı ve hedeflendiği gibi 51 yıl sonra devlet kurulmuştur. Aynı şekilde 1967 yılındaki 6 Gün Savaşlarına da İsrail’in ince ince hazırlandığı anlaşılmaktadır. Arafat önderliğinde yürütülen mücadele sonucunda, 15 Kasım 1988’de Filistin bağımsızlık bildirgesini yayınlayarak bağımsızlık ilanında bulunmuştur. 9 Aralık 1987’de bir İsrail askerî aracının Gazze’de dört Filistinlinin ölümüne sebep olan bir trafik kazasına karışması ve bu olayı protesto eden Filistinlilere İsrail askerleri tarafından ateş açılması sonucunda bir Filistinlinin daha şehit olması üzerine halk ayaklanmış ve Birinci İntifada başlamıştır, artık silahlara karşı çocukların, gençlerin taşlarla mücadele etme dönemi başlamıştır. İntifada döneminde 1000’den fazla Filistinli şehid olmuştur. 28 Eylül 2000’de eski İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa’yı basması ve “Burası hep bir İsrail bölgesi kalacak” sözlerini kullanması ile Kudüs’te İkinci İntifada başladı. İkinci İntifada’da 4 bin 412 Filistinli şehid oldu, 48 binden fazla kişi de yaralandı. Bu intifadanın sembolü 11 yaşındaki Muhammed Durra oldu. Muhammed Durra ve 48 binden fazla yaralının ve 4412 şehidin kırmızı çizgisidir Kudüs. Olabildiğince özetlemeye çalıştığımız bu süreç, aslında bir dönüşümün de özetidir. İslam Dünyasının kırmızı çizgisi iken Arap Dünyasının kırmızı çizgisi haline dönüşmüş, Arap Dünyasının kırmızı çizgisi iken Filistin’in kırmızı çizgisine dönüşmüştür. Aslında taş atan çocukların kırmızı çizgisine dönüşmüştür. Türkiye Bu Sürecin Neresinde Türkiye, kurulacak Yahudi devleti için BM’de yapılan oylamada red oyu vermiştir. Ancak daha sonra tanıyan ilk Müslüman ülke olmuştur. 28 Mart 1949’da tanımanın yapıldığı gün Türkiye’de çıkan gazetelerde “İsrail’in sulh unsuru olacağının ümit edildiği, her ne kadar Arapların düşüncesi bu yönde olmasa da bu devletin memnunluk ile karşılandığı, Ortada bir hakikatin olduğundan bahsediliyordu.10 Mescid-i Aksa’nın yakılması üzerine 1969’da Rabat’ta düzenlenen İslam Zirvesine, Türkiye de davet edildi. Türkiye kamuoyunda bu toplantıya katılmanın laiklik ilkesine aykırı olup olmayacağı tartışmaları başladı. Cumhurbaşkanı başta olmak üzere birçok kesim bu kaygıyı dile getirdi. Türkiye, Dışişleri Bakanı düzeyinde katıldı. Zirve esnasında Türkiye’ nin de içinde bulunduğu ülkelerden İsrail ile olan ilişkilerini kesmeleri talep edilmiş, Türkiye bu talebi kabul etmemiştir. Konferans sonunda yayınlanan bildiriye, Türkiye’nin alınan kararlara BM’ce uygun görüldüğü ölçüde katılacağı ifade edilmiştir. Bu toplantılara Başbakan düzeyinde katılınması 1980 yılını, Cumhurbaşkanı düzeyinde katılınması ise 1984’ü bulmuştur. 1967 savaşında Araplara destek mesajını açıklayan Türkiye, 1973 Arap-İsrail Savaşında tarafsız kalmayı tercih etmiştir. FKÖ’yü 1975’de tanımıştır. Genel olarak Türkiye-İsrail ilişkileri inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. 90’lı yıllar, ilişkilerin iyi olduğu yıllar olmuştur. Kudüs Türkiye’nin Kırmızı Çizgisidir Zaman içerisinde Arap Dünyasının Kudüs’e, Filistin’e ve Mescid-i Aksa’ya ilgisi düşerken, Türkiye’nin ilgisi zaman içerisinde yavaş yavaş artan bir seyir izlemiştir. Tanıma, tarafsızlık, Araplara düşük düzeyde diplomatik destek ve İsrail’i sert olarak hedef almayan söylem düzeyi terk edilmiştir. Bu terk devlet, hükümet ve kamuoyunda eş zamanlı şekilde gelişmiş ve gelişmektedir. Gelinen noktada Türkiye, İslam Dünyasının diğer ülkelerinden daha fazla Filistin’e sahip çıkmaya başlamıştır. 2006 yılında Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül, Filistin’in tapularının Türkiye’de olduğunu belirtmiş, “Filistin ile Türkiye ilgilenmeyecek de kim ilgilenecek?” ifadesini kullanmıştır. Gerek Mavi Marmara ve gerekse Davosta’ki ‘One Minute’ olayları, Türkiye’nin ilgisinin somut tezahürleri olmuştur. ABD’nin 6 Aralık 2017 tarihinde Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan kararının ardından, Türkiye 13 Aralık 2017 tarihinde İstanbul’da İslam İşbirliği Zirvesi’ni olağanüstü toplanmaya çağırmış ve Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olduğu kararını aldırmıştır. Bu, uzun yıllar sonra kınama mesajlarından sonra, belki de alınan en somut karardır. Türkiye artık konunun tarafı olduğunu, kendisinin kırmızı çizgisi olduğunu net olarak ifade etmektedir. İsrail’e karşı söylemlerini de sertleştirmektedir. Türkiye’nin bu tutumu, İsrail karşısında ard arda yenilgiler yaşamış olan Arap Dünyasına da yeniden bir özgüven kazandıracaktır. Türkiye bu anlamda sahaya yeni inmiş, oyuna yeni dahil olmuştur. Türkiye’nin tepki ve reaksiyonunun oluşturacağı etki Arap Dünyasının reaksiyon ve tepkisinden daha farklı ve fazla bir etkisellik düzeyi oluşturacaktır. Türkiye, sorunun tekrar İslam Dünyası tarafından sahiplenilmesi, hadisenin “Filistin-İsrail” sorunundan çıkarılarak “İslam Dünyası-İsrail” eksenine kaydırılması, sorunun “Mescid-i Aksa ve Kudüs” sorunu olarak tanımlanması için önemli girişimler ve söylemler üretmektedir. Kaynaklar: 1- Bu konuda daha detaylı bilgi için bakınız. Ahmed VAROL, Filistin Davasının İslami Temelleri, Madve Yayınları, Eylül 19962- Theodor Herzl, Yahudi Devleti, Ataç Yayınları, s. 423- Mirliva Sedat, Filistin’e Veda, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2009, s. 56-62, 1594- İsmet ÜZEN, İngilizlerin Kudusü ele geçirmesi ve General Edmund Allenby’nin Kudüs’e Törenle Girişi (9-11 Aralık 2017), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, c. 19, Sayı: 2, s. 329-3445- Tayyar Arı, Ortadoğu, Alfa Yayınları, s. 200-2106- Kadir Mısıroğlu, Filistin Dramının Düşündürdükleri, Sebil Yayınları7- Tayyar Arı, s. 2338- Tayyar Arı, s. 3199- Ammon Kapeliouk, Yenilmez Arafat, İmge yayınları, 105,11210- Dani Danış BARAN, Türkiye İsrail İlişkileri, İç Politik Etkilerin Dış Politikaya Yansımaları, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Beykent Üniversitesi
Kalb sözlükte, iki akciğer arasında ve biraz solda bulunan, emme basma bir tulumba durumunda, vücuttaki kanı akciğerlere ve akciğerlerden döndükten sonra tekrar vücuda sevk ederek kan dolaşımını sağlayan organ, yürek şeklinde ifade edilmiştir. Ayrıca iman, sevgi ve nefretin, iyi ve kötü bütün duyguların, anlayış, duyuş, seziş yeteneklerinin kaynağı olduğu kabul edilen, insanın manevi varlığının merkezi, gönül olarak tarif edilmiştir. Mecaz anlam olarak da bir şeyin tam ortası, merkezi diye belirtilmiştir. İslam kültüründe kalbe çok geniş yer verilmiştir. Allah sevgisinin muhafaza edileceği yer olan kalbin sevgi, muhabbet, kin ve nefretin hissedildiği; ruhun ulvî bir özelliği olduğu kabul edilmiştir. Hadis-i şerifte buyurulmuştur ki: “İnsan vücudunda bir et parçası vardır ki; o düzelirse bütün vücut düzelir, o bozuk olursa bütün vücut ifsâd olur. İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir.”1 Marifet yani Allah’ı bilmek ve tanımak kalbin işidir.2 Haset, gazap ve nefret gibi kötü duygular kalpte bulunduğu gibi; iman, Allah korkusu, hilm ve takva da kalbe ait fiillerdir.3 Kur’an’da ve hadislerde kalbin mahiyeti ve tarifi üzerinde değil; işlevleri ve nitelikleri üzerinde durulmuştur. Kur’an ve hadiste geçen kalb kelimesi insanın anlama, kavrama, düşünme ve eşyanın hakikatini bilme yönünü, başka bir ifadeyle insanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran temel niteliğini dile getirir. Kalb insanın idrak eden, bilen ve kavrayan bir tarafı olduğu için, İlâhî hitaba muhataptır, yükümlü ve sorumludur. Dinî ve insanî hayatın merkezinin kalb olduğu, aşağıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere Kur’ an ve hadislerde açıkça ifade edilmiştir. “Onların kalpleri vardır, (ancak kendi küfürleri sebebiyle artık) onlarla (hakkı zevk edip) anlamazlar.”4 “(İnkâr edenler) yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, kendileri için onlarla akıl erdirecekleri kalpler ve onlarla işitecekleri kulaklar olsun! Ama şu gerçek ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler (basiretler) kör olur.”5 “Şüphesiz ki bunda, kalbi olan veya (fikren) hazır bulunup kulak veren kimseler için gerçekten bir ibret vardır.”6 mealindeki ayetler kalbin idrak, ilim, marifet ve düşünme aracı olduğunu ortaya koymaktadır. İşte bu nedenledir ki kalp, göz ve kulak gibi mesuldür.7 Kalbin Önemi Kalbin İslam’daki büyük önemi iman ve inkâr mahalli olmasındandır. Bütün İslam âlimleri imanın aslî şartının kalbin tasdiki olduğu hususunda ittifak etmiştir.8 İman gibi inkâr ve red de kalbin bir fiilidir. İslâm’da vahyin mahalli de kalptir. Cebrâil (as) Kur’ân’ı Hz. Peygamber’in kalbine indirmiştir.9 Resul-i Ekrem (asm)’ın gördüğü rüyalar ve aldığı ilhamlar kalple ilgilidir. Sûfîlerin büyük değer verdikleri keşif ve marifetin kaynağı da kalptir. Kalb - iman ilişkisini Üstad Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde anlatır: “Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni’i arayan ve isteyen ve Sâni’in vücudunu delâil ile ilan eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerinin tenmiyesi (nemalanması, çoğalması) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir.”10 Bediüzzaman Hazretlerine göre kalbin tarifi ve bir kısım özellikleri şunlardır: Kalpten maksad; çam kozalağına benzer bir et parçası değildir. Ancak İlâhî hakikatleri zevk eden bir duygu, Rabbanî bir latifedir. Kalb, hissiyatın mazharı olan vicdan ile fikirlerin makes bulduğu dimağdan oluşur. Rabbanî bir duygu hükmündeki manevî kalbin insanın ruhuna, maneviyatına yaptığı hizmet, maddî kalbin bedene yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl bedenin her yerine hayat suyu olan kanı neşreden o maddî kalb bir makine-i hayattır ve maddî hayat onun işlemesiyle kâimdir, sekteye uğradığı zaman cesed de sükûta uğrar. Öyle de o manevî kalb dahi emeller, ahval ve maneviyatın hey’et-i mecmuasını hakiki bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; o iman nurunun sönmesiyle mahiyeti, hareketsiz bir ölü gibi bir heykelden ibaret kalır.11 İnsan, kâinat ağacının hem çekirdeği hem de meyvesi hükmündedir. İnsaniyetin en mükemmel meyvesi ise Hâtemü’l-Enbiya (asm)’dır. Aynı zamanda İslamiyet’in çekirdeğidir. Fakat o çekirdeğin çekirdeği ise kalptir. kalpin muhtaç olduğu şeyler açısından âlemin bütün envaıyla, eczasıyla pek çok alakaları vardır. Esmâ-yı Hüsnâ’nın bütün nurlarına ihtiyacı vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri hem de düşmanları vardır. Ancak Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakiki ile mutmain olabilir. Kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve merkezinde Vahid-i Ehad’den başka bir şeyi kabul etmez. Ebedî ve sermedî bir bekadan başka bir şeye razı olmaz. İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlâs altında İslâmiyet suyuyla sulanıp imanla intibaha gelirse, nuranî ve misalî âlem-i emirden gelen bir emir ile öyle nuranî bir ağaç olarak yeşillenir ki, onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalp çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek olarak kalır. Nura inkılâp edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır. Kalbin hizmetinde öyle hisler, latifeler vardır ki, o hadimler kalbin hayatıyla hayat bulur. İnbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Hatta kalbin hizmetçilerinden bulunan hayal, en zayıf ve en ehemmiyetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıt altında olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılan bir âdemin başını Hacerü’l-Esved’in altına koydurur. Ve yaptığı şehadetlerini muhafaza için Hacerü’l-Esved’e emanet ettirir.12 İnsan Sadece Kalpten mi İbarettir? İnsan sadece kalpten ibaret değildir. İnsanın akıl, ruh, sır ve nefis gibi pek çok vazifeli latifeleri, duyguları ve hususiyetleri vardır. Şayet insan yalnızca kalpten ibaret olsaydı, mâsivayı -Allah’tan gayrı her şeyi- terk etmesi gerekirdi. Hatta Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını dahi bırakıp sadece ve sadece O’nun zatına kalbi bağlamak lazım gelirdi. Kâmil insan odur ki, bütün hislerini, duygularını, latifelerini kendilerine mahsus ayrı ayrı bir ubudiyette kullansın. Onları hakka ve hakikate sevk etsin. Sahabelerin örnek hayatlarında olduğu gibi geniş bir dairede; adeta kalb bir kumandan gibi kendine bağlı askerler hükmündeki duygularla kahramanca maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek iftihar sebebi değil, belki çaresizlik neticesidir.13 Allah Kalplerde Olanı Bilir Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’da yüce Mevlâ’mız şöyle buyurmaktadır: “Şüphe yok ki Allah, sinelerin içinde olanı hakkıyla bilendir.”14 “(Hiç) yaratan bilmez mi? Çünkü O, Latîf (kalplerdeki bütün incelikleri bilen)dir, Habîr (onlardan haberdâr olan)dır.”15 Bu konuyla alakalı Bediüzzaman Hazretleri de kısaca şunları söyler: “Zemini (dünyayı) döndürüp, gece ve gündüz sahifelerini yapan ve çeviren ve yevmiye hadisatıyla yazan ve değiştiren aynı Zât, aynı anda, en gizli ve cüz’i olan kalplerin hâtırâtlarını (içlerinden geçeni) dahi bilir ve iradesiyle idare eder.”16 Kalbin Mutmain Olması Rabb-i Rahîmimiz Kur’an-ı Keriminde kalplerin mutmain olmasını şu ayet-i kerimelerle bize bildirmektedir: “O, imanlarına iman katsınlar diye müminlerin kalplerine sekînet (huzur ve itmi’nân) indirendir.”17 “Onlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikri ile mutmain olan kimselerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.”18 Bu dünyada hadsiz elemlerle müteellim bir insanın yegâne kurtuluşunun bir olan Allah’a iman etmekle mümkün olabileceğini ilan eden Üstad Bediüzzaman, Yüce Yaratıcıyı tanımak ve O’nun zikriyle meşgul olmak hususunda şunları beyan eder: “Bütün ervah ve kulûbun dalaletten neşet eden ızdırâbât ve keşmâkeş ve ızdırâbâttan neşet eden manevî elemlerden kurtulmaları, bir tek Hâlık’ı tanımak ile olur. Bütün mevcudâtı, bir tek Sâni’e vermek ile necat buluyorlar, bir tek Allah’ın zikriyle mutmain olurlar. Çünkü hadsiz mevcudat bir tek Zat’a verilmezse, (…) o zaman her bir tek şeyi, hadsiz esbaba isnâd etmek lazım gelir ki, o halde bir tek şeyin vücudu, umum mevcudat kadar müşkil olur. Çünkü Allah’a verse, hadsiz eşyayı bir Zat’a verir. O’na vermezse, her bir şeyi hadsiz esbaba vermek lazım gelir. İşte mahiyet-i insâniyedeki merak ve taleb-i hakikat cihetinden gelen nihayetsiz ızdırabdan kurtaracak, yalnız tevhid-i Hâlık ve marifet-i İlâhiyedir (yaratıcının bir olduğunu kabul edip O’nu tanımaktır).”19 Kalbin Âyine-i Samed Olması Ayine-i Samedâniye, hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde, her şeyin kendisine muhtaç olduğu Allah’ı gösteren ayine demektir. İnsanın kalbi Allah’a inanmaya muhtaçtır, lakin Allahu Teâlâ o kalbin imanına muhtaç değildir. İşte kalp bunu anlamakla Samediyete bir ayna olur. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın antika bir sanatıdır ve kudretinin en nazik, en nazenin bir mucizesidir. Allah, insanı bütün isimlerinin cilvesine mazhar, nakışlarına medar ve kâinata da küçük bir misal suretinde yaratmıştır. Eğer iman nuru kalbe girse insandaki bütün manidar nakışlar o ışıkla okunur. Mümin kimse kendisi şuurlu bir şekilde bu nakışları, cilveleri okuduğu gibi Allah’a olan intisabıyla da başkalarına okutur. Yani, “Beni yaratan Allah’tır. Ben O’nun masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi manalarla insandaki ilahî sanat ortaya çıkar, görünür hale gelir. Demek, Sâni’ine intisaptan ibaret olan iman, insandaki bütün sanatları izhar eder, gösterir. İnsanın kıymeti o sanat-ı Rabbaniye ve âyine-i Samedaniye itibariyledir. O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, bu itibarla bütün mahlûkatın üstünde bir muhatab-ı İlâhî ve cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî olur.20 Üstad Bediüzzaman Hazretleri 17. Sözde, kalbe Farisî olarak tahattur ettiğini söylediği bir münâcatta şöyle der: Güzel değil batmakla gâib olan bir mahbub. Çünkü zevale mahkûm, hakiki güzel olamaz; aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalp ile sevilmez ve sevilmemeli. Dünyayı ve içindeki mahlûkatı kendi hesabına değil, Allah hesabına sevmek lazımdır. Öyleyse “Ne kadar güzel yapılmış” demeli, “Ne kadar güzeldir” dememeli. Ve kalbin bâtınına başka muhabbetlerin girmesine meydan vermemeli. Çünkü bâtın-ı kalp, âyine-i Sameddir ve O’na mahsustur.21 Kalbin Paslanması Cenâb-ı Hak, Mutaffifin suresi 14. ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Hayır! Bilakis kazanmakta oldukları şeyler (günahlar), kalplerinin üzerine pas bağlamıştır.” Peygamber Aleyhissalatü Vesselam da bir hadis-i şeriflerinde günah-kalb ilişkisini şu şekilde ifade etmektedir: “Günah işleyenin kalbinde siyah bir nokta hâsıl olur. Eğer tövbe ederse o leke silinir. Tövbe etmeyip tekrar günah işlerse o leke büyür ve kalbini kaplar, kalp kapkara olur.”22 Bediüzzaman Hazretleri ise günahların dehşetini şu sözleriyle anlatır: “Günah kalbe işleyip, kalbi siyahlandıra siyahlandıra, ta nur-u imanı kalpten çıkarıncaya kadar kalbi katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük manevi bir yılan olarak ısırır. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılâından (haberdar olmasından) çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhâniyâtın vücudu ona çok ağır gelir. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu eder.”23 Kalbin Mühürlenmesi Rabbimiz bu hususta Bakara Suresi 7. ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Allah, onların kalplerine ve kulaklarına (küfürlerindeki inatları yüzünden) mühür vurmuştur.” Resul-i Ekrem (asm) da kalbin mühürlenmesiyle alakalı şu manidar tespitte bulunur:“Günaha devam edenin zamanla kalbi mühürlenir o artık sevap işleyemez olur.”24 Bediüzzaman Hazretleri ise kalbin yaratılış itibariyle saf ve temiz olduğunu ancak daha sonra kulun kendi tercihleri nedeniyle kalbini bozduğunu ve muzır haşerât yuvasına çevirdiğini şöyle ifade eder: “Kalb ile vicdan, nur-u iman sayesinde hakâik-i İlâhîyenin tecellisine mazhar (İlâhî hakikatlerin göründüğü mahal) olmakla, menba-ı kemâlât, hayatdar ve ziyâdar oldukları halde, küfrün ihtiyar (tercih) edilmesiyle zulmetli, ıssız, haşerât-ı muzırra yuvasına inkılab ettikleri için mühürlenmiş, kilitlenmiş ki; o korkunç yuvadaki akreplerden ve yılanlardan ictinâp edilmesine işaret edilmiştir.”25 Ayrıca mühür vurmak tabiri, kâfirlerin dalaletlerini tasvir eden temsilî bir üsluba işarettir. Şöyle ki: “Kalp gözü, sanki cevahire bir hazine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir binadır. Vaktâ ki su-i ihtiyarlarıyla ifsada uğradı ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar ve akreplerle doldu; kapısı hatmedildi (mühürlendi) ki, o sâri (bulaşıcı) hastalıktan başkaları mutazarrır olmasın (zarar görmesin).”26 Kalp kapısının kilitlenmesine Cenab-ı Hak şu ayetiyle işaret etmiştir: “(Onlar) Kur’ân’ı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpler(inin) üstünde kilitler mi var?”27 Son olarak Resulullah (sav)’in öğrettiği şu dua ile niyaz ediyoruz ki: “Allah’ım! Senden işte (dinde) sebat etmeyi, doğruluğa da azmetmeyi istiyorum. Keza nimetine şükretmeyi, sana güzel ibadette bulunmayı talep ediyor, doğruyu konuşan bir dil, eğriliklerden uzak bir kalp diliyorum. Allah’ım, senin bildiğin her çeşit şerden sana sığınıyorum, bilmekte olduğun bütün hayırları senden istiyorum, bildiğin günahlarımdan sana istiğfar ediyorum.”28 Âmin. Kaynaklar: 1- Buhârî, İmân, 39; Müslim, Musâkât, 107; İbn Mâce, Fiten, 142- Buhârî, İmân, 133- Nesâî, Cihâd, 8; Müslim, İmân, 230; Tirmizi, Fiten, 264- A’raf, 7/1795- Hacc, 22/466- Kaf, 50/377- İsra, 17/36; Ahzab, 33/58- Fahreddin Râzi, el-Muhaşşal, s.1749- Bakara, 2/97; Şuarâ, 26/193-19410- İşârâtü’l İ’câz, s.7111- İşârâtü’l İ’câz, s.71-7212- Mesnevi-i Nuriye, s.111-11213- Sözler, 27.Söz, s.16914- Mâide, 5/715- Mülk, 67/1416- Şuâ’lar, 7. Şuâ’, s.14117- Fetih, 48/4;18- Ra’d, 13/2819- Mektubât-2, 33.Mektup, 11.Pencere, s.35420- Sözler, 23. Söz, s.103-10421- Sözler, 32.Söz, s.30922- El-Harâitî23- Lem’alar, 2.Lem’a, s.4-525- İşârâtü’l İ’câz, s.626- İşârâtü’l İ’câz, s.70-7127- Muhammed (asm), 47/2428- Kütüb-i Sitte, Hadis No: 1847
“Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size öğüt verir.” Günah Nedir? Cenab-ı Hakk’ın yasakladığı, yapılmasından razı olmadığı, haram olan fiillerdir. Kur’ân-ı Kerim’de bu mana için zenb, hatie, zulm, dalal, fahşa, ism, fısk, fücur gibi kelimeler kullanılmıştır. Günaha yeltenme esnasında hislerin akla, kalbe ve ruha galip gelmesi oranında kişinin imtihanı zorlaşmaktadır. Nefs ve heva his ve vehm bazen aldatıyor. Günahlar Nasıl Sınıflandırılır? Günahlar büyük günahlar (kebâir) ve küçük günahlar (sağair) olarak sınıflandırılırken, Bediüzzaman Hazretleri Barla Lahikasında; “Kebair çoktur, ekberü’l-kebair ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir” diyerek onları şöyle sıralar: Katl, zina, şarap, ukuk-u valideyn, kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara taraflar olmak. Bu günahlar, günahların en büyüklerindendir. Şirk zaten küfür olduğu için burada ona yer verilmemiştir. Günahların Ferd ve Topluma Zararları Günahların dine, insan sağlığına, toplum hayatına çok ciddi zararları olmaktadır. Günümüz hukuku incelendiğinde günahların, yasaklar olarak yer ettiğini görürüz. Tek tek incelenecek olursa; içki, insan sağlığına, iş gücüne, aile saadetine çok menfi etkilerde bulunmaktadır. Zina ve kumar, birçok yuvanın yıkılmasına sebep olmaktadır. Toplumun çekirdeğini oluşturan ailede anne-babaya itaatin kalkması ve akraba ile irtibatın kopması, insanları yalnızlığa ve bencilliğe itmektedir. Haksız yere adam öldürmek, binlerce masumun geride zor durumlarda kalmasına yol açmıştır. Bu günahlar, aynı zamanda diğer günahları ve suçları tetikleyici rol oynayarak, toplum hayatını zehirlemektedir. Günahlara devam eden insan fıtrata ters hareket ettiğinden, tatmin de olamadığı için sürekli memnuniyetsizlik içindedir. Bu hal yeni arayışlar ve yeni günahlar doğuracaktır. Toplumların sapkınlığının temelinde de bunlar vardır. Ahir Zaman ve Günahlar Zamanımız iletişim çağı olmakla birlikte bütün dünyada boy gösteren imansızlık hastalığı, günahları da katmerleyerek beraberinde getirmiştir. Hem modern dünyanın getirdiği yükler, hem iman zaafiyetinin ve ibadet eksikliğinin sebep olduğu boşluk, insanları maalesef daha da dibe batırmıştır. Günahtan Kaçınma Yolları İman “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.” İmanımızı kuvvetlendirdiğimiz oranda günahlara karşı güzel bir kalkan olacağını görürüz. Allah’ı tanıyan, seven bir mümin, O’nun rızasını kaybetmekten daha çok korkacaktır. İbadet Kalp, ruh ve aklın gıdası, suyu hükmünde olan ibadetler, insanı kulluk şuuruna ulaştırarak, günahlardan soğutacaktır. Günahların içindeki manevi elemler İslam ve ibadette bu dünyada bile manevi bir cennet olduğu gibi, dalalet ve günahlarda da manevi bir cehennem azabı vardır. Hayatı yaşanmaz hale getiren bu günahlardaki çirkinlikler insanlara gösterilebilse çoklar vazgeçecekler... Risâle-i Nur, salih amel noktasında, iman tarafında, herkesin başında her vakit bir mânevî yasakçıyı bulundurmaktadır. Bu dünyada iman içinde lezzeti gösterdiği gibi, günahlar içinde de sıkıntıları, elemleri göstermektedir. Günah işleyen kişi cehennem hapsini ve Allah’ın gazabını hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtulmaktadır. İman kalbde, kafada sürekli mânevî bir yasakçı bıraktığından, fena meyiller histen, nefisten çıktıkça ‘Yasaktır!’ deyip kovmakta ve kaçırmaktadır. Her bir günahta küfre gidecek bir yol vardır Her bir günah, küçük bile görünse, bizlere melekleri, ahireti ve neticede Cenab-ı Hakk’ı bile inkâra götürecek bir tehlikededir. Utandıracak bir günahı başkasının görmesinden rahatsız olan insan, meleklerin gördüğünü düşününce, “Keşke melekler olmasaydı” fikri onda hâkim gelmeye başlar. Sonra “Keşke bu yükümlülükler olmasaydı”, hatta “Allah dahi olmasaydı” gibi bir düşünce insanı sarar. Böyleler kendilerini bu halden kurtarmak için inkâra dair küçük bir emare bulsa, çok ciddi bir delil gibi sarılır. Bizler hem kendimiz bu hakikatleri yaşamalıyız, hem de insanımıza günahların bu azim neticesini göstermeliyiz ki bu hallerden kurtulalım. Helal dairesinde meşguliyet Helal dairesi keyfe kâfidir, harama girmeye hiç lüzum yoktur. Birçok kötü alışkanlık boş vakitlerde sıkılmakla doğar. Bizler helal dairesinde kendimizi hayırlı işlerle meşgul ettiğimiz nispette nefsin desiselerinden kurtulmaktayız. Nefsin kusurunu görmek, istiaze Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Kişi kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar, aff edilmeye müstehak olur. Sabır kuvvetini doğru kullanmak Rabbimizin bizlere verdiği sabır imtihanlarımız için yetecek miktardadır. Fakat biz, ibadetler, musibetlere tahammül ve günahlara mukavemet için verilen sabrı, evham ve endişelerle israf edersek, manevi cihetten büyük zarara düşeriz. Takva ve salih amel zırhına bürünmek Kur’ân-ı Hakîm’in nazarında, imandan sonra en çok esas tutulan, takvâ ve salih ameldir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Ufacık bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibadetleri toplamından daha iyidir.” Bu bağlamda her bir Müslümanın günah olan fiilleri öğrenmesi ve kaçınması vaciptir.Takva, yasaklardan ve günahlardan kaçınmaktır. Tahribata karşı takva en büyük silahtır. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek ictinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i sâlihadır. Günahlardan korunmak için niyet etmek En başta günahlardan kaçmak için samimi bir niyet içinde olmamız lazımdır. Allah bizim her halimizi bizden daha iyi bilendir. İhlâs, sadakat ve tesanütle çalışmak Sosyal hayata giren kimse hangi şeye temas etse, çoğunlukla günahlara bulaşmaktadır. Her yönden gelen günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. Bu kadar günahlara karşı insanın hususî ibadet ve takvası nasıl mukabele edebilir? Her biri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, kurtulur? Bu tehlikelere karşı, Risâle-i Nur’un hakikî ve sadık talebelerinin aralarındaki esas düstur olan “iştirak-i a’mâl-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve halis tesanüd sırrı” önemlidir. Yapılacak iş şudur: Her bir halis nur talebesi, kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara, binler dille karşılık verir. Bazı meleklerin kırk bin dille zikrettikleri gibi halis, hakikî, muttaki bir nur talebesi dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder. Kurtuluşa müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur. Risâle-i Nur dairesinde sadakat, hizmet, takva ve büyük günahlardan çekinmek derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvada, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir. Gıyaben dua etmek Günahlara bulaşan din kardeşlerine gıyabında dua etmek, günahsız bir dille dua etmek manasına gelip, o insanlara manen yardım etmiş olur. Sevap kefesine destek sağlar. “Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayıp ve zenbi azîm biçare insan! Kâinatın hiddetinden, mahlûkatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen, işte kurtulmanın çaresi: Kur’ân-ı Hakîm’in daire-i kudsiyesine girmektir ve Kur’ân’ın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnet-i seniyyesine ittibâdır. Gir ve tâbi ol.” Tevbe ve İstiğfar İstiğfar etmek, “Estağfirullah” demektir. Tevbe, haram işledikten sonra, pişman olup, Allah Teâlâ’dan korkmak, bir daha yapmamaya azmetmek, karar vermektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Tevbe, günahtan sonra o günahı bir daha yapmamaktır.” (İ. Ahmed) Günahtan hemen sonra tevbe etmek farzdır. Tevbeyi geciktirmek de büyük günahtır. Bunun için de, ayrıca tevbe etmek gerekir. Kur’an-ı Kerim’de mealen buyuruluyor ki: “Allah’a tevbe edin!” (Nur, 31) “Allah Teâlâ, tevbe edenleri sever.” (Bakara, 222) “Allah’a Tevbe-i Nasuh yapınız!” (Tahrim, 8) “Nefsim kudret elinde olan Zat’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi.” (Müslim, Tevbe 9, (2748) “Hadiste, Allah hususunda aldananların vehmettikleri gibi, günah işlemekte berdevam olanlara teselli mevcut değildir. Zira Peygamberler Aleyhimüsselam, insanları günahlara banmaktan kurtarmak için gönderildiler. Hadis, Allah Teâlâ Hazretlerinin affını, günahkârları tevbeye teşvik için onlara olan mağfiretini beyan etmektir. Allah Teâlâ, muhsin olanlara vermeyi sevdiği gibi, günahkâr olanları da affetmeyi sevmektedir. Buna, Allah’ın birçok ismi delalet eder, “Gaffâr, Halîm, Tevvâb, Afüvv” gibi. Yahud, kullarını tek bir hal üzere yaratmamıştır, nitekim melekler günah işlemekten uzak olarak yaratıldığı halde, insanlar farklı meyillerle yaratılmıştır. Bir kısmı hevâya meyyaldir, onun gereklerini yapma durumundadır. Allah, bu fıtratta olanları hevaya uymaktan kaçınmakla mükellef kılar ve ona yaklaşmayı yasaklar. Hevâ ile mübtela ettikten sonra tevbeyi öğretir. Eğer ibtilaya rağmen hevaya uymazsa ecri Allah’a aittir. Eğer yolu şaşırırsa, önünde tevbe vardır.”
Niyet, Arapça bir kelime olup anlamı; “Bir şeyi yapmayı önceden kurma, zihinde tasarlama, yapmayı aklına koyma, yapmaya karar vermedir”.1 Ayrıca: “Kalbin bir şeye karar vermesi ve o işin ne için yapıldığını düşünmeksizin bilmesi”dir.2 Çoğulu ise “niyyât” tır. Niyet öyle bir kavramdır ki eğer bir fiilin içinde bulunmazsa, ondan beklenen neticelerin elde edilmesine mani olacaktır. Mesela bir kişi oruca niyet etmeksizin imsak vaktinden akşama kadar hiçbir şey yemese, sadece aç kalmış olur. Velev ki bu yememe içmeme hali normal oruç vaktinden ziyade de olsa bir fayda vermeyecektir. Demek niyet, amellerin olmazsa olmazıdır. Buna işareten Peygamber Efendimiz (sav): “Allahu Teâlâ sözü ancak amel ile kabul eder. Söz ve ameli de ancak niyet ile kabul eder” buyurmaktadır. Niyetin amele kattığı manayı fıkıhtaki bir ölçü ile söyle izah edebiliriz. Fıkıhta bir kaide vardır: “Meşrut şartsız olmaz, fakat şart meşrutsuz olur.” Meşrut ameldir, niyet ise şart hükmündedir. Yani amel, niyet olmadan makbul amel olmaz. Fakat niyet edilse de amel edilmese, Allahu Teâlâ Hazretleri lütuf ve ihsanından o niyetin karşılığını amel etmiş gibi veriyor. Amel ise Mahkeme-i Kübra’da kulun akıbetinin belirlenmesinde en mühim göstergelerden biridir. Demek niyet konusu büyük ehemmiyete haizdir. Evet, Bediüzzaman Hazretleri gibi asrımıza damgasını vuran bir zât dahi, kırk senelik hayatı ve otuz senelik tahsilinde dört kelime ve dört kelam öğrendiğini belirtirken, bu dört kelimenin sonuncusu olarak “niyet”i zikreder.3 Ve “Bu niyet meselesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür” der. Hadis külliyatları içinde adı ilk sırada anılan Sahih-i Buharî, “Muhakkak ki ameller niyetlere göredir” hadisi ile başlar. Hadis âlimlerinin, kitaplarının ilk hadisini mahsus bir kasda binaen seçtiklerini düşünürsek, içlerinde en büyüğü olarak kabul edilen İmam-ı Buharî’nin Sahih’ini bu hadisle başlatması, elbette çok manidardır. Niyetin ehemmiyetini bir nebze bu şekilde beyan ettikten sonra, niyetin bir takım hususiyetlerini dört başlık altında anlatmaya çalışacağız. Birinci Nokta: Niyet, Adetleri İbadete Çevirir Niyet öyle bir özelliğe sahiptir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acayip bir iksir ve bir mayadır. Nasıl ki az bir yoğurt mayası sütün tümünü belirli bir zaman sonra kendisine dönüştürür. Öyle de niyet içine girdiği amelleri ahiret noktasında faydalı ibadetlere dönüştürür. Ayrıca niyet, ölü olan hâletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur.4 Evet, cansız bin tane ceset bir canlı insana denk değilse, niyet ile ruhlanmamış haller de ölü bedenlere benzer. Mesela, her gün sabah kalkmak ile gece yatmanın arasında binlerce âdet halini alan yaşantılarımız var ki, yüzleri dünyaya dönüktür. Bunların ahirette bâki meyveler verebilmeleri, niyetin bu özelliğine bakmaktadır. Yani her gün yapageldiğimiz aynı fiiller, “Sünnet-i Seniyyeye ittiba niyetiyle” ibadet hükmünü alabilir. Fakat şunu da unutmamak lazım ki o ruhun yani niyetin ruhu da ihlâstır. Çünkü necat ve halâs ancak ihlâstadır.5 Eğer kişinin niyeti Allah için ve ihlaslı olursa hadis-i kudsîde beyan edilen “İhlas benim sırlarımdan bir sırdır, onu kullarımdan sevdiklerimin kalbine emanet ederim. Ona melek ve muttali olmaz ki yazsın. Şeytan da muttali olamaz ki ifsat etsin.”6 İkinci Nokta: Niyet, Mahiyet-i Eşyayı Tağyir Eder Niyet, âdi bir hareketi ibadete çevirdiği gibi, gösteriş için yapılan bir ibadeti de günaha kalbeder.7 Mesela kibir, kötü bir sıfattır. En büyük günahlardan biridir. Ama din düşmanlarına karşı izzet-i İslamiye’yi muhafaza etmek niyetiyle olursa, o artık kibir değil izzet, dolayısıyla hasenat olur. Yine inat, fena bir haslettir. Ama nefis ve şeytanın kötü istek ve emirlerine muhalefet ve dininde, davasında, ibadete devamda, günahtan kaçmakta kullanılsa sebat ismini alır ve ibadet halini alır. Böylece inat, Hak’ta sebata inkılab eder. Kibir ve inat için verilmiş olan misallerin müsbet ve menfi manadaki kullanımlarının görüntüleri birbirlerine benzeseler de, niyetin bu özelliğinden dolayı birisi güzel, diğeri çirkindir. İşte niyet, aynı fiilden farklı neticelerin tahsil edilmesine vesile olmuştur. Hüsn-ü niyet ile bir yere nazar etmek hadiseyi güzelleştirdiği gibi, sû-i niyet ile ona bakmak çirkinleştirecektir. Sû-i niyet, hakikatin yüzünü değiştirir. Güzeli çirkin gösterir. Bu ciheti Bediüzzaman Hazretleri Sekizinci Sözde şöyle bir misal ile izah etmektedir: “Meselâ, bir adam, güzel bir bahçede, ahbaplarının ortasında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip, kendini pis içkilerle sarhoş edip, kendisini kış ortasında canavarlar içinde, aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlar. Hâlbuki hakikat güzeldir. Hakikatin hüsnünü derk etmekle, hakikat sahibinin kemâline hürmet eder, rahmetine müstehak olur.”8 Bu adamın nefs-i emmâresi kötü niyeti cihetiyle ona bir manevi cehennem azabını tattırmaktadır. Güzel niyet de onu büyük bir ihsana, saadete, parlak bir fazilete ve feyze mazhar eder. İşte fena olan niyet güzel olan eşyanın mahiyetini çirkinleştirebilmektedir. Resul-ı Ekrem (sav) Efendimiz, Hicret gibi rıza yolunda atılan en büyük adımlardan birisini niyet ile nasıl yüzünün değiştiğini şöyle ifade etmektedir: “Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyle ise kimin hicreti Allah’a ve Resulüne ise onun hicreti Allah ve Resulünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı kadına ise onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.”9 İşte çölde ki yolculuk, müddet ve meşakkati cihetiyle iki hicret de birbirine benzediği halde, neticesi ve sevabı faklıdır. Yani niyet mahiyet-i eşyayı tağyir etmiştir. Üçüncü Nokta: Niyet Seyyiatı Hasenata, Hasenatı Seyyiata Tahvil Eder Niyetin içinde öyle bir hasiyet vardır ki, bir ömür boyu işlenmiş günahları halisane yapılmış bir niyet ile onları affettirebilir ve hatta o değerde de hasenata tahvil edebilir. Mesela: Ömrünü kötü yolda harcamış olan bir kadın, çölde kuyu başında susuz kalmış olan bir köpeğe su içermesiyle o günahlarını affettirdiği gibi, o nispette hasenat kazanmıştır. Diğer taraftan, namazında olan bir başka kadın, kedisini aç bıraktığı ve işkence ettiğinden dolayı hasenatını kaybetmiş, günahkârlardan sayılmıştır. Fakat yanlış anlaşılmasın, birinci misalden “Öyleyse günah işlemekte sınır tanımayalım, nasıl olsa bir gün küçük bir amel ile onları affettirebiliriz” anlayışı çıkmamaktadır. Çünkü ecel gizlidir ve belki biz böyle bir niyete muvaffak olamadan hesabımız kapanabilir. Ayrıca, Allah ancak kendi rızası için olan amellerden razı olur. Eğer bir kul böyle bir hesap ve anlaşma ile hayatını geçirirse, onun yapacağı hiçbir fiilden Allah razı olmayacaktır. Tecrübe etmek Rabbimize aittir. Bizler ise O’na karşı tecrübe vaziyeti alamayız.10 İkinci misalden de “Çok amel işlemeye gerek yok, nasıl olsa az bir itaatsizlik ile her şeyi kaybetmek mümkün” anlayışı da çıkmamaktadır. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın rızası ihlas ile kazanılır. Ehemmiyet kemiyette değil keyfiyettedir.11 Dolayısıyla kul fazla ibadetine bakıp da hesabını kazanılmış görmemeli, belki her an “ayağım kayabilir ve rıza-yı İlahiyi kaybedebilirim” diye teyakkuzda olmalıdır. Evet, bu iki misalden alınması gereken ders, hafv ve reca kapılarının her zaman, her kul için açık olduğudur. Yani her ne kadar insan günahkâr dahi olsa, Allah bir amel bir dua bir tövbe ile -adeta denizlerin köpükleri adedince seyyiatı hem affedebilir hem de hasenata dönüştürebilir diye- ümit dersini vermektedir. Diğer taraftan da insana, “dikkat et her an ayağın kayabilir iyiliklerini kaybedebilirsin” ihtarının kamçısı ile kötü olan fiillerden uzaklaştırmaktadır. Niyetin bu özelliğini Kur’an-ı Kerim “Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.”12 şeklinde ifade etmektedir. Bu ayetin izahı sadedinde Resul-ü Ekrem (sav) şu misali vermiştir: “Allah bir meleğe der ki: Git filan mümin kuluma şu, şu, şu günahlarını ikrar ettir. O melek gider, o mümine der ki: Filan tarihte, falan yerde şöyle şöyle bir günahı işledin mi? O mümin utanır, başını eğer ve: Evet işledim, der. Melek tekrar: Peki filan tarihte, falan yerde şöyle şöyle bir günahı işledin mi? O mümin iyice utanır, mahcubiyetle: Evet işledim, der. Melek tekrar: Filan tarihte, falan yerde şöyle şöyle bir günahı işledin mi? Mümin artık bitkin ve ızdırablı vaziyette, günahlar adeta onu ezmiş bir halette, sesi zor duyulur bir halde: Evet işledim, der. Melek der ki: Rabbin işlediğin bu günahları sevaba çevirdi, deyince o mümin birden dikilir, can havliyle ve bağırarak: Benim şu günahım da var, bu günahım da var, diye günahlarını saymaya başlar. Resul-ü Ekrem (asm) Efendimiz gülmeye başlar. O gün Medine-i Münevvere’ de bayram havası eser.” Dördüncü Nokta: Niyet-i Sadıkanın İçinde “Küllî Kulluk” Vardır İnsan “küllî niyet” sayesinde daimî zâkir, şâkir ve âbid olabilir. Küllî niyet, adeta bir komutanın kendi neferlerinin yapmış olduğu bütün hizmetleri ve itaatlerini kendi namına padişahına takdim etmesidir. Veya yüksek himmetli bir zatın kendi iktidarı dairesinde olmayan mal ve ihsanları sanki kendi mülkü gibi Seyyidine sunmasıdır. Bunu Bediüzzaman Hazretleri şöyle misâllendirmektedir: “Bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, her biri milyonlara değer hediyeler, makbul ve büyük adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?” Sonra birden der: “Ey Seyyidim! Ey Padişahım! Bütün şu kıymetli hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.” Hiç ihtiyacı olmayan ve halkının sadakat ve hürmetlerindeki dereceye alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o biçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu, en büyük bir hediye gibi kabul eder.”13 Aynen bu misaller gibi bütün varlıklara zâbitlik eden ve hayvânat ve nebâtâta kumandanlık eden ve yaratılanlara halifelik etme istidadında olan ve kendi hususî âleminde kendini herkese vekil telakki eden insan, bütün yaratılmışların ibadetlerini ve yardım taleplerini kendi namına Mâbûd-ı Zülcelâl’e takdim etme külli niyetiyle “küllî kul” olabilir. Sana Fatiha’nın içinde ki “ancak sana ibadet ederiz ve ancak Senden yardım isteriz”deki “biz” tabiri ile tesbihatta ki “elfü elfi salatin ve elfü elfi selamin”deki adet çokluğu için söylenen tabirler bu sırra işaret etmektedir. Yine niyet-i sadıka ile insan elinde bulunmayan, belki hayatı boyunca elde etmesi mümkün olmayan malı sarf etmiş, sevabını kazanma imkânı bulunmaktadır. Buna dair şu hadis-i şerif güzel bir misaldir: “Bir kul vardır. Allah ona ilim vermiştir, mal vermemiştir, ama iyi niyetlidir ve “Malım olsaydı onu falan kişi gibi (hayırda) harcardım” der. İşte bu kimse niyetindekini yapmış gibi sevaba nail olur, ikisi de eşit şekilde ücrete konar.”14 Sonuç Evet, “niyet sandığının” içinde âdetleri ibadete çevirmek, aynı mahiyetteki eşyanın manasını tağyir etmek, seyyiatı hasenata tahvil etmek ve külli bir abd olmak gibi paha biçilmez hazineler vardır. Selef-i Salihin’in kendilerinde bir fiil niyet haline gelmeden onu işlemediklerini düşündüğümüzde, bu niyet mevzuunun ne denli ehemmiyetli olduğu aşikârdır. Niyet olmalı ki amel kıymetli olsun ve Allah’ın rızasına ulaştırsın. İmam-ı Gazali’nin İhya-yı Ulumi’d-Din kitabından aldığımız bölümle sözlermi bitireyim: “Yeryüzünde böyle bir niyet sahibi (yukarıda izahı yapıldığı üzere) olan şöyle dursun, bu niyetin hakikatini anlayan bile az bulunur.” Rabbim bizleri, dar zihinlerimizle niyetin geniş manasını anlayıp hazinesinden hakkıyla istifade edenlerden eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Kubbealtı Lügati2- İslam İlmihali Mehmet Dikmen3- Mesnevi-i Nuriye, 584- Mesnevi-i Nuriye, 585- 17.Lem’a 13. Nota 3. Mesele6- Şerhu'l-Eşbâh7- Mesnevi-i Nuriye, 588- Sözler, 219- Buhari, Bedü’l-Vahy, 110- 17. Lem’a 13. Nota 1. Mesele11- 20. Lem’a 3. Sebeb12- Furkan Suresi, 7013- Sözler, 15114- Tirmizî, Zühd 17, (2326); İbnu Mâce, Zühd 21, (4228
Sesimizi değil sözümüzü yükselttiğimiz dönemlerden geçiyoruz. Güncel problemlerimize karşı tarihin şahitliği üzerinden yüzyılın hesabını birden görüyoruz. Zira biliyoruz ki, “Tarih hiçbir zaman sadece geçmişe ait bir şey değildir. Bugünü anlamak ve yarını inşa etmek için vardır.” Nasıl ki insan psikolojisinde düne ait problem veya problemler bugününü etkilemekte ve sıkıntı vermektedir, o problemi çözmek için, o güne gitmek ve problemi yerinde çözmek gerekmektedir. Aynen onun gibi, milletlerin tarihinde yaşanan hadiseler de günümüzü etkilemekte ve milli veya beynelmilel meseleleri gündeme getirmektedir. Mesela Kudüs. Bugün Kudüs’ü konuşuyoruz. Çünkü Kudüs Ortadoğu’nun anahtarıdır. Hesaplar hep buranın üzerinden görüle gelmiştir. Farklı din ve dünyevi bakış açılarından kaynaklı değerlendirmeler, günün hatta devam edegelen yüzyılın temel problemini oluşturmaktadır. Kur’an-ı Kerimde beyan edildiği üzere etrafı mübarek kılınan Mescid-i Aksa ve Efendimizin (sav) buradan Miraca yolculuğu ve burayı ziyaret edilecek üç mekândan birisi olarak göstermesi ve tabii ilk kıblemiz olma gibi hususiyetlerinden bahisle, Müslümanların üzerine titrediği yerlerden birisi olmuştur Kudüs. Hz. Ömer (ra), Selahaddin Eyyubi, Yavuz Sultan Selim Han, Abdülhamid Han-ı Sani ve sair idareci ve komutanlar, ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerin işaretiyle burası için hayatlarını ortaya koymaktan çekinmemişlerdir. Ve İslam’ın burada hüküm sürdüğü dönemlerde hep barış ve huzur hâkim olmuştur. Hususan bu son dönemde Siyonistlerin Kudüs üzerinden yürüttükleri siyasetin faturası hem orada yaşayanlar için hem de bütün dünya için ağır olmuştur. Amerikan Başkanı Tramp’ın tarihin şehadetini reddederek ortaya attığı safsata ise, tarihe derinlikli olarak bakmamıza sebep olmuştur. Biliyoruz ki geçmişimiz, geleceğimizdir. İşte bundan bahisle Türkiye Cumhurbaşkanının ağzından dökülen şu cümleler tarihe geçecek ve tarihi gösterecek çok önemli beyanlardır. “Milyarlarca Müslüman olarak da son sözümüz henüz ağzımızdan çıkmadı. Her şeyin bir zamanı olduğu gibi, bu büyük inkılabın da bir zamanı vardır. Bir yandan kendimizi güçlendirmenin, büyütmenin, o güne hazırlanmanın mücadelesini verirken, aynı zamanda her türlü haksızlığa, zulme, ahlaksızlığa karşı itirazlarımızı en yüksek perdeden dile getirmekten de geri durmuyoruz, durmayacağız. Çünkü elimizle düzeltemiyorsak dilimizle onunla da bir şey yapamıyorsak kalbimizle buğz etmenin gerektiğini biliyoruz. Kalple buğz etmekten, dille itiraz etme seviyesine çıktık. İnşallah en kısa sürede haksızlıkları elle düzelteceğimiz günleri de göreceğiz. Bunun ilk adımlarını atmaya başladık.” Şimdi yepyeni bir dünya bizi bekliyor.
Yavuz Sultan Selim Camii ve Külliyesi Kanûnî Sultan Süleyman tarafından babası Yavuz Sultan Selim adına yaptırılmıştır. Yavuz, vefat etmeden önce caminin inşasının başlamasını emretmiş fakat ömrü vefa etmemiştir. Kanûnî, cami ile birlikte iki tabhâne, Sultan Selim ve Hafsa Sultan türbesi, şehzadeler türbesi, mektep ve imaret inşa ettirmiştir. Yapımına Aralık 1522’de başlanmış, 1529’da bitirilmiştir. Tabhaneli cami örneğinin son temsilcilerinden biri olan bu camii, Edirne camileri örnek alınarak inşa edilmiştir. Cami büyük bir dış avlunun ortasında bulunur ve dış avludan 22 kubbenin dolandığı caminin revaklı iç avlusuna, üç farklı yönde giriş verilmiştir. Bu iç avlunun ortasında, sekiz mermer sütuna sahip sıra dışı bir görünümü olan cami şadırvanı bulunur. Cami kütlesi 24.5 m açıklığa sahip büyük bir kubbe ile örtülüdür. Kubbenin büyüklüğü ve zemine olan mesafesi dikkate alınacak olursa; kubbenin bu şekilde tasarlanarak ana mekâna egemen olmasının sağlanmaya çalışıldığı görülecektir. Cami hariminin sağ tarafında altı ayak üzerine oturtulmuş müezzin mahfili, sol kısımda ise; göze hitap eden bir görünüme sahip, sekiz sütun üzerinde yükselen sultan mahfili yer alır. “Artık sözümün sana faydası olmaz” Nakledilmiştir ki, Sehl Hazretleri bir müridinin yanında; “Basra’da velilik derecesine sahip bir ekmekçi var.” diye söz etmişti. Mürid kalkıp Basra’ya gitmiş, ekmekçiyi görmüştü. Ekmekçi, fırıncılarda adet olduğu üzere saçını sakalını ateşten korumak için yüzüne peçe bağlamıştı. Bunu gören müridin aklından; “Eğer bu zat velilik mertebesinde olsaydı ateşten bu kadar sakınmazdı.” diye bir düşünce geçti. Sonra selâm verip bir soru sordu. Ancak ekmekçi; “Başlangıçta beni küçümseyip hor gördüğünden sözümün sana faydası olmaz artık.” demişti. (Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, Sayfa 293) 18 Ocak 1896 X Işını Wilhelm Conrad Röntgen tarafından halka tanıtıldı X-ışınları 1895'te Wilhelm Conrad Röntgen tarafından Crookes tüpü ile yaptığı deneyler sonucunda keşfedilmiştir. Wilhelm Conrad Röntgen, 8 Kasım 1895 günü laboratuvarında yaptığı çalışmada gözlemlediği verileri, 28 Aralık günü Würzburg Tıbbi Fizik Derneğine "Yeni bir ışın tipi; Preliminer bildiri" başlıklı ilk yazısıyla bildirdi. Yaptığı sunumda ne olduğu bilinmeyen bu ışına "X ışını" adı verildi. Daha sonra bu ışınlara, buluşun sahibine ithafen "Röntgen ışınları" denilmeye başlandı. X ışınının keşfedilmesinden bir sene sonra, röntgen tekniğini bir Fransızca tıp dergisinden öğrenen Askerî Tıbbiyenin son sınıf öğrencisi Esad Feyzi Bey, X ışınlarını elde etmeyi başardı. Esad Feyzi Bey, 1897 Türk-Yunan savaşında yaralanarak cepheden getirilen askerin kolundaki kurşunun yerini X ışınları ile tespit etti. Böylece X ışınları, dünyada ilk kez insan sağlığına yardımcı olmak amacıyla Osmanlı Devletinde kullanılmış oldu. 7 Ocak 891 Endülüs Emevî Halifesi III. Abdurrahman doğdu Kurtuba’da dünyaya gelen III. Abdurrahman, dedesi Emîr Abdullah’ın vefatı üzerine 16 Ekim 912’de Endülüs Emevî tahtına çıktı. İlk olarak çıkan isyanları bastırdı. Ardından bağımsız hareket eden şehirleri merkeze bağladı ve Endülüs’de birliği sağladı. Avrupa’dan gelen Hristiyan saldırılarına da gereken karşılığı vermiş ve döneminde Endülüs, Batı Avrupa’nın en güçlü devleti olmuştur. 3. Abdurrahman’ın bir diğer özelliği, Fâtımîler’e karşı girişeceği mücadelelerde Sünnî Müslümanların desteğini sağlamak düşüncesiyle “Halife” unvanını kullanan ilk Endülüs hükümdarı olmasıdır. III. Abdurrahman devri yalnız siyasî ve askerî bakımdan değil, iktisadî, kültürel ve imar faaliyetleri bakımından da Endülüs Emevî Devleti’nin en parlak devridir. Onun yarım yüzyıl devam eden emirlik ve halifeliği süresince ülkenin her tarafında imar faaliyetleri dikkati çekmektedir. Zamanında Kurtuba batı Avrupa’nın en büyük başşehri idi. Bununla yetinmeyip 936 yılında Kurtuba yakınında, hanımının adına izâfeten Medînetü’z-zehrâ’yı kurdu ve Hilâfet merkezini oraya nakletti. Muhteşem sarayı, devlet daireleri ve bahçeleriyle şehir kısa sürede çok gelişti. Ayrıca 941 yılında yeni suyolları yaptırarak Kurtuba’ya su getirdi. Yünlü ve ipekli dokumalar, porselen, Abbas bin Firnâs tarafından ilk defa Endülüs’te imal edilen cam eşya, mücevherat, demir ve bakır eşya ile kâğıt başlıca ihraç mallarını teşkil ediyordu. Tarım, hayvancılık ve madencilik çok geliştiği için ithalât ihracatın yanında çok azdı. Bu sebeple halkın refah seviyesi yüksekti. Onun devrinde Endülüs, Avrupa ülkelerinin en gelişmişi idi. III. Abdurrahman 15 Ekim 961’de Kurtuba’da vefat etti.
Ubudiyetin dâîsi, emr-i İlâhî ve neticesi, rızâ-yı İlâhîdir. Semerâtı ve fevâidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gāiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait fâideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubûdiyete münâfî olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne geçer. Eğer o dünyaya ait fâideler ve menfaatler, o ubûdiyete ve o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubudiyeti kısmen ibtâl eder. Belki, o hasiyetli virdi akim bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hasiyeti ve fâidesi bulunan Evrâd-ı Bahâiye’yi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü’l-Kebîr’i, o fâidelerin bazılarını maksûd-u bizzât niyet ederek okuyorlar. O fâideleri görmüyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki o fâideler, o evrâdların illeti olamazlar. Ve onlardan, onlar kasden ve bizzât istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir sûrette, o hâlis virdlere, talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlâs bir derece bozulur. Belki ubûdiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki, böyle hâsiyetli evrâdı okumak için zayıf insanlar bir şevk ve bir müreccihe muhtaçtırlar. O fâideleri düşünüp, şevke gelip, o evrâdı sırf rızâ-yı İlâhî için ve ahiret için okusa zarar vermez. Hem de makbûldür. (17. Lem’a, 138)
Rabbimizin bizim için tayin ettiği nimetlere kanaat edip şükretmek o nimetleri ziyadeleştirir. Hırsla, aç gözlülükle gözü hep yukarılara dikmek, nankörlüğe sebebiyet verir. Zenginlik isteyen kanaat etmeli! Zira İnsana kanaat kadar büyük bir zenginlik verilmemiştir. Mutlu ve mesut olmak isteyen tevekkül etmeli! Zira insan için Allah’ın takdirine razı olmaktan daha büyük bir saadet yoktur. Âdemoğlu yaşlandıkça onda iki şey gençleşir; mal üzerine hırs, ömür üzerine hırs.1 Kişinin, mal ve şeref hırsından dolayı dinine verdiği zarar, iki aç kurdun bir koyun sürüsüne verdiği zarardan daha büyüktür.2 Âdemoğlu iki vadi dolusu mala sahip olsa, mutlaka bir üçüncü vadiyi ister. Âdemoğlunun iç boşluğunu ancak toprak doldurur. Allah tövbe edenleri affeder.3 İslam ile yoğrulmuş, iman ile donanmış bir hayatı tehdit eden en dehşetli ve zararlı bir hastalık, hırs hastalığıdır. Hırs, başkasının elindekine göz dikmektir. Haddi aşmak, hakkından fazlasını talep etmek, kaderine razı olmamak, kısmetine kanaat etmemektir hırs. Elbette kısmetiyle yetinmeyen zelil olur. Kaderine razı olmayan sefil olur. Hak ve adaleti gözetmeyen, haddi aşan, kaybetmeye mahkûm olur. Başkasının elindekine göz diken hem mahrum hem rezil olur. “Şübhesiz insan, çok hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır!”4 Rabbimizin fıtratımıza yerleştirdiği şiddetli hissiyattan biri olan hırs, bir imtihan vesilesidir. Allah Teâlâ insana bu dehşetli ve şiddetli hırsı ahireti kazanmaya vesile olması için vermiştir. Yerinde, kararında ve ahirete ait işlerde kullanılan hırs (ki bu manasıyla azim olur) bir nimet iken, mal biriktirmek için, şan ve şöhret için dünyevi makam ve rütbe için kullanılan hırs ise başa bela, ruha bâr, kalbe katmerli musibettir. “Güçlü kimse zayıf yanını iyi bilen; daha güçlü kimse ise zayıf yanına hükmedebilendir.”5 Akıllı kimse, hırsın şiddetli ve dehşetli bir his olduğunu ve insanı hem bu dünyada hem ahirette felakete götüreceğini bilen kimsedir. Daha akıllı olan kimse ise hırsı nefisle mücadelede bir silaha dönüştürebilendir. Şeytanın hücumlarına karşı bir kalkana çevirebilendir. İbadetlerden gelen usanca karşı bir azme ve gayrete inkılab ettirebilendir. Madem hırs vardır ve fıtridir. O halde onun dizginini Rahman’a vermeli ta ki; hayrata çalışsın! Durmadan, bıkmadan, usanmadan iyiliğe, güzelliğe koşsun! Hırs hastalığının tedavisi, tevekkül ve kanaat ile olur. Hırs insanı nankörlüğe doyumsuzluğa ve harama çağırırken, tevekkül ve kanaat ise Allah’ın rahmetine ve bereketine, bitmez ve tükenmez hazinesine davet eder. Kanaat ehli ile hırs ehlinin hali, öyle iki şahsa benzer ki; Bir savaş zamanında korunaklı, mükemmel bir sarayı bulunan cömert bir zat, huzuruna iki kişiyi kabul eder. O adamlardan birisi az ile yetinen ne verirse razı olan kanaat sahibi bir adamdır. Ötekisi ise ne verilse “Daha yok mu?” diyen açgözlü doyumsuz bir adamdır. Kanaat sahibi adam saraya girer girmez kalbinden der ki; Allah bu zattan razı olsun beni dışardaki soğuktan ve kavgadan kurtardı. Ben sarayın hemen şuracıktaki kıyısına yerleşsem benim için kâfidir. İkinci adam güya bir hakkı varmış gibi ve herkes ona hürmet etmeye mecburmuş gibi kalbinden büyüklenerek “Bana en yukardaki mevkilerden odalardan bir yer vermeli” diye söylenmeye başlar. Ve bu hırs ile o yüksek mevkilere gitmek ister. Fakat saray sahibi onu geri döndürüp aşağı oturtur. Bu zat soğukta donmaktan ve ölümden kurtulduğu için saray sahibine teşekkür etmesi lazım gelirken bilakis o zatı tenkit eder kızar. Saray sahibi de bu nankörün davranışlarını beğenmeyip onu yanından uzaklaştırır. Kanaatkâr olan adam boyun bükerek içeri girer; en aşağıdaki bir yere oturmak benim içim yeterlidir der. Onun o kanaati, saray sahibinin o kadar hoşuna gider ki; daha yukarı mevkilere buyur eder. O kanaat sahibi adam da teşekkürlerini ve minnettarlıklarını arttırır. Memnuniyetini ifade eder. İşte şu dünya sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimizin bir sarayıdır. Yeryüzü onun mükellef bir sofrasıdır. Nimetler ve rızıklar birer mevki, birer oda hükmündedir. Rabbimizin bizim için tayin ettiği nimetlere kanaat edip şükretmek o nimetleri ziyadeleştirir. Hırsla, aç gözlülükle gözü hep yukarılara dikmek, nankörlüğe sebebiyet verir. Zenginlik isteyen kanaat etmeli! Zira, insana kanaat kadar büyük bir zenginlik verilmemiştir. Mutlu ve mesut olmak isteyen tevekkül etmeli! Zira, insan için Allah’ın takdirine razı olmaktan daha büyük bir saadet yoktur. Kaynaklar: 1- İbn-i Mace, Zühd2- Tirmizi, Zühd, 433- Tirmizi, Zühd, 274- Mearic, 195- Konfüçyus
Şu keşmekeş dünyanın olunca misafiriŞaşkın şaşkın bağırdım, bizi kurtar ya RabbiNasıl mümin kimseler desteklermiş kâfiriŞaşkın şaşkın bağırdım, bizi kurtar ya Rabbi Gördüm ki beşeriyet bölünmüş bin parçayaMedeniyet adına dönmüşler maskarayaEn zalim münafıklar çıkmış sırça sarayaŞaşkın şaşkın bağırdım, bizi kurtar ya Rabbi Çağdaşlık kültür dendi, biz saf-dilce inandıkYakıcı ve yıkıcı medyalara aldandıkBu afyon tesiriyle yıllar sonra uyandıkŞaşkın şaşkın bağırdım, bizi kurtar ya Rabbi Asırlarca eşsizdik takva, kahramanlıktaŞu yüzyıldır esîriz bir kuytu samanlıktaRabbim bir nur gönderdin şu koyu karanlıktaŞaşkın şaşkın bağırdım, bizi kurtar ya Rabbi Vâmık, küfrün taunu mahvetti çok ocağıHaram, günah bulutu kapladı her bucağıYavrusuz kaldı nice annelerin kucağıŞaşkın şaşkın bağırdım, bizi kurtar ya Rabbi 27 Nisan 2005, İstanbul
Hz. Üstad: “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risâle-i Nûr şâkirdlerinin bir şahs-ı manevisi var, şübhesiz o şahs-ı manevi, bu zamanın mühim büyük bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı manevinin parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda liyakatsiz olduğum halde, haydi hüsn-ü zannınıza binaen bu fakire bir üstâdlık ve tebeiyet noktasında bir âlim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmî ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır, hadiste gösterilen ecri alırsınız.” Üstad Hazretleri Yazı Mektubu adı verilen meşhur bir mektupta yazı yazmanın faziletlerini şöyle anlatmaktadır: “Yazıda usanan ve ibâdet ayları olan şuhûr-u selâsede sâir evrâdı, beş cihetle ibâdet sayılan Risâle-i Nûr yazısına tercîh eden kardeşlerime, iki hadîs-i şerîfin bir nüktesini söyleyeceğim. Birincisi: 8يُوزَنُ مِدَادُ الْعُلَمَٓاءِ بِدِمَآءِ الشُّهَدَٓاءِ -ev kemâ kâl- yani, “Mahşerde ulemâ-yı hakîkatin sarfettikleri mürekkeb, şehîdlerin kanıyla muvâzene edilir; o kıymette olur.” İkincisi: مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّت۪ي عِنْدَ فَسَادِ اُمَّت۪ي فَلَهُٓ اَجْرُ مِائَةِ شَه۪يدٍ9 -ev kemâ kāl- yani, “Bid‘aların ve dalâletlerin istîlâsı zamanında, sünnet-i seniyeye ve hakîkat-i Kur’âniyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehîd sevabını kazanabilir.”10 “Bu kıymetli mektubta Üstadımız Risale-i Nurları yazmanın beş nevi‘ ibadeti içerdiğini şöyle izah etmektedir: “1- En mühim bir mücâhede olan, ehl-i dalâlete karşı ma‘nen mücâhede etmek. 2-Üstâdına neşr-i hakikat cihetinde yardım suretiyle hizmet etmek. 3- Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmek. 4- Kalemle ilmi tahsîl etmek. 5- Bazen bir saati, bir sene ibadet hükmüne geçen tefekkürî olan ibadeti yapmaktır.”11 Yine aynı mektupta Risale-i Nurları okumanın faziletine dair şu önemli açıklamayı da yapıyor Hz. Üstad: “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risâle-i Nûr şâkirdlerinin bir şahs-ı manevisi var, şübhesiz o şahs-ı manevi, bu zamanın mühim büyük bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı manevinin parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda liyakatsiz olduğum halde, haydi hüsn-ü zannınıza binaen bu fakire bir üstâdlık ve tebeiyet noktasında bir âlim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmî ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır, hadiste gösterilen ecri alırsınız.”12 Üstad Said Nursi hazretleri başka bir mektubunda talebelik vasfını kazanan kişilerin beş dünyevi kazançlarının da olduğunu şu cümlelerle anlatıyor: 1. Rızıkta bereket. 2. Kalpte rahat ve sürur. 3. Maişette suhulet. 4. İşlerinde muvaffakiyet. 5. Talebelik faziletini almakla bütün Risale-i Nur talebelerinin has dualarına hissedar olmaktır. Kalemle Nurlara hizmet ve sadakatle talebesi olmanın iki mühim neticesi vardır: 1.Âyât-ı Kur’âniyenin işaretiyle, imanla kabre girmektir. 2. Bütün şakirtlerin manevi kazançlarına, Nur dairesindeki şirket-i maneviye sırrıyla, umum onların hasenatlarına hissedar olmaktır. Hem bu talebesizlik zamanında, melâikelerin hürmetine mazhar olan talebe-i ulûm-u diniye sınıfına dâhil olup âlem-i berzahta tâlii varsa, tam muvaffak olmuşsa Hâfız Ali ve Meyve’de bahsi geçen meşhur talebe gibi; şühedâ hayatına mazhar olmaktır.”13 Risale-i Nur külliyatında yukarıda alıntıladığımız ifadelerin dışında da talebenin vasıfları anlatılmaktadır. Şimdilik bu kadarıyla yetineceğiz. Gelecek sayıda bu ifadelerin ışığında Nur talebesi olma ve imana hizmet etme noktasındaki ölçüleri ortaya koyacağız inşaallah. Kaynaklar: 8- Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1:6; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 6:466; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:561; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, no: 10026. 9- İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve’Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi’l-Ummâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:282. 10- Lemalar, 175. Altınbaşak Neşriyat11- Lemalar, 175. Altınbaşak Neşriyat12- Lemalar, 175. Altınbaşak Neşriyat13- Emirdağ Lahikası 1, 142. Mektup
“İrade zayıflığından, kararsızlıktan kaynaklanan güçsüzlük yani Zaaf, insanın düşmanını hasmını yüreklendirir, cesaret verir yani teşcî‘ eder; Allah abdini imtihanlarla tecrübe eder; fakat abd, Allah’ı tecrübe edemez.” Ey korkak, hâif ve hem zayıf olan insan! Korkun, havfın ve zaafın beyhudedir, bu korku ve zaafın hem senin aleyhinde sana düşman olan, sana düşman görünen veya senin düşman sandığın her ne varsa onları senin gözünde büyütür. O düşmanlarını cesaretlendirir. Yani te’sîrât-ı hârici teşcî‘ eder, o düşmanları üzerine çeker. Bilmez misin sakınılan göze çöp batar. Korkulan şey başa gelir. Çünkü korku insanın yanlış düşünmesini sağlar. Yanlış düşünen insan, yanlış adım atar. Yanlış adımlar atan insan da çok hata eder. Korku insana gereksiz bir yüktür. Kötülükleri çeker yani celb eder. Ey vesveseli ve çok kuruntulu vehhâm! Korku insanî iken kuruntu insanî değildir. Korku hayatı korumak için verilmişken kuruntu ıstırap verir. Korku gereken tedbirleri aldırırken kuruntu lüzumsuz tedbirlere başvurdurur. İnsan şunu iyi bilmelidir. Kuruntu ile bakıldığında meydana gelecek veya olacak sanılan bir tehlikeden dolayı kazanılması, elde edilmesi kesin olan bir fayda terk edilmez. Bir işin yapılmasında elde edilecek muhakkak bir fayda varsa işlenmelidir. Kuruntu ile olacak sanılan tehlikeden dolayı o iş terk edilmemelidir. Yani Muhakkak bir maslahat, mazarrat-ı mevhûme için feda edilmez. İnsana yani Sana lâzım olan harekettir, işini yapmandır. Üzerine düşeni tam olarak yerine getirmendir. Emek vermendir. Terlemendir. İşi usulüne uygun işlemendir. Çalışmandır. Kararlılıkla işin üzerine gitmendir. Emeğinin neticesini vermek Allah’ındır. Allah’ın (cc) işine karışılmaz. Çünkü O’nun işine karışmak beyhudedir. Hayatı acılaştırır. Hayat yükünü ağırlaştırır. Çünkü hiçbir kulun gücü emeğinin neticelerini vermeye yetmez. Bir ekmek için dünyayı güneşin etrafında döndürmeye kimin gücü yetebilir ki? Bulutlardan suyu sıkmaya hangi kulun kudreti yetişir? Kimin iradesi âlem fabrikasını el ele, omuz omuza verdirip çalıştırabilir ki o ekmeği yedirebilsin? Kısacası Kul kendi işine bakmalıdır. Allah (cc) çeker kulunu abdini imtihan meydanına yani meydan-ı imtihana. Çünkü O, Allah’tır (cc). Her şeyin sahibidir. Mülk O’nundur. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Cenabı Hak kullarına hesap sorar fakat hiçbir kimse O’na hesap soramaz. O’nu yaptıklarından sorumlu tutamaz. Bu konu Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir: لَا يُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْأَلُونَ “(O,) yapmakta olduğundan sual olunmaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” (Enbiya Suresi, 23) Yüce Allah (cc) kuluna: “Ey kulum! Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım ben” der. Abd ise hiç yapamaz Allah’ını tecrübe. Kul: “Rabbim muvaffak etsin, ben de bunu işlerim” dese, haddinden tecavüz eder. İnsan çalışmak, terlemek, emek vermek, kazanmak için Allah’ın (cc) vereceği başarıyı şart olarak ileri süremez. Sürmemelidir. Çünkü insanın vazifesi çalışmaktır. Bu konuyu aydınlatan güzel bir örnek Edebü’d-Dünya ve’d-Dîn isimli kitapta şöyle anlatılmaktadır. Hz. İsa’ya (as) demiş şeytan: “Madem her şeyi O yapar, ecel birdir, kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at, O da sana ne yapar?” Yani ya Rabbi! Ben kendimi yüksekten aşağıya atarsam sen de beni korur musun? Manasına gelen vesveseyi vermek istemiş şeytan. Hâlbuki bu surette bir düşünce ve tavır edebe yakışmaz. Kulluğun manasına zıttır. Hz. İsa (as) şeytana dedi: “Ey mel‘ûn! Abd edemez Rabbini tecrübe ve imtihan.”