134. Sayı: "Kudüs Kırmızı Çizgimizdir"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiHat Sanatında Nesih Yazı
Kültür ve Medeniyet

Hat sanatında, Aklâm-ı sitte’nin çok kullanılan bir yazı çeşididir. Daha çok uzun metinlerin ve Kur’ân-ı Kerîm’in yazımında kullanılmıştır. Kelime anlamı “ortadan kaldır­mak, iptal etmek” anlamına gel­mektedir. Kitap yazımında di­ğer yazılara göre daha fazla kul­la­nıldığı için bu ismi al­mış­tır. Bu yazının yazıldığı ka­­lem ağzının kalınlığı, Sülüs ka­­le­­­minin üçte biri, yaklaşık 1 mm kadardır. Genelde Ca­va’da yetişen bir cins ka­mışın özü kul­lanılmaktadır. Çok sert olması, uzun süre yaz­mak­­la bo­­­zul­­­ma­ması sebe­biyle, bil­has­­­sa, Mushaf ya­zan hat­tat­­­la­rı­­mız ta­ra­fından ter­cih edil­miş­­­tir. İn­ce olduğu için, bir ka­­­­mış kale­min içine yerleş­tiri­le­­­rek veya tutulacak kısmı­na bir bez parçası sarılarak kulla­nıl­mak­tadır. Reyhâni ve Nesih yazının orta­ya çıkmasından sonra, özellikle Nesih yazının kâideleri Yâkut el-Musta’sımî tarafından belir­lenmiştir. Osmanlı’da Şeyh Ham­dullah ile birikte hızlı bir gelişim merhalesine girmiş ve Osmanlının son döneminde es­tetik zirveye ulaşmış, Kur’ân-ı Kerîm yazımında Nesih yazı kullanılmaya başlanmıştır. Bu sebeple Müstakimzâde Nesih hattını “Hâdim-i Kitâb-ı Ke­rîm” olarak vasıflandırmaktadır. Nesih hattı Osmanlılar’da Şeyh Ham­dul­lah Efendi’den itibaren yeni bir tarz kazanmasıyla bir­lik­te II. Bayezid’in teşvikiyle ger­çekleşen bu yenilik hare­ket­­­leri Aklâm-ı sitte’nin bütü­nünde görülmekle beraber Şeyh Hamdullah üslûbunda da­­­ha çok nesih yazı estetik de­ğer kazanmıştır. Osmanlı tari­hi boyunca ömrünü Nesih hattıyla Mus­haf yazmaya adamış çok sa­yı­da hattat yetişmiş, sanat değeri taşıyan Mushaf yazanlar arasında Ramazan b. İsmâil 400, Çemşîr Hâfız 454 adet Mus­haf yazarak ön sırayı almışlardır.. 17. asrın son çeyreğinde Hâ­fız Osman Aklâm-ı sitte’de yeni bir üslûp ortaya koy­muş, özellikle Sülüs ve Nesih ya­zı­lara yeni estetik değerler ka­zan­mış, bu üslûp kı­sa zaman­da benimsenerek Os­man­lı top­­­­rak­­­larında ya­yıl­mış­tır. XVIII. yüz­yıldan itibaren Hâ­­­­fız Os­man’ın Nesih yazı­da­ki üs­lû­bu Yedikuleli Sey­yid Ab­dul­­­lah, Şekerzâde Seyyid Meh­med, Eğ­­ri­kapılı Meh­med Râsim, İs­mâil Zühdü, Ab­dül­kadir Şük­rü, Mah­mud Ce­lâ­led­din Efendi gibi üs­tatlar elinde gelişimini sürdürmüş, XIX. yüzyılda Kaz­asker Mustafa İzzet ve Meh­med Şevki efendilerle yeni bir üslûp kazanarak XX. yüzyı­la ulaşmıştır. Şevki Efendi’nin Ne­sih hatta getirdiği harf mü­kem­mel­liği hat sanatında nihaî nokta sayılmaktadır. Osmanlılar’da ilk basılan kitap­larda en çok Nesih hat tercih edilmiş, Sultan Abdülaziz dev­rinde 1866’da Kazasker Musta­fa İzzet Efendi’ye yazdırılan ve bunlardan hâkkedilmiş kalıp­larından döküm yapılan çeşitli puntolardaki Nesih hurûfât harf inkılâbına kadar matbaalarda kullanılmıştır. Aslından basılan ve nesih hattıyla yazılmış olan Mushafların iki unutulmayacak ismi ise Hasan Rızâ ve Kayışzâde Hâfız Osman Nûri efendilerdir. Nesih Hatla Kur’an-ı Kerim yazan bazı hattatlar: Abdullah Sayrafi, Abdullah El Kırimi, Ahmed Karahisari, Ah­­med Suhreverdi, Abdullah Zuh­­di Efendi, El Katib El An­tal­­yavi, Galatalı Ahmet Nai­li, Ha­fız Abdulahad Vahdeti Efen­­di, Hafız Osman, Halid El Er­zurumi, Ibrahim Şevki Efen­di, Kayışzade Hafız Osman Nu­ri Efendi, Kazasker Mustafa İz­zet Efendi, Mehmed Sems El-Bay­sunguri, Mustafa Amasi, Pir Mehmed b. Şukrullah, Su­yol­cu Mustafa Eyyubi Efendi, Şeker­zade Mehmet Efendi, Şeyh Ham­dullah, Şefik Bey, Ya­kut El-Musta’simi.

Mustafa YILMAZ 01 Ocak
Konu resmiHeidegger Tahiyyat Duasını ve Fâtiha Suresini Okudu mu?
İbadet

Namaz hakkında azıcık malu­ma­tı bulunanlar bilecektir ki, na­maz­da teşehhüd oturuşu de­­ni­len bir bölüm vardır. Bu bö­lüm is­­mi­ni, “Et-tahiyyâtü lil­lâhi…” (اَلتَّحِيَّاتُ ِللهِ) şeklinde de­vam eden duanın son bölü­mün­de­ki “ke­li­me-i şe­ha­­detten” al­mak­ta­dır. Be­di­üz­­za­­man Haz­ret­­leri, okunması sün­­­­net olan bu dua­nın başlan­gıç bö­­­lümün­deki “et-Tahiyyâtu lil­lâh” (اَلتَّحِيَّاتُ ِللهِ) cümlesini izah sadedinde şun­ları söyler: “Bütün zîhayatların, hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye (hayat zikirleri) ve Sânilerine (onları sanatlı şekilde halk eden yaratıcılarına) takdim ettikleri fıtrî (yaratılıştan gelen) hediyeler, ey Rabbim, Sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve imanımla Sana takdim edi­yorum.” Bu ifadelerden de anlaşılıyor ki, varlığın tasavvur ve iman ede­­­bi­len görüntüsü “insan” şek­­­­linde tezahür etmiştir. Be­di­­­üz­­­zaman Hazretlerinin, ta­hiy­­­­yat duasından ilhamla, ta­­sav­­­­­vur ve iman açısından ge­­­­nel mev­­­cu­­dat­­tan ayrı bir yer­de konumlandırdığı insan, Hei­deg­­­ger’de karşımıza, ben­zer bir ma­­hi­­yet­te, Dasein ola­rak çıkı­verir. Bu benzerlik, Heideg­ger’ in İbn-i Arabî yo­luyla İs­­lam me­de­niyetinin kay­­nak­­­­la­r­ın­­dan istifade ettiği­ni öne sü­ren id­dia­ların çok da ge­çer­­­siz ol­ma­dığını or­­ta­­ya koyar. Hei­deg­­ger’in deyi­şiy­le Dasein ya­ni insan varlığı, Existenz ola­rak anılan bütün­cül varlığı an­la­ya­­­cak ve anlam­lan­dı­racak do­na­nım­­­da­ki tek var­lıktır. *** Türkçemiz on yıllar boyunca kahredici bir kısırlaştırma ame­liyesi geçirdiğinden, Dasein ve Existence kavramları arasındaki farkı anlayabilecek entelektüel bakıştan mahrumuz maalesef. Şu bir gerçektir ki, Redhouse’ın Osmanlı döneminde hazırla­dı­ğı Türkçe-İngilizce sözlükte bile, Batı dillerindeki felsefi kav­­ram­ların karşılığı olarak bu­günkünden daha fazla kelime ve kavram hazinesi mevcuttu. Da­sein’ı İngilizce olarak ifade et­mek istersek “being there” ola­­rak tercüme edebiliriz. Yani Türkçesiyle “orada olma” anla­mına gelmektedir bu kelime. Fari­siler bu kelimeye karşılık ola­rak “orada olma” anlamında “Anca Hesti” ve “Anca Buden” terim­lerini geliştirdiler günü­müz­de. İlk dönem İslam felsefecileri, ke­lamcıları ve mutasavvıfları var­lık-varoluş kavramlarına kar­­şı­­lık olmak üzere “kevn” (var ol­mak) masdarı ve “vecede” (bul­­du) fii­linden türeti­len; “kâin, kevn, kev­niyat, mükev­ve­nat, keynûnet, kevn-i câmi, kâi­nat, kâin, me­kûn, kevn-i ek­ber” yanında “vü­cûd, vücûd-u kâ­mil, vücûd-u hârici, vücûd-u zih­nî, vücûd-u itibâri, vücûd-u mut­lak, mevcûd, mevcudat, vâ­cid, vecd, ehl-i vü­cûd, ehl-i vecd, vü­cûdî, vicdan” gibi kavramları geliş­tirmişler ve istimal etmişlerdir. *** Burada Dasein’ın bulunduğu farklı durumları ifade sade­din­de Heidegger’in kullandığı Be­find­lichkeit kavramını da ha­tırlamakta fayda var. Alman­ca “finden” (bulmak) fiilinden geliştirilen bu kavramın İslam felsefeci ve kelamcılarının “ve­ce­de” (buldu) kökünden geliş­tirdiği “mevcudiyet” kavramıyla oldukça ilişkili gözükmektedir. “Vücud” kelimesinin Kindî’nin Felsefesi Risaleleri’nde “bilgi” anlamında kullanıldığını da görmekteyiz. Bu arada “fıtrî bil­gi” anlamına gelen “vicdan” ke­li­mesinin de aynı kökten tü­remiş olması manidar olmak­ta­dır. (El-Kindî, Felsefî Risa­leler, 154-155) Heidegger’in Dasein’ı ise bü­tün varlığın özelliklerini de için­de barındıran şuurlu bir varoluş biçimidir. Varoluşu ya­ni “kendisini” ancak Dasein (in­­­­san) anlayıp yorumlayabilir. Çün­­kü diğer var olanlar kendi ni­te­­lik­lerinin ve türlerinin öte­­si­ne açılamazken, insan sürek­­li kendi sınırlarının dışı­na çıka­bilen bir varlıktır. İşte insan bütün cansızların, canlı­ların ve ruh sahiplerinin tesbihlerini, fıt­­ri ibadetlerini, şuursuzca yap­tık­ları bütün duaları, Dasein olmaklığı cihetiyle, bütün me­vcûdatın bir temsilcisi olarak Yaratıcısına takdim edebilecek tek varlıktır. Klasik felsefe / kelam / tasavvuf literatürümüzde Dasein terimi­nin tam olarak bir karşılığı bu­lunmasa da, Heidegger’in ya da daha öncesinde Hegel’in ya da Jaspers’in bu kelimeyi kav­ram­laştırırken, insanı kevn-i câmi (kuşatıcı varlık), kevn-i asgar (küçük varlık) gibi terimlerle

Oğuz DOĞRU 01 Ocak
Konu resmiAbi Ne Olur Bunu Yaz!
İnsan

“Ben Varım! Ben de Varım!” Her genç “Ben varım! Ben de varım!” der. Bazen bunu yan­lış yöntemlerle anlatır. Ama ke­sinlikle kendi varlığının kabul edilmesini, kendinin adam ye­rine konulmasını ister, her in­san gibi. Eğer karşı taraf ona de­ğer vermezse, onu adam yerine koymazsa işte çatışma o zaman başlar. Bu çatışmaya ebeveyn- evlad çatışması veya genç yaş­lı çatışması dediğimizde prob­lemi yanlış tanımlamış olu­ruz. Bu durum, bir kuşak ça­tış­ması değildir. O zaman bu çatışmaya ne diyeceğiz? Evet, bu çatışma, bir insanın var­lı­ğını önemsemeyen veya kabul etmeyen bir makamla “Ben varım! Beni var kabul edin! Ben çocuk değilim! Beni şah­siyetimle, düşünce ve duy­gularımla kabul edin!” di­yen varlığını makam sahibi mu­hatabına kabul ettirmeye çalışan bir insanın çatışması­dır. Bu makam anne, baba, de­de, abi, abla, öğretmen, mü­dür, patron, devlet vs. gibi her türlü kendinde statü gören bir makam olabilir. Bir insanı yok saymak ne demek? Evet, her insan çevresi tara­fın­dan kendisinin fark edilme­si­ni, farkında olunmasını ister. Şahsının değerli ve önemli gö­rülmesini bekler. Bu insani, fıtri bir haldir, hatta bir ihtiyaçtır. Çünkü her insanın kendine ait bir benliği, bir şahsiyeti vardır. Bu benlik ve şahsiyete yapılacak en ağır saldırılardan biri, onu yok kabul etmektir. Onun varlığını önemsiz ve­ya değersiz veya gereksiz görüp, o kişiye bilerek veya bilmeyerek ‘olsa da olur, ol­masa da olur muamelesi’ yap­maktır. Bu muamele hangi yaş­ta olursa olsun her insanı incitir, üzer. Önce canını sıkar, muamele devam ettikçe gizli, aşikâr tepkilere yol açar. Mesela bir işletmede çalışan ama yok muamelesi gören bir kişi nasıl mutlu çalışabilir? Bir ailede varlığı, düşünceleri, duy­guları kabul görmeyen bir aile üyesi, kendini o eve ne kadar ait hissedebilir? Bir sınıfta ken­disi yok sayılan, muhatap alın­mayan bir öğrenci nasıl başarılı olabilir? Bir takımda hesaba katılmayan, kendi varlığına de­ğer ve önem verilmeyen bir oyun­cu, o takıma ne derece fay­da­lı olabilir? Örnekleri ve so­ru­ları çoğaltabiliriz. Sen Benim İçin Önemlisin! Sen Benim İçin Değerlisin! İşte insanın en temel ihti­yaç­la­rından biri var kabul edilme, varlığının değerli ve önemli bu­lunması ihtiyacıdır. Bir insanla anlaşmak, özellikle bir gençle anlaşmak istiyorsak, bu gerçeği hep aklımızda tutmalıyız. Bü­yük­ler genelde gençleri hala çocuk görme eğilimindedir. Çün­­kü onların anne karnından ta bu­güne kadarki tüm saf­ha­­la­rını görmüşlerdir. Ken­dilerince haklı olarak bu nazarı sürekli taşırlar. Hâlbuki o çocuk artık ergenliği geçmiş, toplumda kendine yer arayan, hayatta kendisine de rol verilmesini bekleyen, kendine özgü şah­siyeti olan bir insandır. Doğ­ru biraz acemidir, biraz usul erkân bilmez, yanlışlar ya­pabilir. Olsun, bunlar za­manla çözülebilecek durum­lardır. Lakin gencin sizi ve sizin teklif, öneri ve tav­si­yelerinizi dinlemesi için sizin onu kabul etmeniz gerekir. Ön­celikle onun var oldu­ğu­nu kabul etmeniz, onda “Sen benim için önemlisin! Sen benim için değerlisin!” hissini uyandırmanız gerekir.  Gençlere hayatta rol ver! Gençlerin kendilerini bir ye­re ait hissedebilmeleri için, on­la­­rı şu anki halleriyle var ka­bul etmeliyiz. Onların kişilik­lerine değer verip onların dü­­şün­cele­rini, duygularını önem­se­meli­yiz. Özellikle ha­yat içinde on­ları da hesaba katıp tüm genç­lere yer açmalıyız, yol ver­me­liyiz. Yapabilecekleri iş­leri, va­­zi­fe­leri, sorumlulukla­rı sırt­­­­la­rını sıvazlayıp “Hay­di gü­­­­ze­­­lim! Haydi aslanım!” di­ye­­­­­rek gençlere güvendi­ği­­mi­­zi his­set­tirerek bir an ön­ce ver­­me­liyiz. Çünkü ken­di­ne uy­­gun vazife ve sorum­lu­luk ve­­ri­len bir genç, “Bana ina­nı­­­yor­lar, bana güveni­yor­lar! Ya­pa­bi­le­ce­ğimin en iyisini ya­payım düşüncesiyle” hareket edecektir. Belki o işte sonradan düzeltilmesi mümkün nok­san­­lar, yanlışlar olacaktır. Ama o genç kendini o ortama ait his­se­decektir. Kendisine güve­nilen, değer verilen, hayatta ona da rol verilen insanlarla ya­şamaktan mutlu olacaktır.

Ayhan Mirza İNAK 01 Ocak
Konu resmiİhtiyare Kadınlar Cennete Giremez!
İnsan

İnsan fıtraten güzelliği sever ve sahip olduğu güzelliğin elinden çıkmasını istemez. İnsan, kendine bahşedilen his­si­­yat ve cihâzat sayesinde mah­lû­­kat içinde, hayatın güzellik­le­rin­den en çok nasiplenendir. Ha­yat sahipleri arasında, gerek dini sınıflandırmada, gerekse bi­lim­sel taksonomide en üst de­re­ce yine insana aittir. Canlı­lar arasında en gelişmiş ve mü­kem­mel yapı insanınkidir, der Bi­yo­loji. Öte yandan İslam dini de “İnsan eşref-i mahlûkattır” der. Düşünüyorum da Astronomi ve Tıp ilmi derinlik ve genişlik açısından mukayese edilse, Tıp öne geçmese de Astronominin de gerisinde kalmaz herhalde. Malum olduğu üzere; Astro­no­mi, kâinatla alakadar bir bi­lim dalı iken, Tıp da insanın ana­tomik ve fizyolojik yapısıyla il­gilenen bir bilim dalıdır. İn­san kâinatla elbette cisim/boyut-ebat itibariyle boy ölçüşemez. Fa­kat sistem ve düzen cihetiyle çok benzerlikleri var. Rabbimiz Mülk Suresinde kâi­natın kusursuzluğundan bah­se­derken, Tin Suresinde de in­­­sa­­­nın “ahsen-i takvimde (en gü­­­zel bir ölçüyle)” yaratıldığını (in­­ci­­re ve zeytine) yeminle söy­ler. Bu kusursuzlukta ve bu öl­çü­­lü yaratılışta, sistemler ve iş­le­­yiş noktasında bir benzerlik de vardır. Bundandır ki “insan kâina­tın numunesidir” der Üs­tad Bediüzzaman… Ne ka­dar da veciz bir ifadedir insan için. Ve şöyle tamamlar sözünü: “Kâi­natı küçültsen insan olur, in­sa­nı bü­yüt­sen kâinat olur.” Şübhesiz insan maddi vücu­duyla ve manevi cihetiyle bu dereceyi hak eder. Fakat bu hak ediş sonradan kendisinin kazandığı bir durum değil, ya­ra­tanın ilk günden ona verdiği bir kıymettir. Kur’an-ı Azimü’ş-şan şöyle haber veriyor bu hadiseyi: “(Ey habibim!) bir zaman rab­bin meleklere “Şübhesiz ben, yeryüzünde (insanı) bir hali­fe kılacak olanım” (Bakara, 30) buyurmuştu. Cenab-ı Hak rah­me­tinden daha işin bidaye­tinde insanı halife olarak halk edeceğini buyurmuş. Bu ma­kam insanın aklında yokken veril­miş ona. Hatta aklı da yokken sırf bir nimet-i ilahi olarak takdir edilmiş kendisine. Bediüzzaman Hazretleri de der ki: “Bir tek ikram, muhabbeti gösterir (Altıncı Şua). Peki, böy­­le bir hayatı, mükemmel bir vü­cu­du ve mahlûkata kar­şı hi­la­fet ve şerafeti vermek, na­sıl bir mu­habbet-i İlahiyeyi gösterir? *** Muhabbetin şe’ni; iltifattır, ik­ram­dır. Aynı zamanda bunla­rın devamlılığıdır. Mahrum ve mağdur bırakmak değildir. Her insan hayatını sever ve elin­den çıkmasını istemez. Yokluğu ve yok oluşu kaldıramaz bu na­zik ruh-u beşer. Hem hiç de münasip düşmez onun “ah­sen-i takvim” fıtratına. Hem ya­ra­ta­nın da hikmeti ve rahmeti buna müsaade etmez. Çünkü Rabbi insana çok büyük bir kıy­met atfediyor. İnsanın sırf mi­desinin ihtiyacı için ze­min yü­zünü ona bir sofra-i ni­met ola­rak açması, ne kadar kıy­met verdiğini gösterir. Her bir ni­­me­ti hususi ambalajında, hoş kokusuyla, muhteşem ta­dıy­la, harikulade suretiyle in­sa­­­na takdim etmesi, bu narin ve na­zik varlığa ne derece mu­hab­bet ettiğinin delilidir. Bu fa­ni vücudun bir uzvuna sayı­sız nimet ile iltifat etsin de bü­tün vücudun arşa ulaşan “ebed” sa­da­sını duymasın. İnsan çendan fânidir, fakat gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır… beka için halk edilmiş (Üçüncü Lem’a). *** İnsan fanidir fakat bekayı/ebe­di istiyor ve ebedden başkası­na da razı olmuyor. Bir vakit sınıfta öğrencilerime şöyle bir soru sordum. Karşınıza Lok­man Hekim (as) gibi bir zat çıksa ve “Şu elimdeki ab-ı ha­yat­tır. Sen ne kadar yaşamak is­tiyorsan niyet et ve iç istediğin kadar ömür sana verilecektir” dese, “Kaç yıl yaşamayı arzu edersiniz?” dedim. Öğrencilerden gelen ilk soru şu oldu: - Sonunda ölüm var mı? - Evet, dedim. Sonra şunu sor­dular: - Bu hayatta ihtiyarlık var mı? - Evet, dedim. Sonra şu soruyu sordular: - Bu hayatta musibet ve sıkıntı var mı? - Evet, dedim. Son olarak da; - Bu hayatta günah sevap var mı, yani hürriyet var mı, diye sor­dular. - Evet, dedim. Daha sonra öğrenciler şöyle de­di: - Ölüm varsa ömür ne kadar da uzun olsa bir anlamı yoktur. He­le sonu ihtiyarlık olan ve için­de de musibetlerin olduğu ömür insanı cezbetmiyor. Eğer son­suz bir hayat, ebedi bir genç­lik ve saadetli bir hayat olsaydı hiç tereddüt etmezdik, kabul ederdik, dediler. Bu söz­ler sadece onların kendi hissi­yatları değil elbet. Belki bütün beşerin arzu ettiği hissiyatın tercümesidir. Hiç şüphesiz insan hayatı sevi­yor ve fakat ölümsüz bir ha­ya­tı istiyor. İnsan verilen her ni­me­tin en ziyade tezahür vakti olan gençliği sevdiği nispette sahip olduğu vücudun ve hissiyatın zeval zamanı olan ihtiyarlığı sev­miyor. Hürriyet istiyor, bir kayıt altında durmak istemiyor. Hayatı sevdiği oranda (hiç dön­memek üzere) ölümü sevmiyor. Zira insan fıtraten mükerremdir. Güzelliği ve güzel olanı sever. Hayat ve vücud her haliyle güzeldir. Adem (yokluk) her durumda şer ve kötüdür. *** Gençliğe Karşı Muhabbet Hangi Fikre Bina Ediliyor İnsanın dünyadaki ömrü gün­düze benzetilse, gençlik o gü­­­nün öğle vaktine tekabül eder­­di. Ömr-ü beşer bir ay ol­­sa, gençlik o ayın on dör­dün­­cü günü (dolunayı) olur­du. Ömr-ü insan bir sene olsa, genç­lik o senenin fasl-ı ba­ha­rı­dır. İşte âdemoğlunun ha­ya­tın­da; bedenin en zinde ve en çevik olduğu, hissiyatın en açık olduğu devredir gençlik. Değil mi ki görenler içindir man­zaralar, güzel resimler… Kör­­lerin nasibi var mıdır bun­lar­dan? Bir kelam-ı kibarda şöy­le denilmiştir. “Görenedir gö­re­ne, köre nedir köre ne?” Hoş sa­dalar, musikiler, nağamat sa­ğır­lar için bir mana ifade eder mi? İhtiyarlık ise, gençlikte canlı olan hissiyatın yavaş yavaş sön­mesi, uzuvların işlevini yitirip, hastalıkların ve zafiyetin artıp başkalarına yük olma zamanıdır. Bu ise insandaki saadet arzusu­na zıttır. İhtiyarlığın akabindeki ölüm ise, ebediyet arzusuna mu­halif bir vakıadır. “Fıtrat ya­lan söylemez” düsturunca; in­san fıtraten ebdiyeti arzuluyor ve ebedden ve ebedi gençlikten başkasına da razı olmuyor. *** “Ona söy­le­yi­niz (cennete girecek ama)  ih­ti­yar olarak girmeyecek.” Çün­­­­­kü Allah (Vâkıa Suresinde) şöy­­­­le buyuruyor: “Hakikat biz on­ları yepyeni bir yaratılışla ya­rat­tık da daimi bakireler olarak zev­celerine sevgi ile düşkün hep bir yaşıt yaptık.” (Tirmizî, Eş-şemail)  Gençliğin ebedi verilmesi hak­kında Efendimizin (sav) şu iki hadisi bize hem bir müjde hem de bir delildir. Şöyle ki: Peygamberimizden  (sav) ihti­ya­­re bir kadın cennete girmek için dua talep etmiş. O da (sav) demiş: “Ey falanın annesi! İh­ti­yare kadınlar cennete giremez.” Kadıncağız üzülüp gözlerinden yaşlar akıtmış. Şakasında da hak söyleyen Efendimiz (sav) müj­de­yi vermiş ve demiş: “Ona söy­le­yi­niz (cennete girecek ama)  ih­ti­yar olarak girmeyecek.” Çün­­­­­kü Allah (Vâkıa Suresinde) şöy­­­­le buyuruyor: “Hakikat biz on­ları yepyeni bir yaratılışla ya­rat­tık da daimi bakireler olarak zev­celerine sevgi ile düşkün hep bir yaşıt yaptık.” (Tirmizî, Eş-şemail) Başka bir hadiste ise şöyle bah­sedilmiş ebedi gençlikten: Sa’d ibn-u Sa’d radıyallahu anh an­latıyor: - Ey Allah’ın Resûlü (sav) dedim, in­san­lar neden yaratıldı? - Sudan, buyurdular. - Ya cennet, dedim, o neden in­şa edildi? - Gümüş tuğladan ve altın tuğ­la­dan, harcı da kokulu misk. Cennetin çakılları inci ve ya­kut­tan, toprağı da zâferandır. Ona giren nimete mazhar olur, eziyet görmez, ebediyet kazanır, ölümle karşılaşmaz. Elbisesi es­kimez, gençliği kaybolmaz. İşte gençlik insan hayatındaki nimetlerin daha zahir görül­dü­­ğü zamandır. Fakat her fani gi­bi o da geçecek. Zail olup fe­­­na bulacak. “Madem her gü­zel, gü­zel­liğini sever, elinden gel­­diği ka­dar muhafaza etmek ister ve bo­zul­masını istemez. Ve madem güzellik bir nimettir, ni­­mete şükredilse manen ziya­de­­leşir. Şükredilmezse değişir, çir­­­kin­leşir. (Lem’alar)” diyor Be­­­­­di­­üz­­zaman Hazretleri. Gençlik nimetinin şükrü de, “O gençliği iffet, namusluluk ve taat­te geçirmekle” olabileceğini yi­ne Üstad tarif ediyor. Yani genç­liğini seven ve onu kay­bet­mek istemeyen o nimete kar­­şı şükrünü eda etmekle elin­den çıkan gençliğini burada fa­ni olup zail olmasına bedel dar-ı bakide ebedi bir gençlik olarak tazmin edecektir.

Mehmet ÖZER 01 Ocak
Konu resmiBollukta Darlık, Darlıkta Bolluk Görenler
Risale-i Nur

Elbette insanlar bolluk içinde darlık, konfor içinde rahatsızlık hissedecekler. Çünkü insanlar şükretmediğinden, Allah verdiği nimetlerden bereketi, insanlar içinden huzuru çekip almış. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur: “Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz bilin ki azabım çok şiddetlidir.” Dünya tarihinde Allah’ın en çok nimet verdiği zaman bu za­mandır. Mesela, yazın günü kış meyvesi, kışın günü yaz mey­vesi yiyebiliyoruz. Geçmişte hiç­bir padişahın, hiçbir kralın sahip olamadığı imkânlara, kon­fora bugün orta halli bir va­tan­daş sahip durumda. Ör­ne­­ğin, hiçbir padişahın elektri­ği yoktu, telefonu yoktu, tele­viz­yonu yoktu, kaloriferi yok­tu. Bugün bizim arabalarla, uçak­larla çok kısa bir zamanda kat ettiğimiz mesafeleri, padi­şahlar at sırtında belki de bir haf­ta veya bir ayda ancak kat ede­bi­li­yorlardı. Örnekleri artırabiliriz. Evet, dünya tarihinde görül­me­miş tarzda bir nimet bolluğu içinde yaşıyoruz. Bu nimetin bolluğuna nispetle, bu zamanın en çok ibadet edilen, en çok şükredilen zaman olması gerek­mez miydi? Gerekirdi elbette. Fakat tam tersine, zamanımız en çok günahın işlendiği, en çok azgınlığın işlendiği, en az şükredilen, en az ibadet edi­len bir zaman olma özelliğine sahiptir. Bütün bunlara rağmen -garip­tir- günümüzdeki insanların hiç biri hayatından memnun da değildir. Kimi konuştursa­nız hayatından şikâyet ettiğini görürsünüz. Hem bolluk içinde yaşanıyor. Hem şükredilmiyor. Hem de insanlar hayatlarından memnun olmuyorlar. Bütün bunlar garip bir durumu ortaya koyuyor. Elbette insanlar bolluk içinde darlık, konfor içinde rahatsızlık hissedecekler. Çünkü insanlar şükretmediğinden, Allah verdi­ği nimetlerden bereketi, insan­lar içinden huzuru çekip almış. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur: “Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük eder­se­niz bilin ki azabım çok şiddetlidir.”1 Dikkat edilirse ayet­te “azabım çok şiddetli­dir” buyrulmuş, fakat açıkça bu­­nun cehennem azabı oldu­ğu belirtilmemiştir. Nimetlere nan­­­­kör­­lük edildiğinde, bunun kar­­­­­şı­­­­lı­ğı­nın dünyada verilecek bir azab olması da ihtimal dâ­hi­­­­lin­­dedir. Günümüzdeki bol­luk içinde çekilen darlıkta bu aza­­bın bir nevi olması müm­kün­­dür. Peygamberimiz (sav) şöyle bu­yurmuştur: “Rabbiniz Teâlâ şöy­le buyurdu: Eğer kullarım bana (hakkıyla) itaat etseydiler, ben (onlar rahatsız olmasın diye) yağ­muru geceleyin yağdıracaktım, gün­düz de güneşi çıkaracaktım. Onlara gök gürültüsünün sesini duyurmayacaktım.”2 Günümüzdeki bolluk içinde dar­­lı­ğın en büyük sebep­le­rin­den bi­ri insanların kanaat­siz olu­­­şu­­dur. Günümüz insan­la­rı­­­nın gö­zü­nü hırs bürümüş. Ta­­­mah­­­kâr­lık o kadar çok ileri git­­­miş ki, insanlar doymaz ol­­­­­muş­­­lar. Peygamberimizin (sav), “Âdem­oğ­lu­na bir vadi dolusu al­tın ve­rilse ikincisini ister. Eğer ikin­cisi verilse üçüncüsünü ister. Âdem­oğ­lunun karnını ancak top­rak doyurur.”3 dediği gibi, gü­nü­müz insanları da doymak bilmez bir arzuyla hep bir şeyler istiyorlar. Tabii istedikleri şeyi elde edemeyince de bu onların morallerini bo­zuyor, rahatsız oluyorlar. Hâlbuki dünyada huzurlu ol­ma­nın en mühim şartı, Al­lah’ ın verdiklerine şükret­mek ve ka­naat etmektir. Pey­gam­­be­ri­­miz (sav) “Yaratılış ve mal ko­nu­­sunda sizden daha üstün olanları gördüğünüzde, siz­den daha aşağıda olanlara bakınız. Bu size verilen ni­meti hor görmemeniz için en iyisidir”4 buyurmuştur. Fa­kat günümüzdeki insanlar hiç aşa­ğıya bakmıyorlar, ellerin­de­ki­ne şükür etmiyorlar, kanaat et­­­mi­­yorlar, hep daha fazlasını, da­ha da fazlasını istiyorlar. Şük­ret­­medikleri gibi bir de “Ben Al­lah’a dua ettim, şunu, şunu is­te­dim de vermedi” diye­bili­yor­lar. *** Acaba Peygamberimiz (sav) ve saha­beleri nasıldılar? Onlar da bi­zim gibi üç öğün yemek yiyip, şişmanlayınca, “Ne yesek de bu yağları eritsek?” mi diyorlardı. Rivayet edildiğine göre bir gün Hz. Fatıma (ra), Peygamberimiz (sav)’e pişirdiği ekmekten ge­tir­di. Peygamberimiz (sav) “Ya Fatıma (ra), bu nedir?” diye sor­du. Hz. Fa­tıma (ra): “Pişir­di­ğim ekmeğin par­­ça­sı­dır, bu par­çayı sana ge­tir­me­den ekme­ği yemeye gön­lüm razı olma­dı” dedi. Pey­gam­­be­rimiz (sav), “Üç gün­den beri ba­ba­nın ağzı­na giren ilk yiyecek bu­dur” bu­yurdu.5 Peygamberimizin (sav) Medine’ ye ge­­­li­­şin­den vefatına kadar onun hiz­metkârlığını yapmış olan Enes ibn Mâlik (ra), “Ben Pey­gamber (sav)’in Al­lah’a ka­vu­şuncaya kadar ne in­cel­til­miş hâ­lis buğday unun­dan yapılmış yuf­ka ekmeği gör­düğünü, ne de gözüyle kızar­tıl­mış davar gör­düğünü bilmi­yorum” demiştir. Hz. Âişe (ra) de, “Medine’ye ge­­lişinden vefatına ka­dar Mu­ham­med (asm)’ın ailesi üç gün arka arkaya buğday ekme­ğin­­den karnını doyurmadı.” “Mu­ham­­med (asm)’ın ailesi bir gün­de iki öğün yemek ye­me­di; yediği iki öğünden biri mu­hak­kak hurma idi.” “Bazen iki ay boyunca bizim evimizde (ye­mek yapmak için) bir ateş yakıl­mazdı” de­miştir. Ona “Ne yer, ne içerdiniz?” diye so­ran­­lara da “İki şey: Hurma ile su!” diye cevap verdikten sonra şun­ları da eklemiş: “An­cak Re­sû­lul­lah’ın (sav) Ensâr’dan kom­şuları vardı. Onlar bazen deve­lerinin süt­le­rinden bize verir­lerdi” de­miştir.6 Hz. Aişe (ra) her ne kadar hur­ma ve su demişse de, bu ifa­de hur­manın çok olduğu ma­na­sına da gelmiyor. Bu konuda Hz. Ali (ra) de şöy­le anlatıyor: “Soğuk bir günde Resûlullah (sav)’in evinden çıktım, ben çok acık­mıştım. Resûlullah (sav)’in evinde yemek olsaydı ondan yerdim, fakat yoktu. Derken yiye­­cek bir şeyler aramaya baş­­­ladım. Kuyusundan su çe­kip hurmalarını sulayan bir Ya­hudi’ye uğradım ve duvar­daki bir gedikten ona baktım, o da beni gördü ve “Ey Bedevî! Hurmalarımı sulamak için k­uyudan su çeker misin? Her kova başına sana bir hur­ma vereyim. Razı mısın?” dedi. Bende “Evet” dedim. Kapı­yı açtı, ben de girdim. Kovası­nı bana verdi. Her kova çek­tiğimde bana bir hurma verdi. Avucum hurma ile dolunca kovasını bıraktım ve “Yeter!” de­dim. Onları yedim ve sudan yudum, yudum içtim.”7 Resûlüllah (sav) çok sıcak bir gün hanesinden dışarı çıktı­ğında Ebû Bekir (ra) ve Ömer’le  (ra) karşılaştı. “Sizi bu saatte evlerinizden çıka­ran nedir?” diye sordu. Onlar da “Açlık ya Resûlallah!” (sav) dediler. Peygamberimiz (sav) de “Nef­sim kud­­ret elinde olan Allah’a ye­min olsun ki, beni de evimden si­zi çıkaran şey çıkarmıştır. Kal­kın!” dedi. Birlikte kalktı­lar ve En­sâr’dan bir zatın evine gittiler. Ka­dın onları görünce: “Hoş geldiniz, safa geldiniz!” dedi. Resûlüllah (sav) ona: “Felan (ko­can) nerede?” diye sordu. Kadın da “Bize tatlı su getir­meye gitti” dedi. O anda Ensâri geldi ve Resûlüllah (sav) ile iki ar­kadaşını gördü. Sonra: “Allah’a hamd olsun! Bugün mi­­safirleri benden daha şerefli kimse yoktur” dedi. Hemen giderek onlara bir hurma sal­kımı getirdi ki, içinde koruk, kuru ve olgun hurmalar vardı. “Bundan buyurun!” dedi ve bı­çağı aldı. Bunun üzerine Re­sû­lüllah (sav) ona: “Sakın sağmal koyuna dokunma” buyurdu. Fakat o, onlar için kes­ti ve hem koyundan, hem o hurma salkımından yediler, iç­ti­ler. Yemeğe doyup, suya kan­dıkları vakit Resûlüllah (sav) Ebû Bekir’le (ra) Ömer’e (ra): “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, kıyamet gü­nünde bu nimetlerden mutla­ka sorulacaksınız! Sizi evleriniz­den açlık çı­kardı. Sonra şu nimet­lere kavuşmadan dönmediniz” bu­yurdu.8 Peygamberimizin (sav) ve sa­ha­bele­rin hayatını incelediği­miz za­man bu anlattıklarımıza ben­­zer pek çok hadise görürüz. On­lar bu hallerine rağmen Al­lah’ı hiçbir zaman itham et­me­mişler, sabır içinde şükür et­­mişler, ibadet konusunda bü­tün asırlarda örnek bir nesil ol­muşlardır. Peygamberimiz (sav) geçmiş ve gelecek bütün günahları af­fe­dildiği halde, sabahlara kadar na­maz kılmış, “Ya Resulallah! (sav) Se­­nin bütün günahların af­­fe­­dil­diği halde niçin böyle ya­pı­­yor­­sun?” diyenlere “Şük­re­den bir kul olmayayım mı?” de­miş­tir. Peygamberimiz (sav) darlıkta da, bol­lukta da daima Allaha hamd ederdi. Hz. Aişe (ra) şöy­le demiştir: Resulullah (sav) ken­­­di­sini sevindirecek bir şey ol­­du­ğunda, “Salih amellerin ni­me­­­tiyle tamamlandığı Allah’a hamd ederim” derdi. Hoşuna git­­­me­­yen bir şey olduğunda da, “Her hal üzere Allaha hamd ol­sun” derdi.9 Rivayetlere göre Tevrat’ta onun ümmeti hakkında, “Onun üm­­meti Hammadundur, yani Al­lah’a çok hamd ederler. Onlar darlıkta da, bollukta da Allaha hamd ederler.” (أُمَّتُهُ اَلْحَمَّادُونَ) de­nilmiştir.10 Bizim de bu sı­fa­ta layık olmaya çalışmamız ge­rekir. Kaynaklar: 1- İbrahim, 14/72- Kenzü’l-Ummal, hn: 216123- Buharî4- Müslim, 29635- Risale-i Kuşeyriden6- Bu rivayetler için bkz: Buharî, Rikaak, 177- Tirmizî, 2473; İbn Mâce, Ahkam, 388- Müslim, Eşribe, 20/140- (2038)9- Beyhaki10- Darimi

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiNesne mi Kalacağız, Özne mi Olacağız?
Risale-i Nur

Öznesi olmadığımız bir dünyada yaşıyorsak eğer, Kudüs meselesinde olduğu gibi o dünyanın etkiye açık nesneleriyiz demektir. Öznelik ve nesnelik ilişkisini, dilbilgisi derslerinde öğrendiğimiz cümlenin ögeleri konusundan tanıyoruz bir nebze de olsa.  Özne (fâil), yüklemde belirti­len fiilin fâili olmak yanında, fiilden etkilenen nesnenin de etkileyenidir aynı zamanda. As­lın­da felsefi metinlerde ve an­latımlarda sıkça rastladığımız “subject” ve “object” terimlerinin kaynağı da bu dil bilgisine ait bakış açısıdır. Mesela subjektif dediğimizde, ken­dimizi varlığın “öznesi” ha­li­ne getirdiğimiz “öznel” bir ba­kış açısından bahsediyoruz de­mektir. Yani kainatı o anda biz nasıl algılıyor ve idrak ediyorsak, kainat ve içindeki şeyler bizim için öyledir, bizim anladığımız gibidir. Bu durumda vehmi ya da kurgusal da olsa, o algının fâilleri bizleriz demektir. Objektif dediğimizde ise, nes­ne­ler dünyasının fâil olduğu bir bakış açısından bahsediyo­ruz de­mektir. Nesneler bizim algı­ları­mızdan bağımsız olarak, ken­­di­lerini nasıl gösteriyorlarsa öy­le­dirler yani kendi görünüm­lerinin failleridirler. Bu iki bakış açısından yola çı­karak, aydınlanmacı felsefe­nin “idealizm” ve “realizm” karşıtlı­ğı­na değin yol alabiliriz. Ya da Kant’ın temsil ettiği “a priori” bilgi anlayışı ile Hume’un tem­sil ettiği “ampirik” bilgi anla­yışı arasındaki ayrımın farkında­lı­ğı­na ereriz bu düşünce seyaha­tinin sonunda.  Batı Öznesinin Nesneleri Ancak bu mevzuu felsefi bir tartışma zemini oluşturmak için açmadım. Batının tem­sil ettiği sözde “bilimsel” ba­kı­­şın, aslında sübjektif bir ba­kış ol­duğunu bilhassa sosyal bilim­ler alanında bu sübjektif­­liğin daha da belirgin olduğunu gös­termek istiyorum. Yani Batı için öznel olduğu halde bizim nes­nel olduğuna inanmamız gereken bir bilim tiyatrosunun seyircileriyiz maalesef. Mesela tarih bilimi olarak adlandırılan bilim dalının “bilimsel gerçek­leri!” böyle bir “sübjektif” dün­yaya götürür bizi. Amerika kıtasını keşfedenlerin İspanyollar ve dolayısıyla da Batılılar olduğuna dair “Batı merkezli” bakışın “objektif” bir bilgi olmadığını; aksine Euro-centric bir öznel bilgiden iba­ret olduğunu biraz düşününce hemen anlarız. Aslında keşfe­di­len Amerika kıtası değil, Batılı kâşiflerdir. Amerika’yı keş­fet­tiğini sanan İspanyol kâşifler, bu kıtanın binlerce yıllık sakinleri tarafından o kıtaya adım attık­ları anda keşfedilmişlerdir. Eğer Kızılderililer, soykırıma uğ­­­­ra­tılıp tarih sahnesinden si­lin­­­­me­­seydiler ve bilimsel ge­liş­me­­­ler­de etken olmayı başara­bil­­­sey­di­ler, bize Batı’yı nasıl keş­­fet­tiklerini anlatacaklardı muh­­te­melen ve bu anlatım da­ha ob­jek­tif bir bilgi sunacaktı bize. Bugün dünyaya hâkim olan bi­lim anlayışı, aydınlanmacı/mo­dernist bakış açısının süb­jektif bir ürünüdür. Kökü “düşü­nü­yo­rum öyleyse varım”a kadar gidiyor çünkü. Materyalist dü­şünce bu anlayışın kıyısından köşesinden damlar durur. Me­sela Endülüs’ün bilimsel du­ru­şu bugüne hâkim olsaydı, fark­lı­­lık bilimsel keşif ve icatlarda de­ğil, onların yorumlan­ma­sında olacaktı sadece. Işık hızıyla ha­re­ket eden uzay gemisinde, ga­lak­silerden galaksilere seyre­den bir Endülüslü, ayak bas­tı­ğı gezegenlerin dağlarına ve kaya­larına “Allah’tan başka ga­lip yoktur” yazacak ve böy­le­ce materyalist bakış açısına mec­bur kalmaksızın bilimin nasıl yapılacağını da göstere­cekti. Bugün Batı medeniyeti olarak adlandırılan seküler dünya­nın “değerleri” de bilimsellikten uzak, süb­jektif değerler yığı­nı­dır. Al­kolün teşvikinin ya da cin­sel özgürlüklerin yayılması ara­yış­larının objektif herhangi bir bilimsel bilgiye karşılık gel­me­diğini hepimiz fark ederiz. Mesela bayanların saçlarını aç­masını zorlayan seküler değer, başlarını örtmeyi tercih eden bayanların tercihlerindeki da­ya­naklardan daha kuvvetli ya da daha objektif bir değere karşılık gelemez. Ama elbette ki, inancın zorunluluğu inanan için mutlaktır ve medeniyetin görevi sübjektif değerler üre­tip insanların inançlarını kısıt­lamak değil, inanç kaynaklı mut­lak değerlerin özgürce ya­şanmasına objektif bir du­ruşla imkân sağlamaktır. Kendi Dünyanızı İnşa Etmeye Var mısınız? Bilimin bilimsel bilgiyi ürete­nin bakış açısından ya da de­ğerlerinden bağımsız kalıp yo­rumsuz olamayacağını ve sırf bu yüzden de objektif kalama­yacağını anlamış olduğumuzu varsayıyorum. Sürekli kendi var­­lığını merkeze koyup, dün­ya­mızı Yakın Doğu, Orta Doğu ve Uzak Doğu olarak ayıran ben­cil bakışın nesneleri olmaya da­ha ne kadar devam edeceğiz? Bugün internet arama motor­larında “Kudüs” kelimesini ara­dı­ğımızda “İsrail’in başkenti” ya­­- la­nıyla karşılaşıyorsak, dünya­yı na­sıl göreceğimize karar ve­re­­cek olan öznenin Batılılar ol­­du­­ğu­nu da kabul ediyoruz de­­mek­­tir. Hâlbuki onlar da bi­ze gö­re Yakın Batılılar, Orta Ba­tı­lı­­lar, Uzak Batılılardı ve bizim bu ba­­kı­şımızdan bile haberimiz yok­­­tu. Yine Kudüs bir İslam şeh­riy­di ama biz sanal âlemde bile bu hakikati dünyaya kabul ettire­cek üstünlüğe sahip değil­dik. Çünkü kâinata ve bütün şey­lere Batı’nın baktığı pencere­den bakmak zorunda kaldık yıllardır. Neredeyse onlar ol­duk; neredeyse fenâfi’l-Batı ma­ka­mı­na ulaştık son iki yüz yılın sonunda. Ama şimdi anlıyoruz ki, bizi biz olmaktan çıkartan ve bizi kendisine dönüştüren bu istilacı “özne”, bizi biz yapan bü­tün değerlere kör, sağır, dil­siz ve şuursuz bir özneymiş.  Sadece kendi değerlerini ve ken­­di ruhsuz bakış açısını üs­tün gören bu öznenin kurgu­la­dı­ğı bir sistemde asla kendi me­de­ni­­­ye­­ti­mizin öznesi olama­ya­ca­­ğı­­­mı­zı, hangi başarıyı elde eder­­­sek edelim o Batı-merkez­ci öz­ne­­nin nesneleri olmaya de­vam ede­ceğimizi anlamamız ge­re­­ki­­yor. Şunu da unutmamak gerekiyor ki, bu kainattaki bütün özneler “hâdis” olmaları cihetiyle diğer nesnelerin etkisi altındadırlar ya da etkiledikleri nesnelerle de et­ki­leşim halindedirler. O halde bu kâinatta var olan her şey aynı za­manda özne, aynı zamanda da nesne olma kabiliyetine sa­hip­­tir. Mesela okumak eyle­miyle bir kitabı nesneye dö­nüş­­türen varlığım, kitabın bilgi ve düşünce dünyamda gerçek­leş­tir­diği etkilerle nesneye dö­nüş­mektedir. Bizim bu izafi özneliğimizden et­kilenmeyen tek muhdis yani özne ise, mutlak özne ola­rak da adlandırabileceğimiz Rabbi­mizdir. Yani o Fâil-i Mutlak yanında bütün özneler “sözde özneye” dönüşüverir birden. Ön­ce Musa’nın (as) Firavun’a; İb­ra­him’in (as) Nemrud’a hay­­kır­­dı­ğı gi­­bi bu maddeci çağa,  “Öz­­ne­ler Öznesinin” son­suz  fâil­­li­ğini hay­­kır­mamız gere­ki­yor; bü­­tün eği­tim ve propa­gan­da im­­kân­larımızla. Dünyamızı ve benliğimizi ku­şa­tan bütün o “sözde özne­le­rin” yı­kılıp yerle bir olmaya baş­­­la­­­ma­sıyla birlikte “gerçek öz­ne” nin tecelligahına dönü­şü­rüz ve son­suz­luğun “özne” ol­du­ğu; “mad­­­de­nin” tasallu­tun­dan kur­tul­­­­­muş bir özgür dün­ya­yı ancak o za­­man inşa edebiliriz.

Oğuz DÜZGÜN 01 Ocak
Konu resmiİmam-Küfür Mücadelesinde Neden Müslümanlar Yenilgiye Uğruyorlar?
Risale-i Nur

Bedîüzzaman Hazretleri, ehl-i küfrün niye çoğunlukla galip geldiğini şöyle izah etmektedir: “Dalâlette ve küfürde hem adem ve terk vardır ki; pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrip var ki, çok sehildir ve âsândır; az bir hareket yeter. Hem tecâvüz var ki; az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe noktasından ve firavuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem akıbeti görmeyen ve hazır zevke mübtelâ olan insandaki nebâtî ve hayvânî kuvvelerin tatmîni ve telezzüzü hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letâif-i insaniyeyi, insaniyetkârâne ve âkıbet-endîşâne olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar.” Tarih, ehl-i iman ve ehl-i küf­rün mücadelesinden ibarettir; denilse yanlış olmaz sanı­rım. Bu mücadeleler sırasında ki­mi zaman ehl-i iman galip gel­miş, kimi zaman da ehl-i küfür ga­lip gelmiştir. Ancak ehl-i küf­rün galibiyeti, ehl-i imana nispe­ten daha fazladır. Özellikle, Asr-ı Saâdet’ten sonra beş asırlık Ab­basî ve beş asırlık Osmanlı ida­­resi zamanlarının dışında, ehl-i imanın yenilgileri çok da­ha fazladır. Hatta hu­su­sen bir asrı aşkın bir za­man­dır, ehl-i iman savaş mey­da­nın­da ka­zan­dık­larını dahî ma­sa­­da kay­betmektedirler. Peki, Ce­nâb-ı Hakk’ın Müslüman­lara gelen manevî yardımlarına, hu­­su­­sî inayetlerine ve mer­ha­me­­ti­ne rağmen Müslüman­lar neden ye­nil­giye uğramak­ta­dır­lar? Bedîüzzaman Hazretleri, ehl-i küfrün niye çoğunlukla galip geldiğini şöyle izah etmektedir: “Dalâlette ve küfürde hem adem ve terk vardır ki; pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrip var ki, çok sehildir ve âsândır; az bir hareket yeter. Hem tecâvüz var ki; az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe noktasından ve firavuniyet cihetinden on­la­ra bir makam kazandırır. Hem akıbeti görmeyen ve hazır zevke mübtelâ olan insandaki nebâtî ve hayvânî kuvvelerin tatmîni ve telezzüzü hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letâif-i in­sa­­ni­yeyi, insaniyetkârâne ve âkı­bet-endîşâne olan vazife­le­rin­den vaz­geçiriyorlar.”1 Üstâd Hazretlerinin ifade etti­ği gibi, küfür cephesinde hayrı terk etmek vardır. Yokluk vardır, bir hayır bina etmezler. Saldırır­lar, yok ederler. Tamir etmez­ler, yardım etmezler. Haram-he­lal anlayışları yoktur. Bu se­beple kolay taraftar toplarlar. Taraftarlarını elde tutabilmek için haram lezzetleri kullanır­lar. Ehl-i imandan bazılarını da bu şekilde kandırarak kendi amaçlarını gerçekleştirmek için kullanırlar. Nefis ve şeytan her zaman destekçileridir. Ehl-i küfrün bu tahripçi, boz­gun­cu ve şahsî menfaat odaklı anlayışını meşhur İtalyan si­ya­­set felsefecisi Machiavelli (1469-1527) Prens isimli kita­bında şu şekilde anlatmaktadır: “Zamanımızdaki deneylerle de bellidir ki ancak verdikleri sözü hiçe saymış ve insanların beyin­lerini kurnazca uyutmasını bil­miş prensler büyük işler yapmış­lardır ve sonunda dürüstlüğü te­mel almış olanlara üstün gel­mişlerdir.” İşte bu sebeplerden dolayı, Ba­tı’nın amacına ulaşmak için her türlü yalanı ve ahlaksızlığı kul­lanan anlayışına karşı, İslam dün­yasının mazlumu koruyan, hak ve adalet temelli anlayışı ne yazık ki, lihikmetin çok defalar mağlup olmaktadır. *** Batı ve zalim ehl-i dalalet, ül­ke­lerine sığınan mültecilere göz önünde göstermelik bir­kaç iyi­lik yapıp, arka planda on­lara her türlü aşağılamayı yap­mak­ta­dırlar. İşin aslında da zaten bu insanların mülteci olmasına, yine ehl-i dalâletin sömürgeci ve istilacı zihniyeti sebep ol­mak­­tadır. Sözde iyiliksever, âdil ve insan haklarına saygılı gi­bi gö­rünen Batılı ülkeler, aslında menfaatleri ve ikti­dar­­ları için akla hayale gel­me­ye­cek de­re­ce­de zalim olabil­mek­tedirler. Türkiye, hâlihazırda 3 milyon­dan fazla mülteciye ev sahip­liği yaparken, Avrupa ülke­leri bu mültecileri kabul et­me­­mek için onların deniz­lerde bo­ğul­malarına göz yum­makta, hat­ta bazen sebep olmak­ta­dırlar. İnsan hakları isminde mah­ke­meleri vardır ama Filistin’de, Gazze’de, ya da Arakan’da bir Müslüman’ın yurdundan atı­la­rak zulme uğramasını hiç gör­mezler. Yolda karşıdan karşı­ya geçen için anında trafiği dur­dururlar ama Afrika’da et­­­ra­fı­nı yüksek duvarlarla çe­vir­­­dikleri madenlerden çıkar­dık­­­­larını o ülkelerde bir gra­mını bırakmadan Avrupa’ya gö­­­tü­rürler. İnsan hayatına say­­­­gı derler, katilleri bile idam et­­­mezler ama Afrika’dan getir­dik­­leri insanları –haşa- insanat bah­çe­lerine koyarak hayvan gibi sergilerler. Afrikalıları köle ha­line getirerek yaptıkları zulüm­ler hala zihinlerdeki yerini ko­ruyor. Demokrasi getirece­ğiz diyerek, bütün İslâm ülkeleri­ni karıştırır, terörü önleyeceğiz de­yip askerî operasyonlar ya­pa­­­rak, sivilleri öldürürler. Tica­rette dü­rüstlük taslayıp, Müs­lü­man­ları yolsuzlukla suçlar­ken; Müs­lü­man ülkelerin eko­no­milerini spe­kü­las­yonlarla ba­tırmak için ellerinden geleni yaparlar. *** İşte bu açılardan bakıldığında, tarihte hadiselerin nasıl çarpı­tıldığına da şâhid olmaktayız. İslâm âlemi, yüzyıllardır hep teknolojiyi takip etmemekle, yolsuzluklarla, adaletsizliklerle, iş bilmez kişilerin idarî ma­kam­lara getirilmesiyle suçlan­mış ve eleştirilmiştir. Hâlbuki Batı’daki ülkelerde ne kadar problem çıkıyorsa, İslâm ülke­lerinde de aynı sayıda prob­­lem­ler çıkmaktadır. Çün­kü in­san olan her yerde hata­lar, yan­­lış­lıklar olması gayet do­ğal­­dır. İmtihanda olduğu­muz şu dünyada her zaman nef­si­ne yenik düşen insanlarla karşıla­şabiliriz. Bu noktalardan İslâm dünyasının Batı’dan geride kalmış görünümüne sebep olan birinci husus, tahribin kolay, tamirin zor olmasıdır. Batı çok kolay bir şekilde tahrip etmekte ve sömürmektedir. Osmanlı Devletinin beş asır adaletle idare ettiği birçok toprak par­ça­sını 40-50 sene gibi süre­lerde sömürerek, bütün kay­nak­larını tüketmişlerdir. Gü­nü­­müzde Avrupa ve Ame­ri­ka, zengin, gelişmiş ve me­de­nî gibi görünüyor ise, bu mimsiz medeniyetin2 arka­sında mil­yon­lar­ca insanın kan ve göz­ya­şı vardır. Bunun karşı­lı­ğın­­­da İslâm medeniyetini tem­­­­­sil eden devletler, hep ta­­mir­­le uğraşmışlardır. An­cak İs­lâm dünyasının çok güç­­lü ol­du­ğu dönemlerde Ba­tı’ nın tah­ripçiliğine karşı dur di­ye­bil­mişlerdir. Onun dı­şın­da İslâm dünyasının ta­miri, Batı’nın tah­­ri­bine denk gele­me­­miş ve dün­­ya, mevcut duru­mu­na gel­miş­tir. *** Ehl-i dalâletin en gaddarâne faaliyetleri ise, günümüzde Fi­listin’de yaşanmaktadır. Nüfû­su iki milyara yaklaşan İslâm dünyasının gözü önünde Ku­düs yavaş yavaş bir Yahudî şeh­rine dönüştürülmektedir. Bu dönüşüm gerçekleştirilirken de Filistinli Müslümanlar en ağır işkence ve zulümlere maruz bırakılmaktadırlar. Zamanında bin bir hileyle mülkiyetleri Müs­lümanların ellerinden alınan Fi­listin topraklarının, mevcut Müslümanların ellerinde kalan­ları da yine farklı desiselerle Yahudileştirilmektedir. Ku­düs’ te Müslümanlara gayrimenkul mirası bırakma yasağı getiri­lip, vefat eden Müslümanların gay­rimenkullerine Yahudiler el koy­­­maktadırlar. Gözaltına al­dık­­­ları Filistinlileri üç aya va­ran iş­ken­celi sorgulardan geçir­mek­tedirler. En son 22 İsrailli asker tarafından gözaltına alınan 16 yaşındaki Filistinli Muhammed Fevzi El-Junidi ise, Kudüs’ün kurtarılması için başlatılan 3. İntifada’nın sembolü oldu. Göz­altına alınırken çekilen fotoğ­raf karesi, bir yandan bir çocu­ğa yapılan Yahudi zulmünün isbatı olurken, bir yandan da Yahudilerin ellerindeki modern silahlara rağmen Filistinliler­den ne kadar korktuklarının bir göstergesi olmaktadır. Zamanında ehl-i küfrün fitne­leriyle tembelleşen, ekonomik açıdan zayıflayan, ilimsiz bıra­kı­lan ve İslâmiyet’ten uzaklaş­tırılan geniş Müslüman kitle­lerin, İslâm dünyasının uğradı­ğı yenilgide payları varsa da, asıl sebep yine Batı’nın yalan dolu siyasetidir. Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve Cemal Paşa gibi ma­kam - mevki sevdalılarının cep­lerine para, arkalarına kol­tuk ve etraflarına gayr-ı meş­ru zevkler doldurularak kandırıl­mışlardır. İslâm dünyasının ge­ri­le­mesinde onlar gibilerin payı büyüktür. Bütün bu yenilgilerden ve ya­nılgılardan ders çıkararak, uzun yıllardır geri çekilen İslâm dün­­ya­sının artık ilerlemek ve ehl-i küfrün tahribini tamir vak­ti gelmiştir. Bu ilerleme de an­cak ittihâd-ı İslâm ile müm­kün­­dür. Çünkü tamir zor­dur ve tek başına bir mille­tin ya da bir devletin yapa­cağı iş de­ğil­­dir. Aslanların ittihâ­dın­da kar­şı­larında duracak güç ola­ma­ya­cağı gibi, İslâm dün­ya­­sı­nın it­ti­hâdında da karşı­sında du­racak zalim buluna­ma­yacak­tır. Kaynaklar: 1- Sirâcünnûr, s. 1222- Editörün notu: Osmanlıca yazılışı ile “mim” harfi gittiğinde “deniyet” kelimesi kalır ki, bu da “alçaklık” anlamına gelir.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiKudüs Kırmızı Çizgimizdir
Tarih

Mescid-i Aksa ve çevresi olan Kudüs için kırmızı çizgiler, Allah ve Resulü tarafından çizilmiştir. Bu çizgiler, Müslümanların zaman içerisinde kendilerinin çizdiği, kendilerinin atfettikleri, zaman içerisinde oluşmuş, oluşturulmuş değildir. Dolayısıyla hiçbir Müslüman bu çizgiler üzerinde değişiklik yapma yetkisine, imtiyazına da sahip değildir. Her bir Müslüman’a düşen, buna titizlikle riayet etmesi ve bir hassasiyet göstermesidir. Nitekim İslam tarihi boyunca da öyle olmuştur.    Mescid-i Aksa, Kudüs, Gazze veya Filistin, çoğaltılacak isim­ler etrafında cereyan eden ha­diseler veya her birine özel ola­rak atfedilen problemler bir­birinden bağımsız değildir. So­runa Filistin sorunu da denilse aslında özünde Mescid-i Aksa sorunudur. Kudüs sorunu da denilse aslında Mescid-i Ak­sa sorunudur. Gazze’deki sorun­dan da bahsedilse problemin mahiyeti aynıdır. Sorun Mes­cid-i Aksa olarak da adlandı­rıl­sa, bu defa Filistin’in bütünün­den bağımsız değildir. Gazze’ye atılan fosfor bomba­ları da Kudüs için, Ramal­lah’da Filistinli gençlere sıkı­lan kurşunlar da Kudüs için, El- Halil’de çocukların taş at­ma­sı da Kudüs için... Kudüs’ün Kudsiyeti Kudüs ve Mescid-i Aksa; tüm İslam Dünyası için mukaddes topraklardır. Burada iki hususa dikkat çekmek gerekmektedir. Öncelikle, “İslam Dünyası” ifa­desi telaffuz edildiğinde, her bir birey fert fert bu kavramın kapsamına dâhildir. Bireylerin kendilerini soyutlayarak, soyut bir kavrama, problemi havale etmeleri anlamına gelmemekte veya sadece dünya liderlerine problemi tevdi etmeleri gerek­memektedir. İkinci husus, “Mukaddesiyeti­dir.” İslam dünyasında Müslü­manların saygı duyduğu, mu­hab­bet beslediği muhtelif bel­­de­ler, mekânlar mevcuttur. Bun­ların bir kısmı zaman içeri­sin­de tezahür etmiştir. Ancak Ku­düs’ün kutsallığı doğrudan İla­hi irade tarafından irade edilen ve bildirilen bir kut­sal­lıktır. İsra Suresi birinci ayette, “Ken­disine ayetlerimizden bir kıs­mını gösterelim diye, kulunu (Muhammed’i) bir gece Mes­cid-i Harâm’dan, etrafını mü­barek kıldığımız Mescid-i Ak­sâ’ya (İsrâ -gece yürüyüşü- ile) götüren (Allah, her türlü nok­sanlıktan) münezzehtir. Şüb­he­siz ki Semî' (her şeyi işiten), Ba­sîr (hakkıyla gören), ancak O’dur” denilmektedir. Bu Ayet-i Kerime’de mübarek kılındığı, bir kutsiyet atfedil­di­ği açıkça belirtilmektedir. İkinci bir husus daha dikkat çekmektedir. Mübarek kılınan yer sadece Mescid- Aksa değil­dir. Ayet-i Kerime’de etrafın­dan da bahsedilmektedir. Hem Mescid-i Aksa hem de çevresi mübarek kılınmıştır. Peygamber Efendimizin (sav) Hadis-i Şeriflerine de mazhar olmuştur Mescid-i Aksa. “Yol­culuk ancak şu üç mescidden birine olur, benim şu Mesci­dime, Mescid-i Haram’a, Mes­cid-i Aksa’ya” (Müslim, Kita­bü’l-Hac) Başka bir Hadis-i Şerifinde, Mes­cid-i Aksa’ya gidilip namaz kı­lın­masını buyurmuştur. “Eğer oraya gidemez ve içinde na­maz kılamazsanız, kandil­le­ri­ne yakılmak üzere oraya zey­tin­yağı gönderin.” (Ebu Davud, Kitabu’s -Salat) Yine bir başka Hadis-i Şeri­finde, “Ümmetimden bir grup sürekli hak üzere hareket edecek, düş­manlarına üstün gelecek­lerdir. Allah’ın emri gelinceye kadar (onların bu cihadları devam eder,) kendilerine muhalefet edenlerin muhalefetleri onlara bir zarar vermez.” “Onlar ne­re­dedir Ya Rasulallah?” diye sor­dular. O da “Beyt-i Makdis’te (Kudüs’te) ve çevresinde.” dedi. (Ahmed İbn Hanbel, Müsned) Bu Hadis-i Şerif’te de, sadece Mescid-i Aksa zikredilmemiş yine çevresiyle birlikte bir te­vec­cühe mazhar olmuştur. Peygamber Efendimizin (asm) bura­dan Mirac’a yükselmesi, ilk kıb­le olması, Peygamberler di­yarı olması ve daha çok ge­rek­çeler ile Filistin, Kudüs ve Mes­cid-i Aksa bütün Müs­lü­manlar için kutsaldır.1 Kudüs Kırmızı Çizgidir Bütün bu hususiyetler Kudüs’ü muhafaza edilmesi gereken bir mevkie taşımıştır. Mescid-i Ak­­sa ve çevresi olan Kudüs için kırmızı çizgiler, Allah ve Re­­su­­lü tarafından çizilmiş­tir. Bu çizgiler, Müslümanların za­­man içerisinde kendilerinin çiz­di­ği, kendilerinin atfettikleri, zaman içerisinde oluşmuş, oluş­tu­rulmuş değildir. Dolayısıyla hiçbir Müslüman bu çizgiler üzerinde değişiklik yapma yet­kisine, imtiyazına da sahip de­ğildir. Her bir Müslüman’a düşen, buna titizlikle riayet etmesi ve bir hassasiyet göster­mesidir. Nitekim İslam tarihi boyunca da öyle olmuştur. Kudüs; Selahaddin-i Eyyubi’ nin ve ordusunun kırmızı çiz­gisi olmuştur. Kudüs Haçlı­la­rın eline geçtiğinde Selahaddin, “Kudüs’ü fethedinceye kadar bir daha üzerimdeki kara giy­sileri çıkarmayacak ve hiç gül­meyeceğim!” diye yemin etmiş, nihayetinde siyah sarığıyla gir­miştir Kudüs’e. Kudüs, Osmanlı idaresine 1516’da girmiştir. 1917’ye ka­dar tam 401 yıl Osmanlılar tarafın­dan idare edilmiştir. Ku­düs tüm İslam dünyasına ait olmuş, tüm İslam Dünyası da Kudüs’le birlikte durmuştur. Kudüs Osmanlı’nın ve İslam Dünyasının, Sultan Abdülha­mit’in de kırmızı çizgisidir. Bu test edilmiştir. Theodor Herzl’in, “Eğer Sultan Hazret­leri bize Filistin’i verseydi, biz Osmanlı’nın bütün maliyesi­ni düzenleyebilirdik. Biz, As­ya’dan gelebilecek bütün bar­bar­­lı­ğa karşı bir ileri karakol ola­bi­lir­­dik”2 ifadelerini içeren tek­lif, Ab­dül­hamit’in kırmızı çiz­gi­sini geçememiştir. Teklifle, tehditle geçilmesine izin verilmeyen kırmızı çizgi, can ve kan pahasına korunma­ya çalışıldı: Gazze Savaşları 1917 Birinci Gazze Muharebe­si içerisindeki taarruzlardan yine birisi, 27 Mart 1917’de, İngilizler tekrar taarruza kal­ka­rak Ali Muntar tepesini zap­tettiler, Türk kuvvetleri öğleden önce tepeyi ve Gazze’yi tekrar geri aldılar. İngilizler 2700 asker kaybetti, Türk kuvvetleri 2500 askeri şehit verdi. 1917 Eylül’ü İkinci Gazze Muharebesinde İngilizler 6000 asker kaybetti. Türkler 391 şehit verdi. Üçün­cü Gazze Savaşı; İngilizler 7 piyade tümeni, 4 süvari atlı tümen, 1 zırhlı savaş gemisi, 2 topçeker, 2 torpido ile 2 Kasımda İngiliz Kara ve De­niz kuvvetleri tekrar taarruza geçtiler. Türkler 9 piyade tü­meni ve bir süvari tümenine sahipti, ancak İngilizler kadar tüfek ve kılıç kuvvetine sahip değildi. 7 Kasım’a kadar üçte bir mevcutlarını kaybederek mevzilerini müdafaa ettiler.3 Kır­mızı kanlar toprağa düştü, kan tükendi, can tükendi, kır­mızı çizgi… 40 gün süren muharebeler sü­recinde Osmanlı 25 bin kayıp verdi. 8 Aralık günü Osmanlı­lar şehirden çekildi. Osmanlı Mutasarrıfı, şehrin belediye baş­­kanına İngilizlere verilmek üzere bir mektup bıraktı. Şeh­ri teslim eden mutasarrıf, şe­hir­deki kutsal mekânların za­rar görmemesi gerekçesiyle şeh­ri teslim etmiştir. “İngiliz Ku­man­­danlığı’na! Her milletçe kutsal sayılan Kudüs’teki yer­le­şim yerlerine iki günden beri obüsler düşmektedir. Osmanlı Hükümeti sırf dinî mekânların zarar görmemesi için kasabadan çekilmiş ve Kamame, Mescid-i Aksa gibi dinî mekânların ko­runmasına memurlar görev­len­dirmiştir. Tarafınızdan dahi bu yolda muamele edileceği ümi­diyle bu belgeyi Belediye Reisi Vekili Hüseyinzâde Hüseyin Bey eliyle gönderiyorum efendim. Ku­­düs Müstakil Mutasarrıfı İz­zet 8/9.12.33.” Kudüs’ü İngilizler teslim aldı­lar. Hristiyanlar 730 yıl sonra Kudüs’e döndü. Avrupa’da bü­yük kutlamalar yapıldı. Gene­ral Allenby, 11 Aralık’ta törenle, kapısında Türk bayraklarının bulunduğu kapıdan Kudüs’e girdi.4 Aynı tarihlerde yine İngiltere’ nin rol oynadığı bir başka önemli gelişme daha yaşanı­yordu. İngiltere Dışişleri Ba­ka­nı Arthur James Balfour tara­fın­dan 2 Kasım 1917’de Rothschild’e yazılan ve tarihte Balfour Deklarasyonu olarak bilinen bir mektupla, Filistin Yahudilere bir vatan olarak vaad ediliyor ve buraya göç ede­bi­leceklerini belirtiyordu. Fi­listin’in, İngilizlerin idaresine geçmesine müteakiben hızla Ya­hudi göçü başlamıştır. Yahu­di göçünün artması yerli Arap­ları endişelendirmiş ve karşı­lıklı çatışmalara dönüşmüştür. 1920, 1921 ve 1929’da Arap ayaklanmaları olmuş, 1936-39 arası ayaklanmalar iyice art­mış­tır. 1918’de %2,5 olan Ya­hu­di toprakları 1948’de %6-7’lere çıkmıştır. 1922’de 83 bin Yahudi varken, 1942’de 484 bine ulaşmıştır.5 Bu göç ikinci dünya savaşından sonra daha da artmıştır. Bu süreçte İngilizlerin hem Araplar hem de Yahudilere karşı her iki tara­fı da idare etmeye çalıştıkları, ikili bir politika yürüttükleri söylenebilir.6 1947’de BM bir taksim pla­nı ile toprakların %56’sını Ya­hu­dilere verilmesi, Kudüs’te ulus­­lararası bir rejim kurul­ması ve BM gözetiminde yö­ne­til­mesi öngörülüyordu. İngil­te­re’nin 14 Mayıs 1948’de çekil­mesinden birkaç saat önce İs­rail devletinin kurulduğu ilan edildi. Önce ABD, daha sonra da Rusya İsrail devletini tanıdı. İsrail devletinin kurulmasının açıklanmasıyla birlikte Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan, Irak askerleri Filistin’e girdiler. An­cak savaştan en kazançlı çıkan İsrail oldu. Topraklarını %80’e çıkardı ve dahası Kudüs’ün yarısını elde etti. Kudüs İsrail ve Ürdün arasında paylaşıldı. Gazze Mısır’a kaldı.7 1964 yı­lında Arap Birliği Zirvesinde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Kuruldu. Bütün bu süreç içerisinde Araplar ile İsrail arasında yer yer çatışmalar devam etti. 1967 yılı 5 Haziran’ında İsrail aniden saldırıya geçti. Mısır’ın 360 uçağından 300’ünü daha yerdeyken vurdu, aynı şekilde Ürdün ve Suriye de ağır ka­yıp­lar verdiler. Savaş sonucu 1947’ye göre topraklarını İsrail 4 kat büyüttü. Dahası, İsrail Doğu Kudüs’ü de ele geçirdi.8 General Allenby şehre girdi­ğin­den ve Osmanlı askerleri­nin çekildiğinden itibaren prob­­lem, Yahudiler ve Araplar veya Arap–İsrail problemi­ne dö­nüş­müştü. Kudüs’ün İş­gal edil­mesiyle birlikte, Kudüs tek­rar mevzubahis edilmeye baş­landı. İsrail, Kudüs’te yeni yer­leşim yerleri açmaya başladı. Pakistan konuyu BM’ye taşıdı. BM, İsrail’i kınadı ve Kudüs konusundaki politikalarından vazgeçmesini talep etti. Bu sa­vaş Arapların direncinin kırıl­masında önemli bir rol oynadı. Ağır yenilgi alan Araplar, İs­rail ile külli şekilde uğraşma po­li­tikasından vazgeçip, kay­bet­tik­leri toprakları geri nasıl ala­bi­lecekleri zeminine kaydılar. Aynı yıllarda, Filistin, Kudüs ve Mescid-i Aksa etrafından şekillenen problemin yönünü değiştirecek bir başka gelişme daha ortaya çıktı. 1969 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) başına geçmiş ve Filis­tin direnişini örgütlemeye baş­­la­mış­tır. Hem gerilla saldı­rı­­la­rı düzenlemiş hem de ulus­­lar arası kamuoyunun önü­­ne çıkmıştır. “Artık bir mil­­yon Fi­lis­tinli işgal altında yaşı­­yor. Onlar İsyan edecekler. İs­yan­­cı ateş üzerinde oturuyor” “Onu­ru­muz­la savaşacağız. Arap ulu­su bizi izliyor. Bu yenilmez or­du mitine bir son vereceğiz”9 ifa­deleri ona aittir. 1968 yılında yapılan Filistin Ulusal Konseyi toplantısında yönetime gelen genç kuşak her türlü barış girişimine soğuk durmuş ve bildirgeye, “Silahlı mücadele Filistin’in kurtuluşu için tek yoldur” ifadesini ek­let­mişlerdir. “Filistin bir Arap vatanıdır” ifadesi de yerini, “Filistin, Filistinli Arap halkı­nın vatanıdır.” cümlesine bı­rak­­­mış­tır. Filistin, Kudüs ve Mes­­cid-i Aksa artık Arap-İsrail so­­ru­nundan Filistin-İsrail soru­nu­­na değişmeye başlamış­tır. 21 Ağustos 1969 tarihinde, İs­rail’in işgali altında bulu­nan Kudüs’teki, El-Aksa Mescidi’ nin yakılması üzerine, 22–25 Eylül 1969 tarihlerinde Ra­bat’ ta ilk kez İslam Zirve Konfe­­ran­sı düzenlenmiş, alınan bir ka­rarla İslam Konferansı Örgütü kurulmuştur. Bu bir tepki olmakla birlikte, bir reflekstir. Planlanmayan, aniden yaşanan hadiseye apar topar verilen bir tepki. Aslında bu tepki bile, İslam dünyasının, aniden harekete geçebilme potansiyeli olduğunu göstermektedir. Burada şu hususu belirtmek gerekir. İsrail hep planlı şekil­de hareket etmiştir. Theodor Herzl tarafından yazılan Yahudi Devleti kitabında, İsrail dev­leti kurulmadan önce 1897’de devletin nasıl kurulacağı ince ince planlanmıştır. Planladığı ve hedeflendiği gibi 51 yıl sonra devlet kurulmuştur. Aynı şe­kil­de 1967 yılındaki 6 Gün Sa­vaşlarına da İsrail’in ince ince hazırlandığı anlaşılmaktadır. Arafat önderliğinde yürütülen mücadele sonucunda, 15 Ka­sım 1988’de Filistin bağım­sız­­lık bildirgesini yayınlayarak bağımsızlık ilanında bulun­muş­tur. 9 Aralık 1987’de bir İsrail as­kerî aracının Gazze’de dört Fi­lis­tinlinin ölümüne sebep olan bir trafik kazasına karış­ması ve bu olayı protesto eden Filis­tinlilere İsrail askerleri ta­rafından ateş açılması sonu­cunda bir Filistinlinin daha şehit olması üzerine halk ayak­lan­mış ve Birinci İntifada baş­la­­mış­­tır, artık silahlara kar­şı ço­­cuk­ların, gençlerin taş­lar­la mü­ca­dele etme döne­mi baş­la­mış­tır. İntifada dönemin­de 1000’den fazla Filistinli şe­hid ol­muş­tur. 28 Eylül 2000’de eski İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un Mes­cid-i Aksa’yı basması ve “Bu­rası hep bir İsrail bölgesi ka­lacak” sözlerini kullanması ile Kudüs’te İkinci İntifada baş­ladı. İkinci İntifada’da 4 bin 412 Filistinli şehid oldu, 48 binden fazla kişi de yaralandı. Bu intifadanın sembolü 11 ya­şındaki Muhammed Durra ol­du. Muhammed Durra ve 48 binden fazla yaralının ve 4412 şehidin kırmızı çizgisidir Kudüs. Olabildiğince özetlemeye çalış­tığı­mız bu süreç, aslında bir dönüşümün de özetidir. İslam Dünyasının kırmızı çizgisi iken Arap Dünyasının kırmızı çizgisi haline dönüşmüş, Arap Dünyasının kırmızı çizgisi iken Filistin’in kırmızı çizgisine dö­nüşmüştür. Aslında taş atan çocukların kırmızı çizgisine dönüşmüştür. Türkiye Bu Sürecin Neresinde Türkiye, kurulacak Yahudi dev­­leti için BM’de yapılan oy­­la­­mada red oyu vermiştir. An­cak daha sonra tanıyan ilk Müslüman ülke olmuştur. 28 Mart 1949’da tanımanın ya­pıl­dığı gün Türkiye’de çı­kan gazetelerde “İsrail’in sulh un­su­ru olacağının ümit edildi­ği, her ne kadar Arapların dü­şün­cesi bu yönde olmasa da bu devletin memnunluk ile karşı­landığı, Ortada bir ha­kikatin olduğundan bahsedi­li­yordu.10 Mescid-i Aksa’nın yakılması üze­­rine 1969’da Rabat’ta dü­zen­­lenen İslam Zirvesine, Tür­kiye de davet edildi. Türkiye ka­muoyunda bu toplantıya ka­tıl­manın laiklik ilkesine aykırı olup olmayacağı tartışmaları baş­ladı. Cumhurbaşkanı başta ol­mak üzere birçok kesim bu kaygıyı dile getirdi. Türkiye, Dışişleri Ba­kanı düzeyinde ka­tıldı. Zirve esnasında Türkiye’ nin de içinde bulunduğu ül­kelerden İsrail ile olan iliş­ki­lerini kesmeleri talep edil­miş, Türkiye bu talebi ka­­bul etmemiştir. Kon­ferans so­nun­da yayınlanan bil­­diriye, Tür­­kiye’nin alınan ka­rarlara BM’ce uygun gö­rül­düğü ölçü­de katılacağı ifade edilmiş­tir. Bu toplantılara Baş­bakan düze­yinde katılınması 1980 yılını, Cum­hurbaşkanı dü­ze­yin­de ka­tıl­ınması ise 1984’ü bul­muştur. 1967 savaşında Araplara des­tek mesajını açıklayan Türkiye, 1973 Arap-İsrail Savaşında ta­raf­­sız kalmayı tercih etmiştir. FKÖ’yü 1975’de tanımıştır. Ge­­­nel olarak Türkiye-İsrail iliş­ki­­­leri inişli çıkışlı bir seyir izle­miş­­­tir. 90’lı yıllar, ilişkilerin iyi ol­­duğu yıllar olmuştur. Kudüs Türkiye’nin Kırmızı Çizgisidir Zaman içerisinde Arap Dün­ya­­sı­nın Kudüs’e, Filistin’e ve Mes­cid-i Aksa’ya ilgisi dü­şerken, Türkiye’nin ilgisi za­man içerisinde yavaş yavaş ar­tan bir seyir izlemiştir. Tanı­ma, tarafsızlık, Araplara düşük düzeyde diplomatik destek ve İsrail’i sert olarak hedef al­mayan söylem düzeyi terk edilmiştir. Bu terk devlet, hü­kü­met ve kamuoyunda eş za­manlı şekilde gelişmiş ve ge­­liş­­mektedir. Gelinen nok­ta­da Türkiye, İslam Dün­ya­­sı­­nın diğer ülkelerinden da­ha fazla Filistin’e sahip çık­­maya başlamıştır. 2006 yılın­­da Dışişleri Bakanı ve Baş­ba­kan Yardımcısı Ab­dul­­lah Gül, Fi­listin’in tapu­ları­nın Türkiye’de olduğunu belirtmiş, “Filistin ile Türki­ye ilgilenmeyecek de kim ilgi­le­ne­cek?” ifadesini kullan­mış­­tır. Gerek Mavi Marmara ve gerekse Davosta’ki ‘One Mi­nute’ olayları, Türkiye’nin ilgi­si­nin somut tezahürleri olmuş­tur. ABD’nin 6 Aralık 2017 tari­hinde Kudüs’ü İsrail’in başken­ti olarak tanıyan kararının ar­dından, Türkiye 13 Aralık 2017 tarihinde İstanbul’da İslam İş­­birliği Zirvesi’ni olağanüstü top­lanmaya çağırmış ve Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olduğu kararını aldırmıştır. Bu, uzun yıllar sonra kınama me­sajlarından sonra, belki de alı­nan en somut karardır. Türkiye artık konunun tara­fı olduğunu, kendisinin kır­mı­zı çiz­gisi olduğunu net ola­rak ifa­de etmektedir.  İs­rail’e kar­şı söylemlerini de sertleş­tir­­mek­tedir. Türkiye’nin bu tu­tu­mu, İsrail karşısında ard ar­da yenilgiler yaşamış olan Arap Dünyasına da yeniden bir öz­güven kazandıracaktır. Tür­ki­ye bu anlamda sahaya yeni inmiş, oyuna yeni dahil olmuş­tur. Tür­­kiye’nin tepki ve reaksi­yo­nu­nun oluşturacağı etki Arap Dünyasının reaksiyon ve tep­ki­sinden daha farklı ve fazla bir etkisellik düzeyi oluştura­caktır. Türkiye, sorunun tekrar İslam Dünyası tarafından sahiple­nil­mesi, hadisenin “Filistin-İs­rail” so­runundan çıkarılarak “İslam Dün­yası-İsrail” eksenine kaydı­rıl­­ma­sı, sorunun “Mescid-i Ak­sa ve Kudüs” sorunu ola­rak ta­nımlanması için önemli gi­ri­şim­ler ve söylemler üret­mek­tedir. Kaynaklar: 1-  Bu konuda daha detaylı bilgi için bakınız. Ahmed VAROL, Filistin Davasının İslami Temelleri, Madve Yayınları, Eylül 19962-  Theodor Herzl, Yahudi Devleti, Ataç Yayınları, s. 423-  Mirliva Sedat, Filistin’e Veda, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2009, s. 56-62, 1594- İsmet ÜZEN, İngilizlerin Ku­du­sü ele geçirmesi ve General Ed­mund Allenby’nin Kudüs’e Törenle Girişi (9-11 Aralık 2017), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, c. 19, Sayı: 2, s. 329-3445-  Tayyar Arı, Ortadoğu, Alfa Yayınları, s. 200-2106-  Kadir Mısıroğlu, Filistin Dra­mının Düşündürdükleri, Sebil Yayınları7-  Tayyar Arı, s. 2338-  Tayyar Arı, s. 3199-  Ammon Kapeliouk, Yenilmez Arafat, İmge yayınları, 105,11210-  Dani Danış BARAN, Türkiye İsrail İlişkileri, İç Politik Etkilerin Dış Politikaya Yansımaları, Yayın­lanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bey­kent Üniversitesi

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Ocak
Konu resmiKalb Nedir?
İnsan

Kalb sözlükte, iki akciğer ara­sında ve biraz solda bulunan, emme basma bir tulumba du­ru­munda, vücuttaki kanı ak­ci­ğerlere ve akciğerlerden dön­dük­­ten sonra tekrar vücuda sevk ede­­rek kan dolaşımını sağla­­yan or­gan, yürek şeklinde ifa­­de edil­­miştir. Ayrıca iman, sev­­gi ve nefretin, iyi ve kötü bütün duy­­gu­ların, anlayış, duyuş, seziş yete­nek­lerinin kaynağı ol­du­ğu kabul edilen, insanın manevi varlığının merkezi, gönül olarak tarif edilmiştir. Mecaz anlam olarak da bir şeyin tam ortası, merkezi diye belir­til­miştir. İslam kültüründe kalbe çok ge­niş yer verilmiştir. Allah sevgi­sinin muhafaza edileceği yer olan kalbin sevgi, muhabbet, kin ve nefretin hissedildiği; ru­hun ulvî bir özelliği olduğu ka­bul edilmiştir. Hadis-i şerifte bu­yu­rul­muştur ki: “İnsan vü­cu­dunda bir et parçası vardır ki; o dü­zelirse bütün vücut düzelir, o bozuk olursa bütün vücut if­sâd olur. İyi bilin ki, işte o et par­çası kalptir.”1 Marifet yani Allah’ı bilmek ve tanımak kalbin işidir.2 Haset, gazap ve nefret gibi kötü duy­gular kalpte bulunduğu gibi; iman, Allah korkusu, hilm ve takva da kalbe ait fiillerdir.3 Kur’an’da ve hadislerde kalbin mahiyeti ve tarifi üzerinde de­ğil; işlevleri ve nitelikleri üze­rin­de durulmuştur. Kur’an ve hadiste geçen kalb kelimesi in­­sa­nın anlama, kavrama, dü­şün­­me ve eşyanın hakikatini bil­me yönünü, başka bir ifa­dey­le insanı insan yapan ve di­ğer canlılardan ayıran temel ni­teliğini dile getirir. Kalb insanın idrak eden, bilen ve kavrayan bir tarafı olduğu için, İlâhî hitaba muhataptır, yü­­kümlü ve sorumludur. Dinî ve insanî hayatın merkezinin kalb olduğu, aşağıdaki ayetler­den de anlaşılacağı üzere Kur’ an ve hadislerde açıkça ifa­de edilmiştir. “Onların kalpleri vardır, (ancak kendi küfürleri sebebiyle artık) onlarla (hakkı zevk edip) anla­mazlar.”4 “(İnkâr edenler) yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, kendileri için onlarla akıl erdirecekleri kalp­ler ve onlarla işitecekleri ku­laklar olsun! Ama şu gerçek ki, gözler kör olmaz, fakat gö­ğüslerdeki kalpler (basiretler) kör olur.”5 “Şüphesiz ki bunda, kalbi olan veya (fikren) hazır bulunup ku­lak veren kimseler için ger­çek­ten bir ibret vardır.”6 mea­lin­deki ayetler kalbin idrak, ilim, marifet ve düşünme aracı ol­du­ğunu ortaya koymaktadır. İşte bu nedenledir ki kalp, göz ve kulak gibi mesuldür.7 Kalbin Önemi Kalbin İslam’daki büyük önemi iman ve inkâr mahalli olmasın­dandır. Bütün İslam âlimleri imanın aslî şartının kalbin tas­diki olduğu hususunda ittifak etmiştir.8 İman gibi inkâr ve red de kal­bin bir fiilidir. İslâm’da vahyin mahalli de kalptir. Cebrâil (as) Kur’ân’ı Hz. Peygamber’in kal­bine indirmiştir.9 Resul-i Ekrem (asm)’ın gördüğü rüyalar ve aldığı ilhamlar kalp­le ilgilidir. Sûfîlerin büyük değer ver­dikleri keşif ve marifetin kay­nağı da kalptir. Kalb - iman ilişkisini Üstad Be­diüz­zaman Hazretleri şu şekil­de anlatır: “Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni’i arayan ve isteyen ve Sâni’in vücudunu delâil ile ilan eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat mal­zemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldı­ğı­nı hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emel­lerinin tenmiyesi (nemalanması, çoğalması) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir.”10 Bediüzzaman Hazretlerine göre kalbin tarifi ve bir kısım özellik­leri şunlardır: Kalpten maksad; çam koza­lağına benzer bir et parçası de­ğildir. Ancak İlâhî hakikatleri zevk eden bir duygu, Rabbanî bir latifedir. Kalb, hissiyatın mazharı olan vicdan ile fikirlerin makes bul­­duğu dimağdan oluşur. Rabbanî bir duygu hükmün­deki manevî kalbin insanın ru­huna, maneviyatına yaptığı hiz­met, maddî kalbin bedene yap­tığı hizmet gibidir. Evet, nasıl bedenin her yerine hayat suyu olan kanı neşreden o maddî kalb bir makine-i hayattır ve maddî hayat onun işlemesiyle kâimdir, sekteye uğradığı za­man cesed de sükûta uğrar. Öy­le de o manevî kalb dahi emel­ler, ahval ve maneviyatın hey’et-i mecmuasını hakiki bir nur-u hayat ile canlandırır, ışık­lan­dırır; o iman nurunun sön­mesiyle mahiyeti, hareketsiz bir ölü gibi bir heykelden ibaret kalır.11 İnsan, kâinat ağacının hem çekirdeği hem de meyvesi hük­mündedir. İnsaniyetin en mü­kem­mel meyvesi ise Hâtemü’l-Enbiya (asm)’dır. Aynı zaman­da İslamiyet’in çekirdeğidir. Fa­­kat o çekirdeğin çekirdeği ise kalptir. kalpin muhtaç oldu­ğu şeyler açısından âlemin bü­tün envaıyla, eczasıyla pek çok alakaları vardır. Esmâ-yı Hüsnâ’nın bütün nurlarına ih­ti­yacı vardır. Dünyayı doldu­racak kadar o kalbin hem emel­leri hem de düşmanları var­dır. Ancak Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakiki ile mutmain olabilir. Kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi tem­sil eder. Ve merkezinde Vahid-i Ehad’den başka bir şeyi kabul etmez. Ebedî ve sermedî bir bekadan başka bir şeye razı olmaz. İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlâs altında İslâ­miyet suyuyla sulanıp imanla intibaha gelirse, nuranî ve mi­salî âlem-i emirden gelen bir emir ile öyle nuranî bir ağaç olarak yeşillenir ki, onun cis­manî âlemine ruh olur. Eğer o kalp çekirdeği böyle bir terbi­ye görmezse, kuru bir çekirdek olarak kalır. Nura inkılâp edin­ceye kadar ateş ile yanması lâ­zımdır. Kalbin hizmetinde öyle his­ler, latifeler vardır ki, o hadim­ler kalbin hayatıyla hayat bu­lur. İnbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve sey­rangâh olur. Hatta kalbin hiz­metçilerinden bulunan hayal, en zayıf ve en ehemmiyetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıt altında olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılan bir âde­min başını Hacerü’l-Esved’in altına koydurur. Ve yaptığı şe­ha­det­lerini muhafaza için Hace­rü’l-Esved’e emanet ettirir.12 İnsan Sadece Kalpten mi İbarettir? İnsan sadece kalpten ibaret de­ğildir. İnsanın akıl, ruh, sır ve nefis gibi pek çok vazi­feli latifeleri, duyguları ve husu­si­yet­leri vardır. Şayet insan yal­nızca kalpten ibaret olsaydı, mâ­sivayı -Allah’tan gayrı her şeyi- terk etmesi gerekirdi. Hat­ta Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını dahi bırakıp sadece ve sadece O’nun zatına kalbi bağlamak lazım gelirdi. Kâmil insan odur ki, bütün hislerini, duygularını, latifeleri­ni kendilerine mahsus ayrı ayrı bir ubudiyette kullansın. On­ları hakka ve hakikate sevk et­­sin. Sahabelerin örnek hayatla­rında olduğu gibi geniş bir daire­de; adeta kalb bir kuman­dan gibi kendine bağlı askerler hükmündeki duygularla kahra­manca maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek iftihar sebebi değil, bel­ki çaresizlik neticesidir.13 Allah Kalplerde Olanı Bilir Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’da yüce Mevlâ’mız şöyle buyurmaktadır: “Şüphe yok ki Allah, sinelerin içinde olanı hakkıyla bilendir.”14 “(Hiç) yaratan bilmez mi? Çün­kü O, Latîf (kalplerdeki bütün incelikleri bilen)dir, Habîr (on­lardan haberdâr olan)dır.”15 Bu konuyla alakalı Bediüzza­man Hazretleri de kısaca şunları söyler: “Zemini (dünyayı) döndürüp, ge­ce ve gündüz sahifelerini yapan ve çeviren ve yevmiye ha­di­satıyla yazan ve değiştiren aynı Zât, aynı anda, en gizli ve cüz’i olan kalplerin hâtırâtlarını (içlerinden geçeni) dahi bilir ve iradesiyle idare eder.”16 Kalbin Mutmain Olması Rabb-i Rahîmimiz Kur’an-ı Ke­riminde kalplerin mutmain olmasını şu ayet-i kerimelerle bize bildirmektedir: “O, imanlarına iman katsınlar diye müminlerin kalplerine se­kî­net (huzur ve itmi’nân) indirendir.”17 “Onlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikri ile mutmain olan kimselerdir. Bilesiniz ki, kalp­ler ancak Allah’ın zikri ile mut­main olur.”18 Bu dünyada hadsiz elemlerle müteellim bir insanın yegâne kurtuluşunun bir olan Allah’a iman etmekle mümkün olabi­le­ceğini ilan eden Üstad Bediüz­zaman, Yüce Yaratıcıyı tanımak ve O’nun zikriyle meşgul olmak hususunda şunları beyan eder: “Bütün ervah ve kulûbun dala­letten neşet eden ızdırâbât ve keşmâkeş ve ızdırâbâttan neşet eden manevî elemlerden kurtul­maları, bir tek Hâlık’ı tanımak ile olur. Bütün mevcudâtı, bir tek Sâni’e vermek ile necat buluyorlar, bir tek Allah’ın zik­riyle mutmain olurlar. Çünkü hadsiz mevcudat bir tek Zat’a verilmezse, (…) o zaman her bir tek şeyi, hadsiz esbaba isnâd etmek lazım gelir ki, o halde bir tek şeyin vücudu, umum mevcudat kadar müşkil olur. Çünkü Allah’a verse, hadsiz eşyayı bir Zat’a verir. O’na vermezse, her bir şeyi hadsiz esbaba vermek lazım gelir. İşte mahiyet-i insâniyedeki me­rak ve taleb-i hakikat cihetin­den gelen nihayetsiz ızdırab­dan kurtaracak, yalnız tevhid-i Hâlık ve marifet-i İlâhiyedir (yaratıcının bir olduğunu kabul edip O’nu tanımaktır).”19 Kalbin Âyine-i Samed Olması Ayine-i Samedâniye, hiçbir şe­ye muhtaç olmadığı halde, her şeyin kendisine muhtaç olduğu Allah’ı gösteren ayine demektir. İnsanın kalbi Allah’a inanmaya muhtaçtır, lakin Allahu Teâlâ o kalbin imanına muhtaç değil­dir. İşte kalp bunu anlamakla Samediyete bir ayna olur. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın antika bir sanatıdır ve kudretinin en nazik, en nazenin bir mucize­sidir. Allah, insanı bütün isim­lerinin cilvesine mazhar, na­kış­larına medar ve kâinata da küçük bir misal suretinde yarat­mıştır. Eğer iman nuru kalbe girse insandaki bütün manidar nakışlar o ışıkla okunur. Mümin kimse kendisi şuurlu bir şekilde bu nakışları, cilveleri okuduğu gibi Allah’a olan intisabıyla da başkalarına okutur. Yani, “Beni yaratan Allah’tır. Ben O’nun mas­­nuuyum, mahlûkuyum, rah­­­­­met ve keremine mazharım” gi­­­­­bi ma­nalarla insandaki ilahî sa­­­nat ortaya çıkar, görünür ha­le ge­lir. Demek, Sâni’ine in­­ti­­sap­­tan ibaret olan iman, insan­­da­ki bü­tün sanatları izhar eder, gös­te­rir. İnsanın kıymeti o sa­nat-ı Rab­baniye ve âyine-i Sa­meda­niye itibariyledir. O hal­de, şu ehemmiyetsiz olan in­san, bu itibarla bütün mahlû­ka­tın üs­tünde bir muhatab-ı İlâhî ve cennete lâyık bir misa­fir-i Rab­bânî olur.20 Üstad Bediüzzaman Hazretleri 17. Sözde, kalbe Farisî olarak tahattur ettiğini söylediği bir münâcatta şöyle der: Güzel değil batmakla gâib olan bir mahbub. Çünkü zevale mah­kûm, hakiki güzel olamaz; aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalp ile sevilmez ve sevilmemeli. Dünyayı ve içindeki mahlûkatı kendi hesabına değil, Allah he­sabına sevmek lazımdır. Öyley­se “Ne kadar güzel yapılmış” demeli, “Ne kadar güzeldir” dememeli. Ve kalbin bâtınına başka muhabbetlerin girmesi­ne meydan vermemeli. Çünkü bâtın-ı kalp, âyine-i Sameddir ve O’na mahsustur.21 Kalbin Paslanması Cenâb-ı Hak, Mutaffifin suresi 14. ayet-i kerimede şöyle buyur­maktadır: “Hayır! Bilakis kazanmakta ol­duk­ları şeyler (günahlar), kalp­leri­nin üzerine pas bağlamıştır.” Peygamber Aleyhissalatü Vesse­lam da bir hadis-i şeriflerin­de günah-kalb ilişkisini şu şekilde ifade etmektedir: “Günah işleyenin kalbinde si­­yah bir nokta hâsıl olur. Eğer töv­be ederse o leke silinir. Töv­be et­meyip tekrar günah işlerse o leke büyür ve kalbini kaplar, kalp kapkara olur.”22 Bediüzzaman Hazretleri ise gü­nahların dehşetini şu sözleriyle anlatır: “Günah kalbe işleyip, kalbi si­yah­landıra siyahlandıra, ta nur-u imanı kalpten çıkarıncaya ka­dar kalbi katılaştırıyor. Her bir gü­nah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfar ile ça­buk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük manevi bir yılan olarak ısırır. Meselâ, utan­dıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılâın­dan (haberdar olmasından) çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhâniyâtın vücudu ona çok ağır gelir. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu eder.”23 Kalbin Mühürlenmesi Rabbimiz bu hususta Bakara Suresi 7. ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Allah, onların kalplerine ve ku­laklarına (küfürlerindeki inat­ları yüzünden) mühür vurmuş­tur.” Resul-i Ekrem (asm) da kal­bin mühürlenmesiyle alakalı şu ma­­­ni­­dar tespitte bulunur:“Gü­­­na­­­ha devam edenin zaman­la kal­­bi mü­hür­le­nir o artık se­vap iş­le­ye­­mez olur.”24 Bediüzzaman Hazretleri ise kalbin yaratılış itibariyle saf ve temiz olduğunu ancak daha sonra kulun kendi tercihleri nedeniyle kalbini bozduğunu ve muzır haşerât yuvasına çe­virdiğini şöyle ifade eder: “Kalb ile vicdan, nur-u iman sayesinde hakâik-i İlâhîyenin tecellisine mazhar (İlâhî haki­katlerin göründüğü mahal) ol­makla, menba-ı kemâlât, ha­yat­dar ve ziyâdar oldukları hal­de, küfrün ihtiyar (tercih) edilmesiyle zulmetli, ıssız, haşe­rât-ı muzırra yuvasına inkılab ettikleri için mühürlenmiş, ki­lit­lenmiş ki; o korkunç yuva­daki akreplerden ve yılanlar­dan ictinâp edilmesine işaret edilmiştir.”25 Ayrıca mühür vurmak tabiri, kâfirlerin dalaletlerini tasvir eden temsilî bir üsluba işarettir. Şöyle ki: “Kalp gözü, sanki cevahire bir ha­zine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir bi­na­­dır. Vaktâ ki su-i ihti­yar­larıyla ifsa­da uğradı ve cevher­lere yapılan yerler, yılanlar ve akreplerle dol­­du; kapısı hat­medildi (mü­hür­­lendi) ki, o sâri (bulaşıcı) has­­ta­lıktan başkaları mutazarrır ol­ma­sın (zarar gör­mesin).”26 Kalp kapısının kilitlenmesine Cenab-ı Hak şu ayetiyle işaret etmiştir: “(Onlar) Kur’ân’ı hiç düşün­mü­yorlar mı? Yoksa kalpler(inin) üstünde kilitler mi var?”27 Son olarak Resulullah (sav)’in öğrettiği şu dua ile niyaz edi­yoruz ki: “Allah’ım! Senden işte (dinde) sebat etmeyi, doğruluğa da az­­met­­meyi istiyorum. Keza ni­­me­­ti­­ne şükretmeyi, sana gü­zel ibadette bulunmayı talep edi­yor, doğruyu konuşan bir dil, eğriliklerden uzak bir kalp di­li­yorum. Allah’ım, se­nin bil­­diğin her çeşit şerden sana sı­ğı­­nı­­yorum, bilmekte oldu­ğun bütün hayırları senden isti­yo­­­rum, bildiğin günahlarım­dan sa­na istiğfar ediyorum.”28 Âmin. Kaynaklar: 1- Buhârî, İmân, 39; Müslim, Mu­sâkât, 107; İbn Mâce, Fiten, 142- Buhârî, İmân, 133- Nesâî, Cihâd, 8; Müslim, İmân, 230; Tirmizi, Fiten, 264- A’raf, 7/1795- Hacc, 22/466- Kaf, 50/377- İsra, 17/36; Ahzab, 33/58- Fahreddin Râzi, el-Muhaşşal, s.1749- Bakara, 2/97; Şuarâ, 26/193-19410- İşârâtü’l İ’câz, s.7111- İşârâtü’l İ’câz, s.71-7212- Mesnevi-i Nuriye, s.111-11213- Sözler, 27.Söz, s.16914- Mâide, 5/715- Mülk, 67/1416- Şuâ’lar, 7. Şuâ’, s.14117- Fetih, 48/4;18- Ra’d, 13/2819- Mektubât-2, 33.Mektup, 11.Pencere, s.35420- Sözler, 23. Söz, s.103-10421- Sözler, 32.Söz, s.30922- El-Harâitî23- Lem’alar, 2.Lem’a, s.4-525- İşârâtü’l İ’câz, s.626- İşârâtü’l İ’câz, s.70-7127- Muhammed (asm), 47/2428- Kütüb-i Sitte, Hadis No: 1847

Ali CİRİT 01 Ocak
Konu resmiGünah
İnsan

 “Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size öğüt verir.” Günah Nedir? Cenab-ı Hakk’ın yasakladığı, ya­pılmasından razı olmadığı, ha­ram olan fiillerdir. Kur’ân-ı Ke­rim’de bu mana için zenb, hatie, zulm, dalal, fahşa, ism, fısk, fücur gibi kelimeler kul­lanılmıştır. Günaha yeltenme esnasında his­lerin akla, kalbe ve ruha ga­lip gelmesi oranında kişinin im­tihanı zorlaşmaktadır. Nefs ve heva his ve vehm bazen al­datıyor. Günahlar Nasıl Sınıflandırılır? Günahlar büyük günahlar (ke­bâir) ve küçük günahlar (sağair) olarak sınıflandırılırken, Be­di­üz­­zaman Hazretleri Barla La­hi­­kasında; “Kebair çoktur, ek­be­rü’l-kebair ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar ye­di­dir” diyerek onları şöyle sıralar: Katl, zina, şarap, ukuk-u vali­deyn, kumar, yalancı şehadet­lik, dine zarar verecek bid’alara taraflar olmak. Bu günahlar, günahların en bü­yüklerindendir. Şirk zaten kü­für olduğu için burada ona yer verilmemiştir. Günahların Ferd ve  Topluma Zararları Günahların dine, insan sağ­lı­ğına, toplum hayatına çok cid­di zararları olmaktadır. Günü­müz hukuku incelendiğinde günahların, yasaklar olarak yer ettiğini görürüz. Tek tek in­ce­lenecek olursa; içki, insan sağ­lığına, iş gücüne, aile saa­de­tine çok menfi etkilerde bu­lunmaktadır. Zina ve kumar, bir­çok yuvanın yıkılmasına se­­­bep olmaktadır. Toplumun çe­­­kir­değini oluşturan ailede an­ne-babaya itaatin kalkması ve akraba ile irtibatın kopması, in­sanları yalnızlığa ve bencilli­ğe itmektedir. Haksız yere adam öldürmek, binlerce masumun geride zor durumlarda kalma­sına yol açmıştır. Bu günahlar, aynı zamanda diğer günahları ve suçları tetikleyici rol oyna­yarak, toplum hayatını zehir­lemektedir. Günahlara devam eden insan fıtrata ters hareket ettiğinden, tatmin de olamadığı için sü­rek­li memnuniyetsizlik için­de­dir. Bu hal yeni arayışlar ve yeni günahlar doğuracaktır. Top­lum­­ların sapkınlığının teme­lin­­de de bunlar vardır. Ahir Zaman ve Günahlar Zamanımız iletişim çağı ol­mak­la birlikte bütün dünyada boy gösteren imansızlık hastalığı, gü­nahları da katmerleyerek be­ra­berinde getirmiştir. Hem mo­dern dünyanın getirdiği yükler, hem iman zaafiyetinin ve iba­det eksikliğinin sebep olduğu boşluk, insanları maalesef daha da dibe batırmıştır. Günahtan Kaçınma Yolları İman “Hayatın lezzetini ve zevkini is­terseniz, hayatınızı imân ile ha­yatlandırınız ve feraizle zi­net­­lendiriniz ve günahlardan çe­kinmekle muhafaza ediniz.” İmanımızı kuvvetlendirdiğimiz oranda günahlara karşı güzel bir kalkan olacağını görü­rüz. Allah’ı tanıyan, seven bir mü­min, O’nun rızasını kaybet­mek­ten daha çok korkacaktır. İbadet Kalp, ruh ve aklın gıdası, suyu hükmünde olan ibadetler, insa­nı kulluk şuuruna ulaştıra­rak, günahlardan soğutacaktır. Günahların içindeki manevi elemler İslam ve ibadette bu dünya­da bile manevi bir cennet ol­du­ğu gibi, dalalet ve gü­nah­larda da manevi bir cehen­nem azabı vardır. Hayatı ya­şan­maz hale getiren bu günah­lar­daki çirkinlikler insan­lara gösterilebilse çoklar vazge­çe­cekler...  Risâle-i Nur, salih amel nok­tasında, iman tarafında, her­kesin başında her vakit bir mânevî yasakçıyı bulundur­maktadır. Bu dünyada iman içinde lezzeti gösterdiği gibi, günahlar içinde de sıkıntıları, elemleri göstermektedir. Gü­nah işleyen kişi cehennem hapsi­ni ve Allah’ın gazabını hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtulmaktadır. İman kalbde, kafada sürekli mânevî bir yasakçı bıraktığından, fena meyiller histen, nefisten çık­tıkça ‘Yasaktır!’ deyip kovmakta ve kaçırmaktadır. Her bir günahta küfre gidecek bir yol vardır Her bir günah, küçük bile gö­rünse, bizlere melekleri, ahire­ti ve neticede Cenab-ı Hakk’ı bile inkâra götürecek bir teh­li­kededir. Utandıracak bir gü­nahı başkasının görmesin­den rahatsız olan insan, meleklerin gördüğünü düşününce, “Keşke melekler olmasaydı” fikri onda hâkim gelmeye başlar. Sonra “Keşke bu yükümlülükler ol­ma­saydı”, hatta “Allah dahi ol­masaydı” gibi bir düşünce insanı sarar. Böyleler kendilerini bu halden kurtarmak için inkâra dair küçük bir emare bulsa, çok ciddi bir delil gibi sarılır. Bizler hem kendimiz bu hakikatleri yaşamalıyız, hem de insanımıza günahların bu azim neticesini göstermeliyiz ki bu hallerden kurtulalım. Helal dairesinde meşguliyet Helal dairesi keyfe kâfidir, ha­rama girmeye hiç lüzum yok­tur. Birçok kötü alışkanlık boş vakitlerde sıkılmakla doğar. Biz­ler helal dairesinde kendi­mizi hayırlı işlerle meşgul ettiğimiz nispette nefsin desiselerinden kurtulmaktayız. Nefsin kusurunu görmek, istiaze Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, is­tiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu gör­memek, o kusurdan daha bü­yük bir kusurdur. Ve kusu­ru­nu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Kişi kusurunu görse, o kusur kusurluktan çı­kar, aff edilmeye müstehak olur. Sabır kuvvetini doğru kullanmak Rabbimizin bizlere verdiği sa­bır imtihanlarımız için yete­cek miktardadır. Fakat biz, iba­detler, musibetlere taham­mül ve günahlara mukavemet için verilen sabrı, evham ve endi­şelerle israf edersek, manevi cihetten büyük zarara düşeriz. Takva ve salih amel zırhına bürünmek Kur’ân-ı Hakîm’in nazarında, iman­dan sonra en çok esas tu­tu­lan, takvâ ve salih amel­dir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Ufacık bir günahtan ka­çın­mak, bütün cin ve insan­ların ibadetleri toplamından daha iyidir.” Bu bağlamda her bir Müslümanın günah olan fiil­leri öğrenmesi ve kaçınması va­ciptir.Takva, yasaklardan ve günahlar­dan kaçınmaktır. Tahribata kar­­şı takva en büyük silahtır. Takva, böyle zamanlarda, bin­ler günahın tehacümünde bir tek ictinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmi­yetli nokta, niyetle, takvâ na­mıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i sâlihadır. Günahlardan korunmak için niyet etmek En başta günahlardan kaçmak için samimi bir niyet içinde olmamız lazımdır. Allah bizim her halimizi bizden daha iyi bilendir. İhlâs, sadakat ve tesanütle çalışmak Sosyal hayata giren kimse han­gi şeye temas etse, çoğunlukla günahlara bulaşmaktadır. Her yön­den gelen günahlar ser­best­çe insanı sarıyorlar. Bu kadar günahlara karşı insanın hususî ibadet ve takvası nasıl mukabele edebilir? Her biri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, kurtulur? Bu tehlikelere karşı, Risâle-i Nur’un hakikî ve sadık tale­belerinin aralarındaki esas düs­tur olan “iştirak-i a’mâl-i uh­reviye kanunuyla ve samimi ve halis tesanüd sırrı” önemlidir. Yapılacak iş şudur: Her bir halis nur talebesi, kardeşleri adedin­ce dillerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara, binler dille karşılık verir. Bazı meleklerin kırk bin dille zikrettikleri gibi halis, hakikî, muttaki bir nur talebesi dahi kırk bin kardeşinin dil­le­riyle ibadet eder. Kurtuluşa müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur. Risâle-i Nur daire­sinde sadakat, hizmet, takva ve büyük günahlardan çekinmek derecesiyle o ulvî ve küllî ubu­diyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvada, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir. Gıyaben dua etmek Günahlara bulaşan din kardeş­lerine gıyabında dua etmek, günahsız bir dille dua etmek manasına gelip, o insanlara ma­nen yardım etmiş olur. Sevap kefesine destek sağlar. “Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayıp ve zenbi azîm biçare insan! Kâinatın hiddetin­den, mahlûkatın nefretinden, mev­­­­­­­cu­­­­da­tın öfkesinden kur­tul­­­­mak istersen, işte kur­tul­­­­ma­nın çaresi: Kur’ân-ı Ha­­­­­kîm’in daire-i kudsiye­si­ne gir­­­mek­tir ve Kur’ân’ın mü­bel­liği olan Resul-i Ekrem Aley­his­sa­lâtü Vesselâm’ın sün­net-i se­niy­yesine ittibâdır. Gir ve tâbi ol.” Tevbe ve İstiğfar İstiğfar etmek, “Estağfirullah” de­mektir. Tevbe, haram işle­dik­­ten son­ra, pişman olup, Al­lah Teâ­lâ’dan korkmak, bir daha yap­­mamaya azmetmek, ka­­rar ver­­mek­tir. Hadis-i şerifte bu­yu­ruldu ki: “Tevbe, günahtan sonra o gü­nahı bir daha yapmamaktır.”  (İ. Ahmed) Günahtan hemen sonra tevbe etmek farzdır. Tevbeyi geciktir­mek de büyük günahtır. Bu­nun için de, ayrıca tevbe et­mek gerekir. Kur’an-ı Kerim’de mealen buyuruluyor ki: “Allah’a tevbe edin!” (Nur, 31) “Allah Teâlâ, tevbe edenleri se­ver.” (Bakara, 222) “Allah’a Tevbe-i Nasuh yapınız!” (Tahrim, 8) “Nefsim kudret elinde olan Zat’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve on­ları mağfiret ederdi.” (Müslim, Tevbe 9, (2748) “Hadiste, Allah hususunda al­da­­nanların vehmettikleri gi­bi, günah işlemekte berde­vam olan­­­lara teselli mevcut de­ğil­dir. Zi­ra Peygamberler Aleyhi­müs­se­lam, insanları günahlara ban­mak­­tan kurtarmak için gön­de­ril­­diler. Hadis, Allah Teâlâ Haz­ret­lerinin affını, günah­kârları tevbeye teşvik için onlara olan mağfiretini beyan etmektir. Allah Teâlâ, muhsin olanlara vermeyi sevdiği gibi, günahkâr olanları da affetmeyi sevmek­tedir. Buna, Allah’ın birçok is­mi delalet eder, “Gaffâr, Ha­lîm, Tevvâb, Afüvv” gibi. Ya­hud, kullarını tek bir hal üze­re yaratmamıştır, nitekim me­­lek­­­ler günah işlemekten uzak ola­­rak yaratıldığı halde, in­san­­lar farklı meyillerle yara­tıl­­mış­tır. Bir kısmı hevâya mey­yal­dir, onun gereklerini yapma du­rumundadır. Allah, bu fıt­ratta olanları hevaya uy­mak­tan kaçınmakla mükellef kılar ve ona yaklaşmayı yasaklar. Hevâ ile mübtela ettikten sonra tev­beyi öğretir. Eğer ibtilaya rağ­men hevaya uymazsa ecri Al­lah’a aittir. Eğer yolu şaşırırsa, önünde tevbe vardır.”

Ali GÜNTER 01 Ocak
Konu resmiNiyetin Mahiyeti
İnsan

Niyet, Arapça bir kelime olup anlamı; “Bir şeyi yapmayı önceden kurma, zihinde tasarlama, yapmayı aklına koyma, yapmaya karar vermedir”.1 Ayrıca: “Kalbin bir şeye karar vermesi ve o işin ne için yapıldığını düşünmeksizin bilmesi”dir.2 Çoğulu ise “niyyât” tır. Niyet öyle bir kavramdır ki eğer bir fiilin içinde bulunmazsa, on­dan beklenen neticelerin el­de edilmesine mani olacaktır. Me­sela bir kişi oruca niyet et­mek­sizin imsak vaktinden ak­şama kadar hiçbir şey yemese, sadece aç kalmış olur. Velev ki bu yememe içmeme hali nor­mal oruç vaktinden ziyade de olsa bir fayda vermeyecektir. Demek niyet, amellerin olmaz­sa olmazıdır. Buna işareten Pey­gamber Efendimiz (sav): “Al­la­hu Teâlâ sözü ancak amel ile kabul eder. Söz ve ameli de ancak niyet ile kabul eder” buyurmaktadır. Niyetin amele kattığı manayı fıkıhtaki bir ölçü ile söyle izah edebiliriz. Fıkıhta bir kaide var­dır: “Meşrut şartsız ol­maz, fakat şart meşrutsuz olur.” Meş­­rut ameldir, niyet ise şart hük­­mün­dedir. Yani amel, ni­yet olmadan makbul amel ol­­maz. Fakat ni­yet edilse de amel edilmese, Al­lahu Teâlâ Haz­­ret­­leri lütuf ve ihsanından o niyetin karşılığını amel etmiş gibi veriyor. Amel ise Mah­keme-i Kübra’da kulun akı­be­tinin belirlenmesinde en mü­him göstergelerden biridir. De­­mek niyet konusu büyük ehem­miyete haizdir. Evet, Bediüzzaman Hazretleri gibi asrımıza damgasını vuran bir zât dahi, kırk senelik hayatı ve otuz senelik tahsilinde dört ke­li­me ve dört kelam öğren­di­ğini belirtirken, bu dört ke­li­­me­nin sonuncusu olarak “ni­yet”i zikreder.3 Ve “Bu niyet me­­­se­­lesi, benim kırk senelik öm­­rü­mün bir mahsulüdür” der. Hadis külliyatları içinde adı ilk sırada anılan Sahih-i Buharî, “Muhakkak ki ameller niyet­lere göredir” hadisi ile başlar. Hadis âlimlerinin, kitaplarının ilk hadisini mahsus bir kasda binaen seçtiklerini düşünürsek, içlerinde en büyüğü olarak ka­bul edilen İmam-ı Buharî’nin Sahih’ini bu hadisle başlatması, elbette çok manidardır. Niye­tin ehemmiyetini bir nebze bu şekilde beyan ettikten sonra, ni­yetin bir takım hususiyetlerini dört başlık altında anlatmaya çalışacağız. Birinci Nokta: Niyet, Adetleri İbadete Çevirir Niyet öyle bir özelliğe sahiptir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acayip bir iksir ve bir mayadır. Nasıl ki az bir yo­ğurt mayası sütün tümünü be­lirli bir zaman sonra ken­di­si­ne dönüştürür. Öyle de niyet içi­ne girdiği amelleri ahiret nok­tasında faydalı ibadetlere dö­nüştürür. Ayrıca niyet, ölü olan hâletleri ihya eden ve canlı, hayatlı iba­detlere çeviren bir ruhtur.4 Evet, cansız bin tane ceset bir can­lı insana denk değilse, niyet ile ruhlanmamış haller de ölü be­­denlere benzer. Mesela, her gün sabah kalkmak ile gece yat­ma­nın arasında binlerce âdet halini alan yaşantılarımız var ki, yüzleri dünyaya dönüktür. Bunların ahirette bâki meyve­ler verebilmeleri, niyetin bu özel­li­ğine bakmaktadır. Yani her gün yapageldiğimiz aynı fiiller, “Sün­net-i Seniyyeye ittiba niyetiyle” ibadet hükmünü alabilir. Fakat şunu da unutmamak lazım ki o ruhun yani niyetin ruhu da ihlâstır. Çünkü necat ve halâs ancak ihlâstadır.5 Eğer kişinin niyeti Allah için ve ihlaslı olursa hadis-i kudsîde beyan edilen “İhlas benim sırlarımdan bir sır­dır, onu kullarımdan sev­dik­­­lerimin kalbine emanet ede­­­­rim. Ona melek ve muttali ol­­maz ki yazsın. Şeytan da mut­tali olamaz ki ifsat etsin.”6 İkinci Nokta: Niyet, Mahiyet-i Eşyayı Tağyir Eder Niyet, âdi bir hareketi ibadete çe­virdiği gibi, gösteriş için ya­pılan bir ibadeti de günaha kal­beder.7 Mesela kibir, kötü bir sıfattır. En büyük günahlardan biridir. Ama din düşmanlarına karşı iz­zet-i İslamiye’yi muhafaza et­mek niyetiyle olursa, o artık ki­bir değil izzet, dolayısıyla ha­senat olur. Yine inat, fena bir haslettir. Ama nefis ve şeytanın kötü istek ve emirlerine muha­lefet ve dininde, davasında, iba­dete devamda, günahtan kaç­makta kullanılsa sebat ismini alır ve ibadet halini alır. Böylece inat, Hak’ta sebata inkılab eder. Kibir ve inat için verilmiş olan misallerin müsbet ve menfi ma­nadaki kullanımlarının görün­tüleri birbirlerine benzeseler de, niyetin bu özelliğinden dolayı birisi güzel, diğeri çirkindir. İş­te niyet, aynı fiilden farklı neti­celerin tahsil edilmesine vesile olmuştur. Hüsn-ü niyet ile bir yere nazar etmek hadiseyi güzelleştir­di­ği gibi, sû-i niyet ile ona bak­mak çirkinleştirecektir. Sû-i niyet, ha­­­ki­­katin yüzünü değiştirir. Gü­­ze­li çir­kin gösterir. Bu ci­he­­ti Be­di­üz­zaman Hazretleri Se­ki­­zinci Sözde şöyle bir misal ile izah etmektedir: “Meselâ, bir adam, güzel bir bahçede, ahbap­larının orta­sında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyafet­teki keyfe ka­naat etmeyip, ken­dini pis içki­ler­le sarhoş edip, kendisini kış ortasında canavarlar için­de, aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya baş­­lar. Hâlbuki ha­kikat gü­­zel­­dir. Hakikatin hüs­nü­nü derk etmekle, haki­kat sa­hi­binin kemâline hürmet eder, rahmetine müstehak olur.”8 Bu adamın nefs-i em­mâ­resi kötü niyeti cihetiyle ona bir manevi cehennem azabını tat­tırmaktadır. Güzel niyet de onu büyük bir ihsana, saadete, parlak bir fazilete ve feyze maz­har eder. İşte fena olan niyet gü­zel olan eşyanın mahiyetini çirkinleştirebilmektedir. Resul-ı Ekrem (sav) Efendimiz, Hicret gibi rıza yolunda atı­lan en büyük adımlardan biri­sini niyet ile nasıl yüzünün değiştiğini şöyle ifade etmek­tedir: “Ameller niyetlere gö­redir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyle ise kimin hic­reti Allah’a ve Resulüne ise onun hicreti Allah ve Resu­lü­ne­dir. Kimin hicreti de elde ede­ceği bir dünyalığa ve­ya ni­kâh­lanacağı kadına ise onun hic­reti de o hicret ettiği şe­ye­dir.”9 İşte çölde ki yolculuk, müd­det ve meşakkati cihetiyle iki hicret de birbirine benzediği halde, neticesi ve sevabı faklıdır. Yani niyet mahiyet-i eşyayı tağ­yir etmiştir. Üçüncü Nokta: Niyet Seyyiatı Hasenata, Hasenatı Seyyiata Tahvil Eder Niyetin içinde öyle bir hasiyet vardır ki, bir ömür boyu iş­len­miş günahları halisane yapıl­mış bir niyet ile onları affet­tirebilir ve hatta o değerde de hasenata tahvil edebilir. Me­sela: Ömrünü kötü yolda har­ca­mış olan bir kadın, çölde ku­yu ba­şında susuz kalmış olan bir kö­peğe su içermesiyle o gü­­­nah­­larını affettirdiği gibi, o nis­­pet­te hasenat kazanmıştır. Di­­­ğer ta­raftan, namazında olan bir baş­ka kadın, kedisini aç bı­rak­­tığı ve işkence ettiğinden do­la­yı ha­senatını kaybetmiş, gü­­­nah­kârlardan sayılmıştır. Fakat yanlış anlaşılmasın, birin­ci misalden “Öyleyse günah iş­lemekte sınır tanımayalım, na­­sıl olsa bir gün küçük bir amel ile onları affettirebiliriz” anla­yı­şı çık­mamaktadır. Çünkü ecel giz­li­dir ve belki biz böyle bir ni­yete muvaffak olamadan hesa­bı­mız kapanabilir. Ayrıca, Al­lah ancak kendi rızası için olan amel­lerden razı olur. Eğer bir kul böyle bir hesap ve anlaşma ile hayatını geçirirse, onun ya­pa­cağı hiçbir fiilden Allah ra­zı ol­­mayacaktır. Tecrübe et­mek Rab­bimize ait­tir. Bizler ise O’na kar­şı tecrübe vaziyeti alama­yız.10 İkinci misalden de “Çok amel işlemeye gerek yok, nasıl olsa az bir itaatsizlik ile her şeyi kay­betmek mümkün” anlayışı da çıkmamaktadır. Çünkü Ce­nab-ı Hakk’ın rızası ihlas ile ka­zanılır. Ehemmiyet kemi­yet­­te değil keyfiyettedir.11 Dolayı­sıyla kul fazla ibadetine bakıp da hesabını kazanılmış görmemeli, belki her an “ayağım kayabilir ve rıza-yı İlahiyi kaybedebilirim” diye teyakkuzda olmalıdır. Evet, bu iki misalden alınması gereken ders, hafv ve reca kapı­larının her zaman, her kul için açık olduğudur. Yani her ne kadar insan günahkâr dahi olsa, Allah bir amel bir dua bir tövbe ile -adeta denizlerin köpükle­ri adedince seyyiatı hem affe­­de­­bilir hem de hasenata dönüş­tü­­re­bilir diye- ümit dersini ver­­­­­mek­tedir. Diğer taraftan da in­sa­na, “dikkat et her an aya­ğın kayabilir iyiliklerini kay­be­­de­­bilirsin” ihtarının kam­çı­sı ile kötü olan fiillerden uzaklaş­tır­maktadır. Niyetin bu özelliğini Kur’an-ı Kerim “Allah işte onların kö­tülüklerini iyiliklere çe­vi­rir.”12 şeklinde ifade etmek­te­dir. Bu aye­tin izahı sa­de­dinde Re­sul-ü Ek­rem (sav) şu misali ver­miştir: “Allah bir meleğe der ki: Git filan mümin kuluma şu, şu, şu günahlarını ikrar ettir. O melek gider, o mümine der ki: Filan tarihte, falan yerde şöyle şöyle bir günahı işledin mi? O mümin utanır, başını eğer ve: Evet işledim, der. Melek tekrar: Peki filan tarihte, fa­lan yerde şöyle şöyle bir gü­nahı işledin mi? O mümin iyice utanır, mahcubiyetle: Evet işledim, der. Melek tek­rar: Filan tarihte, falan yerde şöyle şöyle bir günahı işledin mi? Mümin artık bitkin ve ızdırablı vaziyette, günahlar adeta onu ezmiş bir halette, sesi zor duyulur bir halde: Evet işledim, der. Melek der ki: Rabbin işlediğin bu gü­nah­ları sevaba çevirdi, de­yin­ce o mümin birden diki­lir, can havliyle ve bağıra­rak: Benim şu günahım da var, bu günahım da var, diye gü­nahlarını saymaya başlar. Re­sul-ü Ekrem (asm) Efendi­miz gülmeye başlar. O gün Me­dine-i Münevvere’ de bay­ram havası eser.” Dördüncü Nokta: Niyet-i Sadıkanın İçinde “Küllî Kulluk” Vardır İnsan “küllî niyet” sayesinde dai­­mî zâkir, şâkir ve âbid ola­bi­lir. Küllî niyet, adeta bir ko­mu­­ta­nın kendi neferlerinin yap­mış olduğu bütün hiz­met­leri ve itaatlerini kendi namına padişahına takdim etmesidir. Veya yüksek himmetli bir za­tın kendi iktidarı dairesinde ol­mayan mal ve ihsanları san­ki kendi mülkü gibi Seyyi­di­ne sunmasıdır. Bunu Bediüz­zaman Hazretleri şöyle misâl­len­dirmektedir: “Bir adam, beş kuruş kıymetinde bir he­­diye ile padişahın huzu­ru­na girer. Ve görür ki, her bi­ri milyonlara değer hedi­ye­ler, makbul ve büyük adam­­­­lardan gelmiş, orada dizil­­­­miş. Onun kalbine gelir: “Be­nim hediyem hiçtir, ne ya­­pa­­­yım?” Sonra birden der: “Ey Sey­yidim! Ey Padişahım! Bü­tün şu kıymetli hediyeleri ken­­di namıma sana takdim edi­yorum. Çünkü sen onla­ra lâ­yıksın. Eğer benim ik­ti­da­rım olsaydı, bunların bir mis­lini sana hediye eder­dim.” Hiç ihtiyacı olmayan ve hal­­­­­kı­nın sadakat ve hür­met­­­­­­le­­rin­deki dereceye alâ­met ola­rak hediyelerini kabul eden o pa­di­şah, o biçarenin o bü­­­yük ve kül­lî niyetini ve ar­zu­­­­su­­nu, en büyük bir he­diye gi­­­bi kabul eder.”13 Aynen bu misaller gibi bütün varlıklara zâbitlik eden ve hay­vânat ve nebâtâta kuman­dan­­lık eden ve yaratılanlara halifelik etme istidadında olan ve kendi hususî âleminde kendini herke­se vekil telakki eden insan, bü­tün yaratılmışların ibadetlerini ve yardım taleplerini kendi na­mına Mâbûd-ı Zülcelâl’e tak­dim etme külli niyetiyle “kül­lî kul” olabilir. Sana Fatiha’nın için­de ki “ancak sana ibadet ede­riz ve ancak Senden yardım iste­riz”deki “biz” tabiri ile tes­bi­hatta ki “elfü elfi salatin ve elfü elfi selamin”deki adet çokluğu için söylenen tabirler bu sırra işaret etmektedir. Yine niyet-i sadıka ile insan elinde bulunmayan, belki ha­ya­tı boyunca elde etmesi müm­kün olmayan malı sarf etmiş, sevabını kazanma imkânı bu­lun­maktadır. Buna dair şu ha­dis-i şerif güzel bir misaldir: “Bir kul vardır. Allah ona ilim vermiştir, mal vermemiştir, ama iyi niyetlidir ve “Malım ol­­­saydı onu falan kişi gibi (ha­yır­da) harcardım” der. İş­te bu kimse niyetindekini yap­mış gibi sevaba nail olur, iki­si de eşit şekilde ücrete ko­nar.”14 Sonuç Evet, “niyet sandığının” içinde âdetleri ibadete çevirmek, aynı mahiyetteki eşyanın manasını tağyir etmek, seyyiatı hasenata tahvil etmek ve külli bir abd olmak gibi paha biçilmez ha­zineler vardır. Selef-i Salihin’in kendilerinde bir fiil niyet hali­ne gelmeden onu işlemedikleri­ni dü­şündüğümüzde, bu niyet mev­­­­zuunun ne denli ehemmi­yet­li olduğu aşikâr­dır. Niyet ol­­ma­­lı ki amel kıymetli ol­sun ve Al­lah’ın rızasına ulaştır­sın. İmam-ı Gazali’nin İhya-yı Ulu­mi’d-Din kitabından al­dı­ğı­mız bö­lümle sözlermi biti­reyim: “Yer­­yüzünde böyle bir niyet sa­­hi­bi (yukarıda izahı yapıldığı üzere) olan şöyle dursun, bu niyetin hakikatini anlayan bi­le az bulunur.” Rabbim bizleri, dar zihinleri­miz­le niyetin geniş manasını an­layıp hazinesinden hakkıyla istifade edenlerden eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Kubbealtı Lügati2- İslam İlmihali Mehmet Dikmen3- Mesnevi-i Nuriye, 584- Mesnevi-i Nuriye, 585- 17.Lem’a 13. Nota 3. Mesele6- Şerhu'l-Eşbâh7- Mesnevi-i Nuriye, 588- Sözler, 219- Buhari, Bedü’l-Vahy, 110- 17. Lem’a 13. Nota 1. Mesele11- 20. Lem’a 3. Sebeb12- Furkan Suresi, 7013- Sözler, 15114- Tirmizî, Zühd 17, (2326); İbnu Mâce, Zühd 21, (4228

Kudret UĞUR 01 Ocak
Konu resmiSon Sözümüzü Henüz Söylemedik
Tarih

Sesimizi değil sözümüzü yükselttiğimiz dö­nemlerden geçiyoruz. Güncel problemlerimi­ze karşı tarihin şahitliği üzerinden yüzyılın hesabını birden görüyoruz. Zira biliyoruz ki, “Tarih hiçbir zaman sadece geçmişe ait bir şey değildir. Bugünü anlamak ve yarını inşa et­mek için vardır.” Nasıl ki insan psikolojisinde düne ait prob­lem veya problemler bugününü etkilemekte ve sıkıntı vermektedir, o problemi çözmek için, o güne gitmek ve problemi yerinde çöz­mek gerekmektedir. Aynen onun gibi, milletlerin tarihinde yaşanan hadiseler de günümüzü et­kilemekte ve milli veya beynelmilel me­se­le­leri gündeme getirmektedir. Mesela Kudüs. Bugün Kudüs’ü konuşuyoruz. Çünkü Kudüs Ortadoğu’nun anahtarıdır. He­­saplar hep buranın üzerinden görüle gel­miş­­tir. Farklı din ve dünyevi bakış açılarından kay­naklı değerlendirmeler, günün hatta de­vam edegelen yüzyılın temel problemini oluş­tur­maktadır. Kur’an-ı Kerimde beyan edildiği üzere et­rafı mübarek kılınan Mescid-i Aksa ve Efen­dimizin (sav) buradan Miraca yolculuğu ve burayı ziyaret edilecek üç mekândan biri­si olarak göstermesi ve tabii ilk kıblemiz ol­ma gibi hususiyetlerinden bahisle, Müslü­man­ların üzerine titrediği yerlerden birisi ol­muş­tur Kudüs. Hz. Ömer (ra), Selahaddin Eyyubi, Yavuz Sul­­tan Selim Han, Abdülhamid Han-ı Sani ve sair idareci ve komutanlar, ayet-i kerime ve ha­dis-i şeriflerin işaretiyle burası için hayatla­rını ortaya koymaktan çekinmemişlerdir. Ve İslam’ın burada hüküm sürdüğü dönemlerde hep barış ve huzur hâkim olmuştur. Hususan bu son dönemde Siyonistlerin Ku­düs üzerinden yürüttükleri siyasetin faturası hem orada yaşayanlar için hem de bütün dünya için ağır olmuştur. Amerikan Başkanı Tramp’ın tarihin şehadetini reddederek or­taya attığı safsata ise, tarihe derinlikli olarak bakmamıza sebep olmuştur. Biliyoruz ki geç­­mişimiz, geleceğimizdir. İşte bundan ba­hisle Türkiye Cumhurbaşkanının ağzından dö­külen şu cümleler tarihe geçecek ve tarihi gösterecek çok önemli beyanlardır. “Milyarlarca Müslüman olarak da son sö­zü­müz henüz ağzımızdan çıkmadı. Her şe­yin bir zamanı olduğu gibi, bu büyük inkı­labın da bir zamanı vardır. Bir yandan ken­dimizi güçlendirmenin, büyütmenin, o güne hazırlanmanın mücadelesini verir­ken, aynı zamanda her türlü haksızlığa, zul­me, ah­laksızlığa karşı itirazlarımızı en yük­sek per­deden dile getirmekten de geri durmu­yoruz, durmayacağız. Çünkü elimizle dü­zel­temiyorsak dilimizle onunla da bir şey ya­pamıyorsak kalbimizle buğz etmenin gerek­tiğini biliyoruz. Kalple buğz etmekten, dille itiraz etme seviyesine çıktık. İnşallah en kı­sa sürede haksızlıkları elle düzelteceğimiz gün­leri de göreceğiz. Bunun ilk adımlarını at­ma­ya başladık.” Şimdi yepyeni bir dünya bizi bekliyor.

Metin UÇAR 01 Ocak
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Yavuz Sultan Selim Camii ve Külliyesi Kanûnî Sultan Süleyman tarafından babası Yavuz Sultan Selim adına yaptırılmıştır. Yavuz, vefat etmeden önce caminin inşasının başlamasını emretmiş fakat ömrü vefa etmemiştir. Kanûnî, cami ile birlikte iki tabhâne, Sultan Selim ve Hafsa Sultan türbesi, şehzadeler türbesi, mektep ve imaret inşa ettirmiştir. Yapımına Aralık 1522’de başlanmış, 1529’da bitirilmiştir. Tabhaneli cami örneğinin son temsilcilerinden biri olan bu camii, Edirne camileri örnek alınarak inşa edilmiştir. Cami büyük bir dış avlunun ortasında bulunur ve dış avludan 22 kubbenin dolandığı caminin revaklı iç avlusuna, üç farklı yönde giriş verilmiştir. Bu iç avlunun ortasında, sekiz mermer sütuna sahip sıra dışı bir görünümü olan cami şadırvanı bulunur. Cami kütlesi 24.5 m açıklığa sahip büyük bir kubbe ile örtülüdür. Kubbenin büyüklüğü ve zemine olan mesafesi dikkate alınacak olursa; kubbenin bu şekilde tasarlanarak ana mekâna egemen olmasının sağlanmaya çalışıldığı görülecektir. Cami hariminin sağ tarafında altı ayak üzerine oturtulmuş müezzin mahfili, sol kısımda ise; göze hitap eden bir görünüme sahip, sekiz sütun üzerinde yükselen sultan mahfili yer alır. “Artık sözümün sana faydası olmaz” Nakledilmiştir ki, Sehl Hazretleri bir müridinin yanında; “Basra’da velilik derecesine sahip bir ekmekçi var.” diye söz etmişti. Mürid kalkıp Basra’ya gitmiş, ekmekçiyi görmüştü. Ekmekçi, fırıncılarda adet olduğu üzere saçını sakalını ateşten korumak için yüzüne peçe bağlamıştı. Bunu gören müridin aklından; “Eğer bu zat velilik mertebesinde olsaydı ateşten bu kadar sakınmazdı.” diye bir düşünce geçti. Sonra selâm verip bir soru sordu. Ancak ekmekçi; “Başlangıçta beni küçümseyip hor gördüğünden sözümün sana faydası olmaz artık.” demişti. (Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, Sayfa 293) 18 Ocak 1896 X Işını Wilhelm Conrad Röntgen tarafından halka tanıtıldı X-ışınları 1895'te Wilhelm Conrad Röntgen tarafından Crookes tüpü ile yaptığı deneyler sonucunda keşfedilmiştir. Wilhelm Conrad Röntgen, 8 Kasım 1895 günü laboratuvarında yaptığı çalışmada gözlemlediği verileri, 28 Aralık günü Würzburg Tıbbi Fizik Derneğine "Yeni bir ışın tipi; Preliminer bildiri" başlıklı ilk yazısıyla bildirdi. Yaptığı sunumda ne olduğu bilinmeyen bu ışına "X ışını" adı verildi. Daha sonra bu ışınlara, buluşun sahibine ithafen "Röntgen ışınları" denilmeye başlandı. X ışınının keşfedilmesinden bir sene sonra, röntgen tekniğini bir Fransızca tıp dergisinden öğrenen Askerî Tıbbiyenin son sınıf öğrencisi Esad Feyzi Bey, X ışınlarını elde etmeyi başardı. Esad Feyzi Bey, 1897 Türk-Yunan savaşında yaralanarak cepheden getirilen askerin kolundaki kurşunun yerini X ışınları ile tespit etti. Böylece X ışınları, dünyada ilk kez insan sağlığına yardımcı olmak amacıyla Osmanlı Devletinde kullanılmış oldu. 7 Ocak 891 Endülüs Emevî Halifesi III. Abdurrahman doğdu Kurtuba’da dünyaya gelen III. Abdurrahman, dedesi Emîr Abdullah’ın vefatı üzerine 16 Ekim 912’de Endülüs Emevî tahtına çıktı. İlk olarak çıkan isyanları bastırdı. Ardından bağımsız hareket eden şehirleri merkeze bağladı ve Endülüs’de birliği sağladı. Avrupa’dan gelen Hristiyan saldırılarına da gereken karşılığı vermiş ve döneminde Endülüs, Batı Avrupa’nın en güçlü devleti olmuştur. 3. Abdurrahman’ın bir diğer özelliği, Fâtı­mî­ler’e karşı girişeceği mücadelelerde Sünnî Müslümanların desteğini sağlamak düşüncesiyle “Halife” unvanını kullanan ilk Endülüs hükümdarı olmasıdır. III. Abdurrahman devri yalnız siyasî ve askerî bakımdan değil, iktisadî, kültürel ve imar faaliyetleri bakımından da Endülüs Emevî Devleti’nin en parlak devridir. Onun yarım yüzyıl devam eden emirlik ve halifeliği süresince ülkenin her tarafında imar faaliyetleri dikkati çekmektedir. Zamanında Kurtuba batı Avrupa’nın en büyük başşehri idi. Bununla yetinmeyip 936 yılında Kurtuba yakınında, hanımının adına izâfeten Medînetü’z-zehrâ’yı kurdu ve Hilâfet merkezini oraya nakletti. Muhteşem sarayı, devlet daireleri ve bahçeleriyle şehir kısa sürede çok gelişti. Ayrıca 941 yılında yeni suyolları yaptırarak Kurtuba’ya su getirdi. Yünlü ve ipekli dokumalar, porselen, Abbas bin Firnâs tarafından ilk defa Endülüs’te imal edilen cam eşya, mücevherat, demir ve bakır eşya ile kâğıt başlıca ihraç mallarını teşkil ediyordu. Tarım, hayvancılık ve madencilik çok geliştiği için ithalât ihracatın yanında çok azdı. Bu sebeple halkın refah seviyesi yüksekti. Onun devrinde Endülüs, Avrupa ülkelerinin en gelişmişi idi. III. Abdurrahman 15 Ekim 961’de Kurtuba’da vefat etti.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiUbudiyet, Emr-i İlâhîye ve Rızâ-yı İlâhîye Bakar
Risale-i Nur

Ubudiyetin dâîsi, emr-i İlâhî ve neticesi, rızâ-yı İlâhîdir. Semerâtı ve fevâidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gāiye ol­ma­mak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait fâideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubûdiyete münâfî olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne geçer. Eğer o dün­yaya ait fâideler ve menfaatler, o ubûdiyete ve o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubudiyeti kısmen ibtâl eder. Belki, o hasiyetli virdi akim bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hasiyeti ve fâidesi bulunan Evrâd-ı Bahâiye’yi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü’l-Kebîr’i, o fâidelerin bazılarını maksûd-u biz­zât niyet ederek okuyorlar. O fâideleri görmüyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki o fâideler, o evrâdların illeti olamazlar. Ve onlardan, onlar kasden ve bizzât istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir sûrette, o hâlis virdlere, talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlâs bir derece bozulur. Belki ubûdiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki, böyle hâsiyetli evrâdı okumak için zayıf insanlar bir şevk ve bir müreccihe muhtaçtırlar. O fâideleri düşünüp, şevke gelip, o evrâdı sırf rızâ-yı İlâhî için ve ahiret için okusa zarar vermez. Hem de makbûldür. (17. Lem’a, 138)  

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiMutlu Mesud Olmak İster misiniz?
Risale-i Nur

Rabbimizin bizim için tayin ettiği nimetlere kanaat edip şükretmek o nimetleri ziyadeleştirir. Hırsla, aç gözlülükle gözü hep yukarılara dikmek, nankörlüğe sebebiyet verir. Zenginlik isteyen kanaat etmeli! Zira İnsana kanaat kadar büyük bir zenginlik verilmemiştir. Mutlu ve mesut olmak isteyen tevekkül etmeli! Zira insan için Allah’ın takdirine razı olmaktan daha büyük bir saadet yoktur. Âdemoğlu yaşlandıkça onda iki şey gençleşir; mal üzerine hırs, ömür üzerine hırs.1 Kişinin, mal ve şeref hırsından dolayı dini­ne verdiği zarar, iki aç kurdun bir koyun sürüsüne verdiği za­rardan daha büyüktür.2 Âdem­oğlu iki vadi dolusu mala sa­hip olsa, mutlaka bir üçüncü va­diyi ister. Âdemoğlunun iç boşluğunu ancak toprak dol­du­rur. Allah tövbe edenleri affeder.3 İslam ile yoğrulmuş, iman ile donanmış bir hayatı tehdit eden en dehşetli ve zararlı bir has­­talık, hırs hastalığıdır. Hırs, baş­kasının elindekine göz dik­mektir. Haddi aşmak, hak­­kın­­dan faz­lasını talep et­mek, ka­derine ra­zı olmamak, kıs­­­me­tine ka­naat etmemektir hırs. El­bette kıs­metiyle yetin­me­yen zelil olur. Kaderine ra­zı ol­ma­yan sefil olur. Hak ve ada­leti gö­zet­meyen, haddi aşan, kay­bet­meye mahkûm olur. Baş­ka­sı­nın elindekine göz di­­ken hem mahrum hem rezil olur. “Şübhesiz insan, çok hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır!”4 Rab­bimizin fıtratımıza yerleş­tir­diği şiddetli hissiyattan biri olan hırs, bir imtihan vesilesidir. Allah Teâlâ insana bu dehşetli ve şiddetli hırsı ahireti kazanmaya vesile olması için vermiştir. Ye­rinde, kararında ve ahirete ait işlerde kullanılan hırs (ki bu manasıyla azim olur) bir nimet iken, mal biriktirmek için, şan ve şöhret için dünyevi makam ve rütbe için kullanılan hırs ise başa bela, ruha bâr, kalbe katmerli musibettir. “Güçlü kimse zayıf yanını iyi bilen; daha güçlü kim­se ise zayıf yanına hükmede­bilendir.”5 Akıllı kimse, hırsın şiddetli ve dehşetli bir his ol­duğunu ve insanı hem bu dün­yada hem ahirette felakete gö­tü­receğini bilen kimsedir. Da­ha akıllı olan kimse ise hırsı nefisle mücadelede bir silaha dönüştürebilendir. Şeytanın hü­­cum­larına karşı bir kalkana çe­­vi­­re­­bilendir. İbadetlerden ge­­len usanca karşı bir azme ve gay­­rete inkılab ettirebilendir. Ma­dem hırs vardır ve fıtridir. O hal­de onun dizginini Rahman’a ver­meli ta ki;  hayrata çalışsın! Dur­madan, bıkmadan, usan­ma­­dan iyiliğe, güzelliğe koşsun! Hırs hastalığının tedavisi, te­vekkül ve kanaat ile olur. Hırs insanı nankörlüğe doyum­suz­lu­ğa ve harama çağırırken, tevek­kül ve kanaat ise Allah’ın rah­me­tine ve bereketine, bitmez ve tükenmez hazinesine davet eder. Kanaat ehli ile hırs ehlinin hali, öyle iki şahsa benzer ki; Bir savaş zamanında korunaklı, mükemmel bir sarayı bulunan cömert bir zat, huzuruna iki kişiyi kabul eder. O adamlardan birisi az ile yetinen ne verirse razı olan kanaat sahibi bir adamdır. Ötekisi ise ne verilse “Daha yok mu?” diyen açgözlü doyumsuz bir adamdır. Kanaat sahibi adam saraya gi­rer girmez kalbinden der ki; Allah bu zattan razı olsun beni dışardaki soğuktan ve kavga­dan kurtardı. Ben sarayın hemen şuracıktaki kıyısına yerleşsem benim için kâfidir. İkinci adam güya bir hakkı var­mış gibi ve herkes ona hürmet etmeye mecburmuş gibi kal­bin­den büyüklenerek “Bana en yukardaki mevkilerden oda­lar­dan bir yer vermeli” diye söy­­len­meye başlar. Ve bu hırs ile o yük­sek mevkilere gitmek ister. Fa­kat saray sahibi onu ge­ri dön­dürüp aşağı oturtur. Bu zat so­ğukta donmaktan ve ölüm­den kurtulduğu için sa­ray sahi­bine teşekkür etmesi la­zım gelir­ken bilakis o zatı ten­kit eder kızar. Saray sahibi de bu nan­­körün davranışlarını beğen­me­yip onu yanından uzak­laş­tırır. Kanaatkâr olan adam boyun bükerek içeri girer; en aşağıdaki bir yere oturmak benim içim yeterlidir der. Onun o kanaati, saray sahibinin o kadar hoşuna gider ki; daha yukarı mevkilere buyur eder. O kanaat sahibi adam da teşekkürlerini ve min­nettarlıklarını arttırır. Mem­nu­niyetini ifade eder. İşte şu dünya sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimizin bir sa­rayıdır. Yeryüzü onun mükellef bir sofrasıdır. Nimetler ve rı­zık­lar birer mevki, birer oda hük­mündedir.  Rabbimizin bizim için tayin ettiği nimetlere ka­naat edip şükretmek o nimetleri ziyadeleştirir. Hırsla, aç gözlü­lükle gözü hep yukarılara dik­mek, nankörlüğe sebebiyet verir. Zenginlik isteyen kanaat etme­li! Zira, insana kanaat kadar bü­yük bir zenginlik verilmemiştir. Mutlu ve mesut olmak isteyen tevekkül etmeli! Zira, insan için Allah’ın takdirine razı olmaktan daha büyük bir saadet yoktur. Kaynaklar: 1- İbn-i Mace, Zühd2- Tirmizi, Zühd, 433- Tirmizi, Zühd, 274- Mearic, 195- Konfüçyus

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Ocak
Konu resmiBizi Kurtar Yâ Rabb
İnsan

Şu keşmekeş dünyanın olunca misafiriŞaşkın şaşkın bağırdım, bizi kurtar ya RabbiNasıl mümin kimseler desteklermiş kâfiriŞaşkın şaşkın bağırdım, bizi kurtar ya Rabbi Gördüm ki beşeriyet bölünmüş bin parçayaMedeniyet adına dönmüşler maskarayaEn zalim münafıklar çıkmış sırça sarayaŞaşkın şaşkın bağırdım, bizi kurtar ya Rabbi Çağdaşlık kültür dendi, biz saf-dilce inandıkYakıcı ve yıkıcı medyalara aldandıkBu afyon tesiriyle yıllar sonra uyandıkŞaşkın şaşkın bağırdım, bizi kurtar ya Rabbi Asırlarca eşsizdik takva, kahramanlıktaŞu yüzyıldır esîriz bir kuytu samanlıktaRabbim bir nur gönderdin şu koyu karanlıktaŞaşkın şaşkın bağırdım, bizi kurtar ya Rabbi Vâmık, küfrün taunu mahvetti çok ocağıHaram, günah bulutu kapladı her bucağıYavrusuz kaldı nice annelerin kucağıŞaşkın şaşkın bağırdım, bizi kurtar ya Rabbi             27 Nisan 2005, İstanbul

Cavid SARAÇOĞLU 01 Ocak
Konu resmiÜstadımız Neden Ciddi Talebeler İstiyordu? (2)
Risale-i Nur

Hz. Üstad: “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risâle-i Nûr şâkirdlerinin bir şahs-ı manevisi var, şüb­hesiz o şahs-ı manevi, bu zamanın mühim büyük bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı manevinin parmaklarıdır. Kendi nok­ta-i nazarımda liyakatsiz olduğum hal­de, haydi hüsn-ü zannınıza binaen bu faki­re bir üstâdlık ve tebeiyet noktasında bir âlim vazi­yetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben üm­mî ve kalemsiz olduğum için, sizin ka­lem­­leriniz benim kalemim sayılır, hadiste gös­terilen ecri alırsınız.” Üstad Hazretleri Yazı Mektubu adı verilen meşhur bir mektupta yazı yazmanın fazilet­lerini şöyle anlatmaktadır: “Yazıda usanan ve ibâ­det ayları olan şuhûr-u selâsede sâir ev­râ­­dı, beş cihetle ibâdet sayılan Risâle-i Nûr ya­­zı­sına tercîh eden kardeşlerime, iki hadîs-i şe­rî­fin bir nüktesini söyleyeceğim. Birincisi: 8يُوزَنُ مِدَادُ الْعُلَمَٓاءِ بِدِمَآءِ الشُّهَدَٓاءِ  -ev kemâ kâl- yani, “Mahşerde ulemâ-yı ha­kî­katin sarfettikleri mürekkeb, şehîdlerin ka­nıy­la muvâzene edilir; o kıymette olur.” İkincisi:  مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّت۪ي عِنْدَ فَسَادِ اُمَّت۪ي فَلَهُٓ اَجْرُ مِائَةِ شَه۪يدٍ9 -ev kemâ kāl- yani, “Bid‘aların ve dalâlet­le­rin istîlâsı zamanında, sünnet-i seniyeye ve hakîkat-i Kur’âniyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehîd sevabını kazanabilir.”10 “Bu kıymetli mektubta Üstadımız Risale-i Nurları yazmanın beş nevi‘ ibadeti içerdiğini şöyle izah etmektedir: “1- En mühim bir mücâhede olan, ehl-i dalâlete karşı ma‘nen mücâhede etmek. 2-Üstâdına neşr-i hakikat ci­he­tinde yardım suretiyle hizmet etmek. 3- Müslümanlara iman cihetinde hiz­met et­mek. 4- Kalemle ilmi tahsîl etmek. 5- Bazen bir saati, bir sene ibadet hükmüne geçen tefekkürî olan ibadeti yapmaktır.”11 Yine aynı mektupta Risale-i Nurları okumanın faziletine dair şu önemli açıklamayı da yapıyor Hz. Üstad: “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risâle-i Nûr şâkirdlerinin bir şahs-ı manevisi var, şüb­hesiz o şahs-ı manevi, bu zamanın mühim büyük bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı manevinin parmaklarıdır. Kendi nok­ta-i nazarımda liyakatsiz olduğum hal­de, haydi hüsn-ü zannınıza binaen bu faki­re bir üstâdlık ve tebeiyet noktasında bir âlim vazi­yetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben üm­mî ve kalemsiz olduğum için, sizin ka­lem­­leriniz benim kalemim sayılır, hadiste gös­terilen ecri alırsınız.”12 Üstad Said Nursi hazretleri başka bir mektubunda talebelik vasfını kazanan kişilerin beş dünyevi kazançlarının da olduğunu şu cümlelerle anlatıyor: 1. Rızıkta bereket. 2. Kalpte rahat ve sürur. 3. Maişette suhulet. 4. İşlerinde muvaffakiyet. 5. Talebelik faziletini almakla bütün Risale-i Nur talebelerinin has dualarına hissedar olmaktır. Kalemle Nurlara hizmet ve sadakatle talebesi olmanın iki mühim neticesi vardır: 1.Âyât-ı Kur’âniyenin işaretiyle, imanla kabre girmektir. 2. Bütün şakirtlerin manevi kazançlarına, Nur dai­re­sindeki şirket-i maneviye sır­rıy­la, umum onların hasenatlarına his­se­dar ol­mak­tır. Hem bu talebesizlik za­ma­nında, melâi­kelerin hürmetine mazhar olan talebe-i ulûm-u diniye sınıfına dâhil olup âlem-i berzahta tâlii varsa, tam muvaffak olmuşsa Hâfız Ali ve Meyve’de bahsi geçen meşhur talebe gibi; şühedâ hayatına mazhar olmaktır.”13 Risale-i Nur külliyatında yukarıda alıntıladığımız ifadelerin dışında da talebenin vasıfları anlatılmaktadır. Şimdilik bu kadarıyla yetineceğiz. Gelecek sayıda bu ifadelerin ışığında Nur talebesi olma ve imana hizmet etme nok­tasındaki ölçüleri ortaya koyacağız inşaallah. Kaynaklar: 8- Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1:6; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 6:466; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:561; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, no: 10026. 9- İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve’Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi’l-Um­mâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:282. 10- Lemalar, 175. Altınbaşak Neşriyat11- Lemalar, 175. Altınbaşak Neşriyat12- Lemalar, 175. Altınbaşak Neşriyat13- Emirdağ Lahikası 1, 142. Mektup

Zafer ZENGİN 01 Ocak
Konu resmiKul Allah'ı Tecrübe Edemez
Risale-i Nur

“İrade zayıflığından, kararsızlıktan kaynaklanan güçsüzlük yani Zaaf, insanın düşmanını hasmını yüreklendirir, cesaret verir yani teşcî‘ eder; Allah abdini imtihanlarla tecrübe eder; fakat abd, Allah’ı tecrübe edemez.” Ey korkak, hâif ve hem zayıf olan insan! Korkun, havfın ve zaafın beyhudedir, bu korku ve zaafın hem senin aleyhinde sana düşman olan, sana düşman görünen veya senin düşman sandığın her ne varsa onları senin gözünde büyütür. O düşmanlarını cesaretlendirir. Yani te’sîrât-ı hârici teşcî‘ eder, o düşmanları üzerine çeker. Bilmez mi­sin sa­kınılan göze çöp batar. Korkulan şey başa gelir. Çünkü korku insanın yanlış düşün­mesini sağlar. Yanlış düşünen insan, yanlış adım atar. Yanlış adımlar atan insan da çok hata eder. Korku insana gereksiz bir yüktür. Kö­tülükleri çeker yani celb eder. Ey vesve­seli ve çok kuruntulu vehhâm! Korku insanî iken kuruntu insanî değildir. Korku hayatı korumak için verilmişken kuruntu ıstırap verir. Korku gereken tedbirleri aldırırken ku­runtu lüzumsuz tedbirlere başvurdurur. İnsan şunu iyi bilmelidir. Kuruntu ile ba­kıldığında meydana gelecek veya olacak sa­nılan bir tehlikeden dolayı kazanılması, el­de edilmesi kesin olan bir fayda terk edilmez. Bir işin yapılmasında elde edilecek muhak­kak bir fayda varsa işlenmelidir. Kuruntu ile olacak sanılan tehlikeden dolayı o iş terk edilmemelidir. Yani Muhakkak bir maslahat, mazarrat-ı mevhûme için feda edilmez. İn­sana yani Sana lâzım olan harekettir, işini yapmandır. Üzerine düşeni tam olarak yerine getirmendir. Emek vermendir. Terlemendir. İşi usulüne uygun işlemendir. Çalışmandır. Kararlılıkla işin üzerine gitmendir. Emeğinin neticesini vermek Allah’ındır. Allah’ın (cc) işine karışılmaz. Çünkü O’nun işine ka­rış­­mak beyhudedir. Hayatı acılaştırır. Ha­yat yükünü ağırlaştırır. Çünkü hiçbir ku­lun gü­cü emeğinin neticelerini vermeye yet­mez. Bir ekmek için dünyayı güneşin et­ra­fında döndürmeye kimin gücü yetebilir ki? Bu­lutlardan suyu sıkmaya hangi kulun kud­reti yetişir? Kimin iradesi âlem fabrikasını el ele, omuz omuza verdirip çalıştırabilir ki o ekmeği yedirebilsin? Kısacası Kul kendi işine bakmalıdır. Allah (cc) çeker kulunu abdini imtihan mey­danına yani meydan-ı imtihana. Çünkü O, Allah’tır (cc). Her şeyin sahibidir. Mülk O’nundur. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Cenabı Hak kullarına hesap sorar fakat hiç­bir kimse O’na hesap soramaz. O’nu yap­­tıklarından sorumlu tutamaz. Bu konu Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir: لَا يُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْأَلُونَ “(O,) yapmakta olduğundan sual olunmaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” (Enbiya Suresi, 23) Yüce Allah (cc) kuluna: “Ey kulum! Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım ben” der. Abd ise hiç yapamaz Allah’ını tecrübe. Kul: “Rabbim muvaffak etsin, ben de bunu işlerim” dese, haddinden tecavüz eder. İnsan çalışmak, terlemek, emek vermek, kazanmak için Allah’ın (cc) vereceği başarıyı şart olarak ileri süremez. Sürmemelidir. Çünkü insanın vazifesi çalışmaktır. Bu konuyu aydınlatan güzel bir örnek Edebü’d-Dünya ve’d-Dîn isimli kitapta şöyle anlatılmaktadır. Hz. İsa’ya (as) demiş şeytan: “Madem her şeyi O yapar, ecel birdir, kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at, O da sana ne yapar?” Yani ya Rabbi! Ben kendimi yüksekten aşağıya atarsam sen de beni korur musun? Manasına gelen vesveseyi vermek istemiş şeytan. Hâlbuki bu surette bir düşünce ve tavır edebe yakışmaz. Kulluğun manasına zıttır. Hz. İsa (as) şeytana dedi: “Ey mel‘ûn! Abd edemez Rabbini tecrübe ve imtihan.”

Muhlis KÖRPE 01 Ocak