139. Sayı: "Muhakkak Kur'an'ı biz indirdik, onu koruyucu olan da biziz."Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiEn Büyük Keramet İstikamet!
İnsan

Ramazan ayına girerken melun ve meşum İsrail ve askerlerinin Gazze’de 66 kardeşimizi şehid haberleriyle sarsıldık. Her Ramazan huzurumuzu kaçıracak böyle hadise ve haberlere ünsiyet de belki bizi en kahreden şeylerden oldu bugüne kadar. Ramazan ayında bombaların üzerine “Ramazan hediyesidir” yazarak kin ve nefret kusan insanlıktan nasipsiz caniler, her daim İslam’ın ve Müslümanların karşısında durdular, durmaya devam ediyorlar. Bu durum bizi nasıl etkileyecek peki? Öncelikle dünya bir meydan-ı imtihandır. Zalim zulmüyle, Müslümanlar da -hadisin beya-nıyla- elinden geliyorsa eliyle, değilse diliyle, o da olmuyorsa kalbiyle buğz etmekle memurdur. Bunların hiçbirisi yoksa vah ki vah! Diğer taraftan biliyoruz ki küfür devam etse de zulüm devam etmez. Adalet-i İlahi elbet vakt-i merhunu geldiğinde hak edene hakkını hakkıyla verecektir. Bundan zerrece şüphe mümin bir kulda bulunmaz. Zalim cehennemdeki yerini kuvvetlendirirken, mazlum Müslüman da cennetteki makamını yükseltecektir. Bazen serçeye uçmayı öğreten atmaca kuşudur. Musibetler de imandaki salabeti artırır, kuvvetlendirir inşallah. Bütün bunların yanında çok önemli bir noktaya dikkatleri çeker Bediüzzaman Hazretleri. “Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir. Öyle de, her bâtılın her vesilesi bâtıl olması yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galiptir. Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağlûptur. Muvakkaten, bilvasıta olmuştur. Yoksa bizzat, hem daima değildir. Lâkin âkıbetü’l-âkıbe, her dem yine hakkındır.” Akıbet hakkındır galibiyet. Fakat vesilelerimiz her daim hak olmalıdır. Belki bize düşen hak üzere istikameti her daim temin etmektedir. Büyükler ne demiş, “En büyük keramet istikamet!” surda bir delik, bazen düşmanın sel gibi üzerimize akmasına sebep olabilir. Bundandır ki, her Mümin her daim nöbet bekleyen bir nefer gibidir. Eğer bizler hak üzere sabitkadem olursak, batıl, yol bulup da bize ve dinimize zarar veremeyecektir. Fransa’nın edepsizliğine gerek kapakta gerekse içeride lüzumunca cevap verilmiştir. Bununla birlikte yine bize düşen, sadece hamasi sözler söylemek değildir elbette. Asıl olan, Kur’an ve Sünneti anlamak ve ona göre amel etmektir. Bu hal verilebilecek en temel ve önemli cevaptır. Burayı da kısa keserek Bediüzzaman Hazretlerinin şu cümleleriyle bitirmek isterim: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler.” Allah bizleri istikametten ayırmasın. Leyle-i Kadriniz ve Bayramınız mübarek olsun. Rabbimiz 24 Haziranda yapılacak seçimleri de bizler, memleketimiz ve İslam âlemi için en hayırlı şekilde neticelendirsin inşallah. Kalın sağlıcakla…

Metin UÇAR 01 Haziran
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Osmanlı Devleti’nin Kudüs’e Verdiği Özel Önem Osmanlı Devleti, Kudüs’ü yönetimi altına aldıktan kısa bir süre sonra ona atfettiği özel önemi gösterir icraatlara başladı. Özellikle Kanûnî Sultan Süleyman döneminde büyük imar faaliyet­le­ri ger­çekleştirildi. Kubbetü’s-sah­­ra’nın restorasyonuyla baş­­layan çalışmalar bugün hâ­­lâ ayakta olan surların in­şa­sıyla sürdü. Yapımı beş yıl­da tamamlanan, uzunlu­ğu 3 kilometreyi, yüksekliği 12 metreyi aşan surların otuz dört kulesi ve yedi ka­­pısı vardır ve bunların altı­sının üzerlerinde yapım tarihlerini gösteren kitabeleri bulunmaktadır. Sultan Sü­leyman’ın diğer önemli projesi Beytülla­him ve Halî­lür­rahmân’dan Ku­­düs’e su ge­ti­ren kanalların ta­mi­ri, şehir suyunun dağıtı­mı­nın ya­pıl­­dığı havuzların ye­ni­­len­me­si­­­nin yanı sıra beşi sur içinde ol­mak üzere altı çeşmenin in­­şası olmuştur. Padişahın ha­­nı­mı Hürrem Sultan’ın 1551’de yap­tırdığı külliye de Ku­düs’ün en önemli hayır kuruluşlarından­dır. Cami, med­rese, han, ribât ve imaretten oluşan külliye Ku­düs’teki Os­manlı eserlerinin ön­de gelen­lerindendir. Günümüz­de de hizmet etmeye devam eden imarette yüzlerce misafir, sûfî, medrese öğrencisi ve fakire yemek dağıtılmaktaydı. Külliyenin masraflarının karşılanması için büyük bir vakıf kuran Hürrem Sultan, Suriye ve Filistin’de özellikle Remle civarında birçok köy ve geniş araziyi bu vakfa tahsis ettirmiştir. Onun 1558’de vefatından sonra Sultan Süleyman, Sayda civarındaki dört köyün arazisini daha bu vakfa ilâve etmiştir. KudüsSaat Kulesi Sultan II. Abdülhamid tarafından 1907 senesinde Kudüs’teki Yafa kapısının üzerinde inşa ettirilmiştir. Saat kulesi son derece ihtişamlı ve sanatlı bir şekilde yaptırılmıştı. Çünkü Kudüs’ün bir Osmanlı toprağı olduğu, Kudüs’te gözü olanlara gösterilmek istenmişti. Resimde görülen kulenin üzerindeki kadranlardan biri Romen rakamları ile Avrupa usulü saati gösterirken, diğeri İslam rakamları ile Ezanî saati göstermekteydi. Sultan II. Abdülhamid’in tuğrasını taşıyan bu saat kulesine, İngilizler tahammül edememişler ve 1922 senesinde yıktırmışlardır. 1 Haziran 1826 Âdile Sultan Doğdu Âdile Sultan, Sultan II. Mahmud’un Zernigâr Hanım’dan olan kızıdır. Sultan II. Mahmud, Adlî olan lakabına telmihen yeni doğan çocuğuna Âdile adını verdi. On üç yaşında iken babası vefat edince, tahsil ve terbiyesiyle ağabeyi Sultan Abdülmecid meşgul oldu. Yirmi yaşında iken, Tophane Müşiri (daha sonra sırasıyla kaptan-ı deryâ, serasker ve sadrazam olan) Mehmed Ali Paşa ile evlendi. Âdile Sultan 1869’da kocasını, kısa bir süre sonra da kızını kaybetti. Nakşibendî tarikatı şeyhlerinden Bâlâ Tekkesi şeyhi Ali Efendi’ye (v. 1877) intisap etti. Dindarlığı ve yardım severliğiyle tanınan Âdile Sultan’ın Fındıklı’daki sarayı âlim ve şeyhlerin sık sık toplanıp sohbet ettikleri, muhtaç ve fakirlerin her zaman başvurduğu bir yer haline geldi. 12 Şubat 1899’da burada vefat etti. Eyüp’teki Hüsrev Paşa Türbesi’nde, kocası Mehmed Ali Paşa’nın yanına defnedildi. 1851-1892 yılları arasında kurduğu on dört vakfın vakfiyeleri İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. 23 Haziran 1101I. Haçlı Seferi Sonrası, Ankara Tekrardan Bizanslıların Eline Geçti Selçuklular Malazgirt Zaferi’nden iki yıl sonra Ankara’yı da fethettiler (1073). Küçük bir Türk garnizonu tarafından korunan şehir I. Haçlı Seferi sırasında Raimond de Toulouse tarafından ciddi bir mukavemetle karşılaşmadan işgal edildi ve kaledeki Türkler kılıçtan geçirildi. Haçlılarla İmparator Alexios Komnenos arasında yapılan anlaşma gereğince Ankara 23 Haziran 1101’de Bizans İmparatorluğu’na bırakıldı. Şehirdeki Bizans hâkimiyetinin ne kadar sürdüğü bilinmemekle beraber 1127’den önceki bir tarihte tekrar Selçukluların eline geçtiği anlaşılmaktadır. Zira Dânişmendli Hükümdarı Emir Gazi 1127’de burayı, Anadolu Selçuklu sultanı ve damadı Mesud ile beraber bozguna uğrattığı I. Kılıçarslan’ın oğlu Melik Arab’dan almıştır. Emir Gazi’nin 1134’te ölümünden sonra yerine geçen oğlu Melik Muhammed devrinde de Ankara, Dânişmendli hâkimiyetinde kaldı. Ancak onun ölümü üzerine hanedan mensupları arasında başlayan taht kavgalarından istifade eden Sultan Mesud Ankara, Çankırı, Kastamonu, Kayseri ve Malatya yörelerini Dânişmendliler’den aldı ve ilk üç şehrin idaresini küçük oğlu Şâhinşah’a bıraktı (1142). 11 Haziran 1913 Sadrazam Mahmud Şevket Paşa Suikasta Uğradı Mahmud Şevket Paşa, İstanbul muhafızı olan Cemal Paşa’nın kendisine karşı bir suikast düzenlenebileceğine dair uyarılarına itibar etmemekteydi. 11 Haziran 1913’te Harbiye Nezareti’ndeki çalışmalarını bitirdikten sonra sadarete doğru yola çıkan Mahmud Şevket Paşa Çarşıkapı civarında silahlı bir saldırıya uğradı ve öldürüldü, ertesi günü Hürriyet-i Ebediyye tepesinde toprağa verildi. Silâhı ateşleyen Topal Tevfik ve diğer iş birlikçileri kısa zamanda yakalanarak idam edildi. Suikast olayında paşadan kurtulmak isteyen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin rolü olduğu düşünülmektedir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiRamazan-Nâme
İbadet

Onbir aya sultan olma şerefini daima üzerinde taşımış olan Ramazan-ı şerif müminler için bir rahmet ve mağfiret ayıdır. Bereket demektir Ramazan, arınmak ve kurtuluşa ermektir. Bir başka cihetten sabır ayıdır. Faruk Nafiz Çamlıbel’in dizelerinde “maveradan beklenen bir ses”; Sezai Karakoç’ta “diriltici rüzgâr, İslam baharı, insan olma vakti”; Beyatlı’nın mısralarında ise “nurlu bir neşe”nin membaıdır.  Tüm zamanlar Cenâb-ı Hakk’a aittir elbette, lakin Ramazan-ı şerif, Efendimizin (sav) ifadesiyle ümmetindir aynı zamanda. Onları birleştirmesi, kalpleri birbirine yakın kılması niyetiyle... Zira bu ayda ehl-i iman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Kardeşliğin hatırı için; Recep, Şaban ve Ramazan hürmetine birbirine küsmemek ve kardeş olup barışmak lazım hatta elzemdir bu ayda. Arapça bir kelime olan Ra­ma­zan’ın “ramda” ve “ramad” ola­rak iki ayrı kökten geldiği bi­linir. Yaz sonunda güz mevsiminin evvelinde yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur manasında “ramdâ” kelimesin­den alınmıştır. Bir yağmur gibi bu şerefli ay da müminlerin günah kirlerini temizleyip pak eder. Başka bir görüşe göre güneşin şiddetli hararetinden taşların yanıp kızması anlamında olan “ramad” kelimesinden alınmıştır. Böyle kızgın yerde yürüyen kimsenin ayakları yanar, zahmet ve meşakkat çeker. Bunun gibi oruç tutan kimse de açlık ve susuzluğun hararetine katlanır, zahmet ve meşakkat çeker, içi yanar demektir. Yahut kızgın yer, ayakları yaktığı gibi Ramazan da müminlerin günahlarını yakar, yok eder. Enes b. Mâlik’ten (ra) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber: “Bu aya ramazan isminin verilmesi günahları yaktığı içindir” buyurmuştur. Şu halde mübarek Ramazan ayında oruç tutan ve ihlâsla tövbe eden müminlerin günahları yanar, böylece müminler günah kirlerinden arınırlar, tertemiz olurlar. Ramazan-ı Şerif’in gelişiyle mev­­sim nura döner. Kalpler yu­muşar ve mana ikliminde hakiki bir bahar kendini hissettirir, ölmeyen bütün kalplere. Tarih boyunca da bu böyle olagelmiştir. Özellikle Osmanlı devrinde edipler yazdıkları Ramazan-nâ­meler (Ramazaniyye) ile bu ma­nevi iklimi mısralarına nakşetmişler, halka bu aydan azami istifade yollarını göstermişlerdir. Bunlardan birisi de Yesevi yolunun mühim temsilcilerinden ve halifelerinden olan Hâkim Sü­leyman Ata’dır. “Hikmet-i Kul Süleyman” başlığını taşıyan Ra­mazan-nâmede (günümüz Türk­çesiyle) şu mısralara yer verir Hâkim Süleyman Ata: Memleketin her köşesinde her yaştan insan için bir şeyler vardır Ramazan ayında. Özellikle de çocuklar için... Bu ayın çocuğun ruh dünyasında çok ayrı bir yeri vardır. Seyirlik oyunlar, meddah, Karagöz-Hacivat, horoz şekerleri, iftarı müjdeleyen toplar, iftar telaşı, davetler, sahurda davulcular... Bunların her biri çocuk gözünde Ramazan-ı şerife dair unutulmaz birer levhadır. Tekne orucunu da anmadan geçmemek gerekir. Bugün olduğu gibi eski zamanlarda da çocuklar tekne orucu tutar ve o gün bir ip kesilerek dualarla çocuğun kutusuna konurdu. Sonra biriken ipler bağlanır ve aile büyüklerine satılırdı. Çocuklar da bir dahaki Ramazan’ı iple çekerdi. Es-selamü ‘aleyküm ya şehr- i Ramazan,Ve ‘aleyküm selam nur-ı Kur’an-ı kelam,Batıdan doğuya kadar kutludur daimMuhammed ümmetine ya Ramazan ... Yedi yaşında taze (çocuk) oruç tutar,Sevabı arşı kürsi levhadan aşar,Oruç tutanın başına inciler saçar,Muhammed ümmetine ya Ramazan! Çocuklar en çok da anneleri ile Ramazan ayında camilere gelir. Uzun teravih namazlarında sabrı taşan çocuklar işi haylazlığa vurup camide şamata yaparlar. Bu da unutulmaz hatıralar olarak belleklerindeki yerini alır. Sonuç olarak denebilir ki ecdadımız “Ramazan eğlenceleri” kavramını çocuklara bu ayı sevdirmek maksadıyla yaşatmışlar. Yoksa aslen ibadet ayı olan ve yılda bir defa insana manevi bir fırsat sunan bu ayı birtakım eğlencelerle –hele de meşru olmayan ve Ramazan-ı şerifin ruhuna aykırı olan eğlencelerle–heba etmek değildir asıl gaye. Necip Fazıl’ın da dediği gibi: Ramazan Karagöz seyri değil, gözyaşı dökme ayı, Bilinmezi bilirler, bilseler ağlamayı

Tarık ÇELİK 01 Haziran
Konu resmiBırakın Oruç Sizi Tutsun
İnsan

Bu ay nefsi öyle bir derse koyalım ki, bırakın oruç sizi tutsun. Siz orucu tutamasanız da o sizi bırakmaz. Ya da geçip gitse de Ramazanla sizden, sizde ömür boyunca taşıyacağınız güzellikler bırakır. Öyledir ya sevilenler giderse sevildiklerine alâmet, hatıralarının gönülde taşınması, halde görünmesidir. Öyle bir sevelim ki Ramazanı diğer aylar hürmetle baksın, “Ramazan gelmiş sana ama senden hiç gitmemiş” diye.  Ramazan, “Her şeyi senin için yarattım” hakikatine, “Senden ve senin için olandan gayrı her şeyi senin için terk ettim” demenin oruç üslubudur. Ramazan kelamdır, satır satır ya­zılır ömrümüze; 11 aydan da­ha nurlu daha letafetli mü­rek­kep ile. Ramazan ittihad taşır, vahdet tecellileri görünür her sathında ümmetin. Ramazan azim bir sır taşır bağrında; insan o sırla iftar nimetlerine vuslatın lezzetini alır, o sır ile kucaklar sahur rahmetini. Ramazan şükrün tadını ziyadeleştirir. Zira varlığı ünsiyet verenin yokluğu ile bilinir kıymeti. Yoklukta verilen varlık, eşsiz bir şükrü kazandırır ardından. Bir şeyin kıymeti ancak zıddıyla bilinir çünkü. Ramazan, bin aydan hayırlı bir vuslat taşır bağrında. O vuslata erenler, hakiki visale erenlerdir. Ramazan Ezan-ı Muhammedi­ye’ye kulak hasreti yaşatır akşam burcunda zamanın, tekbirler nakşeder gönüllere. Ramazan; oruç, namaz, teravih, sahur, iftar, kadir gecesi ile dostane gelir her sene ömrümüze. Ve dostlarıyla beraber karşılanmak ister; çünkü dost dostsuz olmaz.. Ramazan bizle orucu barıştıran arabulucu olur. Öyle ki sair vakitlerde midenin kapıcısı olan dilimizi bir nimet müfettişi kılar. Her nimette bir tefekkür, her nimette bir şükür ihsas eder kalbe.. Ramazan, orucun tablacılığını yapar. Peki, biz miyiz oruç tutan? Yoksa oruç mudur bizi tutan? Ramazan; Arapça bir kelimedir ve “ramdâ” veya “ramad” kelimelerinden türetildiği düşünülmektedir. Ramdâ; yaz mevsiminin sonlarında sonbahar mevsiminden önce yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur ma­nasına gelir. Demek şu pencereden baktığımızda; Ramazan her yıl sair ayların tozundan temizleyen rahmet taşır, huzur ile sükûn ile yıkar kulun benliğini. Nefse nurdan sular içirir terbiye kokulu. Rububiyetin tecellileri görünür her gününde, her vaktinde. Yağmurun ardından kokan toprak misali bize bizi buldurur, hatırlatır kulluğumuzu. Mahviyet çekeriz içimize, tevazu rayihası siner üstümüze.. Toprak misali mahviyette secdeye değer alınlar. Bir diğer anlamı olan Ramad ise güneşin kavurucu sıcaklığından taşların yanması anlamındadır. Bu pencereden bakıldığında;  oruçlu insan nedamet korunda yakar günahlarını, o kordan öyle halis bir dua yükselir ki semaya, kabul senedi gönderilir kula. Tövbe suyundan içirilir o yangının sönmesi için. Boynu bükük, gözü yaşlı, mahzun bir hal giydirir gedaya. Sair aylarda dünya meşgalesinden gaflet hanesine saklanan insan, hakikat güneşine kapatır perdelerini. Bazen unutur dışarıda yeşeren baharı. Ramazanda ise hep birlikte çıkılarak o hanelerden, Rahmanın sofrasına icabet edilir akşam vakitlerinde. Büyük bir ziyafete hep bir dilden “Biz geldik ya Rabbi” demek gibidir, lisan-ı hal ile. Hakiki nimet vereni, o sofraya oturduğumuzda görürüz. Hani evvelki günler rızkımız maaşımızdan, bankadan vs.den gelir sanırdık, unuturduk “Rezzak” ismine malik kim? Biz kime nasıl teşekkür ederiz? İşte Cenab-ı Hak bu ayda verir şükrün anahtarını. Hakiki nimet verenin ken­disi olduğunu göste­rir, nimet­lerin kıymetini bildirmekle.. Öyle ki o orucun iftarında tadılan ekmek dahi nice yemeklere bedel kıymet kazanır. Hal böyle olunca o kıymet içindeki şükr-ü maneviyi bizlere gösterir. Sofraya çağırılmıştık değil mi? Oturuyorduk daha, kalkmamıştık. Birkaç lokma hakikat daha yiyelim öyleyse. Biz yudumlarken suyumuzu serinleye koysun içimiz kolay değil, çünkü tüm gün susuzduk. Peki, su bulamayanlar? Ekmeği dahi tadamayanlar? Sahuru aç karşılamış iftarını bulursa bir damla suyla bulamazsa şükür ile yapacak olanlar?  Biz, sofradan ziyade orucun dizinin dibine oturduk aslında. Mükellef olduğumuz o şefkat hissi ile “Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir” hadisi düşüverince gönlümüze, bugün bir açı doyurabildik mi sorusu da akıldaki yerini alıverdi. Zira oruç tokluktan tokluğa bir nefes molası vermek değil, aç kalarak halden anlamaktır. Sofraya tek oturmamıştık, nefsimiz de bizimleydi. Öyleyse onun payını koyalım tabağına. Hani bir tabir vardır “karnı tok sırtı pek” diye. Başka günlerde böyle olunca kendini kendinin efendisi sanan nefsimize nasıl da ihtar etti oruç: “Sen malik değil memluksün! Hür değil abdsın! Emir olunmasa yanı başındaki suya dahi elini uzatamayacak kadar iktidarsızsın öyleyse kulluğunu bil!” diye. Ramazan, aslında bir yıl beklediğimiz öğretmendir, 30 günlük ders veren. Evet, öğretir Ra­mazan; Kulluğu, aczimizi, fak­rı­mızı, kusurumuzu, sevme­yi, se­vilmeyi, gönül almayı, kom­­şu­luğu, kardeşliği, dostluğu, yardımlaşmayı, komşu­muz aç­ken tok yatmamayı, vic­danı, mer­hameti, gafletten unuttukla­rımızı öğretir hatırlatır. Başka zaman sanki çelikten, sanki demirdenmişiz de zarar gelmezmiş, hiç ölmeyecekmişiz gibi hareket edip dünyaya koşan yanımızı, oruç terbiye eder. Zayıf düşen vücudumuza hatırlatır, ne derece muhtaç olduğumuzu.  Oruç, tutar nefsimizi, masiyet sıcağından alıp arşın rahmet gölgesine acz ile fakr ile tevazu ile halisane oturtur. Umumi bir kulluğa bürür yeryüzünün birçok yerini. Sanki bu ay, yeryüzü yaklaşmıştır semaya edebinden. Ve umumi mescidden yükselir Kur’an-ı Azimüşşanın ayetleri. Kelamların en güzeli sükûnet verir kalplere. Günler sonra bir gün o sofradan sizi bin aydan hayırlı bir geceye kaldırırlar. Melekler saflara dizilmiş bu nurdan huzmeyi seyre dalmıştır. O geceye kavuşmakla hitama yaklaşılmıştır. Eğitim sone ermekte, son fırsattır bu sunulan önümüze. O fırsatı değerlendirmek ancak Ramazanı değerlendirebilmekle mümkündür. Mesela öyle mükemmel bir oruç tutulmalıdır ki; mide gibi duygulara, göze, kulağa, kalbe, hayale, fikre ve diğer hasselerimize de tutturulsun. Peki, mideden aç kalmak niye? Hani bilinen bir rivayet vardır, biz de tekerrürde kuvvet vardır diyerek yeniden analım: Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bu hikâyeyi anlatırken kullandığı çok hoş bir tabir vardır: “Ramazan-ı Şerifin orucu doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti” diye. Hikâye şöyledir: Nefis, yaratıldığı vakit Rabbini tanımak istemez. Kendi kendine yaşamak, kendini idare etmek kendi benliğinin firavunu olmak ister. İmtihan sırrınca çeşitli azaplar çektirilir. Düşün­düğümüzde, buradaki azap da merhametten. Mesela bir çocuk inatla ateşi ellemek istese, biz her ne kadar uzaktan “Yapma!” desek de çocuk inatla elini uzatır, biz sakındırmak için zarar görmesin diye vuruveririz ya, işte buradaki hikmet de o nefsin terbiyesidir. Bu terbiyenin faydası, nefsin kendine. Zira o nefis o halde inerse yeryüzü gurbetine, kendi kendine helak olur, kendi kendine zararı dokunur, çok sıkıntı çeker. Bencilliği yüzünden kendisindeki güzellikler görülmez; hem göremez acı çeker, kalben ve ruhen karanlıkta kalır. İşte o terbiye amaçlı o azaplar çektirilir. Hani hadiste vardır Cenab-ı Hak nefse demiş: “Ben kimim, sen kimsin?” Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin.” Çeşitli azapları çektirmiş, sonra yeniden sormuş: “Ben kimim, sen kimsin?” Yine demiş: “Ben benim, sen sensin.” Sonra açlıkla, azap vermiş Cenab-ı Hak, yine sormuş, nefis demiş: “Sen benim Rabb-i Rahimimsin, ben senin aciz bir abdinim.” Ramazan öğretmendir, her gün bir ders saati. Bu durumda Ramazanın orucu yemek içmekten kesilmek değildir sadece. Oruç, ne varsa Allah’ın razı olmadığı, yasak ettiği, onlardan uzak durmaktır. Tam gıybet edecekken “Ben orucum”, öfkelense “Ben orucum”, birine kızacakken, kıracakken bir kalbi “Kardeşim ben orucum” demek. Neye orucuz böyle? Biz, Allah’ın yasak ettiklerini kalbimize, aklımıza, ruhumuza yedirmemeye orucuz. Bu orucun iftarı yok, mükâfatı ise çok. Hem de iki cihanda. Sormuştuk, niye aç susuzuz? Hani yukarıda anlattığımız gibi, diğer orucu kolay tutabilmek için nefsi halsiz bırakmak lazım. Tam günaha kalkışacak olan nefsin, başını kaldıracak mecali olmadığından senin ibadetine razı bir halde boyun bükmesi lazım. Yoksa maazallah Mevlana’nın hikâyesinde anlatılan ejderha gibi yutuverir bizi. Bu ay nefsi öyle bir derse koyalım ki, bırakın oruç sizi tutsun. Siz orucu tutamasanız da o sizi bırakmaz. Ya da geçip gitse de Ramazanla sizden, sizde ömür boyunca taşıyacağınız güzellikler bırakır. Öyledir ya sevilenler giderse sevildiklerine alâmet, hatıralarının gönülde taşınması, halde görünmesidir. Öyle bir sevelim ki Ramazanı diğer aylar hürmetle baksın, “Ramazan gelmiş sana ama senden hiç gitmemiş” diye. 30 günlük eğitim bittiğinde sair 11 ayda o eğitimin semereleri görünsün üstümüzde. Bu ay hava sıcak, ders çok, imtihan var gibi sebepler olmasın mazeretimiz. Çünkü biz ona hakkıyla sarılırsak, gönül serin olur, işe suhulet gelir, dimağa genişlik verir, ve nurdan rayiha yayılır.. Hadi bu ay bir derdimiz olsun, bir başlangıç, bir milad olsun; ömrümüzden öyle bir tutsun ki bizi oruç, kulluk makamına erelim, Ümmet-i Muhammedi dualarda sürekli hatırlayıp muavenet ve tesanütlerle, uhuvvetle geçirelim bu ayı. Savaşta olan, aç olan, zulüm gören kardeşlerimizi unutmayalım. Kardeşlerimize öyle bir kardeş olalım ki “sıddık” desinler, “vefalı” desinler arşta. Öyle bir kul olalım ki “affedilenler” listesine yazdıralım adımızı.  Ramazan medresesinden mezun olduğumuzda, “kul olmuş” desinler arş-ı alada, “Razı olunmuş” desinler. Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu, olacağı bir Ramazan geçirmek ve içinde taşıdığı visale erebilmek duasıyla Ramazan-ı Şerifimiz mübarek olsun!  

Beranur UYSAL 01 Haziran
Konu resmiNerede O Eski Ramazanlar?
Kültür ve Medeniyet

Eski Ramazanlar Komşusuna ve misafirine ikram etmenin müminlerin en önemli vasıflarından biri olduğu herkesçe malumdur. Dinimizin komşuya ve misafire ikramla ilgili emir ve tavsiyeleri, herhalde, en güzel şekilde Ramazan ayında hayata geçirilebilmektedir. Ecdâdımız da dinimizin bu konudaki emir ve tavsiyelerini en güzel şekilde yerine getirebilmek için elinden geleni yapmış ve bu hususla ilgili birçok yöntem geliştirmiştir. İşte, ecdâdımızın komşuya, misafire ve en önemlisi de ihtiyaç sahiplerine ikram etme ile alakalı geliştirdiği bu yöntemlerin önde gelen birkaçı şu şekilde sıralanabilir. Meydanlara Kurulan Kazanlar ve Yer Sofraları Osmanlıda, meydanlara kurulacak olan kazanlar ve yer sofraları için hazırlıklara daha Ramazan gelmeden başlanırdı. Sultanahmed, Çemberlitaş ve Bayezid gibi meydanların belirli köşelerine kazanlar kurulurdu. Bu kazanlarda pişen yemekler, dev yer sofralarında halka dağıtılırdı. Günümüzde de benzerlerini gördüğümüz bu tarz büyük sofralar sayesinde, Ramazan’ın bereketinden nasiplenmeyen kalmazdı. Padişah başta olmak üzere devrin önde gelenleri bu iftarların maliyetini karşılarlardı. Her Akşam Üç Sofra Meydanların hâricinde konaklarda da her akşam iftar verilirdi. Konakların kapısı iftar vakti açık tutulur. İsteyenler bu iftarlara katılırlardı. Kurulan sofralara Kur’ân-ı Kerîm’den sûre isimleri verilirdi: Bakara Sofrası, Yâsîn Sofrası ve Tebâreke Sofrası gibi… Her sofraya ait kaşıkların üzerlerine sofranın ismi yazılırdı. Bütün kaşıklar bir sepete konulur ve gelenler rastgele bu kaşıklardan birini seçerler, kaşığın üzerinde ismi yazan sofraya otururlardı. Böylece hem içtimâî ve toplumsal kaynaşma sağlanmış olur, hem de statü farkı gözetilmeksizin her sofraya toplumun her kesiminden insanlar oturabilirdi. İftarlara ev sahipliği yapanlar, misafirlerini uğurlarken, onlara ‘diş kirası’ olarak tesmiye edilen bir miktar para verirlerdi. Sanki ‘Dişinizi kullandınız, yemeğimizi yediniz, sevap kazanmamıza vesile oldunuz ve bu da dişinizin eskime parası!’ der gibi… Diş kirası sayesinde misafirler, ev sahibine karşı minnet altında kalma hissiyatını yaşamazlardı. İftar sofraları sadece konaklarda kurulmazdı. Sarayda da Ramazan ayının belirli günlerinde Padişahlar tarafından iftar daveti verilirdi. Bu davetlere sırayla çeşitli devlet kurumlarındaki görevliler çağırılırdı. Mesela kimi zaman Bahriye Mektebi öğretmenleri ve öğrencileri davet edilirken, kimi zaman da askerî erkân veya belirli bir kurumun personeline sarayda iftar verilirdi. İftar sonrası davetlilere bizzat Padişah’ın cebinden daha önceden belirlenen miktarlarda diş kirası da verilirdi. Şerbet Dolu Çeşmeler Topkapı Sarayının giriş kapısının önündeki 3. Ahmed Çeşmesi ve Sultanahmed Meydanındaki Alman Çeşmesi gibi çeşmelerin içleri Ramazan boyunca şerbetle doldurulur, halkın istifadesi sağlanırdı. Sebiller Günümüzde büyük bir kısmı ne yazık ki büfe olarak kullanılan sebillerde, sadece Ramazan’da değil bütün sene boyunca su ve şerbet gibi içecekler ücretsiz olarak halka dağıtılırdı. Sebillerin kafes kısmında bir görevli bulunurdu. Bu görevli, bardaklara su ve şerbet gibi içecekleri doldurur, sebilin dışarı açılan gözlerinin ön kısımlarına koyardı. Sebilin önünden gelen geçen hiç sormadan bunlardan dilediğini içerdi. ‘Her geleni Hızır her geceyi Kadir bil!’ anlayışının bir tezahürüydü aynı zamanda bu durum. Yani sadece Ramazan’da değil, bütün sene içecekler, sebillerden ücretsiz dağıtılırdı. Huzur Dersleri Osmanlıda Padişahların huzurunda yapılan tefsir derslerine huzur dersleri denilmekteydi. İlk huzur dersini Osman Gazi yaptırmış olup; Sultan 1. Murad tarafından resmîleştirilerek devamlı hâle getirilmiştir. Huzur dersleri Ramazan ayı boyunca sarayda Padişahların huzurunda âlimler tarafından öğlen ile ikindi namazları arasında icra edilirdi. Dersler her gün farklı bir âlim tarafından yapılırdı. Osmanlı coğrafyasının önde gelen âlimlerinin isimleri önceden tesbit edilir ve huzur dersleri listesine eklenirdi. Padişah dâhil herkes, ders esnasında diz çökerek yerde otururlardı. Huzur derslerinde, tefsir dersini yapan ve mukarrir ismi verilen bir hoca ile birlikte 14 kişi daha hazır bulunurdu. Mukarrir haricindeki dinleyen hocalara ise muhâtab denilirdi. Huzur dersini anlatacak mukarrirlerin ve dinleyecek muhatabların isimleri Şeyhülislâm tarafından Şaban ayı içerisinde belirlenirdi. Huzur dersleri Ramazan boyunca sekiz defa yapılırdı. Bu da yaklaşık haftada iki güne tekâbül etmektedir. Huzur derslerinde, mukarrir önce bir âyet-i kerime okur, ardından onun tefsirini yapardı. Mukarrir, muhatabların suallerine cevap verir ve ders, ilmî müzâkereler şeklinde devam ederdi. Hırka-i Şerîf Osmanlı zamanından beri devam edegelen ve Ramazan aylarını şenlendiren en önemli etkinliklerden birisi de Hırka-i Şerîf ziyaretleridir. Peygamber Efendimizin (asm) Miraca çıkarken giydiği, daha sonra da Hz. Ömer (ra) ve Hz. Ali (ra) vasıtasıyla Üveys el-Karanî Hazretlerine hediye ettiği bu hırka, Sultan I. Ahmed’in (Saltanatı: 1603-1617) girişimleriyle İstanbul’a getirtilmiştir. Hırka-i Şerîf’i korumakla görevli olan Üveys el-Karanî Hazretlerinin soyundan gelen bir aile de, Hırka-i Şerîf ile birlikte İstanbul’a gelmişlerdir. O zamandan beridir aynı aile tarafından muhafaza edilmeye devam edilen Hırka-i Şerîf, her sene Ramazan ayında Fatih’te kendi adıyla anılan câmide ziyarete açılmaktadır.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiBuyruğuna Râm Ettir
İtikad

Nefsimin serkeşliği artık canıma yetti Ya Rab, şu mahlûkunu buyruğuna râm ettir Ona zehirli şarâb bir zamanlar şerbetti Senden ayıran zevki gönlüme haram ettir   Senin rızân dışında kimi neyi sevmişsek Ebede giden yolda oldu ayağa köstek Bazen sivri kayalık bazen aşılmaz tümsek Hepsinden vazgeçtirip sevgini tamâm ettir   Nefs-i emmârem benden ayrılmayan bir düşman Nasıl beklenirmiş ki böyle hâinden emân Korkunç darbe indirir ona döndüğüm zamân Rabbim bize her işte doğruyu ilhâm ettir   Yâ Rab, onun şerrinden gelecek nefsi hıfzet Böylelere takıyor insî şeytanlar rozet Öldürücü zehirden umarlar sonsuz lezzet Ehl-i Hakkı destinle nâil-i merâm ettir   Cahillikmiş eğer Sen yoksan ilim ve fen de Zîrâ rızkınla yaşar ikrar, inkâr eden de Artık ne hâl ne takat kaldı çürük bedende Barî son eyyâmında Vâmık’a bayram ettir 23 Ocak 2005, İstanbul  

Cavid SARAÇOĞLU 01 Haziran
Konu resmiTükürün Fransa'nın Hayâsız ve Hadsiz Yüzüne
Kültür ve Medeniyet

Akademisyen, siyasetçi ve Fransa’nın önde gelen isimlerinden oluşan 300 kişinin imzasıyla Fransa’da yayınlanan bir bildiride, Kur’an-ı Kerim’de yer alan bazı ayetlerin çıkarılması talebi yer aldı. Bu talebin kendisi kadar dikkat çeken bir diğer husus da imza verenler arasında Fransa Eski Cumhurbaşkanı Sarkozy ile Fransa Eski Başbakanlarından Valls’in de bulunmasıydı. Konu ile ilgili haberlerin hemen hepsinde bu iki ismin de imza verenler arasında bulunduğunun özellikle belirtilmiş olması, hatta bu iki ismin diğer 298 ismi neredeyse perdelemiş olması imza verilen metin ile siyasetin zirvesinde yer almış iki isim arasındaki önem ilişkisini göstermeye kâfidir. Aslında bu ilişkinin mahiyeti iki isim ve metin arasındaki ilişkiden daha ziyadesini içermektedir. Bu bir arzunun, bir temenninin siyasi bir irade ve icra sahibi makamla buluşmasıdır. Akademisyen, siyasetçi ve Fran­sa’nın önde gelen isimlerinden oluşan 300 kişinin imzasıyla Fransa’da yayınlanan bir bildiride, Kur’an-ı Kerim’de yer alan bazı ayetlerin çıkarılması talebi yer aldı. Bu talebin kendisi kadar dikkat çeken bir diğer husus da imza verenler arasında Fransa Eski Cumhurbaşkanı Sarkozy ile Fransa Eski Başbakanlarından Valls’in de bulunmasıydı. Konu ile ilgili haberlerin hemen hepsinde bu iki ismin de imza verenler arasında bulunduğunun özellikle belirtilmiş olma­sı, hatta bu iki ismin diğer 298 ismi neredeyse perdelemiş olması imza verilen metin ile siyasetin zirvesinde yer almış iki isim arasındaki önem ilişkisini göstermeye kâfidir. Aslında bu ilişkinin mahiyeti iki isim ve metin arasındaki ilişkiden daha ziyadesini içermektedir. Bu bir arzunun, bir temenninin siyasi bir irade ve icra sahibi makamla buluşmasıdır. Kitabı indiren İlahi irade, kelamın sahibi Yüce Allah; Hicr Suresi 9. Ayette “Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız” buyurmuştur. Elbette değil 300 kişi, bütün dünya bir araya gelse dahi Kur’an’da bir tahrifatın yapılamayacağı aşikârdır. İslam Dünyasının ve İslam Dünyasının bir ferdi olarak bizlerin bu noktada bir endişesi ve tereddüdü de bulunmamaktadır. İslam âlemindeki tepki ve öfke bir endişenin ürünü de değildir. Zira Ebrehe’nin ordusu Mekke ve Kâbe önlerine geldiğinde Efendimizin (sav) dedesi Abdulmuttalib, Ebrehe’ye “…Kabe’nin sahibi ise Allah’tır ve şüphesiz onu koruyacak olan da O’dur...” cevabını vermiş. Nitekim tarih Ebrehe ve ordusunun başına gelenlerin ne olduğunu da kaydetmiştir. Bu küstah açıklamaya karşı; bir izahat arayışı içerisinde olmak makul de olmayacaktır. Açıklamaya istinad edilen ayetlerin aslında onların anladıkları gibi olmadığını, kendilerinin yanlış anladıkları ve yorumladıklarını beyan eden, bu ayetlerin mana ve mahiyetlerini anlatan, uzun uzun tefsirlere atıf yapma gayreti içeren çabanın bu bildiriyle örtüşmeyen bir karşılık olacağını söylemek de mümkündür. Zira bu bildiri bir hakikat arayışının tezahürü de değildir. Gösterdikleri gerekçelerde kendi hayat konformizmleri için kendilerinin tamamen dışındaki bir alanı dizayn etme arayışının ise, bu bildirinin sadece bir boyutunu oluşturduğu da anlaşılmaktadır. Alabildiğine ha­yâsızlık, hoyratlık, yüzsüzlük ve arsızlık içeren bu fütursuz İstek, hadsiz ifade ve barbar makamlar arasındaki bu ilişkinin küstah tezahürü yeni olmadığı gibi son da olmayacağı aşikârdır. Bu gün Sarkozy ve Valls tarafından dile getirilen bu arzu 1882’de yine bir Başbakan tarafından, İngiliz Başbakanı William Gladstone tarafından en yüksek perdeden fütursuzca dile getirilmiş, “Ya bu Kur’an’ı Müslümanların elinden alma­lıyız, yahut Müslümanları Kur’ an’dan soğutmalıyız” demiştir. Sonraki yıllar ise bu ifade ve isteğin hayata geçirilmesi için İngilizlerin tüm İslam coğrafyalarına yönelik kaba politikalardan oluşan bir serüvendir. Gladston ismiyle birlikte en çok kullanılan cümle bu olsa da, bu cümle Gladston’un mevzuya ilişkin tek cümlesi değildir. Yine Gladston’un Avam Kamarasında kendisinin dile getirdiği “medenilikle barbarlık arasındaki bir mücadele” ifadelerinin karşılığını ise İskenderiye şehrinde sivillere bomba yağdırarak Mısır’ı işgal etmesi oluşturmaktaydı. Gladston’un barbarlığı­nın sınırlarını ise yine kendi ifa­delerine yansıyan şu tahayyülü göstermektedir. “Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine sürmeli veya Anadolu’da yok etmeliyiz. Türklerin kötülüklerini önlemenin tek yolu onları yeryüzünden kazımaktır.” “Neden bu kin?” sorusunun ce­­vabını ise merhum Ergun GÖZE’nin satırlarında buluyo­ruz “Müslüman Türk; bu bir karışım, bu bir birleşim, bu bir sentez değildir.. Bu bir eriyik’tir.. Hiç bir kimyanın sökemeyeceği bir eriyik.. Bir aşk eriyiği... Türk, İslam’ın içinde erimiştir. Çözülmez, bozulmaz, bereketi bitmez bir “eriyik,….. Bunu en çok Hıristiyan âlemi gördü ve anladı. Onun için bütün gücünü bu eriyiği çözmeye sarf etti.. İnsanlık tarihinin en büyük ihanet teşebbüsüdür bu.. Haçlı seferlerinden, kültür emperyalizminin en son safhası olan Marksizm’e kadar hep bu gayeye yönelmiş ihanet dalgalarıdır. Müslüman Türk, İslam yayının Avrupa’nın kalbine sapladığı ok.. Müslüman Türk eriyiği bütün ihanet oklarına, mızraklarına da göğsünü siper etmesini bilmiştir. Türk, İslam aşkı ile erimiştir. Dünya medeniyet tarihi, bu aşkın kahramanlık, fedakarlık, şiir ve zafer dolu destanıdır.. Türk, bu aşk ile kendi adını bile unutmuştur.” Bu kabulün Avrupa nazarında ne kadar güçlü olduğunu da merhum Cemil MERİÇ, “Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalı’nın gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslam. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın! Avrupa, maddeciliğine rağmen Hristiyan’dır. Sağ­cısıyla, solcusuyla Hıristiyan. Hıristiyan için tek düşman biziz” ifadeleri ile dile getirmiştir. Fransızların bugün, İngilizlerin dün söyledikleri ne sadece bu iki Avrupa devletine ne de sadece Avrupalılara münhasırdır. Fransızların İslam dininin kendi arzularına göre revize edilmesine ilişkin hadsiz talebinin daha hoyratçasını Çin, Doğu Türkistan’da yapmaktadır. Üstelik Çin bunu emekli Cumhurbaşkanları ve Başbakanlar üzerinden açıklama yaptırarak da değil, barbarlığına doğrudan mevzuat libası giydirerek yapmaya çalışmaktadır. Doğu Türkistan’daki Müslüman Türk­lere karşı uygulanmak üzere 27 Mart 2017 tarihinde oy bir­li­ği ile kabul edilen “Dini Aşı­rılığı Ebediyen Yok Etme Yönetmeliği”nin, 01 Nisan 2017 tarihinde resmen yürürlü­ğe konulacağının açıklanmış olması bir tarafa, bu yönetmeliğin        4. Maddesinde “Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) din politikasına kesin olarak bağlı kalınacaktır. Dini faaliyet ve hayat konusunda ÇKP yönetiminin yasalarına yönetmelik ve kurallarına kesinlikle riayet edilecek ve dinin kesin olarak Çine uyumu sağlanacaktır. İslam dini kuralları ülkemizde mevcut sosyalist rejimin kanun ve nizamalarına mutlaka uydurulacaktır.” hükmüne yer verilmiştir. Bugün Doğu Türkistan’da yapı­lanların aynısının dün de Bul­garistan’da Müslüman Türk­lere karşı yapılmış olduğu daha hafızalarda tazeliğini korumaktadır. 1984’lerden itibaren dozu artırılan ve 1989’da zulümde zir­veye ulaşan Bulgaristan’da da; camiler ibadete kapatılmış, ba­­­zı­ları ambara dönüştürülmüş, yal­­nızca ihtiyarların cami­ye git­­­­mesine izin verilmiş, Hacca gitmek ve hatta sünnet bile ya­­­sak­­­lanmış, cenazelerin yı­kan­­­ması da dâhil olmak üzere İs­lami usullere göre kaldırılması yasaklanmış, Arapça ve Türkçe yazılı mezar taşları paramparça edilmiş, Türkçe konuşmak yasaklanmış, Türkçe eğitim ku­rumları ve Kur’an kursları ka­patılmış, Bulgar ve Türkler arasında karma evlilikler pa­rayla teşvik edilmiş, Bulgar isimlerinin alınması zorunlu tutulmuştu. Uymayanlar para ve hapis cezalarına tabi tutulmuştur. Bugün bunların daha fazlası Doğu Türkistan’da yapılmaktadır. Bulgarların bu politikaları, İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’nın en büyük göç dalgasına yol açmış Bulgaristan’da yaşayan 350 bin Müslüman Türk yollara düşmüş ve Türkiye’ye gelmişti. Sırp Komutan Ratko Mladiç, Srebrenitsa Soykırımına girişmeden hemen önce kameraların karşısında “İşte 11 Temmuz 1995’de Srebrenitsa’dayız… Ve nihayet, isyanların ardından, bu bölgede Türklerden intikam alma zamanı geldi” ifade­lerini sarf ederek tarihe not düş­müştü. Aynı Mladiç, Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yaptıklarının hesabını verirken, 10 Nisan 2013 tarihinde gerçekleştirilen son duruşmada yine Türklere mahkeme ve kameralar huzurunda alenen küfür etmekten çekinmemişti. İslam düşmanlığı mevzubahis olduğunda kıtalar, devletler, rejimler değişmekte ancak arzular ve ifadelerin mahiyeti değişmemektedir. İster Komünist ister Kapitalist olsun, Müslüman ve İslam düşmanlığı ortak payda­sında, aynı eylem ve söylem türevinde buluşabilmektedirler. Gladston, Fransa, İngiltere, Çin, Bulgaristan, Sırbistan, Sovyetler, ABD, Sarkozy, Valls, 300 Fransız vs… aynı hat üzerinde uzayıp gidecek bir liste, ne birbirinden farklı düşünmekte, ne farklı şeyler ifade etmekte, ne de uygun şartları bulduğunda düşünce ve ifadelerinden farklı amel etmektedir. Bugün bu bildiriye imza atan Fransa; tarihler 1865’i gösterirken yayınladığı bir kararnamede Müslüman ve Yahudilerin dinlerini değiştirmedikleri sürece Fransız vatandaşı olamayacaklarına, tebaa olacaklarını hüküm altına almış, ancak 1870’te Yahudilere vatandaşlık vermiş, Müslümanlar için bu kararını 1947’ye kadar sürdürmüştür. Aynı Fransa’da 23 Şubat 2005’te çıkarılan bir kanun çerçevesinde Fransız ders kitaplarında sömürgeciliğin pozitif yönlerinden ve Fransız ordusunun kahramanlıklarından bahsedilmesini öngörmesi zamana bağlı bir değişimin gerçekleşmediğini de göstermektedir. Tarihler değişmekte, coğrafyalar değişmekte ancak arzuların, ifadelerin ve imkân bulurlarsa uygulamalarının mahiyeti değişmemektedir. Ya İslam’ın değiştirilmesini istemekte, ya Müslümanların de­­­ğiş­­mesini istemekte, ya da ze­­­min ve imkan bulurlarsa de­ğiş­­­ti­re­me­dikleri Müslümanlara bar­bar­ca muamele etmektedirler. Bunların yanı sıra “ya da” diye­bileceğimiz bir seçenekleri da­ha vardır ki bu da bir “beklen­ti” üzerine inşa edilmiştir. Amerikalı sosyal bilimci Daniel LERNER’in ifadelerinde en net tezahür eden “Ya Mekke – Ya Makineleşme” ikilemi oluş­tu­rularak ve bu ikisi birbiri ile bağ­daştırılmayarak, Müslüman­ların da bu ikilem karşısında Mekke’ye sırt çevirerek, makineleşmeyi tercih edecekleri beklentisidir. Elbette Müslümanlara ve İs­lam’a yönelen her hamleye ve­­­­ri­­­lecek mukabele farklıdır. İs­­­lam’ ın şahs-ı manevisine mu­ka­­­bil soruna muhatap olan Müs­­lümanlar ne yapılması gerekiyorsa yapmış ve yapmaktadırlar. Bulgarların İslam’la olan ilişkilerine verilecek cevap farklıdır ve dönemin muhatapları direnerek ve gerekirse hicret ederek bunu göstermiş, Anadolu da elinden geleni yapmaya çalışmıştır. Doğu Türkistan Müslümanları da Çin’in İslam ve Müslümanlara karşı muame­lelerine direnerek gerekirse can ve mallarından vaz geçerek, imkân bulurlarsa hicret ederek mukabelede bulunmaktadırlar. Keza Boşnakların imkânları ölçüsünde yokluk içinde var güçleri ile Sırplara karşı mücadele etmeleri, Cezayirli Müslümanların uzun soluklu direnişleri ve örnekleri çoğaltılabilecek pek çok hadisede Müslümanlar, mua­melenin mahiyetine uy­gun mu­ka­belede bulunmuşlar­dır. Yine Gladston’un “Ya bu Kur’ an’ı Müslümanların elinden al­­ma­lıyız yahut Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız” sözlerinden, Van Valisi Tahir Paşanın misafiri iken bir gazete haberi vasıtasıyla haberdar olan üstat Bediüzzaman, “Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu dünyaya ispat edeceğim” diyerek muk­teza-yı hale mutabık bir cevap vermiştir. Gladston’un tüm Türkleri Anadolu’dan sürme ve yeryüzünden yok etme arzu­su da Anadolu’nun kahraman evlatlarının mücadelesiyle, des­tan­sı direnişiyle Çanakkale su­larına gömülmüş, Ege’de de denize dökülmüştür. Peki, Fransa’nın bu bildirisine verilecek cevap nedir. Fransa’nın, bu talebini tam da kendi laboratuarlarında üret­tik­leri terör örgütlerinin Or­ta­­doğu’yu tarumar ettiği bir dö­neme denk getirmesi ve bu ör­gütlerin eylemlerini İslam’a fa­tura ederek, bunun üzerinden bir gerekçe üretmeye çalışmasının muhataplarını saf yerine koymaya çalışma anlamı taşıdığının da farkındayız. Kendi ürettikleri terör örgütlerine İslam coğrafyasının kadınlarını, çocuklarını hem de İslam’ın asla tasvip etmediği en vahşi metotlarla İslam adınaymış gibi öldürten ve milyonlarcasını yerinden yurdundan ettiren, mülteci konumuna dü­şürten, kendi ürettikleri terör örgütlerinden kaçan Aylan be­beklerin boğulmalarına aldırış etmeyen, Ümran bebeklere içi sızlamayan, kendi sınırlarına dikenli teller çeken ve bir şe­kil­de bütün engelleri aşarak Avrupa’ya ulaşanlara da üzerlerine idrarlarını yapmak gibi insanlık haysiyetini ayaklar altına alan muamelelere maruz bırakan bir zihniyetin, böyle bir atmosferde bütün olanların müsebbibinin İslam’mış gibi ayetlerimize ilişmeye çalışmalarının; muhatabını sadece saf yerine koymak değil, bunun yanı sıra muhatabıyla bir istihza ve istihfaf anlamı içerdiğinin de farkındayız. Suudi Prens Muhammed bin Selman’ın Nisan ayında New York'ta düzenlenen Yahudi Liderler Toplantısı'na katılarak, “Son 40 yıldır Filistinlilere birçok fırsat sunuldu. Ancak onlar tüm önerileri ellerinin tersiyle itti. Şimdi Filistinliler için teklifleri kabul etme ve anlaşma masasına gelme zamanı. Bunların hiçbirini de yapmıyorlarsa çenelerini de kapatıp sızlanmayı bıraksınlar” gibi talihsiz ifadelerinin hemen ertesinde, Suudi Arabistan’da başlayan ılımlı İslam adı altında bir dejenerasyon sürecinde, dahası Medine’de kilise inşa edileceği iddiaları ile örtüşen bir zaman diliminde Fransızların bu bildiri ile bir talepte bulunmalarının, Batının şahsında yani tüm Batı adına Fransızların İslam dünyası ile bir istihza ve istihfaf gayreti olduğunun da farkındayız. İstihfaf ve istihza mağruriyetin de göstergesidir. Eğer mahiyeti mağruriyet ise, ifadelerin talep mi sual mi olduğunun da bir hükmü yoktur, bu mahiyet ikisini de müsavi kılar. Bunun farkında olmamız, ne cevap vermemiz gerektiğinin de belirleyicisidir. Bundan 100 yıl önce 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nden çok kısa süre sonra 1919’da İngiltere’nin res­mi kilisesi olan Anglikan Ki­li­sesi’nden Osmanlı Meşihat Kurumuna, İslam’a dair 6 soru içeren bir mektup gelmiş ve mektuba da 600 kelime ile cevap verilmesi istenmiştir. Üstad Bediüzzaman’ın buna mukabelesi ise şu şekilde olmuştur. “Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile değil, belki bir tükürük ile cevab veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor... Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..” Bugün Fransızların bu talebi ile İngilizlerin o günkü talepleri aynı mağrurluğun ürünüdür. Fran­sızların bu talebinin hadsiz­lik, küstahlık ve ahlaksızlık olması bir tarafa, kendilerini dinimizin revizyoncusu makamındaymış gibi görecek kadar bir kibir ve mağruriyeti bünyesinde taşımaktadır. Yalnız Fransa’nın ister kabul et­sin ister kabul etmesin ama bil­mesi ve anlaması gereken bir ger­­çeği, bugünün dünden bir far­­kını da parantez içerisinde be­lirt­­mek gerekmektedir ki o da İslam Dünyasının bugün Mon­dros şartlarında olmadığıdır. Tam 100 yıl önce Anglikan Kilisesi gibi küstahlık, hadsizlik, hoyratlık ve lisani barbarlıklarını ve hepsinden öte mağrurluklarını bu bildiri ile yüz yıl sonra yine tekerrür ettirmek istiyorlarsa, Ve tarih de tekerrürden ibaretse, Verilecek cevap da 100 yıl sonra tekerrür edecektir. Tükürün Fransa’nın hayâsız ve hadsiz yüzüne…

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Haziran
Konu resmiFedakârlık Üzerine
İnsan

“Müminlerden özür sahibi olmaksızın cihaddan geri kalıp evlerinde oturanlarla Allah yolunda malları ve canlarıyla cihat edenler bir olmazlar. Allah malları ve canlarıyla cihad edenleri velev özürleri sebebiyle olsun oturanlar üzerine derece itibariyle üstün kıldı.” (Nisa, 95) “(Ey müşrikler!) Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram’ı onarmayı, Allah’a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Hâlbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 19) Fedakârlık, bir dava uğruna maddi-manevi sahip olunan her şeyden arkasına bakmadan, gözlerini kırpmadan vazgeçebilmektir. Fedakârlık, sahip olduğu her şeyini malını, canını, nefsini, dünyasını gerekirse ahiretini davası uğruna harcamak, bunu yaparken de her hangi bir endişe, üzüntü ve keder çekmemek; aynı zamanda feda etmenin hazzını iliklerine kadar yaşayabilmektir. Fedakârlık, kendi çıkarlarından feragat edip her daim feda etme aşkını, şevkini, gayretini insanın kendisinde hissedebilmesidir. Fedakârlık, yalnızca refah ve zenginlik içindeyken değil, darlık, sıkıntı ve yoksulluk söz konusu olduğunda da aynı şevkle yaşanan bir manevi haldir. İçinde bulunduğu maddi manevi zorlukları vicdanına karşı bir mazeret olarak öne sürmeden gerekeni harfiyen yapmaktır. Fedakârlık, İslamiyet’in bizden istemiş olduğu her hadisedeki vicdani hassasiyetlerimizin Allah’ın rızası dairesinde ortaya çıkmasıdır. Bu güzel ahlak, müminleri iman etmeyenlerden ayıran en önemli bir özelliktir. Zira iman etmeyen insanın düşüncesi ve gayreti sadece nefsidir. Nefsin ıslahı yalnızca iman ile olduğuna göre, iman etmeyende fedakârlığın bulunması mümkün değildir. Müminlerin hayatlarının her anına hâkim olan bu haslet, Kur’an’da bildirilen bu ahlak anlayışı, yüce Allah’ın rızasını kazanabilmek için çalışan Müslümanlar arasında tam manasıyla yaşanır. Müslümanların bu güçlü fedakârlık anlayışları içinde hayırlarda yarışmaları, kardeşlerinin nefislerini kendi nefislerine tercih etmeleri, İslam davası uğrunda canlarını ve mallarını feda etmeleri ve bu özellikleriyle birbirlerine örnek olmaları ise, Allah’ın izniyle hem dünyada hem de ahirette çok büyük hayırlara vesile olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Peygamberan-ı İzam Şüphesiz ki insanlar içinde en büyük fedakârlığı peygamberler göstermişlerdir. Hangi şartlarda olursa olsun bütün sıkıntı ve kederlere karşı sabredip ümmetlerinin iman selameti yolunda çekmedikleri cefa, görmedikleri eza kalmamıştır. Birkaç numune zikredelim: * Vücudu demir taraklarla soyulan, üzerine ağır taşlar konulan, her türlü işkenceden Allah’ın lütfuyla kurtulan, nihayet o işkencelerden biriyle şehit olan Cercis Aleyhisselam, fedakârlık timsali bir peygamberdir. Onun fedakârlığını örnek alan müminler, “Cercisleyim hak yoluna çıkmayan canı neylerim” diye ona benzeme gayreti içine girmişlerdir. * Hazret-i Nuh (as) ise kavmini tam dokuz yüz elli sene hak yo­la davet etmiş, büyük bir sabırlılıkla yılmadan sebat etmiştir. * Yine şehit peygamberlerden Zekeriyya (as) hak dinin tebliği, Hazret-i Meryem’in muhafazası uğruna gazab edilmiş olan İsrail oğulları ile ömür boyu mücadele etmiş ve bir ağaç kovuğunda kesilerek Rabbine kavuşmuştur. * Hazret-i İbrahim (as) ise, göklerin ve yerin yaratıcısı ve mevcudatı yoktan var edenin Allah olduğunu babasına ve kavmine haykırmıştı. Putlarının onlara hiçbir faydasının olmadığını anlatmak maksadıyla putlarına tuzak kurmuş ve bütün kavmini karşısına alacak bir kahramanlık sergilemiş, neticesinde de ateşe atılmıştı. Ayrıca Rabbisine verdiği sözü yerine getirmek uğruna can paresi oğlunu kurban etme yolunda eşsiz bir fedakârlık numunesini göstermişti. * Ve Yunus (as). Her türlü dışlamaya, kapıların üzerine kapa­tılmasına aldırış etmeden kavmini tam otuz üç sene hak dine davet ediyor ve kendisine yalnızca iki kişi iman ediyor. * Diğer bir çilekeş peygamber de Yusuf (as)’dır. Önce kardeşlerinin tuzağı, sonra babasından ve yurdundan ayrılışı, daha sonrada kendisine atılan iftira. Bunların hepsine sabretmiş, Rabbinin rızası için iffetini muhafaza etmiştir. * Rabbinin verdiği hastalığa sab­redip şükreden ve asla hastalığından şikâyet etmeyen Eyüp (as) da her halinde harika bir fedakârlık örneği sergilemiştir. * Üzerine taşlar yağdırılarak helak edilen kavmin peygamberi Lut (as) ise, kavminin çirkin işlerine sabretmiş, yapmış oldukları sefahet ve dalaletten onları kurtarmak için gayret etmiştir. Ve nihayetinde kavminin kendisini vazifeli olduğu şehirden çıkartmak istemesi üzerine, Rabbi onu ve ehlini -karısı hariç- o şehirden kurtarmıştır. Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği yüz yirmi dört bin peygamber insanlığın selameti, ümmetlerinin felahı ve sadece Cenab-ı Hakk’ın rızası uğruna bu ve emsali fedakârlıkları ve kahramanlıkları göstermişler, çilenin ve acının her türlüsüne göğüs germişlerdir. Sahabe-i Kiram Tarihin hiçbir safhasında görünmeyen fedakârlık numunelerini ise, ümmeti olmakla şereflendiğimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (sav) ve talebeleri olan Sahabe-i Güzin Efendilerimiz göstermişlerdir. Samimi imanlarından kaynaklanan ahlakları ile tüm insanlara örnek olmuşlardır. Mallarına, canlarına ehemmiyet vermemiş, inkâr edenlerin çoğunlukta olduğu ve iman edenlere karşı büyük bir düşmanlıkla harekete geçtikleri bir dönemde, Yüce Allah’ın rızasını kazanabilmek için her türlü şartta değişmeyen bir kararlılık göstermişlerdir. Gerektiğinde evlerini, ailelerini, işlerini, mallarını-mülklerini, iti­barlarını ve dünya hayatına dair tüm nimetleri hiç düşünme­den geride bırakmışlardır. Sahabe-i Kiram bu dönemde toplumun manevi baskısının yanı sıra, her türlü eziyet, işkence ve suçlamayla da karşı karşıya kalmıştır. Hayatlarının büyük bölümünü ölüm tehdidi altında geçirmiş, şiddetli korku, açlık ve baskılarla mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Sahabeler çoğu zaman yiyecek hiçbir şey bulamayacak kadar ciddi boyutlarda bir açlığa, susuzluğa, soğuğa ve bunların yol açtığı hastalıklara karşı mücadele etmişlerdir. Kendi menfaatleri yerine, Müslümanların rahatını, huzurunu, güvenliğini ve selametini sağlamak için çaba harcamışlardır. Peygamberimiz (sav)’in güvenliğini, kendi can­larından ve rahatlarından üstün tutarak yüzyıllar boyunca gelmiş geçmiş tüm insanlara örnek olacak imanlarının tecessüm etmiş hali olan eşsiz bir fedakârlık örneği sergilemişlerdir. Kuran’da iman sahipleri­nin Peygamberimiz (sav)’e karşı olan bu sadakatleri ve bu yönde gösterdikleri fedakârane ahlaklarına, “Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha evladır...”1 ayetiyle dikkat çekilmiş, Resulullah (sav)’in nefsini daima kendi nefislerinden üstün tuttukları bildirilmiştir. Lailaheillallah dediği zaman tek başına olan, kavim ve kabilesi hatta en yakın akrabaları bile kendisine karşı çıkan, yurdundan çıkarılan, taşlanan, en sevdiklerini şehit veren, mescid-i haramda namaz kılarken üstüne pislikler atılan, hayatı boyunca “ümmeti ümmeti” diyen Hatemü’l-Enbiyanın güzide sahabelerinin fedakârlıklarından bazı misallere göz atalım: * Mekke’nin en zengin ve en söz sahibi ailelerinden birine mensup olan ve Peygamberi­miz (sav)’in tebliğine uyan ilk Müslümanlardan biri olan Erkam b. Ebi’l Erkam’ın, ilk Müslümanların büyük tehdit ve baskı altında oldukları; en yakın akrabalarından bile ezi­yet gördükleri, ibadetlerini gizli­ce yerine getirdikleri bir dönem­de, Peygamberimiz (sav)’e, evini Müslümanların hizmetine açtığını bildirmiştir. Hz. Erkam’ın Kâ’be-i Muâzzamanın batı taraflarındaki bu evi, Müslümanlar için çok büyük bir nimet olmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) ve o dönemde sayıları 10-15’i geçmeyen müminler buraya yerleşmiş; bu ev vesilesiyle ibadetlerini rahatlıkla yerine getirebilme ve İslamiyet’in yayılması için çalışabilme imkânı bulmuşlardır. Üç yıl kadar kaldıkları bu evde yapılan tebliğler, pek çok kişinin İslamiyet’i kabul etmesine vesile olmuş, Erkam b. Ebi’l Erkam’ın evi İslam tarihinde çok önemli bir rol oynamıştır. İlk Müslümanlar kendilerine yapılan eziyet ve işkencelerden kurtulmak için bu eve sığınmış, Hz. Ömer’in katılmasıyla 40 kişi oluncaya kadar Sahabe-i Kiram burada kalmışlardır.”2 * İslam tarihinde, Peygamberimiz (sav)’e olan sevgisi ve sadakatiyle, şerefle anılan sahabelerden biri de Hz. Ebubekir’dir (ra). Hz. Ebubekir (ra), gösterdiği pek çok üstün ahlak özelliğinin yanı sıra infak konusundaki ihlâsıyla da Müslümanlar için güzel bir örnek olmuştur. Tarihi kaynaklarda Hz. Ebubekir’in (ra), Müslümanların güçlenmesi ve İslamiyet’in yayılması için, bel­ki de desteğe en çok ihtiyaç olan bu dönemde sahip olduğu tüm malını büyük bir şevk ve istekle infak ettiği, hatta ilk sadakayı Hz. Ebubekir’in (ra) verdiği anlatılmaktadır. Peygamber Efendimiz (sav)’in ilk halifesi olan Hz. Ebubekir (ra), dini kuvvetlendirmek için malını vermekte, düşmana karşı mü­cadele etmekte hep önde ol­muştur. Resûlullah (asm) Tebük Sa­vaşı’nda herkesin yardım yapmasını emir buyurunca, herkes malının bir kısmını getirip verdi. Sonra Hz. Ebubekir de (ra) malını getirip teslim etti. Peygamber Efendimiz (sav) Hz. Ebubekir’e (ra) dönüp sordu: - Ya Ebubekir (ra), sen evine ne bıraktın? - Ya Resûlallah (asm), evime bir şey bırakmadım. Tamamını buraya getirdim. Onlara Allah (cc) ve Resul’ünü (asm) bıraktım. Hz. Peygamber (sav) malının yarısını getirip veren Hz. Ömer’e de (ra) “Ailene bir şey bı­rak­tın mı?” diye sordu. O ise, “Evet malımın yarısını ge­tir­dim; diğer yarısını ise on­lara bıraktım” dedi. Sonra Hz. Ebu­bekir’in (ra) malının ta­mamı­nı getirdiğini işitince de “Onunla yarıştığımız bütün hayır işlerinde o beni geçmiştir” demiştir.3 * Ashab-ı Kirâm’ın en zenginlerinden olduğu hâlde, mala karşı hiçbir sevgisi olmayan Ab­durrahman bin Avf da (ra) fe­da­kârlığıyla İslam tarihine geç­­­miştir. Abdurrahman bin Avf’ın (ra) Tebük Savaşı’nda in­fak ko­­­nu­sunda gösterdiği fe­da­­kâr­lık­­lar, İbn Abbas’tan (ra) şöyle rivayet edilmektedir: İbn Abbas (ra) şöyle anlatıyor: Taif’ten dönüşünden altı ay sonra Hz. Peygamber’in (sav) yanına gittim. Allah Teâlâ (cc) O’na Tebük Savaşı’nı emretti. Bu, Hicaz’da sıcaklığın en şiddetli olduğu bir zamana rastlıyordu. Münafıkların sayısı çoktu. Dahası o sırada Suffe ashabı da bir hayli artmıştı. Bunlar mescide bitişik bir evde kalıyorlardı. Hz. Peygamber’in (asm) ve diğer müminlerin verdikleri sadakalarla geçiniyorlardı. Savaş çıktığında Müslümanlar onları kendi aralarında paylaşırlardı. Müslümanlardan durumu iyi olanlar ya onlardan birinin savaş donanımını ya da içlerinden dört kişinin yiyecek ihtiyacını üzerine alırdı. Sonra da hep birlikte savaşa giderlerdi. Hz. Peygamber (asm) bu savaşta da Müslümanlara mallarını Allah yolunda ve O’nun rızası için harcamalarını emretti. Onlar da bu emre uyarak Allah’ın rızasını kazanabilmek için mallarını infak ettiler. Fakir Müslümanlardan bir kısmına binek temin edilebildi; ancak bazıları da yaya kaldı. O gün Abdurrahman bin Avf (ra)  iki yüz ukiyye (1 ukiyye 40 dirhem değerinde bir ağırlık ölçüsüdür) para yardımında bulundu. Bu o gün Müslümanların vermiş oldukları sadakaların en büyüğü idi. Hz. Peygamber, (asm) Abdurrahman’a (ra), “Ailen için bir şey bıraktın mı?” diye sordu. O da “Evet, infak ettiğimden daha fazlasını bıraktım” dedi. Hz. Peygamber (asm), “Peki onlara ne bıraktın?” diye sorduğunda Abdurrahman (ra), “Allah (cc)  ve Resul’ünün (asm) vaat ettiği rızık ve hayrı bıraktım” dedi.4 * Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Os­man’ın (ra)  ardından Peygam­beri­miz (sav)’e tabi olarak, ilk Müs­­lümanlardan olma şerefine erişen ve bundan dolayı iş­ken­­ceye uğratılan Talha bin Ubey­­dullah, (ra) Uhud Savaşı’nda Re­su­­lullah’ı (asm) koruyabilmek için bü­yük kahramanlıklar gösteren sahabelerdendir. Malik bin Zü­beyr (ra) adındaki çok keskin bir nişancının Peygamberimiz (sav)’e attığı oklara karşı koyabilmek için oklara elini tutan Talha bin Ubeydullah’ın (ra) eli parçalanmış ve parmakları bu yüzden çolak kalmıştır. Bu savaşta seksene yakın yara aldığı, hemen her yeri kılıç, mızrak ve ok darbeleriyle yaralandığı halde Resulullah’ın (asm) yanından ayrılmamış, O’nu (asm) korumaya çalışmıştır. Hz. Ebu Bekir (ra) ve Sa’d bin Ebî Vakkâs (ra), Resûl-ü Ekrem Efendimiz (sav)’in yanına yetiştiği sırada kan kaybından bayılan Talha bin Ubeydullah’ın (ra) ayılır ayılmaz sorduğu ilk soru ise Resulullah’ın (asm) durumu olmuştur.5 * Hazret-i Musab bin Umeyr (ra), Mekke’nin en zengin ailesinin tek çocuğu idi. İslam’a girdiğinde on yedi yaşlarındaydı. Medine’ye giderken üzerinde sadece bir elbisesi vardı ve başka bir şeyi yoktu. Ondan sonrada hep böyle yaşadı. Hatta Uhut’ta şehit olduğunda bütün uzuvlarını Allah için vermiş sonra da üzerine örtünecek bir kefen bezi bile bulamamıştı.6 * Hz. Ali’nin (ra) fedakârlıkta bulunmanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu şöyle dile getirdiği rivayet edilmektedir. “Şu iki şeyden hangisinin minnet yönünden daha büyük olduğunu bilemiyorum: Birincisi bir Müslüman kardeşimin ihtiyacımı giderir düşüncesiyle ve halis bir niyetle bana müracaat etmesidir. İkincisi de Allah Teâlâ’nın onun ihtiyacının benim ellerimle giderilmesini sağlamasıdır. Yemin ederim ki bir Müslüman kardeşimin bir ihtiyacını karşılamak, benim yanımda yeryüzü dolusu altın ve gümüşüm olmasından daha sevimlidir.”7 * Hz. Peygamber’in (asm) kardeş yaptığı Abdurrahman b. Avf’ın (ra) Medineli kardeşi Sa’d b. Rebî’ el-Ensârî (ra), evine çağırdığı bu din kardeşi Abdurrahman b. Avf’a (ra) bakınız ne diyordu: “Kardeşim, Medineliler içinde en çok serveti olan benim. Malımın yarısını sen al. Nikâhımda iki hanımım var, bak, hangisini beğenirsen onu boşayayım sen nikâhla.” Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf da  (ra) şöyle cevap verdi: “Allah senin hanımını da, malını da mübarek kılsın. Sen bana pazarın yolunu göster.” Abdurrahman b. Avf (ra), pazarda ticaret yaparak hem geçimini sağladı, hem de kısa sürede büyük servet kazandı.8 Evet, Allah Resulünün (asm) sahabe­lerinin fedakârlık ve kahraman­lıkları saymakla bitmez. Deryadan bir katre hükmünde olan bu misalleri, ağır taşlar altında ezilen ve inkâr etmesini istedikleri Rabbini “ehad ehad” diyerek birleyen Bilal-i Habeşi (ra) ile; yakılan ateşe baş aşağı tutulan ve ateş soğuyuncaya kadar üstüne basılan, kızgın demirle vücudu dağlanan Habbab bin Eret (ra) ile güneşin en kızgın olduğu zamanlarda taşlar üstüne yatırılan her türlü işkencelere katlanarak şehit olan Yasir ailesi ile; Allah Resulünün (asm) öldüğü yerde siz niye ölmüyorsunuz diyen Enes bin Nadr (ra) ile; “Anam babam tatlı canım sana feda olsun ya Rasulallah (asm)” diyen ve bu fedakârlıkların aynını gösteren tüm sahabelerle çoğaltmak mümkündür. Son nefeslerinde içecekleri bir yudum suyu, diğer kardeşi­nin içmesini isteyecek kadar fe­dakâr, ölüm anında bile baş­kalarını düşünecek kadar di­ğer­gâm olan İslamiyet’in bizlere kadar gelmesinin sebebi olan sahabe efendilerimizi; bu kahramanları yetiştiren, insanlığın medar-ı iftiharı iki cihan serveri Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz bakınız na­sıl methediyor: “Ashabım hakkında uygunsuz sözler söyle­meyin. Eğer, sizden birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve bunun tamamını Allah yolunda infak etse, bu, onların bir-iki avuçluk infakına, hatta bunun yarısına bile mukabil gelmez.”9 İnsanların en hayırlıları, benim şu içinde bulunduğum asırda yaşayanlardır. Sonra onların peşinden gelenler (Tâbiîn), daha sonra da onların peşinden gelenlerdir (Tebe-i Tabiin).10 İşte Allah Resulü (asm) getirdiği nur ile kendi çocuklarını diri diri toprağa gömen, faizin her türlüsünü yiyen, cinayetin envaını işleyen, içkiyi su gibi içen, taştan ağaçtan hatta helvadan yaptıkları putlara tapan bir kavmi insanlığın zirvelerine taşıyor, her birini insanlığa yön veren birer yıldız yapıyor ve enbiyadan sonra en yüksek makam olan fedakârlık abidesi sahabeliği kazandırıyor. Ve “Şüphesiz ki Allah (cc), müminlerden nefislerini ve mallarını, karşılığında cennet hakikaten onların olmak üzere satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar öldürürler ve öldürülürler (Allah tarafından onlara) Tevrat’ta, İncil’de ve kuranda (söz verilen bu cennet Allah’ın) kendi üzerine hak bir vaaddir ve Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim olabilir. Öyle ise yaptığınız bu alış verişinizden dolayı sevinin işte büyük kurtuluş ise ancak budur”11 ayeti celilesine mazhar ma’kes ve masadak ediyordu. İslam Tarihinden Şübhesiz ki İslam’ı omuzlarında yücelten Sahabe Efendile­ri­mizden sonra gelen İslam kah­­ra­manları da fedakârlığın en güzel numunelerini tarihe al­­tın harflerle yazdırmışlardır. Bu kahramanların feda ettikleri ha­­yat­­larının hulasasını bir kaç ör­nekle izaha çalışalım. İslam’ı farklı coğrafyalara yaymak arzusuyla ve aşkıyla yanan Tarık bin Ziyad Afrika’dan Avrupa’ya geçip bir daha dönmek hissi hiç kimsede uyanmasın diye gemileri yakmış ve Avrupa’ya üstat olacak Endü­lüs medeniyetini kurmuştur. Bu medeniyetin inşasında baş­rol oynayan Tarık bin Ziyad’ın kahramanca yaptığı fedakârlık­lar neticesinde Avrupalıların yıllarca üniversitelerinde okuttukları kitaplar telif edilmiş ve bilime yön veren birçok İslam âlimini yetişmiştir. İslam’a yıllarca bayraktarlık ya­pan bu necip milletin Ana­do­lu’ya yerleşmesine vesile olan Sultan Alparslan ise Malazgirt günü beyaz elbiselerini giymiş ve bunun kefeni olduğunu bu yola baş koyduğunu, ölürsem şehit kalırsam gaziyim düşüncesini askerlerine etkileyici bir konuşmayla anlatmıştır. Neticede Bizans’ı bozguna uğratıp Anadolu’muzun İslamlaşmasında çok büyük rol oynamıştır. Allah Resulünün (asm) İstan­bul’u fet­heden orduyu ve komutanı met­­hetmesi neticesinde birçok İslam kahramanı bu müjdeye nail olabilmek için defalarca İstanbul’u kuşatmış, fakat fetih bu kahramanlara bir türlü nasip olmamıştı. Çünkü kader-i İlahi Sultan Mehmed Hanı bu müjde için tayin etmişti. İstanbul son kez kuşatılıyordu. Sultan Muehmed Han ve ordusu dünya tarihinde görülmemiş bir tarzda gemileri karadan yürütüyor, şahi toplarını döküyor, fetih için yaptıkları ihlâslı dualarla secde yerlerini gözyaşlarıyla ıslatıyorlardı. İşte bu samimane çalışmaların ve ihlasla edilen duaların neticesinde, Ulubatlı Hasan, elinden düşürmediği sancağı birçok okun vücuduna isabet etmesine rağmen Bizans’ın köhne surlarına dikiyordu. Artık Bizans düşmüş, Ayasofya İslam’ın sembolü haline gelmiş ve Sultan Mehmed Han bu müjdeli fethin fatihi olmuştu. İşte bu kahramanca fedakârlıkların neticesinde İstanbul İslam’ın yüzyıllarca merkezi olmuş ve âleme adalet buradan neşredilmişti. İslam uğruna hayatını vakfeden bir diğer kahraman da Kafkas Kartalı İmam Şeyh Şamildir. İmam Şamil on beş yaşında bindiği atın üstünden, İslam uğruna hayatı boyunca inmedi. Rusların İslam’ı Kafkasya’dan atmak ve Anadolu’dan geçerek sıcak denizlere inmek hevesleri, İmam Şamil’in çok çetin cihadıyla kursaklarında kalıyordu. Ruslara yıllarca kan kusturan ve dönemin en son teknolojisine kalpleri cihad aşkıyla yanıp tutuşan bir avuç kahramanıyla karşı koyan İmam Şamil, İslamiyet’in ve cihadın selameti için alınan karara uymayan anası da olsa onun yerine kırbaçları yiyor, yine de fedakârlığından taviz vermiyordu. İki metreyi aşan boyu, gür sakalı ve silahın her türlüsündeki çabukluğu, hususen Kafkas dağları gibi metin olan imanıyla çarlık Rusya’sının korkulu rüyası haline geliyordu. Bu mübarek kahraman, yaptığı hizmetin ettiği cihadın makbuliyyetine bir alamet olarak cihad aşkıyla dolu ruhunu, Rahmana mukad­des beldelerde teslim ediyor ve arkasında aynı aşkla yanan binlerce şamil bırakıyordu. Anadolu’nun düşman çizmeleri altında çiğnenmesine gönülleri razı gelmeyen kahramanlar, İslam’ın merkezi olan İstanbul’a saldıran itilaf devletlerine Çanakkale’de dur diyor ve yüz binlerce kahraman adeta boğazda etten duvar örüyordu. Resmi rakamlara göre iki yüz elli bin Mehmetçik bu uğurda gözünü bile kırpmadan şehid oluyordu. Bir destandı Çanakkale bir mahşer, bedrin aslanlarının küçük kardeşlerinin düğünüydü. Cenab-ı Hakk’ın inayetinin envaının göründüğü bir meşher. Vatanın doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine her köşesinden gelen, Allah’a kurban olmak maksadıyla kınalanan kuzuların bayramıydı Çanakkale. İşte bu kahramanların ciltler dolusu kitapları kapsa­yacak fedakârlıkları sayesinde din-i mübin-i İslam’ın haysiyeti kurtarılmış oluyordu. Çanakkale’deki destanlaşan kah­ra­manlar gibi daha nice va­tan evladı, vatanın dört bir yanında şehit oluyor dinin muha­fa­zası için can veriyorlardı. Sarı­kamış’ta, Maraş’ta, Antep’te, Ur­­­­­fa’da, Yemen’de ve birçok cep­­­­­hede kadın erkek, çoluk ço­­­­­cuk din için vuruşuyorlardı. Fat­­­­ma Analar, Nene Hatunlar, Süt­­çü İmamlar fedakârlığın son noktasını iliklerinde his­se­­di­­­­yor­­lardı. Analar gözlerini kırp­­­­­madan evlatlarını cepheye gön­­­­de­­ri­yor, şehit olmazsan sütüm sana helal olmaz diyordu. Bu hali şu hadise ne güzel ifade ediyor: “SÖĞÜT’ÜN AKGÜNLÜ KÖYÜNDEN MEHMET OĞLU HÜSEYİN” Yıl 1915, yağmurlu ve serin bir sonbahar gecesi... Çanak­kale Savaşı kazanılmış fakat milletin harim-i ismetine el uzat­mak isteyen bakışı bulanmış yedi düvelle harp bütün şiddetiyle devam etmektedir. Bir zamanlar yedi iklime dal budak salarak “devlet ebed müddet” namıyla buyruk yürüten Osmanlı’nın kök şehri Bile­cik, bu defa başka bir faaliyete sahne olmaktadır. Bıyıkları yeni terlemiş yağız delikanlılar istasyonda vagon­lara doluşarak, “yurdunu alçaklara çiğnetmemek” için Frenk işgalcileri ile yaka paça olma hazırlığındadırlar. Trenin kalkışı için kampana ça­lınmış, istasyon hareketlenmiş­tir. Bu arada sık sık çakan şimşekler, istasyonun bir köşesinde dimdik ayakta duran yaşlı bir ananın abideleşmiş siluetini nazara vermektedir. Yağmura ve soğuğa aldırış etme­den orada bir sütun gibi bekleyen bu kadının hâli, kumandan Abdülkadir Bey’in dikkatini ve hürmetini celbeder. Bir koşu ya­nına gidip bir isteği olup olmadığını sorunca ihtiyar kadın, bir tekmil verme edası içinde Söğüt’ün Akgünlü köyünden Mehmet oğlu Hüseyin’in anası olduğunu ve aslanını selametlemeye geldiğini söyler. Kumandan, yüzünde sanki asır­­ların çilesi bulunan bu mü­ba­­rek ananın duasını alabilmek için Hüseyin’ine haber yollatır. Çağrıldığını öğrenen genç delikanlı hemen seğirterek anasının haritalaşmış mübarek ellerine sarılır. Çileli ana, ciğerparesini paralarcasına bağrına son bir kez daha basıp koklar ve ardından, tarihin durup dinlediği şu sözle­ri söyler: “Hüseyin’im yiğit oğlum benim. Dayın Şıpka’da baban Dömeke’de ağaların sekiz ay evvel Çanakkale’de şehit düştüler bak son yongam sensin, minareden ezan sesi kesilecekse, camilerin kandilleri sönecekse sütüm sana haram olsun, öl de köye dönme. Haydi, oğul Allah yolunu açık etsin.”12 Bu sözler, İslam kahramanı bir ananın hayatta kalan son ev­lâ­dına nasihatidir. İşte bu fedakârların gayretleriyle İslam’a yapılan fiili bir saldırı daha engellenmiş oluyordu. Vatan, din, namus, haysiyet bu çetin mücadeleyle muhafaza ediliyordu. İslam’ın destanlaşan kahramanlarından biri de Bediüzzaman Said Nursi Hazretleridir. Üstat Bediüzzaman, çocukluğundan hayatının son anına kadar imana ve Kur’an’a hizmet etmiş, “Bu milletin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım” demiştir. Hatta “Bir tek gayesinin, milletin hususen gençliğin imanının selameti” olduğunu beyan etmiştir. İman davası uğruna defalarca zehirlenmiş, türlü türlü işkencelere maruz kalmış, memleket memleket sürgüne yollanmıştır. Davası uğrunda bu sıkıntıların bin kat fazlasını çekmeyi İslam’ın selameti uğrunda göze almıştır. “Şeriatın bir tek hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım” diyerek imanın Kur’an’ın ve şeriatın ihyası uğrunda hayatını vakfetmiştir. “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa her gün biri kesilse zındıkaya teslim-i silah edip vatan ve millet ve İslamiyet’e hıyanet etmem ve hakikat-ı Kur’aniye’ye feda olan bu başı zalimlere eğmem” diyerek davasındaki sadakati âleme haykırmıştır. Zindanları bir medreseye çeviren Bediüzzaman Hazretleri, İslam’ın yılmaz bir mücahidi imanın metin bir muhafızı idi. Kendisine teklif edilen dünya saltanatını elinin tersiyle itip davasını hiçbir şeye alet etmemişti. Üstat, Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur’ların insanlığın kurtuluşunun bu zamanda en önemli bir vesilesi olduğunu söylüyor, eserlerindeki tahkiki iman dersleriyle de bunu ispat ediyordu. Dünya zevki namına hiçbir şey bilmeyen üstat, İslam’a adadığı ömrünün her dakikasında milletin imanını düşünmüş ve bu noktada milyonlarca talebe yetiştirmiştir. Onları vatan sathına yayarak harika bir iman hizmetini ifa etmiştir. Yetiştirdiği talebeleri de kendisi gibi kahraman olan Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu vatana dinsizliğin girmesine engel olacak Risale-i Nurları talebelerinin şirin kalemleriyle neşretmiştir. Aldığı son zehrin etkisiyle Urfa’da 1960 Ramazan’ında şehit düşmüştür. Evet, bu kahramanlar gibi isimleri saymakla bitmeyecek ve isimsiz kahramanlar diye yâd edilecek milyonlarca fedakârlar, İslam uğruna her şeylerini vermişlerdir. Bizlere önder ve yolumuzu aydınlatan meşaleler olmuşlardır. Netice olarak ne fedakârlar bit­­­miştir, kesilmiştir, ne de fe­da­­­kâr­lığın sonu gelmiştir. Din dai­ma hücuma maruz kalacak, bu­na karşı da ashabın dine sa­hip çıktığı gibi öne atılan fe­da­kârlar kıyamete kadar buluna­caktır. Yine sahabe ve İslam kahramanları gibi dinini anlatmak için çoluk-çocuğunu bırakıp sağa-sola, dünyanın dört bir tarafına giden, mallarıyla canlarıyla cihad eden her şeyinden vazgeçen fedakârlar olacaktır. Allah, hepimizin kalbinde dine sahip çıkma meşalesini tutuştursun. (Âmin) Kaynaklar: 1- Ahzab, 62- Şamil İslam Ansiklopedisi, Akit Gazetesi, , cilt 2, sf. 274-2753- Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s Sahabe, Hz. Muhammed ve Ashabının Yaşadığı İslami Hayat, Cilt 1, Sentez Neşriyat, Temel Eserler Serisi: 2/1, sf. 4104- Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s Sahabe, Hz. Muhammed ve Ashabının Yaşadığı İslami Hayat, Cilt 1, Sentez Neşriyat, Temel Eserler Serisi: 2/1, sf. 407 (İbn Asakir 1/105; Kenz I6249 (Ibn Asakir ve İbn Abid’den5- Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s Sahabe, Hz. Muhammed ve Ashabının Yaşadığı İslami Hayat, Cilt 1, Sentez Neşriyat, Temel Eserler Serisi: 2/1, sf. 295 (Kenzü’l-Ummal, V/310;EbuNuaym, Hilye,I/2606- Buhari “cenaiz” 287- Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s Sahabe, Hz. Muhammed ve Ashabının Yaşadığı İslami Hayat, Cilt 2, Sentez Neşriyat, Temel Eserler Serisi: 2/2, sf. 474 (Kenz III/317 (en-Nersi’den8- İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 2289- Buhârî, “Fezâilü’l-Eshâb”, 5; Müslim, “Fezâilü’s-Sahâbe”, 22110- Müslim, “Fezâilü’s-Sahâbe”, 212; Buhârî, “Fezâilü’l-Eshâb”, 111- Tevbe, 11112- Mısıroğlu, Aynur; Kuvay-ı Milliyenin Kadın Kahramanları, Sebil Yay., İst./ Tarihsiz, s. 44

Hasan AKKAYA 01 Haziran
Konu resmiHayata Anlam Katan İnsan Güç Veren Kavramlar
İnsan

Başa gelen talihsiz olayların, zahiren çirkin gözüken eşyanın, aklın durup, dilin sustuğu, gözün gör(e)meyip acze düştüğü hadiselerin hakiki bir güzellik yönü vardır. Evet, her şeyde hakiki bir hüsün ciheti vardır. Kâinattaki her şey, her hâdise ya bizzat güzeldir, ona hüsn-i bizzat denilir. Veya neticeleri itibariyle güzeldir ona da, hüsn-i bilgayr denir. Hadiselere zahir-perest bir nazarla bakıp, eşyanın hakikatini düşünmeden hareket eden bir kimse hayatı doğru okuyamaz, olaylara istikametli bakamaz. Sağlıklı ve düzgün bir bakış açısını yakalayabilmek için öncelikle doğru anla(mlandır)malıyız. Bununla birlikte anlam dünyamızın referans kaynakları da müstakim olmalıdır. Kaynağını, hidayet rehberimiz olan Kur’an’dan, mürşidimiz ve muallimimiz olan Rasulullah’tan almayan hiçbir fikir huzur vermez ve istikamet rehberi olamaz. Bediüzzaman Hazretlerinin 1909 yılında 31 Mart hadisesi mü­nasebetiyle yaptığı sa­vunma­da mahkeme reisine söy­­lediği şu sözler meselemize açık­­lık getirmesi açısından olduk­ça önemlidir. “Ben talebeyim. Onun için her şeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmi­yet biliyorum. Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.” Hz. üs­ta­dın eşyaya ve hadiseye yakla­şımında İslam referanslı hareketi, asr-ı saadete ve köklere iniş hamlesi, özellikle yüzlerin ve gönüllerin batıya döndüğü bir zamanda çok büyük bir anlam taşımaktadır. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) getirdiği nuru, eşyaya verdiği anlamı, hadiselere yüklediği manayı yeniden ve güncel bir tarzda 20-21. yüzyılın idrakine sunmak büyük bir ihtiyaçtır. İşte Sevgili Üstadımız, Risale-i Nurlar vasıtasıyla doğrudan doğruya Kur’an’dan aldığı feyiz ve bereketle ve Nebevî metotla bu ihtiyacı asrın idrakine sunmuştur. Kâinatta kimsenin inkâr edemeyeceği bir güzellik ve intizam vardır. Bununla birlikte bir kısım hadiseler ise karışık ve çirkin gözükmektedir. Ancak “yarattığı her şeyi güzel kılan” Rabbimiz, o çirkinliklerin arkasına gayet parlak güzellikler koymuştur. İşte yeryüzünü süslendiren rengârenk çiçekler, çamurlu bir topraktan gelmektedir. İşte yüzleri ile bize tebessüm eden şirin ve nazenin bitkiler, fırtınalı ve şiddetli yağmur perdesi altında gelmektedir. Evet, hayatımız dahi böyledir. Güzellikler, iyilikler, hayırlar ve hasenatlar, zahmetlerin ve meşakkatlerin arkasında saklıdır. İlim ve irfan nimeti, çalışmanın zahmetli perdesinde, muvaffakıyet, uzun ve zorlu yollarda, huzur ve saadet, azim ve kararın, güçlü bir iradenin arkasında saklıdır. Yeryüzünü karıştıran fırtınalar, zemini titreten zelzeleler gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok manevi çiçekler ve meyveler vardır. Toprağın altında bir ağaç olma kabiliyetine sahip olan bir tohum müthiş bir sıkışmanın ve tazyikin, yürekleri titreten bir gök gürültüsünün akabinde patlar ve filizlenir. Bir küçük tohum parçasının neşeyle toprağın üstüne çıkma serüveni, zahiri nice meşakkatlerin ve türlü türlü değişimlerin perdesi arkasında vücuda gelir. Hayat da böyledir, her bir zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Fakat insan, işin hakikatini görmediği için aceleci ve bencil olduğu için zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Yalnız kendine bakan netice ile muhakeme eder sadece kendi dar ve sığ penceresinden baktığı için şer olduğuna hükmeder. Milyarlarca insanın rızkına, hayvanların hayatına ve bitkilerin vücuda gelmesine vesile olan yağmura, sırf kendisini ıslattığı için fenadır der, tedbirsiz ve ihtiyatsız insan. Memleketi zalimlerin pençesinde kıvranırken tatlı canının incinmesinden korktuğu için mücadele meydanını manasız ve anlamsız görür bencil insan. İşte insan çokça zalim ve çokça cahildir. Bilmez ve akıl etmez ki o yağmur nimeti onu ve nev’ini ve tüm mevcudatı ihya edecek. Akıl edip hakikate bakmaz ki; o mücahedeyle ve o mücadeleyle vatanı, namusu, ailesi ve mukaddesatı kurtulacak. İnsan başına gelen en küçük belada feryat edip “neden benim başıma geldi?” diye isyan ederken, perde arkasında gizlenen hikmetleri ve güzellikleri kaçırmaktadır. Ömrünü bir mateme, hayatını hareket eden bir cenazeye çevirmektedir. Hz. Üstad, 1927 yılında memleketinden, dostlarından ayrılarak o zamanın ücra bir nahiyesi olan Barla ya sürgün edilir. Ancak Sevgili Üstadımız, zahiri çirkin olan bu sürgün hadisesini Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanıyla kendi iç âleminde o kadar güzel anlamlandırır ki; bütün insanlığa rehber olacak bir anlam dünyası ve model bir düşünce mekanizması ortaya koyar. Barla onun için bir sürgün yeri değil, ders kürsüsüdür. Dostlarla görüşmekten men edilen açık bir ceza evi değil, ilhama mazhar olabilmek için duru ve temiz bir zihne, berrak ve safi bir akla meydan açan bir tefekkür hanedir. Rabbe yakınlaştıran Rahman’a ulaştıran bir halvethane, bir uzlet yeridir. Akraba ve dostlara bedel, fedakâr talebelere kavuştuğu bir medresedir. Sevgili Üstadımız 1935 yılında 120 talebesiyle birlikte Eskişehir hapishanesine sevk edilir. Hapishanenin ağır şartları altında çeşitli zulümlere maruz kalan Risale-i Nur talebelerine bu dehşetli hapis hayatını cennete çevirecek iksirli, şifalı, derin anlam yüklü kısa bir mektup yazar. Talebelerine öyle bir hapishane tarifi yapar ki; etkilenmemek mümkün değildir. Hapishaneye öyle bir anlam yükler ki; akıllar rahatlar, kalpler teskin olur, ruhlar ise hak ve hakikate teslim olur. Sevgili üstadımız zahiren çirkin ve fena olan hapishaneye Risale-i Nur talebelerinin en menfaatli bir dershanesi olarak bakar. İlim ve irfan yuvası olarak görür. Sıkıntı ve işkence yeri değil, en feyizli bir çilehane, eziyet ve zahmet yeri değil, düşmanlara karşı ne derece ihtiyatlı davranmak lazım geldiğini talim eden en hassas bir imtihan meydanı olarak kabul eder. Hapishane Üstada göre; her birinde ayrı ayrı güzel meziyetler bulunan Risale-i Nur talebelerinin, birbirlerinin güzel hasletlerinden istifade edip ders aldıkları bir mekteptir. Kardeşlik bağlarının güçlendiği, birlik ve beraberlik bilincinin tazelendiği bir uhuvvet salonudur. Her hadisede rahmet cephesini görme yeri, her şeyde Allah’ın nimetini müşahede edebilme mekânıdır. Hz. Yusuf’a ka(de)rdaşlık etmenin adıdır, yani Medrese-i Yusufiyedir. Cenab-ı Hak mevcudatı yaratmış ve her bir varlık ile esması itibariyle binlerce bağ inşa etmiştir. Her hangi bir eşyanın insana bakan, insana ait olan gayesi bir ise Halık’ına ve esmasına bakan cihetleri binlerdir. Yeryüzüne baktığımızda bazı yırtıcı ve vahşi hayvanlar güçsüz ve cılız hayvanlara musallat olur. Atmaca kuşlarının serçelerin peşine düşmesi, aslanların ceylanları kovalayıp avlaması, zahiren rahmete uygun gelmeyen çirkin bir olay gibi gözükmektedir. Hâlbuki serçe kuşunun istidadı o taarruz ile inkişaf eder. Ceylan yavrusunun hayatta kalabilmesi o koşuşturma ile tecelli eder. İşte insan dahi hasta olur, çeşitli musibetlere giriftar olur, türlü türlü belalar ve acı verici hadiselerle karşılaşır. Bütün bunlar zahiren fena ve çirkin gözükmekte ise de haddi zatında Allah bu sıkıntılı hadiseler arkasına çok hayırlar ve güzellikler koymuştur. Ölümün varlığı, musibetler ve hastalıklar zahiren çirkindir. Fakat bunlar dahi neticeleri itibariyle güzeldir. Ölüm Rahman’a kavuşturduğu için, hastalıklar insanı günahlardan temizlediği için güzeldir. İnsan Allah’ın isimlerinin en güzel bir aynasıdır. Allah’ın Şafi ismi insanda hastalıklar ile tecelli eder. Rezzak ismi açlığı ister ki; hakiki manada ortaya çıksın. Hem hayatı anlamlı kılan yeknesaklıktan ve durağanlıktan çıkaran musibetler ve hastalıklardır. Hayat musibetlerle kemale erer. İnsan sıkıntılarla baş ede ede kuvvet kazanır. Yarattığı her şeyi güzel yapan Rabbimiz  (اَحْسَنَ كُلَّ شَيْئٍ خَلَقَهُ)  kâinatı hayır, güzellik ve mükemmellik üzere yaratmıştır. Eşyanın vücuda gelmesinde hakiki maksat hüsündür. Kâinatta yaratılan şerler, çirkinlikler ve fenalıklar ise cüzîdir, esas maksat değildir. Yani, çirkinlikler, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikati ve çok hikmetleri içinde barındıran bir maksatla vücuda gelmişlerdir. Bu sırra göre şeytan dahi insanın yüce ve âli bir makama çıkmasına vesile olmak için beşere musallat edilmiştir. Madem kâinatta hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksut onlardır. O halde elbette insanda başına gelen hadiselerde ve eşyayı anlama ve anlamlandırmada bu umumi hakikate uygun bir şekilde hareket etmelidir. Esası bırakıp zahiri çirkinliklerde boğulmamalıdır. Olayların arkasında ki sırları yakalamalıdır. Hadiselerin iç yüzünü görerek, neticesindeki hayırlarla beraber okumalıdır.

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Haziran
Konu resmiGıybet Ediyor musun?
Kültür ve Medeniyet

Sevgili Peygamber Efendimiz (sav) gıybeti, “Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” şeklinde tanımlamış; “Din kardeşinin yüzüne karşı söylemediğin şeyi ardından söylemen gıybettir” demiştir. Bir kişinin gıyabında ondan hoşlanmayacağı şekilde, hakkında doğru olan bir şeyi söylemek, alenî gıybetin ta kendisidir.  Cenab-ı Hak Hucurat suresi 12. Ayette şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” Cenab-ı Hak bu Ayet-i Ke­ri­me’de gıybeti kesin olarak yasaklamaktadır. Gıybeti ölen bir insanın etini yemeye benzetmiştir. Ölen bir insanın etini yemek ne kadar çirkin ise, gıybette o kadar çirkin bir davranıştır. bu benzetme müminleri bu davranıştan uzaklaştırmaya ve gıybet günahının büyüklüğünü beyan etmeğe yöneliktir. Bediüzzaman Hazretleri bu ayeti şöyle tefsir etmiştir. “Sizden biri ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” ayetinde altı derece zemmi zem eder, gıybetten altı mertebe şiddetle zecr eder. Şu ayet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit manası gelecek tarzda oluyor, şöyle ki: Ayetin başındaki hemze sormak manasındadır. O sormak manası su gibi ayetin bütün kelimelerine girer, her kelimede bir hükm-i zımni var. İşte birincisi hemze ile der, sual ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor? İnsanı insan yapan, onun her türlü faaliyetlerine mana kazandıran ve ilahi emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan, akıldır. Bediüzzaman Hazretleri altıncı sözde, “Akıl bir alettir, eğer malik-i hakikisine satılsa ve onun hesabına çalıştırılsa akıl öyle bir tılsımlı anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbani derecesine çıkar” demektedir. İkincisi: “یحب” lafzıyla der: Acaba sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki en menfur bir işi sever. Sevgi, insan fıtratına yerleştirilmiş en kuvvetli hislerden biridir. Fıtri yapıyı değiştirmek mümkün olmadığından, sevgi hissini de fıtrattan atmak mümkün değildir. o halde sevmek hem ilahi bir lütuf hem de asli bir ihtiyaçtır. Fakat insan, sevgi hissini günah hafiyeliği gibi şeyler yapmakla yok saymak gafletinde bulunuyor. Mümin kendi hata ve günahlarından çok, kardeşinin kusuruyla meşgul olmakla ve gıybet, dedikodu gibi şeylerle kul hakkını ihlal ederek şeytana yardımcı oluyor. Bediüzzaman Hazretleri: “Muhabbetin sebebleri iman, İslamiyet ve insaniyet gibi nurani kuvvetli zincirler ve manevi kalelerdir. Adavetin sebebleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususi sebeplerdir. Öyle ise bir Müslümana hakiki adavet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatadır. Bir cani yüzünden çok masumları ihtiva eden bir gemi batırılmaz bir cani sıfat yüzünden çok evsaf-ı masumeyi muhtevi bir mümine adavet edilmez hususen sebeb-i muhabbet olan iman ve tevhid Uhud Dağı gibidir. Sebeb-i adavet olan şeyler çakıl taşları gibidir. Çakıl taşlarını Uhud Dağından daha ağır telakki etmek ne kadar akılsızlık ise müminin mümine adaveti o kadar kalbsizliktir. Elhasıl iman muhabbeti istilzam eder” der. Üçüncüsü: “احدكم” kelimesiyle der: Cemaaten hayatını alan hayat-ı ictimaiye ve medeniyetinize ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder? Gıybet: Kişi, aile ve toplum hayatını rencide edebilir. Gıybet edenler, aileler ve toplumlar arasında huzursuzluk kırgınlık hatta kavgaya bile sebebiyet verebilir. Katade Radiyallahu Anh, “Kabir azabı üç kısımdır üçte biri gıybet, üçte biri söz taşımak, üçte biri de elbisesini bevlden korumamaktandır.” Hazret-i Enes Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Miraca çıkarıldığım zaman bakırdan tırnakları olan bir kavme uğradım tırnakları ile yüzlerini ve göğüslerini tırmalıyorlardı. Ey Cebrail bunlar kimlerdir, diye sordum; o da bunlar, gıybet ederek insanların etlerini yiyenler ve şahsiyetlerini çiğneyenlerdir” buyurdu. Dördüncüsü: “ان یأكل لحم” kelamıyla der. İnsaniyetinize ne olmuş ki böyle canavarcasına arkadaşınızı diş ile parçalamayı yapıyorsunuz. Hem de kardeş olan ve o vaziyette onun kötülüğünü söyleyerek gıybet ile şerefine saldırmak bir ölünün etini parçalayıp yemek bu eti de seve seve yemek şeklinde bir canavarlık olmak üzere bir tasvir buyruluyor. İnsanın namus ve haysiyetinin eti ve kanı gibi, belki daha önemli olduğuna işaret ediliyor. Demek ki gıybet böyle sefil bir canavarlıktır; gıybet eden ise, böyle canavar derecesine sukut ediyor. Ahmet bin Hanbel’in rivayet ettiği bir hadiste mucizevi olarak gıybet edenin (ölü kardeşinin) et(ini) yediği açıklığa kavuşturulmuştur. Oruç tutan iki kişi takatsiz kalıp oruçlarını bozmak için Resulullah’dan izin istemişlerdir. Hallerine muttali olan Efendimiz kusmalarını söylemiştir. Her ikisi de pıhtılaşmış kan ve et parçaları kusmuşlardır. Peygamber Efendimiz de, “Oruç tuttular ama Allah’ın haram kıldığı gıybeti ettiklerinden haram yiyerek daha önceden oruçlarını açmışlardır” buyurmuştur. Beşincisi: “اخیه” kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyetiniz, hiç sıla-i rahiminiz yok mu ki böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevisini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki kendi azanızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz? Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: “Bütün müminler kardeştirler.”1 Zira hepsi ebedi hayata sebep olan iman esasında birleşen din kardeşidirler. “İmanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği Esma-yı İlahiye adedince vahdet alakaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var. Mesela her ikinizin Halikınız bir, Malikiniz, bir Rezzakınız bir, bir bir bine kadar bir bir. Hem peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir bir yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi vifak ve ittifakı muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri bir birine bağlayacak manevi zincirler bulundukları halde şikak ve nifaka kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mümine karşı hakiki adavet etmek ve kin bağlamak ne kadar rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebeti uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve bir i'tisaf olduğunu kalbin ölmemiş ise aklın sönmemiş ise anlarsın.” Altıncısı: “میتا” kelamıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki en muhterem bir halde bir kardeşinize karşı etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz? Demek şu ayetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delaletiyle zem ve gıybet aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur. Gıybet edilen kimse orada bulunmayıp sözü bilmemesi ve o anda savunacak durumda olmaması dolayısıyla bir ölü hükmünde oluyor. “Sizden biri ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi?” ayetin devamında (elbette sevmez değil mi)? Demek ki ondan (o eti yemekten) tiksindiniz (çünkü insan fıtratı bundan tiksinmeyi gerektirir öyle ise yapmayın)! Allah’tan korkun (yani demek ki onu yemekten tiksindiniz o halde gıybet etmeyin de Allah’ın kaçınmayı emrettiğinden sakınarak ve yaptıklarınızdan pişmanlıkla tövbe edin)! Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir. Peygamber Efendimiz (asm) as­habına: “Gıybet nedir bilir mi­siniz?” diye sormuş. Sahabe Efendilerimiz “Allah ve Resulü daha iyi bilir” cevabını vermişler. Bunun üzerine Peygam­ber Efendimiz (asm) “Kardeşini onun hoşlanmayacağı bir sıfatla anmandır” diye tarif etmiştir. “Kardeşimde dediğim sıfatlar varsa ne buyurursunuz?” denilmesi üzerine, “Eğer dediğin sıfat kardeşinde varsa işte o zaman gıybet olur, yoksa ona iftira etmiş olursun” buyurmuştur. Bu hadiste de geçtiği gibi halk arasında gıybetin bazen yanlış anlaşıldığı ve gerçek olan olayları dile getirmenin gıybet sayılmayacağı düşüncesinin hâkim olduğu görülmektedir. İşte Pey­gamber Efendimiz (sav) bu ha­dis-i şerifi gıybetin ne olduğu­nu açıkça ortaya koyduğundan böyle bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemektedir. Hz. Aişe validemiz anlatıyor: Bir gün Resulullah’a, “Safiye’ nin şöyle şöyle oluşu sana yeter” dedim. Bazı raviler: “Safiye validemizin kısa oluşunu kastediyor” dediler. “Resulullah da “Ey Aişe, öyle bir söz söyledin ki denizin suyuna karıştırılsa onu bile kirletebilirdi” buyurdu. Yanında gıybet yapılan kimsenin hiçbir şey söylemeden gıybeti dinlemesi de ahlaki bir davranış değildir. Ne yapması gerekir? Müminin aleyhine konuşulmasına, gıybetinin yapılmasına müsaade etmemesi gerekir. Bunun doğru olmadığını gıybet etmenin haram ve büyük günah olduğunu söyler. Zira iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma müminin vazifesidir. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde bu husus müminlere vazife olarak beyan edilmiştir. “Mümin erkek ve kadınlar bir birlerinin dostlarıdır, iyiliği emreder kötülükten alıkoyarlar.”2 Peygamber Efendimiz (asm) ise, “Sizden kim bir kötülüğü görürse onu eliyle düzeltsin, eliyle düzeltmeye gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin, bunu da yapamıyorsa kalbiyle buğz etsin. Bu da imanın en zayıfıdır” buyurmaktadır. Sözlü olarak gıybetin yapılmasına engel olamayacaksa hiç olmazsa yapılan gıybete ortak olmamalı gıybet sözlerini dinlememeli gıybet yapılan ortamı terk etmelidir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “Gıybet, ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır, izzet-i nefs sahibi bu pis silaha tenezzül edib istimal etmez.” “İman muhabbeti, İslamiyet uhuv­veti istilzam eder. Hasid âdem ise hased ettiği şeylerin akı­betini düşünsün. Ta anlasın ki rakibinde olan dünyevi hüsn ve kuvvet ve mertebe ve servet fanidir, muvakkattir; faidesi az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevi meziyetler ise zaten onlara hased olamaz, eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi riyakârdır ahiret malını dünyada mahvetmek ister veyahut mahsudu riyakâr zanneder haksızlık eder, zulm eder. Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup kader ve rahmet-i İlahiyeye onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor; adeta kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar, rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır.” Gıybet hususi birkaç maddede caiz olabilir: Şekva suretinde bir vazifedar âdeme der, ta yardım edip o münkiri o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın. Bir âdem onunla teşrikü’l-mesai (ortaklık) etmek ister. Senin ile meşveret eder. Sen de sırf maslahat için garazsız olarak meşveretin hakkını eda etmek için desen, onun ile teşrik-i mesai etme çünkü zarar göreceksin. Maksadı tahkir ve teşhir değil, belki maksadı tarif ve tanıttırmak için dese “O topal ve serseri âdem falan yere gitti.” O gıybet edilen âdem fasık-ı mütecahirdir, yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor, zulmü ile telezzüz ediyor. Sıkılmayarak aşikâre bir surette işliyor. İşte bu hususi maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir. Yoksa gıybet, ateş nasıl odunu yer bitirir, gıybet dahi amal-i salihayı yer, bitirir. Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi, o vakit  “ اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِي وَلمَِنِ اغْتَبْتُهُ ” demeli. Sonra gıybet edilen âdeme ne vakit rast gelse “Beni helal et” demeli. Cenab-ı Hak dilimize hakim olup nefis muhasebesi yaparak kusurlarımızdan dolayı tövbe etmeyi nasib eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Hucurat, 102- Tevbe, 71

Amet DOĞRU 01 Haziran
Konu resmiAbdulhamid Han'a Kadar Ekonomi
Tarih

Klasik dönemde Osmanlı ekonomisi; Devletin gelirlerini yükseltmek, harcamalarını kısmak, Piyasada uygun fiyata, istenilen kalitede ürün bulundurmak, Üretim ve tüketim dengesini sağlamak1 esasları üzerine oturtulmuştur. Toprak sistemi Devlet, karşısında alternatif bir güç odağının oluşmasını iste­mediği için mülk arazileri teşvik etmemiştir. Bu durum merkeziyetçi yapıyı güçlü tutmak, Feodal bir yapının önüne geçmek için önemliydi. O yüzden sistem içinde en az paya sahip topraklar özel yani mülk topraklardı. Vakıf sistemi aktif kullanıldığı için vakıf toprakları sistem içerisinde ikinci sıraya yerleşmektedir. Toplumun tüm kesimlerinin ihtiyaçlarının karşılanması için vakıflaşma teşvik edilmiş. Hatta bizzat saray erkânı buna öncülük etmiştir. Ekonomi büyük oranda toprağa dayalıdır. Toprakların büyük bir kısmı miri olarak adlandırılan devlete ait topraklardır. Bu topraklarda dirlik sistemi uygulanmış. Toprağın gelirleri maaş karşılığı olarak memur ve askerlere tahsis edilmişdir. Dönemin şartlarında, sistem sayesinde; Vergi toplamanın kolaylaşması, Vergileri merkez hazineye top­lama, tekrar maaş olarak dağıt­ma külfetinin ortadan kalkması, Düzenli bir orduya sahip olunması, Üretimde disiplin ve sürekliliğin sağlanması, Memleketin güvenliğinin tesis edilmesi. gibi maslahatlar elde edilmiştir. Toprak sistemi, Kanuni Sultan Süleyman döneminde zirve yap­mış, sonra bozulmaya yüz tut­muştur. Bunda; Toprakların iltimasla ve usulsüz dağıtılması Aşırı nüfus artışıyla toprağın yetersiz kalması, Zamanla toprağın vakıf veya özel mülkiyete geçmesi, Avrupa’da ateşli silahların geliştirilmesine karşı, tımar askerlerinin yetersiz kalması... Bundan dolayı devletin merkezi ordu kurma eğilimine girmesi, Savaşların uzun sürmesi ve zafer kazanılamaması... Hazine açığının ortaya çıkması... Buna bağlı olarak da iltizam sistemiyle tımar gelirlerinin hazineye aktarılması etkili olmuştur. Her otorite boşluğu bir krizi, her kriz de fırsatçısını beraberinde getirir. Nitekim bu toprak krizinden de ayan adı verilen yerel güç odakları, feodal beyler türemeye başladı. Bu ağalar, 1808 Sened-i İttifak Sözleşmesiyle Padişahı dizginlemeye kadar güçlerini artırdı. Her ne kadar II. Mahmut (1808-1839) sonradan bunların hakkından gelmişse de devletin dengesi iyice sarsılmıştı. Sanayi devriminin gerçekleşmesi Osmanlı zirai üretimini de etkilemiştir. Sanayileşen devletler sanayiye ihtiyaç duydukları ürünleri Osmanlı Devletinden ithal etmek istemişlerdir. İşte bu talepler Tanzimat Dönemi politikalarında da belirleyici olmuştur. Planlama; üretimi ar­tırmak, çeşitlendirmek ve mo­­dernleştirmek üzerinde yo­ğun­­laşmıştır. Bunun için hazine ve meclisler kurulmuş. 1858’de Arazi Kanunnamesi ile toprak mülkiyeti pekiştirilmiştir. Zirai eğitim ve uygulama alanları oluşturulmuş. Ulaşım imkânları geliştirilmiş; gümrük, kredi ve vergi kolaylığı sağlanmıştır. Devlet tekelleri büyük ölçüde kaldırılmıştır. Osmanlı devletinde hammeddenin ucuz olması Avrupanın taleplerini artırmış. Bu durum tarım üretiminin, Avrupa’nın ihtiyacını karşılamaya dönük hale gelmesine sebep olmuş. Bir şekilde Avrupa’ya bağımlı hale gelinmiştir. Hammadde ihtiyacını karşılayan Avrupa, Osmanlı ülkesine yatırımlar yapmaya da başlamış. Demir yolları, limanlar, havagazı, tramvay, elektirik hizmetleri vs... Bu yatırımlar aynı zamanda Avrupalı tüccarların ticari akışını kolaylaştırması açısından önemlidir. Avrupalılar yatırımlarla, Osmanlı topraklarında büyük kazançlar ve avantajlar elde etmişlerdir. Osmanlı ekonomisinin temelini teşkil eden toprak sistemi, Avrupa’dan gelecek ihtiyaç listesine tabi hale gelmiştir. Coğrafi Keşifler Portekiz ve İspanya’nın başını çektiği keşifler Avrupa için dönüm noktasını teşkil etmektedir. Bu keşiflerle Avrupa ekonomik refaha kavuşmuş. Kıtaya giren değerli madenler zenginlik kaynağı olmuş. Rönesans ve Reform alanlarında meydana gelen gelişmeleri tetiklemiş. Sanayi devriminin sermaye altyapısını oluşturmuştur. Bu durum karşısında Osmanlı Devleti; Hint Denizinde Portekiz, Ak­de­niz’de İspanya ile mücadele et­mek zorunda kalması, Ticaret yollarının değişmesine bağlı ekonomik kayıplara uğraması, Ülkeye giren madenler yüzünden parasının değer kaybetmesi, Ticaretle uğraşan halkın ekonomisinin zayıflaması sonuçlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Dış Ticaret ve Kapitülasyonlar Kanuni Sultan Süleyman Döneminde Fransa’ya verilen kapitülasyonlar zamanla diğer Av­­­rupa ülkelerine de tanındı. 1740’da sürekli hale getirildi. Bu durum özellikle sanayi dev­ri­minden sonra Osmanlı Dev­leti’nin aleyhine oldu. Avrupa, Osmanlı ülkesinden ucu­za malettiği hammeddeyi, iş­ledikten sonra tekrar Os­man­lı’ ya satıyordu. İçinde bulunduğu siyasi zorluklardan dolayı Osmanlı Devleti kapitülasyonları kaldıramıyor. Yarı sömürge durumuna düşüyordu. Özellikle 1838 Balta Limanı Anlaşması ile durum daha da kötüleşti. Bu durum Osmanlı Devleti’nin çöküşüne dek devam etti. Sanayi Klasik dönemde, lonca sistemi altında teşkilatlanan zanaat eh­li ihtiyaca cevap vermiştir. 18. yy’da İngiltere’de ortaya çıkan Sanayi İnkılabı dünyada üretim ve tüketim dengelerini, alışkanlıklarını değiştirmiş. İnsan ve hayvan gücüne dayanan üretimin yerini makinalar almaya başlamıştır. Bu durum Osmanlı devletinde, Avrupa’daki gelişmelere uygun şekilde yenilenme zaruretini do­­ğurdu. Sanayi için yetişmiş eleman açığını gidermek ama­cıyla eğitime büyük önem ve­rildi. Avrupa’dan uzmanlar ge­­­­­tirildi. Gıda ve dokuma alanında pek çok işletme açıldı. Ko­­­­misyonlar kurularak, vergi­de kolaylık sağlanarak, teşvik ka­­nunları çıkartılarak çağ ya­ka­lan­maya çalışıldı. Fakat yatırımlarda azınlıklar ve yabancı sermayedarlar ön plana çıktı. Fakat diyorum... Çünkü bu durum ekonominin dinamitlerinin tamamen Avrupa eline geçmesini beraberinde getirdi. Azınlıklar her ne kadar Osmanlı vatandaşı olsalarda, dini ve kültürel açıdan Avrupayı kendilerine yakın görüyorlardı. Avrupa da bunu fırsata çevirerek gayr-ı müslim tabeayı Osmanlı Devletine karşı silah gibi kulanmaktan çekinmiyordu. Bunun neticesinde 1804’de Sırpların isyanıyla başlayıp diğer azınlıkların isyan ve bağımsızlıklarını netice veren süreç yaşandı. Bu süreçte Avrupa, ekonomik ve siyasi yardımlarını azınlıklardan esir­gemedi. Osmanlı vatandaşı olan bu gayr-ı müslim taife, Avrupalı sermayedarların iş takipçisi oldu. Bu durum bir nevi Osmanlı topraklarındaki azınlıkları patron statüsüne taşıdı. Zaten müslüman halk cephede vatan müdafaasına kafa yorarken, bunlar sanayi ve ticarette meleke kazanmıştı. Bu yüzden yeni duruma adabte olmaları, müslüman tabeaya göre çok daha hızlı oldu. Sonuçta içerdeki gayr-ı müslimlerin Avrupalı dindaşlarıyla yaptığı ekonomik koordinasyonla ekonomi Müslüman ahalinin tasarrufunun dışına çıktı. Özellikle kapitülasyonlar Av­­­rupa’nın kurduğu tez­gâ­hın bozulmasını önlüyor, Os­manlı yerli ürünleri Avru­payla istenilen re­ka­be­ti sağ­layamıyor; yatırımlar, Av­­rupa sanayisi için gerekli olan hammaddelerin yetiş­tirilme­si ve taşınmasına harcanıyordu. Hazine Açığı ve Borçlanma Kanuni Sultan Süleyman’ın son dönemlerinden itibaren hazine açık vermeye başlamıştır. Hazine açığını kapatmak amacıyla sırasıyla şu tedbirlerin alındığını görmekteyiz Padişaha ait iç hazineden, mer­­kez hazineye para akta­rıldı. Bir nevi padişahtan borç alındı. İltizam sistemiyle zeamet ve tımar gelirleri hazineye aktarıldı. Ekonomik ve sosyal denge bozuldu. Küçük Kaynarca Anlaş­ma­­sı’nın getirdiği ekono­mik kül­­fetle beraber 1775’de ilk kez iç borçlanmaya gidil­di. Yani devlet, vatandaşından borç aldı. Kırım Savaşı (1853-1856) sırasında ilk kez yabancı bir devletten, İngiltere’den borç alındı. Abdulaziz Döneminde de bu durum devam etti. 1863’de Osmanlı Bankası ile yeni borçlanma kaynakları oluş­turuldu. 1875’de “moratoryum” ilan edilerek iflasını açıkladı. 1881’de Muharrem Kararnamesiyle borç­­lar yapılandırıldı. Bazı vergi ge­­lirlerini doğrudan alacaklı dev­­­let­lerin toplamasına imkân ta­nındı. Bunun uygulamasını takip amaçlı “Duyun-ı Umumi­ye” adında genel borçlar idaresi kuruldu. Duyun-ı Umumiyenin kurulması borcun yarı oranından fazla silinmesi avantajını sağladı. Ama yine de bu yapı Osmanlı Devletinin egemenlik haklarının ciddi bir ihlali olarak tarihe geçti. Devlet bir nevi ekonomik bağımsızlığını yitirdi. Dirlik sisteminin işlemez olması, yerine getirilen veya genişletilen iltizam sisteminin toprak ağlarını ortaya çıkması, buna paralel Avrupa’da madenin zenginlik kaynağı olarak ön plana çıkarılması, sanayileşen devletlerin ekonomik hegomanyası, savaşların kaybedilmesine paralel ekonomik kayıplar ve tazminat ödemelerinin ağırlığı, darbe yollu taht teğişiklikleri vs. Devletin ekonomisini çökertmişti. Abdulhamid Han’a gelindiğinde borcunu ödeyemeyecek duruma gelmiş neredeyse iflasını ilan etmiş bir devlet vardı. Yönetimleri sermayenin belirlediği dönemler yaşanırken, bu durum Osmanlı Devleti için iç açıcı değildi. Kaynaklar: 1- Genç Mehmed, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi

Ali SEMERCİ 01 Haziran
Konu resmiEbedi Genç Kalmanın Formülü!
İnsan

Ebedi hayatın sonu yok, o hayatta hastalık yok, ayrılık yok, yaşlılık yok, ölüm hiç yok. Hep gençlik var. Hep dinçlik var. Sonsuza kadar sevdiklerinle be­raber lezzet alacaksın. Ama bu­nun karşılığı olarak iman ede­cek­sin, inanacaksın. Ve inan­dığın gibi de yaşayacaksın.  Güzel insan; Peygamber Efendimiz (asm), namazın cennete girmenin vesilelerinden bir vesile olduğunu söylüyor. İman cennetin en birinci vesilesidir. İbadetler özellikle de namaz ebedi mutluluğun en önemli bir aracıdır. Şimdi gel, ebedi hayat ile dünya hayatını bir mukayese edelim. Ebedi hayatın en önemli özelliği, sonsuz oluşudur. Dünya hayatı sınırlıdır. Mesela 70 yaşına kadar yaşayan bir insan düşünelim. İnsan doğuyor 10-15 yaşına kadar çocukluk dönemi geliyor ve ondan sonra hep arızalarla hastalıklarla kesintili bir hayat yaşıyoruz. Çünkü dünya, hastalıkların ayrılığın ölümlerin olduğu bir dünya! Sürekli lezzetler kesiliyor. Tam mutlu olacakken bir sıkın­tı geliyor. Tam ele geçir­dim diyorsunuz, dünya eliniz­den akıp gidiyor. Çok insanın da eline dünya geçmiyor. Ele geçenlerin ise elinde durmuyor. İnsanlar 60-70 senelik bir dünya için kavga ediyorlar, birbirleri ile kötü oluyorlar, anne babasını kardeşlerini kırıyorlar, incitiyorlar hatta bazen öldürüyorlar. Bu kadar kısa bir hayat için değer mi? Sonunda sıkıntıların mesuliyetlerin cezanın olacağı bir hayat için hiç değer mi? Bunu iyi düşünmemiz lazım.  Hâl­buki Cenab-ı Hak önümüze başka bir imkân daha sunuyor. Sonsuz bir hayatı kazanma fırsa­tını önümüze koyuyor. Selam olsun ebedi genç olanlara! Ebedi hayatın sonu yok, o hayatta hastalık yok, ayrılık yok, yaşlılık yok, ölüm hiç yok. Hep gençlik var. Hep dinçlik var. Sonsuza kadar sevdiklerinle be­raber lezzet alacaksın. Ama bu­nun karşılığı olarak iman ede­cek­sin, inanacaksın. Ve inan­dığın gibi de yaşayacaksın. İşte namaz bu yüzden çok kıy­metli bir şey: ebedi mutlu­luğun anahtarı. Peygamber Efen­­dimiz (sav) şöyle buyurmuş: “Dua rahmetin anahtarı, ab­dest namazın anahtarıdır, na­mazda cennetin anahtarıdır.”1 O rahmetin gelmesi için dua etmemiz lazım, namaz için ab­dest gerekiyor, ama cennete vesile olacak ibadetlerin en temelinde ebedi mutluluğun vesilesi namaz olması gerekiyor. Ne mutlu ebedi gençliği kazananlara! Dünya hayatı karanlık, kasvetli, boğucu… Peygamberimiz buyurur ki, “Dünyanın en zevkli en lezzetli 1000 sene hayatı, cennetin 1 saat hayatına karşılık gelmiyor.”  Şimdi düşünelim sonlu, kasavetli, karanlık dün­ya hayatında boğulan insan, ya fani hayatı seçecek ya baki ha­yatı seçecek. Ya kısayı seçece­ğiz ya sonsuzu. Ya lezzetsiz; hastalıkların, ayrılıkların, yaşlılığın, yaşlılığın zorluklarının olduğu bir hayat veya ölümün, yaşlılığın olmadığı bir hayat. İşte namaz bunun vesilesi. İnsan bunu kaybediyor. O lezzeti kaybediyor. Hâlbuki Rabbimiz, 24 saatten en azından 1 saatle bu ibadeti yapmamızı istiyor. Eğer güzel bir niyetin olursa, yemen içmen de ibadet yerine geçiyor. Geriye kalan 23 saatin de sana… Genç dostum! Şimdi bir tercih yapacağız, düşünelim hangisini tercih edeceğiz. Ebedi hayatı tercih edenler dünyayı terk etmiyor. Dünya zaten bizim tarlamız, insan tarlasını sevmez mi? Gençliğini sevmez mi? Biz dünyayı seviyoruz, lakin dinimiz için seviyoruz. Dinimizin emrettiği şekilde seviyoruz. Dünyayı da ebedi hayat için seviyoruz. Çünkü bu fani hayat, bize ebedi hayatı getirecek. Gençliğimizi de seviyoruz; çünkü hareketli, heyecanlı, maneviyatlı bu gençlik, inşallah bize ebedi bir gençliği kazandıracak. Selam olsun ebedi genç olanlara! Selam olsun ebedi gençliği kazananlara! Kaynaklar: 1- Tirmizî, Taharet, 4.

Ayhan Mirza İNAK 01 Haziran
Konu resmiTenkitçi Ehl-i İlme Karşı Tavrımız Nasıl Olmalıdır?
Risale-i Nur

“Risâle-i Nûr şâkirdleri tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakit, münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim ve ehl-i iman ise, dost olsunlar. ‘Biz size ilişmiyoruz, siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i iman ile kardeşiz’ deyip yatıştırsınlar.” Nur talebelerinin; Bediüzzaman Hazretlerine ve Risale-i Nurlara karşı duymuş olduğu de­rin sevgi ve bağlılık bazı ehl-i ilmin zaman zaman tenkitlerine sebep olmuştur. Bu tenkitler Üstad Hazretlerinin hayatta olduğu dönemde olduğu gibi vefatından günümüze kadar da devam edegelmiştir. Üstadın şahsiyetine, ilmi keyfiyetine, Risale-i Nur’da dile getirilen bir kısım hakikatlere, o hakikatlerin yazılış tarzına ve daha pek çok meselede üstada eleştiriler yapılmıştır. Bu gibi durumlarda nur talebeleri nasıl davranmalı? Ehl-i ilme hangi şekilde karşılık vermeli? Eleştirileri nasıl değerlendirmeli? Bu yazımızda Risale-i Nurlara ve Hazret-i Üstada yöneltilen tenkitlere nasıl mukabele edilmesi gerektiğine dair ölçüleri ele almaya çalışacağız. Bediüzzaman Hazretleri, ehl-i imandan gelen tenkitlerde öncelikle mukabele-i bilmisil yani aynı şekil ve tarzda karşılık vermeyi uygun bulmamaktadır. Sevgili üstadımız gelen itiraz ve tenkitlerde mümkün olduğu kadar musalahakarane yani münakaşasız dostane karşılık vermeyi, eleştirilere aldırmamayı eleştirenlere ilişmemeyi ve onları yatıştırmayı tercih etmektedir. Bu hususta şöyle buyuruyor Hazret-i Üstad: “Risâle-i Nûr şâkirdleri tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakit, münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim ve ehl-i iman ise, dost olsunlar. ‘Biz size ilişmiyoruz, siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i iman ile kardeşiz’ deyip yatıştırsınlar.”1  Üstadımız, ilmi tenkitlerde bir yanlışlık varsa, tenkit edene ilişmeden, eleştirinin yanlışlığını ispat yoluna gidilmesi üzerinde durmaktadır. Risale-i Nurları tetkik ettikten sonra ebced hesabıyla ilgili bir tenkit yönelten ehl-i vukufa (bilirkişilere) şöyle karşılık vermektedir: “İlm-i hurûf ile ebced hesabıyla hüküm çıkarmak, okunması haram olan ilimlerdendir diye Reddü’l-Muhtâr şârihi demiş, demişler. Elcevab: Sâbıkan beyân ettiğimiz gibi sû’-i isti‘mâl edilmiş hafî ilimlerden (gizli ilimler) olan ilm-i hurûf başkadır, Risâle-i Nûr’un ebced hesabıyla ve zahir tevafuk ile hüküm çıkarmak değil, Kur’ân’ın meziyetli nüktelerini ve işaretlerini beyan etmesi, bütün bütün başkadır.”2 Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nurların tüm dünyaya yayılmasını hedef aldığı için, bu gayeye hiçbir şekilde faydası olmayan dâhili münakaşalardan uzak durulmasını emretmek­tedir. Hatta Allah’ın varlığını kabul eden ehl-i kitap ile bile münakaşayı uygun bulmaz. Çünkü dinsizlikle mücadele edilirken dindarlar ve ehl-i kitapla uğraşmak bizim kuvvetimizi dağıtır. Onlarla aramızda olan tartışmalı konuları daha sonra ele almanın uygun olduğuna inanmaktadır. Hazret-i Üstad bu hususta şöyle demektedir: “Hem Hasan Avnî ismindeki zât, madem evvelce Risâle-i Nûr’a girmiş ve yazısıyla da iştirak etmiş, o daire içindedir. Onun fikren bir yanlışı varsa da affediniz. Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensub Müslümanlar, şimdi bu acîb zamanda, imanı bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah’ı tanıyan ve ahireti tasdik eden Hristiyan bile olsa, onlarla medar-ı nizâ‘ noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acîb zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor. Ve Risâle-i Nûr’un âlem-i İslam’da intişarına karşı hayat-ı ictimâiye ve siyasiye cihetinde maniler çıkmamak için, Risâle-i Nûr şâkirdleri musâlahakârâne vaz‘iyeti almaya mükelleftir.”3 Said Nursi Hazretleri, kendisine ve Risale-i Nurlara karşı çıkanlara düşmanca tavırlar içine girilmemesini, ehl-i ilim de olsa karşı çıkan hocaların daire içine alınmaması gerektiğini düşünür. Ehl-i İlim de olsa Risale-i Nur talebeleri gibi terk-i enaniyet ve tam mahviyet sırlarına ermemiş olanlar cemaat içindeki ahengi bozabilirler. Üstadımız bu konuyu şu cümlelerle açıklamaktadır: “Size yazmıştık ki, muarızlara adavetle mukabele etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, ehl-i takva, ehl-i ilme karşı dostane vaz‘iyet alınız. Fakat bu noktaya dikkat ediniz ki, Risâle-i Nûr’un zararına ve şâkirdlerinin salâbet ve metanetlerine ilişecek bir tarzda daireniz içine sokmayınız. Öyleler niyet-i hâlisa ile girmezse, belki fütûr (gevşeklik) verirler. Eğer enâniyetli ve hodfurûş ise, Risâle-i Nûr şâkirdlerinin metanetlerini kırarlar. Na­zarlarını, Risâle-i Nûr’un hâricine çekip dağıtırlar. Şimdi çok dikkat ve metanet ve ihtiyat lâzımdır.”4         Devam edecek Kaynaklar: 1- Said Nursi, Asa-yı Musa, s. 265, Altınbaşak Neşriyat2- Said Nursi, Şualar 2, s. 46, Altınbaşak Neşriyat3- Kastamonu Lahikası, 321. Altınbaşak Neşriyat4- Kastamonu Lahikası, 258. Altınbaşak Neşriyat

Zafer ZENGİN 01 Haziran
Konu resmiNiyet Gibi, Düşünce Tarzı, Tarz-ı Nazar Dahi Âdeti İbadete Çevirir
Risale-i Nur

Cenabı Hakk’ın eseri, Allah’ın (cc) isim, sıfat ve fiillerini tanıtan birer kitap olarak harfî nazarla baksan, hem her bir varlıkta görünen harikulade sanat noktasında değerlendirsen, kendi kendine oluşu ifade eden “ne güzeldir yerine”, “ne güzel yapmış yoktan yaratan Sâni‘”, diyeceksin. Eserin sahibini, fiilin failini bulacaksın. “nasıl yapmış yoku var eden, varı da yok eden o mâhı!” Diyerek hayretle yüce Allah’ı (cc) tanımaya başlayacaksın. Böyle bakarsa insan eserden, fiilden faili görür. O’nu tanır. O zaman failin kastını, hikmetini anlamaya çalışır. Nakıştan nakkaşı bulur. Nakıştaki güzelliklerin nereden geldiğini bilir. Eserden eser sahibine intikal eder. Eserdeki güzelliklerin sırrını çözmeye başlar. Böylece her bir varlık, Allah’a ulaşmaya engel değil aksine birer vasıta olur. İnsan Şu noktaya dikkat etmelidir: Nasıl olur güzel bir niyetle mübâh âdetler, âdât, ibadetlere, ibâdâta döner. Yani niyet insanın âdetini ibadete çevirir. Bir askerin askerlik müddetinde yemesi, içmesi, uyuması ve istirahat etmesi askerlikten sayıldığı gibi marifetullahı netice verecek bir niyet de yemeyi, içmeyi, uyumayı, beşeri halleri ibadete çevirir. Öyle de insan iman nazarıyla, âlemlerin rabbi olan Allah’ı tanımak ve bulmak düşüncesiyle bu tarz-ı nazarla fenlere, pozitif bilimlere bakar öyle değerlendirirse her bir fünûn-u ekvân, onun için olur ilahî marifet, maârif-i İlâhî. Bu fikir ile yapılan her bir Tedkîk dahi tefekkürdür. Yani ger varlıklara yaratandan ötürü, Cenabı Hakk’ın eseri, Allah’ın (cc) isim, sıfat ve fiillerini tanıtan birer kitap olarak harfî nazarla baksan, hem her bir varlıkta görünen harikulade sanat noktasında değerlendirsen, kendi kendine oluşu ifade eden “ne güzeldir yerine”, “ne güzel yapmış yoktan yaratan Sâni‘”, diyeceksin. Eserin sahibini, fiilin failini bulacaksın. “nasıl yapmış yoku var eden, varı da yok eden o mâhı!” Diyerek hayretle yüce Allah’ı (cc) tanımaya başlayacaksın. Böyle bakarsa insan eserden, fiilden faili görür. O’nu tanır. O zaman failin kastını, hikmetini anlamaya çalışır. Nakıştan nakkaşı bulur. Nakıştaki güzelliklerin nereden geldiğini bilir. Eserden eser sahibine intikal eder. Eserdeki güzelliklerin sırrını çözmeye başlar. Böylece her bir varlık, Allah’a ulaşmaya engel değil aksine birer vasıta olur. İşte bu düşüncenin verdiği bakış açısında, Nokta-i nazarında kâinâta bir baksan, her şeyi birer nakş-ı Nakkāş-ı Ezeli göreceksin. O zatın her şeydeki nizâm ve hikmetiyle gösterdiği nakış, her varlıkta, her hadisede görünen menfaatler, faydalar ve maslahatlardan anlaşılan kasd, ilim, irade ve kudretin düsturlarıyla icad edilen itkan parıltıları yani lem‘a-i kasd ve itkān, açıklığa kavuşturur, tenvir eder insanın zihnindeki ve kalbindeki kâinatın yaratıcısı hakkındaki karanlık şüpheleri, şübehi. İşte bu düşünce sayesinde insan için Döner ulûm-u kâinat ilahî marifete maârif-i İlâhî. Eğer insan Cenabı Hakk’ı unutsa, O’ndan gaflet etse veya inkar edip iman gözlüğü ile değil her şeyi varlığın kendi tarafından, sebepler yönünden ma‘nâ-yı ismîyle veya her şeyin tabii olduğu, tabiat tarafından yapıldığı açısından değerlendirse tabiat noktasından, zâtında nasıl olmuş düşüncesi nigâhı, böyle bakarsan kâinâta, seni Allah’a (cc) ulaştıracak, O’nu tanıtacak olan pozitif ilimler yani dâire-i fünûnun senin için bir cehalet dairesi olur, dâire-i cehl olur. Cenabı Hakk’ı tanıtmak, bildirmek ve kulların O’na ulaşmasını sağlamak için âleme konulan ve fenler denilen ilahî nizam olan Biçare hakikatler, faili bulmayan, yaratıcıyı görmeyen, olayların ve varlıkların kendi kendine, tabii veya tesadüfen olduğunu düşünen insanlar kıymetsiz elleri ile bu nizamı kıymetsiz eder. Etrafınıza baktığınızda Çoktur bunun örneği, güvâhı.

Muhlis KÖRPE 01 Haziran
Konu resmiGubârî Yazı
Kültür ve Medeniyet

Gubârî, çok küçük yazılması sebebiyle her çeşit yazıya uygulanabilirse de yapı itibariyle daha ziyâde Nesih’le birlikte Nesta‘lik ve Rikaâ‘ yazılarına daha uygun düşmektedir. Nitekim Habîbullah Fezâilî, İranlı Nesta‘lik hattatı Ali Herevî’nin Midûdü’l-hutût adlı risâlesinde her yazının çok küçük yazılan şekline Gubârî dendiğini nakletmektedir. Arapça “toz” mânasındaki gu­bâr kelimesinden türetilen ve “toz gibi” anlamına gelen Gu­bârî hattı kaynaklarda gu­bâ­­rü’l-hılbe, kalemü’l-hilbe, ka­le­mü’l-cenâh olarak da anılır. Kal­kaşendî, karakteri Rikaâ‘  ve Nesih yazılarına daha yakın olması sebebiyle Gubârî’yi bu iki yazının karışımından mey­dana gelmiş bir hat çeşidi ola­rak gösterir. Ancak Gubârî müstakil bir yazı cinsi değil her çeşit hattın çok ince yazılan biçimidir. Kalkaşendî’nin Gubârî’yi böyle nitelendirmesi, Rikaâ‘ ile Nesih’in diğer hat türlerine göre daha küçük boyda yazılardan olması sebebiyledir. Aynı müellif, Arap yazısını ıslah etmek için bazı kurallar koyan Arap veziri ve hattatı İbn Mukle’nin rivâyetine dayanarak Gubârî’nin harflerinde yuvarlaklık bulunduğunu bildirirken Rikaâ‘ yazısını kastetmekte, dolayısıyla onun çok küçük yazılan şekline Gubârî dendiğine işaret etmektedir. Bu hat ile sanattan ziyade mahâret gösterilmektedir. Gubârî, çok küçük yazılması sebebiyle her çeşit yazıya uygulanabilirse de yapı itibariyle daha ziyâde Nesih’le birlikte Nesta‘lik ve Rikaâ‘ yazılarına daha uygun düşmektedir. Nitekim Habîbullah Fezâilî, İranlı Nesta‘lik hattatı Ali Herevî’nin Midûdü’l-hutût adlı risâlesinde her yazının çok küçük yazılan şekline Gubârî dendiğini nakletmektedir. Eskiden posta vazifesi gören güvercinlerin kanadına bağlanan mektuplar Gubârî hattıyla yazıldığı için bu yazıya “kalemü’l-cenâh” (kanat yazısı) adı da verilmiştir. Cepte taşınacak veya savaşta sancaklara takılacak kadar küçük boydaki mushaflarda ve içleri boş iri harflerin iç kısmına âyet ve hadislerin yazılmasında Gubârî yazı kullanılmıştır. Bugün pek çok evin duvarlarını süsleyen, büyük boydaki bir tabaka kâğıda sığdırılacak şekilde yazılmış Kur’ân-ı Kerîm levhaları ile “Yâsîn” kelimesinin içine sığdırılmış Yâsîn sûresi levhaları bu yazı için örnek teşkil etmektedir. Tarihte bu yazıyı iyi yazdığı için “Gubârî” unvanını ve mahlasını kullanan hattat ve şairler vardır. Bunlardan, İstanbul’da Sultan Ahmed Camii’nin celî yazılarını yazan Seyyid Kasım Gubârî (ö. 1034/1624-25) bir pirinç tanesinin üstüne İhlâs sûresini yazmış ve bundan dolayı “Gubârî” unvanıyla meşhur olmuştur. Şeyh Hamdullah’ın oğlu Mustafa Dede’nin talebesi olan Akşehirli Abdurrahman Gubârî de (ö. 974/1566) hem hattat hem şâir olarak aynı mahlası kullananlardandır.        1. asır başlarında Mehmed Nûri Sivâsîi başarılı örnekler ortaya koymuştur. Sivaslı Mehmed Nûri’nin hayatı bilinmemektedir. Ancak Gubârî yazı geleneğinin son temsilcisidir. Bazı yazılarının Ketebe kayıtlarında kendi mesleği kaydetmiş ve hocasının ismini vermiştir. Bir yazısının ketebesinde “Mülgâ Dâire-i Meşihat Mektûbi Kalemi Mütekâidi” olduğunu belirtmiştir. Meşîhat Kalemi kâtiplerinden Ahmed Efendi’nin oğludur. Şeyh Mahmud Hamdi’den yazı dersi almıştır. Daha çok 1905-1935 yılları arasında eser vermiştir. Eserlerini koyu zemin üzerine üstibeç boya kullanarak meydana getirmiştir.  

Mustafa YILMAZ 01 Haziran