161. Sayı: "Önce İman Gelir"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiPîrî Reis'in Dünya Haritası Nasıl Bulundu?
Kültür ve Medeniyet

Yavuz Sultan Selim, 1517’de Mısır’ı fethettikten sonra yaklaşık yedi ay Kahire’de kaldı. İşte Piri Reis haritasını bu sırada Kahire’de Yavuz Sultan Selim’e sunmuştur. Harita, parşömen üzerine çizilmişti ve renkliydi. Ancak haritanın tamamı günümüze ulaşamamıştır. Amerika kıtası, Atlas Okyanusu, Batı Avrupa ve Batı Afrika, haritada gerçeğe çok yakın bir şekilde gözlemlenebilmektedir. Hatta haritanın en altında Antartika olduğu düşünülebilecek bir yer de tasvir edilmiştir. Haritanın doğu kısmında yazıların yarım kalmış olması, devamının olduğunu göstermektedir. İslam bilim tarihi için çok önemli bir belge niteliğinde olan bu harita, Batı’nın bilim tarihi konusundaki birçok tezini çürütmektedir. Piri Reis, 1470 senesinde Gelibolu’da dünyaya gelmiştir. Önceleri amcası Kemal Reis ile birlikte Akdeniz’de denizcilik yaptı. Özellikle Venedik’e bağlı sahiller ve kaleler, Piri Reis’in de dâhil olduğu denizcilerin akınlarına uğruyorlardı. Nihâyet amcası ile birlikte devlet hizmetine girdi. Bunun için Kemal Reis, 1495 senesinde Sultan 2. Bayezid’in huzuruna çıkmıştı. Görüşme esnasında büyük ihtimalle yanında Piri Reis de vardı. Kemal Reis, Osmanlı Devleti’nin maaşlı bir denizcisi olarak, Akdeniz’de o devrin büyük gemi tiplerinden biri olan göke ile denize açılıyordu. Akdeniz’in bir Türk gölü olmasında büyük katkıları oldu. Bu arada Piri Reis, Akdeniz’in her köşesini öğrenmiş ve bu öğrendikleriyle Bahriye isimli bir kitap kaleme almıştır. Bahriye’de Akdeniz’deki sahilleri ve adaları tasvir eden 223 harita bulunmaktadır. Gerçeğine çok yakın bir şekilde çizilen bu haritalar ve Bahriye’nin nasıl hazırlandığı ile ilgili Piri Reis, şu bilgileri vermektedir: “Akdeniz’in kıyılarında ve adalarında, bayındır ve harabe yerleri, limanları, suları, denizde bulunan taşları, sığlıkları, önceleri, merhum Kemal Reis ile, daha sonra da diğer gaziler ile görerek ve bilerek araştırdım ve hepsini kusursuz olarak açıkladım. Çünkü burada anlatılan ayrıntılar haritada gösterilemez. Zira harita son derece özettir. Bu sebepten bu şeyi harita (hartî) diye adlandırmışlardır. Onu bu işin üstatları, pergel ve mil hesabı ile ortaya koymuşlardır. O, bir deriye yazılır. Böylece, on mil hesap olunacak bir yer, haritada ancak üç nokta ile gösterilebilir. Hatta öyle yerler vardır ki, on milden de azdır. Nitekim otuz mil takdir edilen bir yer, dokuz noktalık yer alır. Bu itibar üzerine, onun gibi yerlerde bulunan kıyı ve adalardaki bayındır ve harap yerlerin, limanların, suların, denizde bulunan taşların ve sığ yerlerin sözü edilen limanların hangi tarafında bulunduğu, hangi rüzgârlara uygun olup, hangilerine uygun olmadığı, genişliği ve darlığı, ne kadar gemiyi barındırabileceği ve daha buna benzer birçok hususu harita içerisinde göstermek mümkün değildir. Eğer haritanın ince bir deriye yazılmasının doğru olup olmadığı sorulursa, o kadar büyük bir derinin gemilerde kullanılması mümkün değildir. Bundan dolayı üstatlar, bunu denizlerin geniş kıyıları ve büyük adalar için kullanmak üzere büyük derilere çizerler. Ancak geniş olmayan yerlerde kılavuza olan ihtiyaçları kesindir. Bu fakir de bundan önce bir harita yaparak, zamanımızdaki haritalardan iki kat daha fazla şeyleri gösterdim. Çünkü bu henüz Osmanlı ülkesinde hiç kimsenin görüp bilmediği, Çin ve Hint denizlerine ait yeni haritaları da kullanarak, merhum ve mağfur Sultan Selim Han Hazretlerine Mısır’da iken sunulmuş ve takdir görmüş idi. Aynı şekilde bu sunulan harita da özet idi. Şimdi kullanılan bu haritalar ile denizlerin geniş kıyılarında ve büyük adalarında kullanabilirler. Ancak bunun gibi geniş yerlerde de, önemli olan bazı işaretlerin gösterilmesi fark etmez. Çünkü kısa yazılır. Fakat ben bunu o kadar kolay meydana getirdim ki, bu mesleğin üstadı olan kimseler sözü edilen yerleri görmese bile, bu kitapta yazılanları uygulamak sureti ile, Allah’ın inayeti sayesinde, her işlerini kolaylaştırıp, kılavuzlara ihtiyaç duymazlar. Ümit edilir ki, bu yolda yürüyen ve bu işin ehli olan kardeşlerimiz bu kitabı okuduklarında ve ondan faydalandıklarında bu hakiri de dualarında unutmayalar.” Piri Reis, Bahriye isimli kitabını elinde bulunduranın, kılavuzu olmadan Akdeniz’de çok yerlere selametle gidebileceğini ifade ediyor. Kitabında bahsettiği bir diğer husus ise, o sıralarda dünyada mevcut olan haritaları birleştirmek suretiyle çizdiği dünya haritasıdır. Kristof Kolomb’un, muhtemelen kendisinden önceki Müslümanların çizdiği haritalardan istifade ederek kopya ettiği ve 1490’lı yıllarda kullandığı haritasının, günümüze ulaşamadığı hesaba katıldığında Pîrî Reis’in haritasının aslının elimizde mevcut olmasının değeri çok daha iyi anlaşılacaktır. Şimdi gelelim Pîrî Reis’in haritasının nasıl bulunduğuna… 1929 senesinde Topkapı Sarayı’ nın müze haline getirilmesine karar verilmişti. Dönemin Millî Müzeler Müdürü Halil Edhem Bey, Topkapı Sarayı’nın müzeye dönüştürülmesi için incelemelerde bulunurken Piri Reis’in haritasını buldu. O sıralarda Alman oryantalistlerden Prof. Kahle de İstanbul’daydı. Bu keşfi işitince, o da haritayı inceledi. Onun aracılığıyla, bütün Avrupa, Piri Reis’in haritasından haberdar oluyordu. Fakat Avrupalılar, şöyle bir hava oluşturmuşlardı ki; sanki bu harita Kristof Kolomb’un haritasının bir kopyasıdır. Hâlbuki Piri Reis, sadece o devirlerde Antilya diye adlandırılan Orta Amerika’nın doğusundaki adalarla ilgili olarak Kolomb’un bilgilerinden faydalanmıştı. Za­ten haritasının üzerine yazdık­larıyla, Kristof Kolomb’un ha­­ritasından ne kadar istifade et­­tiğini şu cümlelerle anlatmak­taydı: “Kolombo’nun eline bir kitap girmiş ki Mağrib Denizinin nihayeti yani garb tarafında kenarlar ve cezireler ve türlü türlü madenler ve dahi cevahir dağı vardır deyu bu kitapta bulur. Mezbûr kitabı tamam mütalaa ederek Ceneviz ulularına bu kaziyeleri bir bir şerh edip eydür: Gelin, bana iki pare gemi verin, varayım, ol yerleri bulayım, der.” Piri Reis’in devamen anlattığı üzere, Cenevizliler Kolomb’un teklifini kabul etmezler ama İspanyollar kabul ederler ve ona iki gemi verirler. Kristof Kolomb, bu gemilerle Hindistan zannettiği Orta Amerika’nın doğusundaki adalara ulaşmayı başardı. Ancak ondan önce buralara Müslümanlar defalarca gitmiş, haritasını dahi çıkarmışlardı. Hatta Piri Reis’in ifadesiyle Kolomb’un elinde buralar hakkında bir kitap vardı ki; bu kitap da çok büyük bir ihtimalle Müslümanlar tarafından hazırlanmıştı. Yine Kemal Reis’in Akdeniz akınları sırasında esir ettiği bir İspanyol denizci vardı. Bu denizci, Piri Reis’in de olduğu bir ortamda Kemal Reis’e üç defa Kolomb ile Antillere gittiğini anlatmıştı. Antiller ile ilgili bilgilere bu esir İspanyol aracılığıyla ulaşan Piri Reis, o dönem dünyada çizilmiş bütün haritaları birleştirerek bir dünya haritası çizdi. Haritasını 1513 senesinde Gelibolu’da hazırlamıştı. Yavuz Sultan Selim, 1517’de Mısır’ı fethettikten sonra yaklaşık yedi ay Kahire’de kaldı. İşte Piri Reis haritasını bu sırada Kahire’de Yavuz Sultan Selim’e sunmuştur. Harita, parşömen üzerine çizilmişti ve renkliydi. Ancak haritanın tamamı günümüze ulaşamamıştır. Amerika kıtası, Atlas Okyanusu, Batı Avrupa ve Batı Afrika, haritada gerçeğe çok yakın bir şekilde gözlemlenebilmektedir. Hatta haritanın en altında Antartika olduğu düşünülebilecek bir yer de tasvir edilmiştir. Haritanın doğu kısmında yazıların yarım kalmış olması, devamının olduğunu göstermektedir. İslam bilim tarihi için çok önemli bir belge niteliğinde olan bu harita, Batı’nın bilim tarihi konusundaki birçok tezini çürütmektedir. Kaynaklar: Akçura, Yusuf. Pîrî Reis Haritası Hakkında İzahname. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1935.Sezgin, Fuat. Akdeniz Kartografyası ve Denizciliğinde Pîrî Reis. İstanbul: Boyut Yayıncılık, 2013.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiİslam Medeniyeti Kandiller
Kültür ve Medeniyet

Camii, tekke, türbe gibi mekânların içinin aydınlatılması için kandillerden faydalanılmıştır. İslâm medeniyetinin bir ürünü olan kandiller, aydınlatma aracı olmalarının yanı sıra, estetik ve sanatsal açıdan  gösterdikleri bu çeşitlilikle  yurt içi ve yurt dışındaki bir çok müzede ve özel koleksiyonlarda sergilenmektedir. Kandil, içinde sıvı yağ ve fitil bulunan bir çeşit aydınlatma aracıdır. Daha az is çıkartma özelliğinden dolayı genellikle zeytinyağı gibi bitkisel yağların kullanımı tercih edilmiştir. Kullanılan yağın yüzeyde toplanması ve böylece fitil tarafından emilerek son damlasına kadar yanabilmesi için altına su konulmuştur. Eski dönemlerden beri  evler, caddeler, sokaklar, dükkânlar, ibâdethâneler ve saraylarda aydınlatma aracı olarak kullanılmıştır. Cami kandillerinde kullanılan yağlar genellikle halk tarafından bağış olarak karşılanmış ve ihtiyaç halinde kullanılmak üzere  küplerde  muhafaza edilmiştir. Vakıf olarak bağışlanan bu yağların başka yerlerde kullanılmaması için küplerin içine atılan bir miktar kırmızı boya ile önlenmiştir. İlk dönemlerde kandilin yapı malzemesi pişmiş toprakken sonraki dönemlerde bakır, pirinç, bronz gibi farklı malzemeler kullanılmaya başlanmıştır. Selçuklu ve Osmanlıların kandil kelimesi yerine daha çok Farsça “Çerâğ”, Arapların ise “Sirâc ve Misbâh” kelimelerini kullandıkları görülür. Kandil, İslâm tasvir sanatlarında dînî bir motif olarak benimsenmiş, özellikle cami mihraplarında, mihraplı seccâdelerde ve mezar taşlarında stilize edilerek çokça kullanılmıştır. Camii, tekke, türbe gibi me­kân­ların içinin aydınlatılması için kandillerden faydalanılmıştır. İslâm medeniyetinin bir ürünü olan kandiller, aydınlatma aracı olmalarının yanı sıra, estetik ve sanatsal açıdan  gösterdikleri bu çeşitlilikle  yurt içi ve yurt dışındaki bir çok müzede ve özel koleksiyonlarda sergilenmektedir. Selçuklu ve Osmanlı dönemi cami kandilleri genellikle çini, cam ile gümüş, pirinç, bronz ve tombak gibi kullanılan metal malzemeler ve kendilerine has formlarıyla karşımıza çıkmaktadır. Bu kandiller Selçuklu ve Osmanlı dönemi sanatının, süsleme üslûbu ve formu olarak bütün estetik sanat anlayışı özelliklerini taşımaktadır.   Bir kandil çeşidi olarak “Asma Kandil” kubbe ve tavandan inen zincirlere asılı, maden, çini veya camdan yapılan kandillerdir. Sadece asılarak kullanıldıklarından genellikle üç kulplu şişkin bir gövde, yukarı doğru ince bir boyun ve geniş bir ağız olmak üzere belirli bir biçime sahiptirler. Asma kandiller, üç kulpa bağlı üçlü zincirlerle belirli bir yükseklikte taşıyıcı zincire bağlanırlar. Kandilin kulplarına bağlı zincirlerle taşıyıcı zincir arasında yer alan “Top” ise bir süsleme unsuru olarak düşünülmüştür. Ayrıca yukarıdan inebilecek örümcek ve farelerin de yağın içine düşmekten koruma işlevi gördüğü sanılmaktadır. Osmanlı’ya has bir üslup benimsenerek genelde mavi- beyaz renkte, dönemin nakkaşları tarafından tasarlanarak stilize edilen lâle, gül, sümbül, karanfil, menekşe, yıldız çiçeği, bahar dalları gibi çiçek desenlerin yanında hatâyî, rûmî, kıvrık dal, geometrik motifler, selvi, üzüm salkımı, Çin bulutu, çintemâni, Sülüs ve Kûfî hat yazıları da tezyinat olarak sıraltı tekniğinde kandil üzerindeki süs­lemelerde kullanıldığı gö­rül­mektedir. Camilerde ge­­nelde mihrabının önünde bulunurlar. Zincirlerle grup olarak asılarak camiyi ay­dınlatırlar. Bu kandiller kul­lanılan mekânlarda hiç bir zaman ön plana çıkartılma­yıp tamamlayıcı bir öge olarak bir denge içinde kullanılmıştır.

Mustafa YILMAZ 01 Nisan
Konu resmiEn Hayırlı Ümmet
İtikad

(Ey ashâb-ı Muhammed! Siz,) insanlar(ın iyiliği) için (ortaya) çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz!(Âl-i İmran, 110) Cevvad-ı Kerim olan ve bizleri türlü nimetlerle terbiye eden Cenab-ı Hakk’a hamdolsun. Sa­lat ve selam, peygamberlerin efendisi, Allah’ın Resulü ve kulu Hz. Muhammed’e (asm), onun tertemiz âline ve ashabına olsun. Ma’ruf; Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu sözler ve fiillere, münker de razı olmadıklarına denilir.1 Yani ma’ruf, Cenab-ı Hakk’ın emir buyurduğu farz, vacip ve nafile olan ibadetlerdir. Münker ise, Cenab-ı Hakk’ın yasak buyurduğu ve dinimizin kabul etmediği bütün sözler ve fiillerdir. Bu manada her Müslümanın üze­rine düşen vazife, emr-i bi’l­-ma’ruf ve nehy-i ani’l-mün­ker yani iyiliği emretmek, kö­tü­lükten sakındırmaktır. Cenab-ı Hak bütün peygamberlerini, bu mühim meseleyi ifa etmek için göndermiştir. Ki Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğz etsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.”2 Eğer bu geniş vazifenin kapsamı daraltılır ve onu öğrenmek ve onunla amel etmek ihmal edilirse peygamberlik vazifesi kesintiye uğrar; diyanet de çöker, yok olur. Başıboşluk hâkim olur ve dalalet her tarafı istila eder, cehalet her yere yayılır. Anarşilik ve bozgunculuk her tarafa sirayet eder. Toplumun arasındaki parçalanmalar alabildiğine çoğalır. Şehirler harap ve kullar helak olurlar. Fakat insanlar ve toplumlar helak olduklarını ancak kıyamet gününde anlarlar. Yeryüzünde, Allah için hiçbir kınayıcının kınamasından perva etmeyerek doğru ve istikameti dillendirenler olabildiğince azalmıştır. Böyle bir zamanda böyle bir duruş ve böyle bir vazifeyi icra etmek elbette daha önemli olmuştur. Bu zamanda ihmal edilen bu sünneti ihya etmek son derece ehemmiyetlidir. Kim/ler yaparsa muhakkak büyük ecir ve sevaba nail olur. Evet, emri bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerin farziyeti ayetler, hadisler, selef-i salihinden gelen eserler ve bütün ümmetin icmaı ile kabul edilmiştir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak ayet-i kerimede:   فَلْيَحْذَرِ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ اَ مْرِهِ اَن تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ اَ وْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ “O’nun emrine muhâlif hareket edenler, artık başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine (pek) elemli bir azabın uğramasından sakınsın(lar)!”3 diye buyurmuştur. Hadis-i şerifte de Peygamberimiz (asm):  إِنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ، قَالَ : لَتَأْمُرُنَّ بِالْمَعْرُوفِ ، وَلَتَنْهَوُنَّ عَنِ الْمُنْكَرِ أَوْ لَيُسَلِّطَنَّ اللَّهُ عَلَيْكُمْ شِرَارَكُمْ فَيَدْعُو خِيَارُكُمْ فَلا يُسْتَجَابُ لَهُمْ “Ya emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkeri yaparsınız veyahut Allah sizin şerli olanlarınızı sizlere musallat eder. (Sonra) hayırlı olanlarınız dua ederler, fakat duaları kabul edilmez.”4 buyurmuştur. Bu ayet-i kerime ve hadis-i şeriften çıkan kat’i netice şudur: Müminlerin dünyevi felaketlerden ve uhrevi azaptan kurtulması, ancak ve ancak emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker ile mümkündür. İmam Maverdi Hazretleri de der ki: Bilinmelidir ki, bu emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-mün­ke­rin çoğu meseleleri uzun za­man­dan beri yerine getirilmeyip terk edilmiştir. Ciddiyetle söy­lüyorum, bu zamanda emr-i bi’l-ma’rufun az bir kısmı kalmıştır. Emr-i bi’l-ma’ruf çok ehemmiyetlidir ve İslamiyet’in önemli bir bölümünü teşkil eder. İdarenin dengesi ve temeli ancak onunla devam eder. Fenalık arttığı zaman ceza ve musibet umumi olur, salih olana da kötü olana da gelir. Öyleyse ahiretini kurtarmak isteyen ve Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmaya çalışanın buna dikkat etmesi lazımdır. Maalesef bu vazife çoğu yerlerde terk edildiğinden vatana, millete ve bütün âlem-i İslam’ın mukadderatı noktasında birçok felaketlere sebep olmuştur. Elbette onu yerine getirmek de yine vatana, millete ve bütün ümmet-i Muhamed’in saadet ve selametine vesile olacağından çok büyük ehemmiyet arz etmektedir. Bediüzzaman Hazretleri de emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker ölçüsünü doğrudan doğruya Kur’an’dan, sünnetten, icma-yı ümmet ve kıyas-ı fukahadan almıştır. (1) İhlas ve istiğna düsturunu kendine rehber yapmış, anlattıklarını bizzat kendisi yaşayarak başkalarına da yaşatmaya çalışmıştır. (2) Asrın hastalıklarının farkında olup zamanın ihtiyaçlarını iyi okumuş, Kur’an ve sünneti esas alıp, özünde ispat ve ikna bulunan gayr-ı meşrû lezzet içindeki elemleri gösterip bu suretle insanları haramdan uzaklaştırmıştır. (3) Ve insanlara, ibadet ve hizmette bulunan sıkıntı ve meşakkatlerin içinde cennet lezzetlerinin varlığını göstermekle onları ibadete teşvik ederek bu hizmeti en güzel ve en müessir bir şekilde icra etmiştir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, kısaca anlatmaya çalıştığımız emri bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker denilen farzı yerine getirmek için açtığı yolda milyonlara varan insanların kiminin imanının takviye edilmesine, kiminin de imanının kurtulmasına vesile olarak insanlara faydalı olmuş ve onun yolunu açmıştır. Ve insanları asrın manevi tehlikelerinden, Kur’an ve sünnetin kalesine sığındırmış, onlara İslam şeriatının istediği şuuru ve duruşu kazandırmıştır. Ve bu vazifenin terkedilmesiyle meydana gelebilecek olan afet ve musibetlere karşı kalkan olmuş fedakâr ve sadık talebeleriyle birlikte bu vazifeyi hayatı pahasına bir ömür boyu yalnız ve yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını gözeterek hakkıyla yerine getirmişlerdir. Halen de Risale-i Nur ve talebeleri aynı düşünce ve tam bir ciddiyetle bu mühim vazifeyi aynen devam ettirmektedirler. Bediüzzaman Hazretleri’nin Bar­la gibi küçük bir köyden, beş-on ihlaslı, fedakâr talebesiyle yola çıkarak başlattığı bir hiz­metin, bugün arzın dört bir yanındaki milyonlarca insana Allah’ın izniyle iman dersini işittirmesi, dünyanın pek çok yerlerinde Bediüzzaman ve Ri­sa­le-i Nur hakkında mü­nevver ve alim insanların paneller, konferanslar, sempozyumlar, top­­lantılar düzenleyerek o zatı ör­­nek bir şahsiyet görmeleri onun hizmet metodunun ne ka­dar isabetli ve harika olduğunu gösterir. Cenab-ı Hak’tan niyazımız odur ki, rızasına uygun olarak, ken­­­disini ve Resulünü (asm) sev­­­meyi ve başkalarına da sev­dir­meyi bizlere nasib eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Cürcani, Tarifaf, Daru’l-Kü­tü­bi’l-İlmiyye, 1995, s. 232- Müslim, İman, 783- Nur, 634- Münâvî, Feyzü’l-Kadîr Şerhu’l-Câ­­mi’i’s-Sağîr, Daru’l-Marife, İkin­ci Baskı, Beyrut, 1972, c. 5, s. 260, Ha­dis No: 7223

Zakir ÇETİN 01 Nisan
Konu resmiSuriye'de Ne İşimiz Var
Kültür ve Medeniyet

Hakikati aramaktan ziyade; kimilerince itham içeren, kimilerince cevabı bilinen, kimilerince cevabı bilindiği halde bilinmezlikten gelinen, kimilerince de gerçekten cevabı bilinmeyen, kimilerince gerçekten izah arayışına girilen, kimilerince gerçekten izah edilmesi beklenmeyen, ne çok anlama sahip, ne çok cevap içeren, ne çok itham yüklenen bir sual, “Ne İşimiz Var Suriye’de” SORULAR VAR SORU İÇİNDE Suriye’de başlayan çatışma neredeyse 10 seneye ulaşmak üzere. Ne çok şey yaşandı, ne çok şey yazıldı yaşananlar üzerine. Ne çok söz söylendi, ne çok söz söylenemedi de boğazlara düğümlendi. Ne çok gözler ne çok şey gördü, ne çok şey de ne çok gözler görmeden, gözlerden uzak oldu. Ne çok hayatlar soldu, ne çok göçler oldu, ne çok Aylan bebekler öldü... Bütün bunlar olurken, giderek artan şekilde ne çok bir sual işitildi: “Ne İşimiz Var Suriye’de?” Hakikati aramaktan ziyade; kimilerince itham içeren, kimilerince cevabı bilinen, kimilerince cevabı bilindiği halde bilinmezlikten gelinen, kimilerince de gerçekten cevabı bilinmeyen, kimilerince gerçekten izah arayışına girilen, kimilerince gerçekten izah edilmesi beklenmeyen, ne çok anlama sahip, ne çok cevap içeren, ne çok itham yüklenen bir sual, “Ne İşimiz Var Suriye’de” İthamcı ifadeyle sorulan bir “Ne işimiz var Suriye’de” sorusunun karşılığı, yine “Sahi ne işimiz vardı Suriye’de?” olarak muhatabına geri yansıtılabilir, sorunun mukabili soruya ne çok anlamlar yüklenerek... Öyle ya! Hadisenin başlaması ve bugünlere gelmesi, Türkiye’nin tercihi miydi ve sadece Türkiye’nin tercihleri mi süreci şekillendiriyordu acaba... Türkiye on yıllardır kimsenin işine karışmadığı, kimseye bulaşmadığı, barışçıl dış politikayı kendisine prensip edindiği halde, yakın tarihimizin her hangi bir zamanından günümüze kadar kimseden bir husumet görmemiş miydi ve asla husumet de görmez miydi acaba... Türkiye’nin uzak yakın komşuları, dost ve müttefikleri, hâsılı ekser muhatapları kavli/söylemsel ve fiili/eylemsel düzeyde Türkiye’ye hiç husumette bulunmamışlar mıydı ve asla husumette de bulunmazlar mıydı acaba... Türkiye, yüzlerce kilometre uzakta olduğu halde artık sınır komşusu olduğu uzak komşularının ve zaten yakın olduğu sınır komşularının şerrinden emin ola gelmemiş miydi ve şerlerinden de emin olamaz mıydı acaba.. Sahi, Türkiye’nin dört bir çevresi müstakim, munis, dünyanın dört bir yanı muhayyer ülkelerden mi teşekkül ediyordu da, tüm bölgeyi Türkiye’nin Suriye’de bulunması mı kaos ve karışıklığa sürüklüyordu acaba... Ya da Türkiye, Suriye meselesine hiç müdahil olmasaydı, bütün bu olanların hiç biri olmayacak, muhatapları Türkiye’nin karışmamasını gerekçe kabul ederek, yeterli görerek hiç birisi müdahil olmayacak mıydı acaba... Türkiye kendisi müdahil olmadığı halde hiç göç dalgası ile karşı karşıya kalmamış mıydı acaba... Türkiye kendisi savaşı ve çatışmayı öncelikle hiç istemediği halde egemenlik haklarının ihlal edilmesine yönelik girişimler, soydaşlarının hayatlarına kast edilmesi sebepleriyle kaçınamayacağı savaş ve çatışmalar ile karşı karşıya hiç kalmamış mıydı acaba... GEÇMİŞ OLMAYAN, YAKIN GEÇMİŞİMİZ 1938: Hatay Vatan Parçasıdır Fransa ile imzalanan 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması'na göre bugünkü Hatay’a özel bir yönetim uygulanması öngörülmüştü. Bu kapsamda Türk kültürü ve dili de desteklenecekti. Ancak 9 Eylül 1936’da Suriye ile Fransa arasında imzalanan anlaşma ile Ankara Anlaşmasında öngörülen uygulamalara ilişkin hakların Suriye’ye devredilmesi gündeme gelince, Türkiye oluşturulmak istenen yeni yapıya itiraz etti. Konunun Milletler Cemiyetine intikal ettirilmesiyle bugünkü Hatay’a özel bir statü verildi. Bu gelişmeye rağmen bölgeye sükûnet gelmedi. Türklerin hakları ihlal edildi. Türklere yönelik tedhiş hareketleri başladı. Türkiye kamuoyunda infial oldu ve mitingler düzenlendi. Bölgede gerilim devam ederken Türkiye Hatay sınırına 30 bin asker kaydırmaya başladı. 1 Haziran 1938 tarihli Cumhuriyet Gazetesi, “Hatay’da Örfi İdare, Dün gene kanlı çarpışmalar oldu, 3 kişi öldürüldü, Türk köyleri Araplar tarafından yağma ediliyor” manşeti ile çıktı. 05 Haziran 1938 tarihli Tan Gazetesi “Hatay’da Yağmacılık, vesikalı çeteler Türk köylerine saldırmaya başladılar” manşetini taşıyordu. 20 Haziran 1938’de Savarona’da toplanan Bakanlar Kurulu sonrası yapılan açıklamada, “Sorunun 8-10 gün içinde halledileceği” ifade edilirken, gerekirse askeri müdahalenin de olabileceği işaret ediliyordu. Bu gelişme 21.06.1938 tarihli Tan Gazetesinde yine manşetten veriliyordu. 29 Haziran’da Meclis kürsüsünden gerekli açıklamayı yapan Başbakan Bayar’ın “… böyle bir halkı bırakamayız, bu Türkiye’nin yapacağı bir iş değildir. Hatay Milli Mücadelede bizimle omuz omuza mücadele etmiş vatan parçasıdır...” sözleri, sadece söylediklerinin bir kısmını oluşturuyordu. 1 Temmuz 1938’de Fransızlar ile imzalanan anlaşma ile, Hatay henüz bağımsız olmadan Hatay’da Türk askerinin de görev alması hususunda anlaşıldı. 3 Temmuz 1938 tarihli Akşam Gazetesinde, “Hatay Neşe İçinde, 2500 kişilik bir kuvvetimiz bugün öğleden sonra Hatay’a giriyor” başlıklı haber ile gelişmeler duyuruldu. Hatay’da meseleyi Türkiye çıkarmadı. “Ne işimiz var Hatay’da” şeklinde abes bir soru kabul edilebilir mi? Böyle bir soru ciddiye alınıp kulak verilebilir mi? “Hatay Vatan Parçasıdır” ............................................... 1945: Bir Karış Toprak Vermeyeceğiz İkinci Dünya Savaşı boyunca savaşa girmekten özenle kaçınan ve denge politikası yürüten Türkiye, savaş sonrası açık bir toprak talebi ile karşı karşıya kaldı. Stalingrad’dan Berlin’e kadar Alman ordusunu geri süren ve Berlin’e Kızıl Bayrağı diken Sovyetler Birliği, Türkiye ile dostluklarını sürdürebilmeleri için 7 Haziran 1945’te Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı talep etti. Ayrıca boğazlarda askeri üs ve Türkiye’de rejim değişikliği isteğini de talebine ilave etti. İlgili talepler o günkü gazetelerde de yer aldı. Örneğin 27 Haziran 1945 tarihli Cumhuriyet Gazetesi, “Dostluk muahedesini yenilemek için bizden Kars ve Ardahan’ı istediler” manşeti ile çıktı. İngiliz Gazeteleri, “Türkler boyun eğer bir millet değildir. Türkiye’nin kendi istiklalinin kaybı demek olacağı şartları kabul edeceği tasavvur olunamaz” şeklinde değerlendirdiler. Konu Meclis’te de gündeme geldi. “Boğazlar Türk milletinin boğazı, Kars yaylası da belkemiğidir. Kimseden bir şey istemeyen, kimseye de bir şey vermeyecek olan milli politikanın…” takip edileceği meclis kürsüsünden vurgulandı. 26 Aralık 1945 tarihli bir gazetede, “Bir karış Türk toprağı için bütün Türkiye ateşe atılmaya hazırdır” yazarken, 9 Ocak 1946 tarihli Vatan Gazetesi, “Şark hudutlarımızdan boğazlara kadar Türk Vatanını 20 milyon insan naşı ile süslemedikçe bir karış toprak vermeyeceğiz” ifadeleri ile son sözümüzü dünyaya ilan ediyordu. ............................................... 1955 – 1964 -1974 – 1983: Kıbrıs Türk’tür 1954’te Yunanistan’ın Kıbrıs’ı kendisine bağlamak üzere adımlar atması üzerine Türkiye sürece müdahil olmuş, uluslararası hukuk çerçevesinde soruna çözüm aramaya başlamıştır. 25 Ağustos 1955 tarihli Milliyet Gazetesi, “Menderes Yunanlılara çoktandır hak ettikleri cevabı verdi. KIBRIS TÜRKTÜR. Başvekil Kıbrıs’ı Yunanlılara bırakmayacağı­mı­zı açıkladı” manşetiyle çık­mıştır. Hemen daha o yıllarda Kıbrıs Türklerine yönelik tedhiş hareketleri başlamıştır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtına kadar Türklere yönelik devam edecek olan bu şiddet eylemleri gazetelerimize yansımıştır. Bu süreçte de 1959’da Kıbrıs’ta garantörlük hakkı elde edilmiştir. Kıbrıs Türkleri 1963 yılının 21 Aralık gününden itibaren olağanüstü bir Rum vahşetine maruz kaldı. 27 Aralık 1963 tarihli Bozkurt Gazetesi, “Evlere Giren Barbarlar Çocuk ve Kadınlarımızı Kurşuna Dizdiler” manşeti ile çıktı. 24 Aralık gecesi Binbaşı Nihat’ın 3 küçük çocuğu ve eşi sığındıkları banyoda şehit edildiler. 7 Şubat 1964 tarihli Ulus Gazetesi manşetinde, “Kıbrıs’ta yer yer silahlı çatışmalar devam ediyor, Yunanistan Kıbrıs için gönüllü topluyor” ifadeleri yer alıyordu. 17 Mart 1964 tarihli Cumhuriyet Gazetesi manşetinde, “TBMM Dün gizli ve olağanüstü bir toplantı yaptı. Kabine gerektiği zaman Kıbrıs’a müdahale etme salahiyeti aldı. 5,5 saat süren toplantıda karar ittifakla alındı” ifadeleri ile neyin göze alınabileceği ilan ediliyordu. 1964’te Türkiye Kıbrıs’a müdahaleye hazırlanırken, ABD Başkanı Johnson’dan gelen ve tarihe “Johnson Mektubu” olarak geçen gelişme sebebiyle, askeri müdahale o günün şartlarında yapılamamış, 1974 yılı beklenmek durumunda kalınmıştır. 15 Temmuz 1974’te Kıbrıs’ta bir darbe olmuş, darbeciler resmi binalara Yunan Bayrağı çekmeye başlamıştır. 19 Temmuz 1974 tarihli Hürriyet Gazetesi manşetinde, “Yunan savaş birliklerinin sınırımıza doğru harekete geçtiği” belirtiliyordu. 18 Temmuz’da Türkiye barışçıl çözüm için 24 saat süre vermiş, barışçıl çözüm taleplerinin karşılıksız kalması üzerine 20 Temmuz 1974’te Başbakan Ecevit’in, “… Biz aslında savaş için değil barış için, yalnız Türklere değil Rumlara da barış getirmek için adaya gidiyoruz..” açıklamaları ile Kıbrıs Barış Harekâtının başladığı duyurulmuştu. 22 Temmuz 1974 tarihli Milliyet Gazetesi, “Ecevit: Artık Kimse Kıbrıs’ta Türk’ün Hakkına Dokunamaz” manşetiyle zaferi dünyaya ilan etmişti. Nihayet Şubat 1975’te de Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu. Kıbrıs Müdahalesi sonrasında Türkiye ABD ilişkileri gerginleşmiş, yardımların kesildiği, ambargoların başladığı bir döneme girilmiştir. 9 Şubat 1975 tarihli Milliyet Gazetesi, “Ecevit: Artık Amerika’ya Güvenemeyiz” manşeti ile çıkmıştır. 27 Temmuz 1975 tarihli Milliyet Gazetesi’nin manşeti de ülkemizde bulunan “Üslerdeki ABD bayrağının indiğini, yerine Türk Bayrağının çekildiğini” yani üslere el konulduğunu haber veriyordu. 1982 Şubat ayında Kıbrıs’a giden Yunan Başbakan’ı Pa­pan­dreou’nun, Kıbrıs’ın Hele­nizm’in ayrılmaz bir parçası olduğunu söylemesi, Yunanlıların Kıbrıs üzerindeki iddialarının devam ettiğine ve edeceğine ilişkin en önemli göstergeydi. Bunun üzerine 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurulduğu “Kutlu Olsun” manşetleriyle 16 Kasım tarihli gazetelerimizde yer aldı. Kıbrıs’ta sorunu Türkiye çıkarmadı “Ne işimiz var Kıbrıs’ta” şeklinde abes bir soru kabul edilebilir mi? Böyle bir soru ciddiye alınıp kulak verilebilir mi?  “Kıbrıs Türk’tür” ............................................... 1973’ten 1996’ya Ege’de Eller Tetikte Yunanistan’ın Ege Denizinde 12 mil iddialarına bağlı olarak, Türkiye’ye ait kıta sahanlığının kendisinin olduğunu iddia etmesi üzerine, Türkiye kendisine ait alanlarda petrol arama izni çıkartarak harekete geçti. Yunanistan 7 Şubat 1974’te Türkiye’nin petrol arayacağı alanların kendisine ait olduğunu iddia etti. Türkiye egemenlik haklarını korumak için 29 Mayıs 1974’te savaş gemileri eşliğinde petrol arama gemisini Ege’ye gönderdi. Gelişmeler 31 Mayıs 1974 tarihli gazetelerde “Kuzey Yunanistan’da askeri yığınak yapılıyor, Ankara serinkanlı davranmaya kararlı” haberleri yer aldı. Devamında 1976’da da Sismik araştırmalar gemisi Hora, Ege Denizinde göreve başlatıldı. 9 Ağustos 1976 tarihli gazetelerde, “Hora’nın faaliyetine devam edeceği, her hangi bir müdahalenin sorumluluğunun Atina’ya ait olacağı” vurgulanıyordu. Yunanistan 1983- 1984’lerde Çanakkale’nin hemen karşısındaki Limni adasını silahlandırmak istemesi Türkiye’nin sert tepkisini çekti. Yunanistan’ın 1985’te karasuları konusunu yeniden gündeme getirmesi üzerine, 21 Mart 1985'te Özal, “bir oldubittiyi kabul edemeyeceklerini ve sıcak bir çatışmaya sebep olsa dahi gerekeni yapacaklarını” kamuoyuna, gazetelere ifade etti. 1987 Mart ayında, uluslararası hukuku ve sözleşmeleri çiğneyen Yunanistan, Ege’de petrol arama girişimlerine tekrar başladı. Bunun üzerine 25 Mart 1987’de Milli Güvenlik Kurulu, Sismik 1 gemisinin tekrar göreve başlamasını tavsiye etti ve gemi göreve başladı. TPAO’ya da petrol arama izni verdi. Mart ayı sonunda her iki ülke silahlı kuvvetleri alarm durumuna geçti. 27 Mart tarihli Milliyet Gazetesi manşeti “Savaş Rüzgârları”, 28 Mart tarihli manşeti “Eller Tetikte” olarak çıkıyordu. Yunan Başbakanı Papandreou da kameralar karşısına gerçek Yunan kadın ve erkeklerini hazır olmaya çağı­rıyordu. 1996 Ocak ayında Kardak kayalıklarına Yunanlıların bayrak dikmesi, iki ülkeyi bir kere daha savaşın eşiğine getirdi. 29 Ocak 1996 tarihli Hürriyet Gazetesinde Başbakan Çiller’in “O Bayrak İnecek” sözleri manşette yer alıyor ve nihayetinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin devreye girmesiyle o bayrak indiriliyordu. Ege’de sorunları Türkiye çıkarmadı. ............................................... 1970’ler ve sonrası: Terör İran, Irak ve Suriye’ye hiçbir husumet göstermediği, hiçbir işlerine karışmadığı halde, 1970’lerden itibaren bu ülkeler terör örgütü kamplarını kendi topraklarında barındırmışlar ve buralardan ülkemize teröristlerin gelerek eylem yapmasına, köy basmasına, yol kesmesine, binlerce asker, polis, öğretmen, doktor, kadın, erkek, çocuk ve dahi bebekleri katletmesine aldırış etmemişlerdir. Türkiye bu ülkelerle defalarca görüşmüş, PKK terörüne yardım, yataklık ve kaynaklık etmemeleri hususunda defaatle uyarmıştır. Tarihler 16 Eylül 1997’yi gösterdiğinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş Hatay Reyhanlı’dan, “Bazı komşularımız bizim iyi niyetimizi, gösterdiğimiz yakınlığı yanlış değerlendirmişlerdir. Apo denilen eşkıyayı kendi ülkelerinde barındırıp, onu destekleyerek Türkiye'yi terör belasına bulaştırmışlardır. Türk milleti artık bu konuda göstereceği iyi niyetin sonuna gelmiştir. Sabrımız tükenmek üzeredir. Sabrımızı taşırmasınlar” ifadeleriyle Suriye’ye seslenmiş, gerekirse askeri seçeneklerin icra edileceğini işaret etmiştir. Ne zamanki namlunun ucu gösterilmiş, sonrasında terör örgütü elebaşının yakalanma süreci başlamıştır. Daha ortada Ermenistan devleti yok iken, Ermenistan SSCB’nin parçası iken, Ermeni terör örgütü ASALA tarafından 1973-1984 arasında onlarca Türk diplomatı şehit edilmiştir. Hiç kimseye düşmanlık etmeyen Türkiye’nin başına, bizzat komşu ülkeler tarafından on yıllarca terör bela edilmiştir. Türkiye bu ülkelere ne düşmanlık yapmıştır? Hiç. ............................................... 1995 Srebrenitsa: Fütursuzca Soykırım Temmuz 1995... Sırp komutan Ratko Mladiç kurmaylarıyla kent merkezinde kameraların karşısına geçerek Sırp televizyonuna, “İşte 11 Temmuz 1995'te Sırp şehri Srebrenitsa'dayız. Büyük bir Sırp bayramı arifesinde iken bu şehri Sırp milletine armağan ediyoruz. Nihayet, yeniçerilere karşı ayaklanmasından sonra bu toprakta Türklerden intikam almamızın vakti geldi.” dedikten sonra yaşları 13 ile 94 arasında değişen 8 bin Müslüman katledildi. ............................................... 1987: Balkanlar’da Türk Yok(tur) mudur? Adında Türk ibaresi bulunan derneklerin kapatıldığı Yunanistan’da, konu mahkemeye intikal etmiş, Yunan Yargıtay’ı 4 Kasım 1987’de verdiği kararda “Batı Trakya’da Türk Bulunmadığı” kararını onaylayarak, Türkleri yok saydıklarını ve dahası aslında arzularını tescillemiştir. 1989: Ordu Sofya’ya 1950’de Bulgaristan’da 250 bin Türk göçe zorlanmış, 150 bin kadarı göç etmiştir. 23.08.1950 tarihli bir gazetede, “Bulgaristan’daki Türklere her türlü işkence yapılıyor” haberi yer almıştır. 1974’te Türkçe eğitim yasaklanmış, 1984’te de Türkleri Müslüman ve Türk kimliğinden ayırmak için “yeniden doğuş süreci” başlatılmıştır. Bu çerçevede Türklerin isimleri değiştirilmiş, ölenlerin dahi isimleri değiştirilmiş, mezar taşlarındaki isimler kazınmıştır. İslam’a dair ne varsa hedef alınmıştır. Bu süreçte 2500’e yakın Türk hayatını kaybetmiştir. Yaşananlar Türkiye’de infiale yol açmış, başta Bursa olmak üzere pek çok yerde on binlerce kişinin katıldığı mitingler yapılmış ve Hürriyet Gazetesinde, “Binlerce Hançereden Tek Ses Yükseliyor: Ordu Sofya’ya” manşeti atılmıştır. ............................................... Örnekleri çoğaltılabilecek, de­taylandırılabilecek daha pek çok hadise… Bu satırları şu an okuyan pek çok kişinin bizzat kendisinin şahit olduğu, bu satırları okuyan pek çok kişinin de babalarının ve annelerinin şahit olduğu, bu satırları okuyan pek çok kişinin belki de hala hayatta olan dedelerinin malumu olduğu kadar yakın zaman diliminde, henüz geçmiş olmayan kadar yakın geçmişte, bu kadar hasmane hadise olmuşken, bu kadar savaş ve çatışmanın eşiğinden dönülmüşken, bu kadar düşmanlık görülmüşken, yakın uzak pek çok ülkenin husumetine alenen maruz kalınmışken, bütün bunların olmasında Türkiye’nin hiç düşmanca bir dahli olmamışken, Türkiye’nin bütün sükunetine rağmen hiç kimseden hiçbir iyi niyet görmemişken… Aynı soruyu tekrar şöyle soralım: ABD, Rusya, İran, Avrupa… ve bütün bunların ilgili ilişkili uzantıları, terör örgütleri gibi pek çok unsurun olduğu yerde; yani “Suriye’de, ne işimiz mi var?” …ve şöyle cevaplayalım “Mesele Suriye değil, sen hala anlamadın mı?”

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Nisan
Konu resmiBizi Bizden Daha Çok Düşünen Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed(sav)
Kültür ve Medeniyet

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de, “Şanım hakkı için izzetime ve celalime yemin ederim; size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir; size düşkündür; müminlere karşı şefkatlidir, merhametlidir.” buyuruyor.  Sevgili Peygamberimiz Hz. Mu­ham­med (sav) bir rahmet pey­­gam­beridir.1 Cenab-ı Hak Kur’­an-ı Kerim’de, “Şanım hak­kı için izzetime ve celalime yemin ederim; size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir; size düşkündür; müminlere karşı şefkatlidir, merhametlidir.”2 buyuruyor. “Rahim” ve “Rauf” isimleri pek çok yerde Rabbimize ait sıfatlar olarak kullanılmasına rağmen bu ayet-i kerimede Allah-ü Teâlâ, Sevgili Peygamberimiz (sav) için kullanmıştır. Cenab-ı Hak Resul-ü Ekrem’in (sav) şefkat ve merhametinden o kadar memnun olmuş ki, bu iki sıfatı Habib-i Ekrem’i için kullanıyor. Fahrettin Razi (rh) bu ayet-i kerimenin tefsirini şöyle yapmaktadır: Hz. Muhammed (sav) ümmeti için tıpkı şefkatli bir doktor ve merhametli bir baba gibidir. Şefkatli olan doktor hastanın iyileşmesi için dayanılması güç de olsa çetin ilaçlara ve tedavilere yönelir. Merhametli bir baba evladının yetişmesi için zor da olsa ağır eğitim şartlarından geçirir. O tedaviye muhtaç hasta, şefkatli doktorun bilgili ve sahasında uzman olduğunu bilse ve buna tam itikat etse o acı ilaçlara tahammül edecektir. Keza o terbiyeye layık evlat tam anlamıyla merhamet sahibi babasının son derece şefkat sahibi bir zat olduğunu bilse, o eğitim metoduna sabırla göğüs gerecektir. Eğer siz onun Allah katından gönderilmiş hak peygamber olduğuna inanıyorsanız, o halde her türlü hayrı elde etmek için, onun bu zor tekliflerini kabul ediniz ve unutmayınız ki O (sav), sizin için şefkatli bir doktordan daha şefkatli, merhametli bir babadan daha merhametlidir.3 Kulakları çınlatan, yürekleri hop­latan o dehşetli günde üm­­metini unutmayan bir pey­gam­berden daha şefkatli kim ola­bilir? En büyük nimete nail olduğu miraçta ümmetini dü­şünen, dünyaya yeni teşrif ettikleri zaman “Ümmetî, Üm­me­tî” diye Rabbine yakarışta bu­lunan bir peygamberden da­ha merhamet­li kim olabilir?4 O (sav) ne sıkıntı zamanında ne de saadet anında ümmetini unut­mamıştır. Daima ümmetinin selameti için çalışmıştır. O’nun (sav) bütün hayatı ve neşrettiği güzel ahlâkı, onun engin şefkat ve merhametini gösterir. Resul-ü Ekrem (sav) Efendimizin, çocuğu ağladığında annenin bir an önce çocuğa bakması için namazını kısaltılabileceğine müsaade etmesi, pek çok geceler gözlerinden yaşlar boşalarak ümmetine dualar etmesi, bütün vaktini insanların cehennemden kurtulması için feda etmesi, Allah Resulünde (sav) bulunan şefkatin bir göstergesidir. Evet, “Allah Resulü, müminlere kendi canlarından daha azizdir.”5 Evet, Allah Resulü (sav), bizi bizden daha çok düşünen, bize bizden da­ha düşkün olan şanı yüce bir peygamberdir. Sevgili Peygamberimiz (sav), en büyüğünden en küçüğüne kadar, bütün ümmetinin dertleriyle dertlenmekte, sıkıntılarına ortak olmaktadır. Ümmetinin saadetleriyle alakadar olan sevgili Peygamberimiz (sav), onların istikballeri için endişe duymaktadır. Hem bütün bunları yaparken samimi ve hasbi duygularla yapmaktadır. Cenab-ı Hak, “O sizin üstünüzden veya ayaklarınızın altından azap göndermeye kâdirdir”  6 ayet-i ke­ri­mesini indirdiğinde Resulül­lah (sav) hemen ellerini açıp Cenab-ı Hakka, “Ümmetim üzerine üstlerinden veya ayaklarının altından azap gönderme ya Rabbi” diye dua etmiştir. Cenab-ı Hak, sevgili Peygamberimizin (sav) bu duasını kabul etmiş,7 Habib-i Ekrem’inin (sav) ümmeti hakkında bu derece şefkatli yakarışına ve samimi duasına cevab vermiştir. Hz. Peygamber (sav) Efendimiz, âlemlere rahmet olarak gönderildiği için, onun sevgi ve merhameti her canlıyı ihata etmiştir. Bir gün kendisinden beddua etmesini istediklerinde “Ben dünyaya beddua etmek için gönderilmedim, ben ancak bir rahmet peygamberiyim” buyurmuşlardır.8 Hz. Muhammed (sav), âlemlere rahmet olarak gönderildiği için yaşlısına, gencine, kadınına, erkeğine bütün varlıklara, irtibat kurduğu her şeye merhametle yaklaşmıştır. Onun merhameti güneş gibi dünyaya aksetmiş, donan kalpleri ısıtmış, karanlık gönülleri aydınlatmış, taş gibi sert olan sineleri merhamet iklimiyle yumuşatmıştır. Sevgili Peygamberimiz (sav), getirdiği bütün kanunları merhametle tanzim etmiştir. İbadette, ailede, insani ilişkilerde, ticarette, yönetimde, orduda her şeyin merkezine merhameti koymuştur. Peki, ümmetine karşı böyle yüksek, böyle ulvi bir şefkat ve merhamete sahip olan bir zata karşı bizler nasıl mukabele edebiliriz. Bize düşen vazifeler nedir? Evvela sevgi ve muhabbete en layık olan şey yine muhabbettir. Bizi kendi canından daha çok seven bir peygamberi, bizim de kendi canımızdan daha çok sevmemiz gerekmez mi? Hem imanın bir gereği olarak biz sevgili Peygamberimizi (sav) kendi canımızdan daha çok sevmedikçe tam iman etmiş olamayız.9 Ona (sav) muhabbet etmek, ona tabi olmayı gerektirir, sünnetine sımsıkı sarılmayı iktiza eder. Resul-ü Ekrem (sav) Efendimize muhabbetimizin bir diğer göstergesi de ona salavat getirmektir. Salavat, sevgili Peygamberimizin (sav) mennuniyetine ve şefaatine vesiledir. Keza Hz. Muhammed (sav) Rabbimizin rahmetine de bir vasıta oluyor. Yani sevgili Peygamberimizi (sav) memnun etmek salavat ile, Rabbimizin hoşnudiyeti Hz. Muhammed (sav) ile oluyor. Bütün ümmetinin hadsiz ihtiyaçlarıyla alakadar olan nihayetsiz dertlerine deva yetiştiren Sevgili Peygamberimiz (sav), elbette hadsiz salavat, dua ve rahmete lâyıktır. Sevgili Peygamberimiz buyuruyorlar ki; “Merhamet edenlere Rahman olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki gökyüzündekiler de size merhamet etsin.”10 Önce (kulluk vazifelerimizi yerine getirmekle) kendimize merhamet etmeliyiz. Bu dünyanın fenasını düşünüp ahiret için çalışmak kendimize merhamet etmek demektir. Ahirette büyük sıkıntıları, hesabı hatıra getirip ciddi ve gayretle çalışmak, hazır lezzetleri, peşin ve nefsani arzuları bir tarafa bırakıp ebedi hayat olan ahirete kendimizi hazırlamak, kendimize merhamet etmek demektir. Sonra ailemize en yakınlarımıza merhamet etmeliyiz. Onları yarınlara, ebedi diyarlara hazırlamalıyız. Ebedi yurdumuzun ve saadet yuvamızın temellerini beraber atmalı saadet-i dareyni beraber inşa etmeliyiz. Evet, bu ümmet-i merhumeye merhamet nazarıyla bakmalıyız. Bu ise milletimiz için ümmet-i Muhammed (sav) için çalışmakla olur. Onlar için en merhametli, en menfaatli mesai ise, onların imanlarına hizmet etmekle olur. Evet, şefkat ve merhamet ikliminin yeniden hâkim olması ve Muhammedî muhabbetin tesisi noktasında Allah için çalışmalı! Allah için koşturmalı! Allah için sevmeli! Allah hesabına işlemeliyiz. Vesselam. Kaynaklar: 1- Enbiya, 1072- Tevbe, 1283- Fahreddin Er-Razi, Tefsir-i Kebir, İstanbul 2013, Huzur Yayınevi, c. 12, s. 2424- Müslim, c. 1, s. 1855- Ahzab, 66- En’am, 657- Nesefi c. 2, s. 268- Müslim, Birr, 879- (Habibim, ya Muhammed!) De ki: “Eğer Allah'ı seviyorsanız, o hâlde bana tâbi' olun ki, Allah (da) sizi sevsin ve günahlarınızı size bağışlasın!”(Al-i İmran, 31)10- Tirmizî, Birr, 16.

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Nisan
Konu resmiMusibetler Gelir, Geçer; Kalana Bakmak Lazım
İtikad

Dünya bir imtihan meydanı, bizler de bu imtihanın muhataplarıyız. İnsanlık tarihi boyunca pek çok hadiseler yaşanmış, iyiler ve kötüler, iyilikler ve kötülükler, iyi ve kötü neticeler kendini göstererek devam edegelmiştir. Tarihi ve sosyolojik olarak baktığımızda bunlar üzerinden çok şeyler söyleyebiliriz muhakkak. Fakat tüm bunların ortasında ve odak noktasında insan ve imanı vardır. Zira bütün dinler, insanın dünyada varlık sebebini, Rabbini bulması ve ona itaat ve ibadet etmesi olarak beyan etmiş ve Peygamberler kendi hayatlarında yaşamakla beraber tabilerine de bunu emretmiştir. Hem insanlık tarihi boyunca iman ve itaat edenlerin dünya ve ukbada rahat ve huzurlu olduğu tarihçe ve hakikatçe sabittir. Bugün vuku bulan hadiselerin sadece zahirini okuyarak değerlendirmek yeterli değildir. Evet, bir virüs salgını var ve gözüken o ki pek çok kimse bundan etkilenecek. Bu gibi durumlar, imtihana dâhil ve umuma bakan musibetlerdir. Böyle zamanlarda tedbir esastır. Üzerimize düşenleri yaptıktan sonra tevekkül yani Allah’a sığınmak ve ahvalimizi güzel hale çevirmesini Rabbimizden dua ve talep etmektir. Bu gibi zamanlar, bir taraftan insanların ne olup olmadıklarını anlama zamanlarıdır. Ebubekir (ra) ruhlularla Ebu Cehil ruhluların ayrıştığı vakitlerdir. Kim, nasıl tepki veriyor, hadisatı nasıl yorumlayıp nasıl tavır sergiliyor anlaşıldığı dönemlerdir. Diğer taraftan bu zamanlar imanı açığa çıkaran, imani alt yapıyı gösteren, kim imtihanın neresinde puanını veren süreçlerdir. Garip gelmesin, bu bahsi geçen söylem ve tavırlar sadece geçmişte yaşanmış şeyler değildir. Biz, bize dayatılan ve o şekilde kabul etmemizi beklenilen bir dünyada yaşar olduk maalesef. Yeri geldiğinde Müslümanca tavır sergilemekten çekinir psikolojilere büründüğümüz dönemleri yaşıyoruz bir taraftan. Her meselede dinsiz söylemlerin rahat konuşulduğu, fakat imani alt yapıyla söylenen sözlerin sözüm ona ayıplanır ya da çağ dışı görülerek aşağılanır olduğu tablolarla karşılaşıyoruz. Zor zamanlarda çalışıp insanlara fayda üreten personellere moral olması için balkonlardan onları alkışlamak ne kadar insani görülüyorsa, minarelerden dua edilmesi de o kadar fıtri olduğunu anlamak zorundayız. El yıkamayı tavsiye ederken, aslında beş vakit namaz ve abdestinin nasıl önleyici bir tedbir olduğunu Müslüman bir toplumda kendisine Müslüman diyen insanlara söyleyebilmeyi normal karşılamalıyız. Hepsinden öte, her şeyin sahibi olan Allah’ın taht-ı tasarrufunda devam eden hadiselerin, bizi Allah’a yönlendirmesi ve başta tövbe istiğfar olarak ibadet halini kazanmamızın zorunlu olduğunu aklen ve kalben kabul etmek mecburiyetindeyiz. Aksi takdirde neler olduğunu görmek için geriye dönüp bakmak yeterli oalcaktır. İslam’ın içerisinde dünyevi tedbirlerin hepsi vardır ve Resulüllah (sav) hayatında tatbik etmiş ve ümmetine tavsiye etmiştir. Fakat biz dünyamızdan İslami olan şeyleri çıkarmaya doğru hareket eder, hatta böyle zamanlarda tavrımızı İslam’a düşmanlık olarak sergilemeye çalışırsak, bundan sadece içimizdeki o beyinsizler değil, hepimiz zarar görürüz. Musibetler umumidir. Öyle de olsa bizler yine Rabbimize sığınacak, elimizden gelen tedbirler ne ise yapacak, fakat tövbe-istiğfar ve dua-tevekkül istikametinde yol alacağız. Dua edelim ki Rabbimiz pahalıya satmasın bizlere. Musibetler gelir, geçer. Geriye bizim tavrımız, konuşmalarımız, sevap ve günahlarımız kalır.

Metin UÇAR 01 Nisan
Konu resmiTARİHTEN SAYFALAR
Tarih

İslam tarihinde makine ve mekanik bilimi:Hiyel Hiyel, Arapçada ‘hîle’ keli­me­sinin çoğuludur. Hîle kelimesi, hüner, tedbir, çare veya yöntem şeklinde manalandırılmıştır. İslam bilim terminolojisinde ise hiyel, makine bilgisi veya mekanik teknolojisi anlamlarında kullanılmaktaydı. Farabi’ye göre bu ilim dalı, matematiksel verilerle fiziğin gerçekleri arasındaki münasebeti gösteren işlemlere veya bu uygunluk esasına göre çalışan aletlere dair pratik bir disiplindir. Dolayısıyla aritmetik, geometri, optik, astronomi, müzik, ağırlıklar ilmi gibi riyazi ilim dallarının her birine ait işlem, uygulama ve aletler hiyel kapsamına girer. Hârizmî ise hiyeli ağırlıkların kaldırılması için gerekli olan kaldıraçların, mancınık gibi savaş aletlerinin, hidrolik makinelerinin, su cenderelerinin ve otomatların yapımından ibaret bir ilim dalı olarak görmekteydi. İslam dünyasında makineler hakkında bilinen en eski telif eser Benî Mûsâ künyesiyle tanınan Muhammed, Ahmed ve Hasan adlı üç kardeş tarafından IX. yüzyılda Kitâbü’l-Hiyel başlığı altında yazılmıştır. Tercüme faaliyetlerindeki rolleriyle de meşhur olan bu kardeşler matematikçi, astronom ve fizikçi oldukları için mekanik teknolojisinin gerektirdiği teorik temele de sahip bulunuyorlardı. Huneyn bin İshak ve Sâbit bin Kurre gibi âlimlerin bu alandaki çevirilerinden de faydalanıldığı anlaşılan Kitâbü’l-Hiyel’de 100 kadar mekanik aracın tasviri yapılmıştır. Bunların seksenden fazlası otomatik kaplardan, geri kalanı ise otomatik fıskıyeler, yakıtı ve fitili otomatik devreye giren lambalar, havası zehirli kuyularda çalışanlar için gaz maskeleri, havayı temizleyen körükler ve su çekmeye yarayan tulumba gibi aletlerden oluşmaktadır. 23 Nisan 634 Halid bin Velid (ra) komutasındaki İslam birlikleri, Bizans askerlerini mağlup etti 633 senesinde Hz. Ebû Bekir’in emriyle 3’er bin askerden oluşan üç ayrı askerî birlik, Suriye’de fetihler gerçekleştirmek üzere görevlendirildi. Birlikler Suriye’ye yaklaştıkça her birinin mevcudu 7500’e yaklaşmıştı. Birliklere Ebû Ubeyde bin Cerrah (ra) kumanda etmekteydi. Öncelikle Filistin’deki Kaysariye ve Gazze fethedildi. Bu arada Hz. Ebû Bekir’den (ra) emir alan Halid bin Velid (ra), emrindeki askerlerle Şam yakınlarına ulaşıp, 23 Nisan 634 günü Mercirâhit karargâhındaki Bizans askerlerini mağlûp etti. Daha sonra Şam’ın güneyine doğru ilerleyerek, diğer kumandanlarla birleşti ve Busrâ şehrini fethetti. 25 Nisan 1875 Sadrazam Hüseyin Avni Paşa görevden alındı 1820’de Isparta’nın Şarkîkaraağaç kazasına bağlı Avşar nahiyesinin Gelendost köyünde dünyaya geldi. 15 Şubat 1874’te seraskerlik uhdesinde kalmak şartıyla sadrazamlığa getirildi. Malî durumu düzeltememesi ve yakınlarına çıkar sağlaması sebebiyle 25 Nisan 1875’de sadrazamlıktan azledildi. Bu arada Avrupa’ya giderek, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi için İngilizlerle anlaştı. Mithat Paşa başta olmak üzere kendisini destekleyen paşalarla 30 Mayıs 1876 günü hileli bir darbe yaparak, Sultan Abdülaziz’i tahttan indirdiler. Darbeciler, intihar süsü vererek Sultan Abdülaziz’i şehit ettiler. 16 Haziran 1876’da ise Çerkez Hasan Bey, paşaların toplantısını basarak Hüseyin Avni Paşa’yı öldürdü. 26 Nisan 750 Abbasîler Şam’ı ele geçirdi Abbasî hanedanı ismini, Peygamber Efendimizin (asm) amcası Hz. Abbas’tan (ra) almıştır. Abbasîler hilâfet makamını ele geçirebilmek için Emevî Devleti’ndeki karışıklıkları kendi lehlerine ustaca kullanmasını bilmişler, yavaş ve emin adımlarla hedeflerine doğru ilerlemişlerdir. Emevîlere karşı Abbâsî ihtilâlini başlatan İmam Muhammed bin Ali’nin kardeşi Abdullah bin Ali komutasındaki Abbasî ordusu ile Emevî ordusu, 16 Ocak 750 tarihinde Büyük Zap kenarında karşılaştılar. Savaş on gün devam etti. Mervân’ın birlikleri arasında çıkan anlaşmazlık sebebiyle Abdullah savaşı kazandı. Abdullah bin Ali hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Şam önlerine geldi ve kısa bir muhasaradan sonra 26 Nisan 750 günü şehri zapt etti.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiCoronavirüsün Psiko-Sosyal Boyutu
Sağlık

Anahtar kelime öğrenilmiş çaresizlik. Virüsün sağlık boyutundan çok psikolojik boyutu ön planda gibi görünüyor. Toplum olarak moralimizi en üst düzeyde tutmamız çok önemli. Bir müddet evde olacağımız için kendimizi hayata anlam katacak faaliyetlere odaklamalıyız. Bu salgının biteceğine dair umudumuzu sürekli diri tutmalıyız. Birçoğumuzun evi ihmal ettiği ortada, herkes evine dönüp bakabilir, aile içinde eksik kalan özellikle sosyal ve manevi unsurlara yönelerek aile bütünlüğünü sağlayabiliriz. Giderek bireyselleşmenin maalesef yaygınlaştığı bir toplum haline geldiğimiz için, bazı davranışları kendi hayatımıza müdahale olarak algılayabilir ve bu noktada problemeler yaşayabiliriz. Bunun üstesinden mutlaka gelmemiz gerekir. Belki de 30 yıldır ilk defa böyle bir durumla karşı karşıya kaldık. Ailede hep birlikte nitelikli vakit geçirmenin yollarını bulmalı ve bunu bir hayat tarzı haline getirebilmeliyiz. Aksi takdirde aile içi çatışmalar ve boşanmalar artabilir. *** Artık sanal bir hayata doğru hızla ilerlediğimizi fark etmeliyiz, bir müddet eğitim-öğretim ve birtakım sosyal faaliyetler sanal platformda gerçekleşecek. Alışkanlıklar değişecek, hayat tarzları değişecek. Belki de insan tanımıyla ilgili yeni düzenlemeler yapmak durumunda kalacağız. Ama en mutlu insan, sosyal ve ilişkileri güçlü olan insandır. Virüs salgını sebebiyle bir müddet yüz yüze iletişimden uzak durmak zorunda kalacağız. Ancak telefon ile dostluklar ve akrabalık ilişkilerini mutlaka desteklemek gerekir. *** Takıntılar ve paranoyaklığın yani şüpheciliğin arttığı bir döneme giriyoruz. Temizlik ve hijyen önemli ancak bunun sağlıklı ölçüsünü koyamaz isek obsesif davranışlarda artış gözlenebilir. Belli bir süre sonra hijyen takıntısı baş gösterebilir. Bu sebeple virüsün bulaşmamasını sağlamaya çalışırken dengeli bir hijyen alışkanlığı geliştirmek durumundayız. *** Bu salgınla ve oluşturduğu psikolojik durumla baş edebilmede en önemli yönlerden birisi manevi destektir. Dua, ibadet, kanaat, sabır ve tevekkül gibi araçlar bizim manevi yönümüzü geliştirecektir. Ailece birlikte dua etmek, ibadet etmek ve Kur’an okumak, dini sohbetler yapmak aile birliğine katkı sağlayacaktır. Bu süreçte kendi kişisel gelişimimize de önem vermeliyiz. Yeni hobiler geliştirebilir, spor yapabilir, beslenme alışkanlığımızı gözden geçirebilir, topluma faydalı faaliyetlerde bulunabiliriz. Bunları yapabilmek için ev dışında olmak zorunda değiliz. *** Salgın ve doğal afetlerle başa çıkmada önemli bir unsur da kader inancıdır. Ancak kadere inanmak ile kaderci olmayı zaman zaman birbirine karıştırabiliriz. Tüm tedbirleri aldıktan ve elimizden gelen çabayı harcadıktan sonra ortaya çıkan sonuca takdir gözüyle bakmak sağlıklı bir kader inancıdır ve bizleri bir dizi psikolojik problemden korur. Öte yandan tehlikeleri hafife almak ve gerekli önlemleri almamak, bunun ardından ortaya çıkan sonucu kadere bağlamak uygun bir yaklaşım değildir, buna kadercilik denir. Bu süreçte tüm tedbirleri ve hijyenik önlemleri almalı ve geri kalan noktada sağlıklı bir tevekkül anlayışına sahip olmalıyız. *** Sosyal ihtiyaçlarımızı da göz ardı etmemeliyiz. Ait olma, ilgi duyma, toplumla bağlantılı hissetme gibi ihtiyaçlarımızı giderebilmenin yöntemlerini geliştirmeliyiz. Başkalarına du­yarlı davranma, ihsan, iyilik yapma, hasbilik, diğerkâmlık gibi insani özelliklerimiz körelmemelidir. *** Bu süreçte toplumda görülebilecek diğer bir eğilim de istifçiliktir. Gerekli günlük ihtiyaçlarımızı belli bir süreliğine evimizde depolamak bir düzeye kadar normal görülebilir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus, kaygı düzeyinin artmasıyla birlikte insanlarda istifçilik gözlenebilir. Bu sebeple gerekli ihtiyaçlarımızın dışında lazım olabilir düşüncesiyle gereksiz alışverişlerden uzak durmak son derece önemlidir. Başlangıçta çok doğal olan bazı davranışlar, belli bir süre sonra insanın içindeki kaygıyı giderme aracı olarak bir şeyleri alıp depolama eğilimine dönüşebilmektedir.  

Ahmet AKIN 01 Nisan
Konu resmiÖnce İman Gelir
İtikad

İnsanın inanç ve fikirleri hisleri, hisler iradeyi, irade de fiilleri tetikler/netice verir. Çünkü bir insanın önce inancı ve fikirleri değişir, sonra o inanç ve fikre göre hissiyâtı yeşerir, o hissiyâta göre de iradesi tercihte bulunur. Bu tercihe göre de Allah fiil ve davranışları yaratır.  İçtimai ve siyasî hayatta doğruluk ve dürüstlüğün ölmesi, bazı insanların kolayca terörize olabilmesi, kötü ahlâkın bütün çirkinliği ile kendini her ortamda hissettirmesi, bazı güçlülerin zayıfları acımadan ezmesi ve öldürmesi, mazlumun hakkını hakkınca alamaması; küçüklerin büyüklere saygı duymaması, büyüklerin küçüklere şefkat etmemesi, insanların birbirlerinin yüzlerine gülüp arkadan gıybetlerini yapıp kuyularını kazması; içki, kumar, zina, haksız kazanç, hırsızlık, adam öldürmek gibi büyük günahların sıradan işler haline gelmesi; bütün ahlâksızlık ve rezilliklerin aleni bir şekilde yüzler kızarmadan işlenmesi; ırkçılık, mezhepçilik gibi Müslümanları birbirinden ayıran ve birbirlerine düşman eden fitnelerin zuhur etmesi ve daha niceleri sayılabilir. Listeyi çok daha fazla uzatmak mümkün. Bütün bu kötü sonuçların arkasında yapma iradesi var. Yapma iradesinin arkasında düşmanlık, haset, tarafgirlik, acımasızlık, öfke, şehvet, hırs gibi hissiyâtlar var. Bu hissiyâtların da arkasında yanlış ölçüler, sapkın fikirler, bozuk itikatlar ve batıl ideolojiler var. İşte tam bu noktada, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin 16. Lem’a Risalesindeki şu ifadelerinin çok iyi anlaşılması ve problemlerin çözümünde önemle dikkate alınması gerekmektedir: “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle (sapkın fikirlerle) kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun ça­re-i yegânesi nurdur, nur gös­termektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.” Dikkat edersek Bediüzzaman Hazretleri, zamanın en mühim tehlikesi olarak, yukarıda arka arkaya saydığımız günahları, rezaletleri, ahlâksızlıkları saymıyor. Çünkü bütün bunlar neticedir. Zamanın en mühim tehlikesi, bu kötü neticelerden önce, bu neticeleri doğuran kalplerin sapkın fikirlerle bozulması ve imanların zedelenmesidir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri Hutbe-i Şamiye’de, imanın kalpte ve akılda daimi bir yasakçı bıraktığını, kötü arzu ve meyillerin (iradenin) hissiyattan çıktıkça, kalpteki ve akıldaki imanın ‘yasaktır!’ diyerek o kötü arzu ve meyilleri tard edip kaçırdığını ifade eder. Yine, eğer imanlar zedelenirse, imandan gelen firasetin (sezme kabiliyetinin) kaybolacağını, ki­şi­nin dost ve düşmanını ayırt ede­meyeceğini, can dama­rını koparan ve kanını içen düşmanını dost zannedeceğini, bunun neticesinde de her türlü aldatmaya ve iğfale açık hale geleceğini beyan etmektedir. Sapkın fikirler ve batıl ideolojiler, önce kalplerdeki ve akıllardaki iman nurunu uçurur. Açığa çıkan bu boşluğu, küfür ve dalâlet karanlığı doldurur. Küfür ve dalâlet bir kalbe girdiği zaman, bütün mukaddesât ve ahlâkî değerler o kalpten çıkar gider. Mukaddesâta inanmayan ve ahlâkî değerleri hiçe sayan bir kişinin kalbini düşmanlık, kin, nefret, haset, tarafgirlik, ırkçılık gibi bütün kötü hissiyât istila eder. Bu hissiyata sahip olan insanlardan da bozgunculuktan ve şerden başka bir şey südur etmez. Durum böyle iken işlenen suçları engellemek, yapılan ahlâksızlıkların önüne geçmek, edilen zulümleri durdurmak için ne gibi çarelere başvurmak gerekmektedir? İşlenen suçun çirkinliğini söylemek yeterli midir? Suçlara verilen cezaları artırmak suçun önüne geçmek için yeterli midir? Yapılan ahlâksızlıkları ve zulümleri kınamak kâfi midir?   Elbette değildir. Eğer bütün kalplerde kuvvetli ve sağlam bir iman olsaydı işlenen suçlara, yapılan ahlâksızlıklara, edilen zulümlere ahirette nasıl bir azabın verileceğini hatırlatmakla bunların önüne geçmek mümkün olabilirdi. İyiliklere, hayırlı işlere, güzel ahlâka, ibadetlere cennette nasıl bir mükâfatın ihsan edileceğini müjde vermekle bunlara olan ilgi ve teveccüh artabilirdi. Fakat baştaki tahlilde de ifade ettiğimiz gibi, ortaya konan davranışların yani bütün fiillerin ve hareketlerin temelinde inanç ve fikirler vardır. Nasıl ki bir binanın temeli zayıf olursa o bina her zaman yıkılma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Oturmak için güven vermez. Yine nasıl ki yanlış iliklenen ilk düğmeden sonra sırasıyla diğer bütün düğmeler de yanlış iliklenecektir. Aynen öyle de, temelde zayıf ve eksik bir iman varsa her türlü ahlâksızlık, zulüm ve rezaletlerin ortaya çıkması kaçınılmaz bir sondur. Önceliğin, imanın bir neticesi olan amelden ziyade, bizzat iman esaslarının akıllarda ve kalplerde sağlam bir şekilde kökleşmesine ve yerleşmesine verilmesi gerekmektedir. Kalp­lerin ıslahı ancak böyle mümkündür. İman ve itikat temelinde zayıflık varsa yapılan bütün irşat faliyetleri neticesiz kalacaktır.

Mustafa TOPÖZ 01 Nisan
Konu resmiFıtrî Bir Hayat Tarzı: Tıbb-ı Nebevî
Kültür ve Medeniyet

Bugün dünyayı kasıp kavuran COVID-19 virüsü (koronavirüs) ile mücadelede Peygamber Efendimizin (sav) yüzlerce yıl öncesinden işaret ettiği temizliğe, beslenmeye ve karantinaya dikkat etmenin ne kadar ehemmiyetli olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. İnsana yakışır bir hayat sürmenin tek yolu, Kuran’a ve sünnete uymaktır. Bize düşen de bu şuurla yaşamaktır. Unutulmamalıdır ki saadet-i dareyn burada gizlidir. “Muhteşem Süleyman” veya “Ka­­nu­ni” olarak da bilinen1. Sü­­­ley­­man aynı zamanda “Mu­hib­­­bi” mah­lasıyla 4 binden zi­­ya­­­de gaze­lin şairidir. Sultan Sü­­ley­­­man’ın ha­yata gözlerini yum­­madan önce­ki son seferi olan Zigetvar’da -kuşatma esnasında- hasta yata­ğında söylediği ri­va­yet edilen gazelin ilk beytini pek çoğumuz daha önce mutlaka duymuşuzdur: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” Kendisine 52 devleti bağlayan bir hükümdarın engin tecrübesiyle şöyle der Sultan Süleyman: “Halkın nazarında en rağbet edilen şeyler zenginlik, iktidar gibi şeylerdir; fakat asıl zenginlik, sağlıklı bir nefeste saklıdır.” Hastalıklar elbette ki serseri tesadüfün eseri olarak değil irade-i ilahiye ile ortaya çıkmaktadır. Varlığı da yokluğu da imtihana vesiledir. Dert olarak görülen şeyler, kimimiz için aslında bir dermandır da bizler bilmeyiz. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Hastalar Risalesinde, hastalık perdesi altında sevimli ve güzel manaların bulunduğunu gören gözlere göstermektedir. Ancak esas olan, hastalık ve musibetlere değil, afiyete talip olmaktır. İnsan böylelikle taat ve ibadet için kendisine lazım olan gücü bulabilecektir. Efendimiz (sav) de hastalık gelmeden önce sağlığın kıymetini bilmemizi1 beyan etmektedir. Peygamber Efendimiz (asm) bir hekim değildi, Kur’an da bir tıp kitabı değildir. Ancak bizi yaratan, fıtratımıza uygun bir hayat tarzının nasıl olması gerektiğini Kuran-ı Kerim’de bildirmiştir. Asla kendi nefsinden konuşmayan Efendimiz (sav) de hem sözleri hem de bizatihi davranışları ile yaratılışa uygun bir hayatın nasıl yaşanılabileceğini göstermiştir. Çağlar öncesinden ortaya konulan ve bugünkü tıp ilmini bile şaşırtan bir hayat tarzıdır Tıbb-ı Nebevi. Beslenmeden temizliğe, hastalıklardan korunmadan tedaviye kadar uzanan fıtrî bir sistem… Peygamber Efendimiz (sav) İslam’ı tebliğ için pek çok devlet başkanına mektup yazmıştı. Bunlardan birisi de Mısır meliki Mukavkıs’tı. Efendimizin (sav) gönderdiği elçileri çok iyi karşılayan Mukavkıs, iyi niyet göstergesi olarak Medine’ye iki cariye ve bir hekim göndermişti. Hekim Medine’ye geldiğinde ilk önce sevgili Peygamberimizin (sav) yanına uğrayarak kendisini tanıttı. Sultan tarafından hastalara bila-ücret bakacağını ifade etti. Peygamber Efendimiz (sav), doktora iltifat ederek ikramda bulundu. Sonra da ona güzel bir yer tahsis edilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması için ashab-ı kiramı görevlendirdi. Kendisine tahsis edilen evde hastaları beklemeye başlayan hekimin evine ilk birkaç gün hiç kimse gelmedi. Tam bir ay geçmişti. Günler birbirini kovalıyor ama kimse hastalığından dolayı tedavi olmaya gelmiyordu. İşin sırrını öğrenmek için Efendimizin (sav) yanına gitti ve hayret dolu bir ifade ile: “Efendim, buraya size hizmet etmeye, dertlilerinize derman olmaya gelmiştim. Fakat haftalar geçmesine rağmen bu güne kadar hiç kimse gelmedi. Onun için benim burada durmamın artık bir anlamı kalmadı. Müsaade ederseniz ülkeme dönmek istiyorum. Fakat sormadan da edemeyeceğim. Sizin arkadaşlarınız hiç mi hasta olmaz?” dedi. Hekimin şaşkın dolu bakışlarına Rasulullah Efendimiz (sav) tatlı bir tebessüm ile karşılık verdi. Sonra da şöyle buyurdu: “Benim ashabım pek hasta olmaz. Çünkü onlar acıkmadıkça bir şey yemezler. Sofraya oturduklarında da tam doymadan kalkarlar!” Hekim, bu ifadeler karşısında âdeta büyülenmişti. Bütün hastalıkların reçetesi işte bu idi. Şimdi Medine’deki Müslümanların neden hastalanmadığını daha iyi anlamıştı. Bu tavsiyelerine ek olarak “Biz yılda en az bir defa hacamat yaptırırız, acıkmadan yemek yemeyiz, doymadan kalkarız. Şifa hazımdadır. Midenin üçte biri gıda, üçte biri suyla doldurulmalı geri kalan kısım hazım için boş bırakılmalı”2 dediği kaynaklarda geçmektedir. İçinde bulunduğumuz üç aylarda ve yaklaşmakta olan Ra­mazan-ı Şerifte yapılması en makbul ibadetlerden birisi de oruçtur. Oruç tutmanın bedene ne kadar faydalı olduğunu bugün bilmeyen yok gibidir. Müslüman olmayan bazı insanların bile sırf sağlığa faydası olduğu için oruç tuttuğu (aç durduğu) bilinmektedir. Doktorlar orucun vücuda faydala­rını sayarken, “Vücutta bulunan bak­terilerin, enfeksiyonların, vi­­­­rüs­­­­lerin atılımını sağladığını, vü­cudun gıdadan bir nebze mah­­rum bırakıldığı zaman yemek, protein ve yağ depolarını tü­ket­tiğini ve bunlar tüketildik­ten sonra var olan bakterilerin, virüslerin, organizmaların atılımını sağlamak mahiyetinde faydalı bakterilerin zararlı bakterilerin tüketimine başladığını” ifade ediyorlar. Zekât ve sadaka vermenin kişinin ruh sağlığına katkıda bulunduğu, abdest ve namaz ibadetlerinin vücut sağlığına katkı sağladığı da dile getirilmektedir. 1400 yıl önce ağız sağlığına verilen ehemmiyetin bir göstergesi olan misvak da üzerine makaleler yazılan bir konu olma özelliğini korumaktadır. Her ne kadar ibadetler sırf Allah için yapılması gerekiyorsa da, sağlıklı olmak gibi dünyevi hikmetlerinin var olduğunu bilmekle, fıtri olan bu hal ve davranışlar içinde olmaya müşevvik olduğuna vurgu yapmaktadır. Bugün salgın hastalıklarla mücadele eden dünyada karantina uygulamasının ne kadar ehemmiyetli olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. Avrupa’da 14. yüzyılda uygulanan bu yöntemin de Tıbb-ı Nebeviye dayandığı bilinmektedir. Bir veba salgını için Efendimizin (sav) “Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden, başka yerlere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız.”3 diye buyurduğu hadis kaynaklarında yer almaktadır. Tedavi amaçlı bazı bitkilerle ilgili de Efendimizin (sav) tavsiyeleri bugüne kadar gelmiştir. Kalp hastası bir kişiye: “Sen kalp hastası bir kişisin. Sakîfli Hâris b. Kelede’yi getirt, o tedavi etmesini bilen birisidir. Medine’nin acve hurmasından yedi tane alsın, çekirdekleriyle birlikte döğsün; sonra onları sana içirsin.”4 dediği rivayet edilmektedir. Konuyla ilgili pek çok hadis-i şeriften birkaçı şu şekildedir: “Çörek otunda ölüm dışında bütün hastalıkların devası bulunur.”5 “Mantar, kudret helvasındandır; suyu göze şifadır.”6 “Şifa üç şeydedir: Bal şerbeti, kan aldırma ve ateşle dağlama. Fakat ümmetimi ateşle dağlamaktan men ederim!”7 Çörekotu, zeytinyağı, kabak, kekik, incir, kuru üzüm gibi bazı besinlerle ilgili tavsiyelerinde ne kadar haklı olduğu bugün daha da iyi anlaşılmaktadır. Peygamberimizin (sav) ümme­ti­ne karşı duyduğu şefkat bu söz­lerinde açıkça kendini göstermektedir. Efendimiz (sav) hala çağlar boyu yaşatılan sünnet-i seniyyesi ile ümmetinin üzerine titremekte ve insanların fıtrî bir hayat sürebilmeleri için onlara rehberlik yapmaktadır. Bugün dünyayı kasıp kavuran COVID-19 virüsü (ko­ronavirüs) ile mücadelede Peygamber Efen­dimizin (sav) yüzlerce yıl ön­cesinden işaret ettiği temizli­ğe, beslenmeye ve karantinaya dik­kat etmenin ne kadar ehemmiyetli olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. İnsana yakışır bir hayat sürmenin tek yolu, Kuran’a ve sünnete uymaktır. Bize düşen de bu şuurla yaşamaktır. Unutulmamalıdır ki saadet-i dareyn burada gizli­dir. Kaynaklar: 1- Keşfü’l-Hafa, 1:166-167 (Hakim ve Beyhaki’den.)2- Hayatü’s-Sahabe, M. Yûsuf Kandehlevî; Hilyetü’l-Evliyâ; el-İsâbe fî temyîz-i sahâbe, İbn-i Hacer el-Askalānî; Suverun Min Hayati’s-Sahâbe, Abdurrahman Refat el-Bâşâ, Beyrut3- Buhârî, “Ṭıb”, 100; Müslim, “Selâm”, 92- 97; Müsned, I, 173, 176-177, 182; V, 202, 2134- es-Suyûtî, İtmâmu’d-dirâye li kurrâi’n-nikâye, s. 1545- Buhârî, Tıbb 7; Müslim, Selam 89, (2215); Tirmizî, Tıbb 5, (2042), 22, (2071)6- Hattâbî, Islâh, s. 787- Buhari 12/5721, Müslim 2205/71, İbn Mace 3491

Tarık ÇELİK 01 Nisan
Konu resmiKuantum Düşünce İşe Yarar mı?
Eğitim

İnsan, İsteyendir İnsanın yaratılışındaki önemli eğilimlerden bir tanesi “iste­mek”tir. İnsan, isteyendir. Zira en temel manada varlığı, mevcudiyeti ve yaratılışı, “istenmiş” olması ile tahakkuk etmiştir. İnsan, istenmiş bir varlıktır. İnsan, ilahî bir arzunun meyvesidir. Kâinat ise istenmiş olan insanın, istekleri ve arzuları ile arz-ı endam ettiği ve yine istek ve arzuları ile gelgitler yaşadığı ve belki de en mühimi istek ve arzuları ile sınandığı bir imtihan meydanıdır. İnsan, isteği kadar yüce, arzusu kadar ulvi olabildiği gibi yine aynı istek ve arzuları ile süflî bir varlığa dönüşebilir. İnsana değer ve anlam kazandıran bu istek ve isteme halleridir “(Ey Resulüm!) De ki: Eğer duanız olmasa, Rabbim size ne diye ehemmiyet versin.” (Furkan, 77) İnsan bazen tüm isteklerinin mahiyet ve ufku -milleti ve ümmeti olması suretiyle- tek başına bir ümmet ve millet olabiliyorken, bazen de firavun-meşrep bir tutum ile aşağıların en aşağısına düşebilmektedir. Yaratılmış her fiil gibi, istemek de bir fiildir. Bu fiil, fıtrat ve doğası gereği onu yaratanın maksat ve muradına müteveccih bir yol izlemek üzere yaratılmıştır. İnsan, kendisine verilen irade ile, tercih ve ihtiyarı ile bu yoldan gidebileceği gibi, yine aynı irade ile bu yolun aksine bir güzergâhı da tercih edebilir. İstemek, bazı sorular yardımıyla idrak edebileceğimiz bir eylemdir. Mesela, “Ne istiyorsun? Kimden istiyorsun? Niye istiyorsun? Nasıl istiyorsun?”  Akıl Pusulası Ne Zaman Doğruyu Gösterir? Akıl, insana verilmiş en önemli pusulalardan biridir ama unutulmamalıdır ki; man­yetik bir etki olmadığında pusula nasıl çalışmaz ve işe ya­ram­az ise akıl da manevi bir etkinin rehberliğinde ancak doğru yönü gösterebilir. Akıl diyor ki, hayat kimin icadı ise, hayat ile ilgili en önemli gayeler O’nun ile ilgili olmalıdır. Mesela, kendimizi bir sarayda bulduk, içinde çeşit çeşit ve antika sanatlar, birbirinden güzel odalar, salonlar ve bahçeler, emsalsiz lezzetler, sayısız nimetler var. Aklımız ile şaşkın ve hayran bir şekilde etrafa bakarız ve belki dalar gideriz ama kendimize gelir gelmez aynı akıl bazı sorular üretir. Niye? Akıl hizmet ettiği kimsenin güvende olmasını her şeyden ziyade öncelikli bir vazife bilir. İnsan hemen orada her şeyden lezzet almak, her şeyin tadını çıkarmak isteyebilir, ama akıl der ki, “Dur! Bu saray kimin? Seni bu saraya kim, niye getirdi? Her bir köşesinde binler sanat ve hikmet olan bu saraya senin getirilmen nasıl hikmetsiz veya abes olabilir?” Akıl bu sorulara mukni’ ve makbul cevap bulamadan huzur-u kalp ile asla lezzet alamaz ve aldırmaz. Aklın rehberliğinde başlayan bu disiplinli sorgulama, bizi o sarayın sahibi olan zâtın, bizi aydınlatmak ve bize rehberlik etmesi için görevlendirdiği rehber ile karşılaştırır. O rehber de bize, sarayın yaratılış sebebini, insanın oraya getiriliş sebebini ve insandan istenen şeyi gayet latif bir lisan ile anlatır. Anlarız ki, bir istek ile vücut bulan insandan bir isteğe vücut olması istenmektedir. Veysel Karani Hazretleri Ne Diyordu? İnsan, marziyat-ı ilahî dediği­miz, Allah’ı (cc) razı edecek her şeyi, önce bilmek sonra da onu dilemek için buradadır. O zaman ilk sorumuz cevabını buldu. Ne istiyorsun? Allah’ın (cc) rızası. Kimden istiyorsun, elbette kendisini razı etmek istediğimiz Zât-ı Akdes olan Rabbimizden. Niye istiyorsun, çünkü Bakî-i Hakiki olan, ezel ve ebed sultanı olan Rabbimin, benim hılkat ve fıtratıma nakşettiği ve ancak –daimi ber-karar, zevalsiz bir diyar-ı ahar- ile hikmet-i vücudumu itmam edecek başka bir tecelli ve başka bir vesile yoktur. Bu manada insan, fıtratının en derin çığlıkları ile bekâya taliptir, likâ ister (buluşmak ve kavuşmak). Nasıl istiyorsun? Burada Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in vefat etmeden evvel vasiyet ederek, Hz. Ömer ve Hz. Ali  (R.Anhüma) marifetiyle mübarek hırkasını kendisine hediye olarak gönderip, “Ümmetim için dua etsin” dediği Üveys el-Karanî Hazretlerinin duası ile, nasıl isteyeceğimize dair nuranî misalden ilham almamızı ümit ediyorum. Bismillâhirrahmânirrahim Ya İlahi! Rabbim Sensin!  Ben ise abdım. (Nefsimin terbiyesinden âcizim. Demek beni terbiye eden Sensin.) Hem Sensin Hâlık!  Ben ise mahlûkum (yaratılıyorum). Hem Rezzak Sensin! Ben ise rızka muhtacım. (Elim yetişmiyor. Demek beni yapan ve rızkımı veren Sensin.) Hem Sensin Mâlik! Ben ise memlûkum. (Benden başkası bende tasarruf ediyor. Demek Mâlik’imiz Sensin.) Hem Sen Azîzsin! İzzet ve azamet sahibisin! Ben ise zelilim. (Üstümde izzetinin cilveleri var. Demek Senin izzetinin âyinesiyiz.) Hem Sensin Ganiyy-i Mutlak! Ben ise fakirim. (Fakrımın eline yetişmediği bir gınâ (zenginlik) veriliyor. Demek Ganî Sensin, veren Sensin.) Hem Sen Hayy-ı Bâkîsin! Ben ise ölüyorum. (Ölmemde ve dirilmemde, bir daimî hayat verici cilvesini görürüm.) Hem Sen Bâkîsin! Ben ise faniyim. (Senin devam ve bekanı görüyorum.) Hem Sen Kerîmsin, umulmadık yerden ihsan edensin. Ben ise nankör ve cimriyim. (Bu kadar nimetlerin şükrünü eda edemiyorum, senin rızan dairesinde sarf etmiyorum.) Hem Sen Muhsînsin bütün iyilikler, güzellikler Sendendir, Senden gelir. Ben ise kötülük ve günahlara duçarım, suç ve kabahatim çoktur. Hem Sen Gafursun, günahları bağışlayansın. Ben ise günahlardan kurtulamıyorum, (Mağfiretin olmazsa kim beni bağışlar, suçlarımı kim affeder?) Hem Sen Azimsin, azamet sahibisin. Ben ise hakirim. (Sen olmazsan bir hiçim, hiç bir şeref ve değere sahip değilim.) Hem Sen Kavîsin, her şeye gücün yeter. Ben ise zayıfım. (Senin yardımın olmazsa hiçbir şeye gücüm yetmez.) Hem cevap veren, atiyye veren Sensin! Ben ise hep isteyenim. (Biz kâlî ve hâlî dillerimizle daimî istiyoruz; niyaz edip yalvarıyoruz. Arzularımız yerlerine geliyor; maksutlarımız veriliyor. Demek bize veren sadece Sensin.) Hem Sen Eminsin. Ben ise korkuyorum. (Ancak Seninle emniyet bulurum. Kalplere huzur, akıllara güven veren Sensin, sana korku ârız olmaz.) Hem Sen Cevvadsın, cömertsin. Ben ise ihsanına muhtacım. (Sen ise bol bol verensin, atıyyen bitmez hazinen tükenmez.) Hem Sen dualara icabet eden Mucibsin. Ben ise dua edip yardıma muhtaç olanım. (Kabul buyurmazsan hangi kapı var, gideyim.) Hem Sen Şafiîsin, bütün maddî manevî hastalıklara şifa verensin. Ben ise hastayım. (Türlü türlü illet ve hastalıklara mübtelayım.) Günahlarımı mağfiret et, suçlarımı bağışla, her türlü hastalığıma şifa ver, ya Allah, ya Kâfî, ya Rab ya Vâfî (sözünde duran), ya Rahîm, ya Şâfî, ya Kerîm, ya Muâfî (afiyet veren)! Kuantum Düşüncenin Temelinde Ne var? İnsan, en güzeli, en doğruyu ve ebedî olanı istemek için yaratılmıştır. Bu kadar şümullü bir mahiyet ile binler hikmetin mazharı kılınmış olan insanın böylesine eşsiz bir değeri kaybetmesi hiç de zor değildir. Nasıl mı? Akıl pusulası manevi etkilerden uzak kalıp çalışmaz hale gelince, yanlış bir rehberliğin parçası haline gelir. Doğru yönleri ve doğru yolları gösteremez olur. İnsan son derece kolay ve emniyet ile gidebileceği menzillere, kabiliyetini ve özelliklerini yitirmiş olan aklı sebebiyle gidemez olur. Yanlışı ister, yanlıştan ister, yanlış sebeple/amaçla ister ve yanlış surette ister. İşte tam da burası yazımıza başlık olan, Kuantum Düşünce İşe Yarar mı,  sorusunun cevabını bulabileceğimiz yerdir. Bazı insanlar bu düşünce sistemi ile Yaradan-Kul ilişkisini devre dışı bırakarak, Evren-İnsan ilişkisini kurgulamaya çalışıyorlar. Bunu yaparken çok sinsi ve dessas bir yol izliyorlar. Şunu hep hatırda tutmak icap eder, şeytan bir düşünce ya da inancın içine bazı “HAK” unsurları koyarak sunar. Yani bütün bütün ve tamamıyla batıl ve saçma bir şeyi insanın kabul etmesinin genellikle mümkün olmayacağını bildiği için batılı kabul ettirmek amacıyla bazı hak unsurları bu fikir ve ideolojilerin içine yerleştirir. Böylelikle insan, sun’i bir süt yerine büyük bir kısmı su olan gerçek bir süt ile karşı karşıya bırakılır. İçtiği şey süt tadı verebilir, süt kokusu verebilir ve süt gibi bembeyaz olabilir ama yüzde yetmişi süt değildir. Bir müddet sonra insan, gerçek sütün tadını, kokusunu ve kıvamını da unutacağı için elindekini gerçek bir süt sayacak ve sanacaktır. Kuantum Düşünce denilen ve aslı atom altı parçacıkların hareket ve esaslarının felsefî olarak yorumlanmasından ibaret olan düşünce sistemi, kâinatı ve kâinat içindeki tüm hakikatleri hadsiz hikmet ve nihayetsiz manalarından kopartarak bir okuma yapmaktadır. Kelimenin tam anlamı ile ilahî tecelliyatı “manipüle” etmektedir. Bu tahrifatı yaparken yine kâinattaki ilahî kanunları kullanmaktadır. Mesela, suyun kaldırma kuvveti, yerçekimi, 1 atmosfer basınç, manyetik alan kanunu vs. gibi ilahî tecellileri kendi kendilerine işleyen ve insanın bu kanunlardan istediği gibi istifade edebileceği bir keyfiyette takdim etmektedir. Basit bir bilimsel yazıda bile, yazar eğer başka bir kimseden alıntı yaparsa bunun kaynağını veya sahibini zikreder bazen bunu teşekkür ederek yapar, insan ise çoğu zaman bu âlemde her yerden her şeyden alıyor, alıntılıyor ama ne yazık ki ne kaynağı ne de sahibini bir kez olsun anıyor! Dikkatimizi Çeker İtikadi Umdeler Burada özellikle Müslümanca düşünmeye ve inanmaya niyet eden kimselerin dikkat etmesi gereken bazı itikadî umdeler vardır. Birincisi, “Ben kulumun zannı üzereyimdir” kudsî hadisidir. “Hayat” Cenab-ı Hakk’ın sübûtî sıfatlarındandır. Hayat, biz ona nasıl bir nazarla bakarsak bize buna paralel karşılıklar veren bir işleyiş içindedir dediğimizde, aslında yukarıda zikrettiğimiz hadis-i kudsiyi anmış oluyoruz. Hayat yani Allah (cc), kulu nasıl bir nazar ve zan ile bakarsa ona öyle karşılık verir. Mesela bir insan, ben ne zaman şöyle bir şey düşünsem başıma şu gelir ya da ben şöyle bir şey yaptığımda sonunda şu olur, gibi ifadelerle yaşamayı seçtiğinde Cenab-ı Hak, o kulun o zannını yaratır. Mesela Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) bir hadislerinde mealen şöyle buyurur: “Bir kul, dilenme kapısını açtığında aynı anda Allah (cc) o kul için fakirlik kapısını açar” (Tirmizi). Hayata bir dilenci nazarı ile bakarsanız karşınızda fakirlik yaratılır. Birçok haberde görürüz, dilencilerin birçoğu dilenerek birçok para biriktirirler ama fakirlik içinde yaşarlar. Paraları istif ederler ama onları harcamaz/harcayamazlar. Zira onlar için fakirlik yaratılmıştır. Bilinç ve nazarları kıtlık, yokluk, dilencilik ve fakirlik gibi bir mahiyette olduğundan gerçeklikleri de o şekilde olur. Kuantum Düşünce, tüm bu ilahî işleyişteki hikmet ve iradeyi devre dışı bırakarak insanlara şöyle der: “Düşündükleriniz ve inandıklarınız gerçek olur.” İnsanlar da sanki yeni bir şeymiş gibi bunu hayatlarına taşımak isterler. Tamam da bizim inancımızda kaynağı hikmet-i ilahîye olan bu hakikat bu inanç ve işleyiş zaten var. Kuantum Düşünce burada bizim dinimizden ve inancımızdan rol çalmaktadır. İkincisi; Necm Suresi 39. ayette Cenab-ı Hak, “Şüphesiz ki insan için çalıştığından fazlası yoktur” buyurur. Allah (cc) Hazretleri, emek ve netice ilişkisinde böyle bir hakikati vaz’ etmiştir. Rahmaniyet, bir insanın emeğine, gayretine ve ciddiyetine bakar, o kimsenin kim olduğuna bakmaz. Bu durum, Rahmaniyetin bir tecellisidir. Rahmaniyet, insanın nefsine bakan cihetlerle alakadardır. Bu seviyede yaşayan kimse, Cenab-ı Hakk’a karşı olan kulluk vazifeleri ile alakadar olmasa da hatta Cenab-ı Hakk’ı kabul etmese de emeğine bir karşılık alabilir. Çünkü o kimse Rabbini tanımasa da, Rabbi emeği tanır, gayreti takdir eder. Öyle olmasaydı bugün birçok mühim icatlar ve keşifler o insanlara nasip olmazdı. Temeli Allah’a tevhidi bir iman olmayan her erdem ve faydalı iş, dünyevî ölçekte karşılık bulur ama ne yazık ki ahirette bir karşılığı olmayacaktır. Allah (cc) katında her erdem ve fazilet, her ahlak ve huy ve tüm çabaların bir karşılığı vardır.. Bu maddelerin imandan neş’et etmesi yani imanın ve salih amelin bir sonucu olarak ortaya çıkması, o kimseye ebedî bir hayatı da kazandırabilir. Bu kısım da Rahim ismi ile ilgili tecellidir. Rahim ismi hem yaptıklarımıza hem de kim olduğumuza bakar. O seviyede yaşamayı seçen kimsenin hayatı, teklif-i ilahîden dolayı bazı imtihan unsurlarının da devreye girmesine sebep olur (sabır, musibet, çile vs). Kuantum Düşünce burada insanlara der ki; evren hiçbir disiplini ıskalamaz, evrene gönderdiğiniz her düşünce ve eylem size bir şekilde döner. Yine donuk, ruhsuz ve camit bir evren ile insan baş başa bırakılır. İnsanı tanımayan ve onun ihtiyacını bilip ona merhamet edemeyen kütlesel bir yapı insanın karşısına ihtiyaçlarını tedarik için konulur. Üçüncüsü; Cenab-ı Hak, Mü’ min suresi 60. Ayette, “Bana dua edin size icabet edeyim” buyurur. Yani insanın isteklerinin, hacetlerinin, dua ve yalvarışlarının tek kıblesi Allah’tır (cc). İnsan, kendisine vermek isteyen bir Zât’ın, kendisine isteme kabiliyetini verdiği mümtaz bir varlıktır. Filhakika insana, “bana dua et, benden iste diyen” Allah’tan (cc) başka bir kimse olmadığı halde, insan, insanın karşısına şeytanın da saikasıyla evreni koymuş ve evrenden iste telkininde bulunmuştur. Olumlama diye adlandırılan, muhatabı bazen evren bazen de insanın kendisi olduğu sözel bir fiilî/eylemsel süreç ihdas etmişlerdir. “Ben yarattım” iddiasında bulunan tek varlık Allah’tır (cc). Başka hiçbir şey, unsur veya sebep böyle bir iddiada bulunmamış/bulunamamıştır. Âlemlerin rabbi olan Allah (cc), insanı da yaratanın kendisi olduğunu o kadar güçlü ve net bir dille ifade etmiş ve bunu delillendirmiştir ki, bunu reddetmek ve inkâr etmek imkânsızdır. “Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, bir yaratılıştan başka bir yaratılışa geçirerek yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Mülk O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur, buna rağmen nasıl çevriliyorsunuz?” (Zümer, 6) Üstelik Cenab-ı Hak, insanın ana rahmindeki yaratılışından, organlarının yaratılış sırasına kadar detay vererek delil sunmaktadır. Modern bilimin daha yenice fark ettiği bu hakikati Kur’an 15 asır evvel zikretmiştir. “O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir. Ne az şükrediyorsunuz” (Mü’minun, 78) Hal böyle iken şeytanın desiseleri ile insan Allah’ın(cc) dışındaki mevhum unsurlara kudret, irade, hikmet ve ilim atfederek “felsefî bir put” oluşturmuştur. Kuantum Düşünce, merkezine bu putun konulduğu yeni bir batıl inanış sistemidir. Dördüncüsü; bir hadiste Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kınamayınız, kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz.” (Tirmizi) İnsanlar bir kimseyi ayıplar, kınar ya da dalga geçerlerse aynısının başlarına geleceğinden bahsedilir. Burada esas olan, insanlara ahlaka mugayir davranmamalarının salık verilmesidir. İnsanlar da buradaki öğretiden hareketle, eğer kınarlarsa aynısını yaşama tehlikesinden dolayı kınamamayı tercih etmektedirler. Söz konusu düşünce sistemi de uzak doğu öğretilerinden damıtarak “karma” adı verilen bir inanışı ders(!) vermektedir. “İnsanlara nasıl davranırsan sana da öyle davranan insanlarla karşılaşırsın, birilerine bir acı yaşatırsan sana da o acıyı yaşatan birileri olur” şeklindeki telkinlerle yine sahipsiz ve statik işleyişte bir sistemden dem vurmaktadırlar. Hülasa Kuantum Düşüncenin işe yaradığını düşünenler, farkında olmadan Allah’ın (cc) birbirinden hikmetli binlerce kanunu ile örülmüş olan kâinatı ve o kâinatta zaten var olan işleyişi indî bir şekilde mütalaa ederek, Yaradan ile bağlayıcı bir ilişkiye girmekten sakınan ve sakındıran bir bakış açısını tercih etmişlerdir. Yağmuru yağdırırken, bunu hikmeti gereği bulutlar vasıtasıyla yapan merhametli Rabbi görmezden gelip, bulutları nazara vermek ve onlara bir ilim, irade ve şefkat atfetmek kelimenin tam anlamıyla hem cehalet hem gaflet hem de dalalettir. ATM cihazından para çeken kişinin, parayı oraya koyan ve kendisini tanıyıp hak ettiğinden fazlasını ona vermeyen,  görünmeyen aklı ya da kurumsal yapıyı görmezden gelip her şeyi o camit cihazın verdiğini düşünmesi ve buna inanması ne kadar gülünç ve saçma ise, yaratılışından ölümüne kadar onun her şeyi ve her ânı ile alakadar ve tüm hacatını tedarik eden bir Zâtın varlığını kabul etmemesi ondan yüz belki bin derece daha gülünç ve daha saçmadır. Kendini insan bilen insan böyle bir saçmalığa inanarak insan ve kul seviyesinden çok daha aşağı derekelere inmeyi asla kabul etmez!  Sözlerimizi Bediüzzaman Hazretlerinin (ks) şu sözleri ile tamamlayalım: Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?” (Mektubat, 20. Mektup)

Ahmet EFENDİ 01 Nisan
Konu resmiÖnden Gönderdiklerimiz ve Eserlerimiz
Kültür ve Medeniyet

“Ahirette seni kurtaracak bir eserin yoksa fani dünyaya bıraktığın eserlere de kıymet verme.” (Mesnevi-i  Nuriye, s. 123) Cenab-ı Hak, Yasin Suresi 12. ayet-i kerimede mealen şöyle buyurmaktadır: “Şüphe yok ki, ölüleri ancak biz diriltiriz! Hem önceden işledikleri (amelleri)ni ve (geride bıraktıkları) eserlerini yazarız. Ve (olmuş, olacak) her şeyi apaçık bir kitapta (levh-i mahfuzda) kaydetmişizdir.” Bu ayet-i kerime Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde şu şekilde izah edilmektedir: وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا “Ve önceden gönderdikleri şeyleri” yazarız. Hayatlarında yaptık­ları iyi ve kötü bütün amelleri  وَاٰ   ثَارَ هُمْ “ve eserlerini” yani geriye bıraktıkları faydalı ve zararlı eserlerini, gerek okuttukları ilimler, yazdıkları kitaplar, yaptıkları vakıflar, medreseler, mescitler, mektepler, yollar, çeşmeler, köprüler, hastaneler, çeşitli imaretler gibi hayır ve hasenat kuruluşlarını ve gerek zulüm ve düşmanlık kanunlarını tesis, günah ve isyan örnekleri tertib eden fesad ocakları gibi uğursuz şer ve kötülüklerini ve hatta bütün izlerini ve gölgelerini yazarız, adlarına, hesaplarına geçiririz.”1 Evet, ayet-i kerimeden anladığımız üzere her işlediğimiz iyi ve kötü amel kaydedilip, muhafaza edilmektedir. Burada Rabbimizin “Hafîz” ismini anlamakta fayda var. İsm-i Hafîzin tecellileri Hafîz ismi, koruyup gözeten, kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan, kullarının yaptığı bütün işleri, hatta niyetlerini ve gönlünden geçenleri de bilen, kendisine gaip ve gizli hiçbir şey bulunmayan, hadisatı eksiksiz kaydedip hesaba çekmek üzere muhafaza edendir. Yerde, gökte, denizde, karada, küçük, büyük, basit ya da büyük ehemmiyetli hiçbir şey ayırt edilmeksizin tam bir düzen ve ölçü ile muhafaza edilmektedir. Mesela, beşerin hardal tanesi kadar küçük, fakat koca bir kütüphaneyi içine alabilecek kadar geniş olan hafıza kuvvesi, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu muhafaza kanununun, Hafîz isminin kuşatıcılığını gösterir. Öyle bir hafiziyyet ki, onun kuşatıcılığından en ufak bir zerre dahi gizlenemez. Hepsi kaydedilir, muhafaza edilir. Bunu şu şekilde tecrübe edebiliriz: Elimize bir avuç dolusu çeşitli ağaç, çiçek ve otların tohumlarından alalım. Bunları karıştıralım ve toprağa serpelim. Sonra sulayalım. Bahar mevsiminde gelip baksak göreceğiz ki; o karışmış tohumcuklar birbirinden mükemmel bir şekilde ayrılırlar. İncir, kiraz, vişne gibi çeşitli meyve ağaçları ve hercai menekşesi, karanfil, gül, lale, gün aşığı gibi çeşit çeşit çiçekler yaratılmışlar. Oysaki tohumlarında sureten bir fakları neredeyse yoktur. Bu güzellikler, nimetler güzel tatlarıyla, güzel kokularıyla ve şekilleriyle iştihamızı açıyorlar. Hiçbir karışma, hiçbir kusur yok. Burada harika bir muhafazayı görmekteyiz. Tohum çiçek olduktan sonra da kısa bir süre tebessüm eder, sonra fena (geçicilik) perdesinde saklanır. Lakin onu gören hafızalarda ve her bir tohumda manevi mahiyetini, suretini bırakır. Her hafıza, her tohum bir fotoğraftır. Evet, bir tohumda, bir çiçekte bu kadar kayıtların, hafıziyyetin tecellilerini görüyoruz. Aynen bunun gibi, arzın halifesi, büyük emaneti yüklenmekle şerefli kılınmış, en güzel bir surette yaratılmış, en mükerrem varlık olan insanın önden gönderdiği amellerin ve eserlerinin kayıt altına alınmaması, muhafaza edilmemesi mümkün değildir. Ağaç meyvesi içindir. Bir manasıyla kâinat insan içindir. İnsan da mesuliyetleri çerçevesinde amelleri içindir. Ve neticelerin çoğu insanı ve her şeyi yaratan Allah’a ait olduğundan muhafazasını da o yapacaktır. Hafîz isminin kapsamına girecektir. Dünya mezrasına ektiklerimiz Bir hadis-i Şerifte rivayet edilmiştir ki: “İnsan öldüğü zaman şu üçten başka bütün ameli kesilir. Sadaka-i cariye (devam eden sadaka), kendisinden fay­da­lanılan ilim ve kendisine ha­yır dua eden salih evlad.” (Müslim, Vasiyyet 14 - Tirmizi, Ahkâm 36) Öyleyse bu dünya mezrasına, tarlasına ne ektiğimize, burada hangi eserleri bıraktığımıza bakalım. Acaba kalplere ne ekiyoruz? Kin, korku, nefret, düşmanlık, hırs, öfke, kıskançlık gibi karanlıklar mı, yoksa sevgi, muhabbet, kardeşlik, huzur gibi nurlar mı? Akıllara evham, şüphe ve tereddüt mü yerleştiriyoruz, yoksa yersiz şüphelerini bertaraf mı ediyoruz? Mümin kardeşlerimizin manevi kuvvelerini takviye mi ediyoruz? Yoksa morallerini mi bozuyoruz? Çocuklarımıza öncelikli olarak ilim ve edebi mi miras bırakıyoruz? Yoksa sadece mal ve makam bırakma telaşında mıyız? Derd-i maişetle helal-haram demeden kazanma hırsıyla mı meşgulüz? Yoksa helal rızık için gayret edip aynı zamanda kalp ve ruhumuzun manevi rızıkları için de çabalıyor muyuz? Bu dünya tarlasına iman, ibadet ve güzel ahlak ekebiliyor muyuz? “Sebeb olan yapan gibidir” sırrınca hayır işlerinde önderlik edebiliyor muyuz? Vatan ve milletimizin, insanlığın maddi-manevi faydasına güzel projelere imza atabiliyor muyuz? Gelecek neslimizi, gençlerimizi bu zamanın tehlikelerinden nasıl koruyabiliriz, onları iyiye, doğruya nasıl yönlendirebiliriz diye bir derdimiz var mı? İslami tebliğ metotlarımızı geliştirebiliyor muyuz? İslam âleminin birliği için gayretlerimiz, gönül köprüleri kurma derdimiz var mı? Malum olduğu üzere insanlar bir süre sonra bu dünyayı terk ediyor ama yaptıkları işlerin izleri, bıraktıkları fikri ideolojilerinin tesirleri devam ediyor. Acaba hayırlı eserler bırakma derdinde miyiz? Yoksa günü kurtarma telaşında mıyız? Bediüzzaman Hazretleri’nin şu veciz ifadesini de hatırlamakta fayda var: “Ahirette seni kurtaracak bir eserin yoksa fani dünyaya bıraktığın eserlere de kıymet verme.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 123) Bu dünya tarlasından çıkıp, mahşer harmanında toplandı­ğımızda amellerimiz ortaya ko­nulacaktır. O gün insan, Kehf suresinde ifade edildiği gibi, “Bu defter nasıl olmuş da küçük büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş?” diye­cek. Belki o ameli çok basit görmüştük dünyadayken. Hangi amelimizle Allah’ın rızasını kazanırız, hangi amelle gazabı celb ederiz bilemeyiz. O sebepten iyi-kötü yapılan en basit ameli dahi küçük görmemeliyiz. Bir tebessüm, gönülden bir dua, ufak bir yardım ya da ihmal, bir sözle gönül alma ya da kırma… İçinde bulunduğumuz mübarek ayları, hususen Ramazan-ı Şerifi ganimet bilmeliyiz O gün bunlardan hiçbirini saklama ihtimalimiz olmadığı gibi, mazeret üretme gibi bir durumumuz da olmayacaktır. Çünkü ağza mühür vurulacaktır. El, ayak yapılanlara şahitlik edecektir. İnsana bütün yaptıkları ya da yapmayıp ihmal ettikleri haber verilecektir. Yalnız Rabbimizin merhamet edip, hatalarını örtükleri müstesna… Bu hakikat de Risale-i Nurda şu şekilde vurgulanmaktadır: “Âyâ (hayret doğrusu, acaba) bu insan zan eder mi ki, başıboş kalacak. Haşa insan ebede mebustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i ebediyeye namzeddir. Küçük, büyük, az, çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif edilecek veya tokat yiyecek. (Lemalar, s. 145) Kaynaklar: 1- Hak Dini Kur’an Dili, Yasin Suresi 12. ayet-i kerimenin tefsirinden  

Hifa ÖZDEMİR 01 Nisan
Konu resmiBilime Adanan Ömür: Fuat Sezgin
Kültür ve Medeniyet

Sevgili Peygamberimiz (sav), “Âlimler yeryüzünün kandilleridir...”1 buyurmuş. Âlimi bu kadar güzel tanımlayan başka bir söz biliyor musunuz? Efradını cami, ağyarını mani bir tanımlama. Zira ilimsiz ve âlimsiz bir dünya karanlıktır. Karanlıkta insanlar nereye bastığını, nereye gideceğini bilemezler. Zifiri karanlıkta, uçsuz bucaksız bir okyanusta, pusulasız bir gemi nereye ve hangi istikamete gidebilir?  Yeryüzünü aydınlatan o kandillerden biri de Fuat Sezgin Hoca’dır. Âlimleri Tanımak İlme İştiyakı Arttırır 1800’lü yıllarının sonunda 1900’lü yılların başlarında yaşamış olan Hüsrev Efendi’den misal verelim. Hüsrev Efendi medresesine geldiğinde yüzünde her zamanki tebessüm yoktur. Üzerinde ciddi bir durgunluk, çehresinde bir soğukluk, gözlerinde hüzün izleri vardır. Talebeleri durumu fark edip sebebini sorarlar: “Evlatlarım! Sizlere bu zamana kadar ilmin ehemmiyetini anlattım. Bugün anlattıklarımla imtihan oluyorum. Bugün çocuğum vefat etti; fakat ben size olan dersimi aksatmak istemedim. Dersimden sonra defin işeriyle meşgul olacağım. Üzüntüm bundandır” der. Aynı Hüsrev Efendi ömrünün son demlerinde medreseye gidemeyince talebelerini evine çağırır ve yatakta ders vermeye başlar. Bir müddet de böyle devam eder. Fakat talebeler hocalarının ölüm döşeğinde olduğunun farkındadır. “Hocam artık istirahat etseniz” derler. Hüsrev Efendi şehadet parmağını göğe kaldırarak: “Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab! Ben dersimi bırakmadım, onlar bıraktılar” nidasında bulunur.  İnsan ilme bu kadar mı âşık olur? Gelelim Fuat Sezgin Hoca’ya Fuat Sezgin Kimdir? Prof. Dr. Fuat Sezgin 24 Ekim 1924’te Bitlis’te dünyaya gelir, 30 Haziran 2018 tarihinde İstanbul’da 94 yaşında vefat eder. Kabri Gülhane Parkı içinde, kurucusu olduğu İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi karşısında yer almaktadır. 1943-1951 tarihleri arasında İstanbul Üniversitesi Ede­biyat Fakültesi Şarkiyat Ensti­tüsü’nde İslami Bilimler alanında çalışmalar yapar. İstanbul Üniversitesi’nde Alman bir hoca ile tanışır: Hellmut Ritter. Hellmut Ritter, şarkiyatçı bir profesördür. Almanya’da 1919’da profesörlük unvanı al­mıştır, lakin İslami bilimleri araştırmak için yeterli eser bulamaz Avrupa’da. Kâh Kahire’ye gider, kâh İstanbul’a gelir kütüphanelerde araştırma yapmak için. Nihayetinde İstanbul’da ka­­rar kılar. Zira sadece Süley­ma­niye kütüphanesinde 190.000 cilt -çoğu el yazması- eser vardır. Anadolu ve Osmanlı toprakları kütüphane zenginidir. Nihayetinde 1927’de İstanbul Üniversitesi’ne gelir. 1940’ta ikinci defa profesör olur. Disiplin Adamı Hellmut Ritter demek, disiplin demektir. Seminerlerine 4-5 talebe ancak gelir. Bazen sadece bir kişi katılır fakat o yine de seminerini verir. Fuat Sezgin ısrarla Ritter’in seminerlerine devam eder. Nihayetinde asistanlığa kabul edilir. Bir gün Alman Hoca, “Bilimlerin temelinde İslam bilimleri vardır”  der. Bunun üzerine Fuat Sezgin İslam Bilimleri üzerine araştırmalara yönelir. Üzerine Doktora Tezi Hazırlanan Eser: Buhari’nin Kaynakları Fuat Sezgin, 1954'te Buhari’nin Kaynakları adlı eseri ile doçentlik tezini tamamlar. Bu çalışmasında, Buhari’nin bir araya getirdiği hadislerin bilinenin aksine sözlü kaynaklara değil; İslam’ın erken dönemine, hatta 7. yüzyıla kadar giden yazılı kaynaklara dayandığını ispat eder. Bugün onun bu eseri üzerine doktora çalışması yapan akademisyenler bile var. Yeri gelmişken birkaç cümleyle bu önemli mevzua da değinmekte fayda var. İslamiyet’e saldıranlar doğrudan doğruya Kur’an’a hücum etmiyorlar. Önce Kur’an’ın etrafındaki surlara saldırıyorlar. Nedir bu surlar? Sünnet-i Seniyye (hadisler), İslam âlimleri ve eserleridir. En dıştaki sur, İslam âlimleri ve eserleridir. Onları itibarsızlaştırıp insanları o büyük âlimlerden uzaklaştırmaya, o feyiz kaynaklarından istifadelerini kesmeye, o kandilleri söndürüp bilhassa avamı karanlığa mahkûm etmeye çalışıyorlar. Maalesef bu dessas oyun tutuyor. Bediüzzaman Hazretleri gibi bu ümmetin en seçkin âlimlerinden biri üzerindeki olumsuz algı hala giderilmiş değil. Kafirler bir cani gibi muamele etmişler. Müslümanların bir kısmı da aynı muameleyi zihin dünyalarında reva görüyorlar… Bu konuda derdimiz büyük vesselam…. Sahih-i Buhari, Kur’an’dan sonra en muteber kitabımızdır. Onu çürütmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu itibarla Fuat Sezgin’in bu eseri çok önem arz etmektedir. Yurt Dışına Sürgün Türkiye, darbeler ülkesi. Daha doğrusu Osmanlı’nın hamiliği kalkınca bütün İslam ülkeleri bu makûs talihi hep yaşadılar ve hala da yaşayan İslam ülkeleri var. Cenâb-ı Hak, ülkemizi bunca acı ve sıkıntılardan sonra selamete çıkardı elhamdülillah. Fuat Hoca, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi neticesinde üniversitelerden uzaklaştırılan ve 147’likler olarak bilinen akademisyenler arasındaydı. Ülkenin önünü açan, çalışkan, dürüst, vatansever, dindar 147 akademisyen sorgusuz sualsiz sürgün edilir bu cennet vatandan. Dedik ya kandilleri söndürüp milleti karanlığa mahkum etmeye çalışanlar var bu ülkede. Her ne ise, olanda hayır vardır. Beşer zulmeder, kader adalet eder. Fuat Hoca yıllar sonra ihtilal yapanlardan biriyle karşılaşır ve ona, “Siz ihtilal ile her şeyi kötü yaptınız fakat bir şeyi iyi yaptınız; o da beni Avrupa’ya sürmek…” der. Zira Avrupa’da kendisini çok iyi yetiştirme imkânı bulmuştur. Yıllar sonra memleketine dönüp o birikimle ülkesine hizmet etmiştir. İnşallah ihtilalcilerin de yüzü kızarmıştır. Fuat Hoca; zekidir, çalışkandır, özgüveni yüksek bir şahsiyettir. Vardır bir hikmeti deyip Almanya’ya gitmeye karar verir. Böyle mücevher gibi beyni kim istemez? Üniversiteler kapısını açar ona. Nihayet sürgünden beş yıl sonra, 1965 yılında Frankfurt Üniversitesi’nde profe­sör olur.  1982 yılında Goethe Üniver­sitesi’ne bağlı Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü’nü, 1983’te bu enstitüye bağlı olarak Arap-İslam Bilimleri Tarihi Müzesini kurar ve yönetir. Gayesi Müslüman bilim adamlarının bilime olan katkılarını tüm dünyaya göstermektir. İstanbul İslam, Bilim ve Teknoloji Müzesi 25 Mayıs 2008 tarihinde Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın da önayak olmasıyla  İstanbul İslam, Bilim ve Teknoloji Müzesi’ni kurar. Müzede İslam kültür çevresinde Müslüman bilginler tarafından yapılmış aletlerin ve bilimsel araç ve gereçlerin yazılı kaynaklara dayanarak yaptırdığı numunelerini sergiler. Müzede 800 eser sergilenmektedir.2 400.000’den Fazla Eser İncelemesi Fuat Sezgin; coğrafya, seyahatnameler, matematik, astronomi, tıp, felsefe, müzik, nümizmatik (eski para inceleme bilimi) tarih yazımı, bilimler tasnifi ve diğer konularda yazılmış orijinal eserlerin tıpkıbasımlarını ve bu konuda araştırmalar yapmış olan Batılı bilim adamlarının çalışmalarının yeniden basımlarını içeren seriler halinde 1400 cilt kitap neşreder, ekibiyle beraber.3 Gerek müzelerdeki eserlerin sergilenmesi, gerekse diğer çalışmalar için 60 ülkede 400.000 cilt eser incelendi. Gençlere Şunu Tavsiye Eder Fuat Hoca “İlim erbabı olmak için dünyanın nimetlerinden feragat edebilmek, züht içinde yaşamasını bilmek lazım.  Ben 50 yıldır evden çıkarken çantama küçük bir ekmek parçası koyarak çıkıyorum. Çalışma odamdaki peynir ve reçeldir öğle yemeğim. 10 dakikayı geçmez. Tatlı bir sabır… Ve en önemlisi Allah korkusudur. Allah’ın bütün hareketlerimizi bilme şuurudur. Aklınızla ve bedeninizle masa başına oturun. Benim de zaman zaman yorulduğum oluyor, dinlenmek, tatil yapmak istiyorum. Sonra zaman geçiyor, diye kendime kızıyorum ve çalışmaya başlıyorum.”4 Gelecek yazımızda Fuat Hoca’nın İslam âlemine sağladığı kazanımlarda buluşmak üzere Allah’tan kendisine rahmetler dileyelim.  Kaynaklar: 1- Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, hadis no: 1745, 1751. 2- Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, Timaş Yayınları, s. 40.3- Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, Timaş Yayınları, s. 39.4- Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, Timaş Yayınları, s. 85.

Mustafa YANKIN 01 Nisan
Konu resmiŞahitlik ve Şehitlik Üzerine
Kültür ve Medeniyet

Günümüzde şehitliğin çok geniş anlamda hatta gerçek anlamı dışında bile kullanıldığına şahit oluyoruz. Şahadet kelimesi  şahitlik,  şehit ise şahit anlamına gelir. O zaman şahit olunan şey nedir? İnsan neye şahit olur ya da olmalıdır? İnsanın şahit olduğu en büyük gerçek nedir? Gibi pek çok soru akla gelmektedir.  Bu dünyaya gelen insana sadece bir cümle konuşma hakkın olacak dense bu kişinin bu dünyada söyleyeceği veya söylemesi gereken bu cümle ne olur ya da ne olmalıdır? İşin hakikatini söylemek gerekirse  bu cümle kelime şahadet cümlesi olur. Bir insanın diliyle söylemesi ikrar etmesi gereken kalbe ve vicdana huzur veren bu cümle  kelime-i şahadettir.  Kâinattaki en büyük sır ve en büyük hakikat Allahın varlığı ve birliği başta olmak üzere iman esaslarıdır.  Şehitliğin diğer bir anlamı ise canlı cansız her şeyin bir insanın haline şahitlik etmesidir. Yaşadığımız dünya hayatına  şahadet âlemi denir. Şahitlikten kasıt insanın şahitlik etmesi gereken hakikate şahitlik etmesi ve bu şahitliğine de çevresindeki canlı cansız her şeyin şahitlik etmesidir. Üzerinde durduğumuz konu açısından bu şahitliğe mazhar olan bir insan derecesine göre  bir cihetle şehit olur. Bunun haricindeki şehit tanımlamaları İslamiyet’in dışında kalır. Müslüman’ım diyen birinin en büyük gayesi; bu iman esaslarına iman etmesi, buna göre düşünmesi ve bu iman esaslarını diğer insanlara ilan etmesidir. Ezan bu ilanın bir parçasıdır. Ezan İslam’ın şiarıdır. Şahsi farzlardan bile daha kıymetlidir. Müslümanlar bir memleketi fethettiğinde ezan okunacak bir camiyi fethin sembolü olarak ilan etmişlerdir. Bunun neticesinde fethedilen toprak parçası vatan olmuştur. İşte bunun için nebevi kelamda “Vatan sevgisi imandandır.” denmiştir. Müslümanlar tarih boyunca başka toplumları Müslüman yapmak için savaşmamıştır. Çünkü bir insanı Müslüman yapmak kulun vazifesi değildir. Bir Müslüman’ın  vazifesi  hak ve hakikatin ilanının önündeki engelleri kaldırmak için imkanı nispetinde mücadele etmektir. Hakk  ilan edildikten sonra dileyen kabul eder.  Buradaki inceliğin çok iyi kavranması gerekir. Buradan hareketle  gerçek anlamda din ve vicdan özgürlüğü mensubu olduğumuz medeniyet kodlarında görmeliyiz.  Bunun için Müslümanların idaresine giren farklı toplumlar, milletler din ve inançlarını hiçbir baskıya maruz kalmadan yaşamışlardır. Bunun tersi durumda ise Müslümanlar baskı ve zulme maruz kalmıştır. Bunun için müslümanlar yeryüzünde bir vatan parçasına sahip olmak zorundadır. Yoksa hayatı, malı, namusu, ırzı, inancı tehlikeye girmektedir. Günümüzde yaşanan hadiseler bunun en canlı şahididir. Dünyanın neresinde olursa olsun  Müslüman azınlıkların   dünya üzerinde  güçlü bir İslam devletinin  himayesine muhtaç olduğu artık bir zorunluluktur.  Bunun çözümü ise devletimizin ve milletimizin öncülüğünde  İtthad-ı İslam’ın  pratiğe geçmesidir.  Günümüzde bir diğer meselede;  Müslüman gözüküp Müslümanları bölmek için  İslamiyet aleyhine çalışan münafık guruplardır.   Müslüman yurdunu bir virüs gibi gasp eden eşkıyaların dinsiz eşkıyalardan bir farkı olmadığı herkesçe görülmüştür. Çünkü bunlar ehli küfrün bir maşası bir piyonu rolündeki münafık güruhlardır.  Bunlarla gerçek anlamda mücadele eden ise Mehmetçiğimiz olmuştur. 15 Temmuz sonrası Fırat kalkanı vb harekatlarda görülmüştür ki  devlet kurma sevdasında olan  din kisvesi giymiş eşkıyalar yenilgiye uğrayınca  bir anda buhar olup ortadan kaybolmuştur. Lavrens gibi yalancı din  kisvesiyle insanları  kandıran guruplar  İsrail başta olmak üzere  Batı’daki derin yapılar tarafından bizzat desteklenmektedir. En önemli meselelerden biri de  küresel  düzeyde İslamiyet aleyhine ve ülkemizde  ise İslam’a gönül verip hizmet edenlere karşı yanlış bir algının virüs gibi zihinleri işgal etmesidir. Küresel düzeyde faaliyet gösteren şer akıl;  piyonlarıyla 15 Temmuz’da amaçlarına kısmen ulaşmıştır.  Bu şer odaklar sinsice meşru olmayan ve nefse hoş gelen şeyleri bilhassa medya yoluyla pazarlayıp mesela aile yapısını çökertmek gibi benzeri tertip içine girmektedirler. Aynı zamanda  ahlak terörüyle   genç nesillerde dine ve kendi  değerlerimize  olan ilgiyi  kırmaktadır. Bu durum kendi evlatlarımızı kendi elimizle düşmana teslim edip mankurtlaşmasına seyirci kalmaktır. Bir mütefekkirimizin ifade et­tiği gibi cemiyet  can damarını koparan hasmını dost zan etmektedir. Müslüman feraset ehli olmak yada ferasetle hareket  edenlere taraf olmak zorundadır. Kimin ne olduğunu neye hizmet ettiğini bilmelidir. Ta ki Müslüman’ca bir duruş sergileyebilsin. Suyu  bulandıranlar açığa çıkarılarak   samimi Müslümanlar ile karanlık odaklara hizmet edenler ayırt edilebilsin.  Doğru İslamiyet’i doğru bir şekilde öğrenerek maddi ve manevi ilimleri tahsil edip vatana millete ve insanlığa hizmet edebilsin. Bir  müslümanın bu dünyada en büyük gayesi ve hedefi  hak ve hakikate hizmettir.  Bu uğurda çalışırken, kafa yorarken, uykusuz kalırken, malından,  ca­nından vatanı uğrunda fe­da­kâr­lık yaparken ölürse Allahın izniyle şehittir. İmanın zaafa uğradığı bu zamanda en büyük amacımız kuran harfleri ile insanların bilhassa gençliğin imanlarına hizmet etmek olmalıdır. Bu sayede milletimiz Allahın izniyle maddi ve manevi olarak özgüvenini kazanıp şanlı mazisinden ilham alarak daha da güçlenecektir. İmanın özünde gerçek anlamda maddi ve manevi bir inkişaf vardır. Asrı saadetten sonra Müslümanların doğudan batıya geniş bir coğrafyada kurdukları devletler bilimsel anlamdaki gelişmeler ve nice devletler kurarak huzur ve adaleti dağıtan ecdad  bunun en güzel şahididir. Koca bir medeniyet çınarı cihan harbiyle yüz binler şehit vererek kurumaya yüz tuttu derken   Anadolu’nun gül bahçesindeki koca çınarın altında  Anadolu çeşmesinden akan  iman   suyu ile 1400 yıllık medeniyet çınarı  çok daha güçlü bir şekilde asli köklerinden yeni sürgüler vererek umudları tazelemiştir. İşte bu iman gücüyledir ki Çanakkale geçilememiştir. 15 Temmuz’da tanklar cesur ruhları ezip geçememiştir. Bütün bir dünya bunun en büyük canlı şahidi olmuştur.   İnsanı ihya etmenin  temeli imandır. İnsanın  maddi ve manevi huzuru ancak imandadır Tarih boyunca yüzer milyon başların feda olduğu bu kutsi dava iman davasıdır. Tahammülü zor şartlara mahkum edilen mezarı meçhul bir vatan kahramanı sadece dünyasını değil gerekirse iman davası uğrunda ahretini bile milletinin ve insanlığın selameti uğruna feda edebileceğini  yürekten haykırmıştır. Defalarca zehirlenerek hayatına kast edilmiştir. Öldüğünde mezarında dahi rahat bırakılmamıştı. Malum odaklar bir taraftan bu ülkenin seçilmiş bir başbakanını asarken diğer taraftan bir vatan kahramanını mezarında bile rahat bırakmamışlardı. Peki suçları neydi? Tarih boyunca yüz binler kahraman şehidimizin uğruna canını feda ettiği Kelime-i Şahadet’in milletimizin ruhuna nakış olan gerçek haliyle ucu göğe bakan ve  mürekkebi kağıda akan kalemlerle neşir ve ilan edilmesiydi. Bizden gözüküp bizden olmayanlar görünür düşmandan yüz kat daha zararlıdır.  İşte bunlar ki  İlayı Kelimetulah uğruna canını feda eden şehitlerimizi suçlu ilan edip Cengiz Topelleri hunharca  şehit edenlerin heykelini dikmişlerdir.    “Yirmi beş milyon Türk cemiyeti namına bir Said değil, bin Said feda olsun!  Milletimin ima­nını selamette görürsem ce­hennemin alevleri içinde yan­maya razıyım. Çünkü vücu­dum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” Hz Ebubekir misali sadece dünya hayatını değil ahretini bile milletinin selametine  feda eden bir şehidi sevmeyip de kimi seveceğiz Allah aşkına söyler misiniz.? Mehmetçiğe kurşun sıkanlara gülücük dağıtıp Mehmetçiğimizle omuz omuza  savaşanlara terörist mi diyeceğiz. Dünya tersine mi dönmeye başladı ne? Bir mikrop yüzünden hürmetsizce yapılan kulelerin gölgesinin düştüğü Kabe’de bile dönüşler azaldı.  Güneşin battığı yerden doğuşunu seyretmek yada var gücümüzle kalemle ilimle bilgiyle sanatla marifetle yeri geldiğinde zalimlere namluyla İHAyla SİHAyla velhasılı yetiştireceğimiz   maddi ve manevi neferlerimizle şahadete koşmaktan başka çaremiz varsa söyleyin! Ak ciğerlere bulaşıp dünya ha­yatını karartan virüsünden zi­ya­de zihnimize beynimize kal­bimize bulaşan virüslerden ko­runmalıyız. Çünkü bu virüs in­sanın ebedi hayatının karmasına neden olabilir. Şehit demek;  dünyasını feda ederek ahretini imar edendir. Biz ne yapıyoruz?   Dünya hırsımızla dinimizi mukaddesatımızı  ve ahretimizi feda ediyoruz. Bir virüsten korkup  raflardaki makarnaları evimize yığıyoruz.  Fırsatçılık yaptığımızı zan ederek  Allahın rızasını kazanmak gibi bir fırsatı kaçırıyoruz. Ben öleyim vatan millet sağ olsun diyen şehitlerimizi örnek alıp ben aç kalayım milletim tok olsun diyerek tedbirimizi alıp takdiri Allaha bırakmalıyız.  Tedbire uyup takdire inanan bir millet  olarak  Allahtan başka hiçbir şeyden korkmadığımızı bütün dünyaya ilan edip kainatta zerre miktar tesadüfe yer olmadığına itikat ederek Güneş’in batıdan doğmasından önce hak ve hakikat güneşinin doğması için cehd etmeli değil miyiz. Tatil mi? Ayşe tatilde deyip yavru vatana sefere çıkan biz değil miyiz? Mehmet tatilde deyip fırsat bu fırsat beş kıtaya sefere çıkma vakti. Sefer bizden, zafer Allahtan! Lâkin bu sefer önce bizden sonra hane halkımızdan başlıyor. Dünyanın ıslahı kendi ıslahımızdan geçiyor. Kendi dünyasını ıslah edemeyen  dünyayı  ıslah edemez. Bu ıslahat fermanı ilahi fermanla olacak bir ıslahtır. Kimse kusura bakmasın Avrupai tarzda ıslahın hükmü bitmiştir. İsteyen Avrupa sınırımızda yerini yurdunu kaybedenlere kimlerin nasıl davrandıklarına bir baksın.  Batı çöküyor. Güneş doğudan doğacak! Tatil deyip akşama kadar yatarsak güneşin batışını seyrederiz ancak.

Halil KATMERLİKAYA 01 Nisan
Konu resmiRİSALE-İ NURLAR HAKKINDA NE DEDİLER 8
Risale-i Nur

Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nur ile irtibatı kuvvetli olan Irak’lı Dr. Muhsin Abdulhamid1, Bediüzzaman Hazretleri ve Risaleleri hakkında birçok makale yazmıştır. Üstad Hazretleri hakkında yapılan birçok sempozyum ve konferanslara ilmi makaleleri ile katılmıştır. İmam Nursi hakkında yazdığı en meşhur kitabı “Bediüzzaman’ın Müceddidlik Göstergelerinden” kayda değer bir kitaptır. Bu kitabından derlenmiş Üstad Hazretleri ve Risale-i Nur hakkındaki görüşlerini sizlere arz ediyoruz.2   Bediüzzaman Said Nursi İslam Tarihinin En Büyük Müceddidlerindendir Müceddid Bediüzzaman Said Nursi’nin eserleri Risale-i Nur’ lar sahili olmayan bir deniz gibidir. Çünkü Risale-i Nurlar, Peygamber Efendimize (asm) inzal edilen Kur’an-ı Kerim hakkında çok derin ve yoğun bilgiler içermektedir. Ve mücessem Kur’an olan Kâinat hakkında afaki ve enfüsi daireleri izah eden çok enfes manaları ihtiva etmektedir. Aynı zamanda burhan-ı natık olan Muhammed Mustafa (asm) hakkında da açıklayıcı bilgiler vardır. İmam Nursi, Esma-ı İlahiye’yi kâinatta, insanda ve hayatta keşfeden risaleler ile maddeperest asrın karanlıkları dağıtmak istedi. Bu risaleler vesilesiyle Allah birçok Müslümanı ve gayrimüslimi hidayete sevk etti. Allah, kahraman Türk halkına yaşadığı zorlu günlere ve çektiği sıkıntılara binaen Rabbani, Münevver bir âlimi nasip eyledi. O âlim zat; azametli mürşid, büyük mürebbi ve temiz siyasetli Bediüzzaman Said Nursi’dir. Bu zor çekişmelerin yaşandığı hayata en büyük kapıdan güçlü bir mücadeleci olarak girdi. Allah’tan başkası­na itimat etmedi. Gafilleri uyardı. Cahillerin cehaletini iza­le etmeye çalıştı. Zalimlerin yü­züne hakikati haykırdı. Sağlam, zilleti reddeden, izzeti ihya eden, hikmet ile hareket etmesini bilen, Allah Resulünün (asm) arkasından giden, Kur’an ümmetine ait olduğu için iftihar eden, enaniyeti ve zulmü reddeden, milliyetçiliği esas alan medeni­yete karşı mücadele eden, uhuvveti, hakkı, muhabbeti esas alan bir nesil yetişmesi için planlar yaptı. Yazdığı eserler telif edilir edilmez, ay ışığının karanlık gecede yayılması gibi, teftiş altında, uzak yakın bilmeden, düşmanlarının oyunlarına rağmen nurlu bir şekilde yayılmaya başladı. Yayılan bu risaleler kalplere nüfuz etti, gafil cesetleri yararak zehirlenmiş akıllara tiryak olmaya başladı. Akılları ve kalpleri imanın nuruyla ihya etti. Kur’an’ın misk-i amber kokusunu o kalplerde yaydı. Çünkü bu risalelerin sünnet merkezli bir yolu, hikmet ile hareket eden tarzı ve üslubu vardı. Bu üslup ve anlatım tarzı ile fikr-i küfriyi yaymaya çalışanları iskat edip ilzam etti. Bu fikrin mensupları çok sert ve kaba üslup ile Üstadı hapisten hapise, sürgünden sürgüne gönderdiler. Bütün bu zorluklar onun imanını, himmetini arttırdı. Savaş, sürgün, hapis, açlık, zehir… Bunların hiçbiri onun azmini ve himmetini kıramadı. Risale-i Nur bu asırda Kur’an’ın en derin ve murad-ı İlahiye en yakın manayı veren tefsirlerindendir. Nursi hayatı boyunca kendini Kur’an’ın bir talebesi ve Peygamber Efendimiz (asm) sünnetine tabi olan bir itaatkâr olarak tanımladı. Risale-i Nur talebelerine arkadaşlık etmeyen, derin bir imana, yüce ahlaka sahip ve sükûnete sahip bu yeni nesille beraber olmayan, İmam Nursi’nin toplumda özellikle yeni nesilde oluşturduğu derin etkiyi ve tesiri anlayamaz. Bediüzzaman Üstadımız öyle güçlü bir imana, sağlam iradeye, izzet-i nefse ve cesarete sahipti ki; hayatında birçok savaşı iyi bir şekilde yönetmiştir. Zalim hâkimlerin karşısında hakkı ve hakikati korkmadan haykırmıştır. Ama bu üslubun ve yöntemin bu asırda ümmetin faydasına olmadığı gayet iyi biliyordu. Bu ümmet bu sıkıntılı anlarında şehitlere muhtaç olduğu gibi, hikmetle hareket eden, ümmetin imanını kurtarmayı esas alan, cehalet ve batı medeniyeti sellerinin karşında kale olan âlimlere de muhtaçtır. İşte bu İmam Nursi, allame, mütekellim ve müceddid… Onun parlak risaleleri vasıtasıyla kâinatı ve insanı yeni bir pencere ile keşfediyoruz. Verimli bir bahar şöleni izler tarzda havasında okuyanını tefekküre sevk ediyor. Batı kültürü vasıtasıyla planlanıp çalınmaya çalışılan bu ümmetin imanını kurtarmak için tefekkür şöleni ile Marifetullah ufkunu genişlettirip imanını ziyadeleştirir. O zaman Üstad Said Nursi’ nin tecdidi metodu ve üslubu belli bir zamana bağlı, aşamalı bir metot ve sadece belli başlı problemleri ve hastalıkları tedavi etmek için değildir. Belki ümmete yön verip bir müspet hareket etmesini sağlayacak şümullü bir metot ve bütün manevi hastalıları tedavi edecek bir özelliğe sahiptir. Bunu da asrın diliyle, ikna metoduyla yapmaktadır. Eski mütekellimlerin ilimleri kitaplardan idi. Fakat İmam Nursi’nin ilmi kitaplardan başladı, sonra Kur’an-ı Kerim ve Efendimiz (asm) ile kâinata intikal edip, toplumsal iman hareketi haline döndü. Toplumda bozulmaya çalışılanı ıslah etme hareketidir. Sade ve sınırlı ilim ile tatbik edilmiş mutlak ilim arasında ne kadar fark olduğu malumdur. İmam Nursi’nin kıvrak zekâsı, verimli hayali, yüce ihlası, geniş bir İslami kültüre sahip olması, beşeri ilimlere vukufiyeti, derin tefekkürü bu şekilde kıymetli Kur’ani nur risalelerin yazılmasını netice verdi. Bu 130’u aşkın risaleler sistemsiz telif edilmemiştir. Belki kevni ve insani marifeti arttırıp tefekkür ufkunu genişletmek için dakik bir sistem ile telif edilmiştir. Risale-i Nurları dikkatli bir şekilde iki defa mütalaa ettim. Bu mütalaalar neticesinde (Nursi, Modern Asrın Kelam Âlimi) kitabımı telif ettim. Sonra Ayetü’l-Kübra risalesini mütalaa ettim. Sonra çok kıymetli bir kitabı olan İşaratü’l-İcaz adlı kitap hakkında Bağdat Üniversitesi İslami İlimler Fakültesinde birçok dersler ve seminerler verdim. Irak’ta ve Irak’ın dışında yazılmış birçok ilmi makaleleri okudum ve şu neticeye vardım: Bediüzzaman Said Nursi İslam tarihinin en büyük Müceddidlerindendir. Özellikle büyük fitnelerin olduğu, İslam medeniyetinin gerilemeye başladığı, batı medeniyetinin İslam âlemini doğrudan veya dolaylı etkisi altına aldığı, Müslümanların batının askeri ve siyasi savaşları karşısında mağlup olduğu, âlem-i İslam’ın kalbi olan Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulduğu bir asırda gönderilen Müceddidtir. Said Nursi zamanının evladıydı. Bütün fikirleri mütalaa etti. Tarihten ve yaşadığı hadiselerden ibretler çıkardı. İfsat yollarını öğrenip ıslah silahını geliştirdi. Ümmetin ayrılma ve parça parça olma sebeplerini araştırdı. İslam âlemi ve Türkiye’nin geçirdiği sıkıntıları bütün aşamalarıyla gördü. Kısacası yaşadığı asrın bütün inceliklerine hâkim olup, İslam âlemi için çözümler ve reçeteler yazmaya başladı. Tabii bütün bu okumalar öncelikle onun şahsiyetinin oluşumunu sağladı. Şahsiyeti ise, terbiyede ve yetişmede eşsiz bir şahsiyettir. Harikulade zekâsı, sebatı, izzeti, tevekkülü, zühdü son derece eşsiz olup şahsiyetini oluşturmaktadır. Mevcudatın derinliklerini keşfetmede ve cemaline olan hayranlık alanındaki yönüyle de, evliyalar arasında velayet-i uzmaya yaklaşan bir dehası vardır. Yani o bu yönüyle kâinata ve mevcudata olan muhabbet ve sevgisiyle bütünleşmiştir. Her bir mevcuttan tevhide giden bir yol bulmuştur. Bu eşsiz muhabbet ve sevgi ile şeytanın temsil ettiği şirk ve küfür fikrine karşı mücadele etmiştir. Tevhidi ikrar ve ilan etmiştir. Tahsil ettiği ilmi marifetler vesilesiyle Müslüman toplumların her bir parçasını sapıklıktan ve sapkınlıktan kurtarıp sırat-ı müstakime yöneltmek için bizzat kendisi tedavi etmiştir. Risale-i Nurları idrak ederek mütalaa edenler, İmam Nursi’nin eserlerinin diğer muasır müceddidlerden farklı olduğunu çok çabuk fark edecektir. Afgani, Muhammed Abduh, Muhammed İkbal, Hasan Elbenna ve Abdülhamit bin Badis (Allah hepsine rahmet eylesin) emsali muasır âlimlerden farklı olduğunu mülahaza edecektir. Bu mübarek zatlar, zamanın ve mekânın şartları, onların İslamiyet’in en cüz’i meselelerini akli ve mantıki delillerle ispatına müsaade etmemiş, İslam hakkında kafalarda olan şüphe ve sorulara cevap vermemişler, Küfür düşüncesiyle fikri bir çatışmaya girmemişler belki sistemlerini kurup, yönlendirici bir mürşid konumunda olmuşlar. Muasır İslam düşüncesinin esaslarını beyan edip, problemlerin izalesini ve manevi hastalıların tedavisini kendi etba’larına bırakmışlar. Yalnız İmam Nursi’nin yaşadığı zaman ve ortam şartları, onun bu yalnızlık meydanın süvarisi eyledi. Öyle ki; toplumunu fikri, ilmi ve irşatsal hareketlerle doldurdu. Hastalıkları birer birer tedavi etti. Bu hususta ilmi dehasını kullandı. Bu fikri çatışmalarda ümmetin muvaffakiyeti için hayatını, ilmini, cesaretini teshir etti. Allah ona binlerle rahmet eylesin. Âmin.

Rıdvan ABUD 01 Nisan
Konu resmiRamazan Öncesi Sağlıklı Sahur ve İftar İçin Hatırlatma
İtikad

Selamünaleyküm. Ramazan’ı karşılayacağımız Nisan ayında sahur ve iftar için doğru öğünler nasıl olmalıdır, kısaca hatırlayalım istedim. Yazımın sonuna da örnek bir liste ekledim. Kamerî aylardan olan Ramazan ayı Arapça ‘Remd’ kökünden türemiştir. Güneşin yakıcı sıcaklığı anlamındadır. Oruç ayına bu ismin verilmesi, ateşin herhangi bir şeyi yakıp bitirmesi gibi, orucun da günahı yok ettiği içindir. (Ragıp el-isfahani, Müfredat) Nasıl ki namaz için alınan abdest gün boyu bedeni temiz tutuyorsa, oruç da hem arınma sağlar hem de bedenin fiziksel aktivitesini güçlendirir. On bir ay, gün boyu tüketilenleri sindirmekle görevli olan ağız, mide, karaciğer gibi sindirim organları Ramazan ayı boyunca yavaş çalışarak dinlenirler. Bu sayede problemleri varsa giderilir. Oruç ile beden yıl boyu biriktirdiği kirlerden ve yağlardan arınır. Oruç ibadeti de diğer ibadetlerde olduğu gibi kulun sağlığına fayda sağlar ve bu farziyetteki hikmetleri modern tıp yeni yeni fark etmektedir. Hristiyan bir doktor, Ali b. Hüseyin’e (ra), “Kuran-ı Ke­rim’de tıpla ilgili bir şey yoktur” deyince, Hz. Hüseyin, “Allah-ü Teala Kur’an-ı Kerim’de tıp ilmini yarım ayette özetler” diye cevap verir. Bu cevap üzerine meraklanan Hristiyan doktor bu kez, “O hangi ayettir?” diye sorar. Ali bin Hüseyin, “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz ayetidir.”1 buyurur. Bunun üzerine doktor, “Peki Peygamberiniz tıpla ilgili bir şey söylemiş midir?” diye sorar. Hz. Hüseyin bu kez de “Peygamber (sav); mide, hastalıkların evidir, perhiz ise tedavi ve ilaçların başıdır. Her vücuda alışık olduğu şeyleri veriniz, buyurmuştur.” dediğinde Hristiyan doktor şu çarpıcı cümleyi söyler: “Sizin kitabınız ve peygamberiniz tıp konusunda Calinus’a2 hiçbir şey bırakmamıştır.” Oruç tut! Sıhhat bul! Sıhhat bulunan oruç nasıl olmalı? Sahurda nasıl ve ne yemeli, ne yememeli? Enes b. Malik’ten (ra) gelen rivayette Resulüllah (sav) şöyle buyurur: “Sahur yemeği yiyin, zira sahurda bereket vardır.”3 Efendimiz (sav) sahurda yemek yememizi istiyorsa, ihtiyacımız olmasa bile sadece onun (sav) arzusu ve hatırı için kalkıp sahur yemeği yemek, hiç olmazsa bir bardak su içmek gerekir. Başka bir hadiste Allah’ın Peygamberi (sav) şöyle buyurur: “Sahur berekettir. Bir yudum su ile de olsa onu terk etmeyiniz. Şüphesiz sahur yiyenleri Allah bağışlar, melekleri onun için dua ederler.”4 Seher vaktinde uyanıp sahur yemeği yemek hem orucun sağlıklı bir şekilde tutulmasını sağlayacak hem de bedenin en azından su ihtiyacı karşılanmış olacaktır. Ancak günümüzde, toplumumuzda hem sahurda hem de iftarda tüketilmemesi gereken ne varsa tüketiliyor. Sahur için en az yarım saatlik bir zaman ayrılmalıdır. Bunun için imsak vaktinden 45 dakika önce uyanıp, abdest aldıktan sonra iki rekât da olsa namaz kılmak, bedeni uykunun mahmurluğundan kurtaracaktır ve böylece yemek yemeye hazır hale gelinecektir. Nasıl bir iftar? Nasıl iftar edilmesi gerektiğini de Efendimizden (sav) öğreniyoruz: “Sizden biriniz orucunu açacağında hurma ile açsın. Çünkü o hurma bereketlidir. Hurma bulamayan su ile iftar etsin. Çünkü su temizdir.”5 Konuyla ilgili Enes’ten (ra) gelen diğer bir rivayette ise şöyle deniyor: “Resulüllah akşam namazını kılmadan önce birkaç yaş hurma ile iftar ederdi. Eğer yaş hurma bulamazsa, birkaç kuru hurma ile orucunu açardı. Şayet kuru hurma da bulamazsa birkaç yudum su içerdi.”6 Mervan İbn-i Salim (ra) ve İbn-i Ömer (ra), iftar edilince Efendimizin (sav) şöyle buyur­du­ğunu rivayet ediyorlar: “Su­suz­luk gitti, damarlar ıslandı, İnşallahu Teâlâ sevap kesinleşti.”7 Ezan okunduğunda önce Efendimiz (sav) gibi yaş veya kuru hurma ile besmele çekerek iftar etmeli, ardından da yine Efendimiz (sav) gibi “Ey Allah’ım! Senin rızan için oruç tuttum, sana inandım, sana tevekkül ettim, senin rızkınla orucumu açıyorum”8 şeklinde dua edip birkaç yudum su içilmelidir. Bir meyve ya da salata yedikten sonra mutlaka kalkılmalı ve akşam namazı kılınmalıdır. İftar sofrası diğer günlerdeki sofralardan farklı olmalıdır. Ramazan geldiğinde mutfaklardaki ve sofralardaki yemek çeşitliliği kesinlikle artmamalı bilakis azaltılmalıdır. Bu şekilde olmazsa oruç anlamını yitirecek, maddi ve manevi faydası azalacaktır. Aç mideye aralıksız yemek doldurmak sindirim sistemini çok rahatsız eder. Üzerine hazmetmek için maden suyu içmek çözüm getirmeyecektir! Akşam namazı sonrasında da 25-30 dakika süreyle yavaş yavaş yenilmelidir. Bazı kimselerin bir yudum su üstüne sigara yakmaları bedenlere yapılan büyük bir zulümdür. Namaz sonrası ikinci bölüme ev yapımı ılık bir çorba ile başlayıp sulu yemek, pilav, hoşaf, yoğurt ya da ayranla devam etmek doğru bir tercihtir. Üstüne en fazla bir bardak su içip teravihe hazırlanılmalıdır. Teravihe gidilmeyecekse çay, ye­­mekten en az bir saat sonra içil­­melidir. Gidilecekse teravih dö­­nüşüne bırakılmalıdır. Teravih sonrası bitki çayları ve bol su içilmelidir. Aralarında bir saat­­ten az zaman dilimi olmamak şartıyla meyve tüketilebilir. Aşağıya örnek bir menü yazı­yorum. Arzu eden uygulayabilir. Sahur - 2 su bardağı su - 1 dilim peynir (30 gr) - 1 adet haşlanmış yumurta ve­ya yağsız tavada menemen ve­ya omlet - 2 tam ceviz içi - 1 porsiyon meyve - 1/2 su bardağı süt veya yoğurt veya ayran veya cacık (100ml) - Domates - Salatalık - Çiğ sebze - Yeşillik (yağsız) - 2 ince dilim tam buğday ekmek (50 gr) İftar - 1 tane hurma - 1 su bardağı su - 1 kepçe çorba Çorbadan sonra 10 - 15 dakika ara verilmeli - 3 köfte kadar et / tavuk / balık (90 g) (haşlama / ızgara / fırında) veya 2 dilim peynir veya 5 - 6 yemek kaşığı kurubaklagil yemeği - 5 - 6 yemek kaşığı sebze yemeği (susuz, patatessiz) - 1 su bardağı yoğurt veya ayran veya cacık (200ml) - Salata (1 tatlı kaşığı zeytinyağlı, mısırsız) - 1 - 2 dilim tam buğday ekmeği (25 - 50 gr) veya 1 / 8 dilim pide Ara Öğün 21.30 - 1 fincan bitki çayı - 1 porsiyon meyve - 8 - 10 adet fındık veya badem veya Antep fıstığı veya 2 tam ceviz içi Ara Öğün 23.00 - ½ su bardağı süt veya yoğurt veya ayran veya cacık veya kefir (100ml) Not: - Günde en az 2 litre (10 bardak) su - 2 top meyveli veya vanilyalı dondurma veya 200 kalorinin üzerine çıkmayacak dondurma veya 1 küçük kâse sütlü tatlı iftar sonrası ara öğünler yenmeden yenilebilir. Ramazanımız tüm İslam âle­mine hayır getirsin. Rabbim oruçlarımızı kabul etsin. Kaynaklar: 1- Araf Suresi, 312- Calinus: Galenous (Galen) olarak bilinen zamanın tıp bilimine hâkim olan bir hekimdir.3- Buhari, Savm, 204- Ebu Davud, 9/1995- Tirmizi, Savm 10; Ebu Davud, Sıyâm 216- Ebu Davud, Savm 217- Ebu Davud, Savm 228- اَللّهُمَّ لَكَ صُمْتُ وَ بِكَ آمَنْتُ وَ عَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ وَ عَلَى رِزْقِكَ أَفْطَرْتُ

Edibe BEKİN 01 Nisan