Terim olarak, padişahın iradelerini emirlerini, buyruklarını yazmak için kullanılan yazı anlamına gelmektedir. Dîvânî, Dîvân’a mensup demektir. Dîvânî yazı devletin resmî yazısı olup, hemen hemen bütün fermanlar, nâmeler, buyruklar ve mühimme defterlerinde bu yazı kullanılmıştır. Mühim emirler ihtiva eden fermân veya beratın bazı kelimelerinin silinip yerine başka bir şey yazılmasını önlemek için dîvânî’de harfler ve kelimeler birbirine çok yakın, birleşik ve girift bir şekilde yazılması hususi bir maksat taşımaktadır. Aynı resmî işler için Araplar Tevkiî, İranlılar ise Ta’lik yazısını kullanmışlardır. Terim olarak, padişahın iradelerini emirlerini, buyruklarını yazmak için kullanılan yazı anlamına gelmektedir. Akkoyunlu ve Karakoyunlular’da Kadim Ta’lik resmi yazışmalarda kullanılmıştır. Bu yazı Fatih’in Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ı mağlup ettikten sonra İstanbul’a getirdiği İranlı sanatkârların, Kadîm Ta’lik hattının işlenmesinden çıktığı söylenebilir. Çünkü harflerin şekli ve birleşmeleri yönünden büyük benzerlik mevcuttur. Gelişmiş Dîvâni örneklerinin girift görüntüsü vardır. Dîvâni yazı sadece devlet yazışmalarına tahsis edildiği için gizliliği korumak kaydıyla girift yazılmıştır. Ayrıca, Dîvâni yazı, Osmanlı’da sadece Saray’da kullanılmış, dışarıda kullanılması yasaklanmıştır. Dîvânî yazının sadece resmî işlerde kullanılması bu yazıyı devlete has imtiyazlı bir yazı cinsi haline getirmiştir. Dolayısıyla kitap, kıta ve levha gibi sanat eserlerinde hiç kullanılmamıştır. 1 Kasım 1928 yılında yapılan harf inkılâbına kadar şehâdetnâme, şoför ehliyeti, kıymetli senet, bonolar ve benzeri evrak üzerinde kullanılan dîvânî yazı, diğer yazı çeşitleriyle birlikte resmen kullanılmaz olmuştur. ; Celî Dîvâni İlk bakışta, Sülüs ve Ta’lik yazı çeşitlerinde olduğu gibi bu yazının da Dîvâni yazının kalın kalemle yazılanı olduğu anlaşılabilir. Fakat aralarında fark vardır. Bu farklar şöylece tasnif edilebilir: 1.Dîvâni yazıda hareke ve tezyîni işaretler olmamasına karşı, Celî Dîvâni yazıda hareke ve çok fazla tezyinî işaret bulunmaktadır. Celî Dîvâni’de küçük noktalar da tezyinî işaret olarak kullanılmaktadır. 2.Dîvâni istifsiz, satır hâlinde yazılmasına karşı celî dîvâni yazı istifli ve girift olarak yazılır. 3.Celî dîvâni geniş ağızlı kalemle yazılmaktadır. Celî Dîvâni yazı sadece devlet yazışmalarında kullanılmıştır. Bazen satırların biri mürekkep birinin altınla yazıldığı ferman ve beratlar bulunmaktadır. Son dönemde Ebûbekir Mümtaz Efendi (1810-1871), Vahdetî Efendi (1833-1871), Mehmed Şefik Bey (1820-1880), Ebûbekir Nâsıh Efendi (1813-1885), Ferid Bey (1858-1925), Mehmed İzzet Efendi (1841-1904), Sâmi Efendi (1838-1912), Ahmed Kâmil Akdik (1860-1941), İsmail Hakkı Altunbezer (1869-1946), Halim Özyazıcı (1898-1964), Hamid Aytaç (1891-1982) önemli Dîvâni ve Celî Divâni hattatlarıdır.
Farklı varlıkların ihtiyaçları Hâcâtı ve gıdaları yani ağdiyenin çeşitli olması tenevvüü nasıl hak olur, öyle de hak da tenevvü‘ eder. İnsanların kabiliyetlerine, İsti‘dâdlarına göre terbiyeler birden çok ve farklı olur hem de hepsi hak olur yani terbiye usulünün çokluğu tekessürü hak olur, aynen onun gibi hak da tekessür eder. Görmez misiniz ki bir madde Bir madde-i vâhide insanlar için hem zehir ve hem panzehir olur. Yani farklı iki mizâca göre değişir. Birine şifa diğerine zehir olur. Bol su içmesi kendine zararlı olan hastaya su zehirdir lakin bol su içmesi gereken bir hastaya da şifadır. Diyebilir misiniz ki su yalnız zehirdir veya su yalnız şifadır? Akaide ait olmayan meselelerde yani Mesâil-i fer‘îde hakikat sâbit değildir, izâfîdir ve mürekkebdir. Yani içtihatlar farklılık gösterebilir. Yalnız mezhebime ait içtihat doğrudur denilmez. Taassup gösterilmez. Taassuptan dolayı hak olan diğer meslekler inkar edilmez. İçtihada sebep olan sorumluların yani Mükellefîn mizâçları ana bir hisse verip içtihad ona göre ederek tahakkuk ve terekküb. Her mezhebin sâhibi mühmel mutlak hükmeder. Mezhebin hududu ta‘yînini bırakır temâyül-ü mizâca. Taassub-u mezhebî ta‘mîme sebeb olur. Ta‘mîmin iltizâmı sebeb olur nizâa. İslâmiyet’den evvel tabakāt-ı beşerde derin uçurumlar, hem tebâüd-ü acîbi, istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiyâ, tenevvü‘-ü şerâyi‘, müteaddid mezhebler. Beşerde bir inkılâb, İslâmiyet yaptırdı. Beşer tekārüb etti, şer‘ etti ittihâd, vâhid oldu peygamber. Seviye bir olmadı, mezheb taaddüd etti. Terbiye-i vâhide kâfî geldiği zaman, ittihâd eder mezhebler. Her mezhebin sâhibi yaptığı içtihatlarda genel olarak mühmel mutlak hükmeder. Mezhebin hududu tayinini bırakır temâyül-ü mizâca. Mezhep taassubu yani Taassub-u mezhebî kendi mezhebinin herkes tarafından kabul edilmesini ister. Zaman, zemin ve şartları düşünmeden herkesin kendi mezhebinin içtihatlarıyla amel etmesini ister. Demek mezhep taassubu kişiyi mezhebinin herkesi bağladığı düşüncesine yani ta‘mîme sebeb olur. Mezhebinin herkesi bağladığı düşüncesi kabul edildiğinde yani Ta‘mîmin iltizâmı sebeb olur Müslümanlar arası kavgaya nizâa. İnsanlık tarihinin İslâmiyet’den evvel ki zamanına bakıldığında insanlar arasında tabakāt-ı beşerde maddi-manevi açıdan derin uçurumlar vardı. Tarihî süreçte insanlar her yönden gelişme gösterdi. Sürekli ilerleme kaydediyorlardı. Hayat şartları farklıydı. Karşılaştıkları problemler değişikti. İnsanlar birbirinden uzaktı. Hayat bir derece yabaniydi. Bundan dolayıdır ki hem birbirinden uzak bu haller tebâüd-ü acîbi, istedi bir vakitte birçok peygamber taaddüd-ü enbiyâ, hem de birbirinden farklı şeriatlarına tenevvü‘-ü şerâyi‘e ihtiyaç oldu, birden çok mezhepler müteaddid mezhebler ortaya çıktı. Hz. Âdem’den (as) Hz. Muhammed’e (sav) kadar geçen peygamberler ilahî vahiy sayesinde insanları belli bir seviyeye kavuşturdu. İnsanlar seviye olarak birbirine yaklaştı. Hz. Muhammed (sav), insanlarda Beşerde bir inkılâbı, gerçekleştirdi ve bu inkılabı İslâmiyet yaptırdı. İnsanlar, Beşer düşünce olarak birbirine yakın bir seviyeye yükseldi, tekārüb etti, Bu hikmetten dolayı yüce Allah (cc) o güne kadar gelen farklı şeriatları kaldırdı. İnsanlara bir şeriatı emretti yani şer‘ etti ittihâd, ve bir peygamber yani vâhid oldu peygamber. Lakin hayat şartları aynı düzeyde olmadığından insanlarda Seviye bir olmadı, birbirinden farklı mezheplere ihtiyaç duyuldu. Bunun içindir ki mezhepler birden çok yani taaddüd etti. Eğer hayat şartları aynı seviyede olursa verilen bir içtihad herkese yeterli geleceğinden yani Terbiye-i vâhide kâfî geldiği zaman, bir olur ittihâd eder mezhebler.
Geçmiş yazılarımızda Risale-i Nurları yazmanın faziletlerinden bahsetmiştik. Bu yazımızda ise bu ulvi hizmetin zaman ve zemin itibariyle şartlara bağlı olarak değişip değişmeyeceği üzerinde duracağız. Hz. Üstadın vefatına kadar aksamadan devam eden yazı hizmetinin, vefat ettiği 1960 sonrası için Nur talebelerine ışık tutacak bir takım ölçüleri de bu vesile ile ifade etmeye çalışacağız. Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’un vazifesini şöyle açıklıyor: “Risâle-i Nur zındıkaya karşı hakaik-i îmâniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid‘ate karşı da hurûf ve hatt-ı Kur’ân’ı muhafaza etmek bir vazifesi iken…”1 Bu cümlede açıkça belirtildiği gibi hatt-ı Kur’an’ı muhafaza ve küfürle mücadele etmek öncelikle Risale-i Nurun vazifesidir. Bu hüküm, dolayısıyla Risale-i Nur talebelerini de bağlar. Küfür ve bid’alar devam ettikçe bu vazife de kıyamete kadar devam edecektir. Zaman ve zemin değişikliği asli vazifeyi değiştir(e)mez. Sevgili Üstadımızın hayatına baktığımızda, ömrü boyunca bu vazifede son derece kararlı bir tutum sergilediğini görmekteyiz. Muhacir Hafız Ahmet, Üstadımızın bid’alara karşı duruşunu şu cümle ile açıklıyor: “Üstâdım yeni îcâdlara, yani Türkçe ezan gibi şeâir-i İslâmiyeye muhâlif bid‘atlere tarafdâr olmadığı için…”2 seksen küsür senelik hayatında küfür ve bid’atlerle mücadele ve mücahede eden bir zattan bundan başkası beklenilemezdi her halde. Risale-i Nurların yazılmaya başlandığı 1926 yılından Üstadın vefat ettiği 1960 yılına kadar kalemle nurlara hizmet vazifesi asla terk edilmemişti. Hz. Üstad, yeni harflere bakışını soran talebelerine şöyle cevap veriyor: “Aziz, sıddîk kardeşlerim, Nur fabrikasının sâhibi ile kahraman Tâhirî bizi gayet mesrur eden müjdeler veriyorlar, hem bazı meseleleri soruyorlar. Sizlerdeki erkânın verdikleri karar ve münâsib gördüğü tarzlar, benim re’yimin fevkinde inşâallâh isâbet ederler. Madem benim reyimi de almak istiyorlar. Şimdilik, evvelce nazlanan matbaacılara lüzum yok. Hem mesleğimize muhalif yeni hurûfa, Risâle-i Nur’un bir nevi‘ müsaadesi hükmüne geçtiği için, lâzım değil. Sizler, el makinesiyle yazdığınız mikdar yeter.”3 Altı çizili cümlede Said Nursi Hazretleri, yeni harflerin Risale-i Nurun mesleğine muhalif olduğunu açıkça ifade ediyor ki bu duruş yukarıda zikrettiğimiz cümlelerle örtüşüyor. Bununla birlikte yeni yetişen neslin yeni harfleri okuyup yazdığını, Kur’an harfleri ile okuyup yazmanın yasaklandığı dönemde hatt-ı Kur’an’ın terk edilmeden Latincenin de ihtiyaç nispetinde kullanılabileceği hususunda ise şu ifadeleri kullanıyor: “Risâle-i Nur’un bir vazifesi hurûf-u Kur’âniyeyi muhafaza olduğundan, yeni hurûfa zaruret derecesinde inşâallâh müsaade olur.”4 Bir başka konu da, Risale-i Nurların teksir makinası ya da matbaada hatt-ı Kur’an ile tab’ edilmesidir. O dönemlerde eskimez harflerle basım yapmak yasak olduğundan risaleleri matbaalarda tab’ ettirmek çok zordu. Nur talebeleri kendi imkânlarıyla teksir makinası alıp eserleri çoğaltmaya başladıklarında Hz. Üstad şöyle tepki vermişti: “Sekiz yüz sahifeyi bin beş yüz nüshaya ve bir milyon sahifelere çıkaran o makine, elbette gaybdan imdadımıza gelmiş Nurcu ve bin kalemli bir kâtiptir.”5 Sevgili Üstadımızın bin kalemli kâtip diye övgüyle bahsettiği teksir makinesinin vazifeye başlamasıyla da kalemle risaleleri çoğaltma vazifesi bitmemişti. Bu konuda Üstad Bediüzzaman Hazretleri, çarpıcı bir misal vererek hükmünü şöyle açıklamıştır: “Bir zaman bir memlekete şimendifer (tren) geldiği vakit, arabacılar telâş edip dediler: “Bizim sanatımız bozuldu.” Hâlbuki şimendiferin gelmesiyle memlekette faaliyet çoğaldığından, faytonculuğa iki kat ziyade ihtiyaç olmuş. İnşaallah, onun gibi Nur yazıcıları, değil tevakkuf, belki daha ziyade yazı ile defter-i a’mâllerine hasenat kaydedecekler.”6 Üstad hazretleri teksir makinasının Nur yazıcılarını durmak şöyle dursun bilakis daha fazla çalışmaya sevk edeceğini de şöyle açıklıyor: “Hem elmas kalemler, makine geldi, hizmetimiz hafifleşti demesinler. Belki daha parlak bir faaliyet meydanı açıldı. Yüzer nüshaların tashihatı ve yüzer risalelerin ayrı ayrı ve beraber yüz binlere yetiştirmek için beş nev ibadet hükmündeki kalem ile yazmak vazifesi başka tarzda inşaallah ziyadeleşecek. Noksan olmayacak.”7 Buraya kadar alıntıladığımız ifadeler ışığında bütün Nur talebelerini ilgilendiren şu ölçüleri sıralayabiliriz: Hatt-ı Kur’an’ı muhafaza etmek Risale-i Nurun ve talebelerinin asli vazifeleridir. Şartlar ne olursa olsun bu vazife, kıyamete kadar devam et(tiril)melidir. Hatt-ı Kur’an İslam şiârı olması hasebiyle onun muhafazası ve müdafaası tüm Müslümanların vazifesidir. Dolayısıyla her halükarda Kur’an yazısı öğrenilmelidir. Zorunlu hallerde Kur’an hattının dışındaki harfler zaruret miktarınca kullanılabilir. Bu durumda Kur’an hattını terk etmek asla kabul edil(e)mez. Üstad Bediüzzaman Hazretleri hayatıyla bu ölçünün canlı bir şahidi olmuştur. Vefatına kadarki uygulamaları bu yöndedir. Kur’an hattının dışındaki harflere Üstadımızın ve Risale-i Nurun zaruret miktarının dışında müsaadesi yoktur. Bunun dışındaki muamelat Risale-i Nurun mesleğine muhalefet anlamına gelir. Kaynaklar: 1- Kastamonu Lahikası, 94 . Altınbaşak Neşriyat2- Lemalar, 44 . Altınbaşak Neşriyat3- Kastamonu Lahikası, 290 . Altınbaşak Neşriyat4- Kastamonu Lahikası, 268 . Altınbaşak Neşriyat5- Emirdağ Lahikası 1, 127. Mektup6- Emirdağ Lahikası 1, 127. Mektup7- Emirdağ Lahikası, 564. Altınbaşak Neşriyat
Kâinatın her tarafında bu külli prensip caridir. Fezada devamlı surette hicretin tezahürü olan bu deveran bir an dursa, cisimler kendinden büyük gezegenlere yem olup yutulurlar. Hareket ve hicretle ataletten kurtulan bu meteorlar, semanın tüm mevkilerinde ahengi ve dengeyi böylelikle tesis ederler. Yani hicret, bir nevi onların hayatının sebebidir. Bir kuşun taşı eriten midesinin içinde -balığın karnındaki Yunus (as) misali- emniyetle seyahat eden tohumlar, ebedi yaşamak meyillerini hicretle yapıyorlar. Aynı tohumlar bazen rüzgâra binerek, bazen bir böceğin bacaklarına tutunarak bu fıtri serencamı devam ettirirler. Keza hayvanat insiyaki bir meyille tebdil-i mekân yapar. Hemen hemen tüm hayvan ümmetleri küçük bir dairede yahut kıtaları içine alan bir muhitte hicret ederler. Böylelikle imbisat ve ferahlığın verdiği selametle, nesillerini devam ettirirler. Hem rızıkları ziyadeleşir ve geniş bir rahmete mazhar olurlar. Bilhassa hayvanatın aynı mevzide ikamet etmesi, o muhiti çoraklaştırır, kısırlaştırır yahut öldürür. Ekser hayvanat günlük tekrar eden bir hicretle, bir kısmı haftalık tekrarlayan göçlerle, bazıları senevi devirlerle değiş tokuş yaparak yeryüzünü dinlenmeye, tazelenen bir nadasa terk ederler. Bir ceylanı aynı otlağın içinde fasılasız istihdam etmek, o muhitin nebatını tamamen bitirir. O habitat içerisindeki diğer mahlûkatın itlafına sebep olabilir. O hayvancağız, ilhamın tezahürü olan saika ve şaika motoruyla sürekli gezdirilmesi, otladığı mevzinin günlük bir suretle değiştirilmesi, kâinatta kevni ve şer’i ayetlerin rahmani bir tezahürü olmasına delildir. Kâinatın her tarafında bu külli prensip caridir. Fezada devamlı surette hicretin tezahürü olan bu deveran bir an dursa, cisimler kendinden büyük gezegenlere yem olup yutulurlar. Hareket ve hicretle ataletten kurtulan bu meteorlar, semanın tüm mevkilerinde ahengi ve dengeyi böylelikle tesis ederler. Yani hicret, bir nevi onların hayatının sebebidir. Tecrübi müşahedeyle ve ilmi tetkiklerle anlıyoruz ki hicret ve göç, arzın her tarafında ve hatta yerküre haricindeki semada dahi cari olan umumi bir prensiptir. Bu seyirle, hâsıl olan tebeddülat, tahavvülat, istihalenin yüzler ceşidi ve mertebesi, Allah’ın rahimiyetinin tezahürlerini nazarımıza veriyor. Mesala, atalet ademe meyyaldir, yok gibidir. İtibari bir zarar ve hebayı netice verir. Dünkü gün üzerine bugün bir şey konulmazsa ziyandır. Rahimiyetin tezahürünün en mücessem neticesi hareket ve faaliyettir. Bu, semanın gezegenleri için böyle olduğu gibi, atomlar için de aynıdır. Zira zerrenin civarındaki partiküllerin bir an durması, parçalanmasını netice verir. Keza sermayenin yastık altına girmesi, alış-verişin kesilip paranın akışkanlığını kaybetmesi de böyledir. Bereketsizliği intac eder, iktisad durağanlaşır. İnsanın ruhundaki iniş-çıkışlar, saadet ve sıkıntının tebeddül edip durması da böyledir. Denizlerin buharlaşıp göğe karışması, nehirlerin denizlere dolması, damarların kanı deveran ettirmesi keza bunun içindir. Kılcallık etkisinden, osmosa kadar hicretin yüzler nevi hayatı muhasara etmiştir. Tarihin seyrinde, beşeriyetten evvel hayvanlarda ciddi göçlerin olduğunu biliyoruz. Hatta bazı emarelerle hayvan familyalarının başka kıtalardan ayrılıp mevcut yerlerine gelip yerleşerek orada iskân ettirildiklerini bilim söylüyor. Bu, beşeriyet için de caridir. Savaş, istila, salgın, iklim ve kıtlık gibi mücbir sebepler kavimleri ve cemiyetleri arzın üzerinde hicretle gezdirmiştir. Dinini yaşamak, iktisadi emeller, emniyet, konfor gibi ferdi saikler de hicrete sebeptir. Hicret, peygamberler için de cihad-ı diniyeden sayılmıştır. Kur’an’dan ve hadislerden anlıyoruz ki peygamberler, büyük fedakârlıklarla hicretin çok numunelerini yaşamışlar. Salih (as) Şam ve Filistin havalisine, İbrahim ve Lut (as) Şam, Mısır ve Kenan illerine, Şuayb (as) Mekke-i Mükerreme’ye, Musa (as) Tih muhitine hicret ettiler. Sair enbiyanın hicretleri mevzi olması yahut hususi olması münasebetiyle bahsedilmemekle beraber, adeta peygamberliğin ortak kaderidir. Keza Peyagmber Efendimizin (sav) va sahabinin (ra) hicreti, her müminin aşikâr bildiği bir hakikattir. Vatan, içtimai çevre, maddi varlıklar, manevi teraküm, evlad ü iyal gibi kıymeti haiz mefhumları terk etmek, her beşerin ruhunda mühim inkılabları netice verdiği gibi, şiddetli dünyevi bir imtihanı kazandırarak, mücahid sınıfına çıkarır. Başka memleketlere ilim tahsili için hicret edenler, yurdundan ve ailesinden alakasını keserler. Bu, aklı ve kalbi tahsile teksif ettirir. Suistimal olmamak şartıyla hicret eden talebeler, yerlilere nisbetle daha muvaffakiyetlidir. Bilhassa taşra şehirlerinde muvaffakiyetli görünen şahıslar, hep hariçten gelenler olmuştur. Zira yerlilerde tekrardan husule gelen ve hicretin zımnen zıddı olan atalet oluşur. Hicretle beraber gelinen şehrin bilgi, marifet ve ferasetiyle yeni şehrinin hususiyetlerini mecz edip üzerine katarlar. Menfi ve müsbet cihetlerini kolay keşfederler. Göç edenlerin gittikleri şehirlerde aidiyet hissinin husule getirdiği avantajlar, cemiyet içinde mevki edinme seyrini hızlandırır. Bulunduğu mıntıkada temayüz etmek isteyen şahıslar fedakâr, yardımsever, mütevazı gibi faziletlerini öne çıkarır. Bununla beraber maharet ve kemalatını imbisat ettirerek toplumun içerisindeki itibarını takviye ile göstermek ve sağlamlaştırmak ister. Bunlar, muhaciri mümtaz vasıflarla donatır. Bu hicret ve göçlerin tamamının neticesinde ticaret çeşitlenmiş ve iktisad genişlemiştir. Sanat, zanaat, ilim, anane gibi teraküm eden kabiliyetler sair milletlere intikal etmiştir. Rızık genişlemiş, alet ve eşya ile konfor kavimlerin ve coğrafyaların içerisine dağılmıştır. Göçün en yoğun olduğu coğrafyalarda ibtidailik medeniyete, ferdiyetcilik şehirleşmeye, basitlik imarlaşmaya doğru ala meratibihim inkişaf eder. Balta girmemiş ormanların ibtidai kavimleri incelendiğinde ilk fark edilen hususiyetleri, bulundukları muhiti asırlarca terk etmeyişleridir. Hükümdarlar göçün, hareketin ve dolayısıyla ticari seyrin ehemmiyetini fark etmiştir. Evvela yol yapmayı, bilahare yol emniyetini tesis etmenin devletlerin ferah ve bekası olduğunu anladılar. En basit site devletlerinden yollarıyla iştihar eden Roma İmparatorluğu’na kadar bu böyledir. İster Müslim, ister kâfir Allah’ın dünyada koyduğu kanunlara sarılan ekseriyetle muvaffak olur. Müminin niyet ve kast ile beraber bir taşla iki kuş vurmak gibi bir farkı vardır. Göç kanunun kevni ayetlerine sarılmakla beraber, şeriatın ayetlerine de sarılır. Bu ayetlere, niyet ederek temessük eden mümin, hicretin bereket ve feyzinden dünyada müstefid olur. Hasılatını ahirette görür. Emr-i ilahiye ittiba, sünnete temessük, kevni kanunlara riayet Müslümana manevi bir takviye, ruhi bir inbisat ve ümitvar bir nazar verir. Birçok cihette, maddi ve manevi donanımlı bir hal ile sebeplere müraat etmesi münasebetiyle daima kazanan olur. Hicretin beşeriyete kattığı müsbet faideleri, İslam öyle güzel bir tarazda tamim ve talim ettiriyor ki, zarureten göç etmekte olanın niyetini hicrete çevirtiyor. Böylelikle, insaniyetin mümtaz ferdleri olan Müslümanların ruhlarını Dünya’dan Ahiret’e doğru seyahat-ı kübraya hazırlar. Munis ferdler ölümü, hicretin ilk kapısı görür ve tebessümle karşılar. Hem âlem-i berzahtan cennette doğru olan bu azim göçe, hazır ve müştakane bir vaziyette intizar eder. Meşakkatli ve meçhule giden bir seyahat değil, sevgiliye kavuşturan düğün gecesi misal, emel ve arzuların vuslatı olur.
Uzun ve yoğun bir maziye sahip olan iki devletin ilişkilerini burada detaylıca ele almak elbette mümkün değil. Fikir vermesi açısından, olayları kronolojik sırayla ele almaya çalışacağız. İNGİLTERE Başkalarına ait kaynakları haksız yere kullanmak anlamına gelen sömürgeciliğin en büyük temsilcisi İngiltere... Ümit Burnu (1488), Amerika’nın (1492) keşfiyle başlayan son devrin en büyük sömürgecisi Britanya... 1600 yılında kurulan “İngiliz Doğu Hindistan Şirketi” İngiliz sömürgeciliğinin ciddi anlamda ilk adımını attı. Süreç içerisinde İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa gibi rakiplerini geride bıraktı. Yedi Yıl Savaşları’nda (1756-1763) büyük rakibi Fransa’yı mağlub ederek “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” oldu. 19. Yüzyıla bu unvanla giren İngiltere sömürgeciliğini, beş aşamaya ayırmak mümkündür. 1763 Paris Antlaşması’na1 kadar olan genişleme dönemi. XIX. yüzyılın ortalarına kadar gelen ilhak ve yerleşme süreci. I. Dünya Savaşı’na kadar olan modern emperyalizm. 1945’e kadar gelen tutunma dönemi. 1945’ten sonra sömürge imparatorluğunda dağılma süreci2 Diğer sömürgecilere göre daha mutedil ve esnek gözüken İngiliz sömürgeciliği girdiği bölgeye maddi unsurlarının yanında zamanla manevi etkinliklerini de sokmuştur. Şirketler maddi ve ekonomik işlerini yürütürken, bunlarla kontak içinde olan misyonerler de kültürel misyonu üslenmişlerdir. Bunu Türk-İslam Medeniyeti’nin yayılıp yerleşmesinde önemli bir yere sahip olan Alp-Eren mefkûresine benzetmek mümkündür. OSMANLI - İNGİLTERE İLİŞKİLERİ Uzun ve yoğun bir maziye sahip olan iki devletin ilişkilerini burada detaylıca ele almak elbette mümkün değil. Fikir vermesi açısından, olayları kronolojik sırayla ele almaya çalışacağız. 1396 Niğbolu Savaşı; bu savaşta İngiltere, Macar Kralı öncülüğündeki Haçlı Seferine destek birliği göndermiştir. 1553 Kanuni Sutan Süleyman, İngiliz tüccarı Antony Jenkinson’a ticari imtiyaz vermiş. Fakat Jenkinson bu imtiyazı pek kullanmamıştır. 1578 Vâdiü’s-Seyl Savaşı; Osmanlı Devleti’nin Portekiz sömürgeciliğini Akdeniz’de bitirmesi ile sonuçlanmış. Bu durum İngiltere’ye önemli bir avantaj sağlamıştır. 1580 III. Murat, Fransa ve Venedik’e tanınan imtiyazları/kapitülasyonları İngiltere’ye de tanımış. Kraliçe I. Elizabeth ile mektuplaşmış. Ticaret 1825’e kadar, Levant Company adıyla kurulan şirket tarafından yürütülmüştür. Bu yakınlaşmada Reform hareketlerine destek veren Osmanlı Devleti’nin, İspanya’ya karşı İngilizleri yanına çekme düşüncesi de yatmaktadır. İngiltere de, kendine rakip gördüğü İspanya’ya karşı Osmanlı Devleti’ne yakınlaşma ihtiyacı görmüştür. 1583 İngiltere, İstanbul’da daimi elçi bulundurmaya başlamıştır. 1610 I. Ahmed ilk geçici elçi olarak İbrahim Ağayı İngiltere Kralı I. James’e göndermiş. 1793’de ise III. Selim, Yusuf Agâh Efendi’yi Londra’ya ilk Osmanlı dâimî elçi olarak atamıştır. 1699 Karlofça Anlaşması’nın yapılmasında İngiltere resmi arabulucu olmuş. Bu arabuluculuk Prut Savaşı (1711) ve 1718 Pasarofça (1718) Antlaşmalarında da kendini göstermiştir. 1770 Çeşme Baskını; İngiltere’nin Rusya’ya yardım etmesi sonucunda Baltık Denizi’nden, Cebelitarık’tan geçen Rus Donanması Osmanlı donanmasını yakmış. Bu olay, ilişkilerin durgunlaşmasına sebeb olmuştur. 1780 Rusya’nın; sıcak denizlere inme politikası, İngiltere’nin ticaret anlaşmalarını yenilememesi, Fransaya Karadeniz’de ayrıcalık tanıması İngiltere’yi Osmanlı toprak bütünlüğünü korumaya itmiştir. 1787 Osmanlı-Rus Savaşı’nın çıkmasında İngiltere’nin rol oynadığından söz etmek mümkündür. 1786 I. Abdulhamit Döneminde, Meysûr Sultanı Tîpû Sultan, I. Abdülhamid’e yazdığı mektupta, İngilizler’in bölgede büyük tahribat yaptıklarını, insanları zorla hristiyanlaştırdıklarını, bunlara karşı cihada devam edebilmesi için desteğe ihtiyacı bulunduğunu bildiriyor, ticarî iş birliğinin yanı sıra asker ve mühimmat istiyordu. Ancak Osmanlı Devleti bu sırada Rusya ile savaş halinde olduğundan İngiltere’yi karşısına almak istemiyordu. Tîpû Sultan’a gönderilen cevabî mektupta her şeye rağmen barışın korunması tavsiye edilmişti. 1792 III. Selim dönemi: Tîpû Sultan, Fransızlarla ittifak girişiminde bulununca İngilizler, III. Selim’e başvurup müslümanların önderi sıfatıyla düşmanlığı sona erdirmesi için Tîpû Sultan’a tavsiyede bulunmasını istediler. Bunun üzerine III. Selim, Tîpû Sultan’a bir mektup göndererek (1798) Fransızlar’ın Mısır’ı işgallerinden söz etti; asıl İslâm düşmanın Fransızlar olup amaçlarının İslâm âlemini işgal etmek olduğunu, kesinlikle Fransızlara inanılmaması gerektiğini söyledi ve ihtiyaç halinde ara buluculuk yapabileceğini bildirdi. Bu mektuba cevaben Tîpû Sultan, III. Selim’e Fransızlara karşı tedbirli davranacağını, ancak İngilizlere de güvenilemeyeceğini belirten iki mektup daha gönderdiyse de bunlar İstanbul’a ulaşmadan Tîpû Sultan, Srirangapatam savaşında yenilerek hayatını kaybetti (1799).3 1789 III. Selim döneminden itibaren İngilizler model alınarak ıslahatlar yapılmaya çalışıldı. 1799 Fransızların Mısır’ı işgal etmesinden dolayı İngilizlerle ilk kez siyasi ve askeri bir ittifak yapıldı. Bu ittifaka 19. yy. boyunca devam edecek olan denge politikasının başlangıcı diyebiliriz. 1807 Osmanlı Devleti’nin Fransa’ya yanaşması üzerine, İngiltere Rusya ile anlaşarak Çanakkale’ye gemileriyle geldi. Fakat tehdidlerinden bir sonuç alamadı. Ardından Mısır’a çıkarma yapsa da neticesiz kaldı. 1820 İngiltere Yunan İsyanını destekledi ve bağımsızlığını kazanmasında önemli rol oynadı. Bundan sonra Osmanlı Devleti’ni bütün dünyaya “mâsum halkları despotlukla ezen çağdışı müstebit idare” imajıyla tanıtmaya başladı. 1827 Navarin’de İngiltere, Fransa ve Rusyayla birlikte Osmanlı donanmasını yaktı. 1833 Kütahya Anlaşması’nda, Rusya’ya mecburen verilen ayrıcalıkların İngiltere’yi telaşlandırması İngilizlerin Osmanlı Devleti’ne yakınlaşmasına neden oldu. 1838 Balta Limanı Ticaret Anlaşması: II. Mahmut; Mehmet Ali Paşa ve Rus tehdidine karşı devleti ekonomik anlamda zor durumda bırakan bu anlaşmaya imza atmak zorunda kalmış. İngilizler büyük ticari ayrıcalıklar elde etmiştir. Ayrıca Mısır’da Mehmet Ali Paşa’nın kurduğu yerli sanayininde dağılmasına neden olmuştur. 1853 Kırım Savaşı; İngiltere, Fransa, Avusturya, İtalya Rusya’ ya karşı Osmanlı Devleti’nin yanında yer aldı. 1856’da yapılan Paris Anlaşması’yla da Osmanlı Devleti bir Avrupa devleti sayıldı. Aynı tarihte Islahat Fermanı ilan edilerek gayr-ı müslim halka yeni haklar ve ayrıcalıklar tanındı. Osmanlı Devleti, İngilizlerin desteğine ihtiyaç duyduğundan, İngilizlere karşı mücadele eden Hindistan Müslümanlarına yardım gönderemedi. Tarafsız kalmak zorunda kaldı. 1867 Sultan Abdulaziz İngiltere’yi ziyaret eden ilk ve son Osmanlı Padişahı oldu. 1868, 1880, 1886, 1892’de toplam on yıl süreyle başbakanlık yapan William Gladstone İslam ve Türk düşmanlığı açısından İngiltere ve İslam tarihinde ön plana çıktı. Haçlı ruhuyla hareket eden bu zat “Avrupa’dan Türkleri sürüp çıkarmanın, hilal yerine salibi dikmenin bir Hrıstiyanlık kutsal görevi olduğunu” ileri sürdü. Osmanlı yanlısı ve Rus karşıtı olan Palmerston, Salisbury, Disraeli gibi devlet adamlarının devri William Gladstone’nin ön plana çıkmasıyla kapandı.4 1870 Balkan Bunalımında diğer Avrupa’lı devletlerin aksine İngiltere Osmanlı Devleti’nin yanında yer aldı. Bu durum diğer devletlerin müdahalesini engelledi. Fakat Osmanlı’nın Bulgaristan’da katliam yaptığı haberlerinin bir Hilal-Haç mücadelesine dönüştürülmesi Osmanlı taraftarı olan Başbakan Disraeli zor durumda bıraktı. Liberal Parti Başkanı William Gladstone, İngiltere genelinde harekete geçirdiği Osmanlı düşmanlığını Başbakan Disraeli’ye karşı kullandı. Bu durum İngiltere’nin 93 Harbi’nde tarafsız kalmasına sebep oldu. 1878 İngiltere, Berlin Anlaşması’nda kendi çıkarlarını korumak amacıyla Osmanlı Devleti’nden yana bir tavır aldı. Bu tavır karşılığında da Kıbrıs Adasına yerleşti. 1882 İngiltere, Ûrabi/Ârabi Paşa isyanını Padişah adına bastırmak bahanesiyle Mısır’a yerleşti ve çıkmadı. 1908 İngilizler, II. Meşrutiyetin ilanına sessiz kaldı. Sömürgelerinde özgürlük ve bağımsızlık faaliyetleri yaygınlaşır diye endişeye kapıldılar. Hatta II. Meşrutiyet’ten sonra Osmanlı Devleti’nin yaptığı siyasi, askerî, malî anlaşma tekliflerine yanaşmadılar. Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nda tarafsız kalmayı tercih ettiler. 1914-1918 Osmanlı Devleti ve İngiltere tarihlerinde ilk kez birbirlerine karşı savaşa girdi. İngiltere, Arap topraklarında İmam İdrîs, Abdülazîz b. Suûd ve Şerîf Hüseyin gibi Arap ileri gelenleriyle anlaşmalar yaparak onları Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırmayı başardı. Süveyş, Filistin, Suriye, Irak/Mezopotamya cepheleri Osmanlı Devletinin İngilizlere karşı başarısızlığı ile sonuçlandı. 1919-1923 Kurtuluş Savaşında Yunanistan üzerinden dolaylı olarak bizimle savaştı. Lozan Anlaşmasıyla I. Dünya Savaşı bitti. 1926 Musul’u, Milletler Cemiyeti marifetiyle İngiliz mandasındaki Irak’a bıraktık. 1930’dan sonra ilişkiler normale döndü. I. Dünya Savaşında İngiltere Türkiye’yi yanına çekmeye çalışsa da Türkiye fiilen savaşa girmedi. 1945’ten itibaren Türkiye’ye yönelen Sovyet tehdidi iki ülkeyi birbirine yakınlaştırdı. Türkiye, BM (1945), NATO (1952), Bağdat Paktı (1955) ve CENTO’da (1959) İngiltere’yle bir arada bulundu. Ana hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız İngiltere ve Osmanlı ilşkilerinin belki her bir başlığı ayrı bir araştırma konusu. Ciltlerle yazılan kitaplar, bu iki devleti analiz etmeye yetmiyor. Fakat en azından bütüncül bir bakış açısı kazanıp olayları ve gelişmeleri doğru bir zemine oturtabilmek için kronolojik, öz ve hap bilgilere ihtiyaç var. İnşallah bu çalışma mevcut ihtiyacı karşılamaya fayda sağlar. Aynı zamanda İngilizlerin İslam düşmanlığına zirve yaptırdıkları bir dönemde yaşayan Üstad Said Nursi’nin (ra) yakın tarihle ilgili tezlerini değerlendirme açısından da kronolojik tarihi bilgiye olan ihtiyaca az da olsa hizmet etme gayretini gütmektedir. Aklı ziyadeleştiren tarihi bilgiye erişebilmek duasıyla... Kaynaklar: 1-Yedi Yıl Savaşı’na katılan İngiltere, Prusya/Almanya ve Portekiz ittifakı ile Fransa, İspanya, Avusturya, Rusya ve İsveç ittifakı arasında imzalanmıştır. Bu Anlaşmayla İngiltere yeni sömürgeler kazanarak “üzerinde güneş batmayan ülke” durumuna gelmiştir.2- Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 22, s. 2993- Diyanet İslam Ansiklopedisi, 2012, c. 41, s. 192-1934- Öztuna Yılmaz, II. Abdülhamid, s. 98
Evet, iman, ebedi saadetin hazinesinin anahtarıdır. İmanını kurtaramayan insan bu dünyada bedbahttır ebedi hayatta hüsran içindedir. Ahir zamanın dehşetli fitneleri ve nefisleri cezbedip kendisine çeken günahları içerisinde yaşıyoruz. Her bir insana, her taraftan binlerce günah isabet ediyor. Sonsuz bir hayatın hazinesini kaybetmekle karşı karşıyayız. Dalalet ehli bir cemiyet mantığıyla ve bütün güçleriyle saldırılarak ebedi hayatın anahtarı olan imanımızı almak istiyor. Her bir Müslüman tek başıyla bu hadsiz düşmanlara karşı dayanması ve imanını muhafaza etmesi gayet derecede zor görünüyor. Bu zamanda yaşayan herkesin, özellikle gençlerin maruz kaldığı ve sonsuz hayatı tehlikeye atan günah ve durumlardan bazıları şunlardır: - Gayrı meşru eğlenceler - Dünya hayatını lezzetleriyle yaşamak arzusu - Her türlü günahlara ulaşmanın çok kolay olması - Kitleleri peşinden sürükleyip vakitleri zayi eden eğlenceler - Telefon ve internet ile açılan hayali ve geniş bir dünya - Ahlaki değerleri bozan diziler, filimler - Enaniyetin fazlaca tahrik edilmesi - Yanlış hürriyet anlayışı - Gençlerin hedefsizleştirilmesi - Liselerde deizm, ateizm gibi bozuk fikirlerin işletilmeye çalışılması - Bilimi yönlendiren felsefenin bozukluğu - Okullarda yaratıcımız olan Allah’tan bahsedilmemesi - Müslümanlar içindeki hainlerin nifak çalışmaları - Siyasetin fikri ve kalbi dağıtan meraklı gündemleri - Şüpheli ve haram gıdaların ruhlarda yaptığı tahribat - Geçim zorluğu ve daha nicesi Şu zamanda ve şu Müslüman memlekette yaşayan her ehli iman, bu günahların hepsine maruz kalıyor. Tek bir Müslümanın kendi çalışmasıyla ve gayretiyle bu düşmanları mağlup edip imanını muhafaza etmesi neredeyse imkânsız görünüyor. İşte bu durumda nurani ve ebedi bir muhabbet ve kardeşlik tesis eden, bütün bu cereyanlara rağmen, kendi yolunu çizip yeni bir çığır açan Risale-i Nur yetişip imanların kurtarılmasına vesile oluyor. Cemaat mantığı ile saldıran dehşetli düşmanlara karşı, içinde milyonlarca İslam kahramanı olan ebedi ve büyük bir cemaati gösterip ispat ediyor. Bu fani dünyanın aldatıcı, geçici ve gayrı meşru lezzetleri içinde daimi elemlerin olduğunu kuvvetli deliller ile ilan ediyor. Bilimin inkâra düştüğü yerlerde, Allah’ın varlığını ve birliğini çok açık ve parlak bir şekilde ispat ediyor. O nurlu eserlerden istifade edip imanını muhafaza eden, ifade ettiği güzel ahlakı ve İslamiyet’i kardeşleriyle yaşayan her bir ferd, hazineyi bulmanın heyecanı içinde mesrurane hayatını geçiriyor. Bu zamanda cemaatle saldıran küfür ve dalalet ehline karşı muzaffer ve aziz olarak gezip dolaşıyor. Evet, iman, ebedi saadetin hazinesinin anahtarıdır. İmanını kurtaramayan insan bu dünyada bedbahttır ebedi hayatta hüsran içindedir. Aksi takdirde sürekli elinden akıp giden zaman içerisinde, gençliğini ve bütün sevdiklerini kaybetmenin ızdırabını yaşar. Geçici sefahat ve eğlencelerin, daimi günah ve elemleri kalbini bozup ifsat eder. Meraklı siyaset hadiseleri akıl ve fikir selametini kaçırır. Bununla beraber tevekkülsüzlük içinde geçim zorluğu iyice ruhunu sersem eder. Kulluk yapacak mecali kalmaz. Bu şartlar altında mağlubiyeti kabul edecek iken Risale-i Nurun gelip hepsine karşı meydan okuması ve başa da çıkması, bu zamanda Allah’ın bize en büyük bir ihsanı ve ikramıdır. Dünyanın bütün imkânları ve güzellikleri bize verilse, bu hazine karşısında çok ucuz düşer. Bir akşamda kardeşleriyle açıp bir iman hakikatini okuyup istifade eden bir mümin; - Bütün bu günahları ve masivayı arkasında bırakır. - Âlemin tabakalarını seyreder. - Cenabı hakkın gizli hazineleri olan isimlerini keşfeder. - Şahit olduğu eserlerin ve onlarda tecelli eden Esma-i Hüsnanın güzelliklerine âşık olur. - Tefekkür edip hayretle seyreder. - Rabbinin hadsiz ikram ve ihsanlarına şükredip hürmet eder. - Ebedi hayatın hazinesini bulmanın şevki ve heyecanı içinde hayatını mesrûrane geçirebilir.
İnsanın bu dünyada rahatı, zahmettedir. Zahmeti rahattadır. Hakiki rahat ancak saadet-i ebediyye ile elde edilecektir. Bu dünyada rahat, sihirbaz bir cellâda benzer. Kişiyi manen öldürür. Yüksek duygularını günahlarla derinden sarsar. Nefsinin esiri ve zebunu yapar. Hedef ve maksadını nefsine çevirir. Eşyaya ve hadiselere doğru yerden bakan doğru görür, doğru gören doğru tanımlar, doğru tanımlayan da doğru hükümlere ve sonuçlara ulaşır. Yani doğru hükümlere ve sonuçlara ulaşmak, ancak doğru yerden bakmakla mümkündür. Bu hakikatler ışığında, “Dünyada rahat yoktur” hükmünü doğru anlamak için ‘dünyaya’ doğru yerden bakalım ki doğru görelim, doğru görelim ki doğru tanımlama yapalım, doğru tanımlayalım ki doğru hükümlere ve sonuçlara varalım. İnsanları, dünyaya bakış açıları cihetiyle iki sınıfa ayırmak mümkündür. Birinci sınıf, vahiyden aldığı dersle bir imtihan yeri olarak görür dünyayı. Bütün amellerinin sonuçlarının kaydedildiği bir müsabaka meydanı gözüyle bakar şu meydanlara. Lezzet, keyif ve mükâfat yeri olarak adını koymaz bu memleketin. ‘Dünyasını cennete çevirebilmek’ gibi bir imkânsızın peşine düşmez bu diyarlarda. Terleme, mücadele, didinme, meşakkat, zorluk ve çalışma yeri olarak konumlandırır bu büyük haneyi. Dünyaya doğru yerden baktığı için dünya hakkında doğru hükümlere ve sonuçlara varır. Diğer sınıf ise vahiyden değil vehimden, dalâletten, hevâdan, nefisten ve histen aldıkları dersle, ‘ebedi kalınacak bir yer’ nazarıyla bakar şu zail dünyaya. Aslî vatanı zanneder şu temelsiz memleketi. Lezzet, ücret ve mükâfat yeri vehmeder bu meşakkat diyarını. Türlü fantezilerle, oyunlarla ve eğlencelerle yalancı bir cennete çevirmeye çalışır bu imtihan meydanını. Yanlış yerden bakar. Yanlış görür. Aldanır. Yanılır. Bir boş ümidin peşinde telef eder ömür sermayesini. Bir imkânsızı elde etmeye çabalar hayatı boyunca. Şu cümleleri hep duyarız: “İşim çok rahat; akşama kadar yatıyorum”, “Askerlikte çok rahat bir yere verdiler beni, yata yata tezkereyi aldım”, “Senin işin rahat, oh gel keyfim gel!”, “Ah bir emekli olsam da rahata ersem”, “Paran varsa rahatsın” vesaire, vesaire… ‘Rahat’, adeta bir ‘kızıl elma’ gibidir. ‘Rahatı elde etmeye’, ‘rahata ermeye’, ‘rahat yaşamaya’ çok şiddetli bir arzu vardır insanda. Bu arzuyla rahatın peşinde koşar durur daima insan. Şu dünyayı, rahatı elde edebileceği bir mekân zanneder maalesef. Türlü eğlencelerle, fantezilerle, oyunlarla ve organizasyonlarla cennet misal rahat bir hayatı elde etmeye çalışır durur ömrü boyunca. Meşakkatlerden, sıkıntılardan, zorluklardan yılan ve akrepten korkar gibi korkar ve kaçar. Yaşam kalitesi yükseldikçe, alım gücü arttıkça, zenginlik ve imkânlar çoğaldıkça, maddî kalkınma ivme kazandıkça dünyanın nimetleri de göz kırpmaya başlar insanoğluna. Konforla ve lüks hayatla tanışmaya başlar yavaş yavaş. Tatmadığı lezzetleri tatmaya, gitmediği yerlere gitmeye, görmediği şeyleri görmeye, yaşamadığı şeyleri yaşamaya başlar. İstediği rahattır ve bir nebze de nail olmuştur bu istediğine. Ama kalb yine de tatmin olmaz, duygular yine de yatışmaz, ihtiyaçlar yine de karşılanmaz ve ruhun açlığı asla doymaz. Çünkü bütün lezzetlerin membaı olan nefis, ancak ebedi saadet olan cennete giderse ve Rabbinin cemalini görürse tatmin olacak bir formatta yaratılmıştır. Cenab-ı Hak dünyayı keyif, lezzet ve mükâfat yeri olarak değil; imtihan, amel ve mücadele meydanı olarak yaratmıştır. Dünyayı cennete çevirmeye çalışmakla, dünya hayatı cennete dönüşmez. Sebeplerin dağdağası ve vasıtaların karanlık perdeleri fantezilerle, eğlencelerle ve oyunlarla sona ermez. Sihirbaz bir cellâda benzer rahat. Öyle bir cellât ki elinde dehşetli bir balta ile insanın boynunu vurmaktır gayesi. Lakin sihirbaz ya; yaptığı göz boyaması bir sihirle kendini cazip, şirin, tatlı ve güzel bir insan olarak gösterir avlamak istediği insana. Kendine davet eder, kollarını açar, alabildiğince cazibesiyle “Gel bana!” der tuzağına düşürdüğü kişiye. Rahatın, bu göz boyaması büyüsüne aldanan zavallı da büyük bir iştahla, coşkuyla, arzuyla ve hevesle yaklaşır boynunu vuracak olan o sihirbaz cellâdına. Tam kollarını açıp vuslatın gerçekleşeceği sırada birden büyü bozulur. Sihir iptal olur. Efsun kaybolur ve o sihirbaz cellâdın elindeki dehşetli baltasıyla ve nefret bakışlarıyla gerçek yüzü görünür. Lâkin iş işten geçmiştir artık ve cellât avını avlar. Aynen bu misalde olduğu gibi ‘rahat’, büyüsüyle ve cazibesiyle kendine davet eder insanı. İnsan da şiddetli bir istek, arzu ve hevesle rahatın peşinden koşar ve onu elde etmeye çalışır hayatı boyunca. Hâlbuki Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle rahat, “umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvasıdır.” Rahat, kişinin himmetini, nazarını, hedefini nefsine döndürür. Himmeti nefsine dönen kişi de nefsinin en gizli ve derin lezzet taleplerini, fantezi arayışlarını ve en gizli istek ve arzularını tatmin etmenin peşine düşer. Nefsinin zebunu olur. Nefsanî arzularının esareti altına girer ve nefsinin maskarası olur. Bir zamanlar dava adamıyken, rahatla tanıştıktan sonra dava aşkını yitirmiş, nefsinin esareti altına girmiş, küçük nefsanî lezzetlerinin peşine düşüp büyük harcamalar ve israflar yapan çok insan örnekleri vardır hayatta. Bu dehşetli rezaletten kurtulmanın yegâne yolu, “Zahmette rahat, rahatta zahmet var” hakikatini kendine rehber etmektir. Cenab-ı Hak insanı heyecanlı bir fıtrat üzerine yaratmıştır. Fıtratı heyecanlı olan insanın huzuru, mutluluğu ve saadeti ancak ve ancak çalışmak ve mücadele etmektedir. Çalışan ve mücadele eden bir insan zamanın nasıl geçtiğini anlamaz. Hayatından büyük bir keyif alır. Üretir, hizmet ortaya koyar. İlâhî isimlere mazhar olur. Bundan dolayıdır ki hareket ve çalışmak lezzetin ta kendisidir. Son söz: Dünyada rahat yoktur. Pek çok ayet-i kerimede dünya hayatının bir aldanış, bir oyun ve eğlence olduğu1, hakiki canlılık yerinin ahiret hayatı olduğu2, bu dünyanın amelce kimin üstün olduğunun ortaya çıkarılacağı bir imtihan yeri3 olduğu vurgulanmıştır. Bundan dolayıdır ki insanın bu dünyada rahatı, zahmettedir. Zahmeti rahattadır. Hakiki rahat ancak saadet-i ebediyye ile elde edilecektir. Bu dünyada rahat, sihirbaz bir cellâda benzer. Kişiyi manen öldürür. Yüksek duygularını günahlarla derinden sarsar. Nefsinin esiri ve zebunu yapar. Hedef ve maksadını nefsine çevirir. Kaynaklar: 1- En’am Suresi, 32; Hadid Suresi, 20; Kehf Suresi, 72- Ankebut Suresi, 643- Hûd Suresi, 7
Bizler namaz kılmayan insanlara, “Neden namaz kılmıyorsun?” sorusu yerine “Ne olsaydı namaz kılardın?” sorusunu yöneltmemiz lazım. Çünkü bu soru namaz kılmayan kişinin yanında olduğumuzu gösteren bir yaklaşımdır. Bu soru, çözüm bulmak adına insanların bilinçaltındaki gerçek düşüncelerini öğrenmek için çok önemli bir adımdır. Böylece kişinin iç dünyasında onu namazdan alıkoyan sebepleri veya bahaneleri öğrenme fırsatımız doğar. Neticede bu Müslüman kardeşimize daha faydalı olabilmek için daha bilinçli bir yaklaşımda bulunmanın Namaz, İslamiyet’te imandan sonra en önemli bir sorumluluk olduğu, ibadetlerin içinde en öncelikli sırada yer aldığı halde günümüzde ihmale uğruyor. Maalesef ülkemizde ve âlem-i İslam’da namaz kılmamak veya namazı terk etmek şeklinde bir problemle karşı karşıyayız. Bu durumda biz de tüm Müslümanlar olarak bu probleme hep beraber çözüm bulmak zorundayız. Namazı hayatımızın merkezine alacak bir farkındalık ve duyarlılığı oluşturmaya ihtiyacımız var. Namazı kılmayanların kılmamalarının sebebi, namaz emrini kabul etmemekten kaynaklanmıyor. Kendilerine göre özel nefsi, keyfi sebeplerden kaynaklanıyor. Gerçekten namaz kılmayanların ellerinde haklı bir sebepleri yok sadece nefsi bazı mazeret ve bahaneleri var. Namaz kılanların ise ellerinde haklı ve hakikatli gerekçeleri var. Rabbim istediği için, Peygamberim emrettiği için, Kur’an öyle söylediği için, ecdadım namazla hakiki insanlığa ve medeniyete ulaştığı için gibi derinlikli gerekçeleri vardır. Diğer yandan günümüzde Müslümanların çoğu namazın nasıl kılınacağını bilmediklerinden dolayı değil, namazı niçin kılmaları gerektiğini hakkıyla bilmediklerinden dolayı kılmıyorlar. İslamiyet’te imandan sonra en büyük sorumluluk olan namazı hayatlarının merkezine koymadıklarından, gündemlerine namazı almadıklarından dolayı kılamıyorlar. Bir de buna namazsız bir çevre faktörü de eklenince, gaflet ve tembellik ağır basıp namaz gibi bir yaratılış vazifesini yerine getirmiyorlar, getiremiyorlar. Namaz kılmayan insanların kılmamakla elde ettikleri bir şey de yok. Namaz kılmayanlara vaad edilen bir mükâfat da yok. İşin en garibi ebediyen mutlu olmak, huzurlu olmak gibi büyük hedefleri ve istekleri olan insanları namazsızlık bu hedeflerine yaklaştırmıyor, bilakis uzaklaştırıyor. Yani namaz kılmamak, dua etmemek, Rabbisine aczini sunup ondan yardım istememek kişiyi mutlu yapmıyor, yapamıyor. Bizler namaz kılmayan insanlara, “Neden namaz kılmıyorsun?” sorusu yerine “Ne olsaydı namaz kılardın?” sorusunu yöneltmemiz lazım. Çünkü bu soru namaz kılmayan kişinin yanında olduğumuzu gösteren bir yaklaşımdır. Bu soru, çözüm bulmak adına insanların bilinçaltındaki gerçek düşüncelerini öğrenmek için çok önemli bir adımdır. Böylece kişinin iç dünyasında onu namazdan alıkoyan sebepleri veya bahaneleri öğrenme fırsatımız doğar. Neticede bu Müslüman kardeşimize daha faydalı olabilmek için daha bilinçli bir yaklaşımda bulunmanın yolu açılmış olur. Evet, bizler insanlara samimiyetle yaklaşıp onlarla şefkatli bir dille konuşup namaza olan ihtiyaçlarını, namazın gerekliliğini hissettirebildiğimiz nisbette namaz kılma konusunda muvaffak oluyoruz. İnsanın sadece dünya için yaratılmadığını idrak edebildiğimiz ve ettirebildiğimiz, dünyaya gönderiliş gayemizi hatırlarda tutabildiğimiz oranda namaz kılma ve kıldırma konusunda başarılı olabiliriz. Evet, dostlar! Yemek yemek güzeldir, ama yedirmek daha güzeldir. Giymek güzeldir ancak mesela bir yetimi giydirmek o daha güzeldir. Allah’ı sevmek güzeldir, lakin Rabbimizi diğer kullarına sevdirmek daha bir güzeldir. Namaz kılmak güzeldir. Namaza başlamak çok güzeldir. Ancak bir başkasının namaz kılmasına vesile olmak, bir Müslümanı namaza başlatmak, o bambaşka bir güzeldir, güzelliktir. Bir düşünün bir insanın yaratıcısıyla buluşmasına, onunla konuşmasına, Rabbinin huzuruna çıkmasına vesile oluyorsunuz. Bir gence namazı bildiriyorsunuz, tanıtıyorsunuz, sevdiriyorsunuz ve onu Allah’ın lütfuyla namaza başlatıyorsunuz. Bu ne güzel bir duygudur. Bu ne eşsiz bir mutluluktur. Ve en önemlisi de ne kadar Rabbimizin rızasına, sevgisine; Peygamberimizin (sav) hoşnudiyetine layık bir davranıştır. Hepimiz biliyoruz ki İslamiyet’te “Bir hayra vesile olan, bir güzelliğe aracı olan o hayrı ve o güzelliği yapmış gibi sevap alır.” Haydi, o zaman bu üç aylarda özellikle Ramazan ayında başkalarına da namazı sevdirmek, namazı diğer Müslüman kardeşlerimizin de hayatlarının merkezine koymak adına küçük de olsa adımlar atalım. Bizim için küçük bir adım o kardeşlerimiz için çok büyük bir güzelliğin başlangıcı olabilir. yolu açılmış olur.
Kur’ân’ın değişik surelerinde Allah’ın Âdem (as)’ı yarattığı, meleklere Âdem’e secde etmelerini emrettiği, meleklerin secde ettiği, fakat İblis’in diretip kendisinin daha hayırlı olduğunu iddia ederek secde emrine itiraz ettiği (Allah’a kafa tuttuğu), bunun üzerine Allah’ın onu lanetleyip, cennetten kovduğu anlatılır. İblis, Allah’ın lanet ve kovmasına mukabil Âdem’i ve zürriyetini doğru yoldan saptıracağına dair Allah’a yemin eder. (Bkz. A’raf, 11-18) Allah, cennete yerleştirdiği Âdem (as) ve Havva’ya cennetteki bütün nimetlerden istifade edebileceklerini bildirir. Fakat yalnızca bir ağaca yaklaşmamalarını emreder. Ayrıca şeytanın ikisine de düşman olduğunu, cennetten kovulmalarına sebep olabileceğini bildirerek onları ikaz eder. (Tâhâ, 117) Âdem (as) ve Havva validemiz cennette yaşamaya başlarlar. Fakat kendilerine, “Ben sizin dostunuzum, sizin iyiliğinizi düşünüyorum” diyerek, vesvese veren şeytana aldanır ve yasak ağacın meyvesinden yerler. İşte olan o zaman olur. Üzerlerindeki cennet elbiseleri birden çıkarılır, çıplak olarak kalıverirler. Bu konu Kur’ân’da şöyle anlatılır: “Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi. Ve onlara: Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti. Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında (cennet elbiseleri üzerlerinden çıkarıldı ve) ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar.” (A’raf, 20-22) Böylelikle iki yasağı da çiğnemiş oldular. Bunun üzerine “Rableri onlara: “Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye nidâ etti. Hz. Âdem ve Havva pişman oldular ve şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’raf, 23) Onların bu hataları cennetten çıkmalarına sebep oldu. Allah onlara şöyle buyurdu: “Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır” buyurdu. "Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız.” (A’raf, 24, 25) Böylelikle ilk insan olan Âdem babamızla Havva anamızın cennet macerası bitmiş, onların ve zürriyetlerinin dünya macerası başlamış oldu. Dünyaya geliş bir çeşit sürgündür. Fakat bu sürgün daimi değildir. Hz. Âdem ve çocukları cennete layık olduklarını dünyada isbat ederlerse, tekrar cennete kabul edileceklerdir. İblis ve iblise uyan Âdem’in çocukları ise cenneti kaybedeceklerdir. İblis ebedi lanete maruz kaldığından onun cennete dönme imkânı yoktur. O da bunun şuurundadır. Bu yüzden lanete maruz kalmasına sebep olan düşmanı, Hz. Âdem’in çocuklarını elinden geldiği kadar cennetten alıkoyma, cehenneme sevk etme derdindedir. Dünya maceramız kısaca bundan ibarettir. Takva Elbisesi Elbise, maddi ve manevi olmak üzere iki kısımdır. Kur’ân’da şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takva elbisesi... İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın ayetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).” (Araf, 26) Takva günahlardan kaçınmak demektir. Maddi elbisemiz bizi sıcaktan, soğuktan koruduğu gibi, manevi takva elbisesi de, bizi cehennem hararetinden, cehennem ateşinden muhafaza eder. Bu yüzden ayette takva elbiseye benzetilerek daha hayırlı olduğu belirtilmiştir. Şeytan ve Tesettür Şeytan Âdem babamızı, Havva anamızı aldatarak üzerlerindeki cennet elbiselerinin çıkmasına ve cennetten dünyaya gönderilmelerine sebep olmuştur. Şeytan ve onun insi, cinni yardımcıları bizim üzerimizdeki “takva elbise”sini çıkarmaya ve cennete geri dönmemizi engellemeye çalışmaktadır. Çünkü takva elbisesini çıkaran, cennete giremez. Bu konuda Kur’ân’da şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.” (Araf, 27.) Bu ayet açıkça tesettürün aleyhinde olan cinnî ve insî şeytanlara dikkat çekmekte, tesettür aleyhinde olanların kim ve ne olduklarını ortaya koymaktadır. Şeytanlaşmış Erkekler ve Şeytanlaşmış Kadınlar Genelde şeytan deyince aklımıza, bize günah işlemeyi fısıldayan gözümüzle göremediğimiz cinnî şeytanlar gelir. Ama unutmayalım ki cinni şeytanlar gibi, insanlardan da şeytanlar vardır. Bu konuda şöyle bir rivayet vardır: Peygamberimiz sahabilerden Ebu Zer’e “Ey Ebu Zer! Cinnî ve insî şeytanlardan Allah’a sığın!” buyurdu. Ebu Zer “Ya Resulallah! İnsanlardan da şeytanlar var mı?” deyince, “Evet” dedi ve “Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar.” (En’am, 112) ayetini okudu. (Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 265. Hatta Araplar, dik kafalı, asi, inatçı, başkaldıran, mütemerrid insan olsun, cin olsun, hayvan olsun her şeye şeytan demişlerdir. Bkz: Taberi, 1/111) Üstad Bediüzzaman şöyle diyor: “İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesedli ervah-ı habise (pis ruhlar) bilmüşahede olduğu gibi, cinnîden cesedsiz ervah-ı habise dahi bulunduğu, o katiyettedir. Eğer onlar (cinlerden olan şeytanlar) maddî cesed giyse idiler, bu şerli insanların aynısı olacaklardı. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesedlerini çıkarabilse idiler, o cinnî iblisler olacaklardı.” Üstad Bediüzzaman bu insi şeytanların, cinni şeytanlardan daha tehlikeli olduğunu da şöyle anlatmaktadır: “Malûmdur ki: A'lâ (kıymetli) bir şey bozulsa, edna (düşük) bir şeyin bozulmasından daha ziyade bozuk olur. Meselâ: Nasıl ki süt ve yoğurt bozulsalar, yine yenilebilirler. Fakat yağ bozulsa, yenilmez, bazan zehir gibi olur. Öyle de: Mahlûkatın en mükerremi, belki en a'lâsı olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur. Kokuşmuş maddelerin kokusundan lezzet alan haşerat gibi ve ısırarak zehirlemekten lezzet alan yılanlar gibi, dalalet bataklığındaki şerlerle ve habis (pis) ahlâklarla telezzüz ve iftihar eder ve zulmün zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar; âdeta şeytanın mahiyetine girerler.” (Lemalar, 13. Lema’dan.) Yukarıdaki izahlarla bu izahı birleştirdiğimizde, tesettür aleyhinde bulunan insanlar, şeytanların insî kısmındandır dememiz mümkündür.
Bu aziz milletin her bir ferdi, tarihin bu şerefli sayfalarındaki zatlar gibi ihtiyaç duyulduğunda, seferberlik mevzu olunca hiç şüphesiz kendini er meydanına atmaktan geri durmayacaktır. Türk-İslam tarihinde “Alperen” hem cesur, bahadır, savaşçı; hem de manevi bir hüviyete sahip kimse, hak dini yayma uğruna gaza eden derviş manasında kullanılagelmiştir. Burada “Alp” kelimesi kahraman, yiğit; “Eren” ise ermiş, kemalâta ulaşmış, nefsini mahviyet potasında eritmiş kişi anlamındadır. Bu iki kelimenin terkibiyle “Alperen” kelimesi vücut bulur ki bu, “takdire şayan bir Müslüman” veya bir diğer deyişle “Kâmil İnsan” modelidir. Bu insan modelinin en mümtazı hiç şüphesiz Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamdır. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyurarak bu iki insan modeline işaret etmektedir: “İki gözü Allah (cc) ateşte yakmaz: Biri Allah korkusuyla ağlayan göz, diğeri düşmana karşı hudutları gözleyen askerin gözü...” Asr-ı saadetten günümüze, tarih boyunca pek çok insan bu yolun yolcusu olmuşlar: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali başta olmak üzere İmam-ı Azam, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Şafi Ahmed Yesevi, Sultan Alparslan, bütün Selçuklu ve Osmanlı Sultanları, Şemseddin Sivasî, Niyâzî-i Mısrî, Şeyh Şamil ve Üstad Bediüzzaman Said Nursi (Allah cümlesine rahmet eylesin) gibi pek çok veli zat yeri zamanı geldiğinde hem bir Alp hem bir Eren olarak bu davanın bir neferi olmuşlardır. Ehl-i küfre karşı manen, ilmen mücahede etmekle beraber, zamanı geldiğinde kendilerini cihat meydanına atmaktan da geri durmamışlardır. Saadet asrı bu manada altın levhalarla doludur. Saadet asrının takipçilerinden olan Şemseddin Sivasî önemli bir mutasavvıf ve müelliftir. Tahsilini ikmal ettikten sonra İstanbul’da bir müddet müderrislik yapmış, dört Osmanlı sultanının (Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murad, III. Mehmed) devirlerini idrak etmiş, hepsinden de hürmet ve ilgi görmüştür. Sivasî, Halvetiyye tarikatının Şemsiyye kolunu tesis eden bir mutasavvıftır. Şemseddin Sivasî, III. Mehmed devrinde yapılan Eğri Seferi’ne ve Haçova Meydan Muharabesi’ne katılmıştır. Menâkıbnamelerin hemen hepsi Haçova’ da ordunun bozguna uğraması sırasındaki üstün gayretlerinden bahseder. Sivasî ve talebelerinin gayreti sayesinde muharebenin seyri Müslümanların lehine dönmüştür. Niyâzî-i Mısrî, Osmanlı devrinde Bursa’da ilim ve talebe yetiştirmekle meşgul olan bir mutasavvıftır. II. Ahmed döneminde (1693) Türk ordusunun Avusturya üzerine sefer için hareket edeceğini duyunca: “Bu sene-i mübârekede Allah için gaza ve cihada memur olunduk!” diyerek orduya talebeleriyle birlikte kuvvet vermek için hazırlıklara başlar. Bursa’nın dışında çadırını kurarak iki yüz civarında talebesini burada toplar. Bu durum padişaha bildirildiğinde Sultan II. Ahmed bir ferman göndererek onun ilimle meşgul olmasının daha faziletli ve münasip olduğunu, bu hususta zahmet etmemesi gerektiğini rica eder. Niyâzî-i Mısrî bu fermana cevaben yazdığı mektupta oldukça manidar bir cevap verir: “Padişahım, muhale ferman vermek akıl işi değildir. Bir yıldıza doğmasın diye ferman vermeniz veya doğum yapmakta olan bir kadına doğurma diye ferman vermeniz nasıl mümkün değilse, bizi Allah için seferden alıkoymayı murad etmeniz de öyledir.” Bir başka örnek Ruslara kan kusturan bir kahraman: İmam Şamil. Kuzey Kafkasya’nın efsanevi lideri İmam Şamil, 1797 yılında Dağıstan’ın Gimri köyünde dünyaya geldi. Küçük yaştan itibaren ilim tahsil etmeye başladı. Otuz yaşına kadar tefsir, hâdis, fıkıh ilimlerini; edebiyat, tarih ve fen bilgilerini öğrenerek, büyük bir âlim ve gönül sahibi bir veli oldu. Ancak yaşadığı coğrafya ne yazık ki tamamen ilimle ve talebe yetiştirmekle ömrünü geçirmesi için müsait değildi. İçinde hürriyet ateşi çoktan tutuşmuştu bile. İslami ilimlerde olduğu gibi askeri alanda da üstad olmak gerekiyordu. O da gerekeni yaptı ve Kafkasya’yı Rus Çarı II. Aleksandre ve ihtişamlı ordularına tam otuz beş yıl boyunca zindan etti. Üstad Bediüzaman Said Nursi de bu manada çok önemli bir örnek şahsiyettir. Kendisi hayatını “Eski Said” ve “Yeni Said” olarak ikiye ayırır. Bir açıdan bakıldığında “Eski Said” döneminde adeta bir “Alp” olan Bediüzzaman, “Yeni Said” döneminde de tam manasıyla bir “Eren”dir. Bir ateşpare-i zekâ olarak daha çocuk yaşlarda medrese hocalarıyla girdiği münazaralarda hayretlik uyandıran ilmi ve ilme düşkünlüğüyle “Bediüzzaman” unvanı kendisine layık görülmüştür. Ancak kader onu da medreseden, kitaplarının ve talebelerinin başından alıp cihad meydanlarına sevk edecektir. Bitlis’in Rus kuvvetleri ve Ermeni birlikleri tarafından işgal edildiği sırada şehirde bulunan önemli kişilerden birisi de Bediüzzaman Said Nursi’dir. Yirmi talebesi ile beraber Bitlis’te bulunmaktadır. Bitlis’in işgal tehlikesi ile karşı karşıya kalması üzerine Bitlis Valisi Memduh, Bediüzzaman’a “Elimizde bir tabur asker ve iki bin kadar gönüllümüz var, biz geri çekilmeye mecburuz.” derler; ancak Bediüzzaman geri çekilmek fikrinde değildir. Çevreden kaçıp gelenlerin ve Bitlis halkının çoluk çocuk ve mallarının düşman eline düşmemesi için en az üç dört gün dayanmak gerektiğini belirtir. Bu söz üzerine Vali, “Muş’un sukut etmesi dolayısıyla otuz topumuzu askerler bu tarafa kaçırmaya çalışıyorlar. Eğer sen, o otuz topu gönüllülerinle ele geçirebilirsen, birkaç gün o toplarla mukabele ederiz ve ahali de kurtulur” diyerek Bediüzzaman’dan yardım ister. Bunun üzerine Bediüzzaman, üç yüz talebesiyle birlikte topları birer birer kurtarıp o toplarla, üç dört gün, asker ve gönüllüler düşmana mukabele ederler, bütün ahali kurtulur. Bediüzzaman Hazretleri böyle dehşetli günlerde cephede savaşırken bile ilimle meşgul olmaktan geri durmamıştır. Molla Habib ismindeki talebesiyle Pasinler Cephesi’nde savaşırken “Çıkar defteri Keçeli!” diyerek “İşâratü’l-İ’caz” isimli tefsiri telif etmiştir. Molla Habib’le yaşadığı bir hatırayı Emirdağ Lâhikası’nda Üstad şöyle nakleder: “Eski Harb-i Umumîde Pasinler cephesinde şehit merhum Molla Habib’le beraber Rusya’ya hücum niyetiyle gidiyorduk. Onların topçuları bir iki dakika fasılayla bize üç top güllesi atıyordu. Üç gülle tam başımızın iki metre üstünden geçip, arkada dere içine saklanan askerimiz görünmedikleri halde geri kaçtılar. Tecrübe için dedim: “Molla Habib, ne dersin, ben bu gâvurun güllesine gizlenmeyeceğim.” O da dedi: “Ben de senin arkandan çekilmeyeceğim.” İkinci top güllesi pek yakınımızda düştü. Hıfz-ı İlâhî bizi muhafaza ettiğine kanaatle Molla Habib’e dedim: “Haydi ileri! Gâvurun top güllesi bizi öldüremez. Geri çekilmeye tenezzül etmeyeceğiz” (Tarihçe-i Hayat, s. 261) Rusya’da esaretle neticelenen bu mücadele Bediüzzaman Hazretlerini sindirmemişti. İstanbul’un işgal yıllarında da o pis ayaklarını ümmetin boğazına dayayan zihniyetle mücadelesini kelle koltukta sürdürmüştü. Eski Said’den Yeni Said’e inkılâp ettiğinde zamanın ruhuna muvafık olarak artık küfürle manen mücahedeye girişti. “Bir lokma, bir hırka” düsturunu da hayatında uygulayarak tam bir zühd hayatı sürdü. Bütün serveti bir sepetten ibaretti. Milletin imanını tehlikede gördüğü için, Alman ve İngiliz kadar serveti de olsa hepsini bu uğurda harcamaya hazırdı. Aklı başında olan herkes de öyle yapmalıydı. 1927 yılında Barla’da yazdığı “Onuncu Söz” risalesinin telifi bitince Üstad Bediüzzaman: “Elhamdülillah küfrün belini kırdık kardeşim!” diyerek sevincini izhar ediyordu. Son nefesine kadar milletinin imanı için mücadele etti. Varsın muasırları onu anlamasındı. O elli yıl sonraki Saidlere, Hamzalara, Yusuflara sesleniyordu. Onlar ona kulak verecek ve anlayacaktı elbet. Bugün de bu aziz milletin her bir ferdi tarihin bu şerefli sayfalarındaki zatlar gibi ihtiyaç duyulduğunda, seferberlik mevzu olunca hiç şüphesiz kendini er meydanına atmaktan geri durmayacaktır. Zira “Er” olmak “Alp” olmak bunu gerektirir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki: “Eren olunmadan Alp olunmaz.” Olsa da ruhsuz beden misali “ceset” olur. Onun da yolu Erenlerin izini takip etmekten, manevi çeşmelerden beslenmekten, nefsin desiselerinden kurtulmaktan geçer. Muhakkak ki nefisle mücadele etmek savaş meydanında düşmanla mücadele etmekten daha kolay değildir. Sabah namazı için yorganı kaldırmak bir top mermisini sırtlanmaktan daha zor gelebilir nefse. Peygamber Efendimizin Tebük seferinden dönerken “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” demesi tam da buna bir işaret değil midir? Elhasıl: “Alp olmak zordur, Eren olmak ise hiç kolay değildir.”
إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِهِ صَفًّا كَأَنَّهُمْ بُنْيَانٌ مَرْصُوصٌ “Muhakkak ki Allah, kendi yolunda sanki (kurşunla) kenetlenmiş bir bina gibi, saf tutarak (omuz omuza) savaşanları sever.” (Saff, 4) Alem-i Ervah’tan başlayan, Alem-i Berzah’a uzanan yolculuğun dünya güzergahında insana kılavuzluk eden ve kıyamete kadar da edecek olan Kur’an Kerim’deki hükümlerden bir kısmı doğrudan insanın yaratılış gayesine, insanın yaratılış gayesine muvafıklığına ilişkin göstergelere, Müslümanların üzerinde tezahür etmesi gereken vasıflara, bireysel ve sosyal hayatında riayet etmesi gereken sınırlara ilişkindir. İnsanın bu hükümler karşısında kendisini nerede konumlandırdığı, hükümlerle kurduğu yakınlık ve uzaklık ilişkisi karşısında muhatap olacağı mükâfat veya mücazat da aynı şekilde Kur’an-ı Kerim’de insana tebliğ edilmiştir. Allah insana; kâinat, akıl, nakil, kalp ile tasdik ve dil ile ikrar arasındaki ilişki üzerinden bireysel bir iman yükümlülüğü yüklemiştir. Dil ile ikrarın, kalp ile ne ölçüde tasdik edildiğinin de test edileceği yine Kur’an-ı Kerimde tebliğ edilmiştir. Nitekim Ankebut Suresi 2. Ayette, “İnsanlar hiç imtihân edilmeden, (sâdece) ‘İman ettik!’ demeleriyle (kendi hâllerine) bırakılıvereceklerini mi sandılar?” buyrulmaktadır. Bu imtihanların, mesuliyetlerin bir kısmı, ibadet ve muamelat ile ilgilidir. Bireyin kendi hususi hayatında, insanın kalbinde her an, günde namaz ile mutad olarak 5 defa, yılda oruç ile 1 ay gibi ibadet ve muamelatlarla süreklilik arz etmektedir. Dil ile bir defa ikrar etmiş bireyin her an, her vakit, her yıl, hükümler karşısında kişinin kendisini yeniden konumlandırdığı bir süreci kapsamaktadır. Nitekim Ahzab Suresi 41. Ayette, “Ey îmân edenler! Allah’ı çokça zikredin!” buyrulmaktadır. Bu boyutlar, kişi ile Allah arasında kalan üçüncü kişilerin dâhil ve müdahil olmadığı, olamayacağı bir mahiyet taşımaktadır. Bu imtihanların bir diğer kısmı, musibet ve nimet boyutudur. Mutatlığı ve muayyenliği bulunmayabilmektedir. Nitekim Bakara Suresi 155. ayette, “Sizi mutlaka biraz korku ve açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden bir noksanlık ile imtihan edeceğiz. (Ey Resûlüm!) O hâlde sabredenleri (Cennetle) müjdele!” Bakara Suresi, 261. ayette, “Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat arttırır. Allah (ihsanı) bol olandır, bilendir.” Ali İmran Suresi 186. ayette ise, “And olsun ki mallarınız ve canlarınızla sınanacaksınız; hiç şüphesiz, sizden önce Kitap verilenlerden ve Allah’a eş koşanlardan çok üzücü sözler işiteceksiniz. Sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bu üzerinde sebat edilecek işlerdendir” buyrulmaktadır. Bu ayetlerin yanı sıra pek çok ayette insanlara verilenler ile imtihan edileceği ifade edilmiştir. Bu imtihanın nerede, ne zaman, nasıl, ne ölçüde, ne sürede, kimlere isabet edeceği İlahi iradenin takdir ve tasarrufundadır. İlk imtihan olan “Dil ile ikrar – kalp ile tasdik”, insanı hadisat ve kâinat ile farklı bir muhataplık düzeyine çıkarmaktadır. İmtihanın üçüncü bir kısmı ise, kimi zaman siyasi boyutları da olan sosyal hayata tekabül etmektedir. Burada bireyin kendisini ayetler karşısında konumlandırması, aynı zamanda diğer bireylerle ilişkilerine de yansımaktadır. Toplumun bireylerin toplamından oluşmasına bağlı olarak, her bireyin toplumsal hayat ölçüsü sunan ayetler ile ilişkisi, toplum hayatında da doğrudan ortalama bir etki ortaya çıkarmaktadır. İslam, “birey-din” ilişkisini tanımlarken sadece bireyin özel, enfüsi dairesi ile sınırlı tutmamıştır. Sadece namaz ve oruç gibi mutat muamelatla yükümlü tutmamış, insanın sosyal bir varlık olduğunu göz ardı etmemiş, insanın diğer insanlarla ilişkilerine ilişkin bir zemin inşa etmiştir. Bir Müslüman’ı, bütün Müslümanlardan müteşekkil bir toplumun parçası olduğu gerçeğini insana, “İnkâr edenler de birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu (birbirinizle yardımlaşmayı) yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesâd olur.” (Enfal-73) ayeti ile ihtar etmiştir. Hucurat Suresi 10. ayette, “Müminler ancak kardeştirler; öyle ise o iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah’tan sakının ki merhamet olunasınız!” ifadeleri ile de ilan etmiştir. Yazının başlığında da yer verdiğimiz ayette de, “Muhakkak ki Allah, kendi yolunda sanki (kurşunla) kenetlenmiş bir binâ gibi, saf tutarak (omuz omuza) savaşanları sever.” (Saff, 4) buyrulmaktadır. Ayette “kurşunla kenetlenmiş sağlam yapı” anlamına gelen “Bünyan-ı Mersus” ifadesi geçmektedir. Müminlerin birbirleri ile yakınlıklarının ne ölçüde olmasının ölçüsü tasvir ve tarif edilmiştir. Bu ayetin lafzına muvafık bir ilişkinin oluşturulması, gereğinin yapılması durumunda Allah’ın sevgisine mazhar olunacağı da peşin bir mükâfat olarak müjdelenmiştir. Tarihin muhtelif dönemlerinde de mesela Çanakkale Savaşlarında Müminlerin büyük bir kahramanlık göstererek, mersusa mazhariyetleri söz konusu olmuştur. Birinci Dünya Savaşından sonra Devlet-i Aliyyenin yıkılması sadece fiziki, coğrafi bir dağılma ile sınırlı kalmamıştır. Aslında Devleti yıkılışa götüren süreç de yıkılıştan çok önce çözülme, ayrışma, dağılma ile başlamıştır. Bu dağılma ve ayrışma mersusu oluşturan, kenetlenmeyi sağlayan unsurların kısmen müminler mabeyninde başlamasıdır. Bu unsur ve çözülme bu süreçte fark edilmiş ve o dönem de gerek Sultan Abdülhamit gerekse dönemin fikir ve ilim adamları tarafından İttihad-ı İslam ekseninde yapılan çağrılarla dile getirilmiştir. Sonraki yüz yıl, Müslümanların artık mersus olamadıkları, ihtilaflarla derin ayrışmalara girdikleri bir dönem, yaşandı ve yaşanıyor. Bütün İslam Dünyası bunun faturasını hep beraber ödedi ve ödemeye devam etmektedir. Mersus olamamanın faturasını İran-Irak Savaşında, Irak’ın Kuveyt’i işgalinde, Irak’ın ABD tarafından işgalinde, Rusya’nın Afganistan işgalinde, ABD’nin Afganistan’a müdahalesinde, Filistin ve Mescid-i Aksa meselesinde, Gazze sahillerinde bombalanan çocuklarda, Yemen’de yaşanan karışıklarda, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da, Arap-İsrail savaşlarında, Dağlık Karabağ ve Bosna Hersek’te yaşanan soykırımlarda, Libya’ da, Sudan’da, Arakan’da, ve son olarak Suriye’de hemen hepsi ortalama bir ömür süren insanların son yarım yüzyıl içerisinde gözleri önünde olan hadiseler olarak kayıtlarda ve hafızalarda yer aldı. Birer kelime ile ifade edilen bir paragrafa sığdırılan bu hadiselerin her birinde binlerce, toplamda milyonlarca acı ve trajediye şahit olundu. Bu şahitliğimiz, bir mazhariyetten irtibatımızı kesişimizin serüveni olarak karşımıza çıktı. Kurşunla kenetlenmiş bir bina olmaya talip olunmadığı sürece, dün Bosna’da bugün Doğu Guta’da, yarın kim bilir bilad-ı İslam’ın hangi köşesinde çocuklar binaların sığınaklarında açlık ve korku ile ölümü bekleyecekler. Mersus olmak; Aylan bebeklerin sahillere vurmaması, Okyanus ötesi ülkelerinin uçak, gemi ve askerlerinin Ortadoğu’da varlıklarının son bulması, Suudi Arabistan’ın Katar’a musallat olmaması, Mısır’la Filistin arasında bir sınır kapısına ihtiyaç bulunmaması, Türkiye’nin terörle mücadelede yalnız bırakılmaması anlamına gelecektir. Bu külli değişimin ilk şartı mersus olmaktır. Mersus olmak, iman eden her bir insana düşen bir mükellefiyettir. Suriyeli göçmenlere kalben ne hissettiğimizin mersus olmakla doğrudan bir ilişkisi bulunmaktadır. Anadolu coğrafyası bu noktada takdire şayan bir performans sergilemiş, göç eden üç milyondan fazla insana kucak açarak mersus olabileceğini göstermiştir. Yüzyılı aşkın bir zaman diliminden sonra, yeniden mersus olma yolunda önemli bir gelişmeye daha şahit olmaktayız. Ortadoğu coğrafyasının önemli bir kısmını kasıp kavuran, tüm bölgeyi tehlikesi altına alan kitlesel terör hareketliliğini sona erdirmek amacıyla başlatılan Afrin operasyonu çerçevesinde oluşan birlik ve beraberlik ortamının kenetlenmiş bir bina yani mersus olma iradesine matuf olduğunu söylemek mümkündür. Âlem-i İslam’ın en önemli coğrafyalarından biri, Alem-i İslam’ın anahtarı olan Anadolu’ da sağlanan bu birliktelik ve ittifak ortamı, ittifak ve ittihat ortamının tüm İslam dünyasına sirayet edebileceği noktasında bir ümit kapısı açmaktadır.
صوڭسز موتلولق، اوڭسز اولاماز، او اولمازسه موتلولق اولماز ( مژده لر اولسون!) بو دنياده اولاشيلابيله جك اڭ بيوك مقام، اڭ يوكسك موقع، اللّٰهي طانيمق و بيلمكدر. اوني سومك اڭ پارلاق بر سعادت، اوڭا محبّت ايتمك اڭ طاتلي بر نعمتدر. صوڭسز موتلولق، اوڭسز اولاماز، او اولمازسه موتلولق اولماز. *** اي قلبي وحشت ايچنده أورپرن و اي روحي حزنه كرفتار اولان انسانلر! سزلره مژده لر اولسون! توم احتياجلريڭزي كيدره جك، بتون دشمانلريڭزڭ شرلرندن سزلري امين ايده جك بر خالقڭز، ربّڭز، معبوديڭز اولان حضرت الله وار. او حالده ؛ اونڭ رحمتنه صيغينڭ حزنلنمه يڭ! اونڭ قدرتنه طايانڭ، قورقمايڭ! *** اي شو دنيانڭ آغير يوكي آلتنده ازيلن روحلر! اي شو عالمڭ آجي و كدر يوكلي دره لرنده بوغولمق درجه سنه كلن قلبلر! سزلره مژده لر اولسون! الله بردر. باشقه قاپيلره مراجعت ايدوب يورولمايڭ، كيمسه نڭ أوڭنده اگيلوب ذلّته دوشمه يڭ، كيمسه نڭ آرقه سندن قوشوپ زحمت چكمه يڭ! چونكه شو كائناتڭ سلطاني بردر، هرشيئڭ آناختاري اونڭ ياننده ، هر شيئڭ ديزكيني اونڭ النده در؛ هرشي اونڭ امريله حل ايديلير. او حالده ؛ اوني بولڭ، اوڭا صيغينڭ، حياتڭ آغير يوكندن قورتولڭ! *** اي حضوره و سروره ايريشمك ايسته ين كوڭللر و اي فرحه و نشئه يه قاووشمق ايسته ين ديللر! سزلره مژده لر اولسون! هيچ بر مانع اولمادن، كيمسه نڭ مداخله سنه معروض قالمادن، بتون احتياجلريڭزي هر زمان و هر يرده پرده سز بر شكلده الله تعالي يه ارض ايده بيليرسڭز. بتون احتياجلريڭزه جواب ويره جك رحمت خزينه لري بتون آرزولريڭزي تطمين ايده جك سعادت دفينه لري اونڭ النده در. او حالده ؛ يالڭز اوندن ايسته يڭ، يالڭز اوڭا يوڭلڭ، صوڭسز سعادته و نهايتسز حضوره ایرڭ! *** اي شو دنياده صاحب اولامديغي و اولاماياجغي شيلر حقّنده كنديني بيهوده يوران انسانلر! و اي پشندن قوشوب يتيشه مديگي شيلرڭ الميله متأثر اولان جانلر! سزلره مژده لر اولسون! شو پشندن قوشديغڭز پريشان دنيا و سووب علاقه دار اولديغڭز فاني اشيا بر قدیر رحيمڭ ملكيدر. سز و أوزرنده ياشاديغڭز شو زمينڭ صاحبي حضرت اللّٰهدر. ملكي صاحبنه تسليم ايديڭز. او ملكڭ آغير يوكني سز چكمزسڭز. بلالردن صاقينوب، احتياجلريڭزي يرينه كتيره مزسڭز. او حالده ؛ بيهوده اضطرابه دوشوب عذاب چكمه يڭ! او مالك، هم قدیردر، هم رحيمدر؛ قدرتنه طايانڭ، رحمتنه صيغينڭ هر تورلي جفادن و كدردن قورتولڭ! *** اي نعمتلر المدن چيقدي دييه أوزولن و اي لذتلرڭ فناسيله فرياد ايدن انسانلر! سزلره مژده لر اولسون! نعمتلرڭ زوالندن الم چكميڭ. چونكه رحمت خزينه سي توكنمز. و لذتلرڭ فناسني دوشونوب، فرياد ايتمه يڭ. چونكه رحمت خزينه سي بيتمز. نعمتلرده كي لذتڭ دائمي و زياده اولمه سني ايسترسه ڭز، او حالده ؛ نعمتلري ويرن ذاته حمد و شكر ايديڭز. *** اي دنيايه كليشندن پیشمانلق كوسترن، و اي ضعيف اوموزينه حياتڭ آغير يوكني يوكله يوب آلتنده ازيلن انسانلر! سزلره مژده لر اولسون! حياتڭ فناسني دوشونوب، حزنه دوشمه يڭ. يالڭز دنيوي، اهمّيتسز ميوه لره باقوب دنيايه كليشڭزدن پشيمانلق كوسترمه يڭ. حياتي ويرن و او حياتي دوام ايتديرن جناب حقدر. او حالده ؛ سزلري يوقلق قراڭلغندن چيقاروب، حيات نعمتيله تاجلانديران، جنّت ميوه سيله نورلانديران، كريم و رحيم اولان خالقڭزي، ربّڭزي دوشونڭ. وظيفه ڭزي استقامتله ياپوب ممنون اولڭ. مكافاتڭزي دوشونمكله مسرور اولڭ. اي ئولومڭ آجي يوزيني كوروب فرياد ايدن انسانلر! سزلره مژده لر اولسون! موت اعدام و فنا دگل، تبديل مكاندر. هيچلك و يوقلق دگل، سعادت ابديه طرفنه بر سياحتدر. اصل وطنمز اولان آخرته طوغري بر يولجيلقدر. او حالده ؛ ئولوم آيريلق و آجي بر صوڭ دگل، سوديگمز انسانلره قاووشمق ايچون بر وسيله در. *** اي سوديگي و محبّت ايتديگي هيچ بر شيئي النده طوتمه يه كوجي يتمه ين، و اي دوستلرندن آيريلغڭ آجيلرينه طايانامايان كوڭللر! سزلره مژده لر اولسون! آيريلق آجيلريڭزي خفيفلته جك، فراق ياره لريڭزه مرهم سوره جك، سزي چوق سون و سويلن باقي بر سوكيلڭز وار. مادام او وار و باقیدر، باشقه لري نه اولورسه اولسون مراق چكميڭز! سزڭ، سوديگڭز شيلرده آراديغڭز توم كوزللكلرڭ، منبعي اونده در. او حالده ؛ سودكلريڭزي غائب ايتمك و ييتيرمك سزلري اينجيتمه سين. مادام او وار، هرشي وار. آيريلق يوق، قاووشمق وار. فراق يوق، وصلت وار. هجران يوق، بولوشمق وار، اولاشمق وار، چاره وار، دوا وار، آخرت وار، جنّت وار، هرشي وار. مادام او وار، هر شي وار. *** اي شو دنيادن كوچركن فاني عالمده بيراقديغي اشيايه أوزولن، غيرت و چاليشمه لرينڭ بوشه كيتديگنه كدرلنن انسانلر! سزلره مژده لر اولسون! صاقين مزارستانه كوچديگڭز زمان، مالللريمز خراب اولدي، چاليشمه لريمز هبا اولدي دييه دوشونمه يڭز، فرياد ايدوب اميدسزلگه دوشمه يڭز. هر عملڭزي يازان، هر خدمتڭزي قيد ايدن، هر خير النده و هر خيرڭ مكافاتي كندي قاتنده اولان بر مولاي كريمڭز وار. او حالده ؛ بو دنياده چكديگڭز زحمتلره و مشقّتلره أوزولمه يڭ! زيرا پك زياده سيله مكافاتڭزي آلاجقسڭز. زحمتڭز رحمته انقلاب ايده جك، مشقّتڭز مكافاتله نتيجه لنه جكدر. *** اي بو دنياده وظيفه سني حقّيله ياپان و اي عبادتنى دقّتله ايفا ايدن اهل ايمان! سزلره مژده لر اولسون! ياپديغڭز خدمت و ايتديگڭز عبوديت بوش بوشنه كيتميه جكدر. شو فاني دنياڭزه بدل، باقي بر جنّت سزلري بكلييور. وعدي حق اولان، قدرتي صوڭسز اولان ربّڭز، سزڭ ايچون بر مكافات يري حاضرلامشدر. او حالده ؛ آدم باباڭزڭ اصل مملكتي اولان جنّت، اي اهل ايمان سزلري بكله مكده در. *** اي فنادن صييريلان، اي يوقلق قراڭلقلرندن قورتولان، اي هيچلك دره لرندن چيقان، اي بقايه و دائمي وجوده مظهر اولان، اي عالم نور اولان جنّته نامزد اولان انسانلر! سزلره بتون مژده لرڭ فوقنده مژده لر اولسون! دنيايي آخرتڭ تارله سي اولارق كورن، وظيفه سني يرينه كتيروب، خدمتنى ايفا ايدن اهل ايمان سزلره مژده لر اولسون! مولاي كريمڭزه قاووشاجقسڭز. سببلرڭ غفلت ويرن صيقينتيلرندن، واسطه لرڭ قويو قراڭلق پرده لرندن قورتولوب رحمن و رحيم اولان، معبوديڭز، خالقڭز، ربّڭز، سيّديڭز و مالكڭز اولان حضرت اللّٰهه قاووشاجقسڭز. بر ساعتي بيڭ سنه لك جنّت حياتندن داها پارلاق و شيرين اولان جمال اللّٰه ايله مشرّف اولاجقسڭز. او حالده ؛ اوڭي دوشونڭ موتلو اولڭ. او حالده اوني دوشونڭ صوڭسز موتلولغي بولڭ. (MÜJDELER OLSUN!) Bu dünyada ulaşılabilecek en büyük makam, en yüksek mevki, Allah’ı tanımak ve bilmektir. Onu sevmek en parlak bir saadet, ona muhabbet etmek en tatlı bir nimettir. Sonsuz mutluluk, O’nsuz olamaz, O olmazsa mutluluk olmaz. *** Ey kalbi vahşet içinde ürperen ve ey ruhu hüzne giriftar olan insanlar! Sizlere müjdeler olsun! Tüm ihtiyaçlarınızı giderecek, bütün düşmanlarınızın şerlerinden sizleri emin edecek bir Halıkınız, Rabbiniz, Mabudunuz olan Hz. Allah var. O halde; onun rahmetine sığının hüzünlenmeyin! Onun kudretine dayanın, korkmayın! *** Ey şu dünyanın ağır yükü altında ezilen ruhlar! Ey şu alemin acı ve keder yüklü derelerinde boğulmak derecesine gelen kalpler! Sizlere müjdeler olsun! Allah birdir. Başka kapılara müracaat edip yorulmayın, kimsenin önünde eğilip zillete düşmeyin, kimsenin arkasından koşup zahmet çekmeyin! Çünkü şu Kainatın Sultanı birdir, herşeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir; herşey onun emriyle halledilir. O halde; onu bulun, ona sığının, hayatın ağır yükünden kurtulun! *** Ey huzura ve sürura erişmek isteyen gönüller ve ey feraha ve neşeye kavuşmak isteyen diller! Sizlere müjdeler olsun! Hiç bir mani olmadan, kimsenin müdahalesine maruz kalmadan, bütün ihtiyaçlarınızı her zaman ve her yerde perdesiz bir şekilde Allah Teâlaya arzedebilirsiniz. Bütün ihtiyaçlarınıza cevap verecek rahmet hazineleri bütün arzularınızı tatmin edecek saadet defineleri onun elindedir. O halde; yalnız ondan isteyin, yalnız ona yönelin, sonsuz saadete ve nihayetsiz huzura erin! *** Ey şu dünyada sahip ol(a)madığı ve ol(a)mayacağı şeyler hakkında kendini beyhude yoran insanlar! ve ey peşinden koşup yetiş(e)mediği şeylerin elemiyle müteessir olan canlar! Sizlere müjdeler olsun! Şu peşinden koştuğunuz perişan dünya ve sevip alakadar olduğunuz fani eşya bir Kadîr-i Rahimin mülküdür. Siz ve üzerinde yaşadığınız şu zeminin sahibi Hz. Allah’tır. Mülkü sahibine teslim ediniz. O mülkün ağır yükünü siz çekemezsiniz. Belalardan sakınıp, ihtiyaçlarınızı yerine getiremezsiniz. O halde; beyhude ızdıraba düşüp azab çekmeyin! O Mâlik, hem Kadîr'dir, hem Rahîm'dir; kudretine dayanın, rahmetine sığının her türlü cefadan ve kederden kurtulun! *** Ey nimetler elimden çıktı diye üzülen ve ey lezzetlerin fenasıyla feryad eden insanlar! Sizlere müjdeler olsun! Nimetlerin zevalinden elem çekmeyin. Çünkü rahmet hazinesi tükenmez. Ve lezzetlerin fenasını düşünüp, feryad etmeyin. Çünkü rahmet hazinesi bitmez. Nimetlerdeki lezzetin daimi ve ziyade olmasını isterseniz, o halde; nimetleri veren zata hamd ve şükür ediniz. *** Ey dünyaya gelişinden pişmanlık gösteren, ve ey zayıf omzuna hayatın ağır yükünü yükleyip altında ezilen insanlar! Sizlere müjdeler olsun! Hayatın fenasını düşünüp, hüzne düşmeyin.Yalnız dünyevî, ehemmiyetsiz meyvelere bakıp dünyaya gelişinizden pişmanlık göstermeyin. Hayatı veren ve o hayatı devam ettiren Cenab-ı Hak’tır. O halde; sizleri yokluk karanlığından çıkarıp, hayat nimetiyle taçlandıran, cennet meyvesiyle nurlandıran, Kerim ve Rahîm olan Halıkınızı, Rabbinizi düşünün. Vazifenizi istikametle yapıp memnun olun. Mükafatınızı düşünmekle mesrur olun. Ey ölümün acı yüzünü görüp feryad eden insanlar! Sizlere müjdeler olsun! Mevt idam ve fena değil, tebdil-i mekândır. Hiçlik ve yokluk değil, saadet-i ebediye tarafına bir seyahattır. Asıl vatanımız olan ahirete doğru bir yolculuktur. O halde; ölüm ayrılık ve acı bir son değil, sevdiğimiz insanlara kavuşmak için bir vesiledir. *** Ey sevdiği ve muhabbet ettiği hiç bir şeyi elinde tutmaya gücü yetmeyen, ve ey dostlarından ayrılığın acılarına dayanamayan gönüller! Sizlere müjdeler olsun! Ayrılık acılarınızı hafifletecek, firak yaralarınıza merhem sürecek, sizi çok seven ve sevilen Bâkî bir sevgiliniz var. Madem o var ve Bâki'dir, başkaları ne olursa olsun merak çekmeyiniz! Sizin, sevdiğiniz şeylerde aradığınız tüm güzelliklerin, menbaı ondadır. O halde; sevdiklerinizi kaybetmek ve yitirmek sizleri incitmesin. Madem o var, herşey var. Ayrılık yok, kavuşmak var. Firak yok, vuslat var. Hicran yok, buluşmak var, ulaşmak var, çare var, deva var, ahiret var, cennet var, herşey var. MADEM O VAR, HER ŞEY VAR. *** Ey şu dünyadan göçerken fani alemde bıraktığı eşyaya üzülen, gayret ve çalışmalarının boşa gitttiğine kederlenen insanlar! Sizlere müjdeler olsun! Sakın mezaristana göçtüğünüz zaman, malllarımız harap oldu, çalışmalarımız heba oldu diye düşünmeyiniz, feryad edip ümidsizliğe düşmeyiniz. Her amelinizi yazan, her hizmetinizi kaydeden, her hayır elinde ve her hayrın mukafatı kendi katında olan bir Mevlâ-yı Keriminiz var. O halde; bu dünyada çektiğiniz zahmetlere ve meşakkatlere üzülmeyin! Zira pek ziyadesiyle mükafatınızı alacaksınız. Zahmetiniz rahmete inkılab edecek, meşakketiniz mükafatla netilenecektir. *** Ey bu dünyada vazifesini hakkıyla yapan ve ey ibadetini dikkatle îfa edn ehl-i iman! Sizlere müjdeler olsun! Yaptığınız hizmet ve ettiğiniz ubudiyet boşu boşuna gitmeyecektir. Şu fâni dünyanıza bedel, bâki bir Cennet sizleri bekliyor. Va’di hak olan, kudreti sonsuz olan Rabbiniz, sizin için bir mükafat yeri hazırlamıştır. O halde; Âdem babanızın asıl memleketi olan cennet, ey ehl-i iman sizleri beklemektedir. *** Ey fenadan sıyrılan, ey yokluk karanlıklarından kurtulan, ey hiçlik derelerinden çıkan, ey bekaya ve daimi vucuda mazhar olan, ey alem-i nur olan cennete namzet olan insanlar! Sizlere bütün müjdelerin fevkinde müjdeler olsun! Dünyayı ahiretin tarlası olarak gören, vazifesini yerine getirip, hizmetini ifa eden ehl-i iman sizlere müjdeler olsun! Mevla-yı Keriminize kavuşacaksınız. Sebeplerin gaflet veren sıkıntılarından, vasıtaların koyu karanlık perdelerinden kurtulup Rahman ve rahim olan, Mabudunuz, Hâlıkınız, Rabbiniz, Seyyidiniz ve Mâlikiniz olan Hz. Allah’a kavuşacaksınız. Bir saati bin senelik cennet hayatından daha parlak ve şirin olan Cemalullah ile müşerref olacaksınız. O halde; O’nu düşünün mutlu olun. O halde O’nu düşünün sonsuz mutluluğu bulun.
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm). Allah’ın (cc) ahlâkıyla ahlaklanmış, yürüyen Kur’ân ve fahr-i kâinât olan Peygamber Efendimiz’in (asm) yaşantısı, bizim için nümûne-i imtisal ve örnek alınacak yegâne hayat tarzıdır. O’nun (asm) sözlerinden ve fiillerinden oluşan Sünnet-i Seniyyesi, hayatımızı üzerine bina edeceğimiz temel taşlarımızdır. Bir arı doğduktan birkaç dakika sonra uçmaya başlar. Bal üretimini ona kimse öğretmez. O zaten yapacağı her şeyi bilerek dünyaya gönderilir. Onun gibi birçok hayvan da hayatları boyunca yapacaklarını bilerek doğarlar, herhangi bir okula gitmezler. Ama insanlar öyle değildir. Doğumdan itibaren öğrenmeye başlarlar. Sadece yürümeyi öğrenmeleri bir senelerini alır. İki yaşında yarım yamalak konuşmaya başlar insanoğlu. Eğitim alabilmesi için 5-6 yaşlarına kadar gelmesi gerekir. Kısacası insan, yaşayabilmek için kendisinden yaşça büyük insanları taklit etmek zorundadır. Onlardan nasıl yaşanacağını öğrenmek zorundadır. İşte bu sebeple Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “taallümle tekemmül”dür insanın bu dünyadaki vaziyeti. Yani öğrenerek gelişiriz ve tecrübelerle ilerleriz. İlk öğretmenimiz annemizdir. Daha sonra babamız, dayımız, halamız ve diğer büyüklerimizden öğreniriz birçok malumatı. Yaşımız ilerledikçe okula başlarız ve öğretmenlerimiz olur. Öğrenmek için kimi zaman da kendimiz okur, dinler ya da gözlemleriz. Ancak bütün öğretmenlerin, muallimlerin, alimlerin ve bilgelerin üstünde, bütün iyiliklerin ve güzelliklerin kaynağı olan bir zat vardır: Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm). Allah’ın (cc) ahlâkıyla ahlaklanmış, yürüyen Kur’ân ve fahr-i kâinât olan Peygamber Efendimiz’in (asm) yaşantısı, bizim için nümûne-i imtisal ve örnek alınacak yegâne hayat tarzıdır. O’nun (asm) sözlerinden ve fiillerinden oluşan Sünnet-i Seniyyesi, hayatımızı üzerine bina edeceğimiz temel taşlarımızdır. İşte bu Sünnet-i Seniyye’den birkaç numune: O’nun (asm) yürüyüş tarzı Peygamber Efendimiz (asm), yürürken ayaklarını sürümezler, adımlarını atarken yerden sertçe kaldırırlardı. Hareket hâlinde iken sağa sola sallanmazlar, inişli yokuşlu engebeli bir arazide yürürcesine hafifçe önlerine eğilirlerdi. Dimdik durup göğüslerini kabartarak yürümedikleri gibi, koşar adımlarla yürürcesine hızlı da yürümezlerdi. Fakat Allah’ın kendilerine bir lütfu olarak, uzun mesafeleri kısa zamanda kat ederlerdi. (Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, s. 181) Yemekten önce ve sonra elleri yıkamak Peygamber Efendimiz (asm), yemekten önce ellerimizi yıkamamızı tavsiye etmiştir. Velev ki, elimiz temiz olsa bile bu sünnete uymak Allah’ın bize gönderdiği nimetlerine karşı bir saygıyı da ifade ediyor. Yani yemekten önce elimizi yıkamamız için elimizin kirli olması gerekmiyor. Yemekten sonra ellerimizi yıkamamız gerektiği ile ilgili olarak da Resûlullah (asm) şöyle buyurmuşlardır: “Elindeki yemek bulaşığını yıkamadan yatan kimse, şayet gece başına bir musibet gelirse, bu durumda, kabahati başkasında değil, bizzat kendisinde arasın.” (Buharî, El-Edebü’l-Müfred, Nu: 1219-1220; Ebû Davud, Sünen III, Nu: 3852) Resûlullah’ın (asm) yediği meyveler Câbir bin Abdullah (ra) anlatıyor: Biz bir grup arkadaş Peygamber Efendimiz (asm) ile birlikte, Mekke yakınlarındaki Merrizzahran Vadisinde dolaşırken, Erak denilen misvak ağacının Kebas adı verilen meyvesinden topladık. Bu sırada Peygamber Efendimiz (asm) bize: “Bunların siyahlaşanlarını yemenizi tavsiye ederim; siyahları çok hoş ve lezzetli olur.” dediler. “Siz, hiç koyun güdüp çobanlık yaptınız mı ya Resûlallah (asm)?” diye sorduk. “Evet. Hiç koyun çobanlığı yapmamış olan bir Peygamber var mı ki!” buyurdular. (Buharî, El-Cami’us-Sahih, IV 130, VI 213) Talha bin Ubeydullah (ra) anlatıyor: Bir gün Resûlullah’ın (asm) ziyaretlerine gitmiştim. Huzurlarına girdiğimde elinde bir ayva bulunuyordu. Bana: “Yâ Talha, buyur ye. Zira ayva, kalbi takviye eder, gönlü hoş tutar” buyurdular. (İbn-i Mace, Sünen II, Nu: 3369) Hz. Aişe (ra) validemiz anlatıyor: Peygamber Efendimiz (asm), kavun-karpuzla hurmayı birlikte yer ve şöyle buyururlardı: “Bunun hararetini bunun serinliği ile bunun soğukluğunu da bunun sıcaklığı ile kırarız, dengeleriz.” (Ebu Davud, Sünen III, Nu: 3836) Abdullah bin Cafer (ra) anlatıyor: “Peygamber Efendimiz (asm), salatalığı taze hurma ile birlikte yerdi.” O’nun (asm) güleryüzlülüğü Abdullah bin Hâris (ra) demiştir ki: “Resûlullah (asm) Efendimiz kadar çok tebessüm eden, yani O’nun (asm) gibi güleç yüzlü bir kimse daha görmedim.” Cerîr bin Abdullah (ra) anlatıyor: “Müslüman olduğum andan itibaren, Fahr-i Kâinât Efendimiz (asm), beni hiçbir isteğimden mahrum etmemiş (geç Müslüman oluşumun mahcubiyetini hissettirmemiş) ve beni nerede görseler gülümsemişlerdir.” O’nun (asm) şakaları Peygamber Efendimiz (asm) ashabıyla sohbet ettiği bir gün: “Arkadaşınla ağız kavgası yapma; ona şaka da yapma; bir söz verip tutmamazlık da etme!” buyurunca, ashâb: “Ama ya Resûlallah (asm), siz de şaka yapıyorsunuz!” dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm): “Evet, ben de şaka yaparım; fakat ben (şaka yaparken bile) sadece hakikati söylerim.” (Buharî, El-Edebü’l-Müfred, Nu: 394-265; Tirmizî, Sünen IV, Nu: 1995-1990) Medîne çevresindeki çöl sakinleri arasında Zâhir adında birisi vardı. Ashâb-ı Kirâm’dan olan bu zât, oldukça fakir ve kimsenin iltifat etmeyeceği ölçüde de çirkindi. Zaman zaman, kendi yetiştirdiği mahsuller ile çevreden sağladığı çöl ürünlerini satmak üzere Medine pazarına inerdi. Her gelişinde de, aksatmadan Peygamber Efendimizi (asm) ziyaret eder ve çam sakızı çoban armağanı cinsinden hediyesini hiç eksik etmezdi. Peygamber Efendimiz (asm) de, dönüşünde, şehirde bulunan hediyelerle onu donatıp: “Zahir, bizim çölümüz; biz de, onun şehriyiz.” diyerek onun gönlünü alıp uğurlardı. İşte adı geçen bu Zahir, günlerden bir gün, Medine pazarında, çölden getirdiği malları satma çabasında iken, onun saf ve sevimli hâlini geriden takip eden Peygamberimiz (asm), sessizce arka tarafından gelerek Zahir’i kucaklar ve elleriyle gözünü kapar. Zahir, durumun farkında değildir: “Gözümü kapayan kimse, bıraksın!” diyerek, tutan eli çözmeğe çalışır. Bir ara göz ucuyla fark eder ki, arkasından kucaklayıp gözünü kapayan kimse, Resûlullah’ın (asm) ta kendisidir. Böylece neşesi artan Zahir, bu defa da tam aksine, Resûlullah’ın (asm) göğsüne sıkı sıkıya yaslanmaya çalışmakta, O’ndan (asm) hiç ayrılmak istememektedir. Zahir’in bu hâlinden son derece hoşlanan Peygamber Efendimiz (asm), şakasına bir yenisini daha ekleyerek, köle hüviyetinde onu satılığa çıkarmıştır: “Bu köle satılıktır; almak isteyen var mı?” diye yüksek sesle ünlemeye başlayınca; Zahir, boynu bükük ve hüzünlü bir tavır ile: “Ya Resûlallah! Benim gibi değersiz bir köleye, vallâhi kuruş veren olmaz!” der. Şakasının tam hedefe ulaştığını gören Peygamber Efendimiz (asm), esas nükteyi yerine oturtur: “Hayır ya Zahir! Sen, Allah katında hiç de değersiz değilsin. Sen, nezd-i İlâhîde son derece kıymetli ve pahalısın.” (Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, Sayfa 309; İbn Abdülberr, El-İsti’âb I, 575; İbn’ül-Esîr, Üsd’ül-Ğâhe II, 193; İbn Hacer, El-İsâbe I, 542) O’nun (asm) tevazuu Bir gün Hz. Ömer (ra), Resûlullah’ın (asm) ziyaretine gelir. Geldiğinde Peygamber Efendimiz’i (asm) bir hasır üzerine biraz uzanmış ve hasırın vücudunda iz bırakmış olduğunu görür. Bu manzara karşısında hüzünlenir ve gözlerinden yaşlar akmaya başlar. Peygamber Efendimiz (asm): “Ne ağlıyorsun, ya Ömer?” diye sorduklarında; “Ya Resûlallah! Sizin bu sade yaşayışınızı görünce; altın tahtı üzerinde oturup; ipekler, ibrişimler, atlaslar ve kadifeler içinde hayat süren Sasani ve Roma krallarını hatırladım da!” demesi üzerine; “Ağlama ya Ömer, ağlamaya değmez. Dünya nimetleri onların, ahiret saadetinin de bizim olmasına razı değil misin? Eğer ben, altın dağlarının hareket edip gelmelerini istesem, onlar arkamdan koşarak gelirler. Şayet dünyanın, Allah katında, sinek kanadı kadar bir değeri olsaydı ondan, kâfire zırnık bile koklatmazdı!” buyurmuşlardır. (İbn Sa‘d, Tabakât I, 466; Buhârî, el-Câmi'us-Sahîh VI, 70; Tecrîd Tercemesi XI, 244) Müminlerin annelerinden Hz. Hafsa’ya (ra); “Resûlullah (asm) sizin evde kaldığı zaman nasıl bir yatakta yatardı?” şeklinde bir soru yöneltildiğinde, şu cevabı vermiştir: “Yünden dokunmuş kalın bir battaniyeyi iki kat yapıp altlarına sererdik. Onun üzerinde uyurlardı. Bir gece, kendi kendime, şunu dörde katlasam daha yumuşak olur ve böylece daha iyi istirahat etmiş olurlar; diye düşündüm. Bu maksatla battaniyeyi dörde katlayarak serdim. Ne var ki, sabahleyin kalktıklarında: “Bu gece benim altıma ne serdiniz?” diye hayretle sordular. “Eski döşeğinizi ya Resûlallah. Ancak, daha yumuşak olsun da rahat uyuyasınız diye dörde katlayarak serdik, o kadar!” dedikse de; “Siz, benim döşeğimi yine eski hâline getirin. Zira yumuşaklığın verdiği rehavet, gece namaza kalkmama mâni oldu!” buyurdular.
Istılah anlamı olarak sünnet, Peygamber Efendimize (sav) nisbet edilen söz, fiil ve takrirlerin tümüdür. Takrir ise Allah Resulünün (sav) yapıldığını gördüğü bir şeye karşı sükût edip reddetmemesi demektir. Sünnetin Tanımı ve Ehemmiyeti Sünnet; sözlükte tutulan, benimsenen yol, âdet1, tabiat, yaratılış, huy, hüküm, emir ve nehiyden oluşan yol anlamına gelmektedir. Istılah anlamı olarak sünnet, Peygamber Efendimize (sav) nisbet edilen söz, fiil ve takrirlerin tümüdür. Takrir ise Allah Resulünün (sav) yapıldığını gördüğü bir şeye karşı sükût edip reddetmemesi demektir.2 Resulullah (sav)’in sünneti Kur’an’dan sonra en önemli kaynaktır. İslam dininde örnek alınacak model şahıs Peygamber Efendimiz (sav), model toplum ise sahabe cemaatidir.3 Peygamber Efendimiz (sav)’in hayatı tamamen Kur’an merkezlidir. Her halinde, her sözünde ve her fiilinde Kur’an’ı esas almış ve onun hükümlerine göre hareket etmiştir. Cenab-ı Hak bu hakikate Necm Suresindeki şu ayetleriyle işaret etmektedir: “O, nefsinin arzusundan konuşmuyor! O (söyledikleri) bildirilen vahiyden başka bir şey değildir”4 Allah Teâlâ Sevgili Habibine (sav) tabi olmamızı emretmiştir. Cenab-ı Hak bu hususu şu ayetiyle açıkça bildirmiştir: “Ey iman edenler! Allah’a ve Resulüne itaat edin ve siz (Kur’ an’ı) işitip durduğunuz halde ondan yüz çevirmeyin!”5 Sevgili Peygamberimiz (sav), Allah’ın kitabını hayatının merkezine koyarken; Kur’an da insanların hayatının merkezine Allah’ın Resulünü (sav) ve sünnetini koymuştur. Bu hususu şu ayet-i kerime açıkça göstermektedir: “(Habibim ya Muhammed!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız o halde bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin”6 Sünnet-i Seniyyeye tabi olmak doğrudan doğruya Resul-i Ekrem (asm)’ı hatıra getirir. En küçük bir muamelede hatta yeme, içme ve yatma adabına varıncaya kadar her meselede Allah’ın Resulünü (sav) taklid etmek onu bize rehber olarak gönderen Yüce Rabbimizi hatırlatır. Onun huzurunda olduğumuzu hissettirir. Bu suretle en basit işlerimiz, adetlerimiz bile ibadet hükmüne geçer.7 Resulullah (sav) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur; “Bana (Allah tarafından) kitap (Kur’ an) verildi ve onunla birlikte bir misli (sünnet) de verildi. Çok geçmez, koltuğu üzerinde, karnı tok birisi; ‘Sizin için bu Kur’an yeter, onda neyi helal bulduysanız, onu helal kabul edin, neyi de haram bulduysanız, onu haram kabul edin’ diyecek (ve hadislerimi inkâr edecek).”8 Sünnet-i Seniyye, Kur’an’ın hayata tatbiki olduğundan bizim için bir istikamet vesilesidir. Peygamber Efendimiz (asm) on binlerce sahabenin huzurunda okuduğu veda hutbesinde bunu şöyle ilan etmiştir: “Ey müminler! Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler: Allah’ın kitabı Kur’ an-ı Kerim ve Peygamberinin sünnetidir.”9 Hz. Peygamber (sav) beşeriyet için numune, örnek bir insandır. Ona uyanlar aslında Kur’ an’a uymuş olurlar. Bunu ifade eden bir kısım ayetler de şöyledir: “Kim Peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.”10 “Allah’a ve Peygambere itaat ediniz ki size merhamet edilsin”11 “And olsun ki sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Resulünde güzel bir örnek vardır.”12 Sünnetin Dört Fonksiyonu Muhaddislerin de içinde bulunduğu ulema arasında hüsn-i kabul görmüş tasnife göre sünnetin, Kur’ân-ı Kerîm’le alakalı başlıca dört fonksiyon icra ettiği kabul edilir. Bunlar: Te’kîd, tefsîr, teşrî ve tatbîktir. 1) Te’kid ve te’yid: Kur’an’da zikredilen bir hüküm ve muhtevayı aynı veya benzer manaya gelen ifadelerle vurgulamaktır. Mesela Kur’an, “Birbirinizin mallarını haksız şekilde yemeyin!”13 talimatını verir. Resûl-i Ekrem de (asm) “Hiçbir Müslümanın malı, kendi gönül rızası olmadan helâl olmaz”14 buyurarak ilgili ayeti te’kid etmiştir. Yine Cenab-ı Hak, “Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faizi yemeyin!”15 buyurmuş; Allah Resulü de (sav) bu ayeti, “Bir dinarı iki dinara, bir dirhemi de iki dirheme satmayın!”16 sözüyle te’yid etmiştir. 2) Tefsîr ve tebyîn: Sünnetin, Kur’an’da geçen bir hükmü ihtiyaca binaen açıklaması demektir. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerin tatbik şeklini açıklayan hadisler, sünnetin bu vazifesini gösterir. Zaten, sünnetin fonksiyonu daha çok tefsir ve tebyin alanında göze çarpmaktadır. İmam-ı A’zam Ebu Hanife Hazretlerinin (ö.150/767) “Eğer sünnet olmasaydı, hiçbirimiz Kur’an’ı anlamazdık!” şeklindeki sözü, Kur’an’ı doğru anlamak için sünnetin olmazsa olmaz bir şart olduğunu açıkça ifade etmektedir. Sünnet, Kur’an’dan sonra biz Müslümanların müracaat ettiği ikinci büyük kaynaktır. Allah, Hz. Peygamber (sav)’i Kur’an’ı tebliğ ve açıklamakla görevlendirmiştir. O halde sünnet, Kur’ an’ın açıklaması itibariyle ikinci derecede öneme sahiptir. Sünnetin bu yönüne delil teşkil eden pek çok rivayet vardır. Misal olarak, Hz. Peygamber (asm), Muaz bin Cebel’i (ra) Yemen’e vali olarak gönderirken aralarında geçen konuşmada, karşılaştığı bir problemin çözümünde önce Allah’ın kitabına, onda bulamazsa sünnete, onda da bulunmazsa kendi içtihadına göre hareket edeceğini söylemiş, Peygamberimiz de bu yöntemi tasdik etmişti. Hz. Ömer (ra) ise, Kadı Şureyh’e yazdığı mektubunda şöyle demiştir: “Sana bir durum geldiği zaman Allah’ın kitabına göre hükmet. Eğer Allah’ın kitabında hükmü olmayan bir durum karşına çıkarsa Resulullah’ın verdiği hükümle hükmet.”17 3) Teşrî: Kur’an’ın hiç bahsetmediği, herhangi bir hüküm koymadığı bir mevzuda “sünnetin hüküm koyması” demektir. Mesela; nineye düşecek miras, alkollü içki kullanana verilecek ceza, yırtıcı hayvanların, karga ve şahin gibi tırnaklı kuşların etlerinin haram olması gibi hükümler, bizzat sünnet tarafından belirtilir. Hâlbuki bu mevzuların hiçbirisi Kur’an’da yer almaz.18 Sünnet Kur’an’da zikredilmeyen konularda hüküm koymaktadır. Mesela: Yaşlı bir kadın Hz. Ebu Bekir’e (ra) gelerek torunundan kalan maldan miras almak istediğini söyleyince, Hz. Ebu Bekir (ra), “Kur’an’da ninelere torunlarının mirasından hisse verileceğine dair bir ayet bilmiyorum. Hz. Peygamberin de (asm) buna dair bir şey buyurduklarından haberim yok” diye cevap verdi. Sonra bu konuyu yanında bulunanlara sordu. Sahabeden Muğire bin Şube ayağa kalkıp, “Hz. Peygamber nineye 1/6 hisse verirdi” dedi. Diğer bir sahabi Muhammed bin Mesleme de aynı şeyi söyleyince, Hz. Ebu Bekir kadına torununun mirasından 1/6 hisse verdi. Esasen Resûlullah (sav)’in, Kur’ an’ın umumî prensipleri ışığında bir şeyin helâl-haram olup olmadığını söyleme salâhiyeti yine Kur’an’ın şu açık beyanına dayanır: وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ “(O Peygamber) onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri ise üzerlerine haram kılar”19 Diğer bir ayette ise: وَمَا آ تَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا “Peygamber size neyi getirmişse onu alın, size neyi yasaklamışsa ondan kaçının”20 buyurulmaktadır. Kur’ân’da bulunan bu ve benzeri deliller göstermektedir ki, Hazreti Peygamberin emrettiği yahut yasak ettiği her şey, hüküm itibariyle Kur’an’ın getirdiklerine dâhildir.21 Asr-ı saadette sahabelere namazın nasıl kılınacağını Hazret-i Peygamber (sav) öğrettiği gibi, bazı hususî tasarruflarda da bulunmuştur. Örnek olarak Âlem-i İslam’ın en acib harbi olan Bedir harbini gösterebiliriz: Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselam Bedir’de müşriklerle cihad ederken, mücahidlerin ikişer rekât cemaatle namaz kılmalarını emretmiştir. Önce sahabelerin yarısı cemaate dâhil olup diğer mücahidler savaşa devam etmiş, sonra düşmanla cenk eden sahabeler silah bırakıp namaza katılmış, önceki grup nöbeti devralıp savaşmaya devam etmiştir. Cemaat hayrı sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek (savaş gibi) en büyük bir dünyevî hadiseye tercih edilmiş.22 4) Tatbik: Sevgili Peygamberimizin (sav), Kur’an’ın hükümlerini hayata geçirmesi, uygulamasıdır. Mesela dua hususunda yine Kur’an’da geçtiği şekliyle23 şöyle dua etmiştir: “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru!”24 Âmin. Peygamberimiz (asm), dost ve düşmanın tasdikiyle insanların en mükemmeli, güzel ahlak esaslarında en ileride olanıdır. On dört asrı faziletiyle ışıklandıran, her bir hareketi ile “Beşeriyetin Üstadı” unvanına layık en seçkin şahsiyettir. Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de “Muhakkak ki sen, gerçekten yüce bir ahlak üzeresin”25 diyerek bizlere onun güzel ahlakından haber vermiştir. Peygamberimiz (asm)’ı, Allah katında en şerefli bir makama, yaratılmışlar içerisinde en yüksek mertebeye çıkaran sebep, hayatında Kur’ân’ı en çok yaşayan insan olmasıdır. Peygamberimiz bu haliyle Kur’ân’ın bir mucizesidir. Peygamberimizin hayatına dikkat eden anlar ki, edebin her çeşidi kendisinde toplanmıştır. O, bütün insanları hayran bırakan edebini, ahlakını Kur’ân’dan ders almıştır. Hz Âişe-i Sıddîka (r.anha), Sevgili Peygamberimizin ahlâkını tarif ederken “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.”26 der. Her hareketinin altında Kur’ ân’ın nuru ve edebi parlar. İnsanlığa rehber olan bütün mümtaz vasıfları ile Kur’ân’ın inşa ettiği bir modeldir. Adeta bütün hallerinden, sözlerinden ve tavırlarından Kur’ân yankılanır. Kur’ân’ı anlama ve yaşama yönüyle bütün insanlar için en güzel bir örnektir. Zaten Kur’ân O’nu bize “en güzel örnek” 27 olarak takdim eder. Son asrın Kur’an ve sünnet müdafilerinden Bediüzzaman Hazretleri ise sünnet-i seniyye ile ilgili telif ettiği aynı isimli Risalede şöyle diyor: “Elbette o Zat (asm)’ın sünneti ve harekâtı, iktida edilecek en güzel numunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmeyen tembellik ederse hasaret-i azîme, ehemmiyetsiz görürse cinayet-i azîme, tekzibi işmam eden tenkid ise dalalet-i azîmedir.”28 Son olarak Cenab-ı Hakk’ın bize öğrettiği şekliyle şöyle dua ediyoruz ki: “Rabbimiz! İndirdiğine iman ettik ve peygambere tâbi’ olduk. Artık bizi (seni ve peygamberlerini tasdik eden) şâhidlerle beraber yaz!”29 Âmin Kaynaklar: 1- Kubbealtı Lügati, c. 3, s. 28772- Risale-i Nur Istılahları, Muhlis Körpe, Süeda yay. Isparta, 2018, s. 1693- Ayet ve Hadislerle İslam Ahlakı, İdris Tüzün, Süeda Yay. İstanbul, 2011, s. 394- Necm, 53/3-45- Enfâl, 8/206- Âl-i İmran, 3/317- Lem’alar, 11.Lem’a, s. 518- Âyet ve Hadislerle İslam Ahlakı, İdris Tüzün, Süeda Yay. İstanbul, 2011, s. 409- www.vedahutbesi.gen.tr10- Nisa, 4/8011- Âl-i İmran, 3/13212- Ahzâb, 33/2113- Bakara, 2/188 14- Ebû Dâvud, Menâsik, 5615- Âl-i İmran, 3/13016- Sahih-i Müslim Muhtasarı, s. 633, hn: 103117- “Sünnetin Kur’ân’ı Beyan Yönleri”, Süleyman Pak, Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012, Cilt: XVI, Sayı:1, Sayfa: 353-38118- Hadis Metinleri-1, Zekeriya Güler, İstanbul Üniv. Yay., s. 10019- A’râf, 7/15720- Haşir, 59/721- “Sünnetin Kur’ân’ı Beyan Yönleri”, Süleyman Pak, Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012, Cilt: XVI, Sayı:1, Sayfa: 353-38122- Emirdağ Lâhikası-2, s. 24123- Bakara, 2/20124- Sahih-i Buharî Muhtasarı, s. 922, H.No:172125- Kalem, 68/426- Tirmizî, Birr, 6927- Ahzâb, 33/2128- Lem’alar, 11.Lem’a, s. 6129- Âl-i İmran, 3/5
Rivayet odur ki, sultanlığı kısa, fakat gölgesi (eserleri) uzun olan Yavuz Sultan Selim Han ve ordusu, mukaddes emanetler yolunda Sina Çölünü geçmek zorundaydılar. Çölde keşifle görevlendirilen Vezir Hüsam Paşa, yaptığı keşfin ardından, çölü geçmenin imkansız olduğunu söyleyince Sultan bütün sinirlenerek; “Azlettim Hüsam Paşayı!..” diye gürledi. Atının üzengileri üzerinde doğruldu ve: - Ey Cennet yolcuları! Ey Can kardeşlerim! Bilirsiniz ki Müslümanlar, muharebe meydanında ve bütün ömürlerince yalnız ve yalnız Allah'tan korkarlar... Önüne çıkan hiçbir engel onları Allah yolunda cihaddan alıkoyamaz. Sizler Cenab-ı Hakk'ın emirlerine uydukça onun yardımıyla bu çölü geçmek de sizlere nasib olur İnşallah... Sonra atını gözünü kırpmadan alevli Sina Çölüne sürdü... Yavuz Sultan Selim Han, bir ara atından yere indi... Onu görenler de atlarından indiler. Hepsi yaya yürümeye başladılar... Sultan, hürmetle ve önüne bakarak yürüyordu... Hasan Can Sultana yaklaştı ve: - Hayırdır İnşallah Sultanım! Bütün ordu “Devletlû Padişahımız acep niçin yaya yürürler?” diye merak ederler. Koca Sultan, sakin ve kısık ses tonuyla: - İki cihan Sultanı Peygamber Efendimiz, önümüzde yaya yürürlerken, biz nasıl at üstünde olabiliriz Hasan Can? *** Duhulüyle ruhlarımızı ziyalandıran, kalplerimize nur ve ümit serpen reh-güzarımızı tenvir eden birer meş’al olan şuhur-u selase ve içinde barındırdığı leyali-i mübareke ve dünyayı teşrifleriyle bütün âlemi şereflendiren Efendimizin der-hatır edildiği şu günlerde Yavuz Selim Hanı ve mübarek yolculuğunu hatırlamakla, durup bir nefes alıyoruz. Evet, nice olmazları olduran, Allah’tır! Nice kapalı gözüken kapılara açan, Allah’tır! Yeter ki hasbi olsun canlar. Yeter ki sırf Allah için olsun işler. Yeter ki halis olsun niyetler. Müslümana zor yoktur. Çanakkale’den bütün dünyaya haykırdığımız, “İman varsa imkân vardır.” Gönüllerimizin inşirah bulduğu ayetlerin beyanıyla, “Zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” Unutmayalım ki, “Kim Allah’tan sakınırsa, (Allah) ona (her darlıktan) bir çıkış yolu kılar. Ve onu hesap etmediği yerden rızıklandırır!”
“Hiçbir namahremin gönlüne girmesineizin verme” Nakledilmiştir ki; Seyyid Nasırî isminde bir zat, Hacca gitmeye karar vermişti. Hicaz’a giderken Bağdat’a uğradı. Orada Cüneyd-i Bağdadî Hazretlerini ziyaret ederek halini hatırını sorar. Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri sormuş: “Ya Seyyid nerelisin?” “Geylan’danım” “Kimin soyundansın?” Müminlerin emiri Hz. Ali’nin (ra).” “Baban iki kılıç sallardı. Birini düşmanlarına, diğerini nefsine karşı! Şimdi söyle ey Seyyid! Onun oğlu olarak sen bu iki kılıçtan hangisini kullanıyorsun?” Seyyid bu sözü işitince hıçkıra hıçkıra ağladı ve: “Ey Şeyh! Bana Allah’a giden yolu göster!” deyince Cüneyd Hazretleri: “Senin şu göğsün Allah’ın özel haremidir. Gücün yettiği ölçüde hiçbir namahremin bu harime girmesine izin verme!” dedi. Sakal-ı Şerîf Peygamber Efendimiz (asm) tıraş olduğu zaman, saç ve sakal telleri Ashâb tarafından toplanır, hatıra olarak saklanırdı. Enes bin Malik Hazretlerinin (ra): “Bir defasında berberi, Peygamber Efendimizi (asm) tıraş ederken görmüştüm. Ashâbı etrafını sarmış, kesilen saçlarının hiçbir telini yere düşürmüyorlar, kapışırcasına alıyorlardı” şeklindeki izahatı bu hususu açıklamaktadır. Veda Haccında Resûlullah (asm), Mâmer bin Abdullah tarafından tıraş edilen saçlarını Ebû Talhatü’l-Ensârî’ye vermiş; “Halka dağıt” buyurmuştur. Bu sırada Resûlullah’ın (asm) saçının önüne gelen perçemlerini meşhur İslam kumandanı Halid bin Velid (ra) istemiş, bunları sarığının içine yerleştirerek ömrü boyunca taşımıştı. Bir defasında harpte yere düşen sarığını almak için kendisini tehlikeye atmasını eleştirenlere, sarığın içinde Peygamber Efendimizin (asm) saç telleri bulunduğunu belirtmişti. Halid bin Velid (ra), o saç telleri hürmetine hiçbir savaşta mağlubiyet görmediğini ifade ederdi. (Hilmi Aydın, Mukaddes Emanetler, Derin Tarih Kültür Yayınları, s. 46-47) 7 Nisan 1789Sultan I. Abdülhamid vefat etti 20 Mart 1725’de İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Sultan III. Ahmed’in, Sultan III. Mustafa’dan sonra hükümdar olan ikinci oğludur. Sultan III. Mustafa’nın vefatı üzerine, 21 Ocak 1774’te Osmanlı Devleti’nin buhranlı bir döneminde kırk dokuz yaşında tahta çıktı. Merhametli ve gayretli bir padişah olan Sultan I. Abdülhamid’in oğullarından Şehzade Mustafa ile Şehzade Mahmud padişah olmuştur. Sultan I. Abdülhamid, on beş yıllık saltanatı süresince daimî olarak devletin iç ve dış meseleleriyle uğraşmıştır. Silâhtar Seyyid Mehmed Paşa, Halil Hamid Paşa, Koca Yusuf Paşa ve Cezayirli Gazi Hasan Paşa gibi değerli devlet adamları sayesinde ıslahat işlerinde büyük bir başarı sağlamış, ayrıca Fas ve Hindistan’daki Müslüman devletlerle münasebetlere girmiştir. Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi Hasan Paşa vasıtasıyla Osmanlı donanmasını yenileştirmeye çalıştı. 1775’te açılan Mühendishâne-i Bahrî-i Hümayunda deniz subaylarının yetiştirilmesine önem verdi. Özi Kalesi’nin Ruslar tarafından işgalini bildiren sadrazam kaimesini okurken, aniden gelen bir felç sonucu vefat etti. Türbesi Bahçekapı’da, 4. Vakıf Han’ın karşısındadır. 14 Nisan 1910Tarih-i Osmanî EncümeniMecmuası yayına başladı Osmanlı tarihçilerinin araştırmalarının makaleler halinde yayımlanmasını sağlayan Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, Tarih-i Osmani Encümeni tarafından 14 Nisan 1910’da neşredilmeye başlanmıştır. İçindeki yazılar Türkçe olduğu halde yabancı tarihçi ve Türkologlar da bu dergiye büyük ilgi duydular. 1923’te Tarih-i Osmani Encümeni adı Türk Tarih Encümeni’ne çevrildiğinde derginin ismi de Türk Tarih Encümeni Mecmuasına dönüştü. I. Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda çok seyrek çıkan derginin Latin harflerinin kabulünden sonra XII. cildinin sadece beş sayısı çıktı ve 101. sayı ile yayımı tamamen durdu (Mayıs 1931). 17 Nisan 1897Osmanlı-Yunan Savaşıbaşladı Yunanlıların, Şubat 1897’de Girit Adasına asker çıkarması ve işgalden vazgeçmemeleri üzerine Osmanlı Devleti, 17 Nisan 1897 günü Yunanistan’a savaş açtı. Savaş, baştan sona Osmanlı Devletinin galibiyetiyle devam etmiş, 17 Mayıs 1897 günkü Dömeke Meydan Muharebesi ile de Osmanlı Devletinin kesin zaferiyle neticelenmiştir. Gazi Edhem Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu, Almanların altı ayda geçilmez dedikleri Termopil geçidini 24 saatte geçmeyi başarmıştı. Artık Osmanlı ordusunun Atina’ya girmesi ve Yunanistan’ı tekrar fethetmesi önünde bir engel yoktu. Ancak Yunanistan Batılı ülkelere sığınarak onlardan yardım istedi. Batılı ülkeler de hemen harekete geçerek Osmanlı ordusunun daha fazla ilerlememesini ve barış antlaşması imzalanmasını istediler.