155. Sayı: "Post Modern Cahiliyet : Kadına Şiddet"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiNerede Durduğun Önemli
İnsan

İnsan olmanın ve insanın kendisini keşfetmesinin en önemli unsurlarından birisi de eşleridir. İnsanı kendisine gösteren en önemli aynadır, eşler. Bütün hayatı paylaşabileceği, kalbe karşı ünsiyetli mukabillerdir. Rabbimiz Rum Suresinde bu hususu şu ayet-i kerime ile beyan eder: “Onun delillerinden biri de kendilerine (meyledip) ülfet edesiniz diye kendi (cinsi)nizden size eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve bir şefkat kılmasıdır. Şübhesiz ki bunda, düşünecek olan bir kavim için nice deliller vardır.” Ayetin delil oluşu ve bizi düşünceye sevk edip konu üzerinde derinlemesine ve makuliyet çerçevesinde durmamıza vurgu yapması da ayrıca manidardır. Bugün yine aile gündemde ve hararetle tartışılıyor. Ne üzerinden? Kadına şiddet konusu üzerinden. Varılan nokta nedir? Henüz bir nokta konulabilmiş değil. Zira aile es geçilerek şiddet konusu gündemde tutulmakta ve aşırılıkların hepsinde olduğu gibi, buradan da fayda zarar ilişkisi anlamında bakıldığında, zarar tevarüs eden hususların fazla olduğu gözlemlenmektedir. Halihazırda olan şudur: Farklı araçlarla özendirilen ya da fıtrata ters işlerin öğretilmesinden dolayı ortaya çıkan sonuçlar taşınıyor ekranlara, gazete sayfalarına, tartışma ortamlarına, sokaklara. Kadın, Allah’ın yarattığı ve hayatın içerisine şartları belirlenmiş şekilde konulmuş olduğu bir varlıktır, erkek gibi. Kadın erkekle, erkek kadınla ilişkilendirilmiş, bu ilişki aile ile tanımlanmış, aile toplumu ve dolayısıyla insanlığı inşa, imar ve devam ettiren en önemli yapı taşı olmuştur. Bunlardan birisini -olması gerekene ters olarak- tahrip etmek, fıtri halini değiştirmek, Allah’ın emrettiğinin dışına çıkarmak toplumu, aileyi ve insanı tahrip edip bozacaktır. Batının zaten bozulmuş, fıtrat dışına çıkmış atmosferi bizi de zehirlememelidir. Kılıfın adı ne olursa olsun, biz göbeğimizi kendimiz kesecek, kadınımıza, erkeğimize, çoluk çocuğumuza, ailemize, insanımıza, toplumumuza sahip çıkacağız, çıkmalıyız. İnsanlık tarihi, kadını da erkeği de olması gereken yerde tutmak şartıyla, nice güzelliklerin çıktığını gösteren harika bir tablodur. Bu tablo, şartlarını haiz olarak kıyamete kadar da devam edecektir. Musa (as)’ın yanı başında Asiye, Efendimizin en büyük destekçisi Hz. Hatice, İslam’a dair pek çok konuların aktarılmasında Hz. Aişe, memleket savunmasında Nene Hatun gibi nice annelerimiz gelmiş geçmiştir. Onların varlığı topluma güç vermiş, nice güzelliklerin varlığına vesile olmuşlardır. Bir hatıra ile bitirmiş olayım. Risale-i Nur hizmetinin en zorlu yıllarıdır. Eserler telif edilir, katiplerce yazılır, postalarla dağıtılır. Yine bir gün yatsı vakti Bediüzzaman Hazretleri Şamlı Hafız Tevfik’in evine gelir, kapısını çalar, çoğaltması için bir risale verir ve sabaha istiyorum der. Hafız Tevfik, “Tamam, Üstadım” der. Kapıyı kapatır. Düşünceli halini gören hanımı sorar: “Hayırdır bey, niye sıkıntılısın?” “Üstad bir eser verdi, sabaha istiyor; nasıl yetişecek bilmiyorum” deyince hanımı, “Düşündüğün şeye bak, ben çayını yaparım, sen de yazarsın.” Hakikaten zaman bereketlenir. Eser yetişir. Sabah namazı Üstad gelir, kapıyı çalar ve “Eserim” der. Hafız Tevfik eseri verir. Üstad bir süre kendisine bakar ve “Seni almadan Cennete gitmem” der. Bizim rotamız ve rehberimiz Efendimiz (sav)’ dir. Duracağımız yeri bilmek hepimizi kurtaracaktır.

Metin UÇAR 01 Ekim
Konu resmiTarihten Sayfalar
Kültür ve Medeniyet

ŞeyhülislamÜrgüplü Hayri Efendi Ürgüp’te dünyaya gelmiştir. Trablusgarp vilâyeti Evkaf müdürü Abdullah Av­ni Efendi’nin oğludur. Kökleri Kara­man­oğulları’na inen ve Karamanoğlu İbrahim Bey’in Ürgüp’teki Büyük Cami (Câmi-i Kebir) evkafının mütevelliliğini üstlenen bir ilmiye ailesine mensuptur. II. Meş­ru­tiyet’e (1908) kadar Adliye Nezareti bün­yesinde çeşitli görevlerde bulundu. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Niğde mebusluğuna adaylığını koydu; yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çoğunluğu alması üzerine Niğde mebusu olarak Meclis-i Meb‘ûsan’a girdi. 1908’de Darülfünun Hukuk Şubesi Mecelle müderrisliğine, 1909’da Medresetü’l-kudât tanzim-i i‘lâmât-ı cezâiyye hocalığına tayin edildi. 1910’da Meclis-i Mebûsan birinci reis vekili oldu. Said Halim Paşa kabinesinde Evkaf nâzırı iken 20.000 kuruş tahsisatla 16 Mart 1914’te şeyhülislâm oldu. 7 Temmuz 1921’de vefat ederek Ürgüp’te Câmi-i Kebir bahçesindeki aile kabristanına defnedildi. Oğlu Suat Hayri Ürgüplü 1965-1966 ve 1972’de olmak üzere iki defa Başbakanlık yapmıştır. I. Dünya Savaşı İçin Cihad Fetvası 11 Kasım 1914’te fevkalâde olarak toplanan kabinede I. Dünya Savaşı’na girme temayülü ağır basınca bazı nâzırlar istifa ettikleri halde, meşihat ve Evkaf Nezareti de üzerinde bulunan Hayri Efendi harbin gerekli olduğunda ısrar etmişti. Nitekim kabinenin kararından sonra Şeyhülislâm Hayri Efendi meşhur “cihâd-ı ekber” fetvalarını vermiştir. Beş fetvadan oluşan bu dinî-hukukî belgede Hayri Efendi sırasıyla, padişahın cihad emrine herkesin katılmasının farziyetini; hilâfet-i İslâmiyye’yi ortadan kaldırmak isteyen Rusya, İngiltere ve Fransa idaresinde olan bütün Müslümanların bu devletler aleyhine birleşmesinin şart olduğunu; bu farziyete rağmen cihada katılmayanların ağır cezaya duçar olacakları; İslâm (Osmanlı) askerini öldüren yukarıdaki devletlerin tebaası Müslüman askerlerin büyük günaha girecekleri; nihayet İngiltere, Fransa, Rusya, Sırp, Karadağ hükümetleri idaresinde bulunan Müslümanların İslâm Devleti’ne yardımcı olan Almanya ve Avusturya aleyhine harp etmelerinin bu devletin zararına olacağı için büyük günah olduğu hususlarını içine almaktaydı. 13 Ekim 1505 Beyazıt Camii İbadete Açıldı Beyazıt Camii, İstanbul’un merkezî bir yerinde, şehrin Bizans devrindeki en büyük meydanı olan Forum Theodosiacum veya Forum Tauri’nin bir köşesinde Sultan II. Bayezid tarafından inşa ettirilmiştir. Külliye bir cami, türbe, aşhane-imaret, sıbyan mektebi, tabhâneler, medrese, hamam ve kervansaraydan ibarettir. Bütün bu yapılar Fâtih Camii ve Külliyesi’nden farklı olarak onun gibi tamamen simetrik bir esasa göre değil, fakat şehrin ortasındaki bu araziye dağınık bir biçimde yerleştirilmiştir. Caminin inşaatı 13 Ekim 1505’de bittikten sonra ilk namazı Sultan II. Bayezid kıldırmıştır. Vakfiyelere göre, külliyeye gelir sağlamak üzere Selânik’te ve Bursa’da birer büyük kervansaray yapılmıştır. Sultan II. Bayezid’in türbesi ölümünden sonra, oğlu Yavuz Sultan Selim tarafından caminin kıble tarafındaki boş yere inşa ettirilmiştir. Beyazıt Camii, hafızların icazet merasimlerine ev sahipliği yapmasıyla şöhret bulmuştur. 19 Ekim 1397 Molla Fenârî’nin Hocalarından Alâeddin Ali Esved Efendi Vefat Etti Alâeddin Ali Esved Efendi, Afyonkarahisarlı olup babasının adı Ömer’dir. Tahsilini İran’da yaptı. Orhan Gazi zamanında Anadolu’ya geldi ve İznik Medresesi’ne müderris tayin edildi. Talebeleri arasında oğlu Niksârî Hasan Paşa ile Molla Fenârî de bulunmaktadır. Molla Fenârî, Osmanlı Devleti’nin ilk şeyhülislamıdır. Sultan I. Murad adına kaleme alınan Rumûzü’l-esrâr adlı fıkıh usulüne dair bir eserin şerhini yazmıştır. Bu kitabının yazma bir nüshası Nuru Osmaniye Kütüphanesi’ndedir. Yine el-Mah­bûbî’nin Hanefî fıkhına dair el-Vikāye adlı eserine bir şerh yazmıştır. İki cilt olan bu eserin Süleymaniye Kütüphanesi’nde yazma nüshaları vardır. 19 Ekim 1397 tarihinde vefat eden Ali Esved Efendi, İznik Şerefzâde mahallesindeki türbesinde medfundur. 26 Ekim 1596 Haçova Zaferi Osmanlı himayesindeki Eflak, Boğdan ve Erdel’de 1593’te meydana gelen karışıklıklar ve sınır boylarındaki hadiseler, Veziriazam Koca Sinan Paşa’nın isteği doğrultusunda Osmanlı-Avusturya mücadelesini (On beş Yıl Savaşı, Uzun Harp) yeniden başlatmıştı. Savaşın ilk yıllarında Osmanlılar Avusturya kuvvetleri karşısında kayda değer bir başarı sağlayamadıkları gibi stratejik öneme sahip Estergon’u da kaybetmişlerdi (2 Eylül 1595). Öte yandan Eflak’ta karışıklıklar iyice artmış, bu bölgedeki Osmanlı kontrolü tamamıyla sarsılmıştı. Bu arada Sultan III. Murad’ın vefatıyla onun yerine geçen oğlu Sultan III. Mehmed, devlet ileri gelenleri ve özellikle yeniçeriler, Vezîriâzam Sinan Paşa ve hocası Sâdeddin Efendi’nin tesiriyle sefere gitme kararı aldı. 25 Ekim 1596 günü Haçova Meydanında Osmanlı ordusu, Avusturya imparatorluk ordusu ile karşı karşıya geldi. Arşidük Maximilien ile Bathory kumandasındaki 50-100.000 kişilik Avusturya imparatorluk ordusu Alman, İspanyol, papalık, Floransa, Macar, Çek ve Leh askerlerinden meydana geliyordu. Osmanlı kuvvetleri de hemen hemen aynı sayıda idi. İlk çarpışmalar 25 Ekim’de ikindi vakti küçük gruplar arasında başladı; asıl savaş ise ertesi gün 26 Ekim’de cereyan etti. Meydan Savaşı, Osmanlı ordusunun kesin zaferiyle neticelenmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ekim
Konu resmiİlmin Yok Olması Kıyamet Alametidir.
Eğitim

Enes bin Malik (ra)’ten: Resülullah Sallallahu Aleyhi Vesellem buyurdu ki: “İlmin ref’ olunması, cehlin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinanın çoğalması kıyamet alametlerindendir.” Cenab-ı Hakk’ın, kulları üzerindeki nimetleri saymakla bit­mez. Ancak iki grup insan var­dır ki bunların üzerindeki ni­metler diğerlerine göre daha faz­ladır. Bunlar, zenginler ve ilim erbabıdır. Herkes zengin olamadığı gibi çoğu kimsenin ilme yatkınlığı da yoktur. Kısacası zenginler ve ehl-i ilim tabiri caiz ise seçilmiş kimselerdir. Allah’ın nimetleri onların üzerinde daha ziyade tezahür ediyor demektir. Hatırlayalım, bir grup fakir Peygamber Efendimiz (sav)’e gelerek, “Ya Resulullah! Zengin Müslümanlar cennetin yüksek derecelerini ve ebedî nimetleri alıp götürdüler.” dediler. (…) O zaman Resûl-i Ekrem Sallallahu Aleyhi Vesellem onlara namazın sonundaki kısa tesbihatı tavsiye etti. Bir müddet sonra yine geldiler ve “Bizim yaptıklarımızı zenginler de yapıyor” dediler. O zaman Sevgili Peygamberimiz çok manidar bir cevap verdi: “Ne yapalım! Artık bu Allah’ın bir lütfudur; Allah lütfunu dilediğine verir.” (Buhari, Ezan 155) Diğer bir Hadis-i Şerifinde Resulullah Efendimiz, “Yalnız iki kişiye gıpta edilir: Biri, Allah’ın, mal verip hak yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kişi; diğeri de, Allah’ın, kendisine ilim verip de onunla amel eden ve bunları başkasına öğreten (yani ilmini infak eden) kimsedir.” (Buhari, İlim, 15) buyuruyor. Zenginlik nimetini ayrıca değerlendirmek üzere bir kenara koyalım. Varmak istediğimiz nokta şudur: İlim de ilim erbabı da kıymetlidir. Ehl-i ilim bunun idrakinde olmalıdır. Yoksa mirasyedi evlatların yaptıkları gibi, yüzyıllar boyu elde edilen birikimleri heba olur, gelecek nesillere aktarılmadan kaybolup gider. O takdirde bunun vahim neticeleri ilim sahiplerini mesul eder. İşte bu minval üzere ehlini titreten bir hadisi şerif: Enes bin Malik (ra)’ten: Resülullah Sallallahu Aleyhi Vesellem buyurdu ki: “İlmin ref’ olunması, cehlin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinanın çoğalması kıyamet alametlerindendir.” Âlimler bu Hadis-i Şerifin tehdidinden çok korkmuşlardır. İlmin ref’ini, cehlin kökleşmesini kıyametin kopmasına alamet bildikleri için, talebe yetiştirmek üzere gece gündüz çalıştıklarına İslam tarihi şahittir. Bu Hadis-i Şerifin ağır mesuliyetini müdrik âlimlerden birkaçına kulak verelim: Ebu Zer-i Gıfari (ra) ensesini gös­tererek: “Beni öldürmek için kı­lıcı şuraya koysanız, ben de Re­sülullah Sallallahu Aleyhi Ve­sel­lemden işitmiş olduğum bir sözü siz işinizi tamamlayıncaya kadar ilan edeceğimi bilsem yine de ilan ederim.” Yine ilmin ref’i korkusuyla Ömer bin Abdülaziz (ra), kişilerde mahfuz olan Hadis-i Şeriflerin toplatılmasını emretmiştir. Ebu Bekir bin Hazm’e, “Resülullah Sallallahu Aleyhi Vesellemin mübarek hadislerini yaz. Zira ilmin kaybolmasından ve ulemanın göçüp gitmesinden korkar oldum. Bir de ulemaya söyleyiniz, ilmi gizlemesinler, ifşa edip herkese söylesinler.” buyurmuştur. Ebu Hanifeler, Şafiiler, Malikiler, Hambeliler, İmamı Rabbaniler, Gazaliler (Allah hepsinden razı olsun)… Son yüzyılda 80 küsur sene Kur’an ilmine ve hizmetine adanmış bir ömür süren Üstad Bediuzzaman ve her gün 23 saat Kur’an ilmine ve hizmetine sa’y ü gayret gösteren hayrulhalefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak Efendiler…. Onlar vazifelerini yapıp ahiret âlemine gittiler. Şimdi nöbet sırası bizde… Bizler Ne Yapmalıyız? Öncelikle şu tespiti yapmamız gerekir: Hadis-i Şeriflerde ayrıntılarıyla zikredilen ve ahir zaman diye nitelenen zor bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bin yıldan beri teraküm eden inkâr fikri ve Avrupa sefahati sel olmuş akmış, deniz olmuş taşmıştır. Geçmiş yüzyıllarda hiç görülmeyen veya çok nadir görülen çeşit çeşit manevi hastalıklar bu asırda tezahür etmiş ve hakeza… Böyle olmakla beraber çaresiz de değiliz. Esbabın tamamen sükût ettiği bir zamanda inayet-i İlahiye hassaten devreye girer, imdada yetişir. Aynen öyle olmuş. Asrımızın zorluklarını en iyi bilen rahmet-i İlahi, bu asrın insanına Kur’an hakikatlerinin tezahürü olan Risale-i Nurları ihsan etmiştir.  Risale-i Nurlar, -Hazreti Üstadın tabiriyle- eski medreselerin 15 yılda kazandırdığı ilmi ve imanî inkişafı 15 haftada kazandırıyor. Risale-i Nurlar, tıpkı anne sütü gibidir. Nitekim çocuğun bünyesine en uygun, en şifalı gıda olan anne sütünün ne eksiği, ne fazlası vardır. Risale-i Nurlar da tam bu asrın ihtiyacına göre efradını cami, ağyarını mani bir üslupla kaleme alınmıştır. Risale-i Nurlar, biyolojiden astronomiye, tefsirden hadis ilmine kadar dini ilimlerden ve fen ilimlerinden süzülmüş müstesna bir eserdir. Bu yönüyle yüzlerce bitki ve çiçekten alınmış ve süzülmüş saf ve şifalı bir bala benzer.  Risale-i Nurların Kur’an’dan aldığı ilaçlar, bu asrın bütün manevi hastalıklarına merhem olacak niteliktedir. Risale-i Nurlar, deizm, kominizim, ateizm, darvinizm gibi ne kadar “-izm” varsa, ne kadar inkâr fikri varsa hepsini dirilmeyecek bir surette öldürüyor, küfrün temel taşını zir ü zeber ediyor. Öyle ise: Dünya bu hakikatlere muhtaç… Âlem-i İslam bu hakikatlere muhtaç… Başta nefsimiz olmak üzere hepimiz bu hakikatlere muhtacız. Bu durumda ne yapmalıyız? Önce kendi nefsimizle başlayıp bu hakikatleri ciddi bir şekilde mütalaa yapmalıyız. Kış müminin baharıdır, buyuruyor Sevgili Peygamberimiz. Yaz aylarında gaflet çok oluyor, dünyevi meşgaleler ağır basıyor. Kış ayları ise ilmi çalışmaların ve hizmetlerin daha rahat yapılacağı aylardır. Onun için hiç vakit geçirmeden mütalaa halkalarını oluşturmalıyız. Mütalaa konusunda Sevgili Pey­gamberimiz bakınız ne bu­­yu­­ruyor: “Bir grup insan Allah’ın evlerinden bir evde top­lanıp, Allah’ın kitabını okuyup, aralarında müzakere ederlerse, mutlaka onların üzerine “sekinet” iner, kendilerini rahmet kaplar, melekler onların etrafını kuşatır, Allah onları kendi katındakilere (mukarrabin meleklerine överek) anlatır.” (Müslim) Kur’an ilmi halka halka memleketimizin her yerine yayılsın, dalga dalga bütün dünyaya sirayet etsin. Ta ki bütün insanlık Kur’an’ın bu hakikatlerinden istifade etsin. O zaman dünyanın ömrü uzar. Sadece insanlar değil kurt kuş bütün canlılar bu hakikatlerden istifade edenlere duacı olur. Buna dair Peygamber Efendimiz: “(…) Melekler ilim sohbetlerine katılmak isterler, kanatlarıyla onları okşarlar. Yaş ve kuru ne varsa, denizdeki balıklar ve diğer haşereler, karada yaşayan canlılar ve yırtıcı hayvanlar hep onların bağışlanmasını dilerler….” (Tergib ve Terhib)   Diğer bir husus da ilmin en büyük sadaka oluşudur. Sadaka ise bela ve musibetleri def eder. Peygamber Efendimizin, “Sadakanın en üstünü Müslümanın ilim öğrenip onu Müslüman kardeşine öğretmesidir.” (İbni Mace) hadisinin sırrınca Kur’an ilmi o kadar büyük bir sadakadır ki tahsili devam ettiği müddetçe insan ömrünü de dünyanın ömrünü de uzatır. Bunun tersi olur da Kur’an ilmi ref’ olursa arkası kıyamettir.  Ya Rab! Bize lütfun, ihsanın, ikramın olan Kur’an hakikatlerini tüm dünyaya ulaştırmak için bize güç ve kuvvet ver. Bizlere gayur, muhlis, fedakâr kardeşler ihsan eyle. Amin. Bi-hurmeti Seyyidi’l-murselin.

Mustafa YANKIN 01 Ekim
Konu resmiAfv Yolunu Tut!
İtikad

Kötülüğe kötülük her kişinin kârıdır. Kötülüğe iyilik er kişinin kârıdır.  Efendim, bir hikâye anlatılır. İki derviş seyahat ediyorlarmış. Yolda azgın bir nehre denk gelmişler. Nehrin kenarında beklemekte olan yaşlı bir kadın görmüşler. Dervişlerden birisi kadına dönüp, “İsterseniz sizi sırtımda karşıya geçirebilirim.” demiş, diğer dervişin şaşkın bakışları arasında… Kadın da memnun olurum diye cevaplamış. Derviş, yaşlı kadını sırtına almış ve azgın nehirden karşıya geçirmiş. Diğer derviş sessizlik içerisinde uzunca bir süre gittikten sonra diğer dervişe: - O kadını sırtına almayacaktın, demiş. Öteki derviş cevaben: - Kardeşim, ben o kadını nehrin karşı tarafına geçtiğimde sırtımdan indirdim ama görüyorum ki sen hala taşımaya devam ediyorsun. Bizler de bu hayat yolculuğunda halledemediğimiz, affedeme­diğimiz o kadar meseleyi sırtı­mızda taşıyoruz, yüreğimize yük ediyoruz ki... Aynen bilgisayarda arka planda çalışan, kapatılmayan dosyalar gibi beynimizde çalışıyor. Oysaki hayatta mükellef olduğumuz o kadar dini ve dünyevi mesuliyetlerimiz varken,  ömrümüz çok büyük bir süratle ölüme doğru yol alırken, geçmişten gelen yükleri taşımamızın manası var mı?  Evet, bu yükleri sırtımızdan, yüreğimizden atmanın çaresi, affetmekten, afv yolunu tutmaktan geçiyor. Her ne kadar nefse ağır gelse de en etkili yol afv yolunu tutmak... İksirimiz affetmek… Peki, Nasıl Affedebilirim? İnsan kendi şahsiyetine büyük değer verir. Onurunun kırılmasına göz yummaz. Kendisini aşağılayan davranışlara karşılık vermek ister. Ama bu sırada ölçüyü kaçırabilir, muhatabına haksızlık edebilir. Bu hususta direnen nefsimize, Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler rehberlik edecektir. Rabbimiz, ayet-i kerimelerde muhsin kullarını, öfkelerini yenip insanları bağışlamalarıyla vasıflandırıp övmektedir. Bir başka ayet-i kerimede ise şöyle buyrulur: “Kim de hakikaten sabreder ve affederse, şübhesiz bu, elbette azmedilecek (kararlılıkla istenecek) işlerdendir.” (Şura Suresi, 43) Bize affetmemizi emreden Rab­bimiz, insan beynini de affetmeye duyarlı bir şekilde yaratmıştır. Çünkü insan Allah-u Teâlâ’nın isimlerinin ve sıfatla­rının ayinesidir. Rabbimiz Afüvv’dür. Günahın karşılığı olan cezayı tamamen ortadan kaldırandır. Elbette, esma-i ila­hiyeye ayine olan insan, affede­bilme kabiliyetini de haizdir. Hem Rabbimizin affına nail olmanın yolu da affedebilmekten geçmektedir. Ebu Davud’dan nakledilen bir hadis-i şerifte (Tabiîn âlim­le­rin­den) Katade şöyle demiştir: “Sizler Ebu Damdan gibi de mi olamıyorsunuz? O sabah kalkınca şöyle dua ederdi: Allah’ım! Ben şerefim (hakkında konuşarak bana hakaret edenlere) hakkımı helal ettim.” Bu hadis İslam’ın zuhurundan önce yaşamış bir adamı methediyor. Kendisinde bulunan güzel ahlaktan dolayı övgüyle bahsediyor. Çünkü bu kişi her sabah uyandığında kendisine kötülük yapmış veya ona sövmüş veya arkasından konuşmuş kişileri affeder ve onlara karşı kin tutmazdı. Kalbinde de insanlardan birine kötülük barındırmazdı. Bu hadis Ebu Damdam’ı överek bizleri onun gibi affedici olmaya teşvik ediyor ve “Niçin onun gibi bu ahlakta olmaya güç yetiremiyorsunuz?” diyor. Hadiste bahsedilen, insanlar arasında ülfet ve muhabbetin yayılması ve insanların birbirine karşı müsamahakâr olması ve kötülük beslememesinin teşvik edilmesidir. Evet, belki de affetmemiz önün­­deki en büyük engel, “Bu sefer damarıma bastılar, haysiye­ti­me, onuruma dokundular. Çok faz­la kırgınım. Bunu kabul ede­mem” dememiz. Ardın­dan maale­sef yıllar süren küskünlük­ler, düşmanlıklar ve kalpteki kinler… Bu meyanda, Üstad Bediüz­za­man’ın Eskişehir hapishanesindeki şu kısa mektubu bizlere ışık tutacaktır: “Kardeşlerimden rica ediyorum ki: Sıkıntıdan veya ruh darlı­ğından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözlerle birbirinize küsmeyiniz ve haysiyetime dokundu demeyiniz. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mabeynindeki (arasındaki) mu­­hab­bete ve samimiyete feda ede­rim.” (Lemalar, 304) Bediüzzaman Hazretleri, burada çok önemli psikolojik ve sosyolojik tespitlerde bulunmuş. Biz bir fena ve çirkin söz ya da hal ile karşılaştığımızda hemen kendimize, benliğimize karşı bir savaş olarak algılıyoruz. Oysaki bunların ortaya çıkmasına birçok sebep olabilir. Kardeşimizin içinde bulunduğu, bizim bilmediğimiz bir sıkıntısı olabilir. Ruhu daralmış aslında, bir teselli arıyorken yanlış ifade etmiş olabilir. Veya bazı insanlar, bazı hususlarda daha hassastırlar, titizlikleri olabilir. Nefis ve şeytanın desiselerine kapılmış olabilir. Elbette her insanda nefis ve şeytan bulunduğundan her an bizim de yanlış yapma ihtimalimiz olduğunu unutmamak gerekir. Yahut kişi o an tam anlamıyla düşünememiş, bir şuursuzluk etmiş olabilir. Evvelen bu hata paylarını ayırmak gerekir. Müsamahakâr davranmak icab eder. “Ondan asla beklemezdim. Bunu nasıl söyledi, bunu nasıl yaptı.” diye büyük kelimeler etmemek gerekir. Beşer, elbet şaşar. Biz mümin kardeşimiz için lütufla ıslahtan başka bir yola sülûk etmemeliyiz. Aynı zamanda, Bediüzzaman Hazretleri kardeşleri, talebeleri arasındaki muhabbeti ve samimiyeti o kadar ehemmiyetli görmektedir ki, o fena ve çirkin sözleri kendi üzerine alarak, insanın ve dahi üstadın da çok değer verdiği izzet-i nefsini, haysiyetini feda etmektedir. Çünkü hayatında İslam kardeşliğini, muhabbeti, kalplerin birlik ve beraberliğini her zaman öncelemiştir. Bunun için, “Aman aman sakın uhuvvetinizi (kardeşliğinizi) bozmayınız.” diyerek sık sık tembihlerde bulunmuştur. Öyle ise; bizler de eğer kalplerimizde bir küskünlük varsa, ailemizden, eşimizden, dostumuzdan, akrabalarımızdan bunları affetmeli, yeni bir sayfa açmalıyız. Helalleşmek için geç kalmamalıyız. Zira yapılan fenalığa karşılık vermek kolay bir iştir. Bunu herkes yapabilir. Asıl düşmanı­mız olan nefsimiz, fazilete erişmemize, Cenab-ı Hakkın takdir ettiği iyi kimseler safına geçmemize devamlı surette engel olmaktadır.  Fakat nefsine söz geçiren büyük ruhlu alicenap insanlar bu engeli aşan yüksek şahsiyetlerdir. Ne güzel demişler: Kötülüğe kötülük her kişinin kârıdır. Kötülüğe iyilik er kişinin kâ­rı­dır.

Hifa ÖZDEMİR 01 Ekim
Konu resmiBir Ateistle Hasbihal
İnsan

Tesadüf: Ateistlerin Tanrısı Hayatta zaman zaman tuhaf tesadüflerle karşılaşırız. Tesadüflerin varlığını Allah’a inanan da inanmayan da kabul eder. Yalnız, Allah’a inananlar bu tesadüflerin bizim açımızdan ve bize göre olduğunu, Allah’a nispet edildiğinde tesadüf zannedilen her şeyde bir hikmet olduğunu, onların yine belli bir ölçü ve kurala göre gerçekleştiğini kabul ederler. Bu yüzden tesadüf değil de tevafuk kelimesini tercih ederler. Tesadüfler vardır, fakat ateistler bu tesadüfleri aşırı derecede abartmışlar ve tesadüfü Allah’ın yerine koyarak meydana gelen her şeyi tesadüfle izah etmeye çalışmışlardır. Evrim felsefesi de tesadüf üzeri­ne oturtulmuştur. Varlıkların te­sa­düfen ve belli bir gayeyi ta­kip etmeden değiştiği iddia edil­­miştir. Yapılan izahlar akl-ı se­lim sahibi bir kimseyi ikna ede­cek derecede değildir. Bu ko­nu abartıldığı için ister istemez konuyu biraz uzunca ele alacağım. Uzunluğundan dolayı şimdiden özür diliyorum. BİR TESADÜF HİKÂYESİ:  SAYGIN KEL ADAMIN ÖLÜMÜ Abdera’da zengin ve saygın, kafası pırıl pırıl parlayan kel bir adam yaşarmış. Bir gün tuhaf bir olay olmuş, bu saygın ve kel adam, kafasına gökten bir kaplumbağanın düşmesi sonucu ölmüş. Bu ölüm şeklini Abdera halkı hiç anlayamamış. Bir kaplumbağanın gökte ne işi olduğunu çözememişler. Oldu da gökte bir şekilde bulunuyordu, gelip kel, saygın, zengin adamın kafasına nasıl düştüğünü hiç hayra yoramamışlar. O halde nasıl olmuş da kaplumbağa göğe çıkıp, zavallı saygın kel adamın tam da başına düşmüş? Hikâyenin ayrıntısı dedikodular içinde unutulmuş; Abderalı bir ayakkabı ustası, kaplumbağanın saygın kel adamın kafasına düşmesinden önce, gökte dev bir kartal gördüğünü anlatmış ama bunu kimse önemsememiş. Olay Abdera’da çok çeşitli söylentilere yol açmış. Sonunda kaplumbağanın saygın kel adamın kafasına düşmesinin talihsizlik olduğuna karar vermişler, ama şunu sormaktan da kendilerini alamamışlar. Koskoca Abdera kentinin en talihsiz kişisi, üstelik de saygın bir yeri olan, kel ve saygın adam mıydı? Sonunda saygın kel adamın atalarından birinin büyük bir suç işlediğine karar verilmiş ve bir şekilde cezalandırma olarak kayıtlara geçmiş. Ta ki Demokritos’a soruluncaya kadar. Demokritos’un açıklaması son derece basit olmuş: “Kartallar kaplumbağa etini severler. Severler ama bir kartal ne kadar uğraşırsa uğraşsın, kaplumbağanın kalın kabuğunu delip etini yiyemez. Bu nedenle de yerden kapıp havalandığı kaplumbağayı yüksekten, parlak ve sivri bir kayayı gözüne kestirip onun üzerine bırakır. Böylelikle kaplumbağanın kabuğu kırılır, kartal da kaplumbağanın etini yer.” Çevresindekiler “Bunun saygın kel adamın ölümüyle ne ilgisi var?” diye sormuşlar. Demokritos, “Kartal, kentin saygın kel adamının güneşte parlayan kafasını görünce, adamın kel kafasını sivri bir kaya parçası olarak düşünüp kaplumbağayı saygın kel adamın kafasının üzerine bıraktığını, bunun da normal bir şey olduğunu” söylemiş. Kaplumbağa da adamın kafasına çarpınca adam ölmüştür.1 Kıssadan hisse: Tesadüf zannettiğiniz şey tesadüf olmayabilir. Evrim ve Tesadüf Evrim haricinde hiçbir bilim dalında tesadüflerden bahsedilmez. Bilimsel olduğu iddia edilen evrim bu konuda bir istisna teşkil eder. Nitekim bir evrimci de buna dikkat çekerek: “Darwinizmin diğer önemli bir özelliği de şansın rolünü daha önceki bilimsel teorilerin yapmadığı bir biçimde kabul etmesidir.” demiştir.2 İlk defa Darwin evrimin izahın­da tesadüflere yer verdiğinde çağ­daşları tarafından tenkit edil­­miştir. Bir evrimci bu yüzden, “Darwin rastlantıyı devre­ye sokarken birçok çağdaşını hay­­rete düşürmüştür.” demiştir.3 Bütün evrimciler de hayrete düşürücü izahlarıyla Darwin’i takip etmişlerdir. Örneğin evrimci Profesör Ali Demirsoy şöyle diyor: “Evrimsel çizgi bo­yunca, özel koşullara uyum yap­mak için farklı birçok yol, ev­rim çizgisinin her noktasında et­kisini göstermiştir. Yolların seçiminde şans rol oynamıştır. Bu, devamlı çatallaşan bir yolda insanların yürümesi gibi bir şeydir. Her kavşak ayrı bir sonucun başlangıcıdır. İnsan oluncaya kadar da birçok kav­şak­tan geçilmiş ve her defa­sında belirli bir şans rol oynamıştır. Tekrar bu şansın ya­şanması ve bilmeyen için her zaman aynı yolun izlenmesi olanaksız görülmektedir.”4 Bütün fen bilimleri konularını gözlem ve deneylere dayalı ispatlarla ortaya koyarlar. Hepsi ortaklaşa tabiattaki kanunların varlığından bahsederler ve hiçbiri tesadüften bahsetmez. Evrimin dünyanın güneş etrafında dönmesi gibi ispat edildiğini savunan evrimciler ise, gözlem ve deneyin mümkün olmadığı konularda problemi çok basit ve ucuz bir şekilde tesadüfle açıklayarak işin içinden çıkmışlardır. Üstelik bir takım felsefi izahlarla (demagojiyle) bazı insanlara fikirlerini kabul ettirmeyi de başarmışlardır. Tesadüflerin ispatı yoktur. İspata dayanmayan bu tür izahların tamamen reddedilmesi gerekirken bilimsel olduğu iddia edilen kitaplarda yer alması büyük bir talihsizliktir. Evrimin tesadüfle izah edilmesi pek çok eleştirileri de beraberinde getirmiştir. Karmaşık (kompleks) fakat harikulade bir düzene sahip bu canlı varlıklar nasıl oldu da tesadüfen meydana geldi? Bu soruya evrimciler birtakım ihtimallere dayalı değişik izahlar getirmeye çalışmışlardır. Bu tür izahların çoğu gözleme ve deneye dayanmayan, akıl sınırlarını zorlayan, son derece can sıkıcı spekülatif izahlardır. Tesadüfe dayalı bu izahlar bazı evrimcileri de rahatsız etmiş olmalı ki konuyu şöyle müdafaa etmek zorunda kalmışlardır: “Peki tüm bunlar ve çok daha fazlası bir seferde mi oldu? Yani her şey, “Bir kasırganın bir hurdalığa girmesi sonucu rastlantısal bir şekilde bir Boeing-747’nin oluşması” gibi ya da “Rastgele dökülen boyaların Mona Lisa tablosu oluşturması” gibi ya da “Şempanzelerin rastgele tuşlara basarak Hamlet’i yazması” gibi bir anda mı oluvermiştir? Asla! Evrimsel Biyoloji asla böyle bir iddiada bulunmamıştır ve bulunmayacaktır da.”5 Yazara göre her şey bir anda değil yavaş yavaş fakat yine tesadüfen olmuştur.6 Bu iddia da problemi çözmeye yeterli olmayan bir iddiadır. Şöyle ki; Washington Üniversitesi'ndeki mühendislerin tahminine göre normal bir insan hücresinde 1014 civarında, diğer bir deyişle 100.000.000.000.000 (100 trilyon) atom bulunmaktadır. (İlginç bir şekilde, insan vücudundaki hücrelerin sayısı da tahminlere göre hücredeki atomlar kadardır.)7 100 trilyon atom yavaş yavaş fakat tesadüfen bir araya gelerek hücreyi nasıl oluşturdu? Bu tesadüfen oluşum ne kadar zamanda oldu? Evrimle ilgili kitaplarda maalesef bu sorunun akla uygun, tatmin edici bir cevabını bulamıyoruz. İhtimal Hesapları ve Tesadüf Burada tesadüfün olasılık (ihtimal) hesapları açısından durumunu ele alalım: Elimizde 1’den 10’a kadar rakamlanmış pullar olsun. Bu pulları bir torbaya koyup rastgele çektiğimizde 1 rakamının gelme ihtimali 10’da birdir. Fakat pulların birden ona kadar sırayla çıkma ihtimali ise 10 milyarda (10.000.000.000) bir ihtimaldir. Üstelik bu bir ihtimaldir. Yani 10 milyar defa pulları çekme işini tekrarladığımız zaman, 10 milyara geldiğimizde bu pullar sırayla muhakkak çıkacak diye bir kural da yoktur. Eğer yalnızca 1’den 10’a kadar pulların sırayla çıkması 10 milyarda 1 ihtimal ise, 100 trilyon pulun sistematik olarak sıralı bir şekilde dizilmesi kaçta kaç ihtimaldir? Çünkü yaşadığımız bu âlemde 100 trilyonu kat kat geçen pullar -örneğin hücredeki atomlar- sırayla dizilmiş bir vaziyetteler ve tesadüfü yalanlıyorlar. Maymunlar ve Tesadüf Yukarıda evrimci bir yazarın: “Şempanzelerin rastgele tuşlara basarak Hamlet’i yazması gibi tesadüfen varlıklar meydana gelmiştir demiyoruz.” şeklinde sözünü alıntılamıştım. Her ne kadar yazar böyle bir şey söylemiyoruz dese de, böyle bir iddiada bulunan ateistler vardı. Örneğin; Emile Borel 1913 yılında yayınlanan bir makalesinde, klavyenin tuşlarına rastgele basmakta olan bir maymunun yeterli zaman verildiğinde Shakespeare’in bütün eserlerini yazabileceğini iddia etmişti. İngiliz hekim Arthur Eddington da, 1927 yılında Edinburgh Üniversitesinde ders verdiğinde, “Parmaklarımı daktilonun tuşları üzerinde tembelce gezdirirsem, bu çabamın sonunda, ‘belki de’ ortaya anlaşılır bir cümle çıkabilir. Bir maymun ordusu daktilonun tuşlarını tıngırdatıp durursa, belki de Britanya Müzesindeki bütün kitapları yazabilirler.” demişti.8 Bilim adamları bu iddianın doğru olup olmadığını test etmek için, İngiliz Ulusal Sanat Konseyi’nde, altı maymunun olduğu bir kafese bilgisayar koydular. Bir ay boyunca maymunlar bilgisayar tuşlarına rastgele vurdu. Bir ay sonra maymunların rastgele yazdığı elli sayfa çıkarıldı. Yazılar kontrol edildi. Elli sayfa içinde anlamlı tek bir kelime bile yoktu. İngilizcede bilindiği gibi “I” tek bir harftir ve “Ben” anlamına gelir. Fakat bu harften önce ve sonra boşluk varsa, bu bir anlama gelmektedir. Maymunların elli sayfalık yazılarında bu bile yoktu.9  Elli sayfalık yazıda tesadüfen anlamlı, mantıklı bir kelime bile olmazsa, bir maymunun Şekspir’in bir eserini veya eserin bir sayfasını tesadüfen yazması ne kadar mümkündür? Kâinattaki her bir canlı varlık, hatta bu canlıların hücreleri bile Şekspir’in eserlerinden daha harika özelliklere sahiptir. Bu konuda Carl Sagan, “Basit bir hücrenin bilgi muhtevasının Britannica Ansiklopedi­si­­nin yüz milyon sayfasına eş değer bir bilgi ihtiva ettiği tah­min edilmektedir.”10 diyor. Sa­gan’ın bu sözünü, her cildi 1000 sayfa olan 100.000 kitabı içe­ren bir kütüphane diyerek tarif etmemiz mümkündür. Bir kelime bile tesadüfen meydana gelmiyorsa bir kütüphane nasıl tesadüfen meydana gelebilir? Bu yö­nüyle canlı varlıkların tesadü­fen meydana gelmesi delilsiz bir iddia olmaktan öteye gidemez. Kompleks Yapılar ve Evrim Tesadüf, genelde basit bir şeyin oluşmasına sebep olabilir. (Tabi ki bu da tartışmaya açık.) Fakat kompleks yani oldukça karmaşık, bununla beraber oldukça düzenli, intizamlı bir varlığın vücuda gelmesine vesile olamaz. Üstelik komplekslik arttıkça tesadüf ihtimali de o nispette azalır. Nitekim Darwin de bunu kabul ederek “Türlerin Kökeni” adlı kitabında şöyle diyordu: “Şayet art arda gelen sayısız, yavaş ve ufak değişimlerle oluşması mümkün olmayan kompleks bir organ keşfedilebilirse benim teorim çökecektir.”11 Art arda gelen sayısız, yavaş ve ufak değişimlerle oluşması mümkün olmayan bir değil pek çok kompleks organ keşfedilmiştir. Böylelikle Darwin’in ifadesine göre evrim teorisi çök­müştür. Fakat bu, evrimciler tarafından hâlâ kabullenileme­miştir. Bu kompleks yapılara hücre, göz ve insan vücudu örnek olarak verilebilir. Sırayla ele alalım: Hücre Kıymetli arkadaşım! Oda manasına gelen hücre, canlı varlıkların yapı ve görev bakımından en küçük parçasıdır. Bu küçük odacıklardan oluşmuş bir buğday filizi, kule; küçük hayvanlar, odalardan müteşekkil bir saray; insan ve diğer büyük canlılar ise büyük bir hücre şehri gibidir. Bir hücrenin genişliği ortalama 0.02 mm olup, gözle görülemeyecek kadar küçüktür. Bununla beraber sanat yönünden harikulade bir büyüklüğü vardır. Bir hücre 100 bin kere milyon atomun bir araya gelmesiyle oluşmuş, mükemmel şekilde dizayn edilmiş binlerce girift moleküler makine içeren, gerçek bir mikro minyatür fabrika gibidir.12 Yalnız şunu da unutmayalım; atomlar hücrede çuvalın içinde duran patatesler gibi durmuyorlar, daima hareketli ve faal olarak çalışıyorlar. Bu trilyonlarca atomlar arasında harikulade bir irtibat ve faaliyetlerinde mükemmel bir uyum var. Bütün bu faaliyetleri yazmaya kalktığımız zaman da insanı idrakten aciz kılacak bir bilgi yığınıyla karşı karşıya kalıyoruz. Sorulması gereken soru şu: Hücre kendiliğinden veya tesadüfen oluştuysa bu nasıl oldu? Bu konunun -demagoji yapmadan, birtakım mantık oyunlarına sapmadan- bizi ikna ve tatmin edecek mantıklı bir izahı var mı? Hücre ve Tesadüf Bir canlının genetik yapısı hücre içerisinde kromozomlarda şifrelenmiştir. Kromozomların yapısında da DNA vardır. DNA’ lar da proteinlerden meydana gelmiştir. Proteinler de aminoasitlerden hâsıl olmaktadır. [Yani: Hücre - Kromozom - DNA - Protein - Aminoasit.] Bir protein ortalama 450 aminoasitten meydana gelmektedir. 20 çeşit aminoasit bulunduğuna göre, 20450 kombinasyon söz konusudur. Bu da 10400 ihtimalde bir ihtimaldir. Yani bir rakamının önüne 400 tane sıfır koyacaksınız. İşte bir proteinin tesadüfen meydana gelme ihtimali 1’in önünde 400 sıfır olan bir değerde bir ihtimaldir. Bunun manası da, bu kadar kombinasyon içinde bir seferde şans eseri belli bir proteinin meydana gelme ihtimali matematik olarak sıfırdır.13 Profesör Nevzat Tarhan şöyle diyor: “DNA zincirimizde Telomer adında bir protein molekülü vardır. Telomer, DNA’nın ömrünü yani kaç defa bölünebileceğini belirler. Matematikte olasılık hesaplarına göre 1050 imkânsız kabul edilir. Telomerin kendi kendine rüzgâr ve şimşeklerle dizilme olasılığı 10652’dir. Yani olasılık hesaplarına göre 1050’nin çok üstündedir ve bu da tesadüfî varoluşun imkân­sız olduğunu göstermektedir. DNA’nın tek bir protein molekülünün bile bu derece ince bir hesaba dayanması, evreni de tesadüfî varoluşla açıklamanın imkân dışı olduğunu gösterir.”14 Bu ihtimaller, hücrenin içindeki sayısız protein moleküllerinden biriyle ilgili ihtimallerdir. Hücre ve hücrelerin birleşmesiyle oluşan organlar için durum daha farklıdır. Vücudumuzdaki yalnızca bir proteinin bile tesadüfen oluşması imkân dışı olursa hücre, organ ve sistemlerin durumu ne olur, bir düşünelim. Çaresizlik, Önyargı ve Ateizm Bu karmaşık yapıya sahip hücreyi ve hücrenin alt bileşenlerini ilim, irade, kudret sahibi bir zatın yaratmış olması mı akla uygundur, yoksa bütün bunların tesadüfen olması mı akla uygundur? Evrimciler hücrenin tesadüfen oluştuğunu söylemişlerdir, fakat bunun nasıl olduğunu şimdiye kadar açıklayamamışlardır. Bu konuda bir evrimci olan Prof. Ali Demirsoy şöyle diyor: “Özünde [hücredeki] bir sitok­rom-c’nin15 dizilimini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belirli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az olasılığa sahiptir denebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O zaman birinci varsayımı irdelemek gerekir.16 İşte burası önyargının devreye girdiği yerdir. İlim, irade ve kudret sahibi doğaüstü bir gü­cü kabul etmek bilime aykırı de­ğildir. Fakat önyargılı olmak bilime aykırıdır. Sayın profesör, hücrenin değil, hücredeki bir sitokrom-c molekülünün bile kendiliğinden meydana gelmesinin imkânsız olduğunu kabul ediyor, “Burada doğa dışı bir etken devreye girmiş olmalıdır.” demesi gerekirken tam tersine önyargısından dolayı “Allah’ı kabul etmektense bu saçma fikri kabul etmemiz gerekir.” demek istiyor. Bu tür anlayışta olanlara bakın merhum Bosnalı lider Ali İzzet Begoviç ne diyor: “Şu paradoks nasıl izah edilebilir: Arkeolojik kazılar sırasında karşılıklı bir münasebet içinde bulunan veya bir gayeye uygun bir şekilde düzenlenmiş iki taşa rastlandığında, bunların çok eski bir zamanda yaşamış insanların bir eseri olduğu kanaatine varılır. Fakat bu taşların yanında bir insan kafatası bulunursa -ki bir aletle yapılan taştan namütenahi daha mükemmeldir- o zaman kafatasının şuur sahibi bir varlığın [yani Allah’ın] eseri olduğu tasavvuruna yanaşmak bile istenilmez. O kadar mükemmel bir şekilde yapılan kafatası ve iskelet, aklın veya şuurun tavassutu olmadan kendiliğinden veya tesadüfen oluşmuş! Allah’ı inkâr etmekte insan ne kadar inatçıdır, değil mi?”17 Yani resim kendiliğinden ve tesadüfen meydana gelemez, fakat ondan daha harika olan ressam kendiliğinden ve tesadüfen oluşmuştur. Bu tür bir akıl yürütme ister istemez ateistlerin düşünce esnasında çifte standart uyguladıklarını ve önyargılı olduklarını göstermektedir. Hâlbuki onlar her fırsatta Allah’a inananları bağnaz ve önyargılı olmakla itham edegelmişlerdir. Darwin’in Kara Kutusu: Hücre Bütün bilim adamları Ali Demirsoy gibi önyargılı değil elbette. Onun doğaüstü gücü reddettiği yerlerde doğaüstü bir gücün olması gerektiğini kabul eden bilim adamları da sayılamayacak kadar çok. Onlardan birisi Michael Behe. Michael Behe, çocukluk ve gençlik yıllarında evrimin bütün meseleleri hallettiğini zannediyordu. Yani bir evrimciydi. Fakat üniversitede moleküler kimya alanında derinleşmeye başladıktan sonra evrimin her şeyi hallettiği iddiasının boş bir slogan olduğunu, hakikatte evrimin hiçbir şeyi halletmediğini gördü.18 Yazmış olduğu “Darwin’in Kara Kutusu” adlı kitap Darwinciliğe yönelik en önemli eleştiri olarak kabul edilmektedir. Behe kitabında şöyle diyor: “Modern biyokimya son kırk yılda hücrenin sırlarını çözmüştür. Bu ilerleme kolay olmamıştı. On binlerce gönüllünün, hayatlarının en güzel dönemlerini sıkıcı laboratuar çalışmalarına vermesi gerekmiştir. Hücreyi -yani hayatın moleküler seviyesini- incelemek için harcanan bu birikmiş çabaların sonucu, yüksek sesli, net ve delici bir çığlıktır: “Tasarım!” Sonuç gayet açık ve önemlidir. Öyle ki bilim tarihindeki en büyük başarılardan birisi sayılmalıdır. Bu buluş Newton ile Einstein, Lavoisier ile Schrödinger, Pasteur ve Darwin’e muhalefet etmektedir. Hayattaki akıllı tasarımın keşfi, dünyanın güneş etrafında döndüğünün, hastalıklara bakterilerin sebep olduğunun ya da radyasyonun kuantumdan yayıldığının keşfi kadar önemlidir. Yıllarca süren yoğun çabaların ardından elde edilen bu zaferin büyüklüğü, dünyanın her tarafındaki laboratuarlarda şenlikler yapılması gerektiğini düşündürmektedir. Hep bir ağızdan “Eureka! Eureka!” [Buldum! Buldum!] diye bağırılmalıydı, insanlar sevinçle ellerini çırpmalıydı. Ama olmadı. Hücrenin belirgin karmaşıklığı karşısında etrafı meraklı ve utangaç bir sessizlik kapladı. Durum açıklandığı zaman ayaklar dolaşmaya, nefes alıp vermeler zorlaşmaya başladı, insanlar kendi başlarına biraz daha rahattı, çoğu gördüğünü açıkça kabul etti. Ancak daha sonra yere bakıp başlarını sallayarak işi oluruna bıraktılar. Bilim dünyası bu sarsıcı keşfi benimsemekte neden isteksiz davrandı? Tasarım neden entelektüel bir perspektiften ele alındı? Çelişkinin sebebi, filin bir tarafında akıllı tasarım yazarken diğer yanında da Allah yazmasıdır.”19 Kısaca, hücre hakkında yapılan bilimsel araştırmalar onun karmaşık fakat düzenli yapısını göstermiş, bu da ister istemez hücrenin kendiliğinden olamayacağını, bunu doğaüstü bir gücün yani Allah’ın yaratması gerektiğini ortaya koymuştur. Fakat bilim adamları bunu sessizce geçiştirmişlerdir. Bu durum, delillere rağmen bilim adamlarının Allah’ın varlığını kabul etmek istemediklerini göstermektedir. Diğer ifadeyle, “Aramızda Kalsın Tanrı Var” adlı kitabın yazarı John Lennoks’un dediği gibi, “Bugün bilim Allah’ın varlığını gösteriyor. Fakat bazıları bunu kabul edecek durumda değil.” Göz Nasıl Oluştu? Hücre karmaşık fakat harikulade düzenli yapısıyla tesadüfen oluşmadığını göstermektedir. Canlı varlıklardaki pek çok organın bu konuda hücreden farkı yoktur. Örneğin gözün yapısı da karmaşık ve düzenlidir. Yavaş yavaş, tedrici olarak tesadüfen oluşması mümkün değildir. Başta Darwin olmak üzere pek çok evrimci bu konuyu izah etmekte zorlanmışlardır. Örneğin Darwin şöyle diyor: “Gözün odağını farklı uzaklıklara uydurması, içeri bırakılacak ışık tutarını ayarlaması, küresel ve renksel sapmayı (aberration) düzeltmesi gibi eşsiz düzenlenişlerinin tümünün doğal seçmeyle oluşabildiğini düşünmenin pek saçma göründüğünü açık yürekle itiraf ederim.”20 Evrimci Cemal Yıldırım da şöyle diyor: “Kuşkusuz evrim kuramının bugün bile çeşitli noktalarda yetersizliği gösterilebilir. Bilindiği gibi, ‘canlı’ dediğimiz organizma değişik işlevli organlarıyla koordine edilmiş bir bütündür. Bir parçasında oluşan bir aksaklık organizmanın tümünün işleyişini etkiler. Örneğin, görme işlevine ilişkin yapılaşmayı alalım. Görmek için çok sayıda düzeneğin işbirliğine ihtiyaç vardır: Göz ve gözün iç düzeneklerinin yanı sıra beyindeki özel merkezlerle göz arasındaki bağıntılardan söz edilebilir. Bu karmaşık yapılaşma nasıl oluşmuştur? Biyologlara göre evrim sürecinde, gözün oluşumunda ilk adım kimi ilkel canlılarda deri üzerinde ışığa duyarlı küçük bir bölümün belirmesiyle atılmıştır. Ancak doğal seleksiyonda bu kadarcık bir oluşumun kendi başına canlıya sağladığı avantaj ne olabilir? Öyle bir oluşumla birlikte beyinde görsel merkez ile ona bağlı sinir ağının da kurulması gerekir. Oldukça karmaşık olan bu birbirine bağlı düzenekler kurulmadıkça ‘görme’ dediğimiz olayın ortaya çıkması beklenemez. Darwin varyasyonların rasgele ortaya çıktığı inancındaydı. Öyle olsaydı, görmenin gerektirdiği o kadar çok sayıda varyasyonun organizmanın değişik yerlerinde aynı zamanda oluşup uyum kurması gizemli bir bilmeceye dönüşmez miydi? Darwinciliğin mekanik anlayışına karşı çıkan filozof Henri Bergson da bu konuda şöyle diyor: “Nasıl olur da sonsuz denecek kadar çok birtakım küçük varyasyonlar, eğer bu varyasyonlar salt rastlantı ise, evrimin birbirinden bağımsız iki kolu üzerinde aynı planı izlesin? Evet, nasıl olur da tek tek alındığında hiçbir işe yaramayan birtakım varyasyonlar iki kolda da doğal seleksiyonla aynı sıra veya düzende korunarak biriktirilmiş olsun?” Gözün tesadüfen ortaya çıkı­şıyla ilgili evrimcilerin bazı za­yıf iddialarını zikreden yazar, “Darwincilerin bu soruya do­yurucu yanıt verip vermedik­leri tartışılabilir” demektedir.21 Evrimci Ali Demirsoy da şöyle diyor: “Üçüncü bir itiraza da cevap vermek oldukça zordur. Karmaşık bir organın fayda sağlasa da birden oluşması nasıl olmuştur. Örneğin omurgalılar­daki gözün merceği, retinası, optik sinir ve görmek için etkili olan diğer kısımları birden nasıl oluşmaktadır? Çünkü doğal seçme görme sinirinden ayrı olarak retina üzerinden seçici olamaz. Mercek oluşsa dahi retina olmadan anlam taşımaz. Görmek için tüm yapıların beraberce geliştirilmesi kaçınılmazdır. Ayrı ayrı geliştirilen kısımları kullanılmayacağı için hem anlamsız olacak, hem de belki zamanla ortadan kalkacaktır. Aynı zamanda hepsini birden geliştirmek de tahmin edilemeyecek kadar küçük ihtimallerin bir araya gelmesini gerektirmektedir.”22 “Tam oluşmuş bir gözün meydana gelmesi (memeli gözü gibi) birkaç yüz milyon yıldan daha eskiye uzanmaz. Bu kadar karmaşık bir organın bu kadar kısa sürede oluşması evrimsel bir mucize olarak kabul edilmektedir.”23 Allah’ı ve mucizeyi inkâr edenlerin, kendi düşüncelerini, felsefelerini mucizeyle açıklaması oldukça ilginç görünüyor. İnsan Vücudu Hücre ve göz karmaşık olduğu gibi pek çok organın bir araya gelip sistemleri, onların da insan vücudunu teşkil etmeleri daha karmaşık ve daha zordur. İnsan vücudu bilindiği gibi sinir sistemi, solunum sistemi, sindirim sistemi, boşaltım sistemi gibi sistemlerden oluşur. Bu sistemlerden biri olmazsa veya sistemi meydana getiren organlardan biri olmadığında organizmanın var olması veya yaşaması mümkün değildir. Bir sistemdeki herhangi bir organ diğer organlara muhtaç olduğu gibi, her sistem de diğer sistemlere muhtaçtır. Çünkü biri olmadan diğerleri olmaz veya yapılacak faaliyet gerçekleştirilemez. Hücrenin Yeniden Yapımı Hücre tesadüfen olduysa, bugün bilinçli insanlar kast ve şuurla niçin bir hücre yapamıyorlar? Hatta ölmüş bir insanı -bütün malzemeler mevcut olduğu halde- niçin hayata döndüremiyorlar? Eğer sanatlı varlıklar tesadüfen oluyorsa, kasıtlı bilinçli bir şekilde niçin olmuyor? Örneğin, bir hücre tesadüfen olmuşsa, bilinçli insanlar elementleri alıp niçin bir hücre yapamıyorlar? Kaynaklar: 1- Ahmet Mümtaz İdil, Saygın Kel Adamın Ölümü2- Dünü ve Bugünüyle Evrim Teorisi, 1593- Charles Devillers - Henri Tintant, Evrim Kuramı Üzerine Sorular, 394- Kalıtım ve Evrim, s. 7015- Çağrı Mert, Evrim Kuramı ve Mekanizmaları, 406- Çağrı Mert, Evrim Kuramı ve Mekanizmaları, 507- https://www.thoughtco.com/how-many-atoms-in-human-cell-603882 (erişim: 12.02.19)8- https://www.matematiksel.org/rastlantilar-sonsuz-maymun-teoremi/9- Antony Flew, Yanılmışım Tanrı Varmış, Profil y, İst, 2008, s. 80.10- Selahattin Çelik-Hüseyin Kılıç, Evrim Teorisinin Çıkmazları, (I. Uluslar Arası Bilimler Işığında Yaratılış Kongresi), Şanlıurfa, 2018, s. 767.11- John Lennoks, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 170.12- John Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 16713- https://sorularlaislamiyet.com/paul-davisin-proteinlerle-ilgili-hesaplamasina-karsi-cikan-bilim-adami-yok-mudur().14- Nevzat Tarhan, İnanç Psikolojisi, Timaş y, 2009, s. 3615- Sitokrom-c: Hücrelerdeki solunum işlevinin bir parçası olan mitokondrilerde oksijeni bir yandan öbür yana taşıma görevini yüklenen moleküldür. Ali Demirsoy’un bu konuda başka bir izahı için bkz: https://evrimteorisionline.com/2011/05/12/sitokrom-c/16- Kalıtım ve evrim, s. 61 17- Aliya, 7518- Lee Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü?19- Behe, 26920- Darwin, Türlerin Kökeni, 105.21- Evrim Kuramı ve Bağnazlık, 2022- Ali Demirsoy, Kalıtım ve  Evrim, s. 47423- Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, s. 161

İdris TÜZÜN 01 Ekim
Konu resmiPost Modern Cahiliyet: Kadına Şiddet
Aile ve Çocuk

Önce “Son yıllarda kadınlara yönelik şiddet arttı.” diye başladı medya haberleri, daha sonra “Son aylarda arttı.” olarak dönüştü, şimdilerde ise artık “Son günlerde…” safhasında...  Gün geçmiyor ki ceza kanunundaki tarif ve tasvirle “Hunharca ve canavarca hisle, tasarlayarak…” bir kadın cinayete kurban edilmesin. Bir kadın cinayeti, uhdesinde çoğu zaman hem evlat acısını hem de anne acısını taşıyabilmekte, öldürülen anne aynı zamanda bir başkasının da evladı, neticede evlatsız bırakılan anneler, annesiz bırakılan evlatlar tablosu ortaya çıkmakta. Dahası, şiddet sadece bu kadarla sınırlı da değil. Ebeveynlerini öldüren evlatlar, evlatlarını öldüren ebeveynler, başkalarının evlatlarını öldüren caniler… Öldürülen çocuklar, öldürülen erkekler, öldürülen kadınlar, öl­dürülen bebekler… Hem coğ­­rafyamızda hem komşu coğ­­rafyalarımızda, hem küresel ölçekte bireysel şiddet ve gözü dönmüşlük evde, okulda, trafikte, iş yerlerinde, sokakta her yerde alabildiğine yayılmış ve yayılmaya devam etmektedir. Arızi bir davranışın bu kadar yaygınlaşması toplumsal bir problem olduğunun tezahürüdür ve münferit hadiseler olarak değerlendirilme ölçeğini çoktan aşmıştır. Oysa şiddetin zamana yayılı şekilde; yıllardan, aylara, aylardan günlere artış yönlü bu dönüşüm sürecinde, toplumun eğitim ve okullaşma oranı ise daha farklı bir seyir izlemekteydi. Hemen hemen herkesin en az liseye kadar zaten eğitim gördüğü, on yılı aşkın süredir ise her ilde üniversite olduğu, öğrenim görmek üzere üniversitelere yerleşmenin ise neredeyse üniversite yerleşme sınava girip çıkmakla eşdeğer olduğu bir dönemle karşı karşıyayız. Hatta bir üniversiteyi okurken başka bir derecede programlara kayıt olabilme, ikinci üniversiteler okuyabilme imkânına sahibiz toplum olarak. Lisansüstüne kayıt ve mezuniyet rakamları da tırmanmakta yıldan yıla… …Ama olmuyor, yine de bir türlü önlenemiyor… Önleyemiyoruz. Bir hususta ayrıca ve ilavece bilgi edinmenin, bilgiye alternatif kaynaklarla da ulaşmanın, insanlık tarihi içerisinde en kolay olduğu zamanlarda yaşıyoruz. İnternet ve TV’lerden bilgi sağanağı altındayız. Kadına yönelik şiddetin ne kadar insanlık dışı olduğu da hemen her vesile ile topluma bu kanallardan iletiliyor. Her kadın cinayetinde, sosyal medya üzerinden farkındalık ve bilinç oluşturma çalışmaları yapılıyor. Reklamlar, kamu spotları, sanat camiasının çağrıları… …Ama olmuyor, yine de bir türlü önlenemiyor… Önleyemiyoruz. Yüzyıllar ve binyıllar önce yaşamış insanlardan daha çok şeyi biliyoruz. Onlar kendileri için gelecek olan, bizim için şimdi geçmiş olan tecrübelere vakıf değillerdi. Bizden önceki bilinen tüm devirlerde bilinebilecek ne varsa biliyoruz. İyi-kötü, doğru-yanlış, mukayese yapılabilecek tüm tecrübelere sahibiz. Toplumsal olarak ilkel kabul edilebilecek devirlerde, kurumsallığı zayıf toplumsal organizasyonlar çağında değiliz. Antik devirlerden günümüze “İdeal toplum ve devlet düzeni nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap araya araya, çok sayıda cevap biriktire biriktire gelen insanlık çağındayız. Hem Rousseau’dan hem Aristo’dan haberdarız. Hem İkinci Dünya savaşını biliyoruz hem de M.Ö 400’lü yıllarda olan Peleponezya savaşlarını biliyoruz. Hem Moğol istilasını biliyoruz hem Ay’a ayak basıldığını… …Ama olmuyor, yine de bir türlü önlenemiyor… Önleyemiyoruz. Çok sayıda yazar, okur, çizer takımına sahibiz. Çağımızın aydınlarından haberdarız ve yazılarını gün be gün anında okuma şansına sahibiz. Her kadın cinayetinden sonra, değerlendirmelerini, eğitim şart, toplum bilinçlendirilmeli vs. vs. vs. türevli yazılara rağmen… …Ama olmuyor, yine de bir türlü önlenemiyor… Önleyemiyoruz. Artık hiçbir şeyin gizli kalınamayacağı bir çağdayız. Kentlerin her tarafının, her sokağının, her köşe başının, her meydanının kameralar ile donatıldığı mekânlarda yaşıyoruz. Gözlerden ve kameralardan uzak işlenen suçlarda her türlü teknolojik araçlar ile zanlıya mutlaka ulaşılabileceğini biliyoruz. Dağda, ormanda, gölde, çölde her nerede olursa olsun suçlunun en kısa sürede yakalandığı haberlerini izliyoruz. Caydırıcı olacağını düşünüyoruz… …Ama olmuyor, yine de bir türlü önlenemiyor… Önleyemiyoruz. Devasa adliye binalarımız, kalabalık güvenlik teşkilatlarımız var. Acil yardım butonları dağıtıyoruz,  bir düğme ile güvenlik teşkilatının imdada yetişeceğini kamuoyuna deklare ediyoruz. …Ama olmuyor, yine de bir türlü önlenemiyor… Önleyemiyoruz. Hukuk tesis etme konusunda işleyen bir yasama sistemine sahibiz. Cezalar ve kanunların caydırıcılık noktasında yetersiz olduğu kanaati hâsıl olduğunda hızla değiştirebiliyoruz. …Ama olmuyor, yine de bir türlü önlenemiyor… Önleyemiyoruz. Kadın erkek eşitliği, toplumsal haklar, kadının statüsü, pozitif ayrımcılıklar, feminizm vb. gibi artık toplumca kabul edilmiş veya malumu olunan kavramlara sahibiz, bu kavramların içini de tüm gücümüzle doldurmaya çabalıyoruz. …Ama olmuyor, yine de bir türlü önlenemiyor… Önleyemiyoruz. Herkes kadına şiddetin kötülüğü veya olmaması gerektiğini bir bilgi olarak haydi haydi biliyor, bu husus herkes tarafından her yerde dile getiriliyor, herkes bunu bir vesile bir mutlaka bir yerlerde duyuyor. …Ama olmuyor, yine de bir türlü önlenemiyor… Önleyemiyoruz. Velhasıl… Bu kadar ilim, bu kadar iletişim, bu kadar bilgi, bu kadar teknoloji, bu kadar kanun, bu kadar kurum, bu kadar okul, bu kadar diploma, bu kadar eğitim, bu kadar öğrenci, bu kadar öğretmen, bu kadar TV, bu kadar internet, bu kadar sosyal medya, bu kadar fikir ve kanaat önderi, bu kadar siyasetçi, bu kadar aydın, bu kadar sanatçı, bu kadar film, bu kadar kamu spotu, bu kadar sosyal sorumluluk projeleri… …Ama olmuyor, yine de bir türlü önlenemiyor… Önleyemiyoruz. Bu kadar birikime sahip, bu kadar tecrübeye sahip, bu kadar kullanılmaya hazır bilinç birikimi, insanlık tarihi içerisinde sahip olunan bu kadar bilgi ile “cehaletin minimize” edildiği ve bunun üzerinden geçmişin de çoğu platformlarda bir kibir ile de “gericilik” olarak nitelendirildiği bir çağda… …Olmuyor, olmuyor, olmuyor… Bir türlü önlenemiyor… Önleyemiyoruz. Durun Kalabalıklar, Bu Cadde Çıkmaz Sokak! Bütün bu “olmuyorlar, olmuyorlar” içinde bir kadın-çocuk cinayeti veya başka bir şiddet, cinayet vuku bulduğunda, bilgi çağının tüm araçları üzerinden, kadın cinayetlerinin veya şiddetin nasıl önlenebileceğine ilişkin dile getirilen “olmuyor, olmuyora” tekabül eden muhtelif bilgi sağanağı arasında ve dahi başkaca da bir yerde pek fazla imkân da bulunamadığı için özellikle sosyal medya platformlarında “…Kadınlar sizin emanetinizdir…” diye başla­yan tüm ifadeler, “olmuyor, ol­muyoru” sonuç verenlerin sa­hip olduğu hegemonyanın sosyal lincine maruz kalmakta. “Kadın ve emanet” kelimesinin yan yana gelmesi üzerinden bir çözüm önerisi ile başlayan tüm ifadeler sonu getirilmeden sosyal medya linci ile orada bırakılmakta, sözler ağza tıkanmakta… Çağın bilgi hegemonyası ve kibri, hakikati perdelemekte, kibrin gürültüsü kulakları sağır etmekte. Oysaki ilim, hikmet ve cehalet her dönemin şartlarında var olagelmiş olgular olarak karşımıza çıkmakta. Nihayetinde herkes kendi çağının âlimi veya cahili ve herkes kendi çağının sorunlarının muhatabı... Ancak, Ebu-l Hikem’in Ebu Cehil’e dönüşümü bu çağın şahsilikten öte olgusal ve kolektif bir sorunu. Cahiliye devrini Asr-ı Saadete dönüştüren her ne unsur ve düstur varsa onları terk ederek, adeta filmi geriye sararak, hikmetten sıyrılıyoruz. Bütün bunları yaparken de hem Asrı Saadetin hem de cahiliye devrinin nasıl oldukları bilgisine sahip toplumlar olarak, yolun nereye gittiğini bile bile selin önüne kendimizi ve geleceğimizi adeta bırakmış durumdayız. Hem hikmet terk edilsin, hem hakikat görmezden gelinsin ama hem de cahiliye dönemi arızaları zuhur etmesin arzusundayız. İkisinin bir arada aynı anda olamayacağı bir “olmazlığa” fiilen talip oluyoruz. Adeta post modern bir cahiliye dönemindeyiz. Diri diri evlatlarını toprağa gömen zihniyet farklı bir türeviyle bu çağda tezahür ediyor. Evlatların elinden annelerini alarak adeta yaşarken ölüme terk ediyor. Şairin dediği gibi “Yaşamıyor gibi, yaşamıyor gibi, yaşıyor”a mahkûm ediyor. Bütün bu toplumsal şiddet karşısında, toplumsal şiddete çözüm olmayan çözüm önerileri karşısında, toplumsal şiddete çözüm önerisi olacak önerilere yönelik sosyal medya şiddeti karşısında öncelikle demek gerekiyor ki: “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak! Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak: Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden, Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden…” (Necip Fazıl) Biz Neyin Cahiliyiz? Durup belki yeniden dinlemek gerekiyor Kâinatın Efendisi bir Zatı (sav) ki o “…bütün kalbleri ve akılları kendisine cezb ve celb etmiştir. Ve bütün ruhları ve nefisleri teshir etmiştir ki, kalblere mahbub, akıllara muallim ve tenvir edici ve nefislere mürebbî ve ruhlara sultan olmuş ve olmaktadır.” (Mesnevi-i Nuriye, 7. Reşha) Sadece kuru bir bilgilendirmenin ötesinde kalbi, aklı, nefsi hepsini hesaba katarak bir toplumu nasıl dönüştürebildiğine “...pek çok âdetleri, pek çok asabî, inatçı kavimlerden, cüz'î bir kuvvetle, kısa bir zamanda kaldırarak, yerlerini yüksek, nezih ahlâk ve âdetlerle doldurmuş…” olma­nın nasıl gerçekleştiğini yeniden öğrenmemiz gerekiyor. Biz, bilgi davranışa nasıl yansıtılırın cahiliyiz. Yeniden kulak vermemiz gerekiyor, “Benim sözlerimi iyi dinleyin ki, izzet ve şerefle huzurlu yaşamaya devam ede­­siniz.” (Veda Hutbesinden) çağ­rısına. Biz, huzur nasıl sağlanırın cahiliyiz. Huzurla yaşamak için yeniden kulak vermemiz gerekiyor: “Ey İnsanlar! Kanlarınız, canlarınız, yaşama hakkınız, mallarınız, namuslarınız, haysiyet ve şerefleriniz, vücut bütünlüğünüz, Rabbinizle buluşacağınız güne kadar bu ayınızda, bu beldenizde, bu gününüzün saygıya, korunmaya layık olduğu gibi, saygıya ve korunmaya layıktır, dokunulmazdır.” (Veda Hutbesinden) uyarısına. Huzurla yaşamak için yeniden kulak vermemiz gerekiyor: “En büyük Allah düşmanı, kendisine herhangi bir kastı olmayan birini sebepsiz yere öldürendir…” (Veda Hutbesinden) korkusuna. Ve yeniden kulak vermemiz gerekiyor: “Ey İnsanlar! Kadınlarınızın sizler üze­rinde hakları, sizin kadınlarınız üzerinde haklarınız vardır… Siz onları Allah’ın emaneti olarak aldı­nız…” (Veda Hutbesinden)”  ilkesine. Biz, insanlığa huzur verecek ci­han­şümul söz ve ilkelerin cahiliyiz. Hz. Peygamber’in (sav) veda ederken söylediklerini bir bilgi edinmeden öteye taşıyabilmek, kalplere nüfuz edecek, davranışlara sirayet edecek, nefisleri terbiye edecek, huzurlu yaşamaya vesile aracı olacak bu sözler ile dönüşebilmek için, “…Şu zaman ve muhitin hayalâtından çıkarak tayy-ı zaman ve mekânla, hayalen Ceziretü'l-Araba gidelim ve Medine-i Münevverede nurânî ve yüksek minber-i saadetine çıkmış, nev-i beşere hitaben irşadatta bulunan o zât-ı muallâ…”nın (Mesnevi-i Nuriye, 4. Reşha) hayatını Veda Hutbesinden - Ebu Kubeys dağına, Ebu Kubeys Dağından - Muhammed-ül Emin’e, Muhammed-ül Emin’den - Busra Kasabası’na bütün serüven içerisinde dikkatle yeniden öğrenmemiz gerekmekte. Ne onu tanıyoruz ne de tanıtıyoruz. Ne dinliyoruz ne de anlatıyoruz. Ne anlıyoruz ne de anlamaya çalışıyoruz. O’nun (sav) hayatını ne okuyoruz ne de okutuyoruz. Onun nasıl bir değişim ve dönüşüm inşa ettiğini bilmezden geliyoruz. Bilmek istediğimizden de emin değiliz. Sadece bilgi aktarımının bu anlamda beyhude olduğunu, kalplerin, ruhların ve nefislerin içinde olmadığı ve hepsinin aynı doğrultuda birbirini beslemediği bir “sosyal inşanın” trajedisini tecrübe ediyoruz. Böyle bir dönüşümü o kadar kısa ve suhuletle yapan başka birisi olmadığı ve tek reçetenin de onda olduğuna bigane kalmanın çaresizliği ile yüzleşiyor, muzdaripliğini yaşıyoruz. Durun kalabalıklar bir şeyi itiraf edelim. Biz, Hz. Peygamber’in cahiliyiz. Kadınlar sizin emanetinizdir ifa­desindeki “emanet” kelimesini anlamak ve anlamlandırmak için bütün bu serüveni yeniden öğ­renmenin zorunluluğundayız. Bütün bu serüveni göz ardı ede­rek, bütün bu serüvenin ca­hili olarak, çağın modernite he­ge­monyasının refleksleri ile “emanet” kelimesine reddiyeler sıralamak ve itiraz etmek, bu kavram üzerinden sanal bir linç inşa etmek “…Olmuyor, bir türlü önlenemiyor… Önleyemiyoruz.” ile sonuçlanmaktadır. Ve yine şairin dediği gibi “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” Biz, neyin cahili olduğumuzun da cahiliyiz. Allah ve Resulünün bireye emir ve tavsiye ettikleri davranış modelleri göz ardı edildiğinde ve bunlar dışında nasıl davranacağı bireylerin inisiyatif ve insafına terk edildiğinde, geriye kalan sonsuz davranış ihtimallerinden hangisine maruz kalınacağını acı tecrübe ediyoruz. Bu çoğu zaman her yerde birilerine özellikle de kadınlara ve çocuklara şiddet, kan ve gözyaşı olarak karşımıza çıkıyor. Ondan her adım uzaklaşmanın yerini, uzaklaşılan adım kadar şiddet, hakaret, emniyetsizlik, güvensizlik, adaletsizlik, kan dökme vb. gibi cahiliye dönemi adetleri ikame ediyor. Biz, post modern cahiliye döneminin cahiliyiz. Biz Hz. Peygamberin ve onun inşa ettiği Asr-ı Saadetin cahiliyiz. Onun varlığında ve kıyamete kadar var olacak kılavuzluğunun gölgesi altında, onun emir ve tavsiyelerini görmezden gelerek post modern bir cahiliye devrini kendi kendimize yaşatıyoruz. Biz bunu kendimize niye yaşatıyoruz?  Sorusunun cahiliyiz.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Ekim
Konu resmiÖlüm Bilinemez, Tadılır
İnsan

Ölüm kimisi için lezzetli iken, kimisi için de lezzetsiz olabilecek bir tatma (zâika) hâlidir: De gustibus non disputandum est: Tatlar (zevkler) tartışılmazdır.  Tat alma ve koku alma duyuları; görme, işitme ve dokunma duyuları gibi hakikatin temsilini herkes için zorunlu -nesnel- kılmaz. “Her nefs ölümü tadacaktır.” (Enbiya 35) ayeti, bu noktadan tefekkür edildiğinde bizi oldukça farklı bir tefakkuh, tedebbür ve tezekkür iklimine dâhil eder. Bu vecheden bakıldığında, ölümün tecrübesi, nesnel değil öznel bir beğeni tecrübesidir ve ölüm kimisi için lezzetli iken, kimisi için de lezzetsiz olabilecek bir tatma (zâika) hâlidir: De gustibus non disputandum est: Tatlar (zevkler) tartışılmazdır. Dahası bu tecrübe, bu şehadet âlemindeki hiçbir deneyimimizin temsiliyle (representati­onuyla) zihnimizde temsil edilemeyecek özel ve bir kerelik bir tecrübedir. Ölümün mutlak hakikati, bu oldukça sınırlı müdrike (bilme/anlama) melekemizle idrak edilemez.  Yani bir kitabın bilgisini, daha önceki deneyimlerimizden yola çıkarak, zihnimizde sentetik a priori (müşahede ettiklerimiz ve zihnimizdeki kategorilerin birleşmesinden yola çıkarak) temsil edip nesnel zaviyeden anlatışımız gibi, ölüm deneyimini hiçbir zaman bilimsel bir bilgi olarak ortaya koyamayacağız. Hem bu hissi tadanlar da neler yaşadıklarını bize dönüp hiçbir zaman anlatamayacaklar. Üstelik ölüm ânı, bu şehadet âleminden kesin bir kopuş anlamına geldiğine göre, ölüm ânındaki bu son tatma hâli, şehadet âlemindeki bir nesneyi daha önce görüp hatırlayışımız gibi hatırlayamayacağımız, belki daha önce hiç tadılmamış bir meyveyi tatmak gibi, önceki dünyevî şahitliklerimizle asla kıyaslayamayacağımız bir bambaşka ve yepyeni hissedişe yöneliktir. Bu yönüyle ölüm meselesi, pozitivist bilimin ya da vahiyden kopuk aklın bir konusu olmaktan ziyade, imanın bir meselesi olarak önümüzde durmaktadır. O hâlde pozitivist bilim tarafından asla doldurulamayacak olan ölüme dair o devasa boşluk, ancak sadık haberlere kuvvetli bir imanla doldurulabilir. En büyük derdi/endişesi ölüm olan insanlığın, istikbâline dair bu kahredici müphemiyetten ve bilinemezlikten kurtulmak için, vahye tahkiki bir şekilde imandan başka tutunacağı sağlam bir ip bulunmadığı, böylece gün gibi aşikâr olmakta değil midir? İleri mi Yoksa Geri mi Gitmeliyiz? Ya da Başka Bir Seçeneğimiz Daha Var mı? Türkçemizde esasen “ileri”, (il-gerü) Doğu’ya doğru, “geri” (ke-rü) ise Batı’ya doğru (gitmek) anlamına gelir. Modern dönemde ise “ileri” kelimesi Batı’ya doğru, “geri” sözcüğü de Doğu’ya doğru (gitmek) anlamında yeniden üretilmiş durumda. “İçeri”, kadim dönemden beri: içe; dışarı ise: yine kadim dönemden beri “dışa” yolculuk anlamında! O halde, izafi ve belki de ârâzî olduğu belli olan (modern çağın da) ileri-geri dikotomisinin (ikili zıtlaşmasının) esiri olmak yerine, neden kadim dönemden beri anlamını yitirmeyen içeri-dışarı cevherleriyle yolculuklarımızı gerçekleştirmiyoruz? Evet, yolculuğumuzu ne ileriye, ne de geriye doğru, öncelikle içeri doğru gerçekleştirmeliyiz o halde. İçerideki seferler gerçekleşmeden, hangi yöne doğru olursa olsun, dışarıdaki zaferler de hayal olur çünkü. Üstelik içeri-dışarı kavramları arasındaki ilişki, bir zıtlık ilişkisi olmaktan öte, birbirini bir bütün olarak tamamlayan, ne ayrı ne gayrı parçaların ilişkisine benziyor. Çünkü her içi olanın, mutlaka bir dışı da vardır. Hem içerideki dışa, dıştaki de içeriye tesir edecektir. İç dışa, dış da içe muhtaçtır. İç dışsız, dış da içsiz olmayacaktır.

Oğuz DÜZGÜN 01 Ekim
Konu resmiBizim Yunus
Kültür ve Medeniyet

Tapduk Emre ile Yunus Emre arasında yaşanan meşhur menkıbede geçen ‘Bizim Yunus’ ibaresi, asıl Yunus Emre’nin Bizim Yunus olarak nitelendirilip diğerlerinden ayrılmasını sağlayabilmektedir. Ondan yaklaşık yüz yıl sonra Bursa’da yaşadığı düşünülen bir Yunus daha vardır ki; Aşık Yunus olarak tanıdığımız bu şairin şiirleri günümüzde çoğunlukla Bizim Yunus’un şiiri olarak zannedilmektedir.  13. Yüzyılda Anadolu, bir yandan siyasî çalkantılarla sarsılırken bir yandan da tasarrufları günümüzde hâlâ hissedilen Allah dostlarına ev sahipliği yapıyordu. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Ahi Evrân-ı Velî, Sad­red­din-i Konevî, Ahmed Fakîh, Hacı Bektaş-ı Velî, Tapduk Emre ve Yunus Emre, bu maneviyat önderlerinin başında gelmektedirler. Yunus Emre Hazretleri, gerek Tapduk Emre Hazretlerine bağlanması ve son­­rasında yaşanan hadiseler ve ge­rekse de hâlâ dilimizde olan şiir­leriyle büyük bir şöhrete kavuş­muştur. O sebeple yüzyıllar içinde birçok şair ve mutasavvıf Yunus Emre’ler de ortaya çıkmıştı. Tapduk Emre ile Yunus Emre arasında yaşanan meşhur menkıbede geçen ‘Bizim Yunus’ ibaresi, asıl Yunus Emre’nin Bizim Yunus olarak nitelendirilip diğerlerinden ayrılmasını sağlayabilmektedir. Ondan yak­laşık yüz yıl sonra Bursa’da ya­şadığı düşünülen bir Yunus da­ha vardır ki; Aşık Yunus olarak tanıdığımız bu şairin şiirleri gü­nümüzde çoğunlukla Bizim Yunus’un şiiri olarak zannedilmektedir. Aşık Yunus’un birçok şiiri ‘İlahi’ olarak bestelenmiş ve oldukça şöhret bulmuşlardır. Bunların başında, ‘Sordum Sarı Çiçeğe’ ve ‘Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed’ ilahileri geliyor, dersek mesele gayet iyi anlaşılır. Bizim Yunus olarak nitelendireceğimiz Yunus Emre Hazretleri’nin hayatının tam olarak bilinememesi ve farklı kaynaklarda birbirinden farklı bilgilerin bulunması, karışıklığın temel sebebidir denilse yeridir. Tabi bir diğer sebep de daha sonraları aynı isimde birçok şairin ortaya çıkmasıdır. Yunus Emre’nin 1240-41’de doğduğu ve 1320-1321 seneleri civarında ahirete intikal ettiği tahmin edilmektedir. Do­ğum yeri ile ilgili olarak da bir­birinden farklı görüşler mevcuttur. Bunlardan en meşhuru Eskişehir’in Sivrihisar İlçesine bağlı Sarıköy’de (Yunus Emre Köyü) doğduğu hakkındadır. Bunun dışında Bolulu veya Karamanlı olduğunu savunanlar da vardır. Başta Eskişehir ve Karaman olmak üzere Anadolu’nun muhtelif yerlerinde makamı vardır. Türbesinin nerede olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Osmanlı arşiv belgelerinde o dönem adı Larende olan Karaman’da tekkesinin mevcut olduğu ve bu tekkenin yanındaki türbede defnedildiği ifade edilmektedir. Yunus Emre, şeyhi Tapduk Emre’ye intisab ettikten ve onun halifesi olduktan sonra Anadolu başta olmak üzere geniş bir alanda seyahat etmiştir. O zamanlarda gittiği şehirler arasında, Maraş ve Kayseri’nin yanısıra Şam, Bağdat, Tebriz, Şiraz ve Nahcivan’ı sayabiliriz. Ayrıca Azerbaycan’ın Gah şehrine de gitmiş olup, burada da türbe haline getirilmiş bir makamı vardır. Yunus Emre, şiirlerinde yaptığı bu seyahatleri şu beyitlerle anlatır: “Vardığımız illere şol safâ gönüllereBaba Tapduk mânâsın saçdık Elhamdülillah” “Gurbet ilinde yürürüm dostu düşümde görürümUyanıp Mecnûn olurum gel gör beni aşk neyledi” “Gezdim Urum ile Şam’ı Yukaru illeri kamuÇok istedim bulamadım şöyle garîb bencileyin” Yakın zamanlara kadar Yunus Emre’nin okuma yazması olmayan ümmî bir evliyâ olduğu kanaati ağır bassa da, yapılan yeni araştırmalar ve ulaşılan belgeler, Konya’da iyi bir eğitim almış olabileceğini ortaya koymaktadır. Hatta yaşadığı ilçenin müftüsü olabileceği de ifade edilmiştir. Yakın zamanda TRT tarafından aslına yakın olarak çekilen televizyon dizisinde de bu ihtimalden yola çıkılarak Konya’da Karatay Medresesinde çok iyi bir eğitim aldıktan sonra Nallıhan’a kadı olarak tayin edilmiş olarak canlandırılmıştır. Tapduk Emre ile tanışması ise Hacı Bektaş-ı Velî ile yaşadığı düşünülen bir menkıbeye dayandırılmaktadır. Hacı Bektaş-ı Velî’nin menkıbelerinin anlatıldığı Vilâyetnâme isimli eserde Yunus Emre’nin tasavvuf yoluna girişi şöyle anlatılmaktadır: “Hacı Bektaş-ı Velî, Horasan di­yâ­rından Rûm’a gelip yerleştikten sonra velîliği ve kerâmetleri etrafa yayıldı. Her taraftan mürîd ve muhibler gelmeye, büyük meclisler kurulmaya başlandı. Fakir halli kimseler gelir, nasîb alır giderlerdi. O zaman, Sivrihisar’ın şimâl (kuzey) tarafında, Sarıköy denilen yerde Yunus derler bir kimse var idi. Gâyet fakir halli olup ekincilik ederdi. Bir vakit kıtlık oldu, ekinden bir nesne hâsıl olmadı. Yunus, erenlerin bu güzel vasıflarını işitti. Herkesin bu kapıdan boş dönmemesi dolayısıyla bir bahane ile gidip kifâf (yaşamaya yetecek kadar rızık) denecek kadar bir şeyler istemeyi düşündü. Eli boş gitmemek için öküzüne dağdan alıç yükleyip, Sulucakarahöyük’e doğru yola koyuldu. Karahöyük’e varınca, Hacı Bek­taş-ı Veli huzûruna çıktı, arma­ğanını sunup; “Ben fakir bir kimseyim, bu yıl ekinimden bir nesne alamadım, ümîddir ki, bu yemişi kabul edip karşılığında buğday veresiniz, aşkınıza kifâf edelim.” dedi. Hacı Bektaş; “Öyle olsun!” diyerek abdâllara (dervişlere) işaret etti, alıcı alıp paylaşıp yediler, Yunus birkaç gün orada eğlendi. Gidecek olunca, Hacı Bektaş’a haber verdiler. O da; “Sorun bakalım ne ister, buğday mı, nefes (şeyhin himmet ve dua etmesi) mi verelim?” dedi. Sordular, Yunus; “Ben nefesi neyleyeyim, bana buğday gerek!” diye cevap verdi. Yunus’un cevabını Hacı Bektaş’a bildirdiler. Hünkâr; “Varın Yunus’a söyleyin, alıcının her tanesi için iki nefes verelim.” buyurdu. Yunus dedi ki; “Ehil-ıyalim (ailem) var, nefes karın doyurmaz, lutfederse buğday versinler kifâf edelim.” Bu sözü Hacı Bektaş’a arz eylediler. Bu defa; “Varın söyleyin, alı­cının her çekirdeği başına on ne­fes verelim.” dedi. Yunus bu söze karşılık yine; “Ben nefesi neyleyim, çoluğum çocuğum var, bana buğday gerek!” dedi ve bu denli teklifi kabul etmedi. Hacı Bektaş, dilediği kadar buğday verilmesini emretti. Öküze yüklediler. Yunus, veda edip yola koyuldu. Köyün aşağı ucunda olan hamamın öte başındaki yokuşu çıkınca aklı başına geldi. Şöyle düşündü: “Vilâyet erine (evliyaya) vardım, bana nasîb sundular; alıcımın her çekirdeği başına on nefes verdiler, kabul etmedim. Ne olmayacak iş ettim, gâfil oldum. Şimdi bu buğday bir nice gün içinde tükenir, nefes ise ölünceye dek tükenmez. Ola ki himmet ettikleri nasibi versinler.” Yunus dönüp tekkeye geldi. Buğdayı öküzün arkasından indirdi. Halifeleri (şeyhin vekilleri) bu hali görüp Yunus’a; “Niçin geri geldin?” diye sordular. Yunus; “Bana buğday gerekmez, o himmet olunan nasîbi versinler.” dedi. Yunus’un ahvâli Hacı Bektaş’a arz edildi. Hacı Bektaş buyurdu ki: “O şimdiden sonra olmaz. Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasîbini ondan alsın.” Yunus’a bunu buyurdular. Bu söz üzerine Yunus yola koyuldu. Tapduk Emre’ye geldi. Hacı Bektaş’ın selamını söyledi, vâki olan hâli anlattı. Tapduk Emre: “Safâ geldin, hâlin bize malûm olmuştu; hizmet et emek yetiri nasîbini al.” dedi. Yunus dedi ki: “Ne hizmet var ise yapalım!” Tapduk’un tekkesinin ardında dağ vardı. Tapduk, Yunus’u dağdan odun getirme hizmetine koştu. Yunus her gün dağdan odun getirir oldu. Odunu sırtına vurup getirirdi. Ama yaşını eğrisini kesmezdi. “Erenler meydanına eğri yakışmaz.” derdi. Tam kırk yıl bu hizmeti gördü.” İnsanların hayatında bazı dönüm noktaları vardır. Bu vakitlerde verdikleri kararlar hayatlarını tamamen değiştirebilir. Yunus Emre’nin de buğdaydan vazgeçip Hacı Bektaş Hazretlerinin yanına geri dönmesi işte böyle kritik bir noktaydı. Menkıbede Yunus Emre’den fakir bir kimse diye bahsedilmiş ise de bu hususta ihtilaf vardır. Yine ‘ailem var bana buğday lazım’ demesi hususunda da ihtilaf olup, kuvvetli ihtimal olarak Tapduk Emre ile tanıştıktan sonra onun kızıyla evlenmiştir. Kırk yıl boyunca dergâha eğri odun getirmeyerek hizmet etmesi ise, asırları aşan manevî bir etki meydana getirecek bir hayat yaşayarak Yunus Emre olmanın kolay olmadığını bizlere gösteriyor. Yunus Emre’yi bize tanıtan bir diğer menkıbesi ise, Üftâde Haz­retlerinin Vâkıât isimli ese­rinde geçmektedir. Üftâde Haz­retleri, Yunus Emre’nin 40 yıllık dergâh hizmetindeki hayatı sırasında yaşadığı bir hadiseyi şöyle anlatıyor: “Yunus, Tapduk’a 30 yıl hizmet etti. Fakat kendisine bâtın âleminden (gizli âlemden) bir şey açılmamıştı. O da kaçıp dağlara, kırlara düştü. Bir gün bir mağarada yedi ere rastladı, onlarla arkadaş oldu. Her gece onlardan biri duâ eder, duâsı bereketiyle bir sofra yemek gelirdi. Sıra Yunus’a geldi, O da duâ etti: -Yâ Rabbi! Benim yüzümü kara çıkarma. Onlar kimin hürmetine duâ ediyorlarsa, Onun hürmetine beni utandırma, dedi. O gece iki sofra yemek geldi. -Kimin yüzü suyu hürmetine dua ettin, diye sordular.  -Önce siz söyleyin, dedi. Onlar: -Biz Tapduk Emre’nin kapısında otuz sene hizmet eden erin hürmetine duâ ederiz, dediler. Yunus bunu duyunca hemen geri döndü ve doğru gelip Ana Bacı’ya (Tapduk Emre’nin eşi) sığındı. -Aman beni bağışlat, dedi. Ana Bacı dedi ki: -Tapduk, sabah namazına abdest almak için çıkar. Kapı eşiğine yat. Üstüne basınca bu kim diye sorar. Sen, ‘Yunus’ dersin. ‘Hangi Yunus?’ derse bil ki; gönlünden çıkmışsın. ‘Bizim Yunus mu?’ derse ayaklarına kapan, kendini bağışlat. Yunus Ana Bacı’nın dediği gibi eşiğe yattı. Tapduk Emre’nin gözleri görmezmiş. Ana Bacı koluna girer, abdest almaya götürürmüş. O sabah yine götürürken ayağı Yunus’a değdi. ‘Bu kim?’ diye sordu. Ana Bacı: -Yunus, dedi. Tapduk: -Bizim Yunus mu, deyince, Yunus Tapduk’un ayaklarına kapanıp suçunu bağışlattı. Yunus Emre, yıllarca hizmet et­tiği Tapduk Emre’nin der­gâ­hında kazandığı maneviyatı, men­kıbede anlatıldığı şekilde latif bir hadise ile öğrenmiştir. Ondan sonra dergâhına geri dönmüş ve hizmetine devam etmişti. Hocası Tapduk Emre’den yıllar boyu aldığı manevî derslerle asırları etkileyen bir Hak aşığı ortaya çıkmıştı. Zaman zaman seyahate çıkarak gezdiği şehirlerde de insanları irşad etmiş, geniş bir coğrafyayı manen tesir altında bırakmıştır. Onun Peygamber Efendimiz’e (asm) olan sevgisini gösteren şu şiiriyle sözlerimizi tamamlayalım.   Ol âlem fahri Muhammed nebîler serveridirVer salâvât aşk ile ol günâhlar eridir Hak O’nu övdü, yarattı, sevdi; Habib’im dediYeryüzünde cümle çiçek Mustafa’nın teridir Cebrâil davet kılınca Mirac’a Muhammed’iMirac’ında dilediği ümmetinin varıdır Sen ana ümmet olıgör O seni mahrûm komazHer kim O’nun ümmetidir sekiz Cennet yeridir Her kim O’nun sünnet ile farzını kâim tutarNe diyem ki âkıbet soru hesâbdan beridir Suçlu suçsuz günâhkâr şefâat O’ndan umarOl Cehennem’de yananlar münkirin inkârıdır Yunus Emrem iş bu sözü cân içinde söylediSöyleyen bî-çâre Yunus Tapduk Emrem sırrıdır Kaynaklar: Gölpınarlı, Abdülbaki. Vilâyet-nâme Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî. İstanbul, İnkılap Kitabevi, 2016.Hüdâyî, Aziz Mahmud. Vâkıât-ı Üftâde, Üsküdar, Selimağa Kitaplığı: Yazma Nu: 574.Tatcı, Mustafa. Yunus Emre Divanı, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2016.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Ekim
Konu resmiEfendimiz(sav) Mey ve, Sebze Yer miydi?
Sağlık

Efendimiz zamanında meyve-sebze ayrımı olmadığı, bitkilerin bizatihi adlarıyla anıldığını görüyoruz.  Abdullah İbn-i İkraş, babası Beni Mürre İbn-i Abid’den şun­ları aktarıyor: “Rasulüllah elim­den tutup beni Ümmü Seleme’nin evine götürdü. ‘Yiyecek bir şey var mı?’ diye sordu. Bize, içerisinde bolca yağlanmış ekmek ve -kuşbaşı- et tepsisi getirildi. Ben kabın her yerinden almak istediğimde Rasülullah, eliyle sağ elimden tuttu ve ‘Ey İkraş! Bir yerden ye. Çünkü -kabın içindeki yemek tek bir yemektir -her taraf birdir-’ buyurdu. Sonra bize, içerisinde taze ve kuru çeşitli hurmalar bulunan bir tabak getirildi. Bu sefer önümden yemeye başladım. Rasülullahın eli ise, tabağın her tarafında dolaşıyordu. Bana da, ‘Ey İkraş! Dilediğin yerinden alıp ye. Çünkü -tabağın içindekilerin hepsi- aynı çeşit değil’ buyurdu. Sonra bize su getirildi. Rasülullah elini yıkadı, elinin ıslaklığı ile yüzünü, kollarını ve başını meshetti ve ‘Ey İkraş! Yedikten sonra elini ağzını yıka’ buyurdu. Çeşitli rivayetlerden Hz. Pey­gam­ber’in hurma, üzüm, karpuz, salatalık, zeytin, kabak, çö­rek otu gibi gıdalardan yediği­ni, ancak soğan sarımsak gibi koku yapan bitkileri -Cebrail (as)’la görüşmeleri sebebiyle- her zaman yemediğini görüyoruz. Bu hususta Cabir (ra) şöyle nak­lediyor: “Rasülullah buyurdular ki: Kim sarımsak veya soğan yerse mescidimizden uzak dursun/evinde otursun. Rasülullah’a içerisinde yeşil sebzeler bulunan tencere getirildiğinde de onda koku bulur ve -ne olduğunu- sorardı. Kendisine sebze nevinden ne olduğu haber verilince, tencereyi, beraberindeki arkadaşlarından birini göstererek ona vermelerini söylerdi. Efendimiz (sav), onun yemekten çekindiğini görünce: Sen bana bakma, ye! Zira ben senin gibi değilim, ben senin konuşmadığın melekle konuşuyorum.” derdi. Efendimizin hadislerinden bazıları: Her kim kalbinin rahat çalışmasını isterse, incir yemeye devam etsin. İncir yiyin, çünkü o, basuru keser, eklem ağrılarını yok eder. Eğer cennetten (dünyaya) bir meyve geldi demem gerekseydi, incir derdim. Çünkü cennetteki meyvelerin çekirdekleri yoktur. İncir yiyin, çünkü o basur ve ayak ağrılarına faydalıdır. Üzümü sol ele alıp sağ elle iki­şer ikişer yemek sünnettir. Efen­di­miz (sav) Selman-ı Farisi ile üzüm yiyordu. Efendimiz (sav): “Ya Selman du du.” buyur­du. Yani üzümü ikişer ikişer yemesini işaret etti. Kuru üzümü, yaş üzüm, ceviz ve badem ile yemek sünnettir. Peygamber Efendimiz (sav) üzümün kurusunu çok sever, methederdi. Kuru üzümü yaş üzüm ile taze ceviz ve badem kuruları ile yemek de sünnettendir. Çünkü bu, şeytanı gazaplandırır. Akşam yemeğini bırakmayın, bir avuç hurma ile de olsa akşamı yiyin. Çünkü akşamın terki insana erken ihtiyarlık getirir. Lohusaya taze hurma, hastaya bal gibi şifalı bir şey yoktur. Kabak baş ağrısına iyi gelir. Kavun, karpuz böbrekleri temizler baş ağrısını giderir. Baş ve boğaz ağrısına demirhindi meyvesi iyi gelir. Ey Aişe! Yemek pişirdiğinde kabağını bol koy. Çünkü kabak üzgün insanın kalbini güçlendirir. Efendimiz kabak yemeğini çok yer ve şöyle buyururdu: Kabak beynin yağını artırır, aklı güçlendirir. Yemekten önce karpuz yemek karnı yıkadıkça yıkar, hastalığı giderdikçe giderir. Karpuzda on haslet vardır: Yemektir, sudur, güzel kokudur, meyvedir, çöğendir, mesaneyi yıkayıp temizler, mideyi yıkayıp temizler, meniyi çoğaltır, cinsi münasebet gücünü arttırır, cildi güzelleştirir. Çörek otuna devam edin. Zira onda ölümden başka her derde şifa vardır. Efendimiz rahatsızlanınca bir avuç çörek otunu ağzına koyup bal şerbeti ile içerdi. Her kavun, karpuz ve narda bir damla cennet suyu vardır. Yemeğe tuzla başlamak, sabah aç karına yedi tane acve hurması yemek, aç karına 21 kuru üzüm yemek, ekmeği sirke ile yemek sünnettir. Salatalığı tuza batırıp yemek, üzümü ekmekle yemek, üzümü ikişer ikişer yemek sünnettir. Her narda mutlaka cennet sularından bir damla vardır. Nar yediğiniz vakit onu ince zarı ile birlikte yiyiniz. Zira nar mideyi tabaklayıp temizler. Yemeklerden önce kavun-karpuz yemek şifadır. Birçok dertleri giderir. Peynirle ceviz birlikte yenirse şifa olur. Ceviz ve peyniri birlikte yemek sünnettir. Sarımsak yiyin, onunla tedavi olun! Sarımsak yetmiş derde devadır. Eğer yanıma melek gelmeseydi elbette ben de yerdim. Soğan ve sarımsağı pişmiş olarak yiyin böylece kokusu giderilmiş olur. Zeytinyağı ile tedavi olun. Zeytinyağı 70 derde devadır. Sizlere zeytinyağı tavsiye derim. Hem yiyiniz ve hem de onunla yağlanınız. Zira zeytinyağı basur hastalığı için şifadır. Melekler, evinde bal, zeytinyağı ve çörek otu olana istiğfar ederler. Kaynaklar: Ramazan Diyeti - Kemal Özer (2018)

Edibe BEKİN 01 Ekim
Konu resmiHayat Okulu
Eğitim

Hayatın kendisi bir okul değil midir? Bilginin kalıcılığı ve değeri, yaşanılarak öğrenilmesi ve hayata katkı sunabilmesidir. Atalarımız ‘Bir musibet bin nasihatten evladır’ derken; yaşayarak elde edilen bilginin kalıcı ve etkili olduğuna da işaret etmiş olsalar gerektir.  Yaşanılarak elde edilen bilgi, insan üzerinde daha fazla tesir eder. Eğitim bir davranış değişikliğidir. Yaşantılar sonucu oluşan bilgi şuuraltında daha fazla yer eder ve zamanla refleks haline dönüşür. Yine, ‘Bakmayla öğrenilseydi kediler kasap olurdu’ atasözü hayatı dışarıdan bir film gibi seyretmek yerine; hayatın içine girilmesi ve yaşanılması gerektiğini ima eder bize. Buradan hareketle yaparak ve yaşayarak öğrenmeye öncelik verilmesi gerekir. Eğitim-öğretim, olabildiği kadar hayata nüfuz etmelidir. Staj uygulamasında iğne yapan bir öğrenci, acıma duygusunu kont­­rol etmeyi yaşayarak öğre­nir. Ortaöğretimde yaşayarak öğ­­renme öne alınarak, öğrenci ha­yatın içine çekilmelidir. Meslek, sanat sağlık vb. liselerimizde kısmen uygulamalı eğitimle bir şeyler öğrenilir ve üretilirken, diğer düz liselerimizde uy­gulamalı eğitim ve üretime ka­tılım çok daha zayıftır. Diğer liselerimizde de bilim, teknoloji, kültür, sanat ve değer adına daha fazla üretim yapılması gerekir. Bilginin katlanarak arttığı günümüzde, bazı bilgilerin, hayat içinde ihtiyaç duyulduğunda öğrenilmesi esas olmalıdır. Ortaöğretimde ihtisaslaşma ve mesleğe yönelim daha fazla olmalıdır. Gerektiğinde, hayatın içinde olan bir usta ve yetenekten daha fazla istifade edilebilir. ‘Bir işin her yönünü, her işin bir yönünü bilmek’ sözünden hareketle ilgi ve meslek alanında detaylı öğrenmeye ağırlık verilirken, diğer alanlarda kısmi öğrenme olmalıdır. Günümüzde bilgi iletişim teknolojileri sayesinde bilgiye ulaşmak kolaylaşmıştır. Önemli olan, bilginin yorumlanıp kullanılması ve var olan bilgiden hareketle yeni bilgi, değer, sonuç ve çözüm elde edilmesidir. Öğretim anlayışı, hayatın sadece bir dönemine sıkıştırılmayıp ihtiyaca göre ‘Hayat boyu öğrenim anlayışı’ daha fazla ön plana çıkartılmalıdır. Okulun en temel amacı, öğrencileri hayata hazırlamaktır. Hayattan kopuk bir öğretim anlayışı, güneşi gördüğünde kaybolan buzun üzerindeki yazı gibidir. Yaşanılan, mücadeleyle elde edilen ve hazmedilen bilgi hiçbir şart altında kaybolmaz ve unutulmaz. Okul; tecrübe, birikim, deneyim ve yenilikleri bünyesinde barındırmalıdır. Okul, sadece teorik değil, hayata dair pratiğin uygulandığı ve yaşandığı bir yer olmalıdır. Ortaöğretimde iyi ile kötüyü ayırt ederek, tercih yapma aşamasına giren gençlerin önüne; hayata dair, imkân ve farkındalıklar konabilmelidir. Eğitim ortamını farklı bir me­kâna taşımada esneklikler olmalıdır. Okul yerinde kalmamalı, günlük hayat akışını sağlayan damarlarda gezmeli veya gerçek hayatı imkân ölçüsünde eğitim ortamına taşımalıdır. Okul, gerçek hayatın aktığı, hayat nehri içinde yer alan su değirmeni gibi suyu ırmaktan alıp çarkını çevirmeli ve aldığı suyu tekrar ırmağa vererek bir dinamizm oluşturabilmelidir. Toplum ve okul birbirini harekete geçirmelidir. Eğitim, toplumdan bir şeyler alıp topluma yeni bir şeyler katabilmelidir. Bu bakış açısı sadece lise eğitimiyle sınırlı kalmayacak, üniversite ile gerçek hayat arasındaki ilişkinin kuvvetlenmesine yardımcı olacaktır. Bir okulun gerçek hayat ile kurduğu ilişki, başarı ölçütleri içinde yer almalıdır. Sigara vb. bağımlılıkların ne kadar kötü olduğunu anlatmak yerine, sigaradan bir uzvunu ve sağlığını kaybetmiş bir kişiyi görmek daha etkili olacaktır. Ortaöğretim dönemi, fertlerin tercih hakkı yapmaya adım attığı dönemdir. Bu sebeple, pratik hayata dair müspet tercihler bu dönemde öğrencinin önüne konabilmedir. Ortaöğretim dönemindeki bir genç sorun çözebilmeli, üretici olmalıdır. Liseye gelmiş bir öğrencinin söyleyecek bir fikri olmalı, tekâmül evresine girebilmelidir. Seçilme yaşının düşürülmesi, bu bakış açısıyla daha anlamlı hale gelecektir. Örneğin lider yetiştireceksek, bir haftalığına -okulu veya kurumu gözetim altında olmak şartıyla- bir öğrenciye ve ekibine bırakıp yaşayarak öğrenmelerine, idare etmelerine imkân tanımalıyız. Yönetme, organize etme vb. beceriler gelişecektir. Osmanlıdaki şehzadelerin yetiştirilme yöntemi bu konuda güzel bir örnektir. Şunu görüyoruz ki zor şartlarda yetişen çocukların daha erken olgunlaşıp, disipline olduğu ve hayat yükünü omuzlayıp taşıyabildiği müşahede edilmektedir. Bu da hayatın gerçekleriyle erken tanışmasının bir kazancıdır. Eskiden, ilkokuldan sonra çırak şeklinde mesleğe atılım ve hayatı öğrenme daha erken iken, günümüzde çok ileri yaşlarda olabilmektedir. Bu, otuz yaşına kadar bir gencin ailesine ve devlete bağımlı olması demektir. Yaşın ilerlemesi ile bir kişinin risk alması ve girişimcilik ruhu zayıflar. Hatta evlilik kararı verip bir yuva kurması ve ibadet alışkanlığı kazanması bile zorlaşır. Biz girişimci bir nesil istiyorsak, bunun en geç ortaöğretim döneminde başlaması gerekmektedir. Ortaöğretim döneminde; ekonomik, sosyal, kültürel, bilimsel ve hatta dini yaşayış bakımından öğrenciyi hayata katılabilmenin yollarını aramak mecburiyetindeyiz. Gençler üzerinde imtihan endeksli ebeveyn baskı ve beklentisinin azaltılması ülke geleceği açısından elzemdir. Ortaöğretimde gerçek hayattan kopuk sınav odaklı anlayış, kabiliyetlerin törpülenmesine sebep olmaktadır. Her alanda idealist nesil yetiştirmeye ihtiyaç vardır. Düşük puanla girilen meslek liselerinde bile kısmi bir üretim gerçekleşirken, neden yüksek puanla girilen okullarda daha fazla bilim, kültür, sanat, değer ve sorunlara karşı çözüm üretilmesin? Ortaöğretimde okulların, sınavlara hazırlık yapan dershaneye dönüşme tehlikesinden uzaklaşmasına ihtiyaç vardır. Devletin verdiği kitapların yüzünün açılmadan çöpe gitmesi çok acı bir durumdur. Aksine öğretmenin kitaptaki eksiği tamamlayarak bir şeyler katması gerekir. Basmakalıp, sınava yönelik kitaplara öğrenciyi hapsetmek, bu ülkenin geleceğini kısırlaştırmak anlamına gelir. Okul, sadece sabahtan akşama ve hafta sonu kurslarına kadar sadece teorik bilginin verildiği ve anlatıldığı yer olmamalıdır. Anlatılan bu teorik bilgilerin günlük hayatta karşılığı; sorun çözücü, üretici yönü olması gerekir. Sınırları aşan çalışmalar Ortaöğretimde genel olarak, öğleye kadar teorik ağırlıklı, öğleden sonra pratiğe yönelik uygulamalar yapılabilir. Pratik ve uygulama çalışmaları bazı günlerde veya bütün günlerde olabilir. Bu çalışmaların kısmen topluma yönelik olması, okul ile toplum arasındaki ilişkiyi pekiştirmesi yanında okulun motivasyonunu artırır. Uygulama faaliyetleri; proje ve sunum hazırlama, deney, gezi-gözlem, ziyaret, konferans, panel, münazara, seminer, tiyatro, drama, toplantı, sergi, film izleme ve çekme, kitap okuma, spor yapma, toplum yararına dönük hizmet çalışmaları, kurum ve ev ziyaretleri, çevreyi ve meslekleri yerinde tanıma, kulüp çalışmaları, uygulamalı dersler, kurslar, STK çalışması, Gençlik Merkezleri ve üniversitelerle işbirliği faaliyetleri, sosyal etkinlik, staj vb çalışmalar olabilir. Bu uygulamalar yerel ve mahalli imkânlarla daha da zenginleştirilebilir. Öğleden son­­raki bu uygulama çalışmala­rı­­­nın; sorumluluk dâhilinde yü­­rü­tülmesi ile uygulanabilirliği bi­leşkesinin esnek ve sadelik için­de olması gerekir. Öğleden son­raki çalışmalar; faaliyetin özel­liğine göre; bir kişinin, guru­bun veya bütün bir okulun katılacağı faaliyet olabilir. Bu tür uygulama çalışmaların mesai saati dışına ve hafta sonuna da sarkabilmelidir. Uygulama çalışmaları içinde, şiddete, zararlı alışkanlıklara vb diğer olumsuzluklara meyilli, riskli vb. sorunlu öğrencilere yönelik hususi çalışmalar gerçekleştirilebilir. Bunun yanında bir kayıp yaşamış, anne babası ayrılmış, psikolojik, ruhi vb sıkıntı içinde kalıp, bu sıkıntılarının ileriki hayata yansıma ihtimali olan öğrencilere yönelik çalışmalar eğitimin ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Hayatın içinde ve yaşantıya dair bir faaliyet ve uygulama öğrenci üzerinde daha fazla olumlu tesir bırakır. Ortaöğretimde bir öğrenci kısmen kendini kontrol edebilir düzeye gelmiştir. Bir kısım öğrenciler kitap okuma vb serbest çalışmaya yönlendirilirken, problemli öğrencilerle daha hususi program ve çalışmalar yapılabilir. Bu program içinde film izleme, sohbet, gezi, hatıra ve tesir bırakan program ve uygulamaların müspet etkisi olacaktır. Öğrenciler, içinde bulunduğu şartlar ve problemler itibari ile eşit değildir. Aile, çevre, imkân ve fırsatlar itibari ile her öğrenci farklı maddi ve manevi doyuma sahiptir. Bu tür faaliyetlerde adalete dayalı pozitif ayrımcılık gereklidir. Sınıfta saygısız olarak algılanan bir öğrenci, farklı bir ortam ve faaliyette hiç de öyle olmadığı başka problemleri olduğu görülebilecektir. Kalıptan kalbe inilmelidir. Manevi değerlerin zayıfladığı, aşındığı ve yozlaştırıldığı gü­nü­­müz ortamında, manevi de­ğer­lere olan ilgi ve meylin artı­rıl­ması gerekir. Bunun içinde sosyal bir ortam ve çevrenin oluşması gerekir. İstek ve tercih hakkı neticesinde, camide kılınan bir vakit namazı sonrası bir çay sohbeti, sınıftaki bir dersin kazanımlarının ötesinde büyük fayda sağlayacaktır. Bu tarz eğitimler, diyanet ve devletten onay almış kuruluşlarca da gerçekleştirilebilmelidir. Bu tarz eğitimlerle daha iyi tanıma ve gençleri zararlı alışkanlık ve sanal bağımlılıktan alıkoyacak, maddi manevi idealist bir gençliğin yetişmesi sağlanabilecektir. Eğitim öğretim, devletin tek başına altından kalkabileceği bir mesele değildir. Bu noktada, MEB onaylı STK’lara da sorumluluk zaten vardır, bunun farkındalığı çift taraflı artırılmalıdır. Manevi değerle­rimiz ile donanımlı bir nesil yetiştirmek temel meselemiz olmalıdır. Manevi donanım maddi donanımı beraberinde getirecektir. Gençlerin zararlı alışkanlıklardan ve sanal bağımlıktan korunup insani anlamda kendini geliştirmesi için uygun ortamların oluşturulması, geleceğimiz açısından önem arz etmektedir. Gençlerimizin uyuşturucu vb alışkanlıklardan koruma sadece okul önüne polis dikmekle olmayacağı bir geçektir. STK’ların bu noktada şeffaf, profesyonel çalışmalarıyla eğitime desteği önem arz etmektedir. Tarihimiz de dünya tarihi ve günceli de bunun örneklerini görmek mümkündür. Usta çırak ilişkisi anlayışı veya hastanelerde doktor tercihi gi­bi öğrenci de -bireysel eğitim anlamında- öğretmen tercihi ya­pabilmelidir. Öğretmenin, se­vil­­mesi ve teveccühe sahne ol­ması, performans göstergesi ola­bi­le­cektir. Ferdi anlamda öğrenci­nin maddi-manevi yönünden gelişimine katkı sağlayıp, öğretmenleri de daha idealist hale getirecektir. Her öğretmenin kendi alan ve branşı yanında, kendini çok yönlü geliştirmesine dönük farklı alanlarda eğitimler açılabilir. Okula gidemeyen engelli öğrencilere yönelik bireysel ve özel eğitim, diğer öğrenciler için de uygulanabilir olmalıdır. Velinin aşamadığı ve çözemediği maddi-manevi problemlerde, bireysel ve özel eğitim desteği almasının önü açılmalıdır. Okullarda sınıf, laboratuvar yanında sohbet ya da kültür odaları olmalıdır. Bu tür mekânlar okul binası içinde ya da müstakil otantik bir yapı halinde olabilir. Bütün herkesin birbirini görebildiği sedir tarzında oturma düzenine sahip, şark köşesi havasındaki sohbet odaları, bazı dersler için vazgeçilmez bir ortam olacaktır. Bu odalar tarih, medeniyet, edebiyat, felsefe vb sohbetler adı altında bazı derslerin uygulama alanı olacaktır. Ev ortamı havası veren bu tür mekânlar çok yönlü kullanılabilir. Asılı raflarla kütüphane ve okuma odası, konferans salonu olmadığında bir sahne, duvarlarda asılı otantik eşyalarla bir kültür odası havasıyla okula bir zenginlik ve ruh katıp, aynı zamanda okulun misafir odası olarak ta kullanılabilir. Okula davet edilen kişiler buralarda öğrencilerle buluşturulabilir. Sanal bağımlılığın arttığı günümüzde, sohbet odaları; değerler eğitimi ve manevi eğitimlerin uygulanmasında insan gönlüne hitap etmede sıcak bir atmosfer oluşturacaktır. Öğrenciler buralarda konuşma, dinleme, tartışma adabını daha kolay öğrenecek ve uygulayacaktır. Yeni nesli kendi kültür ve değerlerimiz ile buluşturmak istiyorsak bu ve benzeri mekânları okullarımıza kazandırmamız gerekecektir. Bu tür mekânlar düşünce, fikir ve değer üretme ve geliştirmede bir laboratuar vazifesi görebilecektir. Farkındalık eğitimini de eğitim hayatına kazandırmamız gerekir. Eğitim öğretim bir yönüyle farkındalık kazandırmaktır. Hazırcılıktan uzak, kadir kıymet ve şükretmeyi bilen bir nesil için farkındalık eğitimine ihtiyaç vardır. Hayatın farkındalık eğitimiyle daha iyi öğretileceği herkesin malumudur. Gerçeğin idraki, ülfetin ve ünsiyetin kırılması, hakikatin idraki eğitimle mümkün olacaktır. Ortaöğre­timde en hayati konulardan biri de karma eğitimin zorunluluk yerine tercihle uygulamaya geçirilmesidir. Bu noktada gerçekçi adımların atılması gerekir. Gençlerimizin sanal ve suni bir dünyada zamanını ve kendi benliğini kaybetme tehlikesinin görmek gerekir. Gençlerimizi, kendi kültür ve medeniyet dünyamızın gerçekleri ve eşyanın tabiatında var olan hakikatle buluşturmalıyız. Dünyada öncü ve rehber olmamız, maddi, manevi ve insani anlamda pusula vazifesi görerek, dünyanın şekillenmesindeki rol almamız için, eğitim-öğretim meselesine dünyanın gerçekleri yanında kendi gerçeklerimizden ve değerlerimizden de bakmamız gerekir. Bütün öğrencileri en iyi üniversiteye ve bölümlere yerleştirme yarışı ve anlayışı, milli anlamda maddi-manevi ihtiyaçlarımızı karşılamaktan uzak kalmaktadır. Onun için hayatın gerçekleri, ihtiyaçlarımız ve değerlerimiz ile uyumlu eğitim öğretim ortamlarına acil ihtiyacımız vardır. Eğitim adına daha sade, gerçekçi ve uygulanabilir yeni yaklaşımları, kültür ve medeniyet tarihimizden ilham alarak hayata geçirmemiz gerekmektedir.

Halil KATMERLİKAYA 01 Ekim
Konu resmiRİSALE-İ NURLAR HAKKINDA NE DEDİLER ? 2
Risale-i Nur

“Bu asırda bulunan Müslümanların Risale-i Nur’a ve Risale-i Nur’un hizmet tarzına çok ihtiyaçları var.” Yurtdışından Risale-i Nurları ta­nı­yan ve istifade edenlere Be­di­­üz­zaman Hazretleri ve Ri­sa­le-i Nurları sorduk. Aldığımız ce­vap­ları istifadeye medar olur dü­şüncesiyle sizlerle paylaşıyoruz: Öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız? Benim adım Muhammed Hü­seyin Faruk. Sri Lanka ülkesi­nin küçük bir köyünde doğdum. Yedi kişilik mütevazı bir ailenin ortanca evladıyım. Kö­yümde bulunan Nuraniye okulunda liseye kadar okudum. Daha sonra 2002 yılında usul-i din alanında Nazimiye Üniversitesinde eğitimime başladım. Üniversite eğitimimi tamamladıktan sonra Arapça ve İslam Tarihi öğretmeni olarak ülkemde meşhur olan dini medreselerden birisine başladım. 2012 yılının sonunda Arap dili alanında yüksek lisans eğitimi almak için Sudan’a gittim. 2014 yılında eğitimimi tamamlayarak Sri Lanka’ya geri döndüm. Aişe-i Sıdıka İslami fakültesinde Arap Dili ve Edebiyatı bölüm başkanı oldum. 2015 yılının Eylül ayından bu yana, İslam Tarihi alanında doktora yapmak üzere Türkiye’de yaşıyorum. Allah’ın inayetiyle 2001 yılından bu yana Sri Lanka içinde ve dışında İslâmî hizmetler yapmaktayım. Çeşitli mescitler ve İslami merkezlerde seminerler ve hutbeler vermekteyim. Risale-i Nur ile ne zaman tanıştınız? İlk olarak üniversite yıllarında ana dilim olan Tamil diline ter­cüme edilen Bediüzzaman Haz­retlerinin Hutbe-i Şamiye adlı eserini okudum; fakat tercü­menin kalitesizliğinden dolayı çok bir şey anlamadım. Ve yine 2012 yılında düğünümde, sevdiğim bir arkadaşım Tamil dilinde Bediüzzaman Hazret­le­rinin Uhuvvet Risalesini ba­na hediye etti. Tercümeden kay­­nak­lanan sebepten dolayı ki­­tap­lar bana sıradan gelmişti. (Bir eser­den gerçek manada is­tifade etmek için tercümenin ne kadar ehemmiyetli olduğunu şimdi daha iyi idrak ediyorum.) Yüksek lisans için Sudan’a gittiğimde Hayrat Vakfı Risale-i Nur hizmetiyle tanışma fırsatı buldum. Benimle beraber Sri Lanka’dan yüksek lisans yapan Muhammed İnsaf arkadaşımla beraber kalacak yer arıyorduk. Hayrat Vakfı Risale-i Nur hizmetiyle tanışmama vesile olup bize çok yardımcı olan Sudanlı Dr. Ahmet Fadlullah Uheymir’e bu münasebetle çok teşekkür etmek istiyorum. Ken­disi Risale-i Nurları Arapça­ya çok başarılı bir şekilde tercüme eden heyetin içinde­dir. Ve bu münasebetle şifası için kendisine dua ediyorum. Dr. Ahmet Bey, bizleri Hayrat Vakfı Risale-i Nur hizmetinden ho­ca­larımıza götürüp, onlarla ta­nıştırdı. Bu vesile ile Sudan Ri­sale-i Nur merkeziyle ve orada hizmet edenlerle tanışma fır­satımız oldu. Belirli bir süre son­ra medresede kalıp Risale-i Nur­lardan istifade etmeye başladık. Risale-i Nurlar üzerine yaptığımız özel oturumlar vesilesiyle istifademiz gün be gün arttı. Allah eğer bir kulu için hayır isterse o hayra gidilecek yolları kolaylaştırır. Bizim, yüksek lisans için Sudan’a gelmemiz bu güzel hakikatleri ve bu kıymetli eserlerin anlaşılması ve idrak edilmesi için bir sebepti. Medresede bulunan kardeşlerimiz, bizimle hususi mütalaalar yaparak Risale-i Nurlardan istifade etmemizi sağladılar. Allah onlardan razı olsun. İşte bu şekilde, bu kıymetli eserlerle olan yolculuğum başlamış oldu. Yolculuğumda devam ve bu eserden istifade ettikçe ne kadar büyük bir hazine bulduğumu idrak ettim.       Risale-i Nur’u mütalaa ettiğinizden bahsettiniz. Bu mütalaalarınız ışığında Risale-i Nurları nasıl buldunuz? Kısaca bahseder misiniz? Yaklaşık altı yıldır Risale-i Nurlardan istifade ediyorum. Bu istifademi iki farklı ortamda elde ettim. Birincisi: Arapça konuşulan, Türklerden ve çeşitli uyruklardan oluşan Risale-i Nur talebeleriyle iki yılımı geçirdiğim Sudan. Orada Türk olmadıkları halde Bediüzzaman Hazretlerinin fikirlerini benimseyen, Risale-i Nurları ciddi seviyede anlayan ve Risale-i Nurları neşretmeyi bir vazifesi olarak bilen çeşitli ülkelerden kardeşlerimiz beni son derece etkiledi. İkinci ortam ise, bu risalelerin telif edildiği, İslamiyet’e beş yüz yıldan ziyade bayraktarlık eden bu topraklarda yaşadığım ortamdır. Bediüzzaman Hazretlerinin yaşadığı, eserleri telif ettiği yerler ve bizzat kendisini gören talebelerini görmek, onlardan hakikatleri dinlemek, çok lezzet aldığım bir husustur. İşte bu iki güzel ortamda yaşadığım, yıllar boyunca Risale-i Nur’dan elde ettiğim tecrübe ve şuurla ilmî ve fikrî hayatımı tamamen değiştirdim. Ve hayatımı iki kısma ayırdım: Biri, Risale-i Nur ve talebeleriyle tanışmadan önceki hayatım, ikincisi ise risalelerin hayatıma girdiği dönem. İkisi arasındaki farkı çok rahat bir şekilde mülâhaza edebiliyorum. Hayatımın birinci döneminde Sri Lanka’da bir hoca ve vaiz olarak birçok kitaplardan istifade ediyordum. Yalnız Risale-i Nur ile tanışmamdan sonra önceki kitaplardan okuduğum mevzulara farklı yorumlar ve farklı bakış açıları getirmesi bana çok büyük bir zevk veriyor. Okudukça iştiyakımı artırıyorlar. İbadetlerden aldığım lezzet çok farklılaştı. Ve Risale-i Nur’un mütalaası neticesinde zihnimde istikametli bir ilmi metot teşekkül etti. Onun için her zaman söylediğim bir ifadeyi sizin vesilenizle tekrar dile getirmek istiyorum. "Risale-i Nurları mütalaa ile zevk etmeyen mahiyetini ve kıymetini idrak edemez. Risale-i Nurlardan düzenli bir şekilde istifade ettiğimden bu yana kendimi Risale-i Nur vesilesiyle Kur-an’ın gölgesinde yaşıyor gibi görüyorum. Bunu gerçekten hissedip hayatımın birçok zorlu anlarında yaşadım. Risale-i Nur bütün eczalarıyla hayat felsefeme ve hayata olan bakış açıma yardım etmiştir ve ediyor.” Misal vermek gerekirse, Su­dan’ da yaşadığım günlerde -Allah rahmet eylesin- babamı kaybettim. Aynı gün Allah ba­na bir erkek evlat nasip etti. O günlerde yüksek lisansta imtihanlarımla meşguldüm. Vefat eden babamın cenazesine katılamadım ve yeni doğan evladımı göremedim. Bu ikisinden de kilometrelerce uzak bir memlekette, çok zor bir halet-i ruhiye içindeydim. Babamın vefatına mı üzüleyim yoksa evladımın dünyaya gelişine mi sevineyim? Bunlarla birlikte imtihanlarım da zihnimi kurcalıyor. O günlerde mütalaa ettiğim haşir risalesi bana büyük bir teselli oldu. Bu zor günlerimi atlatabilmek için bana kuvve-i maneviye verdi. Hatta çok gariptir ki Risale-i Nurlardan ezberlemiş olduğum bir cümle sanki bana hitap edip beni teselli ediyordu. “Bu dünya her an dolar ve boşalır bir dâr-ı ziyafet ve bir menzildir.” Bu ibare ile Risale-i Nurdan almış olduğum ders benim imdadıma yetişti. Ertesi gün büyük bir gayretle üniversiteye imtihana gittim. İmtihan kâğıdını teslim aldığım dakikalarda babamın cenaze namazı eda ediliyordu. Fakat Risale-i Nur’un bereketiyle ve bana vermiş olduğu nazarla kelimelerle ifade edemeyeceğim bu zor ve sıkıntılı durumdan Allah’a hamdolsun ki kurtuldum. İşte Risale-i Nur musibetlere ve problemlere nasıl karşı konulacağını öğretmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin imani meseleleri ele alış tarzı ve üslubunu nasıl buluyorsunuz? İslam âlimleri, imani meseleleri izah ve şerh ederken birkaç üslup ve metot kullanıyorlar. Fakat Bediüzzaman Hazretleri kendine has bir üslup ile iman hakikatlerini ilmî ve manevî bir tarzda, bazen ikisinin imtizacıyla ele alır. Bu hususta diğer birçok âlimden farklı olarak, sadece ilmî veya sadece manevî bir tarzda ele almamıştır. Şunu ifade etsem herhalde mübalağa etmiş olmam; Üstat Hazretleri akıl ve kalbi bir arada muhatap kabul ediyor. Buna ek olarak kullanmış olduğu dil, dersini dinleyenlerin kalbinde fikrî ve amelî olarak tesir ediyor. Aynı zamanda imanı zayıf veya şüphe ve vesvese taşıyan insanları tam anlamıyla ikna ediyor. Malumdur ki Bediüzzaman Hazretleri bu asrın müceddidlerinden biridir. Fakat ben sadece onu bir müceddid olarak değil, Kur’an’ın tebliğ üslubunda bir ihyacı olarak görüyorum. Ve buna ek olarak, o bir ıslah hareketi başlatmıştır. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri, İslamiyet’in Mekke döneminde olduğu gibi, ilm-i yakine dayanan imanı takviye ve kuvvetlendirmek hedefindedir. Bu yüksek gayesini gerçekleştirmek için fenni ilimler ile dini ilimleri mezcinin tecellisi olan bu risaleleri telif etmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin hayatından sizi etkileyen bir kesit var mıdır? Üstadın Tarihçe-i hayatını okuyanlar yakinen bilirler ki hayatının her kesiti her aşaması bir ibret, bir ders ve bir tesir içermektedir. Siz böyle söylerken hemen aklıma gelen ve hiçbir zaman aklımdan çıkmayan meşhur Rus komutanı ile olan muhaveresi ve altın harflerle yazılacak o meşhur cevaplarıdır. Şu anki İslam âlimlerinin hatta her bir Müslümanın bu tarz bir derse ihtiyacı var. Sağlam imanından ve istikametli itikadından ortaya çıkan sağlam irade ve izzet-i İslamiyeye takdire şayandır. O hadiseyi bir kez daha hatırlayacak olursak, Rus komutanı Nikola Nikolaviç esir kampını incelemek için ziyarete geldiğinde kampın içinde gezerken herkes ayağa kalkıyor, fakat Bediüzzaman Hazretleri kalkmıyor. Komutan iki üç defa üstadın önünden geçtiği halde Üstat Hazretleri duruşunu değiştirmiyor. Sonra bir mütercim vasıtasıyla komutan sorar: Herhalde sen beni tanımadın? Hayır tanıdım. Sen Nikola Nikolaviç, Kafkas cephesinin komutanı ve Rus Çar’ının dayısısın. O zaman beni tanıdığın halde neden önümde kalkmıyorsun. Beni tahkir ediyorsun. Asla! Ben kimseyi tahkir etmiyorum. Dinimin bana emrettiğini yapıyorum. Dinin ve itikadın sana neyi emrediyor? Ben Müslüman bir âlimim ve kalbimde iman taşıyorum. Kalbinde iman taşıyan imanı olmayandan daha efdaldir. Eğer senin önünde kalksaydım kendi mukaddesatım ve inancıma hürmetsizlik etmiş olurdum. Bu sebepten ötürü önünde kalkmadım. Bunu duyan komutan kendisinin, ordusunun ve halkının küçük düşürüldüğünü düşünerek askeri mahkemenin kurulmasını talep eder. Mahkeme idam kararını verir. Ama Bediüzzaman Hazretleri çekinmeden ve korkmadan kararın uygulanması için hazır olduğunu ifade eder. Bu cesarete ve imanın güçlü olmasına hayran kalan komutan, kararından vazgeçip Üstad’dan özür diler. İşte izzet-i İslamiye ve cesaret timsali! Risale-i Nurların Sri Lan­ka’da ve dünyada neş­­re­dil­mesini ehemmiyet­li bu­­luyor musunuz? Risale-i Nurların bir program içerisinde bütün dünyaya neşredilmesi son derece önemlidir. Bu asırda bulunan Müslümanların Risale-i Nur’a ve Risale-i Nur’un hizmet tarzına çok ihtiyaçları var. Asrın hastalıklarına ilaç olması, ihtilafa değil ittihada davet etmesi gibi birçok yönleriyle Risale- i Nur bu asırdaki Müslümanları nurlandırır. Konuşmanızın başında İslam tarihi alanıyla hususi olarak ilgilendiğinizi bahsettiniz, kendi ala­nınız nazarıyla baktığı­nızda Risale-i Nur’un nasıl buluyorsunuz? İslam Tarihi birçok büyük imamlar ve âlimlerle doludur. Her asırda dünyanın değişik yerlerinde âlimler ve arifler ortaya çıkmıştır. Bu asırda o âlimlerden çok azı kalmıştır. Ve o âlimlerin fikirleri de kitapların içinde kalmıştır. Bunun sebebi ise değişen dünyada ilme olan iştiyakın azalmasıdır. Çünkü hiçbir fikri ekol veya hizmet ihlaslı, sadık ve fedakâr tabileri olmadan muhafaza edilmez. Ve intişar etmez. Fakat Risale-i Nurlar muhlis, sadık ve fedakâr talebeleri vesilesiyle çok geniş bir alanda etkisini göstermektedir. Bu Rabbimizin büyük bir lütfudur. Allah’a binlerce kez şükürler olsun. Üstad Hazretlerinin yaşadığı dönem ve yaptığı büyük hizmetler göz önüne alındığında bir tarihçi olarak istifade edeceğim çok dersler var. Batının ve medeniyetinin top yekûn saldırdığı bir dönemde belirlemiş olduğu hizmet metodu ve çabaları bizim için çok güzel bir örnektir. Münazarat adlı eserinde doğudaki aşiret liderleriyle yaptığı konuşmasında dönemi tahlil eden ve en güzel çözümleri veren bir tarih uzmanı görüyoruz. Ve yine diğer risalelerinde buna benzer hususiyetleri görebiliyoruz. Risale-i Nur talebelerine bir mesajınız veya iletmek istediğiniz bir şey var mı? Risale-i Nurları okuyanlar öncelikle istifade niyetiyle okumaları gerekmelidir. Niyetimiz ne kadar iyi olursa, istifademiz o kadar artar. Bediüzzaman Hazretleri bu eserlerde iman ve Kur’an hakikatlerinin anlaşılması için bütün ilimleri kullanmıştır. Bazen üst perdeden bu ilimlerdeki derinlikleri ve bazen incelikleri kullanarak hakikatleri izah ediyor. Bunu idrak edebilmek için biraz o ilimlere vukufiyet gerekiyor. Veya en azından bazı esaslara hâkim olmak gerekiyor. Bütün bunlarla birlikte Risale-i Nurlara hâkim olanlarla mütalaa edilmesi bence olmazsa olmazdır. Mütalaa yöntemiyle bilenlerden istifade etmek çok ayrı bir nazar ve ufuk vermektedir. Bu eserlere bütün dünyanın ihtiyacı var. Elimizden geldiği kadar beraberce neşretmemiz gerekir. Benim bütün Risale-i Nurlardan istifade eden kardeşlerden ricam, önce kendimiz sonra etrafımızdakilere bu hakikatleri anlatalım. Bir iman hakikati dahi olsa tebliğ etmeye gayret edelim. İnşallah çok kısa bir zamanda bütün insanlar bu eserlerden okuyup istifade ederler.

Rıdvan ABUD 01 Ekim
Konu resmiBir Hatıra
İnsan

Hayrettin Karaman’ın Yeni Şafak gazetesinin 15.8.2019 tarihli köşe yazısında “Tantavî Nedvî’yi Anlatıyor” başlıklı yazısını okudum. Yazıda “Nedvî'nin eserlerini, hayat hikâyelerini okuyarak tanımak da önemli bir nasiptir.” diyordu yazar ve Tantavî’nin Nedvî hakkındaki şu ifadelerine yer veriyordu: “Allah yolunun davetçileri çok, ama bunlardan Hasan el-Bennâ'yı, Seyyid Kutub’u, Mevdudi’yi yakînen tanıdım. Kendilerini görmedim ama hakkında çok şey duyarak Türkiye’den Said Nursî’yi tanıdım. Bu tanıdıklarım içinde en önde gelen, en ihlaslı, en çok hatırlanan ve tesiri en derin olan kişi Nedvî’dir.” Bu vesileyle ben de şu hatıramı nakletmek isterim. Merhum ve mağfur büyük âlim ve evliya Ebu’l-Hasen en-Nedvî’yi, vefatından birkaç sene önce, Türkiye’den Emin Saraç Hoca Efendi’nin de içinde bulunduğu bir heyet, Hindistan’da ziyaret ederler. Uzun müzâkere ve musâhabelerden sonra ayrılırken, Nedvî şöyle der: “Ben her gün teberrüken Risâle-i Nurlardan bir parça okuyorum. Said Nursî’nin talebelerine benden selam götürün. Hem kendilerine dua ediyor ve dualarını bekliyorum.” Emin Saraç Hocaefendi bir sohbetimizde bu selamı iletmiş ve şöyle demişti: “Üzerimde vebal kalmaması için Ebu’l-Hasen en-Nedvî’nin selamlarını, İslam harflerine sahip çıkan siz Hayrat Vakfı Risale-i Nur talebelerine iletiyorum.” Bu vesileyle tekrar hatırladığım bu hatırayı ben de sizlerle paylaşıyorum. Allah hepsine rahmet eylesin.

Ahmed SEMİZ 01 Ekim
Konu resmiBir Değerdir O'nun (cc) Teveccühü
İbadet

Rabbin seni ne terk etti, ne de (sana) darıldı!                                                                 (Duhâ, 3) Ey kalplerin dostu. Ey dostu olmayanların dostu. Ey en güzel dost. Ey kendisini arzulayanların dostu. Ey kendisini zikredenlerin can yoldaşı. Ey dostların can yoldaşı. Ey ünsiyet verenlerin ve kendisiyle ünsiyet edilenlerin en hayırlısı. Cevşen-i Kebirde yar alan bu nidalar, aynı zamanda bizim için bir ümit madenidir. Hani derler ya, “Yalnızlık Allah’a mahsustur.” Çabuk inkisara uğramak âdeti olan kalb, her incindiğinde hususen teselliye muhtaç her halinde bir “enis” arar kendisine. İşte o demlerde, tüm dostlukların, tüm aşinalıkların, tüm yarenliklerin ancak bir gölgesi, bir tecellisi olduğu; hakiki yâr ve dostumuz olan, “Veli”miz olan Rabbimize sarılır kalbimiz. Dilimiz ve gönlümüz bu sığınışı “Madem O var, her şey var!” lisanıyla bir başka tavırda, kavli olarak da terennüm eder. *** Taif… Ümmetin kronolojik cetvelindeki her zaman çizgisinden Asr-ı Saadetin sabır ve metanet iklimine açılan pencere… Hüzün senesinin hüzün sağanağı altında, tebliğ vazifesinin icrasında, Rahmet Peygamberinin merhamet dolu kalbini inciten hatıra… Netice: Hüzün, yalnızlık, yüz çev­rilme üçgeninde; ümit dolu, dua dua Rabbe yöneliş, sığınış… Bir peygamber mirası: “Allahümme” nidasıyla başlayan dua cümleleri. *** Mihrak noktası hakikat değilse, vasıl olunacak menzil de farklı olamaz. “Niyet hayır akıbet hayır”mış elbet. Caddeler dolusu kalabalıkların içinde de bulunsa hakikat erleri, istikametini Hak’tan yana çizebilmeli. Herkese ve her şeye rağmen de olsa. Tezat da olsa… Kalabalıkların yüreklerinde yük olarak taşınan her çeşit dünyevi himmete ve gayrete yüz çevirerek, onların manevi büt’lerini tüm manalarıyla kırarak İbrahimvari yürüyüşü Beytullah menziline yapabilmeli. Tek başına olmuşsun ne gam! Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselamın şahsında tüm ümmete ders: “Eğer (seni dinlemeyip senden) yüz çevirirlerse, artık de ki:                      Allah bana kâfîdir!...” *** Kalabalıklara da ne oluyormuş! İtikadımız var bizim, “Allah bes baki heves” dedirten, tevhid-i kıble edindiren, kesrette vahdeti bulduran. Kesrette boğulan kalabalıktan beka kokusu alınır mı? Taatimiz var bizim, O’nu tekbir ettiğimiz, O’na eğildiğimiz, O’na el açtığımız, O’nun için cem olduğumuz, “Livechillah” sır­rını hakka’l-yakin yaşadığımız. Dünyevi menfaatler karşısında birleşen ve eğilen binler, milyonlar kalabalıklar, Bir’e ram olan bir tek şahıs da olsa ona karşı hüküm-ferma olur mu? Ezkârımız var bizim, tesbihiyle, tahmidiyle, tekbiriyle, salavatıyla O’nu yâd ettiğimiz, isim isim esmasına kanat açtığımız, huzurunda olmanın hazzını yaşadığımız. Hak’tan gayrının huzurunu arayan kalabalıklar gerçek huzuru bulabilir mi hiç? Adabımız var bizim, tavırlarımızı, fiillerimizi, sözlerimizi keşmekeşlikten kurtaran, her halden O’nun huzuruna yol bulduran, ne acele ne sağa sola sapmadan itidal üzere Sultan-ı Kâinatla beraber hayat çizgisinde yürüten. Bu adabdan yoksun kalabalıklara ne oluyormuş, bizlere hayat yürüyüşünü tarif edebilsin!... Ve… Kalemimiz var bizim, şehidlerin kanıyla muvazene edilen, mürekkebi beraberinde çizgileri boyunca irşadî seyahatte daim sesi duyulan, asrî kirleri yevmî olarak temizleyen, imani hakikatleri hece hece aklımıza, kalbimize, ruhumuza mezc eyleyen. Kalabalıklara ne oluyormuş bize kemalat dersi versin? *** Yollar gördüm uzun ince / Yollar gördüm bir bilmece Sen olmasan halim nice / Yollarımı aç Allah’ım Allah’ım, Kur’ân-ı Azimüşşanın nuruyla aklımızı nurlandır, kal­bimizi nurlandır, ruhumuzu nur­landır! Ya Rabbi, nefislerimizi de Kur’ân’ın nuruyla irşad eyleyip terbiye eyle! Âmin.  

İbrahim SARITAŞ 01 Ekim
Konu resmiDikkat Üstad Konuşuyor!
Risale-i Nur

Risale-i Nurlara talebeliğin şartlarından birisi de:  O’nu (Nur Risalelerini) kendi malı ve telifi gibi bilip O’na sahip çıkmak ve hayatının en mühim vazifesi O’nun neşir ve hizmeti bilmek olarak tarif edilmiştir.    Risale-i Nur’da her nur talebesinin yalnız kendi imanını kurtarmakla kalmayıp başkalarının da imanlarını muhafazaya mecbur ve mükellef olduğu da açıkça belirtilmiştir. Bu açıklamalar ışığında Nur talebelerinin insanları irşat ve tebliğe memur oldukları gayet açıktır. İşte bu yüzdendir ki milyonlarla talebe, Risale-i Nurun imani ve Kur’âni hakikatlerini değişik ortamlarda dile getirmekte, dersler ve sohbetler yapmaktadırlar. Bu yazımızda Risale-i Nurları ders yapan, o hakikatleri insanlara ulaştırmaya çalışan kişilere bakış açımızı belirleyecek bir ölçüyü ele almaya çalışacağız. Sevgili Üstadımız Nurun ilk talebelerinden olan Hulusi ağabeye, Risale-i Nurlardan ders yaparken yaşadığı hissiyata dair şu ifadelerle hitap ediyor: “Cemaate sözleri (Risale-i Nurları) okumak zamanında sendeki hissiyat-ı aliye ve fazla inkişaf ve fedâkârâne hamiyet-i diniye (din için yapılan fedakarlık) galeyanının sırrı şudur ki: velayet-i kübra (en yüksek velilik mertebesi) olan veraset-i nübüvvetteki (Peygamberliğin mirası olan ilme sahip olma) makam-ı tebliğin envarı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellal-ı Kur’an Said’in vekili, belki manen aynı hükmüne geçtiğin içindir.”  Risaleleri okurken ya da bir gruba anlatırken gelişi güzel değil de bazı şartlara riayet etmek gerekir. Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nurları ders yaparken dikkat edilmesi gereken hususlardan birisini de şöyle açıklar: “Hem sizde ve müstemiînde (dinleyicilerde) iştiyak (arzu, istek) olduğu zaman okuyunuz.” Hazret-i Üstad kendisi ile hayatta iken görüşemeyenlere ve vefatından sonra dünyaya gelen talebelerine Bediüzzaman Hazretleriyle sohbet etmenin hâlâ mümkün olduğunu, maneviyatta ayrılığın söz konusu olmayacağını şu cümlelerle ifade ediyor: “Benimle hakikat meşrebinde sohbet etmek isteyen adam, hangi risaleyi açsa, benimle değil, hadim-i Kur’an olan üstadıyla görüşür ve hakaik-i imaniyeden zevkle bir ders alabilir.”  Şimdi bu hakikatlerin rehberliğinde bazı hizmet ölçülerini not etmeye çalışalım: Ölçü: Bediüzzaman Hazretleriyle görüşmek isteyen Risale-i Nurları okumalıdır. Hazret-i Üstadı dünya gözü ile göremeyenlerin belki de en büyük arzusudur onunla görüşmek, konuşmak, sohbet edebilmek. Fakat dünya cihetiyle sebepler dairesinde bu çok kolay değildir. Rüya beşaretiyle bir kısım insanlar buna mazhar olabilir. Lâkin şehadet âleminde şimdilik ancak bu kadarına muvaffak olabiliyoruz. Üstad Hazretleri asıl görüşmenin Nurlarla meşgul olduğumuzda gerçekleştiğini ifade ediyor. Üstadı görsek bizimle yine Nurları konuşmaz mıydı? Bizlere Risale-i Nurları işaret edip ondan istifadeye sevk etmez miydi? Beşeriyetin bu hakikatlerle tanışması için risalelerdeki ölçülerle hizmet etmemizi emir buyurmaz mıydı? Elhasıl, hayattaki Bediüzzaman neyse memattaki Bediüzzaman da odur. Madem öyledir. Haydi, yeni bir aşk ve şevkle nurlara müteveccih olup ondan feyz ve ders alalım. Sevgili Üstadımızın sohbetine iştirak edelim. Dersten kaçmayalım. İzinsiz sohbeti terk etmeyelim. Ölçü: Risale-i Nurun dersinde insibağ ve in’ikas sırrı vardır. Risale-i Nur, Kur’an’ın nurlarından bu zamana mahsus bir nurdur. Ondan yapılan dersler Kur’an’a ait olduğu için kuvvetli bir tesire sahiptir. Hem okuyanı hem dinleyeni tesiriyle mest eder bir özelliğe sahiptir. Onu okuyanlar ve dinleyenler kendi vicdanlarına baktıklarında bu tesire şahitlik ederler. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri kendisini Kur’an’ın dellalı olarak ilan ediyor. Yani Kur’an’ın hakikatlerini insanlara duyuran bir ilancı olduğunu bildiriyor. Aslında Kur’an’ın hakikatlerini bildiren herkes bir cihette dellal-ı Kur’an’dır. Yalnız, nur talebeleri için Risale-i Nurları okumak ve ders yapmak şu manaya geliyor: Bediüzzaman Hazretlerinin çoğu ilham yoluyla Kur’an’dan keşfettiği hakikatleri O’nun namına insanlara aksettirmektir. Bu cihetle zahiren konuşan farklı farklı insanlar iken, hakikatte konuşan Üstad Hazretleridir. Sohbette insibağ ve in’ikas vardır der, Üstad Hazretleri. Yani konuşanın boyasıyla boyalanır dinleyenler. Madem Bediüzzaman konuşuyor. O zaman okuyan ve dinleyenler onun boyasıyla boyanır. Dersi yapan kişi o esnada Üstad Hazretlerinin vekili, belki de suret değiştirmiş, onun aynı hükmüne geçmiştir. O yüzden Risale-i Nurları okuyanlara ve dinleyenlere biz de deriz ki: Dikkat Üstad konuşuyor! Dinleyen söyleyenden daha iyi anlar, kaidesiyle derse verilen ehemmiyet nispetinde istifade ziyadeleşir. Ölçü: Risale-i Nurdan ders yaparken kendimizi ve cemaatimizi yoklayalım. Hazret-i Üstad, Risale-i Nurları ders yaparken okuyanın ve dinleyenlerin halet-i ruhiyelerini dikkate almamızı tavsiye ediyor. Dinleyen aşk ve şevkle dersi yapana kulak verir, dersi yapan da kendisinin Bediüzzaman’ın vekili olduğu hakikatine istinaden derse ciddi hazırlanır, büyük bir iştiyakla hakikati dillendirmeye çalışırsa, o dersten herkes fazlasıyla istifade eder. Cemaatin yorgun ve isteksiz olduğu zamanlarda, dersi yapan şevkli de olsa, dersten alınan feyiz az olur. Hem hakikati ucuza satmak manası da çıkabilir. Kıymettar hakikatleri samimi ve ciddi alıcı müşterilere vermek gerekir. Risale-i Nurlar Kur’an’ın baha biçilmez mücevherleri hükmündedir. Elimizde mücevherat-ı Kur’aniye var. Elbette o kıymetli mücevherleri isteksiz ve ehil olmayanların eline vermek, hakikate karşı bir hürmetsizlik olur. Risale-i Nur gibi Kur’ani hakikatleri insanlara neşretmekle mükellef olan Nur talebeleri, o hakikatleri insanlara bildirirken en mühim husus olan ihlası da dikkate almalılar. Çünkü “İhlas ile kim ne isterse Allah verir.”  Tesiri de o halk eder.

Zafer ZENGİN 01 Ekim
Konu resmiBilim Tarihi Sohbetleri’ne Dair Birkaç Önemli Not
Eğitim

Fuat Sezgin... Ömrünü ilme, bilime adamış bir deha. Onun eserlerini okudukça, “Ne çok öğrenecek şeyimiz varmış” diyor insan. Fuat Sezgin’i tanıtan kitaplardan biri de Sefer Turan ile gerçekleştirdiği söyleşidir. Bu söyleşi kitaplaşmış ve ‘Bilim Tarihi Sohbetleri’ adında yayımlanmış. Biz de bu yazımızda, tarihimize -özellikle bilim tarihimize- ışık tutması açısından bu söyleşiden bazı notlar aktardık. Sezgin’in altmış yılını verdiği büyük bir eseri var: İslâm Bilim Tarihi. Bu eser birçok dile çevrilse de maalesef Türkçeye çevrilmemiş. Eserde geçmişten bu zamana kadar bilime katkısı olmuş kişilerin biyografileri ve çalışmaları var. Eser 15 cilt. Yapılan söyleşi de aslında bu eserlerin içeriği ve Fuat Sezgin’in kurduğu müzelerle ilgili… Sezgin, 1924 yılında Bitlis’te doğmuştur. İlim hayatı Ritter adlı oryantalist bir hoca ile tanışmasıyla başlamış. Mühendis olmak istemiş, ancak Edebiyat Fakültesi’ne kaydolmuş. Hocası kendisinden altı ayda Arapçayı öğrenmesini istemiş. Ve Fuat Sezgin bunu başarmış. Bunun formülünü de günde 17 saatlik çalışma olduğunu söylüyor kitapta. Arapçayı öğrendikten sonra Brockelmann’ın bir kitabını okumaya başlar. Bir Arap edebiyatı tarihidir bu kitap. Amacı bu kitaptaki eksiklikleri düzeltmektir. Ancak düzelecek gibi değildir ve dünyadaki bütün yazmalara bakarak yeni bir kitap yazmak istediğini söyler. Ve İslâm Bilim Tarihi’nin ilk adımını atarak 1. cildini hazırlar. 40 yıl boyunca bu çalışmaya devam eder ve artık 2007 yılında bu eserin 13. cildini yazmıştır. Fuat Sezgin, 1960 darbesi ile birlikte üniversiteden uzaklaştırıldıktan sonra Almanya’ya gitmiştir. Türkiye’den uzaklaşıp Almanya’ya gitmek zorunda kalmasını bir hayır olarak görür ve pes etmez. Bir süre sonra Almanya’da Profesörlük unvanını elde etmiştir. Bilimler Tarihi Profesörü olduktan sonra da Arap-İslâm Bilimleri Enstitüsünü kurmuştur. Aynı zamanda Frankfurt’ta da İslâm Bilim Tarihi Müzesinin temellerini atmıştır. Burada 800 bilim adamının eserinin eseri yapılmıştır. Sezgin ayrıca Kimya, Botanik, Tıp, Zooloji, Coğrafya, Matematik, Meteoroloji gibi bazı bilimlerin ilk defa tarihlerini yazan kişidir. Sezgin, röportajında Müslümanların 850 yılından 16. yüzyılın sonuna kadar mucit konumunda olduklarını ve hep yeni şeyler bulduklarını ifade eder. Bugün Avrupa’da gelişmiş olan bilimlerin temelini Müslümanlar atmıştır. Bugün ise, Müslümanlar bir duraklama devrine girmiş ve bu işi Batı üzerine almıştır. Bu sebeple, Türklerin bir an önce korkak ve taklitçi olmaktan kurtulması gerektiğini söyler. Müslümanların bilimde bu kadar önde iken, daha sonra neden geri kaldığı sorusuna da net olarak cevap verilemediği görüşündedir, Fuat Sezgin. Ancak, dinin etkisinden geri kaldık diyenleri sert bir şekilde eleştirmiş ve böyle bir şeyin olmadığını söylemiştir. Müslümanlar aşkla, şevkle, gay­retle çalışmalıdır. Yukarıda ak­tarmıştık, Fuat Sezgin günde 17 saat çalıştığını söyler. 82 yaşından sonra ise bunu 3-4 saat azaltmıştır. Örnek alınması gereken bir bilim insanı… Aslında her şey küçük bir adımla başlıyor. Sezgin bilim müzesini kurmayı planlarken müzeye 20 alet getirebileceğini söylemiştir. Şu anda ise müzede 800 aletin maketi yer almaktadır. Sezgin, hadis rivayetleri ile ilgili bir konuya da açıklık getirerek, hadis rivayet eden ravilerin hadisin altında kaynak olarak gösterilmesini, dipnotun ilk olarak kullanılmasının göstergesi olarak yorumlar. Böylece, “Hadislerin yazılı olarak gelmediği için güvenilmez durumdadır” görüşünü de alt üst ettiğini söylemektedir. Yazımda üzerinde durmak iste­diğim konu; Sezgin’in İslâm için bu kadar güzel hizmetler ederken bizlere de güzel hizmetler edebilmemiz açısından tavsiyelerini ele almaktı. Peki, Fuat Sezgin çalışma konusunda bize neler tavsiye ediyor? Dünyanın nimetlerinden feragat edebilmek. Tatlı sabır. Allah korkusu. Masa başında oturup okumayı ve dikkati sadece okuduğumuz metne vermeyi. Kendi dilinin gramerini bilmeyi ve en az bir yabancı dil öğrenmeyi. Bilim, edebiyat, kültür ve sanatla ilgili çalışmak ve de İslâm’a ve ülkesine hizmet etmek isteyen gençleri şevklendirmesi açısından Müslümanların yaptığı bazı önemli buluşları aşağıya kaydettim. yüzyılda Müslümanlar, Af­rika’nın doğusuyla Sumatra arasındaki mesafeyi -bugünkü gerçeğe aşağı yukarı tamamıyla- hesaplayacak şekilde bilmiş­tir. Cabir İbn-i Hayyan’ın kimya ilmi ile ilgili kitapları 12. yüzyılda Avrupa’da okutulmuştur. Müslümanlar 10. yüzyılda Tahran’da rasathane kurmuştur. Amerika’yı ilk olarak -bilmeden de olsa- Müslümanlar bulmuştur. yüzyılda Halife Memun dö­ne­minde, Müslümanlar, Dün­ya haritasını yapmayı başardılar. Müslümanlar, hadis kitaplarında yer alan hadislerin kimden rivayet edildiğini yazarak aslında ilk dipnot sistemini buldular. Dakikaları ölçen ilk saat 12. yüzyılda İslâm dünyasında yapılmıştır. Müslümanlar 9. yüzyılda meteorolojinin temellerini atmıştır. Müslümanların 9. yüzyılda bulduğu verileri Avrupa 19. yüzyılda gerçekleştirebilmiştir. İlk bilimler tarihinin yazarı 9. yüzyılda İbnü’n-Nedim’dir. Eserinin adı el-Fihrist’tir. Matematik, coğrafyayı müstakil bir ilim haline sokan Birunî’dir. İlk gramer kitabını (el-Kitab) 8. yüzyılda Sibeveyh yazmıştır.

Ogün PEÇENEK 01 Ekim