Tophane-i Âmire İstanbul’un fethinin ardından kendi adıyla anılan semte inşa edilen Tophane, Osmanlı Devletinin en önemli silah üretim merkezlerinden biriydi. Sultan II. Bayezid zamanında artan ihtiyacı karşılamak için odalar eklenerek genişletilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise mevcut binaların tamamı yıkılmış, yerine yeni ve büyük bir bina inşa edilmiştir. Evliya Çelebi’ye göre tam bir kale görünümündeki bu yeni müştemilât içinde kumbara (humbara) imalâthanesi, dökümhane imalâthanesi, kundakhâne, marangozhane, topçubaşı ve dökücübaşı odaları, topçu ve dökücü âsitâneleri (kışla), Sarıyer toprağı kesme kârhânesi, kalıp kârhânesi, falya delme kârhânesi, top arabası ve tekerlekleri imalâthaneleri gibi bölümler vardı. Büyük bir sanayi merkezi halinde olan Tophane-i Âmire, özellikle savaş dönemlerinde top dökümü faaliyetlerinin hızlanması, çok yüksek sıcaklıkta ateş yakılması gibi sebeplerle zaman zaman büyük hasara uğramış ve ciddi tamirat görmüştür. Bu tür sebeplere bir de yangın ve deprem gibi doğal afetler eklendiğinden XIX. yüzyılın sonuna kadar pek çok defa ciddi tadilat ve tamirat gerçekleştirilmiştir. Zeytinburnu Çelik Fabrikası Osmanlı Devleti’nin bir diğer önemli silah ve savaş topu üretim merkezi ise, Zeytinburnu çelik fabrikasıydı. Bu fabrikada, bir tüfeğin namlusu hariç her parçası imal edilmekte ve Avrupa’dan getirilen namlular ile savaşlarda kullanılmak üzere tüfekler imal edilmekteydi. Ayrıca yine yerli bir icadımız olan seri atışlı sahra topu da Zeytinburnu çelik fabrikasında imal ediliyordu. Osmanlı Devleti’nin önemli miktarda fişek ve mermi ihtiyacı da bu fabrikadan karşılanıyordu. Zeytinburnu sahilinde hala bu fabrikadan kalma birkaç bina yerinde durmaktadır. 3 Temmuz 1911 İttihad Terakki yönetimi, Balkan ülkeleri arasındaki kilise anlaşmazlığı meselesini çözdü Sultan II. Abdülhamid saltanatta iken, Bulgar kilisesinin Rum Patrikhanesi’nden ayrılmasından beri Balkan devletleri arasında devam eden kilise mallarının aidiyeti konusundaki anlaşmazlıktan faydalanmış ve bunların Osmanlılara karşı ittifak oluşturmalarına engel olmuştu. Fakat İttihatçıların, 3 Temmuz 1911 tarihli bir kanunla, kilise ve mekteplerin hangi tarafa ait olduğunu nüfus oranına göre belirlemeleriyle aralarındaki ihtilâf kalktı. Balkan milletleri, Osmanlı Devleti’ne karşı birleşerek Balkan savaşlarını başlattılar. Kendisine gazete verilmediği için bu gelişmelerden haberdar olamayan Sultan II. Abdülhamid’in, düşmanın Selânik’e yaklaşması üzerine İstanbul’a nakledilmesine karar verildi. Durumu kendisini almaya gelen heyetten öğrenen Sultan, Balkan ittifakına ve bu ittifaktan hükümetin haberdar olmamasına hayret etti. Dört Balkan devletinin ittifakını duyar duymaz kiliseler meselesinin halledilip edilmediğini sordu. Halledildiğini öğrenince de ittifakı tabii buldu. 20 Temmuz 1881Sultan Abdülaziz’in katillerinin cezaları müebbetkürek mahkümiyetine çevrildi Sultan Abdülaziz’in katillerinin yargılandığı Yıldız Mahkemesi, 27 Haziran 1881’de Yıldız Sarayı içinde kurulan çadırda çalışmalarına başlamıştır. Mahkemenin başkanlığına İstinaf Mahkemesi Başkanı Ali Sururi, ikinci başkanlığa aynı mahkemenin ikinci başkanı Hiristo Forides tayin edildiler. Muhakeme üç gün içinde altı celse devam etti ve sanıkların temyiz etme hakları saklı kalmak üzere sona erdi. Mahkemenin kararına göre Pehlivan Mustafa, Hacı Mehmed ve Cezayirli Mustafa ile Mabeyinci Fahri Bey bilfiil tasarlayarak öldürme olayına katıldıklarından dolayı; Midhat, Mahmud, Nûri paşalarla Binbaşı Necib ve Binbaşı Nâmık Paşazade Ali beyler de suç ortağı sayıldıklarından idama, diğerleri ise çeşitli cezalara çarptırıldılar. Midhat Paşa’nın Temyiz Mahkemesi’ne yaptığı itiraz da incelenerek reddedildi (8 Temmuz 1881). Sultan II. Abdülhamid, kan dökmekten son derece sakındığı için, elindeki şer‘î ve kanunî ilâmlara rağmen hükmü tasdik veya cezayı hafifletmeden önce bir kere de askerî, mülkî ve ilmiye ricâlinin fikirlerini öğrenmek istedi. Bu maksatla 20 Temmuz 1881 günü Yıldız Sarayı’nda, emekli olan ve görevde bulunan devlet adamlarından ve askerlerden oluşan yirmi beş kişilik olağanüstü bir meclis topladı. On beş kişi idam hükmünün tasdikini, on kişi de cezanın hafifletilmesini istedi. Sultan II. Abdülhamid, cezaların aynen uygulanmasını isteyenler çoğunlukta olmasına rağmen, idam cezalarını müebbet küreğe çevirdi. Mahkûmların cezalarını Tâif’te çekmelerine karar verildi. 31 Temmuz 855 İmam Ahmed bin Hanbel Hazretleri vefat etti Hanbelî mezhebinin kurucusu İmam Ahmed bin Hanbel Hazretleri, 780 senesinde Bağdad’da dünyaya gelmiştir. Soyu Peygamber Efendimiz’in (asm) dedelerinden Nizâr’la birleşerek Hz. İsmâil’e (ra) kadar uzanır. Dedesi Hanbel bin Hilâl, Emevîler devrinde Serahs valiliği yapmış ve Abbasîlerin idareyi ele geçirmesinde önemli görevler üstlenmiştir. Babası da Abbasî ordusunda görev almıştı. Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledikten ve Bağdatlı âlimlerden bir müddet dilbilgisi ve fıkıh okuduktan sonra hadis öğrenmeye başladı (795). El-Müsned adlı kitabındaki rivayetlerine göre hadis öğrendiği hocalarının sayısı 280 kadardır. Kırk yaşına kadar devam eden talebelik hayatından sonra hadis okutmaya başladı. Çok zaman 5000 kadar hadis talebesi onu dinlemek üzere çevresinde toplanır, bunlardan 500 kadarı hadis yazarken diğerleri onun tavırlarından, ahlâk ve edebinden faydalanmaya çalışırlardı. Tahminlere göre, cenazesinde altmış bini kadın olmak üzere 800 bin (veya bir milyon) kişi bulundu. En önemli eseri olan El-Müsned’de 700 bin hadis içinden seçilmiş 40 bin hadis bulunmaktadır.
Lügatte öncelikle “durma/duruş” şeklinde anlamlandırılmakla birlikte ıstılahi olarak “bir malı, menfaati ammeye ait olmak üzere herkesin faydalanması için Allah’ın mülkü hükmüne koyarak üstündeki mülkiyet (temlik ve temellük) hakkını kaldırma” manası verilmiştir. Rivayet edilir ki insanlara, cinlere ve hayvanlara hükmeden Süleyman Aleyhisselama bir gün bir serçe kuşu gelerek bazı isteklerde bulunur. Hz. Süleyman (as) isteğini uygun bulmadığı için kabul etmez. Serçe tehditle isteğinde ısrar eder, – Eğer bu isteğimi yerine getirmezseniz sarayınızı başınıza yıkar, saltanat ve mülkünüzü tarumar ederim, der. Süleyman Aleyhisselam onun küçüklüğüne bakarak tebessüm eder, ehemmiyet vermez ve der ki: – Sen ki bücür bir serçesin, ne yapabilirsin? – Giderim vakfedilmiş bir araziden ayaklarım ve kanatlarımla bir miktar toz toprak getirir sarayınızın üstüne silkelerim, kâfi... Hz. Süleyman bu cevap karşısında dehşetle irkilir. Bu kıssa “vakıf” kavramının ehemmiyetini daima hatırımızda tutmak için yeterlidir. Lügatte öncelikle “durma / du-ruş” şeklinde anlamlandırılmakla birlikte ıstılahi olarak “bir malı, menfaati ammeye ait olmak üzere herkesin faydalanması için Allah’ın mülkü hükmüne koyarak üstündeki mülkiyet (temlik ve temellük) hakkını kaldırma” manası verilmiştir. Tarihi kaynaklara baktığımızda kâmil manada olmasa bile eski uygarlıklarda vakıf kültürünün var olduğu bilinir. Yapılan araştırmalar sonucu ulaşılan milat öncesine ait vakfiyelerde Roma, Bizans, Sümer ve Uygurlarda vakıf kurumunun izlerine rastlıyoruz. Hatta cahiliye döneminde bile organize olmuş vakıf hareketlerinden bahsetmek mümkündür. Cahiliye döneminde de var olan hac ziyareti için Mekke’ye gelen misafirlere yemek ve su ikram etmek bir gelenek haline gelmişti. “Rifâde” olarak tanımlanan bu hizmet organizasyonu Peygamber Efendimizin (asm) dördüncü dedesi Kusay bin Kilâb tarafından bir kurum haline getirilmişti. Kâbe’yi ziyarete gelenler Mekke halkından toplanan yardımlarla oluşturulan bütçeden ağırlanırken daha sonra bu görevi, onu bir itibar ve şeref vasıtası olarak gören zenginlerle Mekke ve Kâbe yönetiminde etkili olan kabile reisleri üstlenmiştir. Bütün bu iyilik hareketleri bize gösteriyor ki insan doğuştan iyilik yapmaya meyillidir. Hangi dine mensup olursa olsun, fıtratı tamamen bozulmamış olan bir insanda iyilik yapma hissi her zaman varlığını göstermektedir. Lakin vakıf kültürü İslam’la birlikte asıl kimliğine kavuşmuş, manasını bulmuştur. Sosyal ve ahlaki temeller üzerine kurulu bulunan İslam hukukunda vakıf kavramının çok ayrı bir yeri vardır. İslam tarihinde ilk vakfedilen mülke saadet asrında rastlıyoruz: “Darü’l-Eman ve’l-İslâm” diye de bilinen, ilk Müslümanlardan Erkam bin Ebü’l-Erkam bin Esed’in evi ilk vakfedilen mülktür. Bu evin İslâm tarihindeki yeri çok mühimdir. İlk tohumunu Darü’l -Erkam’ın oluşturduğu bu diğerkâmlık ve fedakârlık, Asr-ı Saadetten bugüne kadar İslam’ın şekillendirdiği bütün medeniyetlerde sayısız vakıf oluşumları ve eserleri ile muhtaç insanların bir çıkış kapısı olmuş. Bu manada Osmanlı Devleti de tamamıyla bir vakıf medeniyetidir. Sayısal büyüklüğün yanında verilen hizmetlerin çeşitliliği açısından da muazzam bir tablo karşımıza çıkıyor: Su yolları, çeşme ve sebiller, yollar, kaldırımlar, aşevleri, dul ve yetim evleri, çocuk emzirme ve büyütme yuvaları gibi vakıf eserlerinin yanı sıra; namazgâh, kütüphane, dükkân, misafirhane, kuyular, çamaşırhane, helâ, han, hamam, bedesten, türbe, iskele, ok ve güreş meydanları inşa etmek; esir ve köle azat etmek, fakirlere yakacak temin etmek, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak, gazilere at yetiştirmek, ağaç dikmek, borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, dağlara geçitler kurmak, öksüz kızlara çeyiz hazırlamak, dul kadınlara ve muhtaçlara yardım etmek, çocukları baharda açık havada gezdirmek, sokak çeşmelerinde asılı bulunan su kaplarının temizliğini sağlamak, mektep çocuklarına gıda ve yiyecek yardımı, fakir ve kimsesizlerin cenazelerini kaldırmak, bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek, kale ve istihkâmlara veya donanmaya yardımda bulunmak, kış aylarında kuşların beslenmesi, hasta ve garip leyleklerin bakımı ve tedavisi gibi pek çok maksatla çeşitli vakıflar kurulmuştur. Bu iyilik hareketinin temelinde “sadaka-i cariye” anlayışı vardır. Öldükten sonra bile sevap defterini kapatmama gayesi. Bu iyilik hareketinin temelinde: “O takva sahipleri, kendilerine rızık olarak verdiğimiz her şeyden (Allah yolunda) infak ederler.” (Bakara, 3) “Allah, müminlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabilinde satın almıştır…” (Tevbe, 111) ayet-i kerimeleri vardır. Bu iyilik hareketinin temelinde: “Malın en hayırlısı Allah yolunda harcanandır” buyuran ve yine Ebû Zer Gıfarî gibi yoksul ve dünyada dikili taşı olmayan, hem zâhid hem âbid bir sahabeye: “Çorbana biraz daha su kat ve infakta bulun ya Ebu Zer!” diyen Hz. Peygamber’in (sav) o nebevî duruşu vardır. Burada şunun altını çizmekte fayda var: Ayette Allah’ın nefislere ve mallara talip olduğu beyan ediliyor. Demek oluyor ki sadece mallar değil nefisler de vakfedilebilir, vakfedilmelidir. Bu kârlı ticarette nefis ve malını Allah’a satan mümin, öncelikle mümin sıfatını hak etmiş olmakla birlikte bu ticaretten hem dünyada hem ukbâda kârlı çıkacaktır. Şu halde mümince bir bakışa sahip olmak demek: nefis ve malı yine onu veren uğrunda harcamak, vakfetmek demektir. Kendi rahatından kardeşi için fedakârlık etmek, çorbasını biraz da sulandırarak oradan bile tasarruf ederek infakta bulunmak demektir. Nefsini herkesten alçak, vazifeyi her şeyden yüksek tutmaktır. Zehirle pişen aşa talip olmak, uykuyu mezara saklamaktır. Vakfetmenin belki de en hayırlısı ve zor olanı da budur. Vaktini, nefsini ve hayatını Allah yoluna vakfeden mümin, fâni ömrünü baki yapmanın eşiğindedir. Sadece kendini ve kendisiyle ilgili işleri düşünmek zorunda bırakılan beşerin aynı zamanda şöhret, şehvet ve servet gibi düşmanlarla baskı altına alındığı şu hastalıklı asrımızda kendini hak bir davaya vakfeden insanlara ne kadar muhtaç olduğumuz güneş gibi aşikâr. Cenâb-ı Hak’tan ihsan ehli, dava şuurlu, Allah’ın ipine sımsıkı sarılmış, yaratılış gayesini onu yaratana hizmet addeden nebevî duruşlu neferlerin sayısını ziyade eylemesi duasıyla...
Peygamberimiz (asm) buyurdu: “Şüphesiz ki, Cenab-ı Hakk’ın Âdem (as)’in neslini yeryüzüne yerleştirdikten sonra, Deccal’in fitnesinden daha büyük bir fitne olmamıştır. Şüphesiz ki Allah’ın gönderdiği hiçbir peygamber yoktur ki Deccal’in fitnesinden ümmetini sakındırmasın. Ben son Peygamberim, sizler de son ümmetsiniz. İlla ki o sizin aranızdan çıkacaktır. Eğer ben aranızda iken o çıkarsa her Müslümana bedel, ben ona hüccet ile galebe çalarım, eğer benden sonra çıkarsa herkes bildiği hüccet ile kendini müdafaa etsin.”1 فقَالَ غَيْرُ الدَّجَّالِ أَخْوَفُنِي عَلَيْكُمْ، إِنْ يَخْرُجْ وَأَنَا فِيكُمْ، فَأَنَا حَجِيجُهُ دُونَكُمْ، وَإِنْ يَخْرُجْ وَلَسْتُ فِيكُمْ، فَامْرُؤٌ حَجِيجُ نَفْسِهِ، وَاللهُ خَلِيفَتِي عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu: “Sizin için beni en çok korkutan, Deccal’den başkasıdır. Eğer o (Deccal) ben sizin aranızdayken çıkarsa, sizin adınıza ben ona delil getiririm (karşı koyarım). Şayet ben aranızda yokken çıkarsa, herkes delilleriyle kendini müdafaa etsin. Ardımdan -halifem olarak- Allah her Müslümanın yardımcısıdır.” 2 *** Bu iki hadis-i şerifte de Peygamberimiz (asm), Deccal ile karşılaşırsam; mucizeyle, silahla, güçle değil hüccetle, delil ile ona karşılık veririm buyurduğu gibi, ardından ümmetinden onunla karşılaşacak olanlara da hüccetle mukabele etmelerini buyuruyor. Bundan anlaşılıyor ki, eşi benzeri görülmemiş o fitnede müdafaa için en kuvvetli silah, -Risale-i Nur’un metodu gibi- delil ve burhan olacaktır. Bu hakikati ifade eden 25. Söz’ den bir parçayı buraya aynen alıyoruz. “Elhâsıl: Sâir enbiyâ aleyhimüsselâmın mu‘cizâtları, birer havârik-ı san‘ata işaret ediyor. Ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın mu‘cizesi ise, esâsât-ı san‘at ile beraber, ulûm ve fünûnun havârik ve kemâlâtının fihristesini bir sûret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvîk ediyor.” Elhâsıl: Diğer peygamberlerin, mesela Davut (as)’ın demiri hamur gibi yumuşatması, bakırı eritmesi ve madenleri bulup çıkarması ve Süleyman (as)’ın rüzgâr ile iki aylık mesafeyi bir günde uçması gibi gösterdikleri mucizeler, birer sanat harikasına işaret ediyor. Ve Hazret-i Âdem (as)’e isimlerin öğretilmesi mucizesi ise, her çeşit sanatın esaslarıyla beraber, ilimlerin ve fenlerin görülmemiş harika yönlerinin ve mükemmelliklerinin fihristesine, özet bir surette işaret edip insanları onlara teşvik ediyor. “Ama mu‘cize-i kübrâ-yı Ahmediye (asm) olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân ise, ta‘lîm-i esmânın hakîkatine mufassalen mazhariyetini ve hak ve hakîkat olan ulûm ve fünûnun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemâlâtı ve saadâtı vâzıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvîkātla beşeri onlara sevk ediyor. Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvîk eder ki, o tarz ile şöyle anlattırıyor: ‘Ey insan! Şu kâinâttan maksad-ı a‘lâ, tezâhür-ü rubûbiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve kemâlât ile yetişmektir.’ Hem öyle bir sûrette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: Elbette nev‘-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.” Fakat Peygamberimiz (asm)’in en büyük mucizesi olan ve bütün beyanatları mucize olan Kur’an ise, Âdem (as)’e öğretilen Esma-yı Hüsna’nın gösterdikleri hakikatlere ayrıntılı olarak ayinadarlık ediyor. Hak ve hakikat olan ilimlerin ve fenlerin doğru hedeflerini gösteriyor. Ve dünyaya ve ahirete ait bütün kemalat ve saadetlerini gayet açık olarak beyan ediyor. Hem pek çok azim teşviklerle beşeri onlara sevk ediyor. Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvik eder ki o tarz ile âlimlere şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kâinattan en yüce maksat, Cenab-ı Hakk’ın gösterdiği geniş çapta rububiyetin tezahür edip her şeyi sana hizmetkâr yapmasına karşılık, insanın yaptığı külli ve çok kapsayıcı ibadetidir. Ve insanın varılması güç olan, en büyük ve en uzak gayesi, o ubûdiyete ilim ve kemâlât ile yetişmektir. Yani ilmin netice verdiği bugünkü uçak, tren, telefon, internet ve beyaz eşya gibi teknolojiden istifade ederek imkân bulup her türlü ibadeti yapmak ve kendisini tanıtan harika sanatlarını tefekkür ederek isim ve sıfatlarını tanımakla marifet elde ederek Cenab-ı Hakk’ı layıkıyla tanımaktır. Hem öyle bir surette ilme teşvik etmeyi ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ve der: Elbette nev‘-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir. “Hem o Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân, cezâlet ve belâgat-i Kur’ âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki, ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâgat ve cezâlet, bütün envâıyla âhirzamânda en mergūb bir sûret alacaktır. Hatta insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icrâ ettirmek için en keskin silâhını cezâlet-i beyândan ve en mukāvemetsûz kuvvetini belâgat-i edâdan alacaktır.” Bütün açıklamaları mucize olan Kur’an-ı Azimüşşan, muhataplarına tekrar tekrar üslubunun akıcı olmasını ve halin gerektirdiği en uygun sözü söylemeyi ön plana çıkarmasıyla anlaşılır bir tarzda remzen gösteriyor ki, ilimlerin ve fenlerin en parlağı olan akıcı üslup ve belagat, bütün çeşitleriyle ahir zamanda insanların en çok yönelip de rağbet ettiklerinden olacaktır. Hatta insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icrâ ettirmek için en keskin silâhını cezâlet-i beyandan yani hitabetin akıcı ve anlaşılır olmasından ve en mukavemetsûz kuvvetini belâgat-i edâdan yani karşı konulamaz kuvvetini, ifade edilen belagatten alacaktır. “Elhâsıl, Kur’ân’ın ekser âyetleri, her biri birer hazîne-i kemâlâtın anahtarı ve birer defîne-i ilmin miftâhıdır. Eğer ister isen, Kur’ân’ın semâvâtına ve âyâtının nücûmlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi aded sözleri yirmi basamaklı (Hâşiye) bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki, Kur’ân ne kadar parlak bir güneştir. Hakāik-i İlâhiyeye ve hakāik-i mümkinât üstüne nasıl sâfî bir nûr serpiyor. Ve parlak bir ziyâ neşrediyor, bak.”3 Elhâsıl, Kur’ân’ın çoğu âyetleri, her biri birer hazîne-i kemâlâtlar ve mükemmellikler anahtarı ve birer defîne-i ilmin anahtarı, miftahıdır. Eğer ister isen, Kur’ân’ın semâvâtına ve âyâtının nücûmlarına, yıldızlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi aded sözleri yirmi basamaklı bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki Kur’ân ne kadar parlak bir güneştir. Hakaik-i İlâhiyeye ve hakaik-i mümkinât yani Cenab-ı Hakk’a ait olan ve kâinata ait olan hakikatlerin üstüne nasıl sâfî bir nûr serpiyor. Ve parlak bir ziyâ neşrediyor, bak. Ayrıca hadis-i şerifte deccalden daha çok başkasından korkuyorum, Allahualem Peygamberimizin kast ettiği o fitnelerin birkaçını buraya alacağız. أكْثَرُ مُنافِقِي أُمَّتِي قُرَّاؤُهَا “Ümmetimdeki münafıklarının çoğu Kur’an okuyucularıdır”4 yani Cenab-ı Hakk’ın rızasını asıl maksat yapmayıp başka gaye ve maksat için Kur’an okuyanlardır. Bu hadis-i şerifte geçen münafık kelimesi riyakârlık manasındadır. Zira münafıklık da, riya da bir insanın içinde gizlediği ile yaşadıklarının farklı olmasıdır.5 عَنْ أَبِي عُثْمَانَ النَّهْدِيِّ، قَالَ : كُنْتُ عِنْدَ عُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، فَسَمِعْتُهُ يَقُولُ فِي خُطْبَتِهِ : سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ , يَقُولُ : أَخْوَفُ مَا أَخَافَ عَلَى أُمَّتِي كُلُّ مُنَافِقٍ عَلِيمُ اللِّسَانِ “Ümmetim hakkında en çok korktuğum kimseler; ağzı güzel laf yapan münafıklardır...”6 Bunlar ilimleri bilen, akıcı ve tesirli bir lisana sahip olan fakat kalbi câhil olup ilmiyle amel etmeyen âlimlerdir. İtikadı da bozuk olan bu insanlar, dilbazlıklarıyla pek çok kişiyi aldatırlar. Onlar, ilmi meslek edinmişlerdir. Onunla maddî ve manevi menfaat elde etme peşindedirler. Bunun için ihtilaflı meseleleri gündeme getirir, üzerinde icmâ ve ittifak edilmiş konulara saldırırlar ki dikkatleri üzerlerine çekerek şöhrete kavuşabilsinler. Pek çok insanın itikadı ve ibadetiyle oynayarak dine büyük zarar verirler. Onlara karşı uyanık olmak, sâlih âlimlerin sözüne itibar etmek lâzımdır. Nitekim Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyururlar: “Ey İbn-i Ömer! Dinine iyi sarıl, dinine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır. Dinini kimden öğrendiğine iyi dikkat et! Dinî ilimleri ve hükümleri istikâmet ehli âlimlerden al, sağa sola meyledenlerden alma!”7 Kaynaklar: 1- Sünen-i ibn Mace, Babü’l-Fiten, hadis no: 4077, El-Mektebetü'l-ilmiyye, Beyrut, Lübnan2- Sahih-i Buhari, c.18 s.62 Daru’l-Feyha, Dımaşk3- Zülfikar, 25. Söz s.169, Osmanlıca Nüsha, Altınbaşak Neşriyat4- Feyzu'l-Kadîr Şerhu'l-Câmi'i's-sağîr, c.2 s. 805- El Aynî, fi şerh-i süneni, Ebu Davud, c.3, s. 236- Ahmed Bin Hanbel-Müsned,1/22,447- Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi’r-rivâye, el-Medînetü’l-Münevvere, el-Mektebetü’l-İlmiyye, s. 121
Yeryüzü meydanında ve gökyüzü kubbesinde zerrelerden yıldızlara kadar her şey müthiş bir faaliyet içerisindedir. Hiç durmadan çalışan, bıkmadan, usanmadan hareket eden varlıklar, vazifelerini fütur getirmeden dikkatle yerine getiriyorlar. Evet, Rabbimiz dünyayı, daima işleyen bir fabrika suretinde yaratmıştır. Âlemde durağanlığa, atalete, başıboşluğa yer yoktur. 15 milyar yıldır, atom çekirdeğinin etrafında saniyede 1 milyon defa dönen elektronlar hiç yorulmadan, işini karıştırmadan, vazifesinde aksaklık göstermeden, görevini başkasına havale etmeden dikkatle, şevkle çalışmaktadır. Kendi ekseni etrafında saatte 1.670 km. hızla, güneşin etrafında ise 108.000 km. hızla dönen küre-i arzımız sanki bilinçli, şuurlu bir varlıkmış gibi lezzetle ve zevkle bu fıtri vazifesini yerine getiriyor. Cenab-ı Hak âlemin esasını, faaliyet, hareket ve gayret üzerine bina ettiği gibi, insanı da çalışacak ve faaliyet gösterecek bir donanımda yaratmıştır. Fıtraten heyecanlı ve şevkli olarak yaratılan insan, nefse uyarak tembellikle o güzel fıtratı bozmuştur. Cenab-ı Hakkın bir ihsanıdır ki çalışmanın (gayretin, faaliyetin, hizmetin) mükâfatını bizzat çalışmanın içine koymuştur. Onun için tembelliğe alışan kimseler, çalışmadaki lezzet ve saadeti tam bilmedikleri için hizmetten ve çalışmaktan mahrum kalıyorlar. İnsanları çalışmaya sevk eden, şahsi ve toplumsal alanda vazifelerini yerine getirmelerine sebep olan iki önemli nokta vardır. Birincisi, çalışma sonunda elde edilen faydalar ve kazançlar; ikincisi ise, çalışmaya muhabbet ve çalışmadan alınan lezzettir. Bir işi yapma neticesinde elde edilen kazanımlara ille-i gaye, o işi hararetle ve şevkle yapmayı temin eden unsura ise dâi ve muktezî denir. Faaliyetin ve hareketin azalması, zahmet ve sıkıntının artmasına sebep olurken, çalışmanın ve üretimin artması rahmete ve şükre vesile olmaktadır. Tembel insan; Hayatından şikâyet eder, Vaktin çabuk geçmesini ister, Zamanın kıymetini bilmez, Ömrünü boş işlerde telef eder. Tembelin hareketsizliği ve miskinliği, ademîdir. Yokluğa, hiçliğe, karanlığa gider. Ehl-i gayret ise; Hayatı verene şükreder, Zamanın genişlemesini ister, Bilir ki rahat zahmette zahmet ise rahattadır. Çalışan, gayret eden, koşturan üretir, netice elde eder, meyve verir mutlu ve huzurlu olur. Çalışmak hayr-ı mahzdır, vucudîdir. Hizmet ve faaliyet, Allah’ın halk ve icad ordusu olan sayısız hücreleri, sonsuz melaikeleri harekete geçirir. Kudret-i ilahiyeyi cezb eder. Eşref-i mahlûk olan insan için şu dünya hayatı bir ticarethanedir. Ticarette meskenete ve miskinliğe yer yoktur. Ticaret doğru(luk üzere) çalışmayı, samimi faaliyeti, yüksek gayreti ve ali himmeti gerektirir. Zira ömür sermayesi gayet az, yapılacak işlerse pek çoktur. İnsana da çalıştığından başkası yoktur.1 İnsan her çalıştığı şeyin sahibi olmasa da sahip olduğu ancak çalıştığıdır. Osmanlı döneminde ticarette önemli bir yere sahip olan İstanbul Kapalıçarşı’nın Fesçiler kapısının girişinde celi talik hatla yazılmış enfes bir hadis vardır. اَلْكَاسِبُ حَبِيبُ اللَّهِ “Allah, çalışıp alın teriyle kazananları sever” manasına gelen bu hadis-i şerif, bir medeniyete yön vermiş, bir millete istikamet sunmuş anlamlı içtimaî bir derstir. Rahata meyletmek, uyuşukluk, hareketsizlik umum rezaletin yuvasıdır. Miskin ve tembel adamın sefil ve rezil hâle düştüğü su götürmez bir hakikattir. İnsan boş oturdukça; Vazifesini aksatır, Tembelleşir. Tembelliğe alıştıkça Kendisini alakadar etmeyen işlerle meşgul olmaya başlar. Böylece kişi malayani şeylerle ömür dakikalarını telef eder. Onun içindir ki Sevgili Peygamberimiz اَلَّلهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْعَجْزِ وَالْكَسَلِ “Allah’ım acizlikten ve tembellikten sana sığınırım”2 diyerek dua etmiştir. Dünyada rahat yoktur لاَ رَاحَةَ فِي الدُّنْيَا Çünkü dünya, misafirhane-i askeriyedir, hiç kimse başıboş değildir. Dünya bir ticarethanedir. Dinlenme salonu değil, çalışma yeridir. Paydos mevkii değil, mesai mekânıdır. Evet, dünya rahat yeri değil, rahatı kazanma yeridir. Rabbimiz, bizlere ömür sermayesini dinlenmek ve teneffüs etmek için değil, ebedi istirahati, daimi huzuru elde etmek için vermiştir. İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır خَيْرُالنَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنِّاسِ O halde insan, nev’i için, insanlık için çalışmalıdır. Kişinin kıymeti nasıl çalıştığı ile değil, ne için çalıştığı ile ölçülür. Himmeti yüce olanı aziz olan Allah yüceltir. O halde dinimiz, vatanımız, milletimiz için, evlatlarımız için, ümmet için çalışmalıyız. Elbette böyle âli ve yüce gayeler kolay ve rahat elde edilemez. İnsanı yaşatan ümit ise, öldüren yeistir. Güzel son/uç/ların arkasında hep ümit vardır. Büyük hedefleri olanların, ulvi ve yüce maksada hizmet edenlerin ümitvar olmaları, mutlak bir şevkle çalışmaları elzemdir. Bir de muvaffakiyetin arkasında kaybolan insanlar vardır. Mesele sadece muvaffak olmak değil, muvaffakiyeti doğru okumaktır. Onun için gayret bizden tevfik Rahman’dandır. Onun için çalışmak bizden, zafer Allah’tandır. Kim Allah için tevazu gösterirse, Allah o kimseyi yüceltir مَنْ تَوَاضَعَ لِلّٰهِ رَفَعَهُ اللّٰهُ Mesele Karun gibi3 zengin olmak değil, Süleyman (as) gibi4 zenginliği Allah’tan bilmektir. Ne mutlu milletinin selameti için dünya da ki rahatından vazgeçenlere! Selam olsun varlığını ümmet-i Muhammed’in huzuru için feda edenlere! Selam olsun Allah için çalışan Allah için kazanan Allah yolunda sarf eden tüm Müslümanlara! السَّلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُـدٰى Kaynaklar: 1- وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ “Ve (yine bildirilmedi mi ki) şübhesiz insan için, (kendi) çalıştığından başkası yoktur!” (Necm, 39) 2- Buhari, Deavât, 38 3- قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ عِنْدِي أَوَلَمْ يَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ قَدْ أَهْلَكَ مِنْ قَبْلِهِ مِنَ الْقُرُونِ مَنْ هُوَ أَشَدُّ مِنْهُ قُوَّةً وَأَكْثَرُ جَمْعًا وَلَا يُسْأَلُ عَنْ ذُنُوبِهِمُ ا لْمُجْرِمُونَ (Karun:) “Bu (servet) bana ancak, bende bulunan bir bilgi sâyesinde verildi” dedi. Ama (o) bilmedi mi ki şübhesiz Allah, kendisinden önceki nesillerden, ondan kuvvetçe daha güçlü ve (mal) toplama cihetiyle daha çok (varlıklı) olan kimseleri gerçekten helâk etmiştir. (Allah, onların ne yaptığını bildiği için) o günahkârlara, (azarlayarak sorgulanmalarının dışında öğrenmek üzere) günahlarından sorulmaz. 4- وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُدَ وَسُلَيْمٰنَ عِلْماً وَقَالَا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي فَضَّلَنَا عَلٰى كَث۪يرٍ مِنْ عِبَادِهِ الْمُؤْمِن۪ينَ (Habibim, ya Muhammed!) And olsun ki (biz) Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik de: “Bizi mümin kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun!” dediler.
وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّداً بِمَقَالَتِى وَلٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ Evet, şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsâf-ı Muhammediyedir (asm). On Dört Reşahâtı tazammun eden On Dördüncü Lem’anın; BİRİNCİ REŞHASI “Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem’a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Birisi de Kur’ân-ı Azîmüşşandır. Şimdi, şu ikinci burhan-ı natık olan Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz. Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri biri şecere-i nuraniyedir ki, her bir davasını, mu’cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira o Lâ ilâhe illâllah der, dava eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile mânen Sadakte ve bilhakkı natakte derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın?” Efendimizle (asm) ilgili günümüzün dünyasında yerli ya da yabancı yüzlerce yazılan eserler bulabilmemiz mümkün. Bu eserleri genel bir sınıflamaya tabi tuttuğumuzda bir kısmının hadis ve siyer alanında, bir kısmının edebiyat, bir kısmının ise akademik çalışmalarla ilgili olduğunu belirtebiliriz. Yazılan bu eserlerin içeriğine baktığımızda kahir-i ekserisinin peygamberimizin beşeri ve tarihi yönleriyle ilgilendiğini söyleyebiliriz. Misal; Efendimizin (asm) soy ağacı, doğduğu sırada yaşanan harikulade olaylar, katıldığı savaşlar, diğer topluluklarla, milletlerle olan ilişkileri, aile hayatı, iş hayatı, Mekke dönemi ve Medine döneminde yaşadıkları gibi birçok dönem ve zamanlar değişik yönleriyle kaleme alınmıştır. Tabi bütün bu eserleri ve yazarlarını burada zikretmemiz pek mümkün olmasa da sanırım bir kaçından bahsetmekte fayda var. Mesela; Hüseyin-i Cisri’nin Risale-i Hamidiye adlı eseri Efendimizin (asm) sünneti hakkında kapsamlı bir kitap olarak çıkar karşımıza. İslam dünyasında meşhur âlimlerin Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davut, Nesei, İbni Mace’nin eserlerinden teşekkül eden 35.000’den fazla hadisi barındıran “Kütübü Sitte” adı verilen eser, okunması gereken bir kaynak olarak kütüphanemizde yerini almalıdır. İmamı Nevevi’nin yine Kütübü Sitte’de geçen hadislerden topladığı “Riyâz-üs Salihin” adlı bir kitabı da kayda değer önemli bir eser olarak belirtebiliriz. Yirminci asra gelinceye kadar bunların haricinde daha pek çok âlimin kitaplarının olduğunu biliyoruz. Çağımızın önemli âlimlerinden biri olan Merhum Muhammed Hamidullah’ın “İslam peygamberi” adlı ve oldukça ayrıntılı yazılan kitabı, özellikle araştırma yapmak isteyenler için önemli bir başvuru kaynaklarından birisidir. Benim de büyük bir kısmını okuduğum bu eserde Efendimiz (asm) zamanında ve öncesindeki devletlerin siyasi, tarihi, iktisadi ve kültürel özelliklerini ayrıntısıyla anlattıktan sonra, peygamberimizin hayatına belirli bir kronoloji içerisinde yer verir. Sîret Kitapları Milletlerarası yarışmasında birinciliğe layık görülen M. Asım Köksal’ın “Hazret-i Muhammed (sav) ve İslamiyet Kitabı” ve yine özellikle çocuklarımız için sade ve anlaşılır bir dille kaleme alınan Siyer ödüllü Salih Suruç’un “Peygamberimizin (asm) Hayatı” adlı kitabı okunması gereken başlıca kitaplar arasındadır. Ahmet Cevdet Paşa’nın birçok peygamberden bahsettiği Kısas-ı Enbiya’sını da burada saymak gerekir. Edebi açıdan gözlerim yaşararak okuduğum ve her Anadolu gencinin de okuması gerektiğini düşündüğüm Necip Fazıl Kısakürek’in “Çöle İnen Nur” adlı eseri de evimizin kütüphanesinde bulunması gereken önemli kitaplardan birisi olmalıdır. Haliyle birçok âlimin, sanat ve fikir adamının bahsettiği ve çağımızın önemli bir âlimi olan Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bahsetmemesi düşünülemez. Üstad, peygamberimizi (asm) layık-ı vechiyle anlatır. Nur müellifinin nübüvvetle alakalı eserleri genelde müstakil olarak 10-15 sayfayı geçmez. Okuyucuyu sıkmayan böyle bir yazım metodunun eserden azami derecede istifade etme imkânını artırdığını söyleyebiliriz. Ancak üstad bununla da yetinmez peygamberimizin (asm) ahlakı/sünneti/davası gibi değişik mevzuları Risale-i Nur külliyatının içerisindeki diğer konulara serpiştirdiği gözümüzden kaçmayan önemli bir unsurdur. Fakat enteresandır üstad hazretleri, Peygamberimizin (asm) hayatını anlatırken, mesela bir siyer kitabı gibi olayları tarihi bir kronoloji içerisinde ele almaz, ama peygamberimizle ilgili öyle tahliller, öyle analizler, öyle can alıcı cümleler kullanır ki, adeta bizleri Peygamberimizin (asm) yaşadığı döneme an be an götürür. Bu yazılarda Efendimizin (asm) hayat seyrini, verdiği mücadeleyi, takvasını, ahlakını, şemâilini, ruhî ve fizikî gerilimini, Hakla ve halkla olan münasebetlerini öğrenebilir ve bu öğrendiklerimizle de kendi manevi yaşantımıza bir katkı sunabiliriz. Mesela 3. Reşha’da, “Eğer istersen, gel, Asr-ı Saadete, Ceziretü’l-Araba gidelim. Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret edelim. İşte, bak: Hüsn-ü sîret ve cemâl-i suretle mümtaz bir zâtı görüyoruz ki, elinde mu’ciznümâ bir kitap, lisanında hakaik-âşinâ bir hitap, bütün benî Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor” derken adeta elimizden tutar, bizi o çağa götür ve hakikatleri bizzat onun (asm) ağzından bizlere dinlettirir. Hâsılı yazılanları okuduğunuzda zamanı ve mekânı aşarak asrısaadette yaşıyor gibi bir hisse kapılırsınız. O halde bu keyifli “Reşhalardan” içeriye girmeye ne dersiniz? “Risalet-i Ahmediyeye Dairdir” Birinci reşhanın hem de diğer reşhaların anlaşılması açısından “Risalet” ve “Nübüvvet” kavramlarının kısa bir izahında fayda var sanırım. Nübüvvet: Peygamberlik demektir. Nebi, kendisine kitap gönderilmemiş peygamberdir. Mesela Hazret-i Yunus, Yusuf ve Yahya Aleyhisselamlar bunlardan bir kaçıdır. Risalet: Büyük kitap gönderilen peygamberlerdir. İsa Aleyhisselam ya da Peygamber Efendimiz (sav) gibi. Üstadımızın bu eseri “Risalet-i Ahmediyeye Dairdir” diye tesmiye etmesinin sebebi bu olsa gerektir. “Evet, şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsâf-ı Muhammediyedir” Efendimizle (asm) alakalı yazılan sözlerin güzelliğini -mutlak manada- ne kişinin bilgisiyle, ne de kelimeleri kullanmaktaki maharetiyle açıklamak mümkündür. Söz güzelliğinin tek bir izahı vardır ki o da Peygamberimizi (asm) anlatıyor olmasıdır. Sözlerimizi mübalağalı bulan olabilir, lakin koca bir tarih buna şahittir. Dev şairlerimize bir bakın. Fuzuli’nin, Baki’nin, Nabi’nin, Galip’in ya da başkalarının Efendimizle (asm) alakalı yazdıkları şiirler sair şiirlerine nispeten bir gök kubbe gibi bütün heybetiyle karşımızda durmuyor mu? Onların naatlarıyla Peygamberimizi överken aynı zamanda kendi payelerini yükselttikleri bir vakıadır. Fuzuli’yi Fuzuli yapan “Su Kasidesi”dir. Nabi’yi ise Naat-ı Şerifesidir. Mevlid Kasidesi olmasa Süleyman Çelebi’yi kim tanırdı? Arif Nihat Asya yazdığı Naat-ı Şerife ile bir başka parladı Anadolu’da. Nurullah Genç’e şairliğinin kapısını açan Efendimiz (asm) için yazdığı “Yağmur” adlı şiiri değil midir? Peygamberimizin (asm) şairlerinden Hassân bin Sâbit (Radıyallahü anh) bu gerçeği şöyle ifade eder: “Ben, Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi Ve Sellemden bahsederken, O’nu methediyor değilim; bilakis O’ndan bahsetmek suretiyle, kendi sözlerimi kıymetlendirmiş oluyorum.” Bu kadarla iktifa edelim. Şimdi damlanın deryasına dalmak vakti geldi, geçiyor bile… “Birinci Reşha” Efendimizin (asm) manevi şahsiyeti bir denizdir. Bir müminin kendi kıymet ölçüsü nispetinde o denizden birkaç damla istifade edebilmesi bile büyük bir bahtiyarlık vesilesidir. Yazılan bu esere “Reşha/damla” denmesinin hikmeti de bu olabilir. Deryanın on dört damlasından bir yudumunu içmeye var mısınız? “Rabbimizi bize tarif eden üç büyük külli muarrif var.” Makro ve mikro düzeyde Allah’ı tanıtan, bildiren varlıklar had ve hesaba gelmeyecek derecede çoktur. “Eğer gerçekten yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, deniz de (mürekkep olup) arkasından yedi deniz daha ona yardım etse, Allah’ın kelimeleri (yazılmakla) tükenmez. Muhakkak ki Allah, Aziz’dir. (Kudreti daima üstün gelendir) Hakîm’dir. (Her işi hikmetli olandır.)” 1 İnsan ve insanın anatomisi… Milyarca şuursuz hücrenin şuurlu işler yapması yaratıcının varlığına bir delil değil de nedir? Okuduğum bir kitap, küçücük bir yerdeki nöron sayısının (sinir hücresi sayısı) yüz milyar kadar olduğu ve bu nöronların birbiriyle bağlantısının, dünyadaki tüm telefon ağından çok daha fazla ve bir o kadar da girift olduğunu, buna rağmen buradaki bir sinir hücresinin bir diğer sinir hücresine göz açıp kapamaktan çok daha hızlı bir şekilde ulaşabildiğinden sitayişle bahsediyordu. İşte gülüşümüz, ağlayışımız, algılayışımız, yürüyüşümüz vesselam her hareketimiz farkında olmadan beynimizle hemen irtibata geçerek bu eylemleri gerçekleştirebiliyor. İnsanın beyni hiçbir hard diskin alamayacağı kadar geniş bir hafızaya sahip. Öyle ki bir insan, her anını ezberle geçirse ve bu bilgileri hafızasına almış olsa bile beyninin ancak yarısını doldurabilir. “İnsan hafızası bizim teknolojimizi aşan bir durum. Ancak bilgisayara benzeterek bir tahminde bulunabiliyoruz. Yaklaşık 20 milyar civarındaki hücre ve bunlar arasındaki bağlantıları hesaplarsak yaklaşık 2,5 milyon GİGABYTE hafızamız var. Bu 300 yıl süren bir HD filmi kaydetmek demektir” 2 Prof. Dr. Sinan Canan hafızamızın alamayacağı daha korkunç bir ifadede daha bulunur. “Bir santimetreküplük beyin dokusu içinde bulunan hücreler arası bağlantıların sayısının Samanyolu’ndaki yıldızlardan daha fazla olduğunu” belirten Canan, “Beyinde iki tane birbirine benzeyen sinir hücresi yok. Beyindeki bağlantı haritası sayesinde hepimiz tek ve ayrı bireyler olarak yaşamımızı sürdürüyoruz. Hücreler dallı budaklı gibi görünebilir. Uzantıların çoğu hücrelerin antenleri. Binlerce hücreye sinyal gönderiyorlar. Sadece karmaşıklık, hücredeki dal budaklığında değil. Hücrelerin içine de bakmak lazım. Hücrenin içinde halatlar, teleferik sistemleri ve aktarım rayları bir sürü sistem var. Çok yoğun bir protein yapısı mevcut.” Nazarlarımızı bir başka canlıya çevirelim. Miskin, topal bir sinek bile kanadını saniyede beş yüz defa çırpabilecek muhteşem bir uçma yeteneğiyle donatılmıştır. İsterseniz bu canlıyı biraz daha yakından tanıyalım. O iğne deliği kadar olan gözlerine bir bakalım. “Bir sinek, başının sağ ve sol taraflarında 4000'er ayrı bölme bulunan, toplam 8000 bölmeli petek gözlere sahiptir. Bu 8000 bölmenin her birinde, görüntüyü farklı açılardan gören birer mercek vardır. Sinek bir çiçeğe baktığında çiçeğin tüm görüntüsü, sineğin sahip olduğu 8000 ayrı mercekte ayrı ayrı belirir. Sineğin beynine ulaşan bu farklı görüntüler, bir yap-boz oyunundaki parçaların birleşmesi gibi birleşirler. Bu binlerce farklı parçanın birleşmesi sonucunda ise sinek için anlamlı bir çiçek görüntüsü oluşur.” 3 İğne deliği kadar olan küçük bir gözde yüzlerce göz… Allah’ım bu ne muhteşem bir kudret, bu ne muhteşem bir sanat! Kur’an’ın birkaç yerde bir sineğe bile bu kadar vurgu yapmasını şimdi çok daha iyi anlayabiliyorum. “Ey insanlar! (Size) misal getirildi; şimdi onu dinleyin! Şüphesiz ki Allah’tan başka (kendisine) yalvarmakta olduklarınız bir sinek dahi yaratamazlar; isterse bunun için hepsi toplansınlar.”4 Bir başka ayete bakalım: “Şüphesiz ki Allah (kullarına doğru yolu göstermek için) bir sivrisineği, ondan da öte (daha aşağı) bir şeyi misal getirmekten çekinmez. Ama iman edenler, bunun Rablerinden (gelen) bir hak olduğunu hemen bilirler. İnkâr edenlere gelince: “Şimdi Allah, misal olarak bununla neyi murad etti?” derler. (Allah), onunla birçok kimseyi dalalete atar, birçok kimseyi de hidayete erdirir. Fakat onunla ancak fasıkları dalalete düşürür.” 5 Bir gözünde bu kadar muazzam bir sistem bulunan sinek böyleyse diğer canlıları ve bilhassa mahlûkatın en şereflisi olan insanın yaratılışını anlatabilmek sanırım beşer takatinin pek fevkinde bir hâdisedir. “Kaf dağını assalar belki çekerde bir kıl / Bu ifritten sualin kılını çekmez akıl” Kesrette boğulmaya gerek yok. Ehadiyet sırrıyla belki çok fazla derine nüfuz etmeden hem kendimize hem de gördüğümüz masnuatın bize görünen yüzüne bakmamız kâfi. O zaman görülecek ki cüz’i bir varlıktan kıyasla Allah’ın varlığına giden külli yolları kat etmekte zorlanmayacağız. Zira cüzde ne varsa külde de o vardır. Misal bir tavukta görülen ilmi, iradeyi, kudreti, sanatı, nakışı, dengeyi, güzelliği, estetiği, bütün canlılarda, bütün varlıklarda görerek kıyas yapabiliriz. Rabbimizi tanıtan üç tanıttırıcıdan biri olan kâinatın içindeki varlıklardan kısmen bahsettik. Gerisini aşağıda biraz daha detaylandıracağız. Yalnız sözün burasında şunu da ifade etmek gerekir ki Bediüzzaman Hazretleri başka bir yerde Rabbimizi bize bildiren dördüncü bir tanıttırıcıdan daha bahseder: Vicdan… “Akıl tâtil-i eşgal etse de, vicdan Sânii unutamaz. Onu düşünür. Ona müteveccihtir.” Rabbimizin tanıtılmasına vesile olanlardan birisinin de insanın beden dili olduğunu düşünüyorum. İnsan, Allah’ın varlığını ve birliğini anlatma ve tanıtma noktasında bir çaba sarf etmese de İslamiyet’i şahsında içselleştirerek yaşaması, inançsız ya da inancı zayıf birini bir cazibe merkezi gibi kendisine çeker. Zira bir Müslüman elinden ve dilinden kimsenin zarar görmediği bir insandır. Böyle bir modeli gören dinsiz bir adam bile bir süre sonra karşısındaki şahısta faziletin, kemâlâtın, ahlakın aslında onun şahsıyla ilgili olmadığını ona bunları verenin başka biri olduğunu kavramakta gecikmez. Bu değerleri kazandıranın peşine düşen inkârcıya böylece tevhit kapısı açılmış olur. Cüz’i tanıttırıcılarından bahsettikten sonra üç büyük külli tanıttırıcıya geçebiliriz. “Birisi şu kitabı kâinattır” Kâinat bir kitaba benzetilmekte! Kitap deyince aklımıza eni 14 santim, boyu 21 santim kadar olan bir nesne gelmemelidir. Okumayı da zihnî yapımızda yer tutan okuma-yazmayı öğrenmek şeklinde değerlendirmemek gerekir. Buradaki maksat elbette farklıdır. Çok cehl-i mürekkep vardır ki kâinatın her zerresini okumaya çalıştığı halde onu anlamaktan, idrak etmekten, kâinatın arkasındaki planı ve programı görmekten oldukça uzaktır. Kâinat kitabını okumaktan kasıt, mikro ve makro düzeyde içindeki bütün müştemelatın arkasındaki Cenab-ı Hakkın kudretini, iradesini, hikmetini, hâkimiyetini ve merhametini görebilmektir. Üstadın ifadesiyle marifet, her bir masnuatı mana-yı harfiyle okuyabilmektir. Kâinat kitabının sonsuz sayfaları vardır. Ve sayfaların her biri kendi diliyle Allah’ı ispat eder. Mesela nebatatı kitabın sayfalarında yer tutan bir başlık olarak düşündüğümüzde, o başlık altında yüz binlerce bitki türünün olduğunu görebiliriz. Yapılan bir araştırmada,6 “Dünyada tespit edilen bitki türlerinin sayısının 390 binden fazla olduğu, sadece geçen yıl 2034 yeni bitkinin daha keşfedildiği” belirtilmektedir. Yine Birleşmiş Milletler Çevre Koruma Programı ve Microsoft Araştırma Merkezinin ortaklaşa yaptığı bir araştırmaya göre de özetle7, “Şimdiye kadar keşfedilen canlı türünün 8 milyon 700 bin olduğu, bütün canlıları keşfedebilmek için bin yıl gibi zamana ihtiyaç duyulduğunu ve tahminen kâinatta 100 milyon gibi bir canlı türünün olabileceğinden” bahsedilmektedir. Hatırlayın yirminci mektubun altıncı kelimesinde üstat, “Nebatat taifelerinden iki yüz binden ziyade ve hayvanat milletlerinden yüz binden fazla çeşit çeşit, muhtelif kavimler görüyoruz” diye ifade eder. Mektubat eserinin 1930 yıllarında yazıldığını düşünürsek 87 yıl önce üstad o zamanki ilmi verilere göre bitki türünün iki yüz binden ziyade, canlı türünün ise yüz binden fazla olduğunu belirtmiştir. Bu kadar kısa sayılabilecek bir zaman diliminde artan canlı sayısı, bize ileride çok daha fazla bir canlı türünün bulunabileceğine işaret eder. Sayıca oldukça kabarık olan bu canlı türlerini arzu edilen manada okuyabilecek ne ilmimiz ne de böyle bir gücümüz söz konusudur. Ancak cüz’i varlıklara bakıp külli hadiseler hakkında bir hüküm verebilmemiz mümkün olabilir. Çünkü cüzde/parçada külden/bütünden bir parça vardır. İşte kâinat kitabını da mana-yı harfiyle okumak yani kâinata Allah hesabıyla bakmak gerekir. Böyle bir bakış açısı marifettullahı, marifetullah muhabbetullahı, o da manevi lezzeti netice verir. Bütün bu cümlelerimizi sanırım üstadın bir sözü net bir şekilde ifade eder. “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim; dört kelime: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet ve nazardır.” Eşyaya mana-yı ismiyle tabiri diğerle zatından dolayı değerlendirmek sathi bir bakış açısıdır. Ve bu şaşı bakışın doğruyu görmesi de pek mümkün değildir. Şimdi arz ettiğimiz isim ve harf cihetine bir misal verelim. Meselâ yediğimiz bir elmanın, faydalarından taşıdığı vitaminlerden, yetiştiği yerlerden ya da en ayrıntılı özelliklerinden bahsettikten sonra onun İlahi bir eser olduğunu hesaba katmamak mana-yı ismiyle bakmaktır. Yani, onu müstakil, her şeyden bağımsız bir varlık olarak düşünüp, yaratıcısını nazara almamak demektir. O elmanın bir Alîm, bir Kadîr ve bir Rezzak tarafından rızık olarak insanlara ikram edildiğini, şuursuz ağacın, elmanın kokusunu, şeklini ve taşıdığı vitamini kendisinin ayarlayamayacağını bilmek mana-yı harfiyle bir bakıştır. Hülasa, “Nimetten in’ama geçsen, Mün'im’i bulursun” ifadesiyle burayı noktalayalım. “Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Birisi de Kur’an’ı Azimüşşandır.” Peygamberimiz (asm) kâinat kitabını adeta satır satır okuyarak açıklayan büyük bir delildir. Biraz sonra Rabbimizi tanıtan Efendimizi (asm) anlatmaya devam edeceğiz. Kâinat kitabı Allah’ın kudret ve irade sıfatının bir tecellisiyse, Kur’an da Cenab-ı Hakkın kelam sıfatının bir tecellisidir. Rabbimizin gönderdiği bu mukaddes “kullanma kılavuzu”, bizlere kâinatı nasıl ve ne şekilde okuyacağımızın ipuçlarını verir. Zamana ve mekâna hükmedicinin hüküm cümlesi olan bu kitabı, sonraki zamanlarda inşallah nasip olursa yazmaya çalışacağız. “Şimdi, şu ikinci burhan-ı natık olan Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.” Rabbimizin kudret ve iradesinin bir tecellisi olan kâinatı anlamamızı sağlayacak konuşan bir delile ihtiyacımız var. Peygamberimiz (asm) “Oku!” emriyle bütün varlık âlemini Allah’ın isim ve sıfatlarının bir tecellisi olarak okuyabilmiş ve bize de tebliğ vasıtasıyla nasıl okumamız gerektiğinin ipuçlarını vermiştir. Bizlere hayatın gayesini sunan, kâinatın niçin / neden / nasıl yaratıldığı ve kimin yarattığını açıklayan bir şahsiyeti elbette tanımamız gerekir. Dolayısıyla kâinatın ve Kur’an’ın hakiki bir müfessiri olan Peygamberimizi tanımadan yapılacak bir okuma bizi sahil-i selamete götürmez. “Evet, o bürhânın şahs-ı manevîsine bak” “Şahs-ı manevî” ifadesi Efendimizin (asm) kişisel ve fiziki özelliğinden ziyade peygamberlik görevindeki ulvî mertebesini, tebliğ sahasının alabildiğince genişliğini, davasını, manevî mertebesinin boyutunu ifade eder. Temsil ettiği dava aslında cihanşümul olan İslam dinidir. Şimdi üstadımızın şahs-ı maneviden ne anladığına bir bakalım. “Sath-ı arz bir mescit” Müslümanlara bütün yeryüzü bir mescittir. Yahudiler gibi havraya ya da Hıristiyanlar gibi bir kiliseye ihtiyaç yoktur. Bu yeryüzü meclisinde Efendimiz (asm) bütün insanlık için gönderilen bir imamdır. Tebliğ noktasındaki vazifesi ise umumidir. “Mekke bir mihrap” Yeryüzü mescit olunca haliyle bir minbere ve mihraba da ihtiyaç vardır. Mekke ise bu yeryüzünün mihrabıdır. Her asırda arkasındaki milyonlarca Müslüman’a imamlık yapmış, onları doğru yola sevk etmek için rehberlik yapmıştır. “Medine bir minber” Tüm insanlığa verdiği hutbeyi buradan irat etmiştir. Hutbenin içeriği başta tevhit olmak üzere nübüvvet, ibadet, haşir, adalet gibi önemli konulardır. Bunun yanında muamelat dediğimiz kişinin diğer fertlerle ve cemiyetler olan münasebetleri, akrabalık ve komşuluk ilişkileri, aile hayatı, iş hayatı vb. mevzuları da buradan insanlığa anlatmıştır. *** Şahs-ı manevi deyince divan edebiyatının son büyük şairi olan Şeyh Galib’in Efendimiz (asm) için yazdığı şiirinden bir parça okumadan geçemeyiz. Bu şiirle de meselenin önemi biraz daha kavranılmış olur. Birçoğumuzun diline pelesenk olan bu şiirde bakın peygamberimizin (asm) şahs-ı manevisi nasıl anlatılıyor. “Hutben okunur minberi iklimi bekada” Beka ikliminin minberinde senin hutben okunur. Birinin adına hutbe okutuluyorsa o kişi her kim ise değerlidir demektir. Osmanlıda padişahlığın delillerinden birisi de adlarına hutbe okutulmasıydı. Aynen bunun gibi bütün yer- gök ve bütün âlem hutbelerinde onu överek, anlatarak aslında onun hak peygamber olarak gönderildiğini te’yit eder. “Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-i cezada” Hükmün tutulur din günü mahkemesinde. Hesap gününde Efendimizin söyleyecek sözü olacaktır. Rabbimiz onun sözüne kıymet verecektir. “Gülbang-i kudümün çekilir arş-ı Hüdâ’da” Adın yüceltilir Hüda’nın arşında. “Esma-i Şerifin anılır arz u semada” Şerefli isimlerin anılır yerde ve gökte. Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim / Hak’ tan bize Sultan-ı müeyyedsin Efendim” Sen övülmeye layıksın Efendim / Hak’tan bize doğrulanmış Sultansın Efendim. *** Mescit, mihrap, minber Efendimizde temerküz etmiştir. Hâsılı yeryüzü mescidinde O (asm) vardır, mihrapta en önde O’(asm) dır.. Minberden de O (sav) seslenir bütün insanlığa… “O bürhân-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri...” Şek ve şüphe götürmez açık bir delil olan Efendimiz (asm) kendisine tabi olanlara bir mürşit, bir model ve yol gösteren en güzel bir tebliğcidir. Tebliğ vazifesini yaparken mukteza-yı hale uygun konuşan bir hatiptir. O (asm)’ın sözlerinde fesahat ve belagat vardır. Kelamı açık, sade, sözleri ise tane tanedir. Az, fakat dolu konuşur. Konuşmasına müphemlik katmaz, anlaşılmaz kelimeler kullanmaz, sözlerini muhatabının kabiliyetine göre söyler. Ağır ya da alaylı konuşmaz, kimseyi sözleriyle rencide etmez. Muhatabının yüzüne bakarak konuşur. Sözlerini jest ve mimikleriyle destekler. Hulasa bizim toplumda karşılığını bulan “Efradını cami, ağyarını mani” şeklinde konuşurdu. Mevzunun haricinde lüzumsuz konuşmazdı. “Bütün enbiya, hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mucizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.” Nübüvvet, nurani bir ağaçsa kökleri Efendimizden (asm) önce gelmiş bütün peygamberlerdir. Nübüvvet ağacını besleyen 124 bin muhbir-i sadık peygamber gelmiştir. Mucizeleriyle, kitaplarıyla, suhuflarıyla, sözleriyle, davalarıyla onu tasdik etmişlerdir. Tarihte hiç bir şahsiyet yoktur ki Efendimiz gibi öncesi ve sonrasındakiler tarafından tasdik edilmiş olmasın. Kökü sağlam olan ağacın meyvesi de haliyle güzel olur. İşte her asırda gelen evliyalar/asfiyalar/âlimler ve nice salih kullar o ağacın taptaze meyveleridir. Bu meyvelerden sudûr eden kerametler ve peygamberlerin gösterdikleri mucizeler O (asm)’nu tasdik eder. Peygamberliğin esası mucize göstermektir. Semavi kitaplardan öğrendiğimize göre diğer peygamberler de mucize göstermişlerdir. Peygamberimizin Kur’an’da ve hadis kitaplarıyla sabit olan mucizelerinin olması, O (asm)’ın da Hak peygamber olarak gönderildiğinin bir delili sayılır. “Zira O (asm) Lâ ilâhe illâllah der, dava eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile mânen sadakte ve bilhakkı natakte derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın?” Allah’tan gayri ne tapılacak ne de yardım edecek birisi vardır. Kelime-i tevhid bütün semavi dinlerin ve peygamberlerin müşterek en önemli esasıdır. Vasıta kabul etmeyen Allah’ın yardımcıları, memurları yoktur. Müslümanların tevhit inancı tam da İhlâs suresindeki gibi berraktır.8 Tahrif olmuş Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki gibi Allah’a bir oğul isnat edilmez.9 İhlâs suresinde Cenab-ı Hakkın bir olduğunu ifade ettikten sonra gerisinden gelen ayetler, Allah’ın birliğinin iktiza ettiği neticeleri göstermeleri açısından muhteşemdir. Şayet Allah birse o zaman O ( Azze ve Celle) hiç bir şeye muhtaç değildir. Muhtaç olmayan bir zatın doğurmaya ve doğmaya da ihtiyacı yoktur. Tevhit inancını vasıtalardan uzak bu minval üzere değerlendirdiğimizde ancak şirkten arındırılmış gerçek bir Allah inancına sahip olabiliriz. İşte hem peygamberimizin (asm) hem de Kur’an’ın belirtmiş olduğu bu sağlam tevhid inancını geçmişte yaşayan peygamberler ve daha sonraları gelen âlimler sözleriyle, hayatlarıyla bunu anlatmışlar ve düşüncelerini de hep bu sağlam inanç sistemi üzerine bina etmişlerdir. Dolayısıyla böyle kavileşmiş/ kuvvet kazanmış bir tevhid inancını değiştirmeye yahut yozlaştırmaya hiç kimsenin gücü yetmeyecektir. Kaynaklar: 1- Lokman Suresi 272- http://www.trthaber.com/haber/bilim-teknik/insan-beyni-kac-gb-103521.html (Prof. Sinan CANAN)3- http://forum.yapisal.net/sitemap/t-13621.html4- Hac Suresi, 735- Bakara Suresi, 266- http://www.haber7.com/bilim/haber/1941903-iste-dunyadaki-bitki-turu-sayisi7- http://www.ntv.com.tr/turkiye/dunyada-kac-canli-turu-var,JUbg_V4SvkSMf06rTNJdRw8- De ki: 'O Allah, Ehad’dir (birdir)! Allah, Sameddir (her şey her cihetle O’na muhtaç olduğu hâlde, O hiçbir şeye muhtaç olmayandır)! Allah Samed’dir (herşey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir). Doğurmamış ve doğmamıştır. Ve O’na hiçbir şey denk olmamıştır!'9- Kur’an-ı Kerim Tövbe Suresi 9/30
İslam, insaniyet-i kübra olan en büyük, yüce bir mertebedir. Cenab-ı Hak bu mertebeye her Müslüman’ın ulaşmasını, hem günde kırk defa okunan Fatiha’daki “Ancak sana ibadet (itaat ) ederiz ve ancak senden yardım dileriz”1 ayetiyle, hem de bu manayı ifade eden fiillerin yapılmasını emrederek istemektedir. Zira insan bunun için yaratılmış ve baştanbaşa kâinat bu gayeye matuf olarak hadsiz sanatlarla halk edilmiştir. Fatiha’da geçen “Ancak sana ibadet (itaat ) ederiz ve ancak senden yardım dileriz” ayeti, İslamiyet’in özünü, esasını, gayesini ifade etmesi bakımından çok ehemmiyetlidir. Zira benzer mealindeki “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol”2 ayeti hakkında Efendimiz (sav), “Bu ayet beni ihtiyarlattırdı” demiştir. Çünkü bu ayet Allah’ın rızasını celbeden en büyük şeylerden, en ufak görünen şeylere kadar bütün davranış ve fiillerin eksiksiz bir şekilde yerine getirilmesini içine almaktadır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’e gelen birisi, “Ya Rasülallah (sav) bana öyle bir şey söyle ki bundan sonra hiç kimseye bir şey sormayayım” sualine Efendimiz (sav), “Rabbim Allah de ve dosdoğru ol”3 cevabı bu hakikatin çarpıcılığını gözler önüne sermektedir. Evet, başta da söylediğimiz gibi İslamiyet, insanlığın en üst mertebesi olan “İnsaniyet-i kübradır. Gayesi, istikamettir. İstikamet ise her türlü ifrat ve tefritten uzak, bütün kemalatı içine alan ve sadece rızay-ı İlahiyi esas maksat yapan, sapasağlam ve necata götüren yegâne yoldur. Bu kemalat, yüksek ahlak ve takdir edilen meziyetleri, İslamiyet, her Müslüman’a emretmiştir. Hz. Peygamber (sav) istikametin manası olan hayatı tam hakkını vererek eksiksiz bir şekilde ifade etmiştir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayetinin sırrına tam masadak olmuştur. “Kim Peygambere itaat ederse, böylece muhakkak Allah’a itaat etmiş olur.”4 “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; Peygambere ve sizden olan ulülemre (emir sahibi idarecilerinize)de itaat edin.”5 Cenabı Hak, rehberimiz olan Kur’an-ı Kerimde, itaatimizin nasıl olması gerektiğini ve yanlışlara ve hatalara düşmememiz için biz kullarının nerede ve nasıl davranmamız hususunda o mübarek Nebiyy-i Muhterem Efendimizi (sav) numune-i imtisal kılmış ve O (asm)’ın o nurlu hayatıyla ufkumuzu aydınlatmıştır. Bediüzzaman Hazretleri de Risale-i Nur Külliyatından 29. Söz’de itaatin sırrına şöyle ışık tutmaktadır. “Altıncı Temsil: İtaat sırrını gösterir. Meselâ: Bir kumandan, ‘Arş’ emri ile bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emir ile bir orduyu tahrik eder. Şu temsil-i itaat sırrının hakikati şudur ki: Kâinatta, bittecrübe (tecrübeyle) her şeyin bir nokta-i kemali vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf (şiddetli, katmerli) meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizab olur. Ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil; Cenab-ı Hakk’ın evamir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisalidirler. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemali, mutlak vücuddur. Hususî kemali, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur. İşte bütün kâinatın ‘Kün’ (ol) emrine itaati, bir tek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen ‘Kün’ emr-i ezelîsine mümkinatın itaati ve imtisalinde, yine iradenin tecellisi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab; birden, beraber mündemiçtir. Latif su, nazik bir meyille incimad (don) emrini aldığı vakit, demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.”6 Evet, nasıl ki toprağa atılan bir çekirdek, topraktaki nem ve hararetin tahrikiyle “kabuğunu kır” emr-i Rabbanisini alıp, o sert kabuğunu zahiren güçsüz kanatlarıyla kırıp, yine Musavvir-i Ezelinin o küçücük çekirdekte dercetmiş (içine koymuş) olduğu kader programını gerçekleştirmek için, ihtiyacı olan topraktaki su ve mineralleri almak ister. O topraktaki su ve minarelere, meyl, ihtiyaç ve iştiyak ile yönelip gıdasını alır. Sonra, Cenabı Hakkın “ağaç ol” emr-i tekvinisi karşısında, “Baş üstüne!” deyip, kesin bir itaatle o ipek gibi yumuşak kök ve damarlarıyla sert taş ve toprağa rağmen kendine bir yol bulup, hava âleminde koca bir ağaç oluncaya kadar sabırlı, azimli fiiliyatı gözler önüne sermesi, bu itaat sırrının en bariz bir ifadesidir. İslami terbiyede itaat, ancak ve ancak Allah’adır. Kullarına olan itaat ise, yine Allah namına ve emri dairesindedir. İtaatin kaynağı belli olmazsa ve yine kime ne için itaat etmemiz gerektiğini kavrayamazsak, beşer topluluğu olarak sapkınlıklar, aldanma ve aldatmacalardan uzak durmamıza ihtimal yoktur. Bu hakikati Üstad Bediüzzaman Hazretleri çok net ve keskin tespitlerle ifade eder. 31 Mart hâdisesinde, isyan eden sekiz tabur askere şunları söylemiştir. “(31 Mart hâdisesinde isyan eden sekiz taburu itaata getiren ve musibeti yüzden bire indiren iki derstir ki, dinî ceridelerde 1325’de neşredilmiştir. Miladi: 1909) Kahraman Askerlerimize Ey şanlı asakir-i muvahhidîn! Ve ey bu millet-i mazlumeyi ve mukaddes İslâmiyet’i iki defa büyük vartadan (hatadan) tahlis eden (kurtaran) muhteşem kahramanlar! Cemal ve kemaliniz, intizam ve inzibattır. Bunu da hakkıyla en müşevveş (karışık) bir zamanda gösterdiniz. Ve hayatınız ve kuvvetiniz itaattir. Bu meziyet-i mukaddeseyi en ufak âmirinize karşı bile irae ediniz (gösteriniz). Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâm’ın namusu artık sizin itaatinize bağlıdır. Sancak ve tevhid-i İlahî sizin yed-i şecaatinizdedir. Sizin o mübarek elinizin kuvveti de itaattir. Sizin zabitleriniz, müşfik pederlerinizdir. Kur’an ve hadîs ve hikmet ve tecrübe ile sabittir ki: Haklı âmire itaat farzdır. Malûmunuzdur ki, Otuz üç milyon nüfus yüz sene zarfında böyle iki inkılabı yapamadı. Sizin o itaatten neş’et eden hakikî kuvvetiniz, umum millet-i İslâmiyeyi medyun-u şükran etti. Bu şerefi hakkıyla teyid etmek, zabitlerinize itaatledir. İslâmiyet’in namusu da o itaattedir. Biliyorum ki, müşfik pederleriniz olan zabitlerinizi mes’ul etmemek için işe karıştırmadınız. Şimdi ise iş bitti. Zabitlerinizin âğuş-u şefkatlerine atılınız. Şeriat-ı garra böyle emrediyor. Zira zabitler ulülemirdirler. Vatan ve millet menfaatinde, hususan nizam-ı askerîde ulülemre itaat farzdır. Şeriat-ı Muhammedînin (sav) muhafazası da itaat iledir.”7 Yine bir büyüğümüzden işittiğimiz bir hakikati burada zikretmek gerekir. “Baş başa bağlı, baş şeriata bağlı…” Bu veciz sözde de ifade olunduğu gibi, şu ayet-i kerimede Cenabı Hak, “Hem insana, ana babasına iyilik (etmesini) tavsiye ettik. Bununla beraber eğer (o ikisi) hakkında bir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, o takdirde o ikisine itaat etme”8 diyerek emir buyurmuş ve İslam’ın yasakladığı yerlerde anne ve baba dahi olsalar, başkasına itaatin haram olduğunu öğretmiştir.9 “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; Peygambere ve sizden olan Ululemre (emir sahibi idarecilerinize) de itaat edin.”10 Bu ayet-i kerime ile alakalı bir misalde, meşhur hükümdar Gazneli Mahmut’un veziri Ayaz’ın kıssasıdır. Şöyle ki; Gazneli Sultan Mahmut bir gün divana gittiğinde bütün memleket büyüklerinin orada toplanmış olduklarını gördü. Beylerini ve vezirlerini denemek istedi. Bir mücevher çıkararak vezirine uzattı: “Bu nasıl bir mücevher, değeri ne olabilir?” diye sorunca vezir: “Bu çok kıymetli bir mücevherdir, yüz eşek yükü altın eder” dedi. Padişah: “Bu mücevheri kır” dedi. Vezir: “Efendim” dedi. “Ben bunu nasıl yapabilirim, ben padişahımın iyiliğini dileyen bir kişiyim, eğer kırarsam, bu size kötülük olur” dedi. Padişah vezirin bu davranışını takdir etti ve ona çok değerli şeyler hediye etti. Padişah bir müddet konuştuktan ve bu bahis unutulduktan sonra aynı mücevheri perdecinin eline verdi ve: “Bunun bir müşterisi çıksa acaba buna ne verir?” dedi. Perdeci: “Bu mücevher ülkenin yarısı değerindedir” dedi. Padişah ona da: “Bu mücevheri kır, parçala” dedi. Perdeci: “Ey sultanların sultanı bunu kırmak çok yazık olacak, böyle değerli bir mücevher ancak sizin gibi eşsiz bir padişaha lâyıktır, onu kırmak olmaz. Bunu yapmak padişaha ve hazinesine düşmanlık olur” dedi. Padişah perdecinin bu söylediklerini de çok beğendi ona da değerli hediyeler verdi. Biraz sonra mücevheri başka birine verdi, o da benzer şeyler söyledi. Padişah ona da değerli hediyeler verdi. Böylelikle birçok kişiyi sınayan padişah, sonunda sadık bendesi Ayaz’ı çağırdı. Ona da mücevheri vererek değerini sordu; sonra da: “Kır bunu” dedi. Ayaz hiç düşünmeden mücevheri paramparça etti. Etrafındakiler acıdılar: “Ey Ayaz, ne yaptın öyle? Değerli bir mücevhere kıyılır mı, bu padişahın hazinesine ve padişaha hıyanettir, nasıl yaptın bunu?” dediler. Ayaz şöyle dedi: “Padişaha gerçekten sevgi bağıyla bağlı olan için, padişahın emrinden ve arzusundan daha değerli bir şey olamaz” dedi.11 Hülasa, kâinat sürekli dolan boşalan ve nihayetsiz faaliyetlerin olduğu bir fabrika gibidir. Bu hadsiz icraatlar ve mükemmel sanatlar elbette bir Kâdir-i Külli Şey’in emriyle ve izniyledir. Hiç bir noktasında abes ve yanlışın yer almadığı şu kâinat sarayı, gören gözlere mutlak bir itaat sahnesidir. “En büyük şahıs, en büyük bir itaatle, mütevâziâne bir havf ve heybet altında hizmet eder. Bak, sersem ins ve cinden gayri her mahlûk vazifesine gayet dikkat eder. Zira saltanat sahibinin pek büyük bir izzeti, pek celâlli bir haysiyeti, namusu vardır. Hâlbuki izzet ise gayret ister, haysiyet ve namus ise edepsizlerin tedibini ister. Hâlbuki şu memlekette o merhamet, o namusa lâyık binden biri yapılmıyor; zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor. Hem hiç mümkün müdür ki bir saltanat, bahusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın. Burada yok hükmündedir. Demek başka yerde bir mahkeme-i kübrâsı vardır. Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar, başıboş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.”12 Kaynaklar: 1- Fatiha, 52- Hud, 1123- Müslim, İmân, 624- Nisa, 805- Nisa, 596- Sözler, 2027- Hutbe-i şamiye Mektubat, s. 4828- Ankebut, 89- İbn-i Kesir, c. 3, s. 2910- Nisa, 5911- Hz. Mevlana, Mesnevi12- Zülfikar Mecmuası, 10. Söz, Haşir Bahsi
Her bir hayvan, hususen insan Cenab-ı Hakk’ın öyle sanatlı bir eseridir ki; üzerindeki harikuladelikler yaratıcısını ispat eder. “En şiddetli şikâyetiniz nedir?” diye sorarsak şu dünyaya; “zaman” sedası yükselir. Zamandan kastımız, akıp gitmesidir; ömrümüzden, gençliğimizden, beklentilerimizden, hayallerimizden ve bedenimizden kopardıklarına şikâyetimizdir itirazımız. Bu yazıda bu haykırışımızın en büyük sebebi olan bedenimizin eskimesine, farklı bir bakış sergileyeceğiz. Farkında olunmayan her nimetin akıbetine düşen vücudumuzun, yaşlandırılmasındaki büyük sanatı görmeye çalışacağız. Dünyada; varlık âlemine geldiğimizde ilk hareketimiz adım atmak değil, yuvarlanmadır anne rahminde. Bir sona, bir sürece hatta sonlar içinde yeni başlayan süreçlere yuvarlanmaktır. Daha ben yeni geldim bu dünyaya, diyemeden bölünmeye başlarsınız; iki hücre, dört hücre, sekiz hücre ve bitmeyecek bir sarmalda bulursunuz kendinizi. Ta ki bütün hücreler için “paydos” zili çalana kadar. Tek bir cevherden oluşmamıştır bedenimiz. Uzuvlar, organlar, hücreler, parçalar hatta parçalar içinde parçalardan oluşur. Bütün organları ve hücreleri bağlayan sitemler vardır. Altmış trilyon hücreye tek tek gıda ve oksijen taşıyan kan dolaşımı, milyarlarca noktadan sinyaller alıp onları anlayan ve tedbir alan sinir sistemi, bütün salgıları kontrol eden ve bir gramın milyonda biri hassasiyetinde hormonlar salgılatabilen endokrin sistemi gibi daha belki varlığından bile haberdar olmadığımız nice mükemmel organizasyonlar ve icraatler bu hoyratca kullandığımız bedenimizde işlemektedir. Her bir organın hem kendi vazifesini tam yapması, hem diğer organ ve sistemlerle tam uyum içinde çalışması neticesinde ‘hayat’ denen en kıymetli nimetle tanışmaktayız. Şimdi gelelim bu kadar organ ve hücrelerden oluşan bedenin yaşlanırken gösterdiği sanata... Bir araç aldınız, yüz binlerce liralık. Bütün aksamı yepyeni ve pırıl pırıl; her özelliği ve fonksiyonu çalışıyor. Daha beş-on bin kilometre kullandınız; ama karşınıza motor yağı diye bir problem çıktı, “yenilemeniz gerek” dediler. Otuz-kırk bin kilometre sonra lastikler eskidi. “Değiştirmeniz gerekir” dediler. Hatta “gidemezsiniz yolda kalırsınız” diye de uyardılar. Dikkat ediniz! Yüz binlerce liralık aracınızın sair aksamının ömrü devam ederken, yağının ve lastiğinin ömrü erken bitti. Değiştirmediğiniz takdirde birkaç yüz liralık parça o pahalı aracınızı israf edecektir. Netice şu ki, aldığınız aracın bütün uzuvları ve sistemleri aynı oranda ve zamanda eskimemektedir. Daha sağlam olan metal aksamın yanında sık sık değiştirmek zorunda kaldığınız plastik aksesuarları bazen canınızı iyice sıkmaktadır. Değiştirmek zorunda kaldığınız her parça, diğerleri ile uyumu ya da performansını kaybettiğinden bütün sistemin çalışmasını engellemektedir. Cenabı Hakk’ın sanat-ı kübrası olan insanın bedeninde ise bu işleyiş akılları hayrette bırakacak tarzdadır. Eskimek ya da yaşlanmak sistemik olarak devam eder. Bütün uzuvlar, organlar ve sistemler aynı oranda yaşlanır. Aracınızda olduğu gibi parçaların kendi kapasitelerine göre yaşlanmaları bedence cari değildir. Her uzuv yaşlanmasında diğer uzuvlara bir muavenet, bir yardım bir dayanışma sergiler. Örneğin yaşlanan karaciğeriniz eskisi gibi çeşitli ve çok maddeleri işleyemez; onun yardımına dökülen dişler, artık sindirmede güçlük çeken mideye yetişir; daha yumuşak, daha sindirimi kolay, daha az miktarda yemek yedirir. Zayıflayan ve direncini kaybeden kemiklerinizin imdadına, küçülen ve gerginliğini kaybeden kaslar yetişir. Daha az yük, daha yavaş hareketler, daha sakin refleksler ile kırılmalardan dayanılmayacak ağrılardan korur. Yaşlanan kalbimizin imdadına, küçülen bedeniniz, yavaşlayan metabolizmanız ve sistemlerimiz yetişir. Daha az kan ihtiyacı ile onu fazla yormaz. Hatta hissiyatlarımızın, heyecanlarımızın bile yaşlanması bütün bedenimizin imdadına yetişir; eski koşturmalarını, savrulmalarını ve fedakârlıklarını beklemez, daha sakin, daha tedbirli hareket ettirir. Zayıflayan böbrek fonksiyonlarınızın imdadına, azalan iştahınız yetişir. Filtre edemeyeceği içecekleri ve yiyecekleri azalttırır yedirmez, bu gıdalara ilgi dahi duyurmayarak onu yormaz. Daha bunun gibi vücudumuzda külli bir yaşlanma ve bu yaşlanma esnasında bir yardımlaşma sanatı göze çarpar. Bütün organların beraber yaşlanması ömrü uzatır aslında. Eğer bir uzvumuz diğerlerinden hızlı yaşlansa idi, ölüm erken gelecekti ve hala genç olan diğer organlarımız israf olacaktı. Farklı yaş gruplarını içeren kalabalık bir grupla yürüyüş yaptığınızda, hızınızı içinizdeki en yavaş hareket eden ya da en yaşlı kişi belirler. Ancak grup içindeki genç ve enerjik insanlar için bu hız bir kâbus olacaktır. Hatta istenilen hedefe ulaşmadan, grubun dağılmasına sebebiyet verecektir. Yani bütünün ölümü, uyumun bozulmasından kaynaklanacaktır. Aynı yaş ve aynı enerji seviyesindeki insanlardan oluşan homojen bir grubun yürüyüş hızı ise herkes için eşit zorlukta olduğu için grubun birliğine hiçbir zaman zarar vermeyecektir. Bütün bireylerin beraberliği ile istenilen hedefe varılacaktır. Bedenimizde tam da bu uyum ve beraberlik sanatı, biz nefes aldıkça devam etmektedir. Yaşlanmanın ekşi yüzü bizi tedirgin etse de, içinde hayata hizmet eden bir san’at ve sitemi barındırmaktadır. Bütün cüzleri beraberce yaşlandıran kudret-i ezeliyye, bedenin uzun ömrüne yaşlanmayı hizmet ettirmektedir. Bütün uzuvlara, bütün hücrelere gücü yetmeyen, geleceği göremeyen ve bütün hayat sürecini bilerek tedbir alamayan bir kudret bu harikulade icraatta bulunamayacaktır. Kendi zatında hiçbir noksaniyet olmayan Rabbimize, bizi böyle sanatlarına mazhar ettiği için hayat sahiplerinin anları adedince hamd ü senalar olsun.
“Ehl-i İslâm dünyaya ve hırsa sevk olunmağa ve teşvik edilmeğe muhtaç değildirler. Terakkiyât ve asayişler, bununla te’mîn edilmez. Belki mesâîlerin tanzîmine ve mâbeynlerindeki emniyetin te’sîsine ve teâvün düstûrunun teshîline muhtâcdırlar. Bu ihtiyâç da, dînin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i dîniye ile olur.” (Bedîüzzaman Saîd Nursî, Lem’alar, Sayfa 128) Günümüzde insanlığın çözüm aradığı en önemli meselelerin başında asayiş, emniyet ya da yeni ifadeyle güvenlik meselesi gelmektedir. Bu mesele, tarihte görülmediği kadar güvenlik görevlisi görevlendirip, her yerde güvenlik noktaları kurularak çözülme yoluna gidilmektedir. Hatta daha yeni ve iyice yaygınlaşan bir sistem olan güvenlik kameraları ile de her taraf gözetlenmektedir. Bu şekilde gözetlendiğini ve işlediği suçtan dolayı yargılanacağını anlayan kişilerin suça bulaşmaması hedeflenmektedir. Ama tüm tedbirlere rağmen yine çok sayıda suçun işlendiği bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Üstelik bu kadar güvenlik görevlisinin olmadığı ve bu kadar kamerayla her yerin gözetlenmediği devirlere oranla çok daha fazla suç işlendiği de bir gerçektir. Peki, bu kadar önleme ve bu kadar teknolojik güvenlik sistemlerine rağmen insanlar niçin hala ceza alacaklarını bile bile suç işlemeye devam etmektedirler. Maddî açıdan bakıldığında, toplumların ve ülkelerin geri kalmasına, dünyada itibarlarının zedelenmesine ve yabancı ziyaretçilerin daha az gelmesine sebep olan; manevî açıdan bakıldığında da birbirine güvensiz bir toplum oluşmasına sebep olan bu sorun nasıl çözülebilir? Bu sorunun cevabını Bediüzzaman’dan dinleyelim: “Ehl-i İslâm dünyaya ve hırsa sevk olunmağa ve teşvik edilmeğe muhtaç değildirler. Terakkiyât ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesailerin tanzimine ve mabeyinlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takva ve salâbet-i dîniye ile olur.” Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği üzere, Müslümanlar dünyanın haram lezzetlerine ve acı birer bal hükmündeki geçici zevklerine hırsla yönlendirilerek medenî ve güvenli bir toplum haline dönüştürülemezler. Müslüman toplumlarda emniyet ve ilerleme bu şekilde sağlanamaz. Müslüman toplumların ilerlemesi ve İslâm memleketlerinde emniyetin ve güvenliğin sağlanması için ise üç temel şart vardır. Bunlardan birincisi, Üstad’ın ifadesiyle ‘mesailerin tanzimidir’. Bir başka ifadeyle, çalışma hayatının düzenlenmesidir. Kimi çok çalışıp gecesini gündüzüne katıp çok az maaş alırken, kiminin çok az bir gayretle çok fazla gelir elde etmesi elbette ki toplumda huzursuzluk çıkaracaktır. Veyahut insanların kaldırabileceklerinden fazla çalıştırılması ve bunun karşılığında çok az gelir elde etmesi, adaletsizliğe yol açmaktadır. Üstelik fazla çalıştırılan insanların aileleriyle ilgilenmeye ve manevî çalışmalar yapmaya vakitleri de kalmamaktadır. Bu sebeplerle çalışma hayatının manevî çalışmalara ve sosyal hayata da vakit bırakacak şekilde düzenlenmesi elzemdir. Buna dikkat edildiğinde, manevî ve dinî faaliyetlerine daha fazla vakit ayıran, ailesi ile daha fazla ilgilenen huzurlu bireylerden oluşan bir toplum haline gelinebilir. Müslüman toplumların ilerlemesi için ikinci şart, toplum içinde insanların birbirlerine olan güvenlerinin sağlanmasıdır. Herkesin birbirinden şüphelendiği, kimsenin kimseye itimat etmediği ve insanların kapı komşularını dahî tanımayıp güvenmedikleri bir ortamda toplumsal barış ve huzur istenilen seviyeye gelemez. Eskiden medeniyetimizin bir unsuru olan mahalle kültürümüzde, herkes birbirini tanır, kimin ne ihtiyacı olduğu bilinir, zengin fakir aynı mahallede yaşardı. Üstelik herkes müstakil bir veya iki katlı evlerde yaşardı. Buna rağmen mahallede bilinmeyen tanınmayan kimse olmazdı. Şimdi aynı binalarda oturuyoruz, evlerimizi sadece birer duvar birbirinden ayırıyor fakat kimse kimsenin farkında değil. Nüfus, geçmiş asırlara göre arttığı halde, insanlar kalabalıklar içinde yalnızları yaşıyorlar. Müslümanların ilerlemesi ve Müslüman memleketlerinde em- niyetin sağlanması için üçüncü şart ise, yardımlaşma ve dayanışma düsturunun toplumda yayılmasıdır. Dinimizin beş temel esasından birinin zekât olması bile, bize bu konunun önemini göstermesi açısından yeterlidir sanırım. Tabi ki yardımlaşma, sadece para ile olmaz. İnsanlar hayatları boyunca birçok kez farklı vesilelerle birbirlerinin yardımına ihtiyaç duyarlar. Eğer toplumda küçükten büyüğe yardımlaşma düsturu yerleşirse, insanların arasındaki manevî bağ, birlik ve beraberlik artacaktır. Bir ve beraber olma şuuru yüksek olan bir İslâm toplumu, gereken ilerlemeyi ve terakkiyi sağlayacaktır. Yukarıda sayılan üç şartın yerine getirilebilmesi için İslâmiyet’in emirlerine uyulması ve takvaya dikkat edilmesi gerekmektedir. Kısaca günahlardan kaçınmak olarak ifade edebileceğimiz takva, Müslümanlar için en önemli hayat düsturlarından birisidir. Takva ehli, hem maddî hem manevî tehlikelerden korunur. Takva Müslümanların kalesi gibidir. O kaleye sığınan, günahtan ve haramdan daha kolay uzak durabilir. Bu sayede Müslümanlar, İslâmiyet’in emirlerine daha suhuletli bir şekilde uyabilirler. Bütün iyilikleri ve güzellikleri öğrendikleri İslâm dinini güzel bir şekilde yaşayan Müslüman toplumlar, emniyetli, adil çalışma hayatına sahip ve yardımlaşma şuuruyla kenetlenmiş bir şekilde memleketlerinin ilerlemesini ve gelişmesini sağlayabilirler. Allah indindeki tek hak din olan İslamiyet’ten aldıkları güç ile önce kendi memleketlerine daha sonra da dünyaya adalet, huzur ve refah dağıtabilirler.
Uçağa bindiğinde kalbi küt küt atıyordu. Sevgiliye, En Sevgiliye kavuşacak olmanın heyecanı bütün benliğini sarmıştı. Dili devamlı salavat okuyor, aklı En Sevgiliyi düşünüyordu. Bu güne kadar çok kişilere En Sevgiliyi anlatmıştı. Tanıtmıştı. Ama böylesi ilk defa oluyordu. Şu an ne sevgili eşi, ne sevgili ana babası ve ne de sevgili yavruları aklına geliyordu. Gözlerinden damlalar arada bir süzülüyordu. “Ey En Sevgili! İmkânım olsa idi senin o yüksek huzuruna böyle yüksek irtifadan değil. Yerin altından gelirdim” diyerek manen En Sevgiliden özür diliyordu. En Sevgiliyi ziyaret gibi bir nimeti ihsan ettiği için Rabbine şükrediyordu. Yolda uzun uzun hazırlık gördü. En seçkin salavatları tekrar be tekrar okudu. Bunların arasında özellikle “Delaili’n-Nur” adındaki salavata çok özen gösteriyordu. Ve işte Medine… Medine havaalanındaydı. “Allah’ım! Şu an rüyada mıyım? Gerçekten de En Sevgilinin sevgili ve mübarek şehrinde miyim?” demekten kendini alamıyordu. Otele eşyalarını karga tulumba atıverdi. Ve doğruca En Sevgilinin mescidine koştu. “Yemek yiyelim” diyenler oldu. “Yemek mi? Şu an vücudum maddi gıdalarla meşgul olacak durumda değil” dedi. İlk defa gelmesine rağmen manevi bir sevk ile Mescid-i Nebevî ye yöneldi. Bahçe kapısından girerken artık nefes almakta zorlanıyordu. Yeşil kubbe karşısındaydı. Ama dur! En Sevgilinin huzuruna çıkmaya yüzü var mıydı? Düşündü. Düşündü… Evet, belki gerçekte En Sevgilinin huzuruna çıkmaya yüzü yoktu. Bu doğruydu. Ama O (sav) insanları ayıplamak, kusurlarını ortaya saçmak için gelmemişti ki… Hatta O (sav), insanları günah kirlerinden temizlemek, arındırmak ve insanların cennete uçabilmesi için onları günah ağırlıklarından kurtarmaya gelmişti. Nereye gideceğini, hangi yöne hareket edeceğini şaşırmış olan insanoğluna dosdoğru yolu, yani sırat-ı müstakimi ders vermek ve göstermek için gelmişti. Boynu bükük. Başı önünde. Omuzları mahcubiyetten düşük… Elleri önünde bağlı… Yavaş adımlarla mescidin giriş kapısına yaklaştı. Kapının alnında Babü’s-Selam yazılıydı. Yani selam kapısı… Selam Allah’ın adıdır. Selam, selamettir. Emniyettir. Selam Allah’ındır. Selam Allah’tandır. Madem bu kapı selam kapısı… Korkularını atmış, evhamlarından sıyrılmış olarak emniyet ve selamet içerisinde gir bu mekâna… Çünkü bu kapı, selam kapısıdır. Ümit kapısıdır. Gir ve En Sevgiliyi selamla. Ve girdi. Soluk soluğa kaldı. En Sevgilinin (manevi) kokusunu aldı. Evet yaşıyordu. En Sevgili hayatta idi. Allah, şehitlere “Ölüler demeyin” demiş iken; şehitler yetiştiren, evliyanın efendisi, enbiyanın sonuncusu ve en büyüğü ve reisi olan zat (sav) nasıl ölüdür denilebilir? İnsan, nasıl bahar mevsiminde taptaze yaprakları açmış ve rayihası hoş bir ağacın kokusunu rahatça duyarsa, hele de ağacın dibine kadar sokulmuş ise… İşte insanlık ağacının en nadide çiçeği ve yaratılış ağacının en harika meyvesi olan Zatın (sav) huzurunda idi. Nasıl kokusunu almasın? Nasıl kalbi hissetmesin? Hissetmemek şöyle dursun, En Sevgilinin azametinden neredeyse kalbi yerinden fırlayacaktı. Kalbinin feryadı gözlerinden patladı. İçinde kaynayan volkanı dayanamayıp dışarı fışkırtan yanardağ misali, iç âlemlerinde parlayan ve sıkışan sevgisi, özlemi gözlerinden patladı. “Şıp! Şıp!” diyerek gözleri, gözyaşı ile konuşmaya ve içindekileri En Sevgiliye anlatmaya başladı. En halis niyetlerle, en safi duygularla yaklaştı. Aman Allah’ım! Ey dizlerim, takatini topla. Hürmetten geri durma. Ey ayaklarım! Size ne oluyor? Sanki üzerinizde Uhut dağı kadar yük mü var ki şu küçük bedeni kaldıramaz oldunuz. Ey aklım! Sana ne oluyor ki şaşıp kaldın. Şirazeden koptun. Muvazeneyi yitirdin. Ey kanım! Biraz yavaş aksan olmaz mı? Şimdi az kalsın damarlarım patlayacak. Ey gözlerim! Size ne oluyor ki yerlerinizden fırlamak üzeresiniz! Yürümeye takati kalmamıştı. Ama sel gibi arkadan akıp gelmekte olan âşıkların dalgalarıyla kendini Ravza-i Pâk’in karşısında buldu. Sahabenin utançlarından ve saygılarından En Sevgilinin huzurunda başları önde olduğu gibiydi. En Sevgilinin huzurunda başını kaldıramıyordu. Geceler, seherler, günler boyu gıyabında salat ve selam ettiği, getirdiği dine iman ettiği efendisine bizzat ve vicahen selamını, salavatlarını, hürmetini, bağlılığını, aşkını, sevgisini, imanını arz ediyordu. Ey gönül! Kendini zapt etmelisin. Çünkü sen şu an; uğruna feleklerin yaratıldığı… Ubudiyeti için bu Dünya (imtihan) evinin açıldığı… Duası için ahiret âlemlerinin icat edildiği… Her şeyin ve her varlığın kendisiyle iftihar ettiği… İsa (as) gibi bir Peygamberin, ümmetinden olmak için dua ettiği… Sidretü’l-Müntehada Hz. Cebrail (as)’ı geride bırakan… Acz ve aşk ile Rabbine kanat çırpan… Miraçta Rabbini baş gözüyle gören ve gözleri şaşmayan… Doğduğunda, “Ümmetim! Ümmetim!” diyen... Yaşarken, “Ümmetim! Ümmetim!” diyen… Ve inşallah mahşerde de secdeye varıp “Ya Rabbi Ümmetim! Ya Rabbi Ümmetim!” diye yakaracak olan… Kendisine Makam-ı Mahmut’un verileceği bir zatın; Temiz, şerefli, eşsiz, pak, âli, yüce ve yüksek huzurundasın. Aman edepten ayrılma! Şatahata kapılma! Sevgilinin muhabbet şarabından kana kana iç. Ama sakın sarhoş olma. Sakın edebi bir yana bırakma. İşte senin ev sahibin... İşte sen bu denli süfli olmanla beraber bu derece ulvi, bu denli fakir ve hakir olmanla beraber, bu denli yüksek bir ev sahibine misafirsin. Aman edepten şaşma. Sonra ikram değil, ikrah edilenlerden olursun. Ey sevgili! Ey En Sevgili! Bütün zamanlardaki bütün âşıkların aşklarını, bütün sevdalıların sevgilerini, bütün muhabbet erbabının muhabbetlerini, bütün akılların hayranlıklarını, bütün edebiyatçıların özlü ve güzel kelamlarıyla ve en nadide ibarelerle, en seçkin ifadelerle taraf-ı âcizane ve fakiranemden taraf-ı Âli’ne arz ediyorum. Eğer imkânım olsaydı… Bütün güzel sözleri dilime toplar sana nağmeler ederdim. Bütün hatiplerin en müstesna hitabetlerini lisanıma alır, sana hitap ederdim. Bütün âşıkların aşklarını, duygularını kalbime toplar, o muazzam büyüklükteki aşkımla sana haykırırdım. Elimden gelse, dünyadaki bütün nehirlerin akıntısını birleştirir, muhabbet olarak çağlar ve varlığımı senin denizine bırakırdım. Kalbim fakirdir. Kendim müflisim. Vaziyetim vahimdir. Derecem sefildir. Lakin gönül gözümü sana diktim. Rızanı, hoşnutluğunu almak için huzurundayım. İmanımı bizzat arz edebilmek için buradayım. Rabbimizden sana indirilen ne varsa hepsine sorgusuz, sualsiz ve ön şartsız olarak tam teslim oldum. Kâmilen iman ettim. İstesem de istemesem de kapına mecburum. Çünkü Rabbime muvasalat için yolundan başka yol yoktur. Ama bu fakir ve hakir köleniz isteyerek geldim. Kendi rızamla dergâhının kapısındayım. Kendi tercihimle kapının dilencisiyim. Rabbimizin sevdiği tarz, senin tarzındır. Rabbimizin razı olduğu ef’al senin fiillerindir. Rabbimizin hoşnut olduğu etvar, senin tavırlarındır. Ümmetinden salih bendelerin ve âşıkların çoktur. Hem de pek çoktur. Lakin benim, senin kapından başka gidecek hiçbir kapım yoktur. Kabul etmeni ümit ve rica ediyorum. Bütün zamanlarda, bütün dillerden çıkan bütün övgüleri, hayranlıkları, sevgileri, bağlılık ve hürmet hislerini toplayıp arz ediyorum. Ümmetinin aldığı nefesler adedince, Kur’an’ın okunan harfleri adedince, Kur’an’ın manaları adedince, ümmetin kazandığı sevaplar adedince, senin faziletlerin adedince sana salat ve selam ediyorum. Ümmetinin bütün zamanlarda sana ettiği salat ve selamların hepsini birleştirip yine sana arz ediyorum. Mus’ab bu derin duygularla En Sevgiliye kavuşmuştu. Madem bu gece sevgiliye kavuşma gecesidir. Öyle ise otele gitmek de nedir? Sevgilinin yanından ayrılmak yok, diye düşündü. Geceyi sevgilinin mescidinde geçirdi. En Sevgili şöyle buyurmuştu: “Minberim ile kabrim arası cennetten bir bahçedir.” Herkesin girip te iki rekât namaz kılabilmek için çırpındığı bu “cennet bahçesine” Mus’ab da girmek istedi. Ravza-yı Pâk’e en yakın yer burasıydı. Sanki manevi bir yol açıldı. Sanki özel bir genişlik hâsıl oldu. Gece 01.30 civarı cennet bahçesine girmek nasip oldu. Ama hayret! Sıkışıklık yoktu. Arkadan gelip de; “Hacı! Hacı!” diye seslenip kalkmasını isteyen de yoktu. Hâlbuki daha önce gelmiş olanlardan cennet bahçesine zar zor girildiğini, girdikten sonra da iki rekât namazı ancak kılabildiklerini duymuştu. Uzun uzun namaz kıldı. Bir saat, iki saat… Hala bir sıkışıklık yoktu. Ve Mus’ab’ın cennet bahçesinden çıkmasını isteyen de yoktu. En sevgilinin kendisini kabul ettiğine bir işaret olarak telakki etti. Gözyaşlarıyla sabah namazına kadar salavat okudu. Rabbine en sevgilinin yanı başından yakardı. Sabah namazı kılındı. Sabah namazından sonra okuduğu tesbihlerini ve salavatlarını okudu. Bir ara hafif içi geçti. Rüya mıydı? Yoksa uyanık halde miydi bilinmez. Mübarek bir el omuzuna uzandı. “Seni kabul ediyorum” anlamında sağ omuzuna dokundu. Sevinçle irkildi. “Elhamdülillah” dedi. Çünkü bu mübarek el, En Sevgilinin eliydi. Saat sabahın yedisine geliyordu. Artık cennet bahçesindeki yoğunluk hissedilmeye başlandı. Her ne kadar Mus’ab’a kalk diyen yok idiyse de Mus’ab diğer müminlerin hakkını düşünerek kendi rızasıyla cennet bahçesinden çıktı.
Karıncaların nasıl bu kadar ağırlıkta yük taşıdıklarına hayran kalmıştı Ömer. Öğretmenleri karıncaların kendi ağırlıklarının 50 katı kadar yük taşıdıklarını söylemişti ama pek umursamamıştı. Şimdi gözüyle buna şahit oluyordu. Oturduğu taşın altına karıncalar yuva yapmış. Karıncaların her biri bir yönden geliyor, yuvaya yarım metre kala sıraya giriyorlardı. Eğitim almış askerler gibi düzenli ve tertipli bir şekilde, hiç sıralarını bozmadan yiyeceklerini yuvaya taşıyorlardı. Çalışkan olan bu karıncaları sevmiş ve onları izlemekten zevk almıştı. Dikkatini başka yöne çevirmesine sebep olmuştu bal arısı. Tüm müzik enstrümanlarını çalan bir sanatçı gibi insanı dinlendiren bir ezgiyle önündeki nazenin çiçeğin taç yaprağına kondu. Bu arının bin bir çiçekten polen toplayıp pusulası olmadan nasıl evinin yolunu bulduğunu ve bu yetmiyormuş gibi dünyanın en tatlı gıdasını nasıl yaptığını aklı almıyordu. Etrafta mis gibi çiçek kokuları, ağaçların yeşilliğinde tomurcuklanmış çiçekler, tabiatın bu denli canlılığı yüzüne kan getirmişti. Biraz olsun tabiat ona iyi gelmişti. Her gün okulu ve evi arasında mekik dokuyup aynı şeyleri yapmaktan ve her gün dört duvar arasında kendisinin önemsenmediğini düşünmek ona çok ağır geliyordu. Ailesinin ona yaptıklarını unutup karşısındaki manzarayı izlemek istiyordu. Ama düşünceleri ona engel oluyordu. Nasıl ki bir atomun artı ve eksi yükleri çekme kuvvetiyle birbirini çekiyorsa, düşünceleri daha büyük bir kuvvetle onu kendine çekiyordu; itemiyordu. Karşısındaki vadide bulunan ayçiçeği tarlasını izlemek istedi. Her birinin ortasında bin tane çekirdek. Her biri bir tohum olacak ve her biri bin tohuma gebe yeni bir çiçeğe gebe. Ve bu çiçeklerden oluşmuş koskoca bir tarla. Yine düşünceleri onu bırakmadı. Açık mavi gözleri hafifçe kısıldı ve gözünden iki damla gözyaşı döküldü. Musa öğretmen, havaların ısınmaya başlamasıyla birlikte rehberliğini yaptığı aynı zamanda matematik derslerine girdiği sınıfına verdiği sözü tutmuştu. Sınıfını şehrin en güzel manzaralı piknik alanına getirmişti. Öğrencileri hemen tabiata uyum sağlamıştı. Bazıları saklambaç oynuyor, bazıları ip atlıyor, bazıları da piknik alanında bulunan oyun parkında vakit geçiriyordu. Bazı öğrencilerine de mesuliyet şuuru aşılamak için vazifeler veriyordu. Kışa elveda mesajları taşıyan bu mevsim, öğrencileri sevindirmişti. Ömer’in tek başına vadiyi ayaklarının altına seren taşın üstüne oturup karşısındaki manzarayı hem izlemesi hem de bir şeyler mırıldanıp ağlaması öğretmenin dikkatini çekmişti. Kendi iç dünyasıyla bu kadar çatışma içinde olan öğrencisinin derdini merak etti bir an. Başında olduğu mangalı, yanına çağırdığı ve bu işten anladığını söyleyen Furkan’a emanet edip Ömer’in oturduğu yere doğru yürüdü. Ömer öğretmeninin geldiğini görünce yanağını ıslatan gözyaşlarını sildi. Kendini toplayarak öğretmene olan saygısından ayağa kalkmaya çalıştı. Musa öğretmen eliyle ayağa kalkmasına gerek olmadığını belirterek karşısında bulunan taşa oturdu. Musa öğretmen: Anlat bakalım Ömer neyin var? Neden bu kadar ağlıyorsun? Arkadaşların hepsi pikniğin tadını çıkarıyor sen ise yalnız başına oturmuş kendinle konuşuyorsun. Ömer: Öğretmenim benim ailem beni anlamıyor, beni hep başkalarıyla kıyaslıyorlar. Ben elimden geleni yapıyorum ama kapasitem bu kadar. Yan komşumuzun oğlu hasan matematikten 95 almış. Ben ise 85 aldığım için işitmediğim azar kalmadı. Hâlbuki sınıfın en yüksek ikinci notunu aldım. Babam bana hep “Hiçbir şey beceremezsin. Beceriksizin tekisin” diyor. Öğretmenim, ailem beni sevmiyor, beni küçük görüyorlar. Bıktım onların nasihatlerinden. Ömer hem söylenip hem ağlıyordu. İçine kapanık kimseyle konuşmayan Ömer bu gün içini dökmüştü. Kendi halinde sakin ve uysal bir göl olan Ömer, şimdi hırçın fırtınalar koparan gemileri baş aşağı yapan okyanus olmuştu. Derdini anlamıştı Musa öğretmen. Ömer’in yaşadıkları 11-15 yaş arası gençlerde oluşan ergenlik psikolojisiydi. Ömer’e ailesini ona nasıl sevdirmesi gerektiğini anlamıştı. Bunun nasihatle olamayacağını biliyordu. Bir yol muhakkak vardı. Ama ne? Ona göre Matematik tüm bilimlerin kraliçesi değil mi? Tüm sorunları çözen ilim değil miydi? Öyleyse matematik, içinde bulunduğu durumu çözmesi gerekirdi. Ama nasıl? Ömer derdini anlatırken Musa öğretmen ise Ömer’e ailesini nasıl sevdireceğini düşünüyordu. Aradığı cevap tam da önündeydi. Gözleri parlamıştı papatyalara bakarken. Yerinden kalkarak 5 tane papatyayı kopardı. Ömer ise öğretmeninin ne yaptığını anlamaya çalışıyordu. Musa öğretmen Ömer’e dönerek; Senin ailen seni çok seviyor Ömer. Bana inanmıyorsan şimdi şu elimdeki papatyalara soracağız. Papatya falını biliyorsun değil mi? Ömer: Evet biliyorum öğretmenim. Musa öğretmen: Öyleyse her seviyor ile biten papatyada karşında duran vadiyi titretecek şekilde “Ailem beni seviyor” diye haykıracaksın, anlaştık mı? Ömer, muhakkak bir tanesinin sevmiyor ile biteceğini düşünerek isteksizce “Anlaştık” dedi. Musa öğretmen papatya yapraklarının genel olarak tek sayı olduğunu biliyordu. (13,21,33,55…) Papatya yapraklarını eğer seviyor ile koparmaya başlarsa yüzde 99’u seviyor ile biteceğini, aksi durumda da sevmiyor ile başlasa sevmiyor ile biteceğini biliyordu. Doğanın içinde böyle Allah’ın sakladığı matematik olduğu için mi güzel, yoksa matematik doğanın her tarafında göründüğü için mi güzel? Kendisi dâhil, pek çok kişi bu soruya cevap aramak için matematikçi olmuştu. Musa öğretmen ilk papatyanın yapraklarını koparmaya başlamıştı bile. Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor, seviyor… Öğretmeni papatyanın son yaprağını koparırken seviyor demişti. Tüm papatyaların seviyor ile biteceğini inanmasa bile ilk papatyanın seviyor ile bitmiş olması onun bir nebze olsun ruhunu sevinç kıpırdatmasına neden olmuştu. Öğretmeniyle anlaştığı gibi vadiye dönerek “Ailem beni seviyor” demişti. İkinci papatya, üçüncü papatya derken dördüncü papatya da seviyor ile bitmişti. Ömer’in ruhunun tapınağı olan kalbinin en kuvvetli hüzün heykeli yıkılmış, yerine mutluluk dolmuştu. Artık ailesine karşı kötü düşünceleri yok oluyordu. Çünkü 4 papatya da seviyor ile bitmişti. Beşinci papatya da heyecanı doruktaydı. Kalbi hızlı attığı için damarlarının büzüldüğünü hissediyordu. Bir an nefes alamadığını düşündü. Yapraklar azaldıkça heyecanı katlanıyordu. Musa öğretmeni son yaprağı kopardığında “seviyor” demişti. Ömer kendini tutamamış vadiyi titretmişti. Ömer kendine hâkim olamamıştı. “Ailem beni seviyor” diye tekrarlayıp duruyordu. Piknik alanındaki herkesin onu izlediğinin farkında bile değildi. Ömer gelip öğretmenine sarılıp “Ailem beni seviyor” demişti. … Yıllar önce olmuş bu hatırasını günlüğünden okuyordu. Öğretmeni karşısında duruyordu. İntihar bile edeceğini düşündüğü o günün kahramanı tam karşısındaydı. Öğretmeni kliniğine gelmişti. Ne diyeceğini bilmiyordu. Ona yaptıkları birkaç kelimeyle tarif edilemezdi. Tüm kelimeler kifayetsiz kalmıştı. Papatya yapraklarının neden hepsinin seviyor ile bittiğini öğrendiğinde artık doktor olmuştu. Öğretmenine dönerek “Öğretmenim biliyor musunuz siz o gün benim hayatımı kurtardınız.” Hıçkırıklar arasında en azından bunu diyebilmişti Ömer. Yine ağlıyordu. Ama bu defa mutluluktan… Musa öğretmen karmaşık duygular içinde karşısında duran doktor olmuş öğrencisine bakıyordu. Her dersin ne kadar önemli olduğunu ve hatta her bilginin nelere vesile oluğunu gün geçtikçe daha iyi anlıyordu. Ömer artık sadece ailesini değil milletini, vatanını da seviyordu. Ömer’e beklemediği bir cevap vermişti Musa öğretmen. Senin hayatını ben değil, matematik kurtardı.
Doğruluk bizlerin fıtratında var olan en mukaddes erdemlerden biridir. Dolayısıyla bizler onu kazanmayı değil, muhafaza etmeyi başarmalıyız. Doğruluk; düşüncelerin hakikat ile uyuşması neticesinde ortaya çıkan bir erdemdir. Evet, kıymetli dostlar çoğumuz doğruluk erdemi ile hakikat kavramını birbirine karıştırmaktayız. Öncelikle şunu belirtmem gerekir; doğruluk, insanların hayatlarını hakikat ölçeğinde yaşamaları neticesinde ortaya çıkan hayatın mukaddes bir erdemidir. İşte, ayrım tam olarak bu noktada başlamaktadır. İnsanlar hakikati hayatlarının merkezinde tuttukları sürece doğru olmayı başarabilmiş, hakikatten uzaklaştıkça doğruluktan uzaklaşmışlardır. Peki, insanları doğruluktan uzaklaştırarak yalan bataklığına götüren unsurlar nelerdir? Malumdur ki her insan temiz ve güzel bir ahlak üzere doğar. Bu sebeple bizler doğruluğu kazanma ya da kazandırma çabasından ziyade, doğrulumuzu muhafaza etme yollarını aramalıyız. Dolayısıyla hayatımıza yalanın ilk olarak nerelerden girdiğini tespit etmeliyiz. Maalesef her çocuk ilk yalanını en önemli eğitim kurumu olan ailesinden öğrenmektedir. Düşünün ki bir anne çocuğunun yanına gelmesi için “kızım gel bak sana ne vereceğim” diyerek yanına çağırır ama çocuk annesinin yanına geldiği zaman hiçbir şey vermez ve yanına oturtur. Her ne kadar bizler farkına varamasak da belki henüz üç yaşında olan o çocuk ilk yalanını öğrenmiş ve zihninde, “İnsanlara istediğim bir şeyi yaptırmak için onları kandırabilirim; bu doğru bir davranıştır” fikrini yerleştirir ve maalesef doğruluk erdeminden bir adım uzaklaşır. Bakınız ikinci bir örnek; yoğunluğundan ötürü söz verdiği bir yere gitmek istemeyen bir baba, çocuğunun gözleri önünde söz verdiği adama, “Bugün çok hastalandım” ya da “çocuk hastalandı” gibi adına bahane denilen bir yalan uydurur. Henüz 7 yaşındaki o çocuğun zihninde “Yapmak zorunda olduğum bir vazifeyi yapmadığım zaman bana hesap soran insanlara karşı yalan söyleyebilirim” fikrini yerleştirir. Bu düşünceyi kendisine yerleştiren bir çocuk, ödevini yapmadığında çok kolay bir şekilde “Hocam unuttum, hastaydım” gibi yalanlara başvurabilir ve daha da kötüsü bunu alışkanlık haline getirebilir. Çocuk, doğruluktan bir adım daha uzaklaşır. Bu durum, -ebeveynlerin birbiriyle olan ilişkileri dâhil- sosyal ilişkilerindeki doğruluk seviyesine göre artar ya da azalır. Gelelim hayatımızın aileden sonraki en önemli unsuru olan toplum ve medya kısmına. Maalesef toplum hayatındaki insani ilişkilerimizde doğruluk erdeminin bir hayli tahrip edildiğini görmekteyiz. “Şaka dahi olsa yalan söylemeyin” diye emreden bir peygamberin ümmeti olmamıza rağmen, ülkemizdeki mizah anlayışı büyük bir ölçüde yalan üzere kurulmuş vaziyettedir. Maalesef bu hastalıklı halin en acı yansıması, dünya yalan söyleme günü olan 1 Nisan tarihinde karşımıza çıkmaktadır. Sözde yalana nefretle bakan insanlığın bu şekilde yalan ile hemhal olmaları, yaşanan paradoksun en ciddi göstergesidir. Kizb yani yalan ile cem edilmiş bir mizah anlayışının toplumda kabul görmesi ve bu tarz insanların sevecen bir kimliğe büründürülmesi neticesinde, temiz ve pak bir fıtrata sahip olan çocuklarımız ciddi manada etkilenmektedirler. Öyle ki kendilerini topluma sevimli göstermek için sermayesi yalan olan bu insanları rol model yapabilmektedirler. Elbette bu hal doğruluk erdemini tahrip eden başka bir sebeptir. Bununla birlikte, dizilerde senaryo icabı(!) kişiler arası aldatma ve yalanın kullanılması, beyaz yalan adı altında kizbin sevimli hale getirilmesi, farkında olmasak da bilinçaltımıza işlemekte ve günlük hayatımızda bizlerin de bu duruma başvurmasına sebep olmaktadır. “Bizi aldatan bizden değildir” diye ferman eden bir dinin müntesibi olan bizler, maalesef hayatımızın birçok noktasında bu yanlışa düşmekteyiz. PEKİ, NE YAPMALI? Sizlere garip gelebilir ama tepkilerimizi muhakkak gözden geçirmeliyiz. Öncelikle aileler olarak doğruluk erdemini evimizde esas tutmalıyız. Öncelikle bilelim ki, biz ne isek, çocuklarımız da odur! Öncelikle bizler yalan söylememeliyiz. Doğru sözlü olmalıyız. Bundan sonra mesela, çocuklarımızın karnesindeki düşük notlara göstermiş olduğumuz tepkiyi, yalan söylediğinde de gösterirsek; üniversite imtihanlarının kazanılması için gösterdiğimiz çabayı, düzgün bir ahlak sahibi olmak için gösterirsek elbette sorunların çözüme kavuştuğunu göreceğiz. Unutmayalım ki attığımız her adımı, söylediğimiz her kelimeyi hafızasına kaydeden ve bizi rol model alan bir insan vardır. Ayrıca toplum olarak mukaddesatımızı, inançlarımızın hakikatlerini tam olarak kavrayabilirsek, doğruluk erdemini muhafaza etmiş oluruz. Bakınız dinimiz, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! ” diye emretmekte ve peygamberimiz (sav)de “Müslüman her hatayı yapabilir ama asla yalan söylemez” buyurmaktadır. Dinimizin bu denli önem verdiği doğruluk erdemini kazanmak istiyorsak; belki de en başta ictimai hayatta insanları kılık kıyafetiyle ya da fiziki görünüşüyle değil de, telaffuz ettikleri sözlerin doğruluğuna göre değerlendirmemiz gerekmektedir. İşte o zaman insanlar bedenlerine ve giysilerine gösterdikleri hassasiyeti, düşüncelerinde ve sözlerinde de gösterebilirler. Unutmayalım ki doğruluk bizlerin fıtratında var olan en mukaddes erdemlerden biridir. Dolayısıyla bizler onu kazanmayı değil, muhafaza etmeyi başarmalıyız. Selam ile… Bir adam Hz. Halid bin Velid’e (ra), “Falanca adam senin hakkında konuştu” dedi. Hz Halid: “Kendi sayfasıdır istediği ile doldurur” dedi. Bir adam Vehb bin Münebbih’e (ra), “Falanca adam senin hakkında konuştu” dedi. Hz Vehb: “Şeytan senden başka elçi bulamadı mı?” dedi. Bir adam Ali bin Hüseyin'e, “Falanca adam senin hakkında konuştu” dedi. Ali bin Hüseyin: “Eğer benim hakkımda söyledikleri doğru ise Allah beni affetsin. Eğer doğru değilse Allah onu affetsin” dedi. Bir adam İmam Şafii’ye (ra), “Falanca adam senin hakkında konuştu” dedi. İmam Şafii (ra): “Eğer doğru diyorsan sen dedikoducusun. Eğer yalan söylüyorsan sen fasıksın” dedi. Bir adam bir âlime, “Falanca adam senin hakkında konuştu” dedi. Âlim: “O bana ok attı ama isabet ettiremedi. Sen ise oku getirip kalbime sapladın” dedi Bir adam bir âlime, “Falanca adam senin hakkında konuştu” dedi. Âlim: “Üç cinayet işledin. Kardeşim ile aramı bozdun. Boş kalbimi meşgul ettin. Kendini de, benim gözümden düşürdün” dedi. Rabbim bizi dedikodudan, gıybet ve su-i zandan muhafaza etsin. Âmin...
Nasıl her şeyde vardır, bir derece-i hararet. Her musibette vardır, bir derece-i nimet. Musibete uğradığında Daha büyüğünü düşün. Sen içine düştüğün sıkıntıdan başını kaldır. Daha büyük sıkıntılar çekene bak. Bir elin yoksa iki eli olmayanı gör. Bir gözün görmüyorsa iki gözünü kaybedenlere dikkat et. O zaman senden daha büyük musibete uğrayanı gördüğünde sana ait Küçükteki musibetin senin nimetin olduğunu bilirsin. Başkasına göre daha hafif olan musibetindeki bu dereceyi görerek, Allah’a çok şükür et. Ey musibetzede! Sana isabet eden Musibetin içinde bir nimet mündericdir. Dikkat et de onu gör. Çünkü âlemde safi, katıksız şer denilen şerr-i mahz yoktur. Cenabı Hak her ne yarattı ise içinde birçok hayır vardır. Hatta yaratılan her şeyin hayır tarafı şer tarafından fazladır. Âlemde asıl olan hayırdır. Hayırlar şerlerden çoktur. Yaratılan şerler ise hayrın, güzelliğin, iyiliğin derecelerinin anlaşılması ve görülmesi içindir. Âlemdeki yaratılıştan gaye şerler değildir. Asıl olmadığından dolayıdır ki şerler azdır. Eğer şerler olmasaydı hem hayırlar anlaşılmayacak hem de farklı birçok güzellikler ortaya çıkmayacaktı. Varlığın kabiliyetleri gelişmeyecek ve görünmeyecekti. İnsanlık ve varlık bugünkü halde bulunmayacaktı. Nasıl her şeyde vardır, bir derece-i hararet. Her musibette vardır, bir derece-i nimet. Musibete uğradığında Daha büyüğünü düşün. Sen içine düştüğün sıkıntıdan başını kaldır. Daha büyük sıkıntılar çekene bak. Bir elin yoksa iki eli olmayanı gör. Bir gözün görmüyorsa iki gözünü kaybedenlere dikkat et. O zaman senden daha büyük musibete uğrayanı gördüğünde sana ait Küçükteki musibetin senin nimetin olduğunu bilirsin. Başkasına göre daha hafif olan musibetindeki bu dereceyi görerek, Allah’a çok şükür et. Yoksa yalnız kendi musibetine bakıp gözünde isti‘zâmla yani büyütürsen ve musibetten ürkersen, “Of! Of! larla üflersen, o da aksine şişer. Şişer de musibetler gözünde dehşetlenir. Baş edilmez bir hal alır. İnsanın kararlı duruşunu bozar. Mücadele azmini kırar. Yaşama sevincini söndürür. İlahî nimetlerin zevkini kaçırır. Eğer musibetin akıbetinin ne olacağını merak da etsen, bir iken ikileşir. O zaman hem musibetin acısını hem de merakın verdiği endişenin acısını yaşarsın. Yaşadığın musibetin bir de hayalindeki hali dert olur. Hem çekmekte olduğun hem de hayal ettiğin iki musibet haline gelir. Derdin bir iken ikileşir. Of! Of! Ne olacak halim? Ne kadar sürecek bu vaziyetim? Ne zaman kurtulacağım bu musibetten? Gibi meraktan kaynaklanan vesvese halinde Kalbde olan misâli musibet, döner hakikat olur. Hakikatten ders alır. Sonra döner, başlıyor kalbini tokatlıyor.
“Kuş Sebîli” Türk milletinin hayırseverliğini, hassasiyetini, ince duygularını ve zevkini yansıtması bakımından Türk medeniyetinde, kültüründe ve sanatında önemli bir yere sahiptir. Osmanlı'nın ince ruhunun, yaratılana duyulan saygı, sevgi ve merhametin en güzel yansımalarından olan “Kuş Sebîli” Osmanlı medeniyetine özgü bir güzellik olarak da karşımıza çıkar. “İnsan ölünce üç ameli dışında bütün amellerinin sevabı kesilir, bunlar: Sadaka-i câriye, kendisinden istifade edilen ilim, arkasından dua eden hayırlı evlât.” Bu hadis-i şerifte belirtilen üç durumdan birisi sadaka-i câriye, insanların sürekli faydalanacağı hayır işi yapmaktır. Osmanlı Devleti döneminde Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla çok sayıda hayır kurumları açılmıştır. Bu hayır müesseseleri sadece insanların değil, hayvanların da istifade ettiği kurumlardır. Birçok yabancı seyyah eserlerinde Türkler’in yardımseverliklerinden bahsederken, Türklerin iyiliğinin insanlarla sınırlı olmadığı; ihtiyarlara ve çocuklara gösterdikleri büyük ilgi gibi, hayvanlara iyilik etmekten de zevk aldıkları, onlara olan ilgileri ve yardımseverliliklerini dile getirmiştir. Sokak hayvanlarına karşı merhametleri vurgulanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de İnsân sûresinde geçen (76/18) “(Bu zencefîl) orada bir pınardır ki, Selsebîl diye isimlendirilir.” selsebîl kelimesi cennetteki berrak bir su kaynağını, Osmanlı mimarîsinde ise göze ve kulağa huzur verecek biçimde düzenlenmiş yapay çağlayanları ifade eder. İslâm dünyasında bahçelerdeki selsebîllerin varlığı cennet bahçelerinin bu dünyadaki yansımaları olarak görülür ve cennet bahçelerini hatıra getirir, bunlar insana ayrı bir huzur ve göz zevki bahşetmektedir. “Kuş Sebîli” Türk milletinin hayırseverliğini, hassasiyetini, ince duygularını ve zevkini yansıtması bakımından Türk medeniyetinde, kültüründe ve sanatında önemli bir yere sahiptir. Osmanlı'nın ince ruhunun, yaratılana duyulan saygı, sevgi ve merhametin en güzel yansımalarından olan “Kuş Sebîli” Osmanlı medeniyetine özgü bir güzellik olarak da karşımıza çıkar. Türkler özellikle sıcak yaz günlerinde kuşların susuzluk çekmemeleri, su ihtiyaçlarını gidermeleri için naif bir uygulama olan “Kuş Sebîli” kültürünü geliştirmiştir. “Kuş Sebîli” Türklerdeki hayvan sevgisinin “Kuş Evlerinde” olduğu gibi estetik bir ifadesi olarak tezahür etmiştir. Bir inşaat yapılırken, kuşlar unutulmaz; onlar için binalara, mutlaka “Kuş Evi” ve “Kuş Sebîli” yapılırdı. Osmanlı mimari geleneğinin en güzel örneklerinden olan “Kuş Sebilleri’ne” İstanbul ve Anadolu’daki köşkler, saraylar, mescidler, medreseler, camiler ve çeşmeler gibi çeşitli dini ve sivil mimarinin vazgeçilmez örneklerinde rastlamak mümkündür. Fakat ne yazık ki, sokak hayvanlarına karşı bu hassasiyet ve adil yaklaşım, Osmanlı toprakları üzerinde batı kültürünün artmasıyla azalmaya başladı ve o etki ile başlayan erozyon, günümüzde artarak devam etmiştir. Bugün, Osmanlı halkının o merhametinden, adaletinden eser yok; tarihî cami, medrese vb. binalarının gergi demirleri üzerine kuşlar tünemesin diye dikenli çiviler konulmakta, hayvanlara karşı işlenen şiddet suçları; mahalle ve sokaklardaki hayvanlara verilecek bir kap su ve yemek vermekten imtina eden, vereni de şikayet eden insanlarla dolmuştur. Kuş Sebîli bulunan bazı eserler: Topkapı Sarayındaki havuz ve çeşmeler, Türk ve İslam Eserleri Müzesi bahçesindeki çeşme, Konya Mevlânâ Dergâhı bahçesinde çanaklı selsebîl, Sümbül Efendi Câmii avlusunda yer alan, tepesine yerleştirilmiş 1,5 m yüksekliğindeki sütun ile mimarî ve ergonomik açıdan en güzel örnekler arasındaki kuş sebîli, Eyüpsultan’daki Münzevî Camii’nin caddeye bakan bahçe duvarı bitişiğindeki çeşmedeki ilginç ve nâdîde kuş sebîli, Manisa Saruhan bey türbe yakınındaki selsebîl ile Edirne Selimiye Camii, Şehzâde Camii, Kadırga Sokullu Camii ve Taksim Ağa Camii avlularında bulunan şadırvanlarda “Kuş Sebili” örneklerine rastlamaktayız.
Bir gün Halife Hz. Ömer bir mecliste hazır bulunanlara şöyle sual eder: “Eğer dileğiniz hemen kabul ediliverecek olsa ne dilerdiniz?” Birisi, “Benim falan vadi dolusu altınım olsun isterim. Onu harcayarak İslâm’a daha çok hizmet edeyim diye.” dedi. Bir başkası, “Şu kadar sürüm (davar, koyun, keçi), mal ve mülküm olsun isterdim. Gerektikçe onları sarf ederek dine yararlı olayım diye” dedi. Herkes buna benzer şeyler söyledi. Hz. Ömer hiçbirini beğenmedi. Bu defa meclistekiler, Hz. Ömer’e sordu: “Ya Ömer peki sen ne dilerdin?” Cevap verdi: “Ben de Muaz, Salim, Ebu Ubeyde gibi Müslümanlar yetişsin isterdim. İslâm’a onlar vasıtasıyla hizmet edeyim diye.” Bu zamanın da en önemli meselesi yetişmiş insandır. İnsana yapılan yatırımdır. İnsanı fark etmek ve ona göre duruş sergileyebilmektir. Yani İslam’a hizmet edebilmektir. Zira İslam, insaniyet-i kübradır. Biz de kapağa Vakıf kavramını ve buna bağlı olarak Vakıflık mefhumunu taşıdık. Vakfedilen binalar, çeşmeler, araziler elbette duyduk, gördük. Vakıf müesseselerine şahidiz. Fakat bununla birlikte vakıf insanlara da ihtiyaç zaruridir. Tarık b. Ziyad gemileri yakmasaydı, Yavuz Sultan Selim atını çöle sürüp “İsteyen peşimden gelsin, istemeyen evine dönsün” demeseydi, Fatih Sultan Mehmed “Ya ben İstanbul’u alırım ya da İstanbul beni” deyip atını suya sürmeseydi… Daha pek çok misaller verilebilir elbette. Asıl olan, bu emsalleri bugün, kendi içimizden çıkarabilmektedir. Yine günümüzde en çok konuşulan konulardan birisi: adanmışlık! Buna bağlı olarak, herhangi bir beklenti içinde olmadan gönüllülük esası üzere hareket edebilmek. Ve bunlar aynı zamanda en sıkıntı çektiğimiz noktalar! Nokta-i istinadımız burası olmalıdır. Bilelim ki insan düzelirse dünya düzelir. Değilse problemler peşimizi bırakmayacaktır. Devlet mi istiyorsun? Cevabı Şeyh Edebali’nin nasihatinde: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” İnsanı keşfet ki insan yaşasın! İnsaniyet-i kübra olan İslamiyet’i ölçü al ki insan yaşasın! Bediüzzaman Hazretleri bir kıyasa binaen şu hükmü söyler: “Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil.” Vakıf insanlara ihtiyacımız var. Gemileri yakan ve Allah için hizmet etme arzusunda olan gençlere. Güneş doğudan doğacak! Yüzünü güneşe dönenler, yüzünü bütün dünyaya dönenler ve gayret edenler olacak.
Risale-i Nurları ve Bediüzzaman Hazretlerini tenkit edenlerin en çok dile getirdikleri şikayetlerden birisi de Nur talebelerinin bu eleştirilere karşı aşırı tepki göstermeleri olmuştur. Ölçüsüz ve aşırı tepkiler, tenkitçilerin Üstad hakkında yanlış düşüncelere kapılmalarına sebep oluyor. Sanki Nur talebeleri, Bediüzzaman Hazretlerine toz kondurmuyor, eleştiriyi asla kabul etmiyorlar gibi bir durum ortaya çıkıyor. Ehl-i ilmin Üstadımıza yönelik itiraz ve tenkitlerinin arka planında değişik sebepler de vardır. Bazıları itirazında haksızdır. Bazısı yanlış yönlendirme sonucu aldanmıştır. Kimileri şöhretperestlik için tenkit eder. Kimisi de ilmî enaniyetinden dolayı eleştiriler yöneltir. Nur talebeleri, Bediüzzaman Hazretlerinin gösterdiği çizgiden ayrılmadan soğukkanlılıkla eleştirileri karşılayıp, itirazlara makul cevaplar vererek ortamın gerilmesine engel olmalıdırlar. Sevgili Üstadımız bu konuda bizleri şöyle uyarıyor: “Gayet ciddî bir ihtâr ile bir hakîkati beyân etmeye lüzûm var. Şöyle ki: لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ sırrıyla, ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakîkî hâlini bilmedikleri için haksız olarak mübâreze etmesi, Aşere-i Mübeşşere’nin mâbeynindeki muhârebe gösteriyor. Demek, iki veli ve iki ehl-i hakîkat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i şerîata muhâlif ve hata bir ictihâd ile hareket edilmiş ola. Bu sırra binaen وَ الْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَ الْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِ daki ulüvv-ü cenâblık düstûruna ittibâen ve avâm-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla beraber, îmânlarını sarsılmadan muhâfaza etmek ve Risâle-i Nûr’un erkânlarının haksız i‘tirâzlara karşı haklı ve fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzûmuna binaen; ve ehl-i ilhâdın iki tâife-i ehl-i hakîkatin mâbeynindeki husûmetten istifâde ederek, birinin silâhıyla ve i‘tirâzıyla ötekini cerh edip, ötekinin delilleriyle berikini çürütüp, ikisini de yere vurmak ve çürütmekten ictinâben, Risâle-i Nûr şâkirdleri bu mezkûr beş esasa binâen, muârızları hiddet ve tehevvürle ve mukābele-i bi'l-misil ile karşılamamalı. Yalnız kendilerini muhâfaza için medâr-ı i‘tirâz noktaları musâlahakârâne îzâh etmek ve cevab vermek gerektir. Çünki bu zamanda enâniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti mikdarınca bir buz parçası olan enâniyetini eritmiyor, bozmuyor, kendini mazur biliyor. Ondan niza‘ (çatışma) çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder. Ehl-i dalâlet istifâde ediyor. İstanbul’daki ma‘lûm i‘tirâz hâdisesi îmâ ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofî meşreb ve nefs-i emmâresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh (mevki makam sevgisi) vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşâd ve ehl-i hak, Risâle-i Nûr’a ve şâkirdlerine karşı kendi meşreblerinin ve mesleklerinin revâcını ve etbâ‘larının (takipçilerinin) hüsn-ü teveccühlerini muhâfaza niyetiyle i‘tirâz edecekler. Belki dehşetli mukabele etmek ihtimâli var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizler, i‘tidâl-i demle ve sarsılmamakla ve adavete girmemekle mukabele etmekle beraber, o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemektir.”1 Sevgili Üstadımızın dikkat çektiği bir konu da kendisine ve Risale-i Nurlara istikbalde ehl-i ilim tarafından itirazların geleceğini hissetmesidir. Buna karşı Nur talebelerinin itiraz eden taifenin reislerine, idarecilerine, liderlerine incitici, onları toplum nezdinde alçaltıcı tavır ve açıklamalardan uzak durmalarını tavsiye etmesidir. Bu gerçekten çok önemli bir duruş ve ehl-i ilme karşı müthiş bir saygıyı ifade etmektedir. Size muhalefet eden insanların şahsiyetleriyle, kusurlarıyla, haksız ithamlarıyla, enaniyetleriyle değil fikirleriyle, düşünceleriyle, verdikleri hükümlere yoğunlaşınız diyor. Buralarda eksiklik, yanlışlık, hata, haksızlık varsa delillerini ortaya koyup münasip bir üslupla izah ediniz. Herkesin fikrine düşüncesine saygımız var. Lakin her fikri, düşünceyi kabul etmek mecburiyetimiz yoktur. Her fikir ve düşünce de toplum nezdinde tartılabilir, hakikate uygunluğu değerlendirilebilir. Hak ve hakikate uygun olmayan tarafları varsa, Kur’an ve sünnet ölçüleriyle delillendirilip ortaya konulabilir. Kimsenin de buna itirazı olmamalıdır. Üstad Bediüzzaman Risale-i Nur talebelerinin manevi cihetteki hususiyetlerinden birisine şöyle işaret etmektedir: “Risâle-i Nûr’un şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı ma‘nevîyi temsîl eden hâs şâkirdlerinin şahs-ı manevîsi ‘Ferîd’ makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlaka ile Hicaz’da bulunan Kutb-u A‘zam'ın tasarrufundan hâriç olduğu gibi, onun da hükmü altına girmeye mecbûr değildir. Her zamanda bulunan iki imam gibi, Kutb-u A‘zam'ı tanımaya da mecbûr olmuyor. ……… Gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azîme binâen Mekke-i Mükerreme’de dahi farz-ı muhâl olarak Risâle-i Nûr aleyhinde bir i‘tirâz Kutb-u A‘zam'dan dahi gelse, Risâle-i Nûr şâkirdleri sarsılmayıp, o mübârek Kutb-u A‘zam'ın i‘tirâzını iltifât ve selâm suretinde telakkî edip, teveccühünü de kazanmak için medâr-ı i‘tirâz noktaları o büyük üstâdlarına karşı îzâh ile ellerini öpmektir.”2 Üstad Bediüzzaman Hazretlerine ve Risale-i Nurlara yönelik eleştiriler, ortaya konulan bu ölçüler ışığında değerlendirilmelidir. Eleştirene değil, eleştiriye odaklanılmalıdır. İtiraz edilen noktalara delilleri ortaya konularak makul ve mantıklı açıklamalar yapılmalıdır. Tenkit eden kişiler herhangi bir grubun lideri ise, onun şahsına değil eleştirisine cevap verilmeli, mümkün olduğunca ehl-i imanla dostane, kardeşane ilişkiler içinde olmaya gayret gösterilmelidir. Hiddet ve şiddetten kesinlikle uzak durup, enaniyetli ehl-i ilmin gururuna dokunacak söz ve tavırlardan kaçınılmalıdır. Eleştirinin şiddeti ne olursa olsun Nur talebeleri daima ortamı yatıştırıcı, uzlaşmacı ve gerilimi düşürücü bir eda içinde olmalıdırlar. Münakaşa ile gerginliği artırmaktan son derece sakınmalıdırlar. Kaynaklar: 1- Kastamonu Lahikası, 253, 254. Altınbaşak Neşriyat2- Kastamonu Lahikası, 254. Altınbaşak Neşriyat