16. Sayı: "Bedîüzzaman Said Nursî (rh)"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiPlanlı Olmak Sünnetullaha Uygun Hareket Etmektir
Risale-i Nur

Başarılı olmak istiyorsak, sünnetullaha uyup, yapacağımız işlerin (günlük, aylık, yıllık) planlarını yapmak zorundayız. Plansız bir hayatın neticesi çoğunlukla kötü bir hayattır. Rastgele yaşantı, verimsiz bereketsiz bir yaşantıdır. Hayatta hedefi olan ve bu hedefe göre hayatını planlayan insanlar, hayatlarını en güzel bir şekilde değerlendiren, şekillendiren insanlardır. Ortalama bir insanın, iş hayatında -normal koşullarda,- sahip olduğu potansiyelin sadece % 30'u ile % 40'ını kullandığı tahmin edilmektedir. Geriye kalan % 60, 70 arasındaki süre ise boşa akıp gitmektedir. 1. SÜNNETULLAHDA PLAN İman esaslarından kadere ve kazaya iman en çok tartışılan konulardan biridir. Kısaca kader, Allah'ın olmuş olacak her şeyi bilmesi ve Levhi Mahfuz'a yazması, (tabir caizse yapılacak işlerin planlanması), kaza ise, Levhi Mahfuz'a yazılmış olan şeylerin vukua gelmesidir. (Planın tatbik edilmesi). Burada kader ve kaza ile ilgili tartışmalara girecek değiliz. Üzerinde durmak istediğimiz şey, Allah'ın icraatlarından ders alarak hayatımızı planlı hale dönüştürmektir.Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur: Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Ona Yaz! dedi, kalem de Ne yazayım? diye sordu. Allah Kaderi, ne olmuşsa ve ebede kadar ne olacaksa onu yaz! buyurdu. (Kalem de olmuş ve olacak her şeyi Levhi Mahfuz'a yazdı.) (Tirmizî, Ebu Davud) (1) Allah, kâinatı yaratmadan önce kâinatın plan ve projesini hazırlıyor. Yedi kat sema, galaksiler, yıldızlar, yeryüzü, insanlar, hayvanlar, hücreler, atomlar nasıl olacaklarsa ve ne yapacaklarsa hepsi kaydediliyor. Sonra da icraat başlıyor. Bu gün kâinattaki bütün icraatlar - atomlardan kürelere kadar her şey- bu ilâhî plana göre yürümektedir ve yürüyecektir.Sünnetullahdaki plan, Levhi Mahfuz'daki planla da sınırlı değildir. Her canlı varlığa âit ferdi, şahsi (mikro) planlar da yapılmıştır. Ağacın plan ve programı çekirdeğe, kuşunki yumurtaya, insanınki nutfeye yerleştirilmiştir. İnsanın DNA'sında onun bütün özellikleri vardır. İnsanın, ağacın ve kuşun meydana gelişi yine plandan sonradır. Hulâsa; ilâhî icraatta daima plan, proje önce, faaliyet sonra olmaktadır.Peygamberimiz (asm), Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanın buyurmuştur. Bu hadis değişik yönlerden açıklanabilir. Burada bizim dikkat çekmek istediğimiz konu, sünnetullahdan ders alarak, bizimde yapacağımız işlerle ilgili önce plan, arkasından plana uygun icraatlar yapmak hakîkatidır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Tevfik isterseniz, kavanin-i âdetullah'a tevfik-i hareket (uygun hareket) ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile (başarısızlıkla) cevab-ı red alacaksınız. der. Yani başarılı olmak Allahın âdetlerine uygun hareket etmekle mümkündür. İcraattan önce plan yapmak sünnetullahdan olduğuna göre, önce plan, sonra bu plana uygun icraat yapmak da başarılı olmanın yollarından biridir. Günümüzde bir kısım ülkelerin veya şirketlerin 5 yıllık, 10 yıllık, hatta daha fazla yıllara yayılmış planlar yapıp, bunları uygulayarak başarılı olmaları da bunun bir delilidir.Hayatta başarılı olmak istiyorsak, sünnetullaha uyup, yapacağımız işlerin (günlük, aylık, yıllık) planlarını yapmak zorundayız. 2. PLANIN MÜKEMMEL OLMASI İCRAATIN MÜKEMMEL OLMASI İÇİN ŞARTTIR Bir ev yaptırmayı düşünüyorsak, hemen icraata başlamayız. Plan yaparız. Yaptığımız plan, yapacağımız evin güzelliğini ve mükemmelliğini tayin eder. Güzel bir ev güzel bir planın neticesidir. Kötü bir ev de kötü bir planın neticesidir. Berbat bir ev ise plansız yapılan evdir. Hayatımız bir ev yapmak kadar ehemmiyetli değil midir? Plansız bir hayatın neticesi çoğunlukla kötü bir hayattır. Rastgele yaşantı, verimsiz bereketsiz bir yaşantıdır. Hayatta hedefi olan ve bu hedefe göre hayatını planlayan insanlar, hayatlarını en güzel bir şekilde değerlendiren, şekillendiren insanlardır. Plan ancak bir hedefle vucuda gelir. Hedefiniz, gayeniz, idealiniz, amacınız yoksa plan yapmanıza da gerek yoktur. Bildiğiniz ve dilediğiniz gibi yaşayın. Plan yapmak için yorulmayın. 3. PLANLI OLMANIN FAYDALARI Hayatımızı gelecek açısından hedef koyarak, plan yaparak şekillendirmek, bizi hayatta coşkulu, emin, aktif hale getirir. Unutmayın, insanı harekete geçiren daima hedeflerdir. Tembel adam hedefi olmayan adamdır. Planlı olmak bir haritayla bilmediğimiz bir şehirde gezmeye benzer. Nereye gideceğimiz, nasıl gideceğimiz belirgindir. Haritasız gezmek de tam tersine, nerede olduğumuzu, nereye gideceğimizi, nasıl gideceğimizi ve niçin gideceğimizi bilmeden gezmeye benzer. Muhtemelen gezdiğimiz şehirde kayboluruz. Peygamberimiz (asm), İki nimet vardır ki, insanların pek çoğu onlarda aldanmıştır (kıymetini anlayamamıştır), onlar da sıhhat ve boş vakittir (2) buyurmuştur. Sahâbeler bir araya geldiklerinde ayrılmadan önce Asr Suresi'ni okumaları, (3) birbirlerine zamanın kıymetini hatırlatmak ve zamanı iyi değerlendirmeye teşvik içindi. Allah Asr Suresi'nde insanların vaktin kıymetini bilmediklerini meâlen şöyle ihtar eder:Asra yemin olsun, şüphe yok ki insan hüsranda (zararda)dır. Ancak iman edip salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesna.) (Asr, 1-3) Allahın bir şeye yemin etmesi, onun Allah katındaki büyük değerinden dolayıdır.Allah kitabında asrın haricinde, geceye, gündüze, fecre, şafağa, duha vaktine de yemin eder. Allahın bir şeye yemin etmesi o şeyin şeref ve kıymetini gösterir. Yine Kur'ân'da gün mânâsına gelen yevm kelimesi –tekil, çoğul- 470 defa tekrarlanır. Bir şeyin çokça tekrarı, onun kıymetinden, ehemmiyetinden kaynaklanır. Bütün bunlar değişik zaman birimlerine Allahın verdiği kıymeti gösterir ve Allahın kıymet verdiği şeye bizim de kıymet vermemiz boynumuzun borcudur. Hayatı dolu dolu yaşamanın ve zamanı değerlendirmenin en mühim şartı, zamanı planlayarak değerlendirmek ve yaşamaktır.Bir araştırmacı şöyle diyor:Ortalama bir insanın, iş hayatında -normal koşullarda,- sahip olduğu potansiyelin sadece % 30'u ile % 40'ını kullandığı tahmin edilmektedir. Geriye kalan % 60, 70 arasındaki süre ise boşa akıp gitmektedir.Bunun nedenleri ise: • Kişinin amaçlarının açık ve iyi belirlenmemiş olması,• Önceliklerin belirlenmemiş olması,• Kişinin ne yapacağını bilmemesi,• Planlamadan yararlanılmamasıdır.Planlı olmak;• Yerine getirmek zorunda olduğumuz faaliyetleri ve bunlar arasındaki öncelikleri tanıyıp, görmemizi sağlar,• Faaliyetlerimiz için zaman kazanmamızı sağlar, zaman ısrafını önler,• Karşı karşıya bulunduğumuz stresi azaltma, stresle başa çıkma ve stresi önlemeyi sağlar,• Âilemize, arkadaşlarımıza, hobilerimize daha fazla serbest zaman ayırabilmemizi sağlar,• Amaçlarımıza sistemli bir şekilde ulaşmamızı ve yaşamımızın her anının daha fazla anlam kazanmasını sağlar. (4)1. إن أول ما خلق الله القلم فقال اكتب فقال ما أكتب ØŸ قال اكتب القدر ما كان وما هو كائن إلى الأبد 2. نعمتان مغبون فيهما كثير من الناس الصحة والفراغ 3. Ed-Dürrü-l Mensur. C.8. s.621 4. Prof. Dr. Edip Teker'in notlarıyla hazırlanmış bir metinden iktibas edilmiştir.

Kudret UĞUR 01 Mart
Konu resmiÜç Çınarın Hikayesi

Ah! Serin toprağa düşen çınarlar...Bu dağlar sizi rahmetle anarlar,Ses versinler Sav'dan akan pınarlar. Elveda dediler, Hakk'ın erleri;Bir Cuma sabahı aldık haberi. Günleri, asırlık zaman olanlar,Nur yoluna nurlu kervan olanlar,Ey karanlık geceye tan olanlar! Sema deryasının şah leventleri;Bir Cuma sabahı aldık haberi. Gençliğin hizmeti bahar misali,Zemheri günleri dağlar misali,Serin yaylalarda pınar misali. Temmuz günlerinde serindir teri;Bir Cuma sabahı aldık haberi. Bu dünya fanidir, olmaz ki karar;Fena yurdunda kim bekâyı arar?Bize teşrinler, sizlere nevbahar.Seherin gönülde ince kederi,Bir Cuma sabahı aldık haberi. Gecenin ufkunda çoban yıldızı,Gecenin kalbinde soğuk bir sızı.Ölümdür teselli, garip yalnızı. İmandır mü'minin nurdan feneri;Bir Cuma sabahı aldık haberi. Terk eder fenâyı, hem âh ü zârı.Bir hayattır ölüm, gülü gülzârı...Yeşil gülistanda gül olur hârı. Son hazan bağının seher yelleri,Bir Cuma sabahı aldık haberi. Bu yerler, semâlar az gelir size,Semalardan öte râz gelir size,Vuslat şerbetinden haz gelir size. Vuslatın tadına çekti kaderi,Bir Cuma sabahı aldık haberi.

İdare İdare 01 Mart
Konu resmiAvrupa'da Müslüman olmak

Bir ucu İskandinav ülkelerinden Tarifa açıklarına kadar giden, diğer ucu da Ural dağlarına kadar varan ve bugün 27 ülke ilâ 450 milyon insanı barındıran Avrupa kıtası, diğer adıyla ihtiyar kıta, çok kültürlü ve çok çeşitli dinlere ev sahipliği yapsa da umumen 35 milyon Müslümanın yaşadığı bu toplumun temel değerleri, Hrıstiyan ve Musevî değerlerine göre lâik bir çerçevede düzenlenmiş bir toplum değerleridir. Bu sebeple Avrupa'da Müslüman olarak yaşarken bazı hususlara dikkat etmek, ilâhî tebliğ mesuliyetinin de bir gereğidir. Dolayısıyla, dikkat edeceğimiz hususların en başında içinde bulunduğumuz toplumu, her türlü sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi açıdan bilmek, tanımak ve bu toplumun hassasiyetlerini göz önünde bulundurmak, İslâm Tarihinin bize verdiği öğretilerdendir. Evet, bu ihtiyar kıta dediğimiz Avrupa Kıtasının Müslümanlarla tanışmasını 20.yüzyılın başlarına indirgemek sosyolojik açıdan elbette gayet yanlış olur. Tarihe bir göz attığımızda, bu ilişkilerin çok daha eskilere dayandığını hemen görmek mümkün olacaktır.Bundan 7 asır önce, Fransa'nın komşusu olan, bugünkü adıyla İspanya olarak anılan bu ülkede, bir İslâm medeniyeti var idi. Bu medeniyet Endülüs Medeniyetiydi. 7 asır boyunca Birlikte yaşamın en güzel örneklerini veren bu medeniyet; her çıkışın bir inişi olduğu gibi, iç çekişmelerin, İslâm'ın ana hatlarından uzaklaşmanın neticesi olarak 1492 yılında tarih sahnesinden silindi. Bu, Avrupa‘nın İslâm'la ilk tanışması ve ilk tecrübesi idi. Tarifi imkânsız bir acı ile nihayet buldu.İkinci tanışma ise Balkanlarda, ecdâdımız Osmanlı'ların gelişiyle yaşandı. Ve 20. yüzyılın başlarına kadar devam etti. 1930'lu yıllar ise dünyamızın en kritik sosyal ve ekonomik krizlerinin yaşandığı tarihler oldu. Bu krizler, Avrupa‘nın göbeğinde, çok yakınımızdaki, bize komşu ülke olan Almanya'da ırka dayalı bir ayrımcılığın doğmasına ve 2. Dünya Savaşının çıkmasına sebep oldu. Nazi Almanya'sı bu yıllarda başlattığı ayrımcılık politikasının neticesi olarak İnsanlığı, bu dünya savaşıyla büyük bir felakete götürerek 15 milyon insanın telef olmasına ve bu sayının içinde ise 6 milyon musevînin katledilmesine sebep oldu.1945 yılında, içinde yaşadığımız ihtiyar kıtanın manzarası ise, insanlık açısından kabul edilmesi zor bir manzara. Zira, savaşın akabinde bütçeleri sıfırlanmış ülkeler, açlık ve yokluk içinde bir toplum, milyonlarca anasız babasız çocuklar, evsiz barksız bir millet! Ama, aynı zamanda sanayileşmenin gereği olarak iş ve işçi ihtiyacının hat safhaya çıktığı bir dönem! İşte bu dönem bizim, hepimizi ilgilendiren, Avrupa Müslümanlarını hassaten ilgilendiren bir dönemdir. Avrupa, bu dönemle, Müslümanlarla ilişkileri açısından tarîhî 3. dönemini yaşamaktadır.Yarım asırdan fazladır devam eden bu ilişkiler, ve sayıları her geçen gün artan bu mevcudiyetin, Avrupa'nın her yerinde, farklı anlayış ile inanışa sahip yepyeni bir toplum gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu gerçek nedir? Bu gerçek, a- 30 milyonun üzerinde Müslüman, Avrupanın % 15‘ini oluşturmaktadır.b- İslâm ülkelerinden Avrupa'ya göç hala devam etmektedir.c- Avrupa'lı Müslümanların doğal artışları vard- İslâmı din olarak seçen Avrupa'lılar vare- Doğu Avrupa ülkerlerindeki Müslümanların varlığı ve,f- Türkiye'nin de AB'ye gireceğini hesaba katacak olursak2040'lı yıllarda Avrupa'da Müslüman nüfusun % 35'lere ulaşacağı bir GERÇEK !Ancak bu gerçeğin algılanmasında ve kabullenilmesinde karşımıza bir hayli farklılıklar çıkmaktadır. Bunlar kısaca : 1- Çok kültürlü toplumlarda dîn özgürlügü meselesi,2- Avrupa'yı rönesansa götürmede İslâm ve Arap felsefesinin boyutları,3- İslâm dînî'nin Avrupa'da entegrasyonu,4- Siyasî bir faktör olarak İslâm,5- Avrupa'nın değişik ülkelerinde yaşanan banliyö tipi İslâm,6- İslâm'ın okullarda karşılaştığı sorunlar,7-İslâm'ın Avrupa ülkelerinde resmen tanınması hakkındaki çalışmalar ve temsilcilik meselesi,8- İngiltere, Fransa, Belçika, Almanya, ispanya, İsviçre ve İtalya da İslâm,13- Medyanın İslâm'a bakışı, belli başlı genel sorunları yansıtan başlıklardandan birkaçıdır. Bu sorunlara, hristiyan veya musevî gözüyle bir bakacak olursak: İslâm ve Müslümanın tarifinin hiç bir formata uymadığını görmek mümkündür. Buna göre, İslâm ve Müslümanlar bir problematik olarak ortaya konulmakta, bir başka deyişle İslâm, Avrupa'da, cumhuriyet içinde bir kara kedi gibi algılanmaktadır. Bunun içindir ki bu ihtiyar kıtada Müslümanların kendilerini kabul ettirebilmeleri noktasında bir hayli ve ciddi çaba göstermek zorunluluğu bulunmaktadır. Hâlbuki, bugünkü Avrupa'nın ve Bizans Kültürü‘nün önünün açılmasında Müslümanların ön ayak olduğu, felsefi alandaki çevirilerinin bir temel oluşturduğu, özellikle Endülüs Emevî İslâm Devleti'nin buna bir vektör olduğu, inkar edilemez bir gerçek olduğu halde, Müslümanlar, maalesef 11 eylül 2001 tarihindeki ikiz kuleler hadisesinden sonra İslâm = terörizm, Müslüman ise terörist gibi algılanmaya başlanmıştır. Bu farklı farklı algılanma ve yeni küresel konjonktürün neticesi olarak önümüze şu tablo çıkmaktadır : -İslâm Avrupa'da demokratik eşitsizliğe maruz kalmaktadır -Komünizmin çöküsüyle İslâm'ın hedef alındığı, dolayısıyla İslâm, Avrupa'lının mabeyninde negatif bir olgu halini almaktadır. -Sivil hayatın en küçük birimlerinde dahi Müslümanların ayrımcılığa maruz kalması, yeretmiş olan önyargılara işaret etmektedir. -Müslümanların entegrasyon problemlerinden bahsedilmekte ancak öneriler getirilmemektedir. İslâm'ın entegrasyonu için Avrupa devletlerinin anayasalarında buna engel teşkil eden unsurların bulunduğu ve bu konuda bir çalışma yapılmamaktadır. -Siyasî partilerin İslâm hakkındaki görüşlerinin net olmaması Müslümanların entegrasyonunu güçleştirmek-tedir.-Müslümanlara atfedilen Terörst ibaresinin kriterler konusunda gerçek ne derece gerçektir.-Avrupa'da ortaya çıkan yeni İslâmofobya dalgası, yarının Avrupa'sını nereye götürecektir ?-İslâm, coğrafya olarak Orta-Doğu'ya mı aittir? Diğer dinlerin evreselliğinden kabulle bahsedilirken İslâm'ın bu özelligi niçin kabullenilemiyor? Yoksa yerinden küreselleşme akımı içerisinde kültürlerin ve dinlerin sınırları mı bulunmaktadır? -1595 tarihinde Kral Henri IV, protestanlara Nantes Fermanı adında bir fermanla dînî özgürlüklerini vermiş. Bunun benzer bir antlaşma Concordat adı altında bir pakt, Napolyon zamanında Yahudi cemaatiyle yapılmıştır. Acaba bugün buna benzer bir kayıt Müslümanlarla yapılamaz mı? Aslında bütün bu saydıklarımız bir yerde varolan bir iletişim eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Bunun yanında diğer dinlerin bu konulardaki açıklamalarından bahsetmek te mümkün olabilir. Ancak İslâm'ın bir problematik olarak sunulmasından sonra atılacak olan bir diyalogla, herşeyden önce insanlar, kendilerini anlatabilme imkanını bulabilecekleri, ortak olan gerçekleri tesbit ederek mekanizmanın yürümesine, yani barış ve huzur içerisinde bir dünyanın kurulmasına gayret gösterilmelidir. Medyaya düşen en büyük görev ise artık İslâm'ı ve Müslümanları birer canlı bomba gibi görmekten vazgeçip, bölünmüş, çok kültürlü toplumlar yerine, karma kültürün hakim olduğu, iyilerin kabul, kötü ahlakın reddedildiği bir toplum düzeninin kurulmasına yardımcı olmalıdır. Bu bağlamda: - Herkes herşeye açık olmalıdır- Olgular universel olabilir ve bununla birlikte eleştirilebilinir olduğunu kabul etmek- Herşeyde bir farklılığın olduğunu kavramak- Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu düşünerek geçmişteki hataların yapılmamasına ihtimam göstermek- Herhangi bir şey hakkında kararın peşinen verilemiyeceğini düşünmek- Herşeyin değişebileceği mentalitesini kavramak- Herkes aynı eşit dengelerde tartılmalıdır- Sahip olduğumuz kültürün izafilikten kurtarılmasını temin etmek- Özgürlük ve insan haklarını tesis ve teminini sağlamak, olmazsa olmaz şartların arasında bulunmaktadır Bu kadar kronikleşmiş ve her geçen gün daha da ağırlaşan şartlar içinde, Müslümanların madden de daha zayıf olduğu bir durumda bütün bu işleri kimler, nasıl yapacak? Başta da da ifade ettiğim gibi bu meseleyi halledecek olan % 15'lik Müslüman kitleden başkası değildir. Ancak bu kitlenin elbette ki yapılanmaya ve organize olmaya ihtiyacı vardır. Madden zayıf gibi görünse de manen bitmez tükenmez bir imana sahip olan bu kitle, bu cemaat, tarihten gelen ananevi tecrübe ile hasbelkader bulunduğumuz bu topraklarda İslâmı hakkıyla yaşamak ve temsil etmek suretiyle zihinlerde yer etmiş önyargıları kırarak yeni bir neslin, yeni bir medeniyetin inkişafına vesile olacaktır inşâallah. Bu hedefe müteallik çalışmalarda, meselenin sıhhati açısından faaliyetlerin 2 ana çerçevede sürdürülmesinde azami faide vardır.Bu 2 ana hususun ilki, İnsana müteallik olan kısmıdır. Diğeri ise; kurumsallaşma'ya bakar. Kurumsallaşma'dan maksadımız şunlar olmalıdır : 1- Eğitim kurumlarımız2- Camii ve külliyelerimiz3- Üniversite camiâmız4- Vatandaşlık haklarımızda hangi seviyede olduğumuz5- Diğer İslâmi teşkilatlarla olan ilişkilerimiz6- Diğer dinlerin mensuplarıyla olan münasebetlerimiz, diyaloglarımız ve ortak çalışmalarımız... Kurumsallaşma'yı gerçekleştirecek olan İnsan olduğuna göre, ve İnsanlar içerisindeki meselemiz İslâm olması hasebiyle; Müslüman insan, Müslüman bir ferdin bu toplumsal yapılanmadaki hususiyetleri azami derecede önem arzetmektedir: Bu çerçevede, böyle bir kurumsallaşmayı gerçekleştirmek için Müslüman cemaatler insanımızı ele alıp eğitim yoluyla yetiştirmek mecburiyetindedirler. Dolayısıyla, her Müslüman ferdin yanında her türlü sosyal, kültürel amaçlı İslâmi cemiyetlerin, kurumsallaşma yolunda yapması gereken hizmetleri şunlar olmalıdır: 1- Kaliteli bir din eğitimi verilmeli2- Kur'ân ilmini tahsil edilmeli3- Hafta sonları kursları düzenlenmeli4- Ev ödevlerine yardımcı kurslar düzenlenmeli5- Tebliğin ilk şartı olan yabancı dile ağırlık vermek ve 3-5 yıl gibi bir zaman içerisinde yabancı dille seminerler verebilecek elemanlar yetiştirmek.6- Çocuklarımızın yüksek tahsil yapma imkânını sağlamak.7- Bununla birlikte, toplum olarak Bilgi Çağı'nın mesleklerini öğretmek zorundayız. Zira, vasıfsız işçi dönemi sona ermiştir. Bilgi çağını yakalayamazsak İslâm dini kapıcının, hizmetçinin dini olacaktır.8- Hz. Ali Efendimiz buyurduğu gibi: ‘Siz çocuklarımızı kendi yaşadığımız çağa göre değil onların yaşadığı ve yaşayacağı çağa göre yetiştirelim' ki yavrularımız inanç, bilgi, ahlak ve aksiyon içerisinde tüm insanlığa faydalı, güzel insanlar, iyi Müslümanlar olsunlar inşaallah. İçinde bulunduğumuz toplumda, İslâm'a ve insanlığa yapacağımız en büyük hizmetlerden biri de: İslâm'ı saklanan bir din değil, yaşanan, anlatılan bir din; ve Müslümanı da örnek gösterilen bir vatandaş seciyyesine çıkartabilmek olmalıdır. İçinde yaşadığımız Avrupa ve Batı, kendi tarihinde her türlü önyargıları yaşadı. Baskı ve zulüm gördü. Bu baskı ve zulümler kendilerinden geldi, dışarıdan gelmedi. Orta çağın eklesiyastik (kiliseye dayanan) yapısı, bu baskıların sebeplerini oluşturmaktaydı. Ne zaman ki kendilerinin gelişmelerine engel teşkil eden unsurları birer birer ortadan kaldırdılar, fizîkî bir ilerlemenin içine girdiler. Bu unsurlar Aydınlanma döneminde Din ile Devletin, yani Kilise ile Kraliyetin biribirinden ayrılmasıyla oldu. Bu sebeple, Avrupa'lının her türlü dine karşı bir rezervi vardır. Bu önyargıyı değiştirmek, İslâmın bir tehlike unsuru olmadığını anlatmak ve isbat etmek bize düşmektedir. Bu hizmetlere talip olan kardeşlerimizi tebrik ederken, bizleri yoktan var eden Yüce Rabb'ımızdan bütün dünyevî ve uhrevî hizmetlerimizde bizleri ihlâs ve samimiyyetten uzaklaştırmamasını temenni eder, Hakkı hakk bilip Hakka tâbi' olanlardan ve batılı batıl bilip ondan ictinâb edenlerden kılmasını niyaz ederim.Sözlerimi Bediuzzaman Hazretleri'nden aldığım bir sözle bitirmek istiyorum. Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz hayatınızı imanla hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve yine günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. İslâm, coğrafya olarak Orta-Doğu'ya mı aittir? Diğer dinlerin evreselliğinden kabulle bahsedilirken İslâm'ın bu özelligi niçin kabullenilemiyor? Yoksa yerinden küreselleşme akımı içerisinde kültürlerin ve dinlerin sınırları mı bulunmaktadır? Medyaya düşen en büyük görev ise artık İslâm'ı ve Müslümanları birer canlı bomba gibi görmekten vazgeçip, bölünmüş, çok kültürlü toplumlar yerine, karma kültürün hakim olduğu, iyilerin kabul, kötü ahlakın reddedildiği bir toplum düzeninin kurulmasına yardımcı olmalıdır.Bu kadar kronikleşmiş ve her geçen gün daha da ağırlaşan şartlar içinde, Müslümanların madden de daha zayıf olduğu bir durumda bütün bu işleri kimler, nasıl yapacak? Başta da da ifade ettiğim gibi bu meseleyi halledecek olan % 15'lik Müslüman kitleden başkası değildir. Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz hayatınızı imanla hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve yine günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.

İdare İdare 01 Mart
Konu resmiTesettür Fıtrîdir

Evini ve tesettür emrini esaret görüp görenek belasıyla açılıp saçılan, kendini sokağa atan bir kadın, işte asıl o zaman esarete düşmektedir. Birçok pis nazarların mahkumu olmaktadır. Evinde yabancılaşan, buna bedel dışarıda herkesle ahbap olan erkek ve kadın, sosyal çözülmenin ve ahir zamandaki en büyük fitnenin en önemli unsurudur. Sözlükte bir şeyin içinde veya arkasında gizlenmek anlamına gelen tesettür, dinî bir kavram olarak, kişinin bir zaruret olmaksızın açılması ve bakılması helâl olmayan uzuvlarını örtmesi demektir. Bu kavramdan daha çok kadınların, yabancı erkeklere karşı, eli ve yüzü dışındaki uzuvlarının örtünmesi anlaşılmaktadır. (1) Bu husus Kur'ân-ı Kerîm'de şu âyet-i kerîme ile kesin hükme bağlanmıştır: Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mü'min kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü'minler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz. (2) İslâmiyet öncesi toplumlarda durum İslâm'ın emrettiklerinden çok farklıydı. Araplarda tesettür âdet değildi. Cahiliyet devrinde kadına hürmet yoktu. Eski cahiliye kadınlarında erkeklerin dikkatlerini çekecek şekilde göz alıcı biçimde açık saçık çıkan, açılıp saçılan orta malı olanlar bulunurdu. Bundan dolayı kız çocuklarını diri diri gömenler olmuştu. (3)Kadının açıksa suiistimal edilmesi birçok sosyal yaraların açılmasına sebep olmaktaydı. İslâm'ın Cennet anaların ayakları altındadır dediği kadın, ayaklar altına alınıyordu. Hatta orta çağ Avrupa'sında kadın yok sayılıyor, insan yerine bile konulmuyordu. Yaratılışça nazik, nazenin, şefkat madeni olan kadın, bazen en zor işlerde çalıştırılıyor; bazen de yaratılışına en zıt şekilde muamele görüyordu. Erkeği tamamlayıcı ruh bütünlüğüne ve ruh güzelliğine sahip bulunan kadın, günahta körleşmiş gözler için sadece etten ve dış güzellikten ibaret algılanıyordu. (Bu durum maalesef hâlen geçerliliğini korumaktadır.) İslâmiyet'in gelmesiyle, bütün şefkat ve merhametlerin sahibi olan Rahîm-i Hakîm, şefkatten yoğrulmuş varlıklar olan kadının hukukuna sağlam ve kalıcı düzenlemeler getirmiştir. Kadının değerini yükseltmiş, toplumda hak ettiği yeri vermiştir. Bu mealde Mü'min erkeklere söyle, gözlerini sakınsınlar. (4) emriyle erkekleri ikaz etmiş; Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini sakınsınlar. (5) diyerek kadınların da sosyal refleksini belirlemiştir. Ta ki, toplumun iki temel taşından biri olan erkek, iffetini korumakla terbiye edilsin, ahlâk yüksekliği kazansın; diğeri olan kadın da, kalesi hükmünde olan cilbabını (6) giymekle maddi manevi taarruzlardan muhafaza olsun.Ümmü Seleme (r.a.) demiştir ki: Cilbablarından üzerlerini sıkı örtsünler âyeti nazil olduğu zaman Ensar kadınları üzerlerine siyah elbiseler giyerek öyle bir ağırbaşlılık ile çıkmışlardı ki, başları üstünde kuşlar varmış gibi idi. TESETTÜR KADINA NE KATMIŞTIR? Tesettür kadınların tanınmalarına, dağınık cariyelerden, adi kadınlardan vakar ve heybetle seçilerek hürmet edilmelerine ve dolayısıyla incitilmemelerine elverişli olan biçimdir. (7) Gerçi eziyeti kendilerine davet edecek olan içi bozukları örtü tutacak değildir. Fakat imanlı, temiz kadınların, kirli bakışlardan yuvalarında gizli inciler gibi korunmuş kalmalarına en uygun olan biçim de budur. (8) Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor… Kur'ân'ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıymetdar birer refika-i ebediye (cennet arkadaşı) olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan (manen alçaklıktan), zilletten ve manevî esaretten ve sefaletten kurtarıyor. Hem kadınlarda, ecnebi erkeklere karşı fıtraten korkaklık ve tahavvüf var. Tahavvüf ise, fıtraten tesettürü iktiza ediyor (gerektiriyor). (9) Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refika-i hayat (hayat arkadaşı) olacaktır; elbette ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı başkasının nazarını (bakışını) [açık-saçıklıkla] kendi mehâsinine (güzelliklerine) celbetmemek (çekmemek) ve kocasını darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir.Bir ailenin saadet-i hayatiyesi; koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile (karşılıklı emniyet) ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık-saçıklık, o emniyeti bozar ve o mütekabil (karşılıklı) hürmet ve muhabbeti de kırar.En serseri ve asrî bir genç dahi, refika-i hayatını namuslu ister. Kendisi gibi asrî, yani açık-saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhşa süluk eder (yönelir). Kadın öyle değil, o derece kocasını inhisar altına alamaz. Çünkü kadının -aile hayatında müdür-ü dâhilî (içişleri müdürü) olması haysiyetiyle kocasının bütün malına ve evlâdına ve her şeyine muhafaza memuru olduğundan- en esaslı hasleti sadakattir, emniyettir. Açık-saçıklık ise bu sadakati kırar, kocasının nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. (10) TESETTÜR ESARET MİDİR? Bütün kâinatı yoktan var eden Allah'tır. Bugün bilimin daha çok azına ulaşabildiği kâinatta var olan harikulade düzen ve nizamın kurucusu da Allah'tır. İmkân dediğimiz olabilirler bütününü olur yapan ve hizmetimize veren yine Allah'tır. Binaenaleyh, gözüne sınırsız gelen kâinatta kendini hür addeden insanın, sosyal hayat düzeni çerçevesinde farz kılınan –mesela- tesettür emrini esaret olarak algılaması; elbette yersiz ve gereksiz bir vehimden ibarettir.Rabbimiz, peygamber eşlerine ve onların nezdinde bütün mü'minelere Evlerinizde oturun. (11) Önceki cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin. Allah'a ve Resulüne itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Allah sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. (12) âyet-i kerimesiyle, cahiliye toplumundaki problemlerin önünü almanın ve kadını hak ettiği nezahete taşımanın yolunun evi ve örtüsü olduğunu vurgulamaktadır.Evini ve tesettür emrini esaret görüp görenek belasıyla açılıp saçılan, kendini sokağa atan bir kadın, işte asıl o zaman esarete düşmektedir. Birçok pis nazarların mahkumu olmaktadır. Evinde yabancılaşan, buna bedel dışarıda herkesle ahbap olan erkek ve kadın, sosyal çözülmenin ve ahir zamandaki en büyük fitnenin en önemli unsurudur. Namuslu kadınlara eziyet veren, gençliği dizginlenemez hale getiren, evliliğin üçüncü gününde boşanmalara sebep olan; elbette sosyal hayattaki yozlaşma ve hürriyet adı altında gelen esaret travmalarıdır. SONUÇ OLARAK Evet, el birliğiyle bu kötü gidişe dur denilmelidir. Daha doğrusu herkes elini önce kendi vicdanına koymalı ve nefsine dur diyebilmelidir. Kendisini değiştirmeyen hiçbir şeyi değiştiremez. Meksika'da otobüslere mahremiyet getiren şeyin de sosyal bir olgu -doğru ifadesiyle- fıtri bir ihtiyaç olduğunu hatırlamakta fayda var.  1- http://www.diyanet.gov.tr/turkish/default.asp2- Nur Suresi, 31. âyet3- Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili,4- Nur Suresi, 30. âyet5- Nur Suresi, 31. âyet6- CİLBAB: Baştan aşağı örten çarşaf, ferace, câr gibi dış elbisenin adıdır. Kadınların elbiselerinin üstüne giydikleri her çeşit giysidir. Tepeden tırnağa örten giysidir, Kadınların tesettür ettikleri her türlü elbise ve başka şeylerdir. Çarşaf ve peçedir.7- Tesettür hür kadının elbisesi iken, bu zamanda tesettürlüler maalesef aşağı sınıf vatandaş muamelesi görmektedirler. 8- A.g.e. 9- Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar Risalesi, s. 206 10- A.g.e.Kadının eve mahkum bir varlık gibi anlaşılmaması gerektiğini de Hz. Ömer (r.a.) şu ifadeleriyle izah etmiştir: Müslüman kadın, bir ihtiyacı olduğu zaman, vücudunu gizleyen normal bir giysi içinde evden dışarı çıkmaktan menedilemez. Ancak bu öyle bir örtü olmalıdır ki, eve dönünceye kadar onu (bu giysi içinde) kimse tanımaz. (el-Kurtubi, a.g.e., XIV, 157)11- Ahzab Suresi, 33. Âyet Kadı Yahya b. Eksem ve bazı Hanefiler; karısına: Sen aydan daha güzel olmamış isen boşsun. diyen kimse karısını boşamış olmaz diye fetva vermişler ve bu âyeti (Gerçekten biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Tin Suresi 4. âyet) delil göstererek bu hükme varmışlardır. Kuşku yok ki bu güzelliği yalnız o küçük cisimde, maddi şekil ve kıyafette arayan hata etmiş olur. Yüzler ne kadar yaldızlansa onda bir ay ışığı parıltısı olmaz, fakat ay ışığını gören göz, güzelliği ve aşkı sezen bir öz vardır ki; güzellik ondadır. Güzellik ve alımlılık cazibesi bile sade topraklara gömülmeye mahkum maddi görünüşün değil, gönüllerde kaynaşan ruhani bir tecellinin cilvesidir. Güzellik ve aşk dışa dikilen bir şekil değil, gönülde kaynayan bir manadır.

Metin UÇAR 01 Mart
Konu resmiRisâle-i Nur'da Başarının Formülleri
Risale-i Nur

(BÖLÜM 1: BİR FORMÜL ARAYIŞI) Başarının formülünü ortaya koyduklarını iddia eden bu kitaplar Allah, kader, nefis, şeytan, duâ, inayet gibi kavramları hesaba katmadığı için bence tam olarak gerçekleri yansıtmıyordu. Her şeyi elinde bulunduran ve insanın yaratıcısı olan Yüce Allah'ı hesaba katmadan ortaya konan formül nasıl başarılı olabilirdi ki? Kısacası batıda dikilmiş olan elbise bize dar geliyordu. Bundan yaklaşık 10 yıl önceydi. Yani 98'li yıllardı. Üniversite sınavına dolu dizgin hazırlanıyor bir yandan deliler gibi kitap okuyordum. Türk-dünya klasikleri ile kişisel gelişim kitapları daha çok ilgimi çekiyordu. O zamanlar başarının formülünü ortaya koymaya çalışan kişisel gelişim kitapları Türkiye'de yeni yeni revaç buluyordu. Ve piyasaya çıkan kişisel gelişim kitapları çok büyük oranda çeviri kitaplardı. Türk yazarlar kişisel gelişim konusuna henüz ağırlıklı olarak eğilmemişti. İlk hızlı okuma kitabı piyasaya çıkalı 3 yıl olmuştu. Üzerinde göz resmi olan o ilk kitabı sanırım görmüşsünüzdür. Mümin Sekman ve Adil Maviş gibi kişisel gelişim uzmanlarının hocalarından olan ve bahsettiğim ilk hızlı okuma kitabının yazarı Mustafa Ruşen o yıllarda hayattaydı. Kişisel gelişim alanının pirlerinden sayılan Mümin Sekman'ın ilk kitabı Ya Bir Yol Bul, Ya Bir Yol Aç, Ya da Yoldan Çekil o yıllarda yeni yayınlamıştı. NLP uzmanı Oğuz Saygın'ın Negatif Limanlardan Pozitif Sulara kitabı ilk baskısını yine 1998 yılında yapmıştı. Kişisel gelişim ilkelerini İslami değerler çerçevesinde ele alan Muhammed Bozdağ'ın ilk kitabının yayınlamasına daha bir sene vardı.  Adil Maviş hızlı okumaya dair olan ilk kitabını 2 yıl sonra yazacaktı. Akademik dünyaya kişisel gelişim kavramını taşıyan Prof. Dr. Üstün Dökmen de kitap yazmaya henüz başlamamıştı.  98'li yıllar aynı zamanda Nur Risâleleri ile tanıştığım yıllardı. Bir yandan Risâleleri diğer yandan kişisel gelişim kitaplarını okuyordum. O yıllarda aklımda hayal meyal de olsa şu soru yeşermeye başlamıştı: Acaba Üstad Bedîüzzaman Hazretleri'nin ve Risâle-i Nur'un bir başarı formülü var mıydı? Varsa bu formül neydi?Bu formülü bulmak benim/bizim için önemliydi çünkü ilk kişisel gelişim kitapları çeviri olduğu ya da yabancı kaynaklar esas alınarak yazıldığı için bizim kültürümüze uymuyordu. Bu formüller başarıyı tamamen insanın omzuna yüklüyordu. Başarının formülünü ortaya koyduklarını iddia eden bu kitaplar Allah, kader, nefis, şeytan, duâ, inayet gibi kavramları hesaba katmadığı için bence tam olarak gerçekleri yansıtmıyordu. Her şeyi elinde bulunduran ve insanın yaratıcısı olan Yüce Allah'ı hesaba katmadan ortaya konan formül nasıl başarılı olabilirdi ki? Kısacası batıda dikilmiş olan elbise bize dar geliyordu. Bu dünyada, geçmişte ve gelecekte dostun ve düşmanın ittifakıyla en başarılı insan şüphesiz Efendimiz Hz. Muhammed'di (asm). Acaba Efendimiz'in (asm) binlerce yıla yayılan başarısı formülüze edilebilir miydi?  Onun başarılı kılan faktörleri bulup kendi hayatımıza uygulayarak hedeflerimize daha çabuk ulaşabilir miydik? Ve Efendimiz'i (asm) başarılı kılan formülleri Nur Risâleleri içinde bulabilir miydik? Ben tüm kalbimle böyle bir formülü bulabileceğimize inanıyordum ve hâlâ inanıyorum. Üstad'ın böyle önemli bir noktaya değinmiş olduğuna kesin kanaatim var. Ve böyle bir formüle şu zamanda başarıya muhtaç olan bizlerin oldukça ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.Risâleler arasında ‘İslâmî Başarı Formülü'nü ararken yine Risâle-i Nur'dan istifade eden Muhammed Bozdağ kitaplarını yayınlamaya başlamıştı.  Yazar Düşün ve Başar, Ruhsal Zeka ve İstemenin Esrarı adlı kitapları ile İslam temelli başarı formülünü oluşturmaya çalışıyordu. Ve kanaatimce bunda başarılı da oluyordu. Ama o bunu yaparken var olan başarı kriterlerini İslami usuller çerçevesinde yeniden şekillendiriyordu. Yeri geldiğine eklemeler ve çıkarmalar yapıyordu. Ben ise tamamen Risâle-i Nur merkezli bir başarı formülü arıyordum. Kafamda bu soru ile Risâleleri okudukça zihin cebimde başarının formülü yavaş yavaş oluşmaya başladı. Ve aradan on yıl geçtikten sonra elde ettiğim formülün parçalarını paylaşmaya karar verdim. Çünkü biliyordum ki tek başıma benim gayretim bu formülün tüm bileşenlerini bulmaya yetmez. Bulduğum formülü anlattıkça daha bilgili ve bakış açısı farklı ağabey ve kardeşlerimin bu formüle katkıları olacağına inanıyorum. Şimdi bunca sözden sonra Artık şu formülü açıkla da bir görelim! dediğinizi duyar gibiyim. Açıklayacağım ama bir başka yazıda. Eminim içinizde bu konuda zihin jimnastiği yapmış olan aağabey ve kardeşlerim vardır. Sizlerden küçük bir dileğim var: Aklınızda bu konu ile var olan küçük ya da büyük tüm bilgi parçalarını e-posta hesabıma göndermeniz. Çorbada tuzunuz olsun! demiyorum, Gelin bu çorbayı beraber yapalım! diyorum.  

Hamza BERAAT 01 Mart
Konu resmiKelimelerin İçini Doldurmak
Risale-i Nur

Kuzaa kabilesinin Bula boyundan Resulullah (sav)'ın huzurunda Müslüman olan iki adam vardı. Bunlardan biri şehit oldu, diğeri bir sene geç öldü. Talha bin Ubeydullah şöyle dedi: Rüyamda bunlardan geç ölenin şehit ölenden önce cennete girdiğini gördüm ve bu tuhafıma gitti. Bunu Resulullah (sav)'a anlattım. Resulullah (sav) da: Birinci şehit olduktan sonra öteki kardeş ramazan ayında oruç tutmuş, bir sene zarfında altı bin rekât farz ve şu kadar nafile namaz kılmamış mıydı? Aralarında yer ile gök arasındaki mesafeden daha büyük fark vardır. buyurdu. Namaz büyük ve sevabı sonsuz bir hasenedir. Namazın sevabında bütün dünya bana ortak olsa umurumda değildir. diyor, Abdullah ibn-i Ömer (ra). İmam-ı Rabbani (ra) de Mektubat isimli eserinde şu bilgiyi aktarıyor: İmam-ı Azam Hazretleri abdestin bir adabını uzun yıllar sonra öğrendiği için kırk yıllık namazını yeniden kılmıştır. Namazın kıymetini ve ona verilmesi gereken ehemmiyeti ne kadar güzel özetliyor bu iki söz. Namaz bütün ibâdetlerin özeti. Onun sevabı ve kıymeti düşündüğümüzün ve hayalimizin de fevkinde. Namazın ehemmiyetini daha iyi idrak etmek ve namaz hususunda gerekli titizliği gösterebilmek gayesiyle teşehhütte okunan Tahiyyat duâsının birkaç kelimesini birlikte mütala edelim. HER ŞEY ALLAH'I TESBİH EDER İsra Suresinde Rabbimiz şöyle buyuruyor: Yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu (Allah'ı) tesbih eder. Ve O'na hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. (1) Görüldüğü gibi âyetin anlamı umumîdir. Atomlardan yıldızlara; bitki, hayvan ve insanlardan ruhanilere, cinlere ve meleklere varıncaya dek ne kadar varlık varsa her biri kendi lisanıyla Allah'ı zikir ve tesbih eder. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav)'in eline aldığı çakıl taşları, fasih bir lisanla, oradakilerin duyacağı bir tarzda zikir ve tesbih etmiştir. Keza taşların, ağaçların Peygamber Efendimiz (sav)'e selam vermeleri, mevcudatın tesbihine birkaç müşahhas misaldir.Demek ki kâinat cansız, ruhsuz, boş ve ölü gibi görünmesine rağmen gerçekte onun her bir uzvu, kendi lisanıyla Cenâb-ı Hakk'ı zikir ve tesbih etmektedir. İnsan da kâinatın halifesi unvanıyla bütün mahlukatın ibâdetlerini namazında Rabbine takdim eder. Şimdi bu ikinci kısmın üzerinde biraz daha durmaya çalışalım: NAMAZ MÜ'MİNİN MİRACIDIR Resul-i Ekrem Efendimiz Miraç'ta Cenâb-ı Hakk'a selam yerine ettehıyyâtü lillâhi kelime-i tayyibelerini söylemiştir. Bu kelimeler, (Ey Rabbim) bütün hayat sahibi mahlukatın yapmış oldukları tesbihatları, tahmidatları ve fıtri ibâdetleri onlar namına sana takdim ediyorum. mânâlarını taşır. Yaratılmış her şey mahluktur. Atomlardan yıldızlara, gezegenlere varıncaya kadar canlı cansız her şey mahluktur. (2) Ettehıyyâtü kelimesi bütün bunların tesbihatlarını içine alan bir kelimedir. Dolayısıyla insan, namazında ettehıyyâtü demekle bütün mahlukatın kendilerine ait fıtri ibâdetlerini niyet edip Cenâb-ı Hakk'a takdim etmiş olur. Kul, namazında elmübârekâtü kelimesini söylemekle; mübarek (bereketli)  olan, hayatın ve hayat sahibi varlıkların özetleri hükmünde bulunan mahlukların, özellikle tohumların, çekirdeklerin, tanelerin, yumurtaların fıtri ibâdetlerini temsil ederek Rabbine arz eder. Vessalavâtü bütün ruh sahibi varlıkların ibâdetlerini içine alan bir kelimedir. Bunlar hayvanlar, cinler, ruhaniler, insanlar ve meleklerdir. Gözle görülemeyecek kadar küçücük böceklerden denizin dibindeki balıklara dek ne kadar hayvanat vardır? Sadece dünyada değil, kâinatın her tarafında canlılar mevcuttur. Hazreti Üstad'ın ifadesiyle Güneşin içinde bile canlılar bulunmaktadır. Balıkların deniz şartlarına uygun yaratılmış olması gibi o canlılar da oraların şartlarına uygun yaratılmıştır. Diğer taraftan cinlerin, ruhanilerin sayısını Rabbimizden başka kim bilebilir? Ya melekler? Her bir yağmur ve kar tanesini bir melek indirir ve o meleğe kıyamete kadar bir daha sıra gelmez, hadis-i şerifini düşünürsek melaikenin sayısı ile ilgili bir fikir verir sanırım. Kul, namazında vessalavâtü dediği zaman bu kadar ruh sahibi varlığın ibâdetlerini dergâh-ı ilahiye arz etmiş olur.Mü'min, vettayyibâtü kelimesiyle de ruh sahibi varlıkların hülasası olan kâmil insanların ve melaike-i mükarrabinin nurani ve yüksek ibâdetlerini irade ederek Cenâb-ı Hakk'a takdim etmiş olur ve ona göre sevap alır.Görüldüğü üzere; mahlukatın durumuna ve onların ibâdetlerine göre namazda bir takdim ve dereceleme vardır. Kâmil insanlar ile mukarrabin meleklerin ibâdetleri ayrıca takdim edilmektedir. Cenabı Hak bizleri salihlerin zümresine ilhak eylesin. O sınıfta yer almakla bütün ümmetin namazı içinde bizim ibâdetlerimizin de ayrı bir takdimi, bütün ümmetin bizim üzerimize ayrı bir duâsı olur ki böylece çok külli ve umumi bir duâya mazhar olmuş oluruz. Zira miraçta Cenâb-ı Hakk'ın esselâmü aleyke ya eyyühennebiyyü şeklindeki selamına mukabil Peygamber Efendimiz (sav), esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhissâlihın (3) demekle kendisine ve Allah'ın salih kullarına selam vermiştir. Her mü'min namazında aynı kelimeleri söylemekle Allah'ın salih kullarına ayrı bir selam (4) verir ve onlara ayrıca duâ eder. Miraçta Rabbimiz ile Peygamber Efendimizin sohbetinden hissedar olan Cebrail (as), emr-i ilahi ile eşhedü ellâ-ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resulullah demekle; bütün ümmetin kıyamete kadar böyle şehâdet getireceğinin müjdesini vermiştir.Buraya kadar, namazda okuduğumuz ettehıyyâtü duâsında geçen kelimelerin muhteviyatını özetle sunmaya çalıştık. Namazda okuduğumuz, her bir kelime bunlara kıyas edilse namazın bitmez tükenmez bir hazine olduğu daha iyi anlaşılır. NAMAZDA İHLAS VE TEFEKKÜR Her mü'min bu duâ ve sureleri okur, bu kelimeleri namazında söyler. Acaba herkes aynı sevabı alabilir mi? Bizim açımızdan önemli noktalardan biri de budur. Zira bizler bu kelimelerin içini ihlâsla, tefekkürle doldurduğumuz oranda sevap alabiliriz. Mezkur kelimeler ve namazın hemen her rüknünde söylenen ve namazın çekirdeği hükmünde olan sübhanallah, elhamdülillah, Allâhüekber gibi kelimeler koca kâinatı içine alacak kadar geniştir. Nitekim Hadis-i şerifte, Kelime-i tevhidi terazinin bir kefesine, bütün kâinatı diğer kefesine koysanız kelime-i tevhid ağır basar. buyrulmuştur. Bir namaz ki bütün kâinatı içine almaktadır. Kâinatı içine alacak kadar büyük bir havuza kimi bir kova su koyar o kadar sevap alır, kimi bir ton, kimi bin ton. Kimi bir dünyayı, kimisi de bütün kâinatı bu kelimelerin içine sığıştırır. Bir kova suyun ağırlığı ile koca kâinatın ağırlığı ne kadar farklı ise o iki namaz da o kadar farklıdır. İşte iki misal:Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: Namaza duran iki kişi görürsünüz, rükuları ve secdeleri aynıdır; ama ikisinin namazı arasında yerle gök arası kadar fark vardır. (5) Diğer bir rivâyet de şöyledir: Namazda kelimelerin hakkını vermek, namazın derinliğini artırır. Bu itibarladır ki bir namazında sübhanerabbiyel a'la kelimesine vâkıf olan Bediuzzaman Hazretleri, Keşke bir tek namaza bu kelime gibi muvaffak olsa idim, bir sene ibâdetten daha iyi idi. demiştir. Âyet-i kerimedeki, Namazı dosdoğru kılın! (6) emrine uyarak namazı tadil-i erkân ile kılmak o güzelliklerin ruhen hissedilip yaşanmasına dolayısıyla sayısız hasenenin amel defterine yazılmasına vesile olur. Aynı zamanda namaz kılanın günahları sonbahar yaprakları gibi dökülür. Namaz kılan Müslüman, bütün kâinatın tesbihatını Allah'a takdim edip sevap aldığı gibi, namaz kılmayan da mahlukatın ibâdetlerini Cenâb-ı Hakk'a sunmadığından bütün mahlukatın hukukunu üzerine geçirmiş olur. Bunun mesuliyeti ve cezası elbette ağırdır.Cenâb-ı Hak, namazı hakkıyla kılmayı ve diğer ibâdetleri layıkıyla ifa etmeyi nasip etsin. Bizleri salihlerden eylesin, Said'ler zümresiyle haşretsin. Namazın içinde gaflet vermesin. Namazın içinde Rabbimizi unutturmasın.

Abdurrahman YUSUF 01 Mart
Konu resmiYa Müheymin!

Nihayet kendime geldim de… Sana geldim. Huzurundayım. Yoğun korkularımla, Derin sevgilerimle, Cayır cayır yanan yüreciğimle sana geldim. Kollarını açmış beni mi beklersin? Ne kadar da yücesin! Oysaki pis kokular saçanHatalarımla,Kusurlarımla,Fiillerimle,İhtiyarımla,Ateşe layık nefsimle,Ruhumla,Cesedimle sana geldim. Ben kimim, ben neyim ki,Beni kendine muhatap almışsın?Koca evren, galaksiler ve yıldızlar arasında dünya,Ne kadar da ufak ve dar!Onun dahi içindeki zerreciğim ben.Üstelik unutkanım ve de isyankâr.Sana zaten layık değilim.Kendimi de hiç beğenmiyorum.Senin yüce varlığının yanında,Adeta yokum ben,Adeta bir hiçim ben.Huzurundayım ve hala ben, ben, diyorumKüçülüyorum, mahcubiyetimden. Anladım, benden farklı şeyler bekliyorsun.Kötü ve katıdır kalbim, yumuşar mı dersin?Ondan bu siyah pıhtıyı söküp atabilir miyim dersin?Doğru ya! Sen, çokça yardım edersin.Ne kadar da güzelsin! Rahmet elin daima açık…Her şeye gücü yetensin…Her şeyi evirip çevirensin…Övmeyi bile beceremem seni azıcık.Sen kendini övdüğün gibisin…Ne kadar muhteremsin!Ne kadar da muhteşemsin! Aslında her şeyim sensin.Aslında ben her şeyimle seninim.Acizliğimi ve fakirliğimi yanıma aldım daAsıl olana,Sana geldim.İşte huzurundayım…

Hüsrev ÖZBAŞ 01 Mart
Konu resmiBedîüzzaman Said Nursî (rh)

Ali Ulvi KURUCU Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve harikalar harikası bir Pedagog -Mürebbî- olduğunu, yetiştirdiği tertemiz nesille fiilen isbat etmiş ve iktisad tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahife daha ilâve eden bir nâdire-i fıtrattır. Gayesinin ulviyetinden, davâsının ihtişamından ve imanının azametinden feyiz ve ilham alan bu kutbun câzibesine takılanların adedi günden güne çoğalmaktadır. Akıllara hayret veren bu ulvî hadise; münkirleri kahrettiği gibi, mü'minleri de şâd ve mesrur eylemekte devam edip gidiyor. İmanlı gönüllerde manevî bir râbıta halinde yaşayan bu İlâhî hadiseyi büyük bir mücahid, kalbleri vecd içinde bırakan bir üslubla bakınız nasıl ifade ediyor: Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, Onun yani Bediüzzaman'ın feyzini bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle teselli buluyoruz... Gecelerimiz çok karardı, ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur. Evet, bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir halde yayılıp dağılan bu nurun, memleketin her köşesinde feyiz ve tesirini görenler, hayret ve dehşetler içinde sormaya başladılar: Şöhreti memleketimizin her tarafını kaplayan bu zat kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Tuttuğu yol bir tarikat mı, bir cemiyet mi, yoksa siyasî bir teşekkül müdür? Bununla da kalmadı; derhal gerek idarî ve gerek adlî çok mühim takipler ve pek ciddî tetkikler, uzun ve müselsel mahkemeler cereyan etti... Neticede, bu İlâhî tecellinin gönüller ülkesine kurulan bir İman ve İrfan Müessesesi nden başka birşey olmadığı tahakkuk edince, adaletin İlâhî bir surette tecellisi şu şekilde zuhur etti: Bediüzzaman Said Nursî ve bütün Risale-i Nur serlerinin beraeti kararı resmen ilân edildi. Ve artık, ruhun maddeye, hakkın bâtıla, nurun zulmete, imanın küfre her zaman galebe çalacağı, ezelden ebede değişmiyecek olan İlâhî kanunların başında gelen bir hakikat olduğu güneşler gibi belirdi.Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatını, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar, davâsını ilâna başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler. Meselâ: O âdem ilk günlerde mütevazi, âlicenap, feragat ve mahviyetkâr, hulâsa; bütün ahlâk ve fazilet bakımından cidden örnek olan gâyet temiz ve son derecede mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neş'esiyle birçok büyük sanılan kimseler gibi, yere göğe sığmaz mı olmuş? İşte büyük küçük herhangi bir davâ ve gâye sahibinin mahiyet ve hakikatını, şahsiyet ve hüviyetini en hakikî çehresiyle aksettirecek olan en berrak ayna budur.Tarih boyunca, bu müthiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvelâ Peygamberler ve bilhassa Sultan-ül Enbiya Sallâllahu Aleyhi Vesellem Efendimiz, sonra Onun Halife ve Sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zatlar vermişlerdir. ASRIN PEYGAMBER VÂRİSİ Peygamber Efendimiz, şu اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ الْاَنْبِيَاءِ yani: Âlimler, Peygamberlerin varisleridirler Hadîs-i Şerifleriyle âlim olmanın pek kolay bir şey olmadığını, i'cazkâr belâgatleri ile beyan buyuruyorlar. Zira mademki bir âlim, Peygamberlerin varisidir, o halde, hak ve hakikatın tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol; bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri tâkip, tevkif, muhâkeme, hapis, zindan, sürgün, tecrid, zehirlenme, îdam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmiyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa... İşte Bediüzzaman; yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sür'ati ile aşan ve Peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette isbat eden bir zattır.Kendisinin; ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında beni en çok meftun eden şey; onun o, dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır. Rabbim, o ne muazzam iman! O ne bitmez ve tükenmez sabır! O ne çelikten irade! Hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdid, tazib ve işkencelere rağmen; o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir! MÜCAHİD Büyük İkbal'in heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham neş'esi ile vaktiyle yazdığım Mücahid ünvanını taşıyan bir manzumede, aşağıdaki mısraları okuyanlardan, belki şâirane bir mübalâğada bulunduğumu söyliyenler olmuştur.Lâkin şu mukaddemesini yazmakla şeref duyduğum şaheseri (Tarihçe-i Hayat'ı) okuyanlar, vecdle dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki, Allahın ne kulları varmış. Eğer bir iman, kemalini bulursa, neler yapar ve ne harikalar doğururmuş.. Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse,İnsan da, o imandaki son sırra ererse,En azgın ölümler ona zincir vuramazlar...Volkan gibi coşkun akıyor durduramazlar...Rabbimden iner azmine kuvvet veren ilham...Peygamberi rü'yada görür belki her akşam...Hep nur onun iman dolu kalbindeki mihrab,Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtab...Kar, kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz...Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz...Cennetteki âlemleri dünyada görür de,Mahvolsa eğilmez sıra dağlar gibi derde...En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa,Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa,Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez!Ruhundaki imanla yanan meş'ale sönmez!..Kalbinde yanardağ gibi, iman ne mukaddes!Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:Ey yolcu! Şafaklar sökecek durma, ilerle.Zulmetlere kan ağlatacak meş'alelerle...Yıldızlara bas, çık yüce âlemlere yüksel!İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el!.. Sanki bu mısralar iman kahramanı büyük mücahid Bediüzzaman Hazretleri için yazılmış. Zira bu yüksek sıfatlar, hep onun sıfatlarıdır. Cenab-ı Hak şu Âyet-i Kerimede bakınız mücahidlere neler vâdediyor: وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَMeâl-i şerifi: Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle -Allah'ı görür gibi ibadet eden mücahitlerle- beraberdir.Demek ki, iman ve Kur'ân uğrunda, candan ve cihandan geçen mücahitlere, büyük Allah, hakikat ve hidâyet yollarını göstereceğini vaad buyuruyor. Hâşa, Cenab-ı Hak va'dinde hulfetmez.. yeter ki, bu azim va'd-i İlâhîyi icab ettirecek şartlar tahakkuk etsin. Bu Âyet-i Kerime, Üstad ın karakter ve şahsiyetini tahlil hususunda bize nurdan bir rehber oluyor; ve o nurun billur ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. Zira, mademki bir insan Cenab-ı Hakkın hıfz ve himayesinde bulunmak nimetine mazhar olmuştur; artık onun için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma vesaire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz.Allahın nuru ile nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir? Her an huzur-ı İlâhîde bulunmak bahtiyarlığına eren bir kulun ruhunu, hangi fâni emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh ve iltifatlar ve hangi pespâye gâye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve teselli edebilir? Allahtır onun yârı, mürebbîsi, velisi;Andıkça bütün nur oluyor duygusu, hissi!Yükselmededir mârifet iklimine her an,Bambaşka ufuklar açıyor ruhuna Kur'ân...Kur'ân ona yâdettiriyor Bezm-i Elest i.Âşık, o tecellinin ezelden beri mesti... İşte Bediüzzaman, böyle harikalar harikası bir inâyete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir. Ve bunun içindir ki, zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İdam sehpaları, birer va'z ve irşad kürsüsüdür. Oradan insanlığa ulvî bir gâye uğrunda sabır ve sebat, metanet ve celâdet dersleri verir. Hapishaneler birer Medrese-i Yusufiyeye inkılâb eder. Oraya girerken, bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer. Zira oradakiler, onun feyz ve irşadına muhtaç olan talebeleridir. Hergün birkaç vatandaşın imanını kurtarmak ve cânileri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir.Böyle bir yüksek iman ve ihlâs şuuruna malik olan insan, hiç şüphesiz ki, zaman ve mekân mefhumlarının fâniler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde âleminde bırakarak; ruhu ile maneviyat âleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir. Büyük mutasavvıfların (R.A.) Fenafillâh, Bekabillah diye tarif ve tavsif buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsî şerefe nail olmaktır.Evet; her mü'minin kendine mahsus bir huzur, huşu', tefeyyüz, tecerrüd ve istiğrak hali vardır. Ve herkes; iman ve irfanı, salâh ve takvâsı, feyiz ve maneviyatı nisbetinde bu İlâhî hazdan feyizyâb olabilir. Lâkin bu güzel hal, bu tatlı visâl ve bu emsalsiz haz; geçen Âyet-i Kerîmedeki ihsan erbabı olan o büyük Mücahidlerde her zaman devam ediyor. Ve işte onlar bu sebebden dolayıdır ki, mevlâyı unutmak gafletine düşmüyorlar. Nefisleri ile, arslanlar gibi bütün ömürleri boyunca çarpışıyorlar. Ve hayatlarının her lâhzası, en yüksek terakki ve tekâmül hâtıraları kaydediyor. Ve bütün varlıkları; o cemâl, kemâl ve celâl sıfatları ile muttasıf olan Rabb-ül-Âlemîn'in rızasında erimiş bulunuyorlar.Mevlâ, bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin, âmin. BEDÎÜZZAMAN HAZRETLERİ'NİN ŞAHSİYETİ Malum ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh, Üstadın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır:Bir dâva sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakıyet şartlarının en mühimmi feragattır. Zira gözler ve gönüller, bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tetkik ve takibe meyyaldirler. Üstadın bütün hayatı ise, baştanbaşa feragatın şaheser misalleri ile dolup taşmaktadır.Allâme Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate aid şöyle bir söz işitmiştim: İslâm, bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak. Büyük âdemden sâdır olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların istiğrak hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım.Vaktâki aynı sözü Bediüzzaman'ın ateşler saçan heyecanlı ifadelerinde de okuyunca anladım ki, büyüklere göre feragatin ölçüsü de büyüyor... Evet; İslâm için bu kadar acıklı bir feragate katlanmaya razı olan mücahitleri, Erhamürrâhimîn olan Allah-ı Zülkerîm Taalâ ve Takaddes Hazretleri bırakır mı? O fedaî kulunu lutuf ve kereminden, inâyet ve merhametinden mahrum etmek şânına hâşâ - yakışır mı? İşte Bediüzzaman, bu müstesna tecellinin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Dünyanın bütün meşru lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mes'ud bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat, Cenab-ı Hak, kendisine öyle şeyler ihsan etti ki, fâni kalemlerle tarif olunamıyacak kadar muazzam ve muhteşemdir. Bugün, dünyada hangi bir aile reisi - manen - Bediüzzaman Hazretleri kadar mes'uddur? Hangi bir baba, milyonlarla evlâda sahib olmuştur? Hem de nasıl evlâdlar!... Ve hangi bir üstad, bu kadar talebe yetiştirebilmiştir?Bu kudsî ve ruhî rabıta - Biiznillâh-i Teâlâ - dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. Çünki bu İlâhî dâvâ, Kur'ân-ı Kerimin nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kur'ândan doğmuş ve Kur'ânla beraber yaşıyacaktır:.. ŞEFKAT VE MERHAMETİ: Büyük üstad, hak ve hakikatı tâ çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve ruhunun münâcâtını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile, ibadet ve taatten, tefekkür ve murakabelerden feyiz ve huzur almanın zevkineermiş olan bir Ârif-i Billâh idi. Lâkin; karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kâbusunun Müslüman Dünyasını ve dolayısiyle memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes dâvaya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnidir ki; o gündenberi her sözü bir dilim lâv, her fikri bir ateş parçası olmuş. Düştüğü gönülleri yakıyor, hisleri, fikirleri alevlendiriyor...Büyük Üstadın tam bir uzlet ve inzivadan sonra, tekrar irşad ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazalî'nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir. Demek ki, Cenab-ı Hak, büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebebledir ki, bir mâ-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalblere akseder etmez bambaşka tesirler icra ediyor...Arzettiğim gibi, İmam-ı Gazalînin bundan dokuzyüz sene evvel ahlâk ve fazilet sahasında yapmış olduğu fütuhatı; bu asırda Bediüzzaman, iman ve ihlâs vâdisinde başarmıştır.Evet; Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevkeden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim: Bana: Sen şuna buna niçin sataşdın? diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var.. alevleri göklere yükseliyor.. içinde evlâdım yanıyor.. imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise, bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler... Üstadın; hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir.Mâsivadan tam mânasiyle istiğna ederek, uzvî ve ruhî bütün varlığı ile Rabbül-Âlemînin bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı, müddet-i hayatında bir itiyat değil, âdeta bir mezheb, meşreb ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da ne pahasına olursa olsun sebat eylemekte hâlâ devam etmektedir.İşin orijinal tarafı: Bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkure halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur Talebesinin istiğnasına hayran olmamak kabil değildir... Bakınız, Üstad; Mektubat ünvanını taşıyan şaheserin İkinci Mektubunda, bu mühim noktayı altı vecih ile ne kadar asil bir iman ve irfan şuuru ile izah eder:Birincisi: Ehl-i dalâlet; ehl-i ilmi, ilmi, vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar.. ilmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları fiilen tekzib lâzımdır. İkincisi: Neşr-i hak için, Enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur'ân-ı Hakîmde hakkı neşredenler اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ diyerek, insanlardan istiğna göstermişler...İşte; Risale-i Nur Külliyatının mazhar olduğu İlâhî fütuhat, hep bu Enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve harikulâde neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihan - kıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir. Artık, herkesin uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle asla alâkası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fâtihi olmaz? İmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nuru ile dolmaz?İktisad, bundan evvel bahsettiğimiz İstiğna nın tefsir ve izahından başka bir şey değildir. Zaten iktisad sarayına girebilmek için, evvelâ istiğna denilen kapıdan girmek lâzımdır. Bu sebeble iktisadla istiğna, lâzımla melzum kabilindendir. Üstad gibi; istiğna hususunda Peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı kendiliğinden husule gelecek kadar tabiî bir haslet halini alır ve artık ona günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kâfi gelebilir. Zira bu büyük insan; büyük ve munsif Fransız şairi Lâmartin'in dediği gibi: Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor. Üstadın meşreb ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisadçılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zira, bu büyük insanın yüksek iktisadçılığını manevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lâzım gelir. Meselâ: Üstad, bu yüksek iktisadçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilâkis fikir, zihin, istid'ad, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dâhîdir. Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usulünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh bir Nur Talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay bir şey değildir. Zira, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu Dikkat! kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir. İşte Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve harikalar harikası bir Pedagog -Mürebbî- olduğunu, yetiştirdiğitertemiz nesille fiilen isbat etmiş ve iktisad tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahife daha ilâve eden bir nâdire-i fıtrattır. TEVAZUU VE MAHVİYETKÂRLIĞI: Nur Risalelerinin bu kadar harikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faidesi olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünki, Üstad; sohbet ve te'liflerinde kendine bir Kutbül-Arifîn ve bir Gavsül-Vâsılîn süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gâyesini benimsemiştir. Meselâ: Ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete aid olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve ateşîn hitabelerinin ilk ve yegâne muhatabı öz nefsidir. Oradan - merkezden muhite yayılırcasına - bütün nur ve sürura, saadet ve huzura müştak olan gönüllere yayılır. Üstad, hususî hayatında gâyet halim - selim ve son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için âzamî fedakârlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ızdırâb ve mahrumiyetlere katlanır... Fakat imanına, Kur'ânına dokunulmamak şartiyle... Artık o zaman bakmışsınız ki; o sâkin deniz, dalgaları semalara yükselen bir tufan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünki O, Kur'ân-ı Kerimin sâdık hizmetkârı ve iman hudutlarını bekliyen kahraman ve fedaî bir neferidir. Kendisi bu hakikatı veciz bir cümle ile şu şekilde ifade eder: Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silâhını bırakmıyacak. Ben de, Kur'ânın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, hak budur derim, başımı eğmem...Vazife başında ve cihad meydanında iken şu mısralar, lisan-ı hâlidir: Şahlanan bir ata benzer,kırarım kanlı gemi,Sinsi düşmanlara, haşa,satamam benliğimi...Benliğimden uzak olmaktır esaret bence,Böyle bir zillete düşmekne hazin işkence...Ebedi vuslatın aşkiyle geçer her ânım...Dest-i kudretle yapılmış kaledir imanım,Bu mukaddes emelimdenne kadar dilşâdım.Görmek ister beni cennetteşehid ecdadım...Ruhum oldukça müebbed,ebedidir ömrüm,En büyük vuslataAllaha çıkan yoldur ölüm. ÜSTADIN İLMÎ CEPHESİ: Merhum Ziya Paşa, Şu: Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.beyti ile, nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikatı ifade etmiştir. Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam bir iman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde, mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz vemüstesna zâtın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilâta girişmek, öğle vakti, güneşi tarif etmek kadar fuzulî bir iştir. Yalnız yanık bir şairimizin:Hüsn olur kim, seyrederken ihtiyar elden gider. dediği gibi, hayatının her lâhzasında İlâhî tecellilere mazhar bulunan bu mübarek zâtın; ilim ve irfanından, ahlâk ve kemalâtından bahsetmek, insana bambaşka bir zevk ve İlâhî bir haz veriyor. Bunun için sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum.Üstad; Risale-i Nur Külliyatı'nda; dinî, içtimaî, ahlâkî, edebî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de hârikulâde bir surette muvaffak olmuştur.İşin asıl hayret veren noktası; birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları, gâyet açık bir şekilde ve en kat'î bir surette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek sâhil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır. Nur Risaleleri, Kur'ân-ı Kerimin nur deryasından alınan berrak katreler ve hidâyet güneşinden süzülen billur huzmelerdir. Binaenaleyh; her müslümana düşen en mukaddes vazife, imanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zira, tarihte pek çok defalar görülmüştür ki, bir eser; nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kitlelerinin hidâyet ve saadetine sebeb olmuştur... Ah! Ne bahtiyardır o insan ki, bir mü'min kardeşinin imanının kurtulmasına sebeb olur!... ÜSTADIN FİKRÎ CEPHESİ: Malum ya; her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında takip ettiği bir gâyesi ve bütün gönlü ile bağlandığı bir İdeal i vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gâye ve idealinden bahsetmek için uzun mukaddemeler serdedilir. Fakat Bediüzzamanın tefekkür sistemi, gâye ve ideali, uzun mukaddemelerle filân yorulmaksızın bir cümle ile hülâsa edilebilir:Bütün Semavî kitapların ve bilumum Peygamberlerin yegâne dâvaları olan Hâlık-ı Kâinatın Uluhiyet ve Vahdaniyetini ilân ve bu büyük dâvayı da, ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle isbat eylemektir. – O halde Üstad'ın mantık, felsefe ve müsbet ilimlerle de alâkası var?– Evet, mantık ve felsefe, Kur'ânla barışıp hak ve hakikate hizmet ettikleri müddetçe Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümul dâvasını isbat vâdisinde kullandığı en parlak delilleri ve en kat'î bürhanları, Kur'ân-ı Kerimin Allah kelâmı olduğu nu her gün bir kat daha isbat ve ilân eden Müsbet ilim dir.Zaten felsefe, aslında hikmet mânasına geldikçe, Vacibül-Vücud Taalâ ve Takaddes Hazretlerini, Zât-ı Bâri'sine lâyık sıfatlarla isbata çalışan her eser en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir. İşte Üstad; böyle ilmî bir yolu, yani Kur'ân-ı Kerimin nurlu yolunu tâkip ettiği için, binlerle üniversitelinin imanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazretin, bu hususta hâiz olduğu ilmî, edebî ve felsefî daha pek çok meziyetleri vardır. Fakat onları, eserlerinden misaller getirerek inşâallah müstakil bir eserde arzetmek emelindeyim. Ve minallahittevfik. TASAVVUF CEPHESİ: Nakşibendî meşâyihinden, her harekâtını Peygamber-i Zîşan Efendimiz Hazretlerinin harekâtına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir âlim olan bir zâta sordum:– Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvife arasındaki gerginliğin sebebi nedir?– Ulema, Resul-i Ekrem Efendimizin ilmine, mutasavvıflar da ameline vâris olmuşlar. İşte bu sebebden dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline vâris olan bir zâta Zülcenaheyn, yani İki kanadlı deniliyor... Binaenaleyh, tarikattan maksad, ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip ahlâk-ı Peygamberî ile ahlâklanarak bütün manevî hastalıklardan temizlenip Cenab-ı Hakkın rızasında fani olmaktır. İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki ehl-i hakikattırlar. Yâni, tarikattan maksud ve matlub olan gâyeye ermişler demektir. Fakat bu yüksek mertebeyi kazanmak, her âdeme müyesser olamıyacağı için, büyüklerimiz matlub olan hedefe kolaylıkla erebilmek için, muayyen kaideler vaz'eylemişlerdir. Hülâsa; tarikat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarikatten düşen şeriata düşer, fakat - maazallah - şeriattendüşen ebedî hüsranda kalır. Bu büyük zatın beyanatına göre, Bediüzzamanın açtığı nur yolu ile, hakikî ve şâibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilâf yoktur. Her ikisi de Rıza-yı Bârîye ve binnetice Cennet-i âlâya ve dîdar-ı Mevlâya götüren yollardır. Binaenaleyh; bu asîl gâyeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin, Risale-i Nur Külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani kalmadığı gibi, bilâkis, Risale-i Nur; tasavvuftaki Murakabe dairesini, Kur'ân-ı Kerim yolu ile genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilâve etmiştir. Evet; insanın gözüne gönlüne bambaşka ufuklar açan bu Tefekkür sebebiyle sadece kalbinin mürakabesi ile meşgul olan bir sâlik, kalbi ve bütün letâifi ile birlikte zerrelerden kürelere kadar bütün kâinatı azamet ve ihtişamı ile seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenab-ı Hakkın o âlemlerde binbir şekilde tecelli etmekte olan Esmâ-i Hüsnâsını, sıfat-ı ulyâsını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mâbedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hisseder. Çünki içine girdiği Mabed öyle ulu bir mabeddir ki; milyarlara sığmayan cemaatin hepsi aşk ve şevk, huşu ve istiğraklar içinde Hâlikını zikrediyor. Yanık, tatlı ve güzel lisanları, şive, nâme, ahenk ve besteleri ile bir ağızdan: سُبْحَانَ اللّٰهِ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَاللّٰهُ اَكْبَرُ diyorlar.Risale-i Nurun açtığı iman ve irfan ve Kur'ân yolunu takib eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mabede girer. Ve herkes de iman ve irfanı, feyiz ve ihlâsı nisbetinde feyizyâb olur. EDEBÎ CEPHESİ: Eskidenberi; lâfz ve mâna, uslub ve muhteva bakımından, edibler ve şairler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece uslub ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek, mânayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini ençok şiirde gösterir. Diğer zümre ise; en çok mâna ve muhtevaya ehemmiyet vererek özü söze kurban etmemişlerdir.Artık Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cephesi bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zira üstad o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibi ile değil, bilâkis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dâhîdir. Artık bu kadar ulvî bir gâyenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiidir ki, fani şekillerle meşgul olamaz. Bununla beraber, Üstad zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi hâizdir. Ve bu sebeble, üslub ve ifadesi, mevzua göre değişir. Meselâ: İlmî ve felsefî mevzularda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gâyet veciz terkipler kullanır. Fakat gönlü mestedip, ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki tarif edilemez. Meselâ: Semalardan, güneşlerden, yıldızlardan. mehtablardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenab-ı Hakkın o âlemlerde tecelli etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslub o kadar lâtif bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır.. ve her tasvir, harikalar harikası bir âlemi canlandırır. İşte bu hikmete mebnidir ki, bir Nur Talebesi Risale-i Nur Külliyatı nı mütalâası ile - üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa - hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam mânasiyle tatmin edilmiş oluyor.Nasıl tatmin edilmez ki, Risale-i Nur Külliyatı, Kur'ân-ı Kerimin cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, O'nda, o mübarek ve İlâhî bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır... Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular,Kur'âna her zaman beşerin ihtiyacı var...

İdare İdare 01 Mart
Konu resmiBedîüzzaman Hazretleri'nin Kabri Neden bilinmiyor?

Isparta vilayetinde kıymettar kardeşlerimin kucaklarında, teslim-i ruh edip, o mübarek toprakta defnolunmamı kalben niyaz ettim. Isparta benim için taşı-toprağı ile mübarektir onun için ben kabrimi o havalide istiyorum. Bedîüzzaman Said Nursî (rh) KABİR ZİYARETİ İslâmiyet'in ilk yıllarında, Peygamber Efendimiz (sav) kabir ziyaretlerini yasaklamıştı. Çünkü Yahudi ve Hıristiyanlar, aziz saydıkları kimselerin kabirlerini ibâdet yeri haline getirip, o kabirlere secde ediyorlardı. İslâm dininin gayesi ise tevhid akidesini kalblere yerleştirmek olduğundan Hz. Peygamberimiz (s.a.v) tehlikeli gördüğü kabir ziyaretlerini yasaklamıştır. İslâmiyet tanındıktan, tevhid inancı gönüllere iyice yerleşip Müslümanlar tarafından gayet iyi anlaşıldıktan sonra, Peygamberimiz (s.a.v) kabir ziyaretlerine koyduğu yasağı kaldırmıştır. Ölümü ve âhireti hatırlatıp, dünya hayatının kısa olduğunu ders veren ve insanı zühd ve takvaya sevk edip, aşırı dünya hırsından vazgeçiren kabir ziyaretlerini, şu hadis-i şerifleriyle tavsiye etmiştir: Ben önceleri sizi kabir ziyaret etmekten men etmiştim, şimdi ise kabirleri ziyaret ediniz, bu size ahireti hatırlatır. (İbn Mâce, Sünen, Cenâiz, 47) Fakat bu kabir ziyâretleri günümüz insanlarınca su-i istimâl edilmiş ve gayr-i meşru hâdiseler zuhura gelmiştir. Özellikle evliyaların kabirlerine karşı olan hürmet, sırf Cenâb-ı Hakk'ın makbul bir abdi olduğundan şefaatine ve manevî duâsına mazhar olmak için olan meşru hürmet olmaktan çıkmıştır. Âdetâ o kabir sahibi, tasarruf sahibi ve kendi kendine medet verecek bir şahıs tasavvur edilip âmiyâne, câhilâne takdîs edilmiştir. Hatta o dereceye varmış ki; namaz kılmayanlar bile, o türbelerde yatan kişileri beşerüstü varlıklar olarak görüp, bu kişileri Bunlar Allah'ın sevgili kullarıdır, bunların Allah'a sözü geçer, Allah bu zatları geri çevirmez gibi ifadelerle kutsileştirmektedirler. Bu ziyaretleri dinî bir vecibe gibi telakkî edip türbelere çaput ve bez bağlamak, mum yakmak, orada yatanlara adak adamak, onlar için kurban kesmek, onların namına yiyecek içecek şeyler dağıtarak onlardan yardım dilemek, kabrin etrafındaki demir ve taşları öpmek, onlara sarılıp ağlamak gibi batıl fiillerle o türbeler bir nevi tapınak haline getirilmiştir. BEDÎÜZZAMAN HAZRETLERİ'NİN ARZUSU Hayatta iken kendisine yönelen teveccühleri daimi bir surette, Kur'anın manevi bir tefsiridir diye tesmiye ettiği Risale-i Nur'a çeviren Bedîüzzaman Hazretleri, fanilere teveccühün ölçüsünü şu izahlarıyla belirlemiştir. Bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var; ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir, o kapı dahi kapalıdır. Çünki ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakk'a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. İkinci cihet; sırf Kur'ân-ı Hakîm'in dellâlı olduğum cihetiyledir. Bu kapıdan girenleri, Alerre'si vel'ayn kabul ediyorum. (Mektubat-I s.141) Hayatta iken, arzu etmediği bu hususun vefatından sonra da gerçekleşmesini istemeyen Üstad: Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevi duâ ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risâle-i Nur'daki azamî ihlâs ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir mânevî sebep hissediyorum. buyurmuşlardır. (Emirdağ lahikası-II s.332) Ayrıca Hz. Üstad aynı eserde, talebelerine: Benim kabrimi gâyet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünki dünyada sohbetten beni men'eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor. diye vasiyet etmiştir. Talebeleri de Hz. Üstada: Kabri ziyarete gelenler Fâtiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men'ediyorsunuz? diye sormuşlar. Üstadımız da cevaben: Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki Firavunların dünyevî şan ü şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benlik verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mana-yı harfîden mana-yı ismîyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile; eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ü şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur'daki a'zamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garbda, hem kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider.Dünyada beni sohbetten men'eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevab cihetiyle değil, dünya cihetiyle men'etmeye mecbur edecek. buyurmuşlar. (Emirdağ lahikası II s.334) Buradan da anlaşıldığı üzere Hz. Üstad kemal-i ihlâsın zirvesine giden yola işaret ederek mezarının esbabperestler nezdinde bir tapınak haline gelmemesi için ceddi ve üstadı Hz. Ali (r.a) gibi kabrinin gizli olmasını Cenab-ı Mevla'dan niyaz eylemiştir. Büyük bir tevazu timsali olan Bedîüzzaman hazretleri kabrinin gizli olmasını ilahi rahmetten niyaz ettiği gibi Isparta'da vefat edip defnedilmeyi de Cenab-ı Hakkın lütfundan, fazlından, kereminden istemiş. Bu arzusunu eserlerinde şu şekilde dile getirmiştir: Isparta vilayetinde kıymettar kardeşlerimin kucaklarında, teslim-i ruh edip, o mübarek toprakta defnolunmamı kalben niyaz ettim. Isparta benim için taşı-toprağı ile mübarektir onun için ben kabrimi o havalide istiyorum. SON YOLCULUK Isparta vilayetinde, mübarek talebelerinin bulunduğu kabristanda defnolunmayı çok arzulayan Hz. Üstad, rüyasında kendisini Urfa'ya çağıran İbrahim Aleyhisselâmın dâvetine icabet etmek için, 19 Mart 1960 tarihinde, aniden Urfa'ya gitme kararı alır. Bu esnada Hz. Üstad konuşamayacak kadar ağır hastadır. Talebelerine, zor anlaşılan bir sesle: Beni derhal Urfa'ya götürün der. Yanında bulunan talebeleri, arabanın arızalı olduğunu, biraz tamire ihtiyacı olduğunu kendisine arz ederler. Hz. Üstad ise, Başka bir arabaya bakın. İki yüz lira verebiliriz. Hatta cübbemi de satabiliriz. Hemen bir araba hazırlayın, tahammülüm yok der. Nihayet sabah saat 9'da hazır olan arabasına talebelerinin kollarında yerleştirilir. 20 Mart'ta yağmurlu bir havada, son menzili olan, Peygamberler diyarı Urfa'ya doğru hareket eder. 21 Mart günü Urfa'ya geldiğinde, onu şehrin en iyi oteli olan İpek Palas Oteli'ne yerleştirirler. Binlerce Urfalı Üstadı görmek için otel'e akın ederler. Bu arada otele emniyet müdürü de gelir ve Hz. Üstada: İçişleri Bakanı'nın kesin emri var. Burada kalamazsınız, derhal Isparta'ya geri dönmelisiniz der. Hz. Üstad: Ben buraya kalmaya gelmedim, ölmeye geldim. Şu an hayatımın son dakikalarını yaşıyorum. Siz benim suyumu hazırlamakla mükellefsiniz. Amirlerinize bildiriniz diyerek yakında vefat edeceğini haber verir. Bir gün sonra da, 23 Mart 1960 Çarşamba günü, mübarek Ramazan ayının Kadir Gecesi'nde, sabaha doğru teslim-i ruh ederek rahman-ı rahimine kavuşur. Urfa'nın manevi büyüklerinden Şeyh Müslim isimli bir zat 1954 yılında Dergâhı tamir ettirdiği sırada, burada kendisine iki kubbeli bir kabir yeri yaptırır. Sonra rüyasında ona: Sen kendine başka bir yer yaptır. Buranın sahibi vardır. Buraya o gelecektir. denir. Şeyh Müslim Efendi aynı rüyayı üç kez görünce, burasını boş bırakır. İşte Hz. Üstadın cenazesi, Halilürrahman Dergâhı'ndaki Caminin bahçesinde bulunan bu kabre defnedilir.Artık insanların nazarları, Hz. Üstadın, hadimi ve dellalı olduğu Risâle-i Nurlardan başka yere kaymayacak.  Urfa'nın topraklarında değildir, salar-ı yemin.Pek sıcak Nurcuların kalbindedir serdar-ı yemin. Ey mezarcı! Göm bizi de şu Said'in kabrine.Firkatin dayanamaz Nurcu olanlar kahrine. Dâr-ı dünyada Said'i bizden ettinse cüda.Dâr-ı âhirde beraberce haşret ey Hüda! Dünkü hâl oldu hayâl, geçti visal geldi zevâl.Bizleri Üstadımızla haşret ya Zülcelâl! ABDÜLMECİD [NURSÎ] / 1960

İdare İdare 01 Mart
Konu resmiHayatımda İki Şeyi Bilmiyorum: Korkmak ve Unutmak!

Bedîüzzaman Hazretleri'nin doğduğunda, etrafına mânâlı mânâlı baktığını, fakat hiç ağlamadığını… - Hz.Üstadın göbek adının Rızâ olduğunu, Babasının adının Mirzâ, annesinin adının Nuriye olduğunu… - Bedîüzzaman Hazretleri'nin dedelerinin Isparta'dan gittiğini. Dedesinin ismi Ali, onun babası Hızır, Onun babası Mirza Halid onun babasının da Mirza Reşan olduğunu… - Hz. Üstadın babası Mirza Efendinin, ekin tarlalarından geçerken başkasının tarlasından yemesinler diye öküzlerinin ağzını bağlayacak kadar takva sahibi bir zat olduğunu, Annesi Nuriye Hanımın da, teheccüd namazlarını geçirmeyen ve Hz. Üstadı hiç abdestsiz emzirmeyen, sâliha bir kadın olduğunu… - Bedîüzzaman Hazretleri'nin üç erkek, üç kız kardeşi olduğunu, yaş sırasına göre kardeşleri Dürriye, Hanım, Abdullah, Mehmed, Abdülmecid ve Mercan olduğunu… - Hz. Üstadın babası Sofi Mirza'nın, kız erkek ayırımı yapmaksızın bütün çocuklarını okuttuğunu, bu sebeple çocuklarının hepsinin âlim olduğunu… - Hz. Üstadın kardeşlerinden Dürriyye Hanımın, Birinci Cihan Harbinden önce Nurs deresine düşüp boğularak şehid olduğunu, oğlu ve Hz. Üstadın da talebesi olan Ubeyd'in de Rus Harbinde şehit düştüğünü… - Bedîüzzaman Hazretleri'nin, dokuz yaşından sonra validesinin şefkatli sinesinden mahrum olarak büyüdüğünü… - Bedîüzzaman Hazretleri'nin etrafındaki ahalinin Nakşî tarikatına bağlı olduğunu, kendisinin ise, akrabalarına ve umum ahaliye muhalif olarak, Kadirî tarikatına bağlı olduğuğunu, Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz birşey kaybolsa, ‘Ya Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim şu şeyimi buldur. dediğini… - Hz. Üstada ilk olarak Bedîüzzaman lakabını veren zatın, Siirt'te bir medrese hocası olan Molla Fethullah olduğunu, Hz. Üstadı, Bedîüzzaman Hemedani'ye benzeterek bu lakabı verdiğini… - Hz. Üstadın, Siirt'in Tillo kasabasında, Arapça bir lügat olan Kamus-u Okyanus'u sin harfine kadar ezberlediğini, seksen-doksan cild kitabı da üç ayda bir ezberden tekrarladığını… - Bedîüzzaman Hazretlerinin, Hayatımda iki şeyi bilmiyorum: korkmak ve unutmak! dediğini hatta herkesin gündüz geçmekten korktukları yerlerden onun yalnız geçtiğini, talebelik yıllarında Mardin'deki Ulu Caminin şerefesindeki 4cm genişliğindeki demir korkulukların üzerine çıkıp, iki kollarını yanlara açarak dolaştığını… -  Hz. Üstadın,  iki minare yüksekliğindeki, Van kalesinin tepesinde iken ayağının kaydığını, aşağı doğru düşerken, ağzından çıkan tek sözün, Eyvah! Davam olduğunu. Kendi ifadesiyle, gaybî bir el tarafından itilerek, 3 metrelik bir kavis çizerek, aşağıdaki mağaranın kapısına düştüğünü... - Hz. Üstadı, 2 Musevi, 1 Rum, 1 Ermeni, 1'de Türk doktorundan rapor alarak, Toptaşı tımarhanesine koyduklarını, tımarhanenin en yetkili doktorunun, Eğer Bedîüzzaman da zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur.  şeklinde bir rapor hazırladığını… - Bedîüzzaman Hazretlerinin, 500 talebesiyle birlikte, Birinci Cihan Harbine iştirak edip,  Ruslarla savaştığını ve bütün talebelerini şehit verip, kendisinin de bir ayağı kırık ve 3 yerinden yaralı olduğu halde, şiddetli soğukta 36 saat su içerisinde kaldıktan sonra Ruslara esir düştüğünü… - Hz. Üstadın bu harp esnasında, cephede, kurşunların altında, İşarat'ül İcaz gibi çok ilmî bir eseri, Arapça olarak kâtibi Molla Habibe yazdırdığını. Bu eserin, esaretten sonra, kâğıdını bizzat Enver Paşa temin ederek neşredildiğini… - Bedîüzzaman Hazretleri'nin, Rusya'nın kuzeyindeki Kosturma'dan 2,5 senelik esaretten sonra firar ettiğini, önce Petersburg'a, oradan Varşova'ya, oradan da Viyana'ya geçip, Sofya üzerinden İstanbul'a geldiğini. Bu seyahatte, kendisine Abdulkadir-i Geylani hazretlerinin imdat ettiğini… - Hz. Üstadın esaretten sonra, İman rükünlerinin ispatına dair Nokta, çeşitli ayet ve hadisleri tefsir eden Sünuhat, Hz Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğini ispat eden Şuaat, Kur'an'ın mucizeliğini anlatan Rumuz, sosyal konularda Tuluat, tevhidin ispatı hakkında Katre, özlü sözleri içine alan Hakikat Çekirdekleri, ahlak ve ubudiyet derslerini ihtiva eden Habbe, Zerre ve Şemme adlı risalelerini yazıp yayınladığını... - Bedîüzzaman Hazretleri'nin, esaretten döndükten sonra Dar-ül Hikmet-il İslamiye'yede aza olarak çalıştığını. Dört sene üç aylık azalık döneminde biriktirdiği para ile, hiç kimseden zekât, sadaka, hediye almadan ahir ömrünü geçirdiğini … - İstanbul Hahambaşısı Selanik Mebusu Yahudi Emenuel Karasso'nun Hz. Üstad ile bir görüşme yaptığını, Karasso'nun görüşmeyi yarıda bırakarak  Eğer biraz daha yanında kalsaydım, az kalsın beni de Müslüman edecekti diyerek, mağlubiyetini hayret ve telaşla izhar ettiğini…- Hz. Üstadın, İngilizler başta olmak üzere, bütün Anadolu İşgalcilerine karşı, İslâm'ın izzet ve şerefini haykıran, Hutuvat-ı Sitte adlı bir eser yazarak mücadele ettiğini. Bu eseri gören işgal kuvvetleri kumandanının çok hiddetlenip, Üstadın, idam kararıyla vücudunun ortadan kaldırılmasını istediğini… - Bedîüzzaman Hazretleri'nin, İstanbul'da ayaklanmış 20 bine yakın hamalı, bir nutkuyla yatıştırıp, onların devlete karşı bağlılıklarını sağladığını. Ayrıca, subaylarına isyan eden 8 tabur askeri yaptığı tesirli konuşmalarıyla komutanlarına itaate sevk ettiğini… - Hz. Üstadı, İstanbul'daki vatan ve millet için yaptığı hizmetlerini yakinen takip eden Ankara hükümetinin ısrarla Ankara'ya davet ettiklerini. Ankara'ya gittiğinde ise, kendisine mecliste hoş geldin merasimi yapıldığı… - Bütün mevcudiyetini vatan, millet, gençlik ve Âlem-i İslam ve beşerin ebedi refah ve saadeti uğruna feda eden Hz. Üstadı, karşılığında 19 kez zehirlediklerini, 28 yıl hapse mahkum ettiklerini ve memleket memleket sürgünlere gönderdiklerini… - Hz. Üstadın, gerek yaşı küçük olduğundan, gerekse kendine icazet verecek âlim bulunmadığından dolayı, icazetin göstergesi olan cübbeyi giyemediğini. Mevlana Halid-i Bağdadî Hazretlerinin, Küçük Âşık namında bir talebesinin neslinden gelen Asiye isimli mübarek bir hanım ile, bir asır evvelinden, müceddidlik alameti olan kendi cübbesini Hz. Üstada göndererek, manen icazet verdiğini… - Risale-i Nurların telifinin 1926'da Barla'da, 10. söz ile başladığını ve 23 yılda tamamlandığını… - Hz. Üstadın, 23 Mart 1960 yılında Urfa'da vefat ettiğini, 3,5 ay sonra dergâhtaki kabrinin yıkılıp, mübarek naşının bilinmeyen bir yere götürüldüğünü ve hala kabrinin bilinmediğini… Biliyor muydunuz? Ben çok zaman evvel bekliyordum ki Urfa tarafından nurlara karşı kuvvetli eller sahip çıksın. Çünkü orası hem Anadolu'nun hem Arabistan'ın hem Şarkın bir nevi merkezi hükmündedir. Nurlar orada yerleşse o üç memlekette intişarına vesile olur. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükürler ediyorum ki: o havalinin dindarları ve hamiyyetkarları sahip çıkmağa başladılar. Bende kendi paramla aldığım ve zehir hastalığının fazla rahatsızlığı içinde tashih ettiğim bana mahsus bir kısım mecmualarımı onlara gönderiyorum. Çok yerlerden ve çok mühim zatlar istedikleri halde ben Urfa'yı her yere tercih ediyorum. Urfa Medrese-i Nuriye'sine veriyorum. İnşallah bir kısım daha onlara göndereceğim. Orada inşallah Kur'an'a ve İmana tam hizmet edecek. Orayı Isparta'daki medresetüzzehra ve Mısır'daki Cami'ülezherin küçük bir numunesi haline getirmeğe vesile olmağa ve Şam ve Bağdat'taki Medreseyi İslamiyenin bir numunesini yapmağa yol açmalarını Rahmeti İlahiyeden ümid ediyorum. Hem madem Risale-i Nurun mesleği hillettir. Ve Urfa ise İbrahim Halilullahın bir menzilidir… İnşallah bu mesleği hilleti İbrahimiye orada parlayacaktır. Hem ihtimal kavidir ki… Bu dehşetli semli hastalıktan kurtulsam gelecek kışta Urfa'ya gitmeyi cidden arzu ediyorum. Emirdağ Lahikası (c.2 s.126)BEDÎÜZZAMAN SAİD NURSİ

Pedagoji DERNEĞI 01 Mart
Konu resmiNur Talebesi Olmak

Risâle-i Nur Talebesi olmanın kazandırdığı mühim neticeleri, yüksek dereceleri külliyâtın muhtelif yerlerinde görüyoruz. Ezcümle, şirket-i maneviyeye dahil olmak, îmanla kabre girmek, melâikenin bile hürmet ve duasına mazhar talebe-i ulum-i dîniye sınıfına dahil olup şühedâ mertebesine vâsıl olabilmek gibi pek yüksek kârları vardır. Risâle-i Nur'a talebe olup bu yüksek kârlardan nasıl istifade edilebileceğini anlamak icin üç mevzuyu beraberce idrak etmek gerekmektedir. 1- Risâle-i Nur Talebesi ünvanı nasıl elde edilir, nasıl talebe olunur? 2- Nur Talebesinde bulunması gereken şartlar ve hususiyetler nelerdir, talebe hangi şuurda olmalıdır?3- Talebenin temel vazifeleri nelerdir?Bu üç soruya Risâle-i Nur'un verdiği cevapları kendi üzerinde tatbik eden elbette Risâle-i Nur Talebesi olur. O şuur ile hizmet edip, gerekli vazifelerini yerine getirerek talebeliğin o yüksek neticelerini biiznillah elde eder. Birinci soruya Risâle-i Nur'un verdiği cevap şudur: Risâle-i Nur'a intisab eden bir zâtın en ehemmiyetli vazifesi onu yazmak ve yazdırmaktır, ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan ve yazdıran Risâle-i Nur Talebesi ünvanını alır. (1) İkinci sorumuzun cevabı Mektubat'ta dost, kardes ve talebenin şartlarının ve hususiyetlerinin beyan edildiği yerdedir:  Talebenin şartı ve hâssası şudur ki, Sözleri (Risâle-i Nur'u) kendi malı ve te'lifi gibi hissedip sâhip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin. (2) Demek hakikî bir talebe, dost ve kardeşte bulunması gereken şartları ve hususiyetleri üzerinde bulundurmakla beraber, Risâle-i Nur'u kendi eseri gibi görüp sahip çıkarak en mühim ve en öncelikli vazife onun neşir ve hizmeti bilmeli, bu şuurda olmalıdır.Üçüncü sorunun cevabı ise Sözler Mecmuasında zikredilmistir: Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa namazı ta'dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır. (3) O halde Nur Talebesi olan veya olmak isteyen birisi yazısını yazmalı, önce hizmet şuurunda olmalı ve verilen vazifeleri ifa etmelidir. Talebeye lazım olan elbette Üstadına itaattir. Verilen vazifeyi aynen yapmaktır. Yoksa bir kısım bahâne ve te'villere kaçmakla vazifeyi ihmal etse, yani intisabını ve teslimiyetini terk etse, belki külliyattan bir mikdar malumat sahibi olsa da o yüksek kârları elde etmeye vesile olacak olan talebelik şerefinden mahrum kalır. Öyle ya, okumak isteyen birisi önce bir okula gidip kaydolmalı, Önce derslerim! şuurunda olmalı ve ödevlerini düzenli olarak yapmalıdır. Kaydını yaptırmayan birisi, cam kenarından izleyerek veya hariçten kendisine başka birisini öğretmen kabul edip ondan ders almak suretiyle okul derslerinin tamamını da öğrense bu adama ögrenci kimlik kartı verilmez. Kimlik kartı olmadığı icin öğrenci haklarından tam istifade edemedigi gibi sonunda diploma da alamaz. Evet, Risâle-i Nur'a dost veya kardeş olmak da bir şereftir ama şirket-i maneviyeye girerek üstadımızın ve umum talebelerin duâ ve sevaplarına hissedar olmak, yani günah cihetinde bir, ama sevab cihetinde binler kişi hükmüne geçmek, imanla kabre girmek, şühedâ mertebesini kazanabilmek gibi o yüksek müjdeler hep talebelik ile, talebelik de yazı ile yani Kur'ân harflerine kalemle hizmetle irtibatlandırılmıstır. Acaba yazan neyi kaybetti veya yazmayan ne kazandı ki? Risâle-i Nur'u yazmakla kimsenin bir şey kaybetmediği âşikâr. Ama yazmayanlar az şey kaybediyor değil.Demek yazmamak icin  te'vil ve bahane arayan sadece kendini aldatır, o yüksek kârlardan mahrum kalır. Son söz: Kalemle Nurlara hizmet ve sadâkatle talebesi olmanın iki mühim neticesi vardır. Bir: Âyât-ı Kur'âniyenin işâretiyle imânla kabre girmektir. İki: Bütün şâkirdlerin ma'nevî kazançlarına, Nur dâiresindeki şirket-i ma'neviye sırrıyla umum onların hasenâtlarına hissedâr olmaktır. Hem bu talebesizlik zamanında melâikelerin hürmetine mazhar olan talebe-i ulum-u dîniye sınıfına dâhil olup, âlem-i berzahda tali'i varsa, tam muvaffak olmuşsa, Hâfız Ali (r.h.) gibi şühedâ hayatına mazhar olmaktır! 1- Kastamonu Lahikası, Şeker Mektubu2- Mektubat,3- Sözler, 17. Söz'ün zeyli4- Emirdağ Lahikası

Tevfik AKSOY 01 Mart
Konu resmiYaşasın Ümit, Ölsün Yeis

Bugün İslâm dünyasının en mühim mes'elesi, İslâmın ruhunu teşkil eden birliğin ve kardeşliğin yeterli seviyede olmaması, ittihadı İslâmın bir türlü tesis edilememesidir. Yaklaşık bir buçuk milyar kalbin beraberce, aynı gaye için atması ve elliyi aşkın ülke insanının aynı dert ve aynı heyecanla birlikte hareket etmesi gerekirken, durum maalesef mütegallip güç odaklarının beklentisi istikametinde, tam tersidir. Kur'anı Azimüşşan bizlere; Allah'ın ipine, hep birlikte, sımsıkı sarılın ve parçalanmayın! diye emrederken, keza ezel canibinden; Birbirinizle çekişmeyin! Yoksa içinize korku düşer de (size heybet veren) rüzgârınız (gücünüz, kuvvetiniz) gider! diye seslenirken, üzülerek gözlüyoruz ki ne yüreklerin birlikte çarpması, ne de İslâm ülkelerinin hareket noktaları ortaktır. ‘Küll'deki bu özellik ‘cüz'e de sirâyet etmekte veya ‘cüz'de bu şuur olmadığı için ‘küll'de de ittihadı netice vermemektedir. Gerek makro, gerekse mikro ölçeklerde en hayatî zaafımız, birlik ve dayanışma ruhundan uzak oluşumuzdur. Bütün himmet ve gayretimizle, her sahada ve her ölçekte, vicdanları yaralayan bu manzaranın değişmesi için çalışmamız elzemdir.Bu değişim de ancak öze nüfuz ve müdâhale ile olabilir. Yoksa yüzeysel ve geçici ilaçlarla daimî sıhhat ve selâmet elde edilemez. Özünde ve ruhunda birlik, dayanışma, digergamlık ve yardımlaşma gibi sayısız hasletlerin bulunduğu bir medeniyetin mensupları nasıl olur da böyle bir duruma düşebilir?Bu hâlin esas sebeplerini ve çarelerini hep birlikte bulmak zorundayız. Bu arayışa şu başlıklarla ışık tutmak istiyoruz: ÜMİTSİZLİĞİN İÇİMİZDE HAYAT BULUP DİRİLMESİNE MÜSAADE ETMEMELİYİZ Her türlü olgunluğun, başarının, gelişmenin düşmanı olan ümitsizlik, İslâm dünyasını karanlık bir kâbusa sürüklemiş; bir türlü tedavi edilemeyen bu illet yüzünden Müslümanlar, muhteşem mâzilerine paralel bir gelecek inşâ etme heyecanlarını kaybetmişlerdir.Öyleyse her akıl, her kalb sahibi, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! meâlindeki ilâhî emri kuvvetlice ve yeniden yorumlamak zorundadır. Bu şuuru aramızda tekrar uyandırmalı ve kökleştirmeliyiz. DOĞRULUĞU SOSYAL VE SİYÂSÎ HAYATIMIZA HAKİM KILMALIYIZ Asrı saadette küfür ile iman kadar, belki cehennem ve cennet kadar birbirinden uzak olan yalan ve doğruluk arasındaki mesafe zamanla kapandı. Bugün artık öyle ki, bir dükkanda beraber satılır oldular. Haliyle sosyal ahlak bozuldu. Özellikle siyaset propagandaları, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müdhiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladı. Hâlbuki doğruluk İslâmın temelidir ve yüksek hasletlerin özü ve esasıdır. Doğru ile yalanın aynı ağızlarda yer bulup, en çirkin şeylerin, en güzel şeylerle beraber aynı fiyata satılması, bilhassa siyâseti zaman zaman tehlikeli bir söz oyunu hâline getirmektedir.Yalana çok rahat geçilebilen böyle bir ortamda topluluklar idarecilerine pek güvenememekte, yöneticiler de milletlerine tam itimat edememektedirler. Makyavelli, maalesef İslâm dünyasında kendisine birçok talebe bulabilmektedir. Güven bunalımı olan ve sürekli aldatıldığını düşünen toplumlardan hangi başarıyı bekleyebiliriz? DÜŞMANLIKLAR SONA ERMELİ İki dünya savaşının, despot lider ve rejimlerin, anarşi ve terörün son asrın kabristanına gömdüğü insan sayısı, belki de insanoğlunun yaratılışından bugüne kadar yaşanan katliâm ve cinayet kurbanlarından daha fazladır.Biz bu ahir zaman hercümerci içinde bir çok değerimiz gibi sevgimizi de kaybettik. Halbuki muhabbete en lâyık şey yine muhabbet ve sevgi olduğu gibi, düşmanlığa en lâyık sıfat da düşmanlık idi. Müslüman toplumlar, sevgi toplumlarıdır. Bu muhabbet sebebiyledir ki vakıf geleneği, yardımlaşma ve dayanışma kuruluşları inanan insanların dünyaya bir hediyesi olmuştur. Mü'minin mü'mine karşı vazifesi, büyüğe hürmet, küçüğe merhamet, dengine ise muhabbet ve mürüvvettir. Bütün müminler kardeştir şiarının mayası sevgi değil midir? Bu sevgi olmasaydı tarih sahnelerindeki limit tanımayan o gözyaşartıcı fedakârlıklar yapılabilir miydi? Muhabbet sebebi olan iman, tevhid ve İslâm gibi yüksek sıfatlar, Uhud dağı gibidir. Düşmanlığa bahane tutulan hatalı şeyler ise çakıl taşları mesabesindedir. O küçücük taş parçacıklarını, Uhud dağından daha ağır telakki etmek, ne kadar akılsızlıksa; bir mü'minin yekdiğerine olan düşmanlığı da o kadar kalpsizliktir.Biz karşılıksız bir muhabbetle garba teveccüh ettik ve bu yüzden İslâm güneşi guruba yüz tuttu. Halbuki bizim coğrafyamız nurunu İslâm güneşinden almakta, hilalimiz böylece yükselmekte idi. Aldandık hata ettik. Muhabbeti hariçte, düşmanlığı dahilde sarf ettik. Düştüğümüz bu acıklı halden kurtularak ayağa kalkmamız gerektiği açık değil midir?İslâm dünyası dahili ve harici muhataplarını, yeniden yükselen bir değeri olarak sevgi ile kucaklamalı, İslâm dünyasını karıştırmak isteyen güç odaklarına bu muhabbete dayanarak karşı koymalıdır.Tüm dünyaya sloganımız şudur: Bizler muhabbet fedâileriyiz, husumete vaktimiz yoktur! MÜSLÜMANLARI BİRBİRİNE BAĞLAYAN BAĞLAR VE CEHÂLET! İslâm dünyasında tesirini gösteren pekçok batı menşe'li akım gibi menfî milliyetçilik cereyanının Müslümanlar arasında kuvvet bulmasıyla pekçok unsur birbirine düşman hâline geldi. Menfî milliyetçilik gibi ayrılık sebebi akımların Müslümanlar içerisinde zemîn bulmasının şüphesiz en mühim sebebi, inananları birbirine bağlayan manevî, nurânî bağların unutulması ve müşterek kıymetlerden habersiz olmak idi. Birliğin kazanılması ise ancak bu cehâletin giderilmesiyle mümkündür. Zirâ bu hatamızdan iç ve dış düşmanlarımız çok istifâde ettiler. Sun'î sınırlarla, sun'î ölçülerle İslâm toplumlarını birbirinden ayırıp yekvücut olmamaları için her türlü entrikaya teşebbüs ettiler. Bu tertiplerden en çok zarar görenlerin başında Araplar ve Türkler ve son yıllarda da maalesef Kürtler gelmektedir. Müslümanların birlik ve beraberliğinden rahatsız olanlar, hakikî ehli iman kardeşlerin bin senelik sarsılmayan muhabbetlerini pek çok hile ve yalanlarla söndürmek istediler. Onların, tüm insanlığın iftihar kaynağı, âlemlere rahmet olarak gönderilen yüce Peygamberin küçücük bir iltifâtına mazhar olmak için çırpınmalarını hazmedemediler. İslâm'ın bahadır evlatları olan Kafkas kahramanlarının, Türkistan'ın, İslâm'ın fedâkâr evlâtları olan Güney Asya Müslümanlarının ittihatlarını önlemek için ellerinden gelen her türlü tertibe girdiler. Şeytan'ın, O halde ben de, onları saptırmak için, doğru yolların ortasına oturacağım. Böylece onlara, önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve yemin olsun ki sen onların çoğunu şükredici kimseler olarak bulmayacaksın! dediği aynı taktikle ehli imanı ifsad ettiler. Halbuki İslâm toplumlarının milliyetlerinin esası, ruhu İslâmiyet'tir. Hepimiz, surlarında; Bütün müminler ancak kardeştir! bayrağı dalgalanan o kudsî kalenin nöbetdarlarıyız. Bu şuurla, bütün İslâm ülkeleri tek bir ülke hükmüne geçebilir. Neden BM'de daimi veto hakkına sahip bir Müslüman ülke olmasın? Neden dünya siyaseti belirlenirken alınan kararlarda bizler de belirleyici rol oynamayalım? Elliyi aşkın ülkeyi tek bir ülke, bir buçuk milyar kalbi tek bir yürek hâline getirecek bu kardeşlik anlayışını tesis etmeyi imkânsız görmek, yaşadığımız târihi inkâr etmek demektir. Bu vadide bir nebze olsun bir şeyler yapmak istiyorsak, güçlü sivil organizasyonlarla ses getirmek zorundayız. Birbirimizi tanımak, gayretlerimizi birleştirmek, gücümüzü farketmek zorundayız. Onun için bu toplantı çok ehemmiyetli, onun için hepimiz bu kadar heyecanlıyız.Artık, Cehâlet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklid hazretlerinin, mösyö gevezeliğin devirleri kapanmalıdır. Müslümanlar birbirlerini bağlayan karşı konulmaz kuvvetler gibi olan nurânî ve Kur'ânî bağlarla yeniden bağlanmalı, sâhip oldukları manevî zengin mirâsı insanlığa takdîm etmek için seferberlik ilân etmelidirler. Birbirlerini tenkid ederken garazla değil, insafla hareket etmeliler; cemiyetleri kemiren hastalıkları, ithâl formülleri körü körüne taklîd etmekle tedâvî etmeye çalışmak hülyâsından kurtulup, onun yerine İslâmiyet'in ter ü tâze hakikatlerine sarılmalılar; dahilî ehemmiyetsiz düşmanlıkları unutup bir buçuk milyarlık İslâm milletleriyle kucaklaşmanın yollarını aramalıdırlar. ÇEŞİT ÇEŞİT BULAŞICI HASTALIKLAR GİBİ YAYILAN İSTİBDAT VE DESPOTİZME KARŞI MÜCADELE EDİLMELİ! İstibdat manii herkemaldir. Güzellik adına ne varsa, onun engeli zorbalıktır. Siyasî iktidarların, zümre ve komitelerin, toplumların ya da cemaatlerin istibdatı gibi her zorbalık versiyonu, toplumsal gelişmenin, huzurun ve saadetin en tehlikeli düşmanıdır. İlmî, dinî, fikrî istibdatlar da bilimsel ve kültürel ilerlemelerin en büyük engelleridir.İslâm ülkelerinin çoğunda maalesef baskıcı bir anlayış hakimdir. Halbuki istibdat kabiliyetleri körelten, samimiyetleri öldüren, toplumları kısırlaştıran, kalpleri korku duygusuyla boğan tehlikeli bir illettir. İstibdat, âcizlerin ve meşruiyet sorunu bulunan iktidarların özelliğidir. Baskıcı rejimleri sorgulamak, meşruiyet krizlerini ortadan kaldırmak için en lüzumlu neşteri yaraya vurmak demektir. İslâm ülkelerinin zengin maddî ve manevî kaynakları ve birikimleri meşru olmayan imtiyazlı sınıfların indî ve keyfî icraatlarıyla israf edilemez. Yüksek kabiliyetlerin, üstün karakterlerin uyanması engellenemez. Geçmişte insanlığa medeniyet dersi vermiş, insanlığın kendini keşfetmesine vesile olmuş zengin bir kültürün mensupları, geçmişte himmet ettikleri milletlerden değerler ithâl eder ve onlardan medet umar bir duruma gelemez ve gelmemelidir.İslâm ülkelerinin maddî ve manevî sahalarda gerilemesinin ve ihtilâfa düşmesinin en mühim sebeplerinden birisi olan ve her cihetten İslâm milletlerinin üzerine karabasan gibi çöken çeşit çeşit istibdadın paramparça edilmesi ve ifade hürriyeti, basın hürriyeti, örgütlenme hürriyeti gibi tüm özgürlüklerin her kademede tesis edilmesi en hayati sorumluluğumuz olmalıdır. Zira İslâmiyet, hürriyeti esas kabul edip her türlü istibdadı reddeder. Allah'a gerçek kul olan, başkalara kul olamaz inancı ile örülü birmedeniyetin fertlerinin istibdatı hazmetmesi ve kabul etmesi düşünülemez. İslâm medeniyetinin hürriyet telakkisi, ahlâk anarşizmine sebep olan, toplumsal huzur ve sükunu zedeleyen hayvânî, kontrolsüz hareketleri sınırlamayı esas kabul ettiği için, liberâl ve neoliberal akımlar başta olmak üzere beşerî sistemlerin öngördüğü hürriyet fikirlerinden farklılık arzeder. Yani bize göre insanlar hürdürler, ama yine de abdullahtırlar. HİMMET VE GAYRETLER ŞAHSÎ ÇIKARLARA ÖZGÜ KILINMAMALI Doğduğunda, tüm hayatında ve daha sonra mahşerde Ümmetî! Ümmetî! diyen ve diyecek olan bir peygamber (asm) ümmetinin en büyük felâketi, bu dünyada gafletle Nefsî! Nefsî! demesi ve himmetini sadece şahsî menfaatine hasretmesi ve bunun neticesinde millet adına, ümmet adına fedâkârlık hislerinin bu bulaşıcı illetten ötürü zayıflamasıdır.Bundan dolayı değil midir ki İslâm ülkelerinin başına gelen büyük felâketler karşısında sair Müslümanlar çok sessiz ve yetersiz kalmaktadırlar.Hâlbuki bir insanın kıymeti, himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başına bir millettir. Himmetimizi bu istikamette yüksek tutmak zorundayız.İnsanın fıtratı medenî olduğundan her insan, tüm insanlığı düşünmeye mecburdur ve şahsî hayatı ancak bu şekilde devam edebilir. İSLÂM MEDENİYETİNİN YENİDEN DİRİLİŞİ MÜMKÜN MÜ? Tarih sahnesindeki medeniyetleri şu şekilde tasnif etmek mümkündür: 1. Maddeci medeniyet: İstilacı, gasbedici, sömürücü, nefis, hevâ ve hissi tahrik edici ve diyalektik düşüncesiyle kendinden başkasını düşman bilen, düşman yoksa hayalen dahi olsa üreten bir medeniyet. (Avrupa medeniyeti gibi) 2. Madde ötesi maneviyatçı medeniyet: Kurtuluşu ve mutluluğu maneviyatta arayan, maddeye önem vermeyen, hatta kaçan, tepkisini hiçbir şeye karışmamakla veren bu sebepten dolayı ruhban sınıfını doğuran bir medeniyettir. (Hint medeniyeti gibi) 3. İslam medeniyeti: Maddeye de manaya da değerince kıymet veren insanlığın saadetini, saadeti dâreyn bilen, bu saadeti dâreyni kazanmak için mutluluğu insanlıkta ve İslâmiyet'te arayan, istilacı olmayan, zarar olmadıkça sulhu tercih eden bir medeniyet.Avrupalı bir işte bir zorluğa rast gelse medeniyetine ve milliyetine dayanır. Medeniyet ve milliyeti ona müthiş bir dayanak noktası olur. Kendisi zarar etse veya yok olsa milletim sağ olsun der, feragat eder. Oysa bizde öyle ehemmiyetli iki cihet var ki, o iki cihetle hem Avrupa medeniyetini geçebiliriz hem de bütün beşerin nazarı dikkatini İslâmiyet'e çevirebiliriz:O iki cihette şudur; biri manevi biri maddi. Birinci Cihet:Uyanmış beşerin manevi isteklerini İslâmiyet'ten başka hiçbir medeniyette bulamamalarıdır. Bunu Avrupa'nın zekâ tarlaları olan Mister Karlayl ve yenilerden olan Alvin Toffler belirtmektedir. Mister Karlayl, en yüksek sadâsıyla çekinmeyerek feylesoflara ve Hıristiyan âlimlerine neşriyatıyla bağırarak böyle diyor, eserlerinde şöyle yazmış: İslâmiyet gâyet parlak bir ateş gibi doğdu. Sair dinleri kuru ağacın dalları gibi yuttu. Hem bu yutmak, İslâmiyet'in hakkı imiş. Çünkü sair dinler fakat Kur'ân'ın tasdikine mazhar olmayan kısmı hiç hükmündedir. (Mektubat II, s. 406)Alvin Toffler ise eserlerinde Avrupa medeniyeti çökmüştür. Artık yeni bir medeniyet lazım. der. (Şok, 1. 2. 3. Dalga) İkinci Cihet:Yani maddeten İslâmiyet'in terakkisinin kuvvetli sebepleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek. Çünkü Âlemi İslâm'ın şahsı manevîsinin kalbinde, gâyet kuvvetli ve kırılmaz ‘beş kuvvet' içtima ve imtizac edip yerleşmiş: (Birincisi) Bütün kemalâtın üstadı hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiç bir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan İslâmiyet hakikatidir. (İkinci Kuvvet) Medeniyet ve san'atın hakikî üstadı çok şiddetli ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakirlik, öyle susmaz ve kırılmaz bir kuvvettir ki, bize cebren terakkiye sevkeder. (Üçüncü Kuvvet) Şer'î hürriyettir. Yani insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyl ve arzu ile cihazlanmış olmak. İnsanda var olan gıbta, hased, kıskançlık, rekabet, tam uyanmak ve yarışmak şevki ile, imaj yenileme arzusu, medenileşme meyli, baskı ve zülmü parça parça eden ve yüksek hisleri galayana getiren hürriyet fikri ancak İslâmiyet'te vardır. (Dördüncü Kuvvet) Şefkatle cihazlanmış şehâmeti imaniyedir. Yani kimseye boyun eymemek; haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemekle dimdik ayakta durmak. (Beşinci Kuvvet) İzzeti İslâmiyettir ki, tevhid inancını ilân etmektir. Ve bu zamanda tevhid inancı; maddeten terakkiye gitmekle ve hakiki medeniyete girmekle olur. Evet Avrupa'nın medeniyeti fazilet ve tevhid anlayışı üzerine te'sis edilmediğinden, heves ve hevâ ve rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin çirkinlikleri güzelliklerine üstün gelip, (ihtilâlci komitelerle) kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetiyle Asya medeniyetinin kuvveti karşısında duramayacaktır. Çatırdayarak devrilecektir. Madem geleceğe karşı biz ehli iman ve İslam'da böyle maddî ve manevî terakkiyâta sebep ve kuvvetli, sarsılmaz esbâb varken, çoğunun İslam memleketlerinde dünya herkese ve ecnebîlere terakki dünyasıdır, fakat yalnız bîçare ehli İslâm için tedenni dünyası oldu diye ye'se düşmeye lüzum yoktur.Spotlar:Bizler muhabbet fedâileriyiz, husumete vaktimiz yoktur! İslâm ülkelerinin maddî ve manevî sahalarda gerilemesinin ve ihtilâfa düşmesinin en mühim sebeplerinden birisi olan ve her cihetten İslâm milletlerinin üzerine karabasan gibi çöken çeşit çeşit istibdadın paramparça edilmesi ve ifade hürriyeti, basın hürriyeti, örgütlenme hürriyeti gibi tüm özgürlüklerin her kademede tesis edilmesi en hayati sorumluluğumuz olmalıdır.Doğduğunda, tüm hayatında ve daha sonra mahşerde Ümmetî! Ümmetî! diyen ve diyecek olan bir peygamber (asm) ümmetinin en büyük felâketi, bu dünyada gafletle Nefsî! Nefsî! demesi ve himmetini sadece şahsî menfaatine hasretmesi ve bunun neticesinde millet adına, ümmet adına fedâkârlık hislerinin bu bulaşıcı illetten ötürü zayıflamasıdır. İnsanın kıymeti, himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başına bir millettir. Himmetimizi bu istikamette yüksek tutmak zorundayız.İslâmiyet'in terakkisinin kuvvetli sebepleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek. Çünkü Âlem-i İslâm'ın şahs-ı manevîsinin kalbinde, gâyet kuvvetli ve kırılmaz ‘beş kuvvet' içtima ve imtizac edip yerleşmiş.

İdare İdare 01 Mart
Konu resmiYazının İhtişamı: Celî Yazı

Tamamen Osmanlı hattatları tarafından keşfedilen celî dîvânî, dîvânînin celîsi manasına geliyorsa da ikisi arasında fark vardır. Celî dîvânî, dîvânîye nispetle daha geniş bir kalemle yazılır. Harfleri daha süslüdür ve istifli yazılır.Harfler sülüsteki gibi birbirini keser. Kompozisyon îcâbı satırda boşluk bırakılmamasına dikkat edilir. Harf bünyeleri daha girifttir. Aklâm-ı sitte'de kullanılan tezyînî işâretler bu yazıda da kullanılır. Cami, çeşme, mezar taşı, mimârî eserler ve büyük levhalardaki istifli yazıların nasıl yazıldığını çoğumuz düşünmüşüzdür. Hele caminin merkez kubbesindeki yazının oraya nasıl yazıldığını, nakşedildiğini merak etmişizdir. Yazımızda bu konuyu îzâh etmeye çalışacağız. Hat san'atı ıstılahında bu çeşit yazılara celî yazı denir. İri, açık, âşikâr mânâlarına gelen celî, hat san'atında, bir yazının meşkedilirken kullanılan meşk kaleminden daha geniş bir kalemle yazılan iri şekline denir. Celî yazı yazan hattatlara celî-nüvîs (celî yazan) denir. İbn Nedim, Velîd b. Abdulmelik zamanında Mescid-i Nebî'nin kıble duvarına celî hatla Şems suresini yazan Hâlid'in ilk celî-nüvis olduğunu kaydeder. Celî yazılar, yazılacak yerin yüksekliğine ve mekânın ölçüsüne göre hazırlanır. Harflerin incelik ve kalınlıkları, harf aralıkları, bünyeleri mesâfe ve mekâna göre hesaplanır. Câmi kubbe ve kuşak yazıları, lafzatullâh, ism-i Nebî, Çihâr-ı Yâr-ı Güzîn isimleri, büyük kıt'alar, celî istifler, kitâbeler yukarıda sayılan hususlar dikkate alınarak önce yazı kalıpları hazırlanır. Hattatlar kalıp yazıları mukavim beyaz kâğıtlar (yazının durumuna göre karamela kâğıdı gibi şeffaf kâğıtlar da kullanılır) üzerine sulu siyah mürekkeple veya koyu renkli zeminlere zırnık mürekkebi ile yazılarak tashîh edilir. Elle yazılamayacak kadar iri olanlar, önce küçük ebatta yazılar, satranç usulü ile veya günümüzde olduğu gibi fotokopi makineleri vâsıtasıyla istenilen ölçüde büyütülür. Elde edilen kalıp, cami kuşak yazısı, kitâbe veya mezar taşı için kullanılacaksa iğnelenerek, yazı zemine silkilir. İğneleme işi şöyle yapılır: kalıp olarak hazırlanan yazının altına bir veya birkaç kâğıtla beraber ıhlamur ağacından (yumuşak olduğu için) bir tahta üzerine ya da artık günümüzde iyice sıkı dokulu styropor köpüğe tespit edilir. Sonra boncuk iğnesi ile harf ve işaretlerin iç ve dış kenarından veya tam üzerinden dik olarak sıkça iğnelenir. Üstteki yazılı kâğıda üst kalıp, altta iğnelenen diğer kâğıtlara da alt kalıp denilir. Alt kalıplardan biri, yazı yazılacak zemin üzerine tutturulur. Kömür tozu doldurulmuş bir kese (tercihen söğüt ağacı kömürü tozu) iğne delikleri üzerinde gezdirilir. Böylece yazı, siyah noktalar hâlinde yazılacak zemine tespit edilmiş olur. Buna yazı silkelemek denilir. Şayet yazı siyah, ördekbaşı yeşili, lâcivert, fes rengi v.b. koyu renkli bir zemin üzerine tatbik edilecek ise, kömür tozu yerine tebeşir tozu kullanılır. Daha sonra yazı kalem kalınlığında ise, asıl kalıbın yazıldığı kalemle yazılır. Büyük ise tarama ucu (fırça da olabilir) ile hatlar tahrîrlendikten (kontur çekme) sonra içi altın veya farklı boyalarla doldurulur. Bazen de zemin rengi yazının iç rengi olarak bırakılır ve dıştan yani harfin veya tezyînî işaretlerin etrafı boyanarak yazı ve süsleme motifleri nakşedilmiş olur.  Camilerdeki kuşak yazıları, kubbe yazıları, çihâr-ı yâr takımları, mezar taşı, mimârî eserlerin kitâbeleri (cami, çeşme, resmî binalar, hanlar, hamamlar, köprüler v.b.) yukarıda îzâh etmeye çalıştığımız usullerle yazılır ve nakşedilir. Burada celî yazıların yazılmasında farklı olarak zamanımızda hattatların bazılarının kullandığı bir usulden daha bahsetmek istiyorum ki, o da ışıklı masa usulü dür. Önceden kalıbı hazırlanan yazılar, yazılacak kâğıdın arkasına kâğıt bantla uygun bir şekilde tespit edilir. Daha sonra kalıbın aynı kalemiyle mürekkeple yazılır. Koyu bir zemine altınla yazılacaksa, önce zemîne beyaz karbon kâğıtla çizilerek geçirilir ve fırça ile içi doldurulur. Ya da altın fırça yardımıyla kalemin arkasına konularak yazılır. Her yazının celîsi yazılabilirse de, sülüs, ta'lîk, dîvânî yazıların celîsi daha çok yazılır. Sülüs yazı 2.5–3 mm. genişliğindeki bir kalemle yazıldığına göre bu ölçünün üzerindeki bir kalınlıkta yazılan yazıya celî-sülüs denir. Celî yazıda harfler aynı olmakla beraber bazı detaylar vardır. Meselâ; sülüs yazıda elif daha inhinalı (kıvrımlı) olmakla beraber, celî de düzümsüdür. Celî-sülüs levha yazımında, mimarî eserlerin kitâbelerinde, duvarlarında ve kubbelerde kullanılmaktadır. Hattatlar diğer yazıların celîsine oranla celî-sülüsü daha çok kullanmışlardır. Çoğu zaman celî-sülüs karşılığında sadece celî kullanılmıştır. Ta'lîk yazıda da kalem kalınlığı 2.5–3 mm.'dir. Bundan sonraki kalınlıklar celî-ta'lîk adını alır. Celî-ta'lîkle ta'lîk arasında birkaç noktada fark vardır. Celîde elifler ve çanaklı harfler yarım nokta daha uzun ve geniş yazılır. Tamamen Osmanlı hattatları tarafından keşfedilen celî dîvânî, dîvânînin celîsi manasına geliyorsa da ikisi arasında fark vardır. Celî dîvânî, dîvânîye nispetle daha geniş bir kalemle yazılır. Harfleri daha süslüdür ve istifli yazılır. Harfler sülüsteki gibi birbirini keser. Kompozisyon îcâbı satırda boşluk bırakılmamasına dikkat edilir. Harf bünyeleri daha girifttir. Aklâm-ı sitte'de kullanılan tezyînî işâretler bu yazıda da kullanılır. Önceleri resmî yazışmalarda kullanılmıştır. Harfler ve kelimeler arasında kalan boşluklar süs işaretleri ve küçük noktalarla doldurulur. Bu özelliği ile harf veya kelime ilâvesi hemen hissedileceği için resmî yazılarda emniyet temin edilmiştir. Alparslan, Ali. Osmanlı Hat Sanatı Tarihi, İstanbul, 1999.Çetin, Nihad M. İslâm Hat San'atının Doğuşu ve Gelişmesi, İslâm Kültür Mîrâsında Hat Sanatı, IRCICA, İstanbul, 1992.Serin, Muhittin. Hat Sanatı ve Meşhur Hattatlar, İstanbul, Kubbealtı Akademisi Kültür ve San'at Vakfı, 1999.

İdare İdare 01 Mart
Konu resmiFilistin

Yahudiler, aşırı hırslarından ve dünyaya olan aşırı düşkünlüklerinden târih boyunca hep manevî tokatlar yemişler, zillet içinde yaşamışlar ve bulundukları topraklardan sürgün edilmişlerdir. Boyundurukları altında oldukları milletler, onlara katliamlar yapmış, mallarına el koyup yaşadıkları topraklardan kovmuşlardır. En sonuncusu ve bütün dünyanın gözü önünde yaşanan 2. Cihan Harbinde Almanya'da cereyan eden soykırım hâdisesi de bu vaziyete bir misâl olsa gerek. Neredeyse Yahudileri topraklarından atmayan Avrupa devleti yok gibidir. İngiltere, Fransa, Almanya başta olmak üzere İspanya, Portekiz, İtalya, Belçika ve Rusya, Yahudilere yapılan sürgün noktasında önde gelen ülkelerdendirler. Bunlara sırasıyla birkaç misâl verecek olursak, aşağıdaki hâdiseleri sıralayabiliriz. • İngiltere'de 6. asrın başlarında Yahudiler ülke dışına sürüldü ve üç asır boyunca İngiltere'ye girmeleri men' edildi. • 14. asırda Fransa Kralı Yahudilerin ülkeden kovulmalarını emretti. • 15. asırda Endülüs Devletinin yıkılmasıyla birlikte, İspanya ve Portekiz'de yaşayan Yahudilerin tamamı ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. • 1881-1882'li senelerde Rusya'da yaşayan Yahudiler ülkeden çıkarıldılar. İşkence ve katliamlardan kaçabilen Rusya Yahudileri'nin bir kısmı Osmanlı Devletine sığındılar. • İkinci Cihan Harbinde Almanya'da milyonlarca Yahudi'nin öldürüldüğü iddia edilmektedir. Yahudiler, yaşadıkları sürgünler yüzünden 1948 senesine kadar devlet dahi kuramamışlardır. Muhtelif zamanlarda Filistin'de Kudüs merkezli bir devlet kurma teşebbüslerinde bulunmuşlarsa da, karşılarında güçlü İslâm devletleri olduğu için bu hedefleri akim kalmıştır. 1948 senesinde kurdukları ve Telaviv merkezli İsrail Devleti ise dört tarafı Müslüman devletlerle sarılı olduğu hâlde hâlâ mevcudiyetini devâm ettirmektedir. Yahudilerin ma'nevî noktadan bugüne kadar hâlâ tokat yememesinin hikmetini ise Bedîüzzamân Hazretleri, Enbiyâ-i ben-i isrâiliyyenin mezâristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunmaları cihetiyle bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dînî olmasından çabuk tokat yemiyorlar. şeklinde ifâde etmektedir. FİLİSTİN TOPRAKLARININ EHEMMİYETİ Yahudiler'e gönderilen yüzlerce Peygamberin mezaristanı olan Filistin toprakları, târih boyunca ehl-i kitâb için hep mukaddes topraklar arasında olmuştur. Âlem-i İslâm için ise Kudüs şehri, Mekke ve Medîne'den sonra üçüncü mukaddes belde olmuştur. Filistin toprakları, Mescid-i Aksa, Tur-i Sinâ, Kubbetü's-Sahrâ gibi ve daha bir çok mukaddes ve mübârek mekânları bünyesinde barındırmaktadır. İsrailoğulları'na gönderilen yüzlerce Peygamber, bu topraklarda yatmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de Peygamberlerle alâkalı anlatılan bir çok kıssa bu topraklarda cereyan etmiştir. Hz. Yusuf ve Hz. Yakub'un kıssası, Hz. Musa ve Hz. Harun'un Filistin'e hicretleri, Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ın hâkimiyetleri, Hz. Meryem ve Hz. İsa ile Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya'nın başlarından geçenler hep bu topraklarda vuku' bulmuştur. Peygamber Efendimiz'in üzerine basarak Burak'a bindiği ve semaya yükseldiği hacer-i muallak bu topraklarda bulunmaktadır. Hacer-i muallağın üzerine daha sonradan Kubbetü's-Sahrâ inşâ edilmiştir. Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa bu topraklarda bulunmaktadır. Bilindiği üzere Hicret'ten 18 ay sonra Şaban aynın 15. gecesinde, yani Berat Kandilinde, Bakara Suresi 144. Âyetinin namâz esnâsında nüzul olmasıyla Peygamber Efendimiz, yönünü Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a çevirmiş ve bu namazın kılındığı mescide de Mescid-i Kıbleteyn denilmiştir. FİLİSTİN'İN FETHİ Müslümanlar tarafından ilk defa Hz. Ömer (r.a.) tarafından fethedilen Filistin, 1. Haçlı Seferiyle birlikte Müslümanların elinden çıkmış, yaklaşık bir asırlık Hristiyan hâkimiyetinin ardından Selahaddin Eyyubî komutasındaki İslâm orduları tarafından fethedilerek tekrâr Müslümanların hâkimiyetine geçmiştir. 1516 senesinde Yavuz Sultan Selim tarafından fethedilerek Osmanlılar'ın eline geçen Filistin, 1917 senesine kadar Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır. Kudüs ve Filistin toprakları yaklaşık dört asırlık Osmanlı hâkimiyeti boyunca âdetâ huzur, sükun ve barışın simgesi hâline gelmiştir. Dört asır boyunca bir tek siyâsî cinâyete dahî sahne olmayan Kudüs'ün demografik yapısı, her türlü göç ve ilticaya karşı hassâsiyetle muhâfaza edilmiştir. FİLİSTİN'E VED Birinci Cihan Harbi'nde Osmanlı, yedi düvel karşısında yalnız kalmış, dört bir yanından saldıran düşman karşısında ancak Anadolu topraklarını elinde tutabilmiştir. Gerek Filistin, gerekse de Mısır halkından kayda değer bir yardım da alamayan Osmanlı, Filistin'i 1917 senesinde İngilizler'e terk etmek zorunda kalmıştır. FİLİSTİN SORUNU Kudüs ve Filistin toprakları, 90 senedir, birçok vahşetlere ve katliâmlara sahne olmaktadır. Bütün dünyanın gözü önünde Filistinli çocuklar, İsrail tanklarının altında ezilerek can vermekte, ancak başta İslâm dünyası olmak üzere bütün insanlık buna seyirci kalmaktadır. Filistin ve Kudüs'ün zulüm ve katliamlardan kurtarılması için kurulan İslâm Konferansı Teşkilatı da tavsiye niteliğinde aldığı kararlardan öteye geçememektedir. Târih boyunca hep itilip kakılan ve sürgün edilen Yahudiler, sürgün ve katliamlardan kaçarken hep İslâm devletlerine sığınmışlardır. Sığındıkları İslâm devletleri, onlara kendi vatandaşlarından farklı muamele yapmamıştır. Osmanlı Devletinin tarihi bu tarz misallerle doludur. Ancak Yahudiler her zaman yaptıkları gibi kendilerine iyilik yapan ellere ihanet etmişlerdir. Hristiyanlar, Kudüs'ü işgâl ettiklerinde ilk iş olarak Yahudileri ve Müslümanları kılıçtan geçirmişlerdir. Avrupa'da da Yahudileri topraklarından atmayan ve zulmetmeyen devlet neredeyse yok gibidir. Ancak Müslümanların idaresindeki topraklarda tarih boyunca hiçbir zaman Yahudiler sürgün edilmemiş, katliamlara maruz bırakılmamışlardır. HULÂS Küfür devâm eder ama zulüm devâm etmez  kâidesince Filistinliler'e yapılmakta olan zulüm de elbette bir gün nihâyete erecek ve bu zülüm gecesi nurlu sabâhlara inkılâb edecektir (İnşâallâh). Yahudiler, yaptıkları zulmün yanlarına kâr kalacağını bugün için zannetseler de, geciken manevî tokat eninde sonunda başlarına inecektir. Aşırı dünya hırsı Yahudilerin başına hep bela getirdiği hâlde hâlâ akıllanmamaları da Zarara rızâsıyla gidene merhamet edilmez kâidesini akla getirmektedir. Duâlarımız Kudüs'ün tekrâr eski günlerde olduğu gibi huzur, sükun ve barışın simgesi hâline gelmesi için...

İdare İdare 01 Mart
Konu resmiTemessülün Aksâmı Muhtelifedir

LEMAAT TAHLİLLERİ-3 Eğer güneş canlı olsaydı ve harareti onun hayatı ve ışığı onun şuuru olsaydı aynadaki aksi de canlı ve şuurlu olurdu ve bu haliyle onun akisleri, meleklerin âlem-i misalin aynalarında aksetmesine benzerdi. 1- Ayinede temessül, münkasım (dır) dört surete: 1-Ya yalnız hüviyet (yani suret); 2-ya (hüviyetle) beraber hâsiyet (yani özellikler); 3-ya hüviyet hem şu'le-i mahiyet (yani aslının bir parıltısı); 4-ya mahiyet, (ve) hüviyet. 1- Aynada akseden görüntüler dört kısma ayrılır. 1- Bazı şeylerin yalnızca hüviyeti, yani sureti, yani görüntüsü akseder. (Haşiye: 1) Bunun misali insan gibi maddî varlıklardır. Maddî varlıkların aynada sadece görüntüleri akseder. 2- Görüntü artı, bazı sıfatları akseder. Bunun misali güneş gibi yarı maddî yarı nurani özellikte olan varlıklardır. Güneşin görüntüsü ile beraber hararet, ısı ve renk gibi en temel özellikleri de akseder. Sadece maddî vücudu aksetmez. 3-Görüntü artı, o şeyin aslının bir parıltısı akseder. Yani sadece bazı sıfatları değil belki aslının küçük bir nümunesi olacak derecede bütün sıfatları akseder. Bunun misali melek gibi tam nurânî olan, maddî olmayan varlıklardır. Meselâ Cebrâil (as)'ın asıl azametli mahiyeti, yedinci kat sema tabakasının sonundaki Sidre-i Müntehâ'da altı yüz kanadıyla beraber secde ederken; aslının küçük bir nümunesi alem-i misalin aynalarında aksederek huzur-u Nebevî'de Dıhye (ra) adlı sahâbenin görüntüsüne girerek bulunurdu. Çünkü o sahabe simaca son derece güzel idi. Meleklerin bir yerde temessül ederken mahiyetlerinde meydana gelen farklılaşmanın sebebinin aynaların kabiliyeti olduğu 16. Söz'de bildirilmektedir. (Haşiye 2) 4- Mahiyetinin tamamı ile görüntüsü beraber akseder. Yani aslının tıpkısı olarak akseder. Bunun misali ağızdan çıkan kelimelerdir. Asıl kelime bir tane iken hava aynasında aksederek milyonları bulur. Bunların tamamı asıl kelimenin tıpkısıdır. Yani görüntüsü de bütün sıfatları da aynıdır. (Biz göremesek de kelimelerin de kendine ait görüntüleri vardır. Melekler görür.) Bu dört çeşit aksi şöyle sıralayabiliriz: 1- Yalnız görüntü. 2- Görüntü artı bazı sıfatlar. 3- (Aynanın kabiliyeti miktarınca) Görüntü artı bütün sıfatlar. 4- Tıpkı görüntü artı bütün sıfatlar. 2- Eğer misal istersen, işte insan ve hem şems, melek ve hem kelime. Kesifin timsalleri, âyinede oluyor birer müteharrik meyyit. 2- Misalleri yukarıda ilgili yerlerinde gösterdik. Kesif yani maddî varlıkların aynadaki görüntüleri hareketli olsa da aslı gibi canlı değildir, ölüdür. 3- Bir ruh-u nuranînin, kendi mir'atlarında (aynalarında) timsalleri (görüntüleri) oluyor birer hayy-ı murtabıt (irtibatlı birer canlı); aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp birer nur-u münbasit (dir) (yayılmış bir nurdur). 3- Melek gibi, kâmil insanlar gibi nuranî ruhların (âlem-i misalin bazı mevcudatı gibi) kendilerine özgü aynalardaki görüntüleri ölü değil aksine aslıyla irtibatı olan birer canlıdır. Cebrail (as)'ın Dıhye (ra) suretindeki temessülü, asıl azametli şahsiyetinin tamamen aynısı değilse de, aslıyla irtibatı, tamamen hayattar ve şuurlu olması ve bütün sıfatlarını küçük mikyaslarda taşıması münasebetiyle onun mahiyetinin yani aslının bir numunesini taşır. Bu yönden aslı olmasa da gayrı da değildir. O nurani varlık, aynalar vasıtasıyla inbisat etmiş yayılmıştır. Hâlbuki insanın görüntüsü insanın gayrısıdır. Ne şuuru vardır, ne de hayatı. 4- Ger şems hayevan olaydı; olur harareti hayatı, ziya onun şuuru.. şu havassa mâliktir (özelliklere sahiptir) âyinede (ki) timsali. İşte budur şu esrarın miftahı (sırların anahtarı) 4- Eğer güneş canlı olsaydı ve harareti onun hayatı ve ışığı onun şuuru olsaydı aynadaki aksi de canlı ve şuurlu olurdu ve bu haliyle onun akisleri, meleklerin âlem-i misalin aynalarında aksetmesine benzerdi. Yukarıda saydığımız hakîkatler aşağıda saydığımız sırları açacak anahtarlardır. Yukarıdaki hakikatler anlaşılırsa aşağıda sayılan hâdiselerin mahiyeti anlaşılmış olur. 1- Cebrail hem Sidre'de, hem suret-i Dıhye'de meclis-i Nebevî'de, hem kim bilir kaç yerde!.. 2- Azrail'in bir anda Allah bilir kaç yerde, ruhları kabzediyor. 3- Peygamber'in bir anda, hem keşf-i evliyada, hem sadık rü'yalarda ümmetine görünür, hem haşirde umum ile şefaatle görüşür. 4- Velilerin ebdalı, çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür. (Haşiye 3) Haşiye 1: Hüviyet kimlik mânâsına gelir. Bir şeyin sureti onun en belirgin kimliği olduğu için buradaki hüviyet, suret manasında kullanılmıştır. Mektubât'ın fihristinde 24. Mektubun fihristindeki şu cümlede hüviyet, suret manasında kullanılmıştır. Herbir mevcud, vücuddan gittikten sonra, ifade ettiği manalar ve arkasında bâki kalan hüviyet-i misaliyesi, âlem-i misalde mahfuz kalır. Haşiye 2: Bu meselenin tafsilatlı izahı 16. Sözdedir. Bkz. Osmanlıca Tılsımlar, sh: 23 Haşiye 3: Bu dört aded misalin hepsi de yukarıda anlatılan nuraniyet sırrı ile vukua gelen hâdiselerdir. Hususen ilk paragrafta sıralanan hüviyet hem şule-i mahiyet maddesinin numuneleridir. Yani o nurânî zatların asıl mahiyetleri bir yerde olmakla beraber, canlı ve şuurlu küçük numuneleri manevî aynalarda akseder. Böylelikle adeta birer küçük kopyalarıyla çok yerlerde bulunabilirler. Lemaat Tahilleri Yazı Dizisi (Lemaat Tahlilleri-1) Lemaat eseri nasıl mütalaa edilmeli? (Lemaat Tahlilleri-2) Kudretin Âyineleri Çoktur (Lemaat Tahlilleri -3) Temessülün Aksâmı Muhtelifedir (Lemaat Tahlilleri-4) Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise (Lemaat Tahlilleri-5) Kur'ân âyine ister, vekil istemez (Lemaat Tahlilleri-6) Meziyetin Varsa Hafâ Türabında Kalsın; tâ Neşvünema Bulsun! (Lemaat Tahlilleri-7) İslâm, Evliyâlara ve Hıristiyan Azizlere Nasıl Bakar? (Lemaat Tahlilleri-8) Tebeî Nazar, Muhali Mümkün Görür (Lemaat Tahlilleri-9) Nasraniyet İslâmiyete Teslim Olacak (Lemaat Tahlilleri-10) Melâike Bir Ümmettir; Şeriat-ı Fıtriye İle Memurdur(Lemaat Tahlilleri-11) İslâm Medeniyeti Zuhur Edecek!

İdare İdare 01 Mart
Konu resmi16. Sayı Fihristi

İdare İdare 01 Mart