Çocuklar ebeveynlerin yansımasıdır derler, gelin buraya geçmişinizin çocuğunuzdan size yansıması olarak bakalım. Hayatın belli aşamalarında kendimizle, geçmişimizle ilgili zorluklar çocuklarımız tarafından tetikleniyor. Okula başlama süreci de bu aşamalardan sadece birisi… Hadi gelin okula başlama sürecinde bu sefer çocukları değil de “veliliğimizi” konuşalım. Farklı bir pencereden bakalım. İlk kez veli olan ebeveynlerin en az çocuklar kadar kaygılanmaları ve heyecanlanmaları çok normal. Çocuk sahibi olduktan sonra sahip olduğunuz “ebeveynlik” rolüne, yepyeni bir rol ekleniyor. Veli olmak. Tüm çocuklar biricik olduğu gibi ebeveynler de biricik. Bu sebeple ebeveyn olarak her birimiz bu süreçte farklı duygular hissedip farklı konular üzerinde düşünüyoruz. Okula başlama süreciyle ilgili tüm bilgilere sahip olsak da her birimiz kendi zorluğumuzla karşı karşıya kalıyoruz. Şimdi sizden bazı soruları düşünmenizi istiyorum… Okul, sizin için ne demek? Belki yeni bir başlangıç. Her yeni şey içinde bir miktar belirsizliği, beraberinde de kaygıyı getirir. Biraz kaygı hissetmeniz normal. Okul sizin için ne anlama geliyor? Yeni şeyler öğrenilecek bir kurum mu, gelişeceği ve bireyselleşeceği bir yer mi? Okulda sizce çocuğunuz ne öğrenecek? Herkese göre öğrenmesi gereken şey farklı olabiliyor. Okuldan ne bekliyorsunuz? Farkında olduğunuz beklentileriniz neler? Başarılı olmasını mı, kendisini ifade etmesini mi? Akademik başarı aksini iddia ettiğimiz yerlerde bile içimizden çıkan bir istek. Bir çocuğun okulda başarılı olması bir ebeveyn için gurur verici bir durum. Bu süreçte en çok zorlandığınız şey ne? Sizden ayrılmakta zorlanması ve uyum sağlayamaması mı? Okula başlama çocuğun hayatının başka bir aşaması ve ebeveynlerinden uzakta yeni bir ortamda yeni beklentilere uyum sağlaması zaman alabiliyor. Çocuğunuzun bu aşamaya gelecek kadar büyümüş olmasını fark etmek bizi hüzünlendirebiliyor. Önce hepimizin bir miktar kaygılanabileceğini, heyecanlanabileceğini ve/veya hüzünlenebileceğini kabul etmek gerek. Kabul etmek ve iç sesimizi duyabilecek kadar kendimizi de fark etmek gerek. Bu yeni rol için kendimize zaman tanıyarak ilerlemek gerek. Çünkü daha önce biz de çocuktuk ve biz de öğrenciydik. Hikâyemizde belki uykusuz geceler vardı. Belki okula gitmek istememeler… Anne babamızdan ayrılmak bize zor geldi belki, korkutucu ve yalnız. Belki bu sorumlulukların altında ezildik, çok çabuk büyüdük, fazla geldi. Yeterince oyun oynayamadık. Ödev yapmak istemedik. Bu sebeple cezalandırıldık, şart koşulduk. Anne babamız çok uğraştılar belki, tek bekledikleri “biraz daha yüksek bir nottu”. Neyi sevdiğimiz ve hangi konuda yetenekli olduğumuz hiç duyulmadı. Çünkü giydiğimiz formayı ancak yüksek not alırsak gururla taşıyabilirdik. Belki de akademik anlamda her şey yolunda gitti ama bir tek arkadaş bile edinemedik. İçe kapandık, diğerleri oynarken sınıftan onları seyrettik. Ya da belki teneffüse çıkamadık. Çünkü diğerleri tarafından zorlandık, engellendik, etiketlendik. Ne olduysa bize orada, geçmişimizde, bizi “Veli” olarak etkilemekte. Okula yeni başlayan çocuğun kaygılanışını kaldıramayışımız orada. Kapının önünde korku içinde gitmeyelim diye ağlayan çocuğumuzu duyamayışımız orada. Diğer çocuklardan küçük oluşunun verdiği endişe de orada. Bir an önce okumayı öğrensin istememizdeki telaş işte orada. Sınıfın birincisi olmasını bekleyerek, ödevlerinizi onun yerine yaparak yarıştırdığımız veliliğimiz de orada. Ya da başka çocuklarla ilişki kuramayışındaki çaresizlik. Örselendiğinde, etiketlendiğinde ağlayışını susturma çabamız tam orada. Bir veli olarak bizi daha hassas kılan her ne varsa aslında orada bizim geçmişimizde. Artık büyüdük ve okullu olduk. Çocuğumuz ile beraber gelen ve tetiklenen bütün duyguları fark edelim. Fark edelim ki okul döneminde önümüze çıkan zorlukların asıl sahibi kim bilelim. Hassas olduğumuz konularda kendi yaralarımız varsa görelim. Görelim ki kendimizi de şefkatle saralım. Böylece kendimize verdiğimiz desteği çocuğumuzun yeni okul döneminde zorlandığı anlarda ona da verebilelim. Okullar açılıyor, tüm ebeveynlere başarılar dilerim.
Magnezyum stresin, geçmeyen yorgunluğun, uykusuzluk problemlerinin panzehiri gibidir. Ve kişiyi çok güçlü rahatlatma etkisine sahiptir. Gergin, kramplı bir kas parçası ya da depresif, yorgun, huzursuz, endişeli bir ruh hali olsun magnezyum eksikliğine işaret eder. Çünkü bu muhteşem mineral, -tesir Allah’tan- vücutta 300’den fazla enzim reaksiyonunda iş yapar. Depresyonum var. Kendimi huzursuz hissediyorum. Dikkat eksikliği hiper aktivite bozukluğu (DEHB) var. Kas ağrılarım var. Endişeli hissediyorum. Uykusuzluk çekiyorum ya da uykuya dalmakta zorlanıyorum. Kas seğirmesi var. Premenstrüel sendromum (PMS=Adet öncesi gerginlik) var. Bacak ve el kramplarım var. Huzursuz bacak sendromum var. Kalp çarpıntılarım, düzensiz kalp atım ritmi veya çarpıntılarım var. Sık sık başım ağrıyor, migrenim, vertigom var. Yutma zorluğu yaşıyorum. Reflüm var. Yüksek seslere karşı duyarlıyım. Kendimi sürekli yorgun hissediyorum. Astımım var. Kabızlığım var. Aşırı stresim var. Böbrek taşlarım var. Kalp hastalığı veya kalp yetmezliğim var. Mitral kapak prolapsusum var. Diyabetim var. İnsülin direncim var. D vitaminim yükselmiyor. Otizmim var. Fibromiyalji hastasıyım/Bel, sırt ağrılarım var. Menopozdayım (ya da pre menopoz). Haşimato, hipotiroidi gibi tiroid sorunlarım var. Koyu yeşil yapraklı sebzeleri, kabak çekirdeği, badem, kaju, avokado, kakao gibi besinleri az tüketiyorum. Yukarıda yazdığım şikayetlerden ne kadarına sahip olduğunuzu sorgulamanız size, magnezyumunuzun eksik olup olmadığını görmenizi sağlayacaktır. Ve eksiklik varsa ne kadar ciddi olduğunu anlamanıza yardımcı olacaktır. Verdiğiniz “Evet” cevabı ne kadar fazlaysa magnezyum eksikliğiniz o kadar yüksektir. 1-4 arası “evet” cevabı, düşük dereceli magnezyum eksikliği, 5-10 arası “evet” cevabı, orta dereceli magnezyum eksikliği, 10 ve üzeri “evet” cevabı, ciddi magnezyum eksikliği göstergesi olabilir. Günümüzde magnezyum eksikliği maalesef çok yaygın. Ancak pek çok insan bunun farkında değil. Çünkü normal kan testlerinde bu durum çok iyi tespit edilememektedir. Bunun sebebi ise, vücuttaki toplam magnezyumun az bir kısmı kanda bulunabilmektedir. Magnezyumun önemli bir kısmı kas ve kemiklerimizde bulunmaktadır. Bu, eritrosit içi ölçümlerle görülebilir. Magnezyum stresin, geçmeyen yorgunluğun, uykusuzluk problemlerinin panzehiri gibidir. Ve kişiyi çok güçlü rahatlatma etkisine sahiptir. Gergin, kramplı bir kas parçası ya da depresif, yorgun, huzursuz, endişeli bir ruh hali olsun magnezyum eksikliğine işaret eder. Çünkü bu muhteşem mineral, -tesir Allah’tan- vücutta 300’den fazla enzim reaksiyonunda iş yapar. Tüm dokularda bulunur. Özelliklede kemiklerimiz, beynimiz ve kaslarımızda yer alır. Hücrelerimizin ENERJİ ÜRETMESİ, birçok kimyasal aktivitenin yapılması, zarların dengelenmesi ve KASLARIN GEVŞEMESİ için gereklidir. Genel olarak şahısların beslenme sistemine baktığımızda, neredeyse hiç magnezyum içermeyen yani çoğunlukla un ve unlu mamuller, et ve süt ürünleri, yüksek oranda işlenmiş ve rafine edilmiş gıdalar içermektedir. Kronik stres altındaki hayatlar, özellikle geçirdiğimiz pandemi sürecinin de etkisiyle, çok yaygınlaşmıştır. Aşırı tuz, kahve, şeker ve fosforik asit tüketilmektedir. Aynı zamanda aşırı terleme ve âdet kanaması, kullanılan idrar söktürücüler, mide koruyucular, antibiyotikler, doğum kontrol hapları, antidepresanlar, bağırsak parazitleri, kronik ishal ve koronovirüs endişesi kaynaklı pandemi süreci magnezyum seviyelerinin düşürebilmektedir. Diğer yandan magnezyumun esas kaynağı olan magnezyumca zengin topraklar ve buralarda yetişen bitkiler gün geçtikçe magnezyum açısından fakirleşmektedir. Sonuç olarak, vücudumuz magnezyum kaybediyor ve biz bunu yerine koyamıyoruz. Peki çözüm nedir? Beslenmenizde magnezyumca zengin gıdalara bolca yer vermek, özellikle koyu yeşil yapraklı sebzeler, kabak çekirdeği, bamya, kakao, susam avakado, badem yemek bize yardımcı olacaktır. Diğer yandan stres, kahve, şeker gibi magnezyumunuzu tüketen şeylerden ve gereksiz ilaç kullanımından kurtulun. Ve rahatsızlıklarınıza uygun doktor gözetiminde magnezyum takviyesi alabilirsiniz. Hangi Magnezyum? Küçük bir bilgilendirmeyle konumuzu sonlandırmak istiyorum. Sindirim ve kabızlık için magnezyum sitrat, ağrı, kaygı, uykusuzluk, sinir sistemini yatıştırma, pms için magnezyum biglisinat, fibromiyalji, kas ağrısı, kronik yani geçmeyen yorgunluk için magnezyum malat, kas-eklem ağrısı, gerginlik için magnezyum sülfat, kalp sağlığı, kan şekeri dengesi, metabolik sendrom için magnezyum taurat ve beyin ve bilşsel sağlık, alzheimer, duygu durum bozuklukları için magnezyum treonat tavsiye edilir. Sağlıcakla kalın…
Coronavirüs salgını tüm dünyada etkisini sürdürürken insanlık, şartların da zorlamasıyla her alanda yeni arayışların içine girdi. Sanattan spora, eğitimden ekonomiye, hukuktan ticarete, siyasetten emniyete kadar pek çok sahada yeni güncel uygulamalara şahit oluyoruz. Dünya üzerindeki birçok ülke liderlerinin söylediği gibi, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”. Coronavirüs öncesi dünya yok artık. Her şey değişti. Değişecek. Tam da Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi: “Eski hâl muhal, ya yeni hâl ya izmihlâl.”1 Yani eskiye dönüş neredeyse imkânsız. Ya yeni hale ayak uyduracağız. Ya da mahvolup söneceğiz. Biz de bu yazımızda coronavirüs pandemisi etkisiyle öne çıkan ve eğitimde yeni bir model olan uzaktan eğitimi ve bu yöntemin Risale-i Nur hizmetindeki kullanımı ile ilgili düşüncelerimizi arz edeceğiz. Öncelikle Hz. Üstadın, zamanın şartlarına uygun hizmet tarzını tercih etmemiz gerektiğine yönelik tavsiyesine dikkat çekelim: “Bu zamanda Nûrlarla hizmet-i îmâniye her tarafta i‘lânâtla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur.”2 Evet, Risale-i Nur talebeleri her zaman ve zeminde iman hakikatlerini muhtaç gönüllere ulaştırmakla muvazzaf ve mükelleftirler. Gönüllere girmenin türlü türlü yolları vardır. Bu yolları araştırıp bulmaktır asıl vazife. Eskiden olduğu gibi diz dize, yüz yüze çalışmalar coronavirüs salgını nedeniyle yapıl(a)mıyor. Uzaktan eğitim ve sosyal medya üzerinden yapılan sanal dersler, tebliğler, etkileşimli eğitimler mecburiyet tahtında muhtaç gönüllere ulaşmanın yeni adresi oldu. Hazret-i Üstad, Risale-i Nur hizmetlerinin ve hakikatlerinin her zaman ve zeminde değişik alanlarda manevi yeni fetihler yapacağını, hiçbir şekilde bu vazifelerin kesintiye uğramayacağını şu cümlelerle açıklamaktadır: “Risale-i Nur bir cephede tevakkuf (duraklama) etse de başka cephelerde fütûhâtı o tevakkufun yerini tutar. ”3 Sevgili Üstadımız Risale-i Nur talebelerine şu mesajı veriyor: Bir cephede engeller çıkıp hizmetler yapıl(a)maz hale gelirse sakın ümitsizliğe düşüp vazifenizi terk etmeyiniz. Nasıl ve ne suretle bu vazifeyi ifa edebileceğinize kafa yorun. Mutlaka bir yol vardır. Arayınız, bulunuz. Şimdi bu açıklamalar üzerinden bazı ölçüleri not edelim: Ölçü: Nur talebeleri olarak madem hakikatleri neşretmek vazifemizdir. Coronavirüs salgını buna mâni olmamalıdır. Medrese ortamındaki çalışmalar, coronavirüs pandemisi nedeniyle tamamen durdu. Ama bizim için her ev bir medrese ve bir mekteptir. İman hakikatlerini yayma vazifemizi mutlaka yapmamız gerekiyordu. Bu vazifeyi yaparken teknolojinin imkânlarından azami derecede istifade etmek gerekir. Tabi teknolojiyi kullanacak yetkinliğe de sahip olmak gerekir. Külli hizmetlerin yapılabilmesi için gerekli teknik alt yapıyı ve bu alt yapıyı kuracak teknik kadroyu kurmak bu işin en önemli parçasıdır. Sosyal medyanın, televizyonların, radyoların önüne geçtiği ve müthiş bir hızla yayıldığı şu dönemde her alanda yerimizi almak artık zaruretin de önüne geçmiş durumdadır. İman hakikatlerinin tesirli bir şekilde neşri zaruri olduğu gibi insanların nazar-ı dikkatlerini çekecek derecede cazip bir tarz belirlemek de son derece önemlidir. Çünkü cazip bir şeyin sosyal medyada ve sanal alemde dünya çapında yayılması saniyeler içinde gerçekleşebilmektedir. Sanal medreseler bu vesile ile hayatımıza girmiş oldu. Ölçü: Uzaktan Etkileşimli Eğitim Modeliyle Hayrat Vakfı olarak icra ettiğimiz yaz okulu faaliyetleri, bize birçok hususta rehberlik ediyor/edecek. Her yaş grubuna hitap eden eğitim materyalleri, etkinlikler, eğlenceli yarışmalar, sanal oyunlar, aktif katılımlı eğitimler, Nur talebelerine yeni bir dünyanın kapısını açtı adeta. Evde bilgisayar başında binlerce insana ulaşabildiğimizi gördük. Adeta sanal bir medresede yüzbinlerce talebe ile bir nur hizmeti icra ettik. Namütenahi hamdolsun. Şimdi eldeki imkanlar ile yetinmeyip bu modeli geliştirmeye gayret etmeliyiz. Her yaş grubuna hitap edecek uygulanabilir ve sürdürülebilir belki de kur mantığı ile planlı, disiplinli programlar üzerinde çalışmalara hız vermeliyiz. Halkın dikkatini çekecek, Kur’an’a rağbeti artıracak, iman hakikatlerini akıllara, kalplere, ruhlara, nefislere nakşedecek yeni usullerin keşfine çıkmalıyız. Bir büyüğümüzün dediği gibi, “Başımızı kaşıyacak vaktimiz olmayacak artık.” Ölçü: Risale-i Nurun manevi fetihleri gittikçe artacaktır. Bir sahada geçici bazı arızalar sebebiyle manevi gelişme ve yayılmada duraksama olsa da asla tamamen durmayacağını bir kez daha gördük. Şimdi bize açılan bu sanal kapıdan girip daha neler yapabileceğimizi düşünüp yeni çalışmalar geliştirmenin planları üzerinde durmak gerekiyor. Dünya değişiyor ve bu değişim kaçınılmaz. Çağın şartlarına uymazsanız, elinizdeki kıymetli metaı satamıyorsunuz. Aynen öyle de teknolojiyi takip etmezseniz ve onu etkili kullanmayı beceremezseniz, hizmetlerinizi geniş sahalara yayamazsınız. Teknik ve donanımlı kadrolar yetiştiremezseniz külli hizmetler yapamazsınız. Dar çerçevede sınırlı bir hizmete mahkûm kalırsınız. Burada şahıs ve şahs-ı manevi olarak değişime ayak uydurma kabiliyeti mühim bir yer tutar. Şimdi şöyle düşünelim: Çok etkili ve kabiliyetli kadronuz var. Ama teknik donanım çok zayıf. Ya da teknik donanım ve kadro mükemmel. Ama eldeki hakikatleri insanlara aktaracak istidatlı insanlarınız az veya yok. Her iki durumda da maksadınıza ulaşamıyorsunuz. Toplam kalite olmazsa olmaz şart olarak karşımıza çıkıyor. Teknik kadro ve mükemmel donanım, davasına gönül vermiş cengaverlerle birlikteliği sağlandığında yeni nesil hizmet sahalarında dilediğiniz gibi koşturabilirsiniz. Böylece hizmette sınır yoktur ifadesi ete kemiğe bürünmüş olur. Sevgili Üstadımız 33 yıllık Risale-i Nur hizmeti döneminde en zor şartlarda binler Saidler, Hüsrevler, Hafız Aliler, Hasan Feyziler, Hafız Mustafalar yetiştirdi. Bizler bu imkânlara sahipken talebe yetiştiremezsek, Kur’an’ın hakikatlerini muhtaçlara ulaştıramazsak mahşerde Allah’a nasıl hesap vereceğiz? Rabbim, yar ve yardımcımız olsun. İman hakikatlerini dünyanın her tarafında dalgalandıracak kahramanları yetiştirmeyi bizlere nasip ve müyesser eylesin inşaallah. Kaynaklar: 1- Mektubat 2, 387. Altınbaşak Neşriyat2- Siracünnur, 86. Altınbaşak Neşriyat.3- Kastamonu Lahikası, 179. Altınbaşak Neşriyat.
Ayasofya’yı yirmi yıl önce ilk ziyaret ettiğimde binanın mimari yapısına büyülemiştim adeta. Binanın bazilika tarzında yapılan kubbesi hem teknik hem de estetik açıdan eşine az rastlanır bir özellikte. Kubbelerin en büyüğünün altından baktığınızda, binanın gökle birleştiğini ve bir şemsiye gibi tüm müştemilatını örttüğünü görürsünüz. Binadan içeriye girdiğinizde gözünüze ilk çarpan mermer yapılar ve tavanlarda yer tutan mozaikler... Hazret-i İsa figürleri, taht üzerinde çocuğu Hazret-i İsa’yı taşıyan Hazret-i Meryem mozaiği, melekleri tasvir eden freskler, kabartmalar, Hristiyan ve İslam dinine ait bir takım semboller, ayetlerle süslü pencereler, duvar ve kubbelerdeki pencerelerden içeriye sızan ışık huzmeleriyle birleşen İznik fayanslarıyla kaplı parlayan duvarlar, duvarlara sabitlenmiş simetri harikası levhalar, değişik motif işlemeli sütünlar, imparatoriçe locası, hünkar mahfili, duvar kenarlarında sedef işlemeli rahleler, kabeyi temsil eden fayanslar, bronzdan yapılmış kapılar, avizeler, kandiller ve daha başka ne varsa hepsi Ayasofya’da... Ancak o gün, bütün bu güzelliklere rağmen içerisinde namaz kılamamıştım. Bu mesele ile ilgili tahlil ve münakaşa zeminine kaymadan önce, Ayasofya’nın tomografisini çekmekte bir fayda var. “Aya” sözcüğü “kutsal azize” anlamına gelir. “Sofya” sözcüğü ise eski Yunancada bilgelik anlamındaki “sophos” sözcüğünden gelir. Ayasofya millattan sonra 532 yılında imparator I. Justinianus tarafından Miletli İsidoros ile Trallesli Anthemius adlı mimarlara yaptırıldı. 537 yılında tamamlanan eser için kaynaklar imparatorun 10.000 işçi çalıştırdığını ve büyük servet harcadığını belirtirler. Dünyanın en eski ve en estetik katedrali (kilise) olarak bilinen bina, yıllarca katolik ve ortadoksların arasında gidip geldi. Son olarak 1261-1453 yılına kadar da ortadoksların katedrali olmuştur. İstanbul’un fethinden sonra Sultan Fatih, Ayasofya’nın bedelini kendi has hazinesinden ödeyerek mülkiyetini aldı. Ayasofya vakfına devrettikten sonra malum vakıf malı ile ilgili vasiyetnamesini yazdı. Fatih Sultan Mehmet, kiliseyi camiye çevirdikten sonra minare ekletmiş, daha sonra oğlu II. Bayezid tarafından da minare eklenmiştir. Dört minaresi bulunan caminin dört halifeyi temsil ettiği söylenir. Camiye dönüşüm aşamasında -minarelerin dışında- sıbyan mektebi, şadırvan, muvakkithane, mütevelliler dairesi, şehzadeler türbesi, III. Murat, II. Selim, III. Mehmet’in türbeleri, sebil, imamet kapısı, mihrap, hünkar mahfili, minber, müezzin mahfili, mermer kürsü, Bergama’dan getirilen küpler, terleyen sütun, üst kata çıkış ve iniş rampası, hazine dairesi ve benzeri yapılar eklenmiştir.1 Görüldüğü gibi Osmanlı medeniyeti, geçmişteki ham ve barbar devletler ya da imparatorluklar gibi binayı tahrip etmemiş, bilakis hem içine hem de dışına yaptığı değişik yapılarla Ayasofya’yı külliyeye dönüştürerek daha da görkemli bir hale getirmiştir. Ecdat, ismine dokunmadığı gibi içerisindeki Ortadoks, Katolik hatta Pagan kalıntılarını bile muhafaza etmiştir. Sanata ve kültüre değer veren böyle bir yaklaşımı, Türklerin inşa ettiği koca bir medeniyetin tezahürü olarak görmemiz gerekir. Ancak durumu bir de tersinden ele almakta fayda var. Ayasofya 1453’e kadar bizim bir camimiz olup daha sonra Bizanslıların eline geçmiş olsaydı Ayasofya cami olarak kalır mıydı derseniz, bu konuda şüphelerimin olduğunu söylemem gerekecek. Zira bizler onların cemaziyelevvellerini de biliriz. Endülüs’teki Kurtuba Camisinin başına gelenler ortada. Endülüs 1236 yılında Kastilya krallığının eline geçmesinden sonra Cordoba Katedraline dönüştürülmüştür. Üstelik binanın içerisi yağmalanmış, bazı yerleri yıkılmış ve bir sürü Müslüman da kılıçtan geçirilmiştir. Yine İspanya’da Granada şehrindeki El-Hamra sarayı içindeki cami de 1492 yılında Hristiyanların hakimiyetine girmesiyle kiliseye dönüştürülmüştür. Granada şehrinde 8-10. yüzyıllarda inşa edilen Masyid El-Murabitin camisinin de büyük bölümü yıkılarak yerine Aziz Jose adıyla kilise inşa ettirilmiştir. Toledo şehrinde 999 yılında inşa edilen Bab El-Mardum Camisi de 1085’te kiliseye dönüştürülmüştür. İspanya’da yapılanları geçiyoruz. Şimdi 10 yıldır Osmanlı İmparatorluğu’nun hakim olduğu topraklarda Türk eserlerini izini süren mimar Mehmet Emin Yılmaz’ın yaptığı incelemelere bir bakalım. Araştırmacımız, 329 mimari yapının batılılarca kiliseye dönüştürüldüğünü söyler. En çok kiliseye dönüştürülen camilerin başını çektiği ülkeler ise Bulgaristan, Yunanistan ve Macaristan. Bulgaristan’da 117, Yunanistan’da 101, Macaristan’da 30 cami ve İslami bazı yapılar kiliseye dönüştürülmüştür. Daha sonra Cezayir, Ukrayna, Kırım, Gürcistan, Ermenistan, Bosna Hersek, Güney Kıbrıs, Hırvatistan, Kırım, Kosova, Romanya, Sirbistan gibi bazı ülkelerde de İslami eserlerin kiliseye dönüştürüldüğünü ifade eder.2 Bu belgeler ışığında bir değerlendirme yaptığımızda, şunu söyleyebiliriz, İslam’ı hatırlatan tüm semboller bilinçli olarak yıkılmış ya da değiştirilmiştir. İspanya’da veya diğer ülkelerde pek çok İslami eserin yıkıldığı ya da başka bir amaç için kullanıldığını yazmaya kalksak sayfalar yetmez. Batı dünyası bu hadiselere ses çıkarmamışken, Ayasofya için yaygara koparmasını çifte standardının bir tescili olarak yüzlerine vurmak da gerekir. 1453’ten bu yana cami olarak kullanılan Ayasofya, Bakanlar Kurulu’nun 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı kararı ile müzeye çevrilmiştir. Çevrilme işinin bazı tarihçiler tarafından devrin cumhurbaşkanın izni olmadan yapıldığı söylense de, dönemin kudretli paşasından habersiz bir işin yapılamayacağı da açıktır. Kaldı ki bazı kaynaklara göre paşanın, 6 Şubat 1935 tarihinde orayı müze olarak ziyaret etmesi ve müze olarak kullanılmasına itiraz etmemesi, yapılanlardan haberinin olduğunu göstermektedir. Ayasofya o tarihte müzeye çevrilmiş olsa dahi, tapu senedine “Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi” şeklinde kaydedilmesi önemli bir olaydır. Dolayısıyla binanın statüsünün cami olduğu apaçık ortadadır. Yeni kurulan bir devletin devrin şartları içerisinde Ayasofya ile ilgili almış olduğu bu karar, 2020 yılına kadar süregelmiştir. Zaman, zemin ve şartların oluşmasıyla da bina tekrar eski haline rücu etmiştir. Gelin süreci birlikte bir hatırlayalım. Fatih Sultan Mehmet Han, ordusuyla İstanbul’u 6 Nisan 1453’te başlayan kuşatma sonucu 29 Mayıs 1453 günü fethetmişti. 2020 yılının 29 Mayıs’ında da Diyanet İşleri Başkanlığı, fethin anısına Ayasofya’da Fetih Suresi’ni okuttu. Aynı şekilde vatandaşlarımız da bu sureyi okuyup Ayasofya’nın açılması için dua ettiler. Bu arada Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneğinin, “Ayosofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine yönelik Bakanlar Kurulu kararının iptali” istemiyle açmış olduğu dava 10 Temmuz 2020 tarihinde Danıştay 10. Dairesi, “Ayasofya’nın vakıf senedindeki cami vasfı dışında kullanımının ve başka amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığını belirterek eski kararı iptal etti. Mahkeme kararının gereği olarak 2929 numaralı Cumhurbaşkanlığı kararı ile Ayasofya, Diyanet işleri Başkanlığına devredilerek tekrar cami statüsüne dönüştürüldü. Böylece kavli ve fiili dua birleşerek netice alınmış oldu. Bu hadise, ezanın tekrar asli haliyle yani Arapça okunması gibi önemli bir hadisedir. Ayasofya sadece cami değildir. Cami kıtlığından açılmış da değildir. Ayasofya omuzunda İslam medeniyetinin yükünü taşımaya namzet bir yapıdır. Bir milletin ayağa kalkış öyküsüdür. Emperyalistlere karşı omurgalı bir duruştur. Türkiye’nin bağımsızlığının bir göstergesidir. Bu konuda Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hami Aksoy, ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan 2019 Uluslararası Dini Özgürlükler Raporu'nun Türkiye ile ilgili bölümlerine ilişkin yöneltilen soruya verdiği yazılı cevapta, “Ayasofya ve Kariye, Türkiye Cumhuriyeti'nin mülkiyetindedir ve her türlü tasarruf yetkisi Türkiye'nin iç işlerini ilgilendiren bir konudur. Bu eserlere dair verilmiş ya da verilecek kararlar başka ülkelerin işi olamaz.” Aynı şekilde Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu da, “Tapusu bizdedir mesele egemenlik meselesidir’ diyerek noktayı koymuştur. Ezcümle İstanbul Ayasofya’dır, Ayasofya İstanbul… Ayasofya’yı kaybetmek, İstanbul’u kaybetmektir. Orası sadece bir mabet değildir; çağları, kıtaları aşan özgürlüğün sesidir.. Ayasofya Bağdat’tır, Buhara’ dır, Kudüs’tür. Maskelenmiş batının yüzüne vurulan bir şamardır Ayasofya. Fatihin duasıdır kır atının üstünde. İstanbul’un işgal kırıntısının son süpürüntülerinin de temizlenmesidir Ayasofya. Dünya Müslümanlarının itibarıdır da. Ayasofya bir hafızadır. Bizi Fatih’e Yavuz’a ulaştıran bir köprüdür. Bir onurdur küffara karşı. Nicedir kırgın seyrettiği Sultanahmet’in bayramıdır Ayasofya. Kaynaklar: 1- https://tr.wikipedia.org/wiki/Ayasofya2- http://mimaremin.net/category/kiliseye-cevrilenler/
Risale-i Nur’dan istifade eden yüzlerce alim içerisinden, Bediüzzaman Hazretleri hakkında çokça makale ve yazı kaleme almış Dr. Semir Receb Muhammed*’in Üstadımız ve Risaleler hakkındaki görüşlerini sizlere arz ediyoruz. BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ (1877-1960), TÜRKİYE’DE DİNİ UYANIŞIN ÖNCÜSÜ VE YENİ ASRIMIZIN İSLAMİ HAREKETLERİNİN EN BÜYÜK LİDERLERİNDENDİR. Dr. Semir Recep, İmam Nursi ve eserleriyle son derece yakından ilgilenmiştir. Doktora tezini onun ile alakalı hazırlamıştır. Bu eserinde İmam Nursi ile alakalı şunlardan bahsediyor: İmam Nursi, İslam fikrinde meşhur ıslahçı ve mücedditlerden birisidir. İslamiyet’i hikmet ve güzel bir metot ile müdafaa etti. İslam’a ve Müslümanlara hizmet için birçok mücadelesi vardır. İslam bayrağının her yerde dalgalanması için kalemini, fikrini, lisanını teshir eyledi. Bu yolda sahip olduğu her şeyi feda etti, hapse atıldı, sürgüne gönderildi, zehirlendi ama hiçbir zaman teslim olmadı. Benimsediği hakikatleri ve prensiplerinden hiçbir şekilde uzaklaşmadı. Farklı İslam fikriyle maruf Üstad Hazretleri, üslubuyla asrın ruhuna uyumlu bir eser ortaya koydu. Risale-i Nur olarak bilinen eserleri çok dikkat çekti. Özellikle Türkiye’den ve Türkiye dışından entelektüel kesimin dikkatini cezbetti. Çünkü bu kıymetli Risaleler, geniş mevzularıyla, yeni açık izahlarıyla, derin manalarıyla Kur’an’ın bu asırdaki tefsiri olarak farklılık arz etmektedir. Bu asrın Müslümanları, Kur’an’ın ayetlerini bu manalar ile en iyi bir şekilde idrak edebilir. Bediüzzaman Said Nursi’nin ortaya koyduğu Risale-i Nur hareketi, Türkiye’deki en etkin ve en yoğun fikir hareketlerindendir. Şeyh Nursi bu yüksek mücadelesiyle, yeni nesillerin imamının kurtulmasını ve İslam’ın eski güzel günlerinin gelmesini sağlayacak nurlu bir hareket oluşturmuştur. Hakikatlere susamış gençliğe İslamiyet’in esaslarını büyük mücadeleler vererek öğretmiştir. Risale-i Nur çatısı altında birçok İslami risaleler yazmış ve etrafında kültürlü, şuurlu, Müslüman genç grupların toplanmasını sağlamıştır. Onun için Üstad Hazretleri, ıslahçılar içerisinde en derin imana, en yoğun ilme, en sağlam mücadele ruhuna, en kuvvetli kaleme ve en etkili üsluba sahip bir şahsiyettir. Türkiye’nin karanlık günlerinde gökyüzünde doğan bir bedir gibidir. İmanları kurtarmak, himmeti yüceltmek, iman hakikatlerini sunarak fikri mücadeleye mukavemet etmek gibi çok büyük vazifeleri görmüştür. Küfrün ve entrikalarının karşısında Müslümanları birbirilerine karşı uhuvvete, muhabbete, benlikten kurtulmaya davet ederek, akılları ve kalpleri nurlandırıp ruhlara mutmainlik verdi. Bediüzzaman, hayatını bu yüce himmet için feda etti. Müslümanın şahsiyetini saldırılar karşısında sarsılmayacak tarzda bina etmek ve medeniyet, iman ve ahlak çöküşüyle karşı karşıya olan toplumun imanı kurtarmak vazifeleri için, kalemini ve daha neyi varsa her şeyi teshir etti. Kur’an’dan ve Sünnet-i Nebeviye’den süzülen yüz otuz parça risalelerle bu vazifeyi ifa etti. Üstadımız Bediüzzaman çok bariz bir semboldü. Yıldızı İslam fikri semalarında belirdi. Sadece Türkiye’nin değil birçok İslam âleminin bir yıldızı oldu. Onun, bütün dünyaya yayılan ve onun fikirlerini, öğretilerini, yönlendirmelerini taşıyan sevdikleri ve talebeleri vardır. Kur’an’ın ve Sünnet-i Şerife’nin nurundan sızan Risale-i Nur olarak isimlendirilen eserleri vardır. Bu kıymetli eserler, Kur’an-ı Kerim’in ve nebevi hadislerin bir tefsiri ve şerhi konumunda olup, İslam alemini alakadar eden birçok problemleri tedavi ile ümmeti nura çıkarmak için çabalar sarf etmektedir. Bu eserlerin neşri o yıllarda yasak olmasına rağmen gizli olarak intişar etti. Said Nursi kendi nefsini hiçbir zaman düşünmedi. Mahkemeler, sürgünler, hapisler onu sarsmadı, yıldırmadı. Ömrünün sonuna kadar vazifesine devam etti. Nur talebeleri, şehadet mertebesine ulaşmak için cihada giden bir askerin aldığı ruh lezzeti ile yaşıyorlar. Bu halet-i ruhiyeyi bütün Müslümanlara yaymak istiyorlar. Burada cihattan kastedilen, manevi cihattır. Silahların, topların kullanıldığı maddi cihattan öte manevi silahların yani kalemlerin, kitapların ve fikirlerin kullanıldığı manevi cihat… Bütün dünyayı bu manevi cihat ve bu hizmet metodu ile Nur-u İslam’a ulaştırmak istiyorlar. Risale-i Nur hareketi, toplumla bağlantısını kesmeden ferdin ruhuna ve maneviyatına yönelik bir harekettir. Risale-i Nur talebeleri, İslami hükümlerin kaldırılıp medeni kanunların getirilmesinin maneviyata, Müslümana verdiği zararı çok iyi idrak etmişler. Islahı için bütün güçleriyle çalışıyorlar. Risale-i Nur talebelerine göre İslam’ın asıl hüviyetine dönmesi, Asr-ı Saadetteki manevi hale dönmek ile mümkündür. Bunun ile bütün problemler hallolur. Peygamber Efendimiz (asm) ve ashabının ve tabiinin yolu ile İslamiyet siyaset, toplum ve kanunlar olarak istikamet üzere devam edebilir. Risale-i Nur hareketinin gayesi, amacı ve hedefi, selef-i salihinin hayat tarzını ihya edip yaşatmaktır. Bu vesileyle fertte ve toplumda imanı kurtarmaktır. Risale-i Nur iman hakikatlerini toplumun efradına izah eden bir tefsirdir. Bediüzzaman Hazretleri bu risaleleri telif ettiğinde imanı kuvvetlendirmekten başka hiçbir dünyevi maksadı olmadı. Risale-i Nur ile meşgul olanlar öncelikle kendi imanlarını kurtarmayı sonra başkalarının imanını kurtarmayı hedeflerler. Risale-i Nur dersleri, Müslümanlar arasında uhuvveti, birliği ve dayanışmayı tesis eden sohbetlerdir. Mahiyet itibariyle Asr-ı Saadete benzer bir toplum modeli oluşturmayı amaçlıyorlar. Bediüzzaman Said Nursi (1877-1960), Türkiye’de dini uyanışın öncüsü ve yeni asrımızın İslami Hareketlerinin en büyük liderlerindendir. Bediüzzaman büyük bir müfekkir olduğu gibi, toplumda fikirlerini ve düşüncelerini tatbik etmek için gayret eden bir dava adamıdır. Fikirleri, kitapların satırları arasına mahkûm olmamıştır. Bediüzzaman hiç kimsenin önünde eğilmemiştir. Samimi bir şekilde davası için mücadele etmiştir. Netice olarak, etrafında binlerce insanlar toplanmış, kanuni baskılar bu topluluğu etkilemeyip birbirinden ayıramamıştır. Şunu açık ve insafla söyleyebiliriz; Risale-i Nur, Türkiye’de İslami, kültürel ve manevi bir ekol inşa edebildi. İmam Nursi, hayatı boyunca etki bırakan bir özelliğe sahipti. Hayır ve hakkın karşısında duran şerle ve odaklarıyla mukavemet etti. İnsanlığı uyandırıp etrafında milyonlar gençleri topladı. Bu gayretli kahramanlar, onunla bu Nurları neşretmeye başladılar. Hakkın yüceliği ve imanın prensiplerini halkın arasında, şehirde, köyde büyük bir himmet ve ihlas ile neşretmeye çalıştılar. Hayatında büyük bir etkisi olduğu gibi, vefatından sonra da büyük etkiler ve yankılar uyandırdı. İşte sizlere onun kitapları, bütün dünyada okunmakta ve talebelerinin sayısı günden güne artmaktadır. Şüphesiz ki Nur talebeleri bu dalgalanan sancağı, İslam’ın öğretilerini öğreterek Türk gençleri arasında yaymaktadır. Bu İslami eğitimin, Türklerin kalplerindeki iman nurunun açığa çıkmasında büyük rolü vardır. Anadolu’da şu an müşahede ettiğimiz İslami hizmetler, Nur hizmetinin ve öncülerinin ciddi çalışmalarının taze semereleridir. Üstadımızın hizmetlerinin neticeleri gün geçtikçe ortaya çıkmaktadır. Sadece onun böyle her yaştan ve tabakadan insanlara hizmet veren Nur Medreseleri gibi öncü bir ekolün kurucusu olması yeterlidir. Bu Nur Medreseleri bütün dünyaya yayılmakta, Afrika, Asya ve Avrupa’nın derinliklerine kadar uzanıp hizmet vermektedir. Allah onlardan ebeden razı olsun.1 Kaynaklar: 1- Bu yazı yazarın Bediüzzaman Said Nursi’nin Edebi ve Dini Fikri adlı doktora tezinden alıntı ile tercüme edilerek hazırlanmıştır. Kaynak: Kalu an- Nursi* Mısırlı bir araştırmacı olup, 1984 yılında Bediüzzaman Said Nursi’nin Edebi ve Dini Fikri adlı doktora tezini yazarak Ayn-ı Şems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi doktora derecesini almaya hak kazanmıştır.
RİSALE-İ NUR’A DOST OLMANIN 5 ŞARTI1 1-Risale-i Nur’a ve hizmetine ciddi taraftar olmak. 2-Haksızlığa kalben taraftar olmamak. 3-Bid’alara kalben taraftar olmamak. 4-Dalâlete kalben taraftar olmamak. 5-Risale-i Nur’dan istifade etmek. RİSALE-İ NUR’A KARDEŞ OLMANIN 3 ŞARTI2 1- Hakiki olarak Risale-i Nur’un neşrine ciddi çalışmak. 2-Beş farz namazını eda etmek. 3-Yedi büyük günahı işlememek. RİSALE-İ NUR’A TALEBE OLMANIN 2 ŞARTI3 1- Risale-i Nur’u kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkmak. 2-En mühim hayat vazifesini onun neşri ve hizmeti bilmek. KUR’AN’DA İSMEN ZİKREDİLEN HERŞEYİN 4 VAZİFESİ4 1- Bunların her biri kâinattaki intizama ve ittifaka delildirler. Bu delil oluşlarıyla Allâh-ü Teâlâ’nın saltanatını ilân etmek. 2- Kur’an’da zikredilme şerefine eren her bir varlık, bir fen biliminin alanına giren seçilmiş birer örnektir. Böylece İslâmiyet’in hakiki fenlerin özünü ihtiva ettiğini ilân etmek. 3- Kur’an’da zikredilme şerefine eren her bir şey, bir varlık türünün numunesidir. Bununla, varlıkların yaratılışında tatbik edilen ilâhî kanunlarla, İslâm’ın hükümlerinin mutabık olduğunu ve bu kanunların uygulanmasının yardımıyla İslâm’ın gelişip büyüyeceğini ilân etmek. 4- Kur’an’da zikredilme şerefine eren her bir şey, birer hakikatin numunesi olduklarından, fikirlerin hakikatlere yönelmesine revaç, teşvik ve tenbih etmektir. MUHAKKİK ÂLİMİN 5 ÖZELLİĞİ5 1- Dalgıç gibi olur. 2- Zamanın etkisinden soyutlanır. 3- Geçmiş zamanın derinliklerine dalar. 4- Mantık ölçüleriyle tartar. 5- Her şeyin membaını bulur. AYET VE HADİSTE GEÇEN MECAZLARI VE TEŞBİHLERİ ANLAMADA İFRAT VE TEFRİTİ KIRARAK VASATI GÖSTEREN 2 ŞEY6 1- Şer’î meselelerdeki dengeyi gözeterek, belâgat ilminin kurallarını tatbik etmek. 2- Mantık ilmi kurallarına uygun hikmet/bilim. SELEF-İ SÂLİHÎNİN ESKİ YUNAN HİKMETİNİ BİR DERECE YASAKLAMASININ 5 SEBEBİ7 1- Hayrının az olması. 2- Hurafelerin çok olması. 3- O zaman insanlarının zihinlerinin kabiliyetsizliği. 4- O zaman insanlarının fikirlerinin hür olmayıp, başkalarını taklit etmeleri. 5- Halk tabakasında cehaletin hâkim olması. Kaynaklar: 1- Osmanlıca Mektûbât, c.1, s.1692- Osmanlıca Mektûbât, c.1, s.1693- Osmanlıca Mektûbât, c.1, s.1694- Osmanlıca Âsâr-ı Bedi’iye, Muhâkemât, s.1645- Osmanlıca Âsâr-ı Bedi’iye, Muhâkemât, s.1746- Osmanlıca Âsâr-ı Bedi’iye, Muhâkemât, s.1757- Osmanlıca Âsâr-ı Bedi’iye, Muhâkemât, s.175
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi: “Eski hâl muhal, ya yeni hâl ya izmihlâl.” Yani eskiye dönüş neredeyse imkânsız. Ya yeni hale ayak uyduracağız. Ya da mahvolup söneceğiz. Coronavirüs salgını tüm dünyada etkisini sürdürürken insanlık, şartların da zorlamasıyla her alanda yeni arayışların içine girdi. Sanattan spora, eğitimden ekonomiye, hukuktan ticarete, siyasetten emniyete kadar pek çok sahada yeni güncel uygulamalara şahit oluyoruz. Dünya üzerindeki birçok ülke liderlerinin söylediği gibi, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”. Coronavirüs öncesi dünya yok artık. Her şey değişti. Değişecek. Tam da Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi: “Eski hâl muhal, ya yeni hâl ya izmihlâl.”1 Yani eskiye dönüş neredeyse imkânsız. Ya yeni hale ayak uyduracağız. Ya da mahvolup söneceğiz. Biz de bu yazımızda coronavirüs pandemisi etkisiyle öne çıkan ve eğitimde yeni bir model olan uzaktan eğitimi ve bu yöntemin Risale-i Nur hizmetindeki kullanımı ile ilgili düşüncelerimizi arz edeceğiz. Öncelikle Hz. Üstadın, zamanın şartlarına uygun hizmet tarzını tercih etmemiz gerektiğine yönelik tavsiyesine dikkat çekelim: “Bu zamanda Nûrlarla hizmet-i îmâniye her tarafta i‘lânâtla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur.”2 Evet, Risale-i Nur talebeleri her zaman ve zeminde iman hakikatlerini muhtaç gönüllere ulaştırmakla muvazzaf ve mükelleftirler. Gönüllere girmenin türlü türlü yolları vardır. Bu yolları araştırıp bulmaktır asıl vazife. Eskiden olduğu gibi diz dize, yüz yüze çalışmalar coronavirüs salgını nedeniyle yapıl(a)mıyor. Uzaktan eğitim ve sosyal medya üzerinden yapılan sanal dersler, tebliğler, etkileşimli eğitimler mecburiyet tahtında muhtaç gönüllere ulaşmanın yeni adresi oldu. Hazret-i Üstad, Risale-i Nur hizmetlerinin ve hakikatlerinin her zaman ve zeminde değişik alanlarda manevi yeni fetihler yapacağını, hiçbir şekilde bu vazifelerin kesintiye uğramayacağını şu cümlelerle açıklamaktadır: “Risale-i Nur bir cephede tevakkuf (duraklama) etse de başka cephelerde fütûhâtı o tevakkufun yerini tutar. ”3 Sevgili Üstadımız Risale-i Nur talebelerine şu mesajı veriyor: Bir cephede engeller çıkıp hizmetler yapıl(a)maz hale gelirse sakın ümitsizliğe düşüp vazifenizi terk etmeyiniz. Nasıl ve ne suretle bu vazifeyi ifa edebileceğinize kafa yorun. Mutlaka bir yol vardır. Arayınız, bulunuz. Şimdi bu açıklamalar üzerinden bazı ölçüleri not edelim: Ölçü: Nur talebeleri olarak madem hakikatleri neşretmek vazifemizdir. Coronavirüs salgını buna mâni olmamalıdır. Medrese ortamındaki çalışmalar, coronavirüs pandemisi nedeniyle tamamen durdu. Ama bizim için her ev bir medrese ve bir mekteptir. İman hakikatlerini yayma vazifemizi mutlaka yapmamız gerekiyordu. Bu vazifeyi yaparken teknolojinin imkânlarından azami derecede istifade etmek gerekir. Tabi teknolojiyi kullanacak yetkinliğe de sahip olmak gerekir. Külli hizmetlerin yapılabilmesi için gerekli teknik alt yapıyı ve bu alt yapıyı kuracak teknik kadroyu kurmak bu işin en önemli parçasıdır. Sosyal medyanın, televizyonların, radyoların önüne geçtiği ve müthiş bir hızla yayıldığı şu dönemde her alanda yerimizi almak artık zaruretin de önüne geçmiş durumdadır. İman hakikatlerinin tesirli bir şekilde neşri zaruri olduğu gibi insanların nazar-ı dikkatlerini çekecek derecede cazip bir tarz belirlemek de son derece önemlidir. Çünkü cazip bir şeyin sosyal medyada ve sanal alemde dünya çapında yayılması saniyeler içinde gerçekleşebilmektedir. Sanal medreseler bu vesile ile hayatımıza girmiş oldu. Ölçü: Uzaktan Etkileşimli Eğitim Modeliyle Hayrat Vakfı olarak icra ettiğimiz yaz okulu faaliyetleri, bize birçok hususta rehberlik ediyor/edecek. Her yaş grubuna hitap eden eğitim materyalleri, etkinlikler, eğlenceli yarışmalar, sanal oyunlar, aktif katılımlı eğitimler, Nur talebelerine yeni bir dünyanın kapısını açtı adeta. Evde bilgisayar başında binlerce insana ulaşabildiğimizi gördük. Adeta sanal bir medresede yüzbinlerce talebe ile bir nur hizmeti icra ettik. Namütenahi hamdolsun. Şimdi eldeki imkanlar ile yetinmeyip bu modeli geliştirmeye gayret etmeliyiz. Her yaş grubuna hitap edecek uygulanabilir ve sürdürülebilir belki de kur mantığı ile planlı, disiplinli programlar üzerinde çalışmalara hız vermeliyiz. Halkın dikkatini çekecek, Kur’an’a rağbeti artıracak, iman hakikatlerini akıllara, kalplere, ruhlara, nefislere nakşedecek yeni usullerin keşfine çıkmalıyız. Bir büyüğümüzün dediği gibi, “Başımızı kaşıyacak vaktimiz olmayacak artık.” Ölçü: Risale-i Nurun manevi fetihleri gittikçe artacaktır. Bir sahada geçici bazı arızalar sebebiyle manevi gelişme ve yayılmada duraksama olsa da asla tamamen durmayacağını bir kez daha gördük. Şimdi bize açılan bu sanal kapıdan girip daha neler yapabileceğimizi düşünüp yeni çalışmalar geliştirmenin planları üzerinde durmak gerekiyor. Dünya değişiyor ve bu değişim kaçınılmaz. Çağın şartlarına uymazsanız, elinizdeki kıymetli metaı satamıyorsunuz. Aynen öyle de teknolojiyi takip etmezseniz ve onu etkili kullanmayı beceremezseniz, hizmetlerinizi geniş sahalara yayamazsınız. Teknik ve donanımlı kadrolar yetiştiremezseniz külli hizmetler yapamazsınız. Dar çerçevede sınırlı bir hizmete mahkûm kalırsınız. Burada şahıs ve şahs-ı manevi olarak değişime ayak uydurma kabiliyeti mühim bir yer tutar. Şimdi şöyle düşünelim: Çok etkili ve kabiliyetli kadronuz var. Ama teknik donanım çok zayıf. Ya da teknik donanım ve kadro mükemmel. Ama eldeki hakikatleri insanlara aktaracak istidatlı insanlarınız az veya yok. Her iki durumda da maksadınıza ulaşamıyorsunuz. Toplam kalite olmazsa olmaz şart olarak karşımıza çıkıyor. Teknik kadro ve mükemmel donanım, davasına gönül vermiş cengaverlerle birlikteliği sağlandığında yeni nesil hizmet sahalarında dilediğiniz gibi koşturabilirsiniz. Böylece hizmette sınır yoktur ifadesi ete kemiğe bürünmüş olur. Sevgili Üstadımız 33 yıllık Risale-i Nur hizmeti döneminde en zor şartlarda binler Saidler, Hüsrevler, Hafız Aliler, Hasan Feyziler, Hafız Mustafalar yetiştirdi. Bizler bu imkânlara sahipken talebe yetiştiremezsek, Kur’an’ın hakikatlerini muhtaçlara ulaştıramazsak mahşerde Allah’a nasıl hesap vereceğiz? Rabbim, yar ve yardımcımız olsun. İman hakikatlerini dünyanın her tarafında dalgalandıracak kahramanları yetiştirmeyi bizlere nasip ve müyesser eylesin inşaallah. Kaynaklar: 1- Mektubat 2, 387. Altınbaşak Neşriyat2- Siracünnur, 86. Altınbaşak Neşriyat.3- Kastamonu Lahikası, 179. Altınbaşak Neşriyat.
Edebiyatımızda Peygamber Efendimizin (sav) sevgisini ele alan birbirinden güzel, adeta şaheser niteliğinde pek çok naat kaleme alınmış. Bizim de birkaç sayıdır değindiğimiz bu naatların yazılış hikâyeleri ve o kıymetli şairlerinin hayat hikâyeleri var. Okullarda ders olarak okutulursa, talebelerin gönlünde Peygamber (sav) sevgisi filizlenir. İmanî inkişaflarına vesile olur. Önceki sayılarda, ilk dönemlerden 18. yüzyıla kadar Peygamber (sav) sevgisine dair örneklemeler yapmıştık. Bu sayımızda 18. yüzyıl şairi Şeyh Galib ile devam edeceğiz. Şeyh Galib: 18. yüzyılın deha şairi. Klâsik (divan) edebiyatının son büyük şairi ve temsilcisi olarak kabul edilir. Mevlâna’nın Mesnevisini 11 defa baştan sona okuyup ezberlemiştir. Dolayısıyla Şeyh Galib’i kendisi yapan Mevlevîliktir, Mevlâna Celâleddin-i Rumî’dir. Henüz 24 yaşındayken divan sahibi olan şair, 26 yaşlarında Klâsik Türk Edebiyatında mesnevî türünün en başarılı örneklerinden biri sayılan 2101 beyitli, ‘Hüsn-ü Âşk’ adlı eserini altı ay gibi kısa bir sürede tamamladı. Galib, 1001 günlük çilesini Yenikapı Mevlevihane’sinde tamamlayarak, “Dede” olmuştur. Galata Mevlevihane’sine başladığı tarihten itibaren, “Galip Dede” diye anılmıştır. Şöhretinin zirvesine ulaştığı 42 yaşında, Peygamber sevdalısı büyük mutasavvıf, bu fani âlemden baki âleme irtihal etmiştir. EFENDİM!... Sultan-ı rusül, şâh-ı mümeccedsin Efendim,Bî-çârelere devlet-i sermedsin Efendim,Divân-i ilâhide ser-âmedsin Efendim,Menşûr-u “le-amrük”le müeyyedsin Efendim.Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin Efendim,Hak'tan bize sultân-ı müeyyedsin Efendim….Şiir nesre çevrilemeyen yazı türüdür, ama biz yine de bir bölümünü çevirmeye çalışalım ki maksat hâsıl olsun.(Resullerin sultanısın, övülmüş şahsın efendim!...Çaresizlere, değişmez sürekli devletsin efendim!...İlâhî divanda, en başta gelensin efendim!...‘Le’amrüke’ emr-i ilâhîsiyle ebedîsin efendim!... Ayette Rabbimiz Peygamberimizin hayatına yemin ediyor: “(Ey Resulüm!) Hayatına yemin olsun ki onlar, sarhoş (sersem) halleriyle saçmalayıp duruyorlardı.)” Bizim şairlerimiz Kur’an’a da hâkim insanlardır. Şair de bu ayete atıfta bulunuyor. Hutben okunur minber-i iklim-i bekâda,Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-ı cezâda,Gülbank-i kudümün çekilir arş-ı Hudâ’da,Esmâ-i şerifin anılır arz ü semâda.Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin Efendim,Hak’tan bize sultân-ı müeyyedsin Efendim.Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayrân...‘Nefsî’ deyü dehşetle kopa cümleden efgân.Ye’s ile usâtın ola ahvâli perîşân.Düstûr-ı şefâatle senindir yine meydan...Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin Efendim,Hak’dan bize sultan-ı müeyyedsin Efendim. Gençlerimize bu muhteşem şiirin en az bir bendini ezberlemelerini tavsiye ediyoruz. GELDİK 20. YÜZYILA Mehmet Akif Ersoy: (1873-1936) BİR GECE On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!Lâkin o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;Kaç bin senedir, hâlbuki bekleşmedelerdi! Nerden görecekler? Göremezlerdi tabii:Bir kere, zuhûr ettiği çöl, en sapa yerdi;Bir kere de, ma'mure-i dünyâ, o zamanlar,Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi. Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!Fevzâ bütün afakını sarmıştı zemininSalgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!Bir nefhada kurtardı insanlığı o masum,Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;Zulmün ki, zeval akılına gelmezdi, geberdi!Âlemlere, rahmetti, evet, Şer’-i mübîni,Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.Dünya neye sâhipse, onun vergisidir hep;Medyûn ona cemiyeti, medyûn ona ferdi.Medyûndur o masûma bütün bir beşeriyet...Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret. Eski edebiyatımızda şiirin her bölümü diğer bölümden bağımsız düşünülürdü. Daha çok beyit ve dörtlük üzerine kurulurdu. Yeni edebiyatımızda -bu şiirde görüldüğü gibi- şiir, bir bütün olarak ele alınır. Yaman Dede: 1887-1962 Kayseri/Talas doğumlu olan Yaman Dede, Ortodoks bir aileden gelir. Önceki adı Diyamandî olan ama daha sonra hidayete ererek Mehmet Abdulkadir Keçeoğlu adını alan ve daha çok Yaman Dede diye bilinen bir Mevlânâ ve Peygamber âşığıdır. Eğitimin insan hayatında ne kadar önemli olduğunu, öğrenci üzerinde öğretmenin etkisinin ne kadar hayati önem taşıdığını Yaman Dede örneğinde görmek mümkündür. Bilhassa okul dönemindeki eğitimin ehemmiyetini görmek açısından hüsn-ü misaldir. Kendi ağzından dinleyelim: “Rüştiye birinci sınıfta iken 13 yaşımda idim. Farsça hocamız, Şeyh Sadi’nin Gülistan’ını okuturdu. Arada sırada başka manzumeler de yazdırırdı. Bir gün siyah tahtaya yazdığı birkaç beyit kalbimi tutuşturmaya yetti. O beyitleri bugün gibi hatırlıyorum. Mesnevi’nin ilk beyitleri idi: “Bişnev in çün şikâyet mî künedEz cüdâyîhâ hikayet mî künedKez neyistân ta mera bübrideendEz nefirem merd ü zen nalideend” Türkçesi: “Dinle neyden ki hikâyet etmedeAyrılıklardan şikâyet etmede”Der kamışlıktan kopardılar beniNâlişim zâr eyledi merd ü zeni Serüven böyle başlar. Zamanla tam bir Mevlâna aşığı olur. 1942 yılından itibaren, başta azınlıklara mensup kız ve erkek liseleri olmak üzere çeşitli okullarda Türk Edebiyatı ve Farsça okutan Yaman Dede, devlet hizmetinden ayrılır, eğitimciliğin yanı sıra serbest avukatlık yapmaya başlar. Anadolu’nun çeşitli vilayetlerinde Mevlâna konulu konferanslar verir. Ancak halen gizli bir mümindir. Namazını en kuytu semtlerin küçük mescitlerinde kılmakta, Ramazanda oruçlarını gizli gizli tutmaktadır. Kızı ve eşi inancından habersizdir. “Tam kırk yıl bazen sahursuz bazen iftarsız oruçlar tutar ama ailesi bundan da habersizdir!” 15 Şubat 1942’de ismini değiştirir ve Mehmet Abdülkadir Keçeoğlu adını alarak nüfus idaresine ismini ve yeni dini İslam’ı tescil ettirir. Bu sırada 55 yaşındadır. Kırk yıldır sakladığı yeni kimliğini kuşanmıştır, ama o saatten sonra da aile içi sancı başlamıştır. Üsküdar’daki evinde bir kış gecesi durumu kızı ve eşine açar. Karısı ve kızı o an feryadı basarlar. Haber patrikhaneye kadar ulaşır. Dönemin Hıristiyan din adamları ya Hıristiyanlığa dönmesi ya da karısından boşanması konusunda baskı yaparlar. Karısı bu ikilem karşısında kararlı bir tutum sergileyemez. Yaman Dede, zor ama cesur bir karar alır. Evden ayrılacak, yalnız yaşayacaktır. Yerde dizlere kadar kar, havanın keskin ayaz olduğu bir şubat gecesi ailesini toplar ve: “Aşkımın bedeli bu yaşananlar. Sizler sakın üzülmeyiniz. Aşk, ıstırapsız olmaz. Size acı vermeye hakkım yok. Bu ev ve içindekiler size kalsın. Elveda!..” Ceketini alıp çıkmıştır artık. Üsküdar’da, Selamsız yokuşundan iskeleye iner. Sabah ezanına kadar o soğukta sokakları ve sahili arşınlar. Sabah karşıda, Karaköy’deki avukatlık bürosuna geçer. Birkaç gece burada yatıp kalkar. Dostlarının, öğrencilerinin evlerine misafir olur bazı geceler. Kendi ifadesi ile özgürdür artık. Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Prof. Dr. Emin Işık, İstanbul Eski Müftüsü Selahaddin Kaya, Osman Nuri Topbaş Hoca Efendi gibi pek çok öğrenci Farsçayı ondan öğrenir. Mevlana’yı onun gözyaşları içinde verdiği derslerden tanırlar. Allah, Resûlüllah, Mevlâna, Konya, aşk deyince hüzünlenir, hemen ağlamaya başlar. Osman Nuri Topbaş Hoca anlatıyor: Bir arkadaşım yolda rastlamış. Hoca duvara yaslanmış nerede ise bayılacak. “Hocam rahatsızsınız hastaneye götüreyim.” “Yok, evladım bir şeyim yok. Bir an Allah Resulü aklıma geldi kendimden geçtim” demiş. Bir mesnevi beytinden imana yürüyüş… 1962 yılına gelindiğinde çok hasta olmasına rağmen Acıbadem’deki evinden Bağlarbaşı’ndaki Yüksek İslam Enstitüsüne derslere gelmeye devam eder. O artık paltosu içinde zayıf, ceset gibi solgun, 75 yılın yorgunluğuyla bedenini sürüyerek yürümektedir. 3 Mayıs 1962 Perşembe günü “Ölüm asûde bir bahardır!” diyerek Hakk’a yürür. DAHÎLEK YÂ RESULALLAH! (Sana sığınırım, sana güvenirim ey Allah'ın Resulü”) Gönül hûn oldu şevkinden, boyandım yâ Resulallah!Nasıl bilmem, bu nîrâna dayandım yâ Resulallah!Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Resulallah!Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resulallah!Yanan kalbe devâsın sen, bulunmaz bir şifâsın sen,Muazzam bir sehâsın sen, dilersen rû-nümâsın sen;Habîb-i Kibriyâsın, Muhammed Mustafâ’sın sen;Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resulallah!Gül açmaz, çağlayan akmaz ilâhî nûrun olmazsa,Söner âlem, nefes kalmaz felek manzûrun olmazsa,Firak ağlar, visal ağlar ezel mesrurun olmazsa,Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resulallah!Boyun büktüm, perişanım, bu derdin sende tedbiri,Lebim kavruldu âteşten döner pâyinde tezkiri,Ne dem gönlün murad eylerse taltif eyle Kıtmiri,Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resulallah! Yaman Dede, kalbindeki yangını mısralara dökmüştür… Görüldüğü üzere samimiyeti şiire nasıl da yansımış! Cemâdât (cansız diye bilinen eşyâ) dahi, Peygamber Efendimize (sav) muhabbet duymuş ve âşık olmuştur. Hazret-i Ali (ra) der ki: “Peygamber Efendimiz ile birlikte Mekke’de idim. Beraberce Mekke’nin bazı bölgelerine gittik. Dağların ve ağaçların arasından geçiyorduk. Resûlüllah’ın karşılaştığı bütün dağlar ve ağaçlar; ‘Es-selâmü aleyke ya Resûlallâh!’ diyordu.” (Tirmizî, Menâkıb, 6/3626) Rabbim gönlümüzü kendi sevgisiyle, Habib-i Edibinin sevgisiyle, sevdiklerinin sevgisiyle doldursun. Âmin.
Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır.Sana ne kötülük gelirse kendindendir.(Nisa Suresi, 79) Dünyamız Covid 19 diye nitelendirilen virüsle tanışalı aylar olmasına rağmen, milyonlarca insanı ensesinden yakalamış durumda. Ölenler ise altı yüz bine merdiven dayamak üzere. Bu illetin Çin’in Wuhan şehrinde bir et pazarında satılan yarasadan geçtiği söyleniyor. Bir başka iddia ise, bunun biyolojik bir silah olarak laboratuvarlarda üretildiği. Zahiri sebep her ne olursa olsun, hakikatte bu varlık Allah’ın emir tahtında hareket eden bir canlıdan başka ne olabilir? Tıpkı geçmişte olduğu gibi gelecekte de tabiatın ve içindeki müştemelatın galeyana gelmesi, ancak bir emir ve irade ile olacaktır. Yoksa tek başına ontolojik olarak bir nesnenin müessir olmasını beklemek, mantık örgüsü içerisinde söz konusu dahi olamaz. Her bir hadisede bir kanunun işlediği muhakkak. Üreme kanunu, ölüm kanunu, yer çekimi kanunu, hayat kanunu, tabiat kanunu, elmanın kanunu, virüsün kanunu vesaire. Bu bundan oldu, şu şundan oldu dediğimiz şeyin arkasındaki kudreti ve iradeyi görmez isek, sağlıklı bir netice elde edemeyiz. Nazarlarımızın miyoplaşmasından dolayı hadiseleri tahlil etme kabiliyetlerimizi bir ölçüde yitirdik. Malum, devletler kanunlar, daha özelde yönetmelikler, genelgeler çıkarırlar. İşlerin belirli bir düzende gitmesini sağlayan görünürde bu yasalar olmasına karşın hakikatte Devlet erkidir. Ülkemizde virüsten dolayı genelde hafta sonları çıkarılan sokağa çıkma yasaklarını bir hatırlayalım. İnsanların bu kanunlara uymasının gerisinde yatan sebeplerden biri de başlarına gelebilecek müeyyide korkusu değil midir? Allah’ın kâinatta işleyen cari kanunları zarf değil, mazruftur. Yani kanunlar güç ve iradeye tabidir. Kanunları ya da sebepleri fail olarak gördüğümüzde asıl fail-i muhtarın kim olduğunu kaçırırız. Bu sebeple eşyaya olan nazarımızın ve bakışımızın değişmesi, aslında hayatımızın olumlu manada değişmesine katkı sunar. Hadiseler böyle değerlendirildiği zaman, korona virüsün de görevli memurdan başka bir şey olmadığı açıkça görülecektir. Zira varlığı milimetrenin milyonda biri yani nanometre çapında kabul edilen ve bu haliyle ince bir sebebe tutunan virüsün dünyayı dize getirdiğini kabul etmemiz, bizi doğru sonuca ulaştırmayacaktır. Bu durum, devasa bir incir ağacını iğne ucu kadar bir çekirdeğe vermekle eş değerdir. İncir ve virüs… İkisindeki muazzam sonucu kıl kadar bir sebebe vermek büyük bir gaflet değil de nedir? Kuşkusuz vazifesini yapan bu memurun (virüsün) insanlığa kaybettirdiklerinin yanında kazandırdıkları da vardır. Ancak buna geçmeden önce dünyalıların başımıza neler ördüklerine kuşbakışı bir bakalım. Umumi hatalar umumi belaları intaç eder. Geçmişte de insanoğlunun zulümleri ve sapkınlıkları yüzünden belalar sağanak sağanak yağmıştı. Kuran’da da sabit olan Ad, Semûd, Nuh, Hud, Lut ve diğer kavimlerin başlarına gelenlerden haberdarız. “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu. Böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.”1 Dünyalıların zulümleri arşı titretiyor. Beyaz, kızıla dönüyor. Avustralya’da ağsız ve dilsiz develer fazla su içiyor diye öldürülüyor. Kedi, köpek ve ismini sayamadığımız nice hayvanlara işkenceler ediliyor. Yarasa, yılan, kedi, köpek gibi hayvanların etleri hiç tiksinmeden yenilebiliyor. İnsanın insana yaptığı daha acımasız. Cinayet, taciz, kumpas gibi gazetelerdeki üçüncü sayfa haberleri bizleri insanlığımızdan utandırıyor. Geçmişte Aborjinleri, Kızılderilileri katledenler, gözlerini İslam coğrafyasına dikmiş durumda. Hem bu hâl yeni de değil. Ümmetçe gardımız düştüğünden bu yana hep dayak yiyoruz. Suriye’de varil bombaları hayallerini bölüyor çocukların. Gözlerinde yaşlar bırakıyor annelerin. Dünyaya mihmandarlık örneği gösteren ülkemizi saymazsak, yerini yurdunu terk edenler sahipsiz. Batı, mültecilerden vebadan kaçar gibi kaçıyor. Aslında onlar kendi mabetlerinden kaçıyorlar. İnsanlıklarından istifa ediyorlar. Bir kez olsun akıllarına getirmedikleri vicdanlarından uzaklaşıyorlar. İnsan ırkı bir köşede tortulaşıp kalan son merhamet damarını da kesiyor acımadan. Babil Kulesi benliklerini yükseltiyorlar ha bire. Bir balinayı kurtarmak için seferber olan Batı, sahile vuran Suriyeli üç yaşındaki bebeğin görüntülerini görmezden geliyor. Alacakları petrolü kanla yıkamakta beis görmüyorlar. Bir meta gözüyle bakılıyor insana sadece. Sadece et ve kemik… Söyleyeceklerimiz uzayıp gider... Biz yazmaktan utanırız da onlar yapmaktan niye utanmaz? Suriyeli kızın ölmeden önce annesine yazdığı vasiyeti vicdanımızın noterine havale ederek bitirelim. “Bu benim vasiyetimdir. Canım annecim! Senden benim güzel gülüşlerimi hatırlamanı ve yatağımı olduğu gibi bırakmanı istiyorum. Ve sen ablacığım! Arkadaşlarıma de ki: ‘O açlıktan öldü...’ Ve sen abiciğim! Üzülme; ama, ikimiz birlikte, ‘Biz açız!..’ dediğimizi hatırla. Ey Ölüm meleği! Acele et ve ruhumu al ki artık Cennette yemek yiyeyim. Ben çok açım. Ve ey ailem! Benim için korkmayın. Ben sizin yerinize de Cennette yiyebildiğim kadar çok yiyeceğim.” Gülşenimizde ne gülücükler kaldı ne tatlı hatıralar, ne yaşama isteği ne de istenilen bir yaşama ait kırıntılar. Yerler kanla sulandı, gökleri ağlatanlarca. Gülün rengi soldu, başağa duranların boynu vuruldu. Elbette ki tüm bu yapılanların bir Z raporu olacaktı ve oldu da… Korkunç hadisler yüzünden aklımız tutuk, gözlerimiz kuru, vicdanlarımız yaralı. Sözlerimiz lâl ü ebkem. Lakin biz sussak da susmayan biri var: Bir emirle sapan taşı gibi hareket eden kâinat… Zaman denizi her asrı kıyıya vururken bazen taş çatladı, bazen yer yarıldı, su yuttu bazen, gök yırtıldı ve nihayet yaşadığımız asrın son dalgasında virüsü taşıyan esen bir rüzgârla insanlar öldü ve ölüyor. Dünyamızı çepeçevre saran bu umumi illetin neden kaynaklandığını az-çok tahmin ettikten sonra, asıl bu hadisen çıkaracağımız derslere yoğunlaşma vakti geldi sanırım. Gecenin en koyu anı sabahı müjdeler derler. Sabah yakındır inşallah. Musibetler iki uçlu mızrak gibidir. Bir yönü mücazatı gösterirken bir diğer yönü de mükâfatı işaret eder. Yaptığımız eylemler (safileşme ya da azgınlaşma) bir bakıma tercihimizi de ortaya koyar. Dolayısıyla herkes gideceği istikameti bilir aslında. “Her şeyde, hatta en çirkin görünen şeylerde hakiki bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinatta her şey, her hadise, ya bizzat güzeldir. Ona hüsn-ü bizzat denilir veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki zahiri çirkin müşevveştir. Fakat o zahiri perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.”2 1400 yıl önce Şimdilerde yaşadığımız maddi virüse mukabil, cahiliye döneminde toplum manevi bir virüsle karşı karşıyaydı. Küfür ve zulüm kol kola girmiş geziniyorlardı. Dünyanın iyiliğe, güzelliğe, adalete dair çıkan tek bir sokağı yoktu ne Mekke’de ne de başka bir yerde. Erdem tabanlarda gezerken, sefahat uzaya merdiven dayamış gidiyordu. Yalan, evlerin bacalarından bile girmişti içeri. İnsanlık karanlık bir hayatı altın vehmederek yaşıyordu. Sınıf farklılığı tabi bir hadiseydi. Kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu hunharca. Kan davaları, kabile savaşları vardı bitip tükenmek bilmeyen. Böyle bir manzara-i umumiye karşısında Peygamberimiz (nübüvvetten önce) çareyi oradan uzaklaşmakta buldu. Her şeye varış için her şeyden kaçıştı bu. Bir dağa sığındı. Üzerinde ağacın, çiçeğin, hayvanın olmadığı bir dağa. Bir diriliş öyküsüdür Hira… Efendimiz ruh dinginliğini orada buldu. Huzuru orada, tefekkürü orada, ibadeti de orada. Rabbinin kelimelerini okuyordu. Orada buldu Rabbine yakınlığı. Toplumun hastalığının teşhisini koyarken tedaviyi de gösterdi Hira’da. Covid 19 diye tabir edilen virüsle bir oturup bir kalkıyoruz. Hayat tarzımız şaşılacak tarzda değişti. Dijital bir çağ için belki de haklı bir sebep oluşturuldu. Okullar kapatıldı. Kepenkler indirildi. Fabrikaların bacaları tütmez oldu. Dünyamızın ekonomik zararı daha şimdiden sekiz buçuk trilyon doları aşmış durumda. Camilerimiz suskundu; çok şükür şimdi Ayasofya ile birlikte hepsi açılmaya başlandı. Spor, sanat ve kültür adına her ne varsa iptal edildi. Süper devletler bozguna uğradı. Oğul babadan; baba evlattan kaçar oldu. Tıpkı herkesin kendi derdine düştüğü bir kıyamet provasıyla karşı karşıyayız. Her şeye rağmen karanlığın en koyusunda başlayan bir aydınlık hep vardır. Muhammed ümmetinin çıkaracağı dersler vardır. İnziva, tecrit, izolasyon… Adını ne koyarsak koyalım. Vardır bunda da bir hayır. Temizlendiğini gördük gökyüzünün. Deniz canlıları birbirleriyle bayramlaşıyorlar şimdi. Dağ, taş ve sair canlılar nefes aldı bir sürelik de olsa. Gürültü ve patırtının arasındaki keşmekeşlikten kurtulduk az da olsa. Kuş sesleri evimizin içine kadar girdi güneşle birlikte. Hiç umursamadığımız rüzgârın iniltisi bile ney gibi geliyor bize. Yağmurun sesi artık bir başka güzel. Yakınlarımızın, dostlarımızın kıymetini anladık. Ne denli ihtiyacımız varmış birbirimize. Ne kadar da önemliymiş bir dost meclisinde birkaç kelam etmek. Kanaati öğrendik sonra. Paralar saçmadan da yaşayabiliyormuşuz meğer. Daha fazla dikkat eder olduk kişisel temizliğimize. Yemekten önce ve sonra ellerimizi yıkayarak bir sünneti daha hatırladık asırlar sonra. Bizi dünyaya bağlayan bağların çözüldüğü, Allah’a bağlayan bağların güçlendiği zaman dilimlerindeyiz. Ruh dinginliğine ermeye devam etmenin zamanı geçmiş değil dostlar. Muhasebe ve murakabe vakti Geliniz evlerimiz birer Hira Dağı olsun. Hatta odalarımız, hatta bedenlerimizdeki her zerremiz. Hira aksın çeşmelerimizden. Maddi virüsten korunduğumuz gibi manevi virüs mesabesinde olan günahlara, süfliyata da bir dur diyelim artık. Evimizi dışarıya değil, dışarıyı evimize misafir edelim. Birkaç söz, birkaç şiir belki birkaç sure ezberleyelim. Epey düşünme vaktimiz varken bu hal neyin nesi diye başımızı ellerimizin arasına alıp şöyle bir sorgulayalım kendimizi. Sokaklarda gezinme yerine kitaplarımızın sayfalarında gezinelim özgürce. Mevlana’yı, Yunus’u buyur edelim içeri. Elindeki Safahat’ıyla Akif’i de çağıralım. Bediüzzaman Hazretleri çıkagelsin yanımıza. Şöyle duvarda asılı duran Kur’an’ı indirip ne dediğine kulak kesilelim ailece. İş yoğunluğundan dolayı ihmal ettiğimiz ailemizle, çocuklarımızla vakit geçirelim doyasıya. Bir meşgalemiz olsun mutlaka. Hobilerimiz her ne ise onların peşine düşelim bir süre. Hira’nın gölgesi düşsün üzerimize. Gelin virüsün rengini değiştirelim, virüs bizi değiştirmeden önce. Tedbire riayet edelim, takdiri fark ederek istifade edelim… Kaynaklar: 1- Rum Suresi 30/ 412- Said Nursi, Sözler
Köşe taşı köşede yaraşır. (Atasözü)Bazen insan,Bazen eşya,Bazen hadise,Bazen bir eser... Karşımıza köşe taşı olarak çıkabilir. Evet, biliyoruz ki bir binanın yeri doldurulmaz en önemli boşluğu köşe taşına aittir. Elbette ki sıraladığımız köşe taşı nevileri de hayat binasında bir önemli boşluğu doldurmaktadır. Bir köşe taşı insan düşünelim mesela… Beşeriyetin tarihi içinde sözüyle, yaptığı icraatıyla hemcinsinin terakkisine medar olsun. Beşer binasının diğer taşlarının sağlam ve düzgün olarak birbirine tutunup ayakta kalmalarına hakikaten bir köşe taşı olarak hizmet etmiş olsun. O insanın yokluğu nasıl düşünülebilir ki? Bir eşya, bir hadise, bir eser… Hepsinde aynı hususiyet geçerlidir, hakikaten bir köşe taşı iseler. Büyük âlem olan şu dünyamızın zaman şeridi üzerinde bir seyahat yaptığımızda, çeşit çeşit köşe taşları ile karşılaşacağız. Farklı zamanlarda parantez içi iki tarih arasına sıkışmış bir köşede yer bulan ve icraatlarıyla tesirlerini günümüze taşıyan nice sima ile yüz yüze geleceğiz. İcadıyla birçok sahaya yayılmasıyla, hayatı kolaylaştıran birçok nesnenin köşesindeki varlığına şahit olacağız. Zaman şeridinde derin kırılmalara sebep olarak, beşeriyetin tedenni ve terakkisinde önemli yeri olan onca hadiseler göreceğiz. Taştan kâğıda, renkten desene yansıyan ve her biri bir zihne ve gönle tercüman olan ne kadar abidelerle karşı karşıya geleceğiz. Üzerinde hayat mührü bulunsun bulunmasın, tüm bu köşe taşları dünyamızın bina-yı hayatında bir köşede kendilerine mühim bir yer edinmişler. Lakin, âlem-i asgar olan bizlerin şahsi küçük dünyalarımızda da köşe taşlarımız yok mudur? Evet, vardır. Her insanın ömür binasında yer edinen köşe taşları vardır. Mesele elbette bunların olup olmadığı ile ilgili değildir. Köşe taşlarının doğru tespit edilip düzgün şekilde yerine konulmasıyla ilgilidir. Burada bu iki noktanın çözümlenmesi büyük önem taşımaktadır. Birinci olarak “doğru tespit edilmeli” noktası. Her bir köşe taşı kendisine münasip bir köşe, doldurması gereken mühim bir boşluk için vardır. Bu yeri görmeden, görmek istemeden olmaz. Bir durup bakmalıyız, hayat binamızda doldurmamız gereken en önemli boşluklar nelerdir? Bunlara layık köşe taşları yerinde duruyor mu? İkinci olarak “düzgün yerleştirilmeli” noktası. Her bir köşe taşının düzgün olarak yerleştirilmesi, üzerine bina edilecek diğer taşların, duvarın, hasılı tüm binanın sağlam olarak ayakta durmasına sebebiyet verecektir. Burada hayat binası mevzubahistir ve bu sebepten mesele daha bir kıymet kazanmaktadır. Gözden geçirmeliyiz, tespit ettiğimiz köşe taşlarını yerli yerince düzgün bir şekilde yerleştirebilmiş miyiz? Küçük dünyalarımızın köşe taşları da yaşadığımız dünyanın köşe taşlarına benzemektedir. Bazen bir şahıs bizi çok etkiler, hayatımızda kırılma yapar. Olumlu veya olumsuz bir kırılma bu… Bu kişiler bir köşe taşı gibi değiller mi? Bazen bir eşyaya, hayatımıza yön verecek kadar değer atfederiz. Belki onsuz hayatın anlamsız geleceğini düşünebiliriz. Veya fena mührüyle mühürleriz zıddına. Bu eşya hayat binamızın duvarlarının sarsılmasına yahut sağlamlaşmasına kadar sebep olabilecek bir köşe taşı olmaz mı o zaman? “Ölüm Hakk’ın emri.” Bu hakikat başta olmak üzere, hayatımızda tesirini rutin zamanların dışında çokça hissettiğimiz sükut ve zafer anları olmak üzere çok çok önemli hadiseler yok mu? Bunlar hususen manevi hayatımızın rengini siyah veya beyaz renkte belirleyerek köşe başlarını almamışlar mı? Güzel bir nazar ve niyetle ahirete köprü olan veya aksi şekilde dünyaya münhasır kalan eserlerin her biri hayat binamızın iki cepheye yön veren köşesinde bir köşe taşı olarak yerleşmemiş mi? Ey bin bir tanede solmayan tek renk / Bayraklaşamıyorsan bayrak utansın Hayatımızda kırılma yapacak kadar tesir eden kişi, Hayat binamızın duvarını kuvvetlendiren bir eşya, Hem bir zafer anı, Zaman tünelinden günümüze beliren bir yapı… Eğer onun (asm) ile rabıtası varsa ehemmiyetlidir, köşe taşıdır. Mesela bir Ebubekir (ra), Mesela hırka-ı şerif, Bir Bedir, Her biri İslam tuğrası olan mescidlerin ilki olan bir Mescid-i Nebevi. Hep o imani soluğu taşıdılar göğüslerimize. Aynı şekilde aynı vasıflara sahip olan, aynı nebevi kokuyu taşıyanlar (ister şahış, ister eşya, ister hadise, ister eser olsun) hayatlarımızda büyük bir boşluğu dolduracak, şahsi hayatlarımızın köşe taşları olacaklardır. Onun (asm) bize kazandırmış olduğu ve hayatın üssü’l-esası olan tahkiki bir imana sahibiz. Köşe taşları değil, hayat binamızın her taşını iman merceğinin altına almışız. Her bir taşı, iman dolu yüreklerimizle yerlerine, hayattaki köşelerine en güzel şekilde, düzgünce yerleştirmişiz. Yerleştirmeye de devam edeceğiz inşallah. Yeter ki O’nsuz (asm) olmasın. *** Cenab-ı Hak her şeyde olduğu gibi bu hususta da onun akvalini, ahvalini, etvarını, efalini rehber edinmeyi ve sımsıkı sarılmayı nasip etsin.
Günümüzde “kadın” kavramına ideolojik yaklaşımlar altında yorum getirilmeye çalışılsa da aslında beşerî olan bu yaklaşımların ne kadar eksik veya yanlış olduğu göz önündedir. Peki, İslamiyet kadını gerçekten arka plana mı atıyor? Ya da cahil mi bırakıyor? İslamiyet, toplumda kadının değerini mi düşürdü? Bu ve benzeri soruların cevabını Asr-ı Saadete uzanan bir yolculukla bulabiliriz. Geçmişte toplumların hemen hepsi kadınlara aşağı bir gözle bakmış ve onları hor görmüştür. Bugün bile kadına hukuki statü verdiklerini iddia eden ülkelerin çoğu 19. yüzyılın ortalarına dek kanunlarından faydalandıracak kadar bile değer vermiyorlardı. Geçmişte bazı toplumlar kadınlara; alınıp satılan eşya, şeytanın arkadaşı, ruhsuz varlık, insan olmayan bir yaratık vb. diye bakmıştı. Yahudi ve Hristiyan toplumlarda da kadına bakış açısı ne yazık ki insan olma vasfından bile geride kalmıştı. Cahiliye devrinde de durum bunlardan farklı değil, hatta oldukça karanlık bir portre göze çarpmaktaydı. İşte sair nazarların bu şekilde olduğu bir devirde, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (asm), kadına gereken değeri İslamiyet’in ziynetleriyle süsleyerek vermiş ve kadınlara bu şekilde kimlik kazandırarak toplumda önemli bir mevki vermiştir. Hz. Ömer (ra): “Allah’a yemin olsun ki, cahiliye döneminde kadınlara hiç değer vermezdik. Yüce Allah, onlar hakkında vahiy gönderdikten ve onlara bazı haklar verdikten sonra biz de onlara değer vermeye başladık”1 demiştir. Hatta Abdullah b. Ömer: “Hz. Peygamber (sav) devrinde hakkımızda ayet nazil olur korkusuyla hanımlarımıza elimizi ve dilimizi uzatmaktan sakınırdık”2 şeklinde söylemiştir. Daha önceleri kadınlara uygulanan şiddet konusunda Efendimiz (asm) ikaz etmiş, kadına zulmü yasaklamıştır. Kendi hayatıyla da bunu göstermiştir. Kadınlar ilim öğrenirler miydi? Gerek Daru’l-Erkam’da, gerekse Efendimizin (asm) meclislerinde kadınların ilim öğrenmek için bulunduklarını biliyoruz. Hatta Efendimizden (asm) ilim öğrenmek için hususi bir gün rica ettiklerini ve kendilerinin bu ricalarına iştirak ettiğini dahi okuyoruz.3 Efendimiz (asm), Sahabe-i Güzin Efendilerimize de “Kız çocukları olup da onların eğitimini güzel yapan, hediye ve sevgide diğer çocuklarından ayırmayan kimse Cennet’te benimle beraberdir”4 buyurarak, hanımlarına ve kızlarına ilim öğretmelerini tavsiye ve teşvik etmiştir. Hatta, “Eğer bir kimse 3 kız evlat veya kız kardeş yetiştirip ona iyi terbiye öğretir ve şefkatle muamele eder ve bunların kendisine ihtiyacı olmayıncaya kadar onlara muhabbetli bir şekilde davranırsa, Allah onu mutlak bir şekilde cennetine yerleştirecektir” buyurmuş; bu esnada bir adam: “Eğer o kişi iki kıza sahipse?” diye sorunca da “İki kıza da sahipse aynı şekilde olacak” diye cevap vermiştir. Hadisin ravisi Hz. İbn Abbas, bir kız olması halinde ne olacağını sorunca Efendimizin (asm) yine aynı cevabı verdiği rivayet edilmiştir.5 Hadis ve fıkıh âlimi Nedvi 9000’den fazla hanım hadis ravisinin bulunduğundan bahseder. Hatta eskiden Mescid-i Aksa’da, Mescid-i Haram’da, Mescid-i Nebevi’de hanım hocaların olduğunu, bazı derslerin yaklaşık 400 kişi ile gerçekleştiğini, ilim için ülkeler arası seyahat ettiklerini de ekler. “Eğer kadınların öğrettiklerini çıkarırsanız İslam’ın dörtte biri yıkılır”6 sözünü de okumuştum. Asr-ı Saadette İslamiyet’in yetiştirdiği hanım âlimeler görebiliriz. Mesela Hz. Âişe’nin (ra) 2210 hadis rivayet ettiğini biliyoruz. Rivayet ettiği hadislerin sebeb-i vürûdunu ve delâletlerini beyan eder, ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’e muhalif bir unsur ihtiva edip etmemesi bakımından onları incelemeye tâbi tutar, bazı sahâbîlerin rivayet sırasında yaptıkları hataları düzeltirdi. Hz. Âişe’nin naklettiği hadislerin muhtevaları incelendiğinde, başta Resûlüllah’ın (sav) peygamberliği, aile hayatı, günlük yaşayışı, savaşları, Vedâ Haccı, vefatı ve ahlâkı olmak üzere, câhiliye çağı tarihi, kadınlara dair hükümler, Mekke ve Medine devirlerindeki Müslümanların çeşitli faaliyetleri, ibadetler ve ibadetler tarihi, rü’yetullah, gaybın bilinmesi, kıyamet, ölüm ve âhiret hayatına dair bazı kelâmî mesele ve haberleri ihtiva ettiği görülür. Hz. Âişe’nin en belirgin özelliklerinden biri de İslâm dininin esaslarını anlatmak hususundaki faaliyetleridir. Hz. Peygamber’den (sav) sonra onun evi, kadın erkek, büyük küçük birçok kimsenin huzuruna gelip kendisini dinlediği, varsa sorusunu sorup cevabını aldığı bir ilim ve irfan ocağı oldu.7 Keza yakın tarihte Osmanlı’da bunun örneklerini görebiliriz. Duhteran-ı Hümayun adında, sarayda Harem içinde kızlara açılan mektepte; hadis, siyer, dil, sanat, tarih, hüsn-i hat, coğrafya, edebiyat, belagat, vb. dersler verilerek kızların yetiştirilmesinden ne kadar haberdarız? Osmanlı’nın hanım sultanlarının yaptırdığı külliye, hastahane, imarathane, eğitim merkezleri, camiler gibi hayratların ilmi altyapılarını oluşturan bu medrese kültürü göz ardı edilebilecek bir yapı mıdır? Osmanlı döneminde sadece saray değil, evler dahi birer medrese olmuş. Öyle ki misafirlerini gezdirirken bir odada tefsir çalışan bir kız ile karşılaşabiliyorlardı. Bu arada misafirlerine Fransızca çeviri yaptığını da atlamayalım. “Sizin En Hayırlınız Kadınlara İyi Davrananızdır” Kur’an-ı Kerim şer’i hiçbir uygulamasında kadınları dışlamamış, hor görmemiştir. Efendimiz (asm) kadınlardan da biat alarak, onların görüşlerine değer vermiştir. Hatta Ahzab suresi 35. ayetin nüzul sebebi olarak Ümmü Seleme (ra) validemizin, “Ya Resullüllah, neden her konuda erkekler anılıyor da biz anılmıyoruz?” diye sorması üzerine bu ayetin indiğini biliyoruz. Başka bir vakit, bir kafilede Enceşe isimli bir zat, develerin önünde, daha hızlı yürümeleri için beyitler okumaktadır. Coşku artması üzerine, develerin sürati de artar. Develerin üzerinde bulunan hanımlar için endişelenen Hz. Peygamber (sav) Enceşe’ye seslenir: “Enceşe dikkat et, develeri yavaşlat, kristaller kırılmasın” diye zarif bir şekilde uyarmıştır. Benî Kaynuka Yahudilerinin muhasara altına alınma sebebi neydi hatırlayalım? Medineli Müslüman bir hanıma karşı yaptıkları düşmanca hareket. Ya da Kâ'b bin Eşref gibi muhteris bir Yahudi’nin öldürülme sebeplerinden birisi de Medine’deki Müslümanların hanımlarına ve kızlarına dil uzatmasıydı. Hatta kadını üzecek ya da zarar verecek şeylerden korumak için tesettür gibi bir kale inşa edilmekle kalmamış, erkeğe de bu hususta çeşitli sınır ve kurallar getirilmişti. Kadınlara mirastan düşen az pay dahi, erkeğin eşinin masrafını karşılama ve mehir verme gibi yükümlülükleri dolayısıyla bu şekilde düzenlenmiştir. Yani aslında yine kadının lehine bir durum söz konusudur. Yine Efendimizin (asm) erkeklere, hanımlarına nazik davranmalarını tavsiye buyurduğunu, hatta sürekli mümin erkekleri hanımlarına karşı şiddet uygulamamaları konusunda ikaz ettiği bilinen bir durumdur. Efendimiz (asm) kendisi de hanımlarına karşı daime müşfik davranmıştır. Her gün onları tek tek ziyaret edip, gönüllerini almış, onları dinlemiş, sohbet etmiştir. Veda haccından günümüze gelen bir hakikat de şudur ki: “Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Dikkat edin! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki hakkınız iffet ve namuslarını korumalarıdır. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları geleneklere uygun biçimde yiyecek ve giyeceklerini sağlamanızdır. Kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlara en iyi şekilde davranın.”8 Sonuç olarak İslamiyet, cinsiyeti üstünlük standartı olarak almamış takvayı ve kulluğu esas tutmuştur. Bunun yanında yapıları itibariyle hassas ve naif olan hanımları adeta bir gül goncası gibi tehlikelerden korumuş, bir mücevher gibi kıymetlendirmiş, İslamiyet’le ziynetlendirmiş ve mahsus hak ve hürriyetler vermiştir. Görüyoruz ki İslamiyet’in özünde ve esasında kadını inciten en ufak unsur dahi olmadığı gibi, kadına en çok değer veren de yine İslam’dır. İslamiyet’te kadınla ilgili ayet ve hadisleri ve uygulamalı örnek olarak Efendimizin (asm) hayatını incelediğimizde, İslamiyet’in kadına zarar verdiğini asla söyleyemeyiz. Kaynaklar: 1- Buhari, Tefsir, 662- Buhari, Age., 146 (Nikah, 80)3- Buhari, ilim, 45/ Buhari, İlim, 364- Ebû Dâvûd, “Edeb”, 130; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3: 156. 5- İbn Mace, Edeb, 36- Dr. Muhammed Nadwi, Derin Tarih, Nisan 20187- TDV İslam Ansiklopedisi, c. 2, s. 2048- TDV İslam Ansiklopedisi, c. 42, s. 592.
Evet. Cenabı Hak insana her sıkıntıyı göğüsleyecek ve her musibetin üstesinden gelecek tahammül gücünü vermiştir. Her kötülüğe dayanacak sabır kuvvetini ihsan etmiştir. İnsan her hâlükârda iki ayaküstünde durabilir. Başını dik tutabilir. Hayata tekrar dönebilir. Yoluna devam edebilir. Âdeta dirilerek mezardan tekrar kalkabilir. Yani insan düştüğü yerde kalacak şekilde yaratılmamıştır. Bunun tarihte binlerce örneği bulunmaktadır. Hakikat bu merkezde olmasına rağmen insanın musibetler karşısında iradesi çözülür, dayanamaz, tahammül edemez. Sabır gösteremez. İnsan, mücadele azmini yitirir. Ümitsizliğe düşer. Neden mi? Çünkü sabır ve tahammül sermayesini yanlış kullanır. Boş yere harcar, tüketir, heba eder. Eğer insan kendisine verilen sabrı doğru bir şekilde kullanabilirse her musibete dayanabilir. Her sıkıntının üstesinden gelebilir. Her engeli aşabilir. Zira Cenabı Hak insana taşıyamayacağı yükü yüklemez. Kaldıramayacağı ağırlığı vermez. İnsan tahammül gücünü doğru yerde, doğru zamanda ve doğru şekilde kullanmalıdır. Etrafınıza bakınız! Hafızanızı yoklayanız! Geçmişi her anıyla zihninde canlı tutan sanki şimdi oluyormuş gibi onlardan etkilenen nice insan görürsünüz. İnsanların geçmişte gördüğü, yaşadığı, duyduğu, şahit olduğu olumsuzlukları zihninde canlı tutup onlarla ne kadar mücadele ettiğini görürsünüz. Onların geçmişin rahatsızlıklarından kurtulmak için nasıl bir gayret sarf ettiklerine şahit olursunuz. Âdeta zihinlerinde kıyameti yaşarlar. Yürek damarları bir bir kopar. Uykusuz geceleri neredeyse sayılamayacak kadar çoktur. İnsanların ne kadar da çok iç konuşma yaptığını dinleyiniz. Evet, geçmiş insanın peşini bırakmaz. Lakin insanın tahammül sermayesini olmuş, bitmiş, geçmiş ve şu anda olmayan yaşanmışlıklar için harcadığını görürsünüz. Böyle insanlar için yaşanmışlıklar sabır eritici ve tahammül tüketicidir. Belki, “Etkisi sürüyor, kötü sonuçları devam ediyor, ateş düştüğü yeri yakar, insan nasıl kurtulsun? Geçmiş, insanın peşini bırakmıyor ki biz bırakalım, düşünmeyelim?” diyebilirsiniz. “Ateş düştüğü yeri yakar, garip anam neler çeker”, doğru. Geçmişi insanın peşini bırakmaz, doğru. Yaşananların bugüne etkisi olduğu, doğru. Bunu inkâr etmek mümkün değil. Doğru olmayan ise, geçmişteki olumsuzlukları bugün yaşanıyor gibi görmek, hissetmek, acı duymak ve sarsılmaktır. Çünkü onlar geçmişte kaldı. Geçmiş günlerde kaldı. Her günün acısı ve sevinci kendi içindedir. Biz ise yeni bir günde ve yeni bir zamandayız. Bugün, geçmiş gün değil. Hatta geçmiş günlerde yaşadığımız olumsuzlukların, acı ve ıstıraplarının geçmiş olmasından gelen moral bizlere taze bir kuvvettir. Evet, insan geçmişi unutmamalıdır. Lakin geçmişe de takılıp kalmamalıdır. Düşüncesinde her daim geçmişiyle mücadele etmemelidir. Onlardan gereken dersi çıkartmalı, ibreti almalı ve hayata devam etmelidir. Geçmiş, insanın sabır gücünü tükettiği gibi gelecek de tahammül gücünü bitirir. Evet, geçmişin aynı şekilde devam edeceği, gelecek endişesi, istikbal korkusu bir kurt gibi insanın zihnini kemirir. Böyle geldi, böyle gidecek. Dağ gibi duran sıkıntıları nasıl halledeceğim? Hiçbir ışık görünmüyor? Şimdi ne yapacağım? Bittim. Tükendim. Artık bundan sonra olmaz, gibi düşünceler, insanı telaşlandırır. Tam bu noktada insan o endişe ve korkunun verdiği ıstıraplarla mücadele etmek zorunda kalır. Direnç ve sabır gücünü sarf eder. Hâlbuki insan bir an düşünebilse, yarın daha gelmedi. Şu anda yok. Evet olabilir veya olacak. Lakin ben bugündeyim. Hiç yarın acıkırım diye bugünden telaşlanıp, sabırsızlık gösterip sürekli yemek yiyor muyum? Kışın hasta olurum diye bugünden telaş gösterip, sabrımı tüketip ilaç alıyor muyum? Elbette hayır. Peki, o zaman ileriyi düşünmeyelim mi? diyebilirsiniz. Elbette aklı olan herkes geleceğini düşünmelidir. İstikbali için tedbir almalıdır. Gerekli hazırlıkları yapmalıdır. Çünkü akıl bunu gerektirir. Lakin tedbir almak ayrı. Şimdi olmayan, gelmemiş olan yarından korkup telaş etmek, sabırsızlık göstermek ayrıdır. Bunlar karıştırılmamalıdır. “Peki ne yapmalıyız?” derseniz, biliniz ki dün her şeyiyle gitti. Dün dünde kaldı. Dersini al, lakin bugüne taşıma. Aksi halde bugünün sevincini yaşayamaz ve sıkıntılarının üstesinden gelemezsin. Yarın ise daha gelmedi. Tedbirini al, lakin bugün varmış gibi korkma. Yoksa geçmişin acıları ve geleceğin korkuları insanın zevkini kaçırır, ağız tadını bozar. Yaşadığı gündeki sıkıntılar karşısında aciz bırakır. Bundan dolayıdır ki insan, direnç ve tahammül gücünü geçmiş ve gelecekte tüketmemelidir. “İnsan sabrını nasıl doğru kullanabilir?” sorusuna gelince, bunun yolu, sabrını geçmiş ve geleceğe dağıtmamaktır. Yaşadığı güne odaklanmaktır. Var olana bakmaktır. Yoku var gibi görmemektir. Yoktan korkmamaktır. Şu anda geçmişin yok, yarının yok ve daha gelmediğini bilmektir. Gereken ders ve tedbiri alarak hazır güne bakmaktır. İşte o zaman gün içinde yaşanan olayların üstesinden ne kadar kolay, tehlikesiz, sıkıntısız gelindiği görülecektir.
Efendim, ırkçılık da en az Covid-19 virüsü kadar tehlikeli ve aynı zamanda bulaşıcı özelliği de bulunan tehlikeli bir virüstür... İnsanlık tarihinde tefrika, ayrılık sebepleri arasında en ziyade görülen ırkçılık halen devam etmekte, farklı suretlerde karşımıza çıkmaktadır. Tıpkı virüsün mutasyon geçirip varlığını sürdürdüğü gibi... Irkçılık, kendi etnik kökenini, kültür değerlerini tek kıstas olarak belirlemek, kendi ırkının, nesebinin diğerlerinden üstün olduğuna ve diğerlerine hükmetmeye hakkı olduğuna duyulan inanç, ideolojidir. Irkçılığın esasında benmerkezcilik, kibir, enaniyet vardır. Bu sebeple İslam âlimleri kendisinin ateşten yaratılıp, topraktan üstün olduğunu iddia eden iblisin, Allah’ın lanetine uğraması ve huzurdan kovulmasına sebep olan ameline benzetirler. İnsandaki benliğin üzerine sadece kendi cinsinden ve milletinden olanlara taraftarlık hissiyatı da eklense o kişi, bu noktada kalmakla şeytan gibi Allah’ın emirlerine karşı çıkmaya kadar gider. Cenab-ı Hak insanları çeşitli kabile ve millet olarak yaratmasının hikmetini Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklamıştır: “Ey İnsanlar! Şüphesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabileler kıldık. Doğrusu Allah katında sizin en üstün olanınız, en takvalı olanınızdır. Muhakkak ki Allah, Alîm (her şeyi hakkıyla bilen) dir, Habîr (her şeyden haberdar olan) dır. (Hucurat Suresi, 13) Evet, Rabbimiz bizleri toplum hayatına ait münasebetlerde birbirimizi tanıyalım, birbirimize yardım edebilelim diye çeşitli milletlere ayırmıştır. Yoksa birbirimize yabani kalıp, birbirimizi inkâr etmek için değildir. Evet, birçok farklılıklarımız olabilir. Aslında bu farklılıklarla birbirimizi tamamlıyoruz. Fakat çok daha fazla ortak noktalarımız vardır. Allah’ın yarattığı bir varlık olmak. İnsan olmak. İslam kardeşliği, ki hepsinin üstündedir. İslam üzerinde, Rabbimiz, peygamberimiz, kitabımız, kıblemiz gibi bizi birbirimize bağlayan pek çok bağlar vardır. Farklılıklarımız da bir bahçedeki enva-ı çeşit çiçekler ve diğer varlıklar gibi birbirine renk katan, zenginlik ve anlam katan değerlerimizdir. Müspet ve Menfi Milliyetçilik Bu noktada karşımıza “milliyetçilik” mefhumu çıkmaktadır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri milliyetçiliği ikiye ayırmaktadır. Birincisi müspet milliyetçiliktir ki; elbette insan kendi kavmini, milletini sevebilir. Benim milletim iyidir diyebilir. Ama “Sadece benim milletim iyidir” diyemez. Millet hamiyetini, İslam’a zıt değil, İslam’a hizmetkâr olarak kullanmalıdır. Hem ecdada saygı ve bağlılık fıtri bir haldir. Ama Hak yolda olmayan ecdad ile övünülmez. Fakat hak ve hakikat yolunda olan, İslam’a bayraktarlık yapmış, Allah’ın kelimesini yüceltmek için çalışmış bir ecdad ile iftihar edilebilir. Lakin başkasını nesebinden dolayı hakir göremeyiz. Peygamber Efendimiz (asm) İkrime bin Ebu Cehil Müslüman olduğunda, yanında kendisini incitecek babası ile alakalı bir şey söylenilmemesini, dikkat edilmesini buyurmuşlardır. Diğeri ise menfi milliyetçiliktir ki; bu ırkçılıktır. Sadece kendi milletini üstün görüp, diğerlerini küçük görür. Kendi kavmini, milletini haksız da olsa, zulüm de etse haklı görür, yardım eder. Irkçılık, haksızlıkta dahi tarafgirlik olduğundan gafleti ziyadeleştiren ve ahlaksızlıklara alıştıran, yasaklanan şeylere cesaret veren frenk meşrebane bir yoldur. Dünyada kısa bir dönemde cüzi bir menfaat sağlayabilir, fakat bu menfaat onları ihtiyarlıkta ağlattıracak olan geçici bir rahatlıktır. İşte bu, kesinlikle dinimizde yasaklanan menfi milliyetçilik yani ırkçılıktır. Peygamber Efendimiz de (asm) şöyle buyurmaktadır: “İslamiyet, kendinden önceki cahiliye denilen şirk ve küfür dönemine aid ırkçılığı kökünden kesip atmıştır.” (Buhari, Ahkâm 4) Cahiliye Taassubu Evet, ırkçılık cahiliye âdetidir, taassubudur. Efendimiz (asm) peygamber olarak vazifelendirilmeden önce, Arap toplumunda cahiliye taassubu hükmetmekteydi. Asabiyet kelimesiyle ifade edilen bir kabilecilik vardı. Kabile savaşları çıkar, zulüm ve haksızlıklar olurdu. Kendi kabilesinden soylu biri bir suç işleyecek olsa cezalandırılmazdı. Peygamber Efendimiz (asm) getirdiği nur ile âdetlerine çok mutaassıb olan bu kavimlerden o cahiliye adetlerini söküp almıştır. Hz. Peygamber (asm) ırk ayrımı fikrini yıkmak için, sözleri yanında fiili tatbikatıyla da faaliyetlerde bulunmuştur. Mesela, asla barışmaz, bir araya gelmez denilen Evs ve Hazreç kabileleri birleşmişler, kardeş olmuşlardır. Efendimiz (asm) Muhacir ve Ensar’dan büyük şahsiyetlerin bulunduğu orduya azatlı köle olan Zeyd bin Harise ve onun oğlu Usame bin Zeyd’i komutan tayin etmiştir. İran asıllı Selman-ı Farisi’ye, Bizans asıllı Süheyb (ra) ve Habeş asıllı Bilal’e (ra) müstesna bir yer vermiştir. Irkçılığın cahiliye adetlerinden olduğunu anlatan bir hadiste Resulüllah (asm) şöyle buyurmuştur: “Bir gün Ebu Zer, Bilal-i Habeşi’ye kızmış ve haddi aşarak “siyah kadının oğlu” diyerek hakaret etmişti. Bilal onu Resul-ü Ekrem’e (sav) şikâyet etti. Hz. Peygamber (sav) Ebu Zer’e dedi ki: Onu anasının zenci olmasıyla mı ayıpladın? Sen öyle bir adamsın ki sende hala cahiliye kokusu var. Bak, sen takva ile daha üstün olmadığın takdirde, beyaz veya siyah derililerden daha hayırlı değilsin.” (Ahmed ibn Hanbel, Müsned, Mısır 1313, V, 158) Ebu Zer (ra) o vakitlerde yeni Müslüman olmuştu ve Peygamber Efendimizin (asm) bu ikazıyla hemen pişman olup, Bilal-i Habeşî’den (ra) özür dileyip helallik almıştır. Sahabe-i Kiram efendilerimiz Resulüllah’tan (sav) aldıkları terbiye ile eski cahiliye adetlerini kaldırıp güzel ahlak ile donanmışladır. Fetih Suresindeki şu ayet-i kerime de bu güzel hallerine şahitlik etmektedir: “O zaman, inkâr edenler kalblerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da Resulünün ve müminlerin üzerine (kalplere huzur veren) sükûnetini indirdi ve onları takva sözüne (kelime-i şahadete) bağlı kıldı. Zaten (onlar), buna çok layık, buna ehil idiler. Allah ise, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Fetih Suresi, 26) Irkçılığın Zararları İslamiyet’in ve insaniyetin ırkçılıktan gördüğü zararlar için tarihi bir seyir gerekmektedir. Tarihin her devrinde ırkçılık, menfi milliyetçilik görülmektedir. Mesela Yahudiler, kendilerini seçilmiş, üstün ırk olarak görürler. Peygamber Efendimiz (asm) vasıflarını ve Yesrib’e (Medine) hicret edeceğini açık bir şekilde görmüşler ve birçoğu Medine’ye yerleşmişlerdir. Lakin Efendimiz (asm) peygamber olarak vazifelendirildiğinde kendi oğullarını tanıdıkları gibi emin oldukları peygamberden yüz çevirdiler. İsrailoğlularından gelmediği için hakkı sakladılar. Günümüzde de Siyonist Yahudiler kendilerini efendi, başka milletleri hususen Müslümanları kendilerinin kölesi olarak görüyor ve her türlü zulmü irtikab ediyorlar. İslam aleminde de Emeviler dönemine bakarsak; Arap milliyetçiliği fikrini bir parça siyasetlerine karıştırdıkları için, hem İslam alemini küstürmüşler hem de kendileri felaketler çekmişlerdir. Irkçılığın ideolojik bir yapıya bürünmesi, 1789 Fransız ihtilali ile başlar. Sonra Avrupa’ya yayılan bu fikir, adeta Alman Hitlerde cesed bulmuştur. Kendilerini ileri ari ırk olarak görmüşler ve dünyanın hâkimi kendilerinin olabileceği düşüncesiyle 2. Dünya Savaşını başlatmışlardır. 1. ve 2. Dünya savaşları büyük ölçüde batının ektiği ırkçılık meyvelerinin neticesidir. Bütün Avrupa’ya yayılan bu fikir, ideoloji kaç asır birçok milletin bir arada huzur içinde yaşadığı Osmanlı Devleti’ni de büyük oranda etkiledi. Hatta dağılıp yıkılmasında büyük rol oynamıştır. Ama bugüne baktığımızda; millet, neseb, soy ırkçılığı perde altında kalmış ya da şekil değiştirmişse de kültürel, sosyal ırkçılıklar, ayrımcılıklar görmekteyiz. Şu bölgedekiler böyledir, şu yöreliler şöyledir deyip kültürel, sosyal farklılıklardan dolayı insanları küçümsemek asla doğru değildir. Zira Peygamber Efendimiz (asm), “Birinin din kardeşini hor ve hakir görmesi, ona günah olarak yeter.” (Müslim, Birr, 32) buyurmuşlardır. Hem o Peygamber-i Zişan Efendimiz (asm) veda hutbesinde şöyle buyurmaktadır: “Ey İnsanlar! Müslüman Müslümanın kardeşidir. Böylece bütün Müslümanlar da kardeştir. Allah katında en hayırlınız, Allah’tan en çok korkanınızdır. Arap’ın aceme, acemin Arap’a, sarı ırkın siyah ırka, siyah ırkın da sarı ırka üstünlüğü yoktur. Üstünlük takva iledir.” Siyahi insanlara olan ırkçılığı Amerika’da daha bariz bir şekilde görmekteyiz. Amerika ilk kurulduğu yıllarda Afrika’daki siyah derili insanlar, zorla gemilere konuldular ve köle olarak getirdiler. Onlar siyah derili insanlara insan olarak bakmıyor, insanca muamelede bulunmuyorlardı. Bir de bu durumu sözde kendilerince bilimsel bir teoriye dayandırıyorlardı! Darwin’in evrim teorisine göre siyah derilileri, maymun ile insanlar arasında kalmış yaratıklar olarak tanımlıyorlardı! Bu sebeple çok hakaret ve zulme maruz kaldılar ve bu durum günümüzde de kısmen azalmış olsa da yine devam etmektedir. Renklerin ve lisanların farklı farklı olması, içinde birçok güzellik ve ibret barındıran bir medeniyet zenginliğidir. Belki de köklü bir algı değişikliğine ihtiyacımız var. Mesela krem renginin bir tonuna ten rengi diyoruz. Oysaki onlarca değişik renk ve tonda ten rengi var. Çocukların oynadığı oyuncak bebeklerinin farklı ten renklerinin olması da faydalı olacaktır. Kendi rengi haricindekileri tuhaf karşılamasın. Oyuncağın psikolojik tesiri yanında, kültürel ve etnik tesiri olduğu da unutulmamalıdır. Ülkemizde Suriyeli muhacir kardeşlerimiz var. Bazen oluyor ki onlara karşı adaletsiz toptancılık nazarıyla haksızlık ediliyor. Sırf içlerinden birileri, herhangi birimizin yapabileceği bir fenalığı yaptı diye hepsini mahkûm ediyoruz. Oysaki onlar yıllardır süregelen bir savaş içerisinde, nice acılarla ülkemizde hayat mücadelesi vermektedirler. Onlar bizim misafirlerimiz, kardeşlerimizdir. Hem ülkemizden başka gidecek bir kapıları da yok. Evet, başta ırkçılığın bir virüs mikrobu gibi olduğunu söylemiştik. Nasıl ki virüs bağışıklık sistemi zayıf olanlarda ciddi tahribatlar yapıyor. Bizlerin de manevi bağışıklığımızın düşük olduğu, yani insanlığımızın, inancımızın, vicdanımızın, merhametimizin zayıfladığı zamanlarda ırkçılık virüsüne daha çok mübtela olabiliyoruz. Elhasıl, bu marazın tedavisi; kibri, enaniyyeti, hasedi, buğzu eritip, uhuvvet ve İslam kardeşliği çerçevesinde hareket etmektir. Başka hakiki teselli, manevi nur yoktur. Suretlere değil kalplere bakan Rabbimiz bizlerinde kalplerini dininde sabit kılarak, İslam kardeşliğini ihya edebilmeyi nasip eylesin. Âmin…
Hayatı, kendini ve içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışmak insanın en önemli özelliği ve en birinci mesuliyetidir. Kendisini diğer mahlukattan ayıran ve buna bağlı olarak türlü cihazatla donatılan insan, bu arayışını ilk insandan bu tarafa devam ettirmiştir. Elbette bu hal mahluk olan yani sınırları bulunan insanın tek başına çözeceği bir iş değildir. Ancak yaratıcısının yardımı ve bu manada göndermiş olduğu kitap ve onu beyan eden Peygamberi ile anlaşılabilir. Müslümanlar bütün hayatını Kur’an ve hakikati araştırmak ve Allah’ın rızasını kazanmak üzerine bina etmişleri ve bu konuda Peygamber (sav)’i örnek almışlardır. Çünkü Kur’an böyle emrediyor. Zındıklar ise, tam tersine Kur’an ve hakikatlerini yok saymaya, örtmeye çalışmışlar, bunu yaparken de İslam’dan çıkan büyük zatlar başta olarak yıpratmaya, hadisleri inkâr etmeye ve Peygamberi devreden çıkarmaya gayret etmişlerdir. Müslümanlar uyanık olmak ve Veda Haccında bize emanet edilen bu iki emanete sahip çıkmak zorundadırlar. Kur’an gönderildiği günden bu tarafa insanlığa nizam, huzur ve saadet getirmiştir. “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüller derdine bir şifa, müminlere bir hidayet ve rahmet geldi.” (Yunus, 57) Hem Kur’an Allah’a iman eden ve ona göre amel eden ve edecek olanlar için rehber oldu, olmaya devam edecek bir kitaptır. “Bu (Kur’an) insanlar için bir açıklama, Allah’tan gereğince korkanlar için doğru yolu gösterme ve bir öğüttür.” (Al-i İmran, 138) Her topluma bir peygamber gönderen Yüce Allah, son olarak Hz. Muhammed (sav)’i bütün insanlara Peygamber olarak göndermiştir. “Muhammed, Allah’ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur.” (Ahzab, 40) Ve Kur’an, Peygamber Efendimizin (sav) lisanı ve hayatı ile hayatlarımıza taşınıp, istikamet bulmamız için gönderilmiştir. “(Ey Muhammed!) Biz Kur’an’ı senin dilin üzere kolaylaştırdık ki, onunla Allah'tan korkup sakınanları müjdeleyesin, inat edenleri de korkutasın.” (Meryem, 97) Her meselede müracaat edilecek yer olarak Peygamber Efendimizi (sav) göstermiştir. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; peygambere ve sizden olan ulülemre (emir sâhibi idarecilerinize) de itaat edin! O hâlde bir şey hakkında ihtilâfa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, artık onu Allah’a ve peygambere arz edin! Bu hem hayırlı, hem de netice itibarıyla daha güzeldir.” (Nisa, 59) Ve şunu net olarak beyan ediyor: “Peygamber size ne verdiyse, artık onu alın; size neyi de yasakladıysa, ondan hemen kaçının!” (Haşir, 7)
Fayton Arabaları 1825’e kadar sadece hükümdarlar tarafından kullanılabileceği belirtilen fayton arabalarını bu tarihten sonra saray ileri gelenlerinin ve devlet erkânının da kullanmasına müsaade edildi. Sultan 2. Mahmud, arabaya binmeyi âdet haline getiren ilk Osmanlı padişahı oldu. Onun saltanatında 1826’da çıkarılan ihtisab ağalığı nizamnâmesinin arabacılarla ilgili bölümünde bu esnafın uymakla yükümlü oldukları hükümler ve giyecekleri elbiselerin şekli belirlendi. Recâizâde Mahmud Ekrem, Araba Sevdası adlı romanında toplumun belli bir kesiminde arabanın oynadığı rolü anlatmaktadır. Taşra şehirlerinde ise bazı istisnaları dışında henüz geleneksel Osmanlı arabası kullanılmaktaydı. Sultan 2. Abdülhamid’e kadar Osmanlı padişahları cuma selâmlığına at üzerinde giderlerdi. Onunla birlikte araba ile gitme usulü geldi. Sultan 2. Abdülhamid’in diş ağrısı sebebiyle yüzünün şişmiş olmasından dolayı 3 Aralık 1876’da araba ile Ayasofya Camii’ne cuma selâmlığına çıkmasıyla bu gelenek başladı. Sultan 2. Abdülhamid cuma selâmlığına dört atlı bir saltanat arabasıyla gider, fakat namazdan sonra Yıldız Sarayı’na iki atlı bir araba ile dönerdi. Saltanat arabasında karşısına yüksek devlet ricâlini oturttuğu da olurdu. Namazdan sonra bazen gezintiye çıkar, dönerken genellikle arabayı bizzat kendisi kullanırdı. 1 Eylül 635 Şam’ın Fethi 634 senesinde kısa süren muhasaradan sonra İslam ordusunca Busrâ ve bu şehrin içinde bulunduğu Havran bölgesi fethedildi. Ardından farklı yönlerden gelen birlikler, Hâlid bin Velîd’in (ra) kumandası altında birleşti. İslâm ordusu, kuzeye doğru ilerledi ve Amr bin Âs (ra) ile Ecnâdeyn’de buluştu. Hâlid (ra), Doğu Roma İmparatoru Herakleios’un kardeşi Theodoros kumandasındaki 80.000 kişilik ordu ile yapılan ve Müslümanlara Filistin ve Suriye kapılarını açan Ecnâdeyn Savaşı’nda büyük bir zafer kazandı (30 Temmuz 634). Bozulup Fihl’e kaçan Bizans ordusunu takip eden Hâlid (ra), 23 Ocak 635 tarihinde vuku bulan Fihl Savaşı’nda da üstün geldi. Şam’a sığınan Doğu Roma ordusunun ardına düşerek şehri Eylül 635’de fethetti. 5 Eylül 1918 Kazım Karabekir Paşa, Tebriz ve Bakü’yü İngiliz işgalinden kurtardı Kazım Karabekir Paşa, 2. Kolordu kumandanı ve 2. Ordu kumandan vekili olarak doğuda Ruslara karşı savaştı. Rusların savaştan çekilmesinden sonra bölgede tedhiş faaliyetlerini arttıran Ermenilerle mücadele etmek üzere 3. Ordu’ya bağlı 1. Kafkas Kolordusu kumandanlığına tayin edildi (31 Aralık 1917). Ağır kış şartlarına rağmen Erzincan’ı, Erzurum’u ve Hasankale’yi geri alarak bölge halkını Ermenilerin katliamından kurtardı. Brest-Litovsk Antlaşması ile (3 Mart 1918) Rusların terkettiği elviye-i selâseyi (Kars, Ardahan, Batum) Ermenilerden ve Gürcülerden almak için harekâtını sürdürdü. 25 Nisan 1918’de Kars’ı kurtardıktan sonra 15 Mayıs’ta Gümrü’ye girdi. Bu başarılarından dolayı 28 Temmuz’da mirlivâ rütbesine yükseltilerek Ermenistan ile Güney Azerbaycan’ı zapt etmekle görevlendirildi. 5 Eylül 1918’de Bakü’yü ele geçirmek için Tebriz’e doğru ilerleyen İngilizleri geri püskürttü ve İran Azerbaycan’ına hâkim oldu. 28 Eylül 1967 Restorasyon çalışması biten Galata Kulesi ziyarete açıldı Yüz yıl kadar önceleri Galata Kulesi, henüz bütün güzelliklerini koruyan eski İstanbul’un en iyi seyredildiği yer olarak tanınmıştı. Mehmed Râif Bey’in Mir’ât-ı İstanbul’unda kulenin her bir penceresinden görülen manzaranın ayrıntılı tasviri vardır. En tepede bulunan poligon biçimindeki odaların döşemelerinin 1959-1960 kışında kirişlerinin çürüyerek çökmesi üzerine ciddi bir biçimde tamir edilmesi düşünülerek İstanbul Belediyesi 1964’te çalışmalara başlamıştır. Kulenin 1833-1876 yılları arasındaki şekline dönülmesi kararlaştırılmış ve bu iş modern malzeme ile yapılmıştır. Ancak külâh Sultan Mahmud döneminin külâhına nazaran daha az sivridir. 1964’ten 1967’ye kadar süren çalışmalar yüksek mimar Köksal Anadolu tarafından projelendirilmiş ve kule 28 Eylül 1967 tarihinde yapılan bir törenle resmen açılmıştır.
Bazı kimselerin, “sadece Kur’an yeterlidir. Başka şeye gerek yok”, “Kur’an İslam’ı”, “Bize meal yeter”, “Hadislerin doğruluğunu bilemiyoruz” gibi sözlerini işitiyoruz. İlk bakışta doğru gibi görünen bu sözlerin, dikkatli bir şekilde incelendiğinde, sünnetten uzaklaşmaya ve uzaklaştırmaya yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Bu sözler ile önce hadislere şüphe ile yaklaşılmakta, sonra hadisleri kabul etmeme durumu söz konusu olmakta, daha sonra da sünnetten ve dolayısıyla Peygamberimizin (sav) nurundan uzaklaşılmaktadır. Hadislerden ve sünnetten uzaklaşan bir kimsenin Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştığı da unutulmamalıdır. Bu mesele sadece günümüzün meselesi değildir. Tarihi olarak baktığımızda, İngilizler Hindistan’ı işgal ettikten sonra, İslam âlemini Kur’an ve sünnetten uzaklaştırmak için bazı şahıslar üzerinden devreye koydukları projeleridir. Bu şahısların en meşhuru Seyyit Ahmet Han’dır. İngilizlerin emellerine hizmet etmesinden dolayı Kraliçe Seyyit Ahmet Han’a “Sir” ünvanı vermiştir.1 Bu zat, hadis ve sünnetin otoritesini kabul etmeyip sadece Kur’an’la yetinmeyi savunan bir anlayışa sahiptir. Seyyit Ahmet Han’ın fikirlerinden etkilenerek sadece Kur’an bize yeter diyen, Kur’an’dan başka hiçbir delili kabul etmeyen, sünneti inkâr eden bir de grup çıkmıştır. Bunlar kendilerine “Kur’aniyyun” adını vermiştir.2 Benzer hareketleri Mısır’ın İngilizler tarafından işgal edilmesinden sonra da görüyoruz. İngilizler Mısır’ı işgal ettikten sonra, bu fikirlerini yine bazı şahıslar üzerinden yaymaya çalıştılar. Memleketimizde de ‘bize Kur’ an yeter’, ‘mealiyle iktifa edilir’ diyen bazı gruplar ortaya çıktı/çıkarıldı. Bunlar, Kur’an’ın en önemli tefsiri ve delili olan sünnete karşı durdular. Masum gibi gözüken bu hareketin asıl amacı, Kur’an’ı doğru anlamamıza birinci derecede vesile olan sünneti devreden çıkararak Kur’an’ı tahrif etmektir. Zira sünnet olmazsa, herkes Kur’an’ı kendi aklına göre yorumlayacak ve ortaya -matlub olanın dışında- herkese göre bir din anlayışı çıkacaktır. Bu da ümmet arasında hakikat, istikamet ve birliği bozarak ihtilafa sebebiyet verecektir. Bazı kimseler de Kur’an anlaşılmayacak bir kitap değildir deyip, başta sünnet olmak üzere bugüne kadar yazılmış binlerce tefsiri gereksiz görmektedirler. Yine aynı kimseler Kur’an bugüne kadar anlaşılmadı ve yanlış anlatıldı gibi temelsiz ve mantıksız bir iddia ortaya atmaktadırlar. Her şeyden önce bu iddiayı ortaya atanların saatlerce Kur’an ayetlerini tefsir etmeye çalıştıklarını görmekteyiz. Eğer Kur’an hiçbir alt yapısı olmadan herkesin anlayabileceği bir kitapsa bu iddiayı ortaya atanların bu izahlarına ne gerek var? Bunu iddia edenlerin ciltler dolusu tefsir yazmalarına ne gerek var? Bu durum kendileriyle çeliştiklerini ortaya koymuyor mu? Kur’an bugüne kadar yanlış anlaşıldı iddiasına gelince; bunu ortaya atıp kendi izahlarını doğru bulanlar, yine kendi iddialarıyla çelişmektedirler. Bu nasıl bir kitaptır ki; insanların hidayetine vesile olmak için gönderilmiş, fakat insanlar on dört asırdır ondan istifade edip hidayeti bulamamışlar. Haşa başta Peygamberimizin (sav) ve on dört asırdır İslam âlimlerinin ekseriyetinin yanlış anladığı ama sadece bu asırda bu iddiayı ortaya atanların doğru anladığı böyle bir kitap, hidayet kitabı olabilir mi? O zaman bu iddiada bulunanlar doğru konuşmamakta ve Müslümanları aldatmaya çalışmaktadırlar. Evet, Kur’an, sünnetin gölgesi altında, gerekli alt yapısı olan ve gerekli gayreti ortaya koyan herkesin belli ölçülerde anlayabileceği bir kitaptır. Başta Sevgili Peygamberimiz onu doğru anlamış, hadisleri ve örnek hayatıyla bunu izah etmiş ve Kur’an’ın emir ve yasaklarını yaşayarak ortaya koymuştur. Sonraki asırlarda da sahabe, tâbiin, tebe-i tâbiin ve bu ümmetin âlimleri tarafından Sünnet ışığı altında doğru anlaşılmış ve bu konuda binlerce tefsir yazılarak Kur’an’ın anlaşılır bir kitap olduğunu ortaya koymuşlardır. Kur’an bu ümmete yanlış anlatıldı iddiasında bulunanlar, aslında kendileri Kur’an’ı bu ümmete yanlış anlatarak, ümmeti dalalete sürüklemek istemektedirler. Çünkü bu ümmetin âlimlerinin hemen hepsi, Kur’an’ı, sünnet mihengiyle anlamıştır. Sevgili Peygamberimiz de (sav) “Ümmetim dalalet (sapıklık) üzere ittifak etmez. Eğer ümmetimin ihtilaf ettiğini görürseniz, siz büyük çoğunluğa (sevad-ı azama) uyunuz.”3 buyurmaktadır. Ümmet başta sahabeler olmak üzere aynı noktada ittifak ettiğine göre, bu iddiayı ortaya atanların kendileri dalalete düşmüşlerdir. Yalnızca Kur’an yeter deyip sünneti inkâr edenler, davalarına delil olarak şu ayetleri ileri sürmüşlerdir: “...hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın”4 “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”5 “Sana bu kitabı; her şey için bir açıklama, doğru yolu gösteren bir rehber, bir rahmet ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”6 Bu ayetlerde sünnete veya tefsire gerek yoktur demediği halde, bir kısım insanlar kasıtlı olarak “Bu ayetler Kur’an’ın her şeyi açıkladığını gösteriyor, dolayısıyla sünnete gerek yoktur.” diyebilmişlerdir. Bu kısım insanların, yalnızca işlerine gelen ayetleri görüp diğer ayetleri görmedikleri veya görmek istemedikleri anlaşılıyor. Kur’an’a bütüncül bir nazarla bakıldığı zaman bu tarzda her şeyi açıkladığını ifade eden ayetler olduğu gibi müteşabih ayetlerin olduğu da görülmektedir. Ayet-i kerimede, “Sana kitabı indiren odur. Onun (Kur’an’ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar “kitab”ın esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini ancak Allah bilir.”7 Evet, Kur’an’da küçük büyük her şey vardır. Ancak Rabbimiz bunların bazılarını sarih (açık) bir şekilde ifade ederken; bazılarını da imtihan gereği kapalı bırakmıştır. Kapalı kalan kısımlar, kendisine Kur’an’ı açıklama görevi verilen Peygamberimiz (sav) tarafından izah edilmiştir. Eğer böyle olmamış olsa idi namaz, zekât, hac gibi ibadetlerin nasıl yapılacağı bilinemezdi. Bu gibi ibadetlerin ayrıntıları Kur’an’ın en büyük tefsiri hükmünde olan hadislerle açıklanmıştır. Bununla birlikte huruf-u mukattaa denilen ve sadece harflerden oluşan müteşabih ayetler vardır. Bu ayetlerin manası da açık değildir. Kur’an, Sünnete Başvurmamızı Emreder Kur’an’ın her şeyi açıkladığını ifade eden ayetlere bakıldığında sünnete gerek yok diye bir ifade yoktur. Bilakis Kur’an’ın birçok yerinde “Peygambere itaat edin!” şeklinde emirler vardır. Örnek olarak “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlüne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.”8 buyrulmuştur. Bütün ehl-i sünnet uleması da icma’ ile bu ayetin sarih manasından hareketle Peygambere itaatten kastın sünnete uymak olduğunu ifade etmişlerdir. Peygamberimize (sav) itaatle ilgili bazı ayetler de şöyledir: “Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin”9 “De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.10 “De ki: “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah kâfirleri sevmez.”11 “Ey iman edenler! Allah’ın ve Peygamberinin önüne geçmeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”12 “O gün, zalim kimse ellerini ısırıp: “Keşke Peygamberle beraber bir yol tutsaydım, vay başıma gelene; keşke falancayı dost edinmeseydim. And olsun ki beni, bana gelen Kuran’dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor” der.”13 Peygamberimiz de (sav) Sünnete Uymamızı Emreder Sevgili Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Dikkat edin! Bana (Allah tarafından) kitap verildi ve onunla beraber bir misli (sünnet) de verildi. Çok geçmez, koltuğu üzerinde, karnı tok birisi ‘Sizin için bu Kur’ ân yeter. Onda neyi helâl bulduysanız, helâl kabul edin. Neyi de haram bulduysanız, onu da haram kabul edin.’ diyecek (ve hadislerimi inkâr edecek).”14 Resulullah (sav) Veda Haccında şöyle buyurmuştur: “Sizlere iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabı ve Resulünün sünneti. Bunlara sarıldığınız müddetçe dalâlete düşmezsiniz.”15 İrbâd Bin Sâriye (ra)’den gelen rivayete göre: Resulullah (sav), bir gün sabah namazından sonra son derece tesirli bir vaaz verdi de bu vaazın tesirinden gözler yaşardı, kalpler ürperdi. Ashabtan bir kişi: Bu öğütler vedalaşan bir kimsenin öğütleri gibidir. O halde bize neyi tavsiye edersiniz Ey Allah’ın Resulü dedi: Resulullah (sav) de şöyle buyurdu: “Allah’a karşı her zaman ve her zeminde sorumluluk bilinci içerisinde olmayı, Allah’tan gelen her şeyi dinleyip itaat etmeyi, idareciniz durumunda olan kimse Habeşli bir köle bile olsa onu dinleyip itaat ediniz. İçinizde yaşayacak olanlar benden sonra pek çok ayrılık ve anlaşmazlıklara şahit olacaklardır. Dinde yeri olmayan fakat dindenmiş gibi gösterilmeye çalışılan şeylerden sakınıp uzak durunuz. Çünkü onlar sapıklıktır. Sizden kim bu dönemlere ulaşırsa benim sünnetime ve doğru yolda olan Hulefa-i Raşidinin sünnetine sıkıca sarılsın. Bu yolda sabredip dişinizi sıkınız.”16 Peygamberimizin (sav) Bir Vazifesi de Tebyindir Bizler matematik gibi bir dersi kendi başımıza kitaptan bakarak öğrenemiyoruz, bir hocadan ders alıyoruz. Bunun gibi birçok işlerimizde işin ehline başvuruyoruz. Kur’an’ı anlama noktasında işin ehli de Peygamber Efendimizdir (sav). Ayrıca bizler Cenâb-ı Hakk’ı isim ve sıfatlarıyla tanımak, Kur’an’daki hakikatleri anlamak ve İslamiyet’e dair her şeyi Peygamberimizden (sav) öğreniyoruz. Peygamberimizin (sav) izahları ve uygulamaları olmadan Kur’an’ı tam olarak anlayamayız. Peygamberimiz (sav), kendisine indirilen vahiyleri tebliğ etmekle mükellef olduğu gibi, ayetleri şerh etmek, açıklamak, izah etmekle yani tebyin ile de görevlendirilmiştir. Kur’an insanlara daha çok esaslardan, ana kaidelerden bahseder. Sünnet ise usulleri açıklar. İbadetleri ayrıntılı bir şekilde ders verir. Kur’an, hükümleri ana hatlarıyla anlatır; pek az konu haricinde detay vermez. Nitekim Kur’an’da niçin yapılması noktasında oldukça çok izahlar varken nasıl yapılacağı noktasındaki izahlar pek azdır. Örneğin bir ayette, “(O peygamberleri) apaçık belgeler ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik.”17 buyrulmuştur. Bu ayet-i kerimede Hz. Peygamber’e Kur’an’ın indirildiği açıkça bildirilmiş ve ona (sav) Allah’ın (cc) hükümlerini açıklama vazifesi de verilmiştir. Buna göre Peygamberimiz (sav) nazil olan ayetleri sadece nakletmemiş; aynı zamanda konuşmalarıyla, fiilleriyle, tavırlarıyla ve halleriyle uygulayarak müminlere örnek olmuştur. Kur’an’da “Namazı kılın, zekâtı verin. Rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin”18, “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz için her ne iyilik işlemiş olursanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı görür”19 gibi ayetler vardır. Ayet-i kerimelerde Allah (c.c) namaz kılmayı ve zekât vermeyi emretmiş fakat bu ibadetlerin nasıl yapılacağı hakkında ise ayrıntı vermemiştir. Cenâb-ı Hak bunların nasıl yapılacağını Peygamberimize (sav) Hz. Cebrail (as) ile öğretmiş.20 Peygamberimiz de (sav) bunları ümmetine ders vermiştir. Yine Kur’an’da teyemmüm ve gusül abdestinin emredildiği, “Eğer cünüp olursanız temizlenin. Şayet hasta veya yolculuk halinde veya içinizden biri ayakyolundan gelirse yahut kadınlara yaklaşmışsanız, bu hallerde su bulamadığınız takdirde temiz bir toprağa yönelin (teyemmüm edin), yüzünüzü ve ellerinizi onunla mesh edin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat o, sizi tertemiz kılmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.”21 gibi ayetler temizlenmeyi anlatmış, ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda tafsilat verilmemiştir. Bu tafsilat ise Hz. Peygamberin (sav) uygulamalarıyla çok açık bir şekilde izah edilmiştir. Yine Kur’an’da “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında Allah’ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.”22 diyerek müminlere cuma namazı emredilmiş ancak namazın farzları, zamanı ve vücub şartları açıkça bildirilmemiştir. Bunlar da Peygamberimizin (sav) uygulamaları ile belirlenmiştir. Eğer böyle olmamış olsaydı ümmet bin dört yüz yıldır guslün, namazın, cenaze namazının, zekâtın, haccın rükûnlarını bilemeyecek, bu emirleri hakkıyla yerine getiremeyerek bu ibadetlerden mahrum kalacaktı. Bu konuya dair El-Müstedrek’te kaydedilen bir rivayet dikkat çekicidir: Ashaptan İmran İbnu Husayn (r.a) Peygamberimizden hadis rivayet ederken bir adam atılarak: “Ey Ebu Nüceyd, bize Kur’an’dan anlat” der. İmran adama şu cevabı verir: “Sen ve arkadaşların Kur’an okuyorsunuz Hatîbu’l Bağdâdî tarafından El-Kifâye’de kaydedilen vechinde İmran (ra) itirazcıya daha açık bir dille şöyle der: “….Sen ve arkadaşların. Bana söyler misin, namaz ve namazla ilgili rükünler nelerdir? Keza altun, deve, sığır ve diğer çeşit mallara terettüp eden zekât ne miktardadır? Ben Resulullah aleyhissalatu vesselamı gördüm sen görmedin. Resulullah aleyhissalatu vesselam bize zekâtı şöyle şöyle vermemizi emretti.” Bu açıklama karşısında ikna olan adam: “Bana hayat verdin, Allah da sana hayat versin.” der. Aynı hadisin sadece Kur’an’a dayandığınız takdirde öğle namazının dört rekât olduğunu…. Kâbe’yi tavafın yedi kere olacağını, Safa ve Merve arasında da tavaf yapılacağını ayetlerde bulabilecek misiniz?”23 Dolayısıyla sünnete müracaat edilmeden Kur’an’da emredilen ibadetleri hakkıyla yapmak mümkün olmaz. Demek ki ortaya atılan bu fikirler, güya “Kur’an Müslümanlığı” ifadeleriyle masum gibi görünürken, aslında Müslümanları Kur’an’ dan uzaklaştırmaktadır. Ümmetin Sözlü ve Fiili İttifakı Bin dört yüz sene önce Peygamberimize (sav) Kur’an nazil olmuş, o da Kur’an’ı en güzel bir şekilde tebliğ etmiştir. Zamanla onun (sav) etrafına toplanan sahabeler yüz yirmi dört bin civarına yaklaşmıştır. Peygamberimiz (sav) döneminden bugüne kadar bütün Müslümanlar Kur’an’ın, dinin ilk kaynağı sünnetin de ikinci kaynak olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu konuda Müslümanlar arasında hiçbir ihtilaf olmamıştır. “Kur’an’da bizim ihtiyacımız olan her şey var, sünnete lüzum yok” iddiası ister istemez kendisine Kur’an’ın nazil olduğu Hz. Muhammed’in (sav) ve sahabelerin hâşâ Kur’an’ı anlamadıklarını netice verir. Çünkü Peygamberimiz (sav) insanlara Kur’an’dan sonra sünnetine tabi olmalarını emretmiştir. Kur’an’ın çok kuvvetli bir tefsiri olan sünnete itaat Kur’an’a aykırıysa başta Peygamberimiz olmak üzere sahabeler hâşâ Kur’an’ı anlamamış, kendilerince ek birtakım kurallar ve uygulamalar getirmişler demektir. Abese suresinde de beyan edildiği gibi, Peygamberimiz (sav) sehven bir içtihatta bulunduğunda Allah (c.c) hemen onun (sav) bu halini düzeltme cihetine gitmiştir. O zaman şu soruları sormamız gerekir: Mademki (hâşâ) Peygamberimiz (sav) Kur’an’ı yanlış anladı; peki niçin Allah, Peygamberine (sav) Kur’an’ı yanlış anladığını bildirmemiştir? Peygamberimiz (sav) ümmetini sünnetine teşvik ettiğinde hiçbir ayet onun (sav) yanlış yaptığını söyleyerek niçin onu (sav) düzeltme cihetine gitmemiştir? Bu düşünceler ile hareket eden kişi haşa Kur’an’ı Peygamber (sav) bile anlamadı, ben anladım demiş olmaz mı? Sadece Kur’an yeter diyerek sünneti red veya terk etmekle Peygamber Efendimiz (sav) ile müminlerin bağının kopmasının birkaç sonucu şöyledir: Kur’an’da geçen Peygamberimize (sav) uyma emirlerini yapmamak. Böylece Allah’ın emirlerini yerine getirilmemesi ile isyankâr olunması. Müminler, Cenâb-ı Hakk’ı, Kur’an’daki hakikatleri, İslam’a ve imana dair her şeyi doğru bir şekilde Peygamberimizden (sav) öğrendikleri için Peygamberimizin (sav) sevgisi kalpten çıkarılması ile imanın ve itikadın zedelenmesi. Kur’an’ın en büyük müfessiri olan Peygamberimizi (sav) esas kaynak kabul etmediği için Kur’an’ı kendi aklına, anlayışına ve ilmine göre yorumlaması. Ehl-i imanın Hz. Peygambere olan hürmetinin kırılması ile onun (sav) yüce ahlakının ve edebinin toplumda zedelenmesi sonucu ahlaksızlığın yayılması. İslam toplumu içinde fitne çıkması ile maddi ve manevi bağların zayıflaması. Müslümanların birlik ve beraberliğinin bozulması. İstikameti kaybetmek suretiyle manevi ve ebedi olarak büyük bir helakete kapı açılması. Kur’an’ın Doğru Bir Şekilde Anlaşılması İçin Başta Peygamberimizin (sav) sünnetini ve hadislerini, Ayetlerin iniş sebeplerini (esbab-ı nüzül), Arap dili ve edebiyatının inceliklerini, Ayetler hakkında Sahabelerin ve âlimlerin görüş ve izahlarını, Tefsir, hadis ve fıkıh usulü gibi ilimleri bilmek gibi ilmi bir altyapıya sahip olmak gerektir. Netice olarak sadece Kur’an diyerek sünneti reddetmek, insanı Peygamberimizden ve dolayısıyla İslam dininin aslı olan Kur’ an’dan uzaklaştırır ve dalalete atar. Kaynaklar: 1- Mustafa Öz, “Seyid Ahmed Han”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1989), 2: 73.2- Abdulhamit Birışık, “Kur’aniyyun”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 2002), 26: 428.3- İbn Mace, “Fiten”, 8.4- En’âm, 6/59.5- En’âm, 6/38.6- Nahl, 16/89. 7- Âl-i İmrân, 3/7.8- Nisâ, 4/59.9- Haşr, 59/7.10- Âl-i İmrân, 3/31.11- Âl-i İmrân, 3/32.12- Hucarât, 49/1.13- Furkân, 25/27.14- Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 5., Tirmizî, “İlim”, 10.15- Muvatta’, “Kader”, 3.16- Tirmizî, “İlim”, 16.17- Nahl, 16/44.18- Bakara, 2/43.19- Bakara, 2/110.20- Ebû Dâvûd, “Salat”, 2.21- Maide, 5/6.22- Cum’a, 62/9.23- Hâkim, el-Müstedrek, 1: 180, h. No: 372., Hatib Bağdâdî, el-Kifâye, 1: 105, h. No: 24.
Süleyman (a.s), Kur’ân’da bahsi geçen bütün peygamberlerden farklı olduğu gibi, onun kıssaları da diğer peygamber kıssalarından çok farklıdır. Kur’an’daki diğer peygamber kıssalarına baktığımızda, onların kavimleriyle mücadeleleri, musibetlere maruz kalmaları, kavimlerinin helak olmaları gibi durumları görürüz. Hâlbuki Süleyman (a.s)’la ilgili kıssalarda bunlar görülmez. Onunla ilgili kıssalarda ihtişam, nimetlerin bolluğu, hakka taraftar olanların üstünlüğü gibi durumları müşahede ederiz. Bununla beraber O’nun çok şükreden kul olduğu da daima hatırlatılır. Kur’ân’daki kıssalarda bütün peygamberler, peygamberimiz ve ümmeti için örnek şahıslar olarak gösterilmiştir.1 Her peygamberde pek çok üstün haslet vardır. Fakat her peygamberin kendine has bir veya birkaç özellik daha çok ön plana çıkar. Örneğin, Süleyman (a.s)’da peygamberlik, ilim, hükümdarlık, zenginlik ve şükreden bir kul olma özellikleri toplanmıştır. Fakat onda hükümdarlık ve zenginlik daha çok ön plana çıkar. Öne çıkan bu iki özelliğiyle, O, bilhassa idareciler ve zenginler için çok güzel bir örnektir. Kur’ân’da, Süleyman (a.s)’la ilgili 52 ayet vardır. İki ayet haricinde bütün ayetler Mekke döneminde nazil olmuştur. Bu ayetlerde hülasa olarak, Süleyman (a.s)’ın bir hükümdar olan babasından daha bilgili olduğu, onun insanlara, cinlere ve hayvanlara hatta rüzgâra hükmettiği, dünya tarihinde kimseye verilmemiş bir saltanat ve zenginliğe mazhar olduğu, onun bu saltanat ve zenginliği Allah’ın dinine hizmette kullandığı, verilen nimetlere çokça şükrettiği anlatılır.2 Süleyman (a.s), Kur’ân’da bahsi geçen bütün peygamberlerden farklı olduğu gibi, onun kıssaları da diğer peygamber kıssalarından çok farklıdır. Kur’an’daki diğer peygamber kıssalarına baktığımızda, onların kavimleriyle mücadeleleri, musibetlere maruz kalmaları, kavimlerinin helak olmaları gibi durumları görürüz. Hâlbuki Süleyman (a.s)’la ilgili kıssalarda bunlar görülmez. Onunla ilgili kıssalarda ihtişam, nimetlerin bolluğu, hakka taraftar olanların üstünlüğü gibi durumları müşahede ederiz. Bununla beraber O’nun çok şükreden kul olduğu da daima hatırlatılır. Süleyman (a.s) şu noktalardan sembol/örnek şahsiyettir: Süleyman (a.s) ile zenginliğin insanı azdırmaması, şükre sevk etmesi gerektiği vurgulanmıştır Daha önce Kur’ân kıssalarındaki kahramanların müsbet veya menfi alanda sembolik özelliklerinin var olduğunu söylemiştik. Örneğin, Kur’ân’da bahsi geçen Firavun ve Karun olumsuz sembol şahsiyetlerdir. Firavun, saltanatıyla şımarıp, gururlanıp, ulûhiyet dava eden; Karun ise, zenginliğinden dolayı gururlanıp, kibirlenen insanları sembolize eder. Kur’ân, bu iki şahıstan Firavun’un suda boğulduğunu; Karun’un da toprağa batırıldığını zikrederek,3 insanları ibret almaya sevk eder. Kur’ân, bu olumsuz tiplere mukabil, peygamberliği, saltanatı ve zenginliği kendisinde toplamış olan Süleyman (a.s)’ı olumlu örnek şahıs olarak göstermektedir. O da Firavun gibi saltanata, Karun gibi zenginliğe sahiptir. Hatta onun saltanat ve zenginliği onlardan çok daha üstün bir derecededir. Fakat o, elde ettikleriyle gururlanmayan, kibirlenmeyen Allah’a son derece bağlı olan ve elindeki imkânları Allah yolunda kullanan salih bir kimsedir. Bu yüzden rüzgâr ona musahhar kılınmış ve havada başlar üstünde taşıttırılmıştır.4 Bu özellikleriyle Süleyman (a.s) Firavun ve Karun’un zıt kutbunu temsil eden sembol bir şahıstır. Kur’ân, bu üç şahsı ve akıbetlerini nazara vererek, ikisi gibi olmaktan insanları sakındırırken, üçüncüsü gibi olmaya teşvik etmektedir. Ayrıca Süleyman (a.s) zenginleştiği halde dünyevileşmeyen sağlam kul olmanın da sembolüdür. Süleyman (a.s) ile zengin münkirlere ders verilmiştir Kureyş müşriklerinin başını çeken kibirli zenginler, Peygamberimizi ve ilk sahabeleri hor görüyorlar ve bu yüzden İslâm’a uzak duruyorlardı. Peygamberimize “Ebu Talib’in yetimi” diyorlar ve “Bu Kur'ân iki şehir (Mekke ve Taif)den bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?”5 diyorlardı. Bazıları da fakir Müslümanlarla beraber olmaktan rahatsız oluyor, hatta peygamberimize “Bunları yanından kov, biz öyle yanına gelelim” diyorlardı.6 Kur’ân, önce Süleyman (a.s)’ın büyük saltanatına, zenginliğine, ordusuna, hayvanlara, hatta rüzgâra emretmesini nazara vererek, onun, zenginlik ve saltanatın en yüksek derecesine nail olduğunu nazara veriyor, sonra da onun Allah’ın huzurunda mütevazi oluşu, Allah’a itaat edişi, nimetlere şükür edişi belirtiliyor. Allah’ın verdiği saltanat ve zenginliğin, onu şımartmadığı, daima bu nimetler için Allah’a şükrettiği, saltanatını Allah’a itaatte kullandığı anlatılıyor ve “O ne güzel bir kuldu. O, daima Allah’a yönelirdi.”7 buyrularak övülüyor. Kur’ân’ın Süleyman (a.s)’ı bu ifadelerle övmesi, Kureyş’in kibirli zenginlerine, “Kibirlenmeyi bırakın, Allah’ın peygamberine tabi olun, sizlerden daha zengin olan Süleyman’ın yaptığı gibi Allah’ın nimetlerine şükredin, azgınlaşmayın” mesajını vermektedir. Süleyman (a.s) ile zayıf ve fakir müminlere de dersler verilmiştir Mekke döneminde zengin müşrikler, zayıf müminleri hor görüyorlar, onları “sapık” olarak nitelendiriyor, kaş göz işaretleriyle alay ediyorlar ve gülüyorlardı.8 Aziz olan Allah’a iman, mümin insanda bir izzet hissi oluşturur. Bununla beraber, her insan başkalarının kendisiyle alay etmesinden rahatsız olur. Müşriklerin bu tavırlarından dolayı, Kur’ân’da müminleri teselli edecek, morallerini yükseltecek ifadeler kullanılmıştır. Örneğin, Kur’ân’ın pek çok ayetinde müminlerle alay eden kâfirlerin ebedi cehennemlik olduğu anlatılırken, zayıf ve fakir müminlerin, dünya saltanatından kat kat üstün ebedi cennet hayatıyla mükâfatlandırılacakları müjdelenmiş, ayrıca dünyanın fani, geçici olduğu, ahirete nisbetle dünyanın kıymeti olmadığı vurgulanmıştır. Fakir ve zayıf müminlere, Süleyman (a.s) kıssasında hükümdar ve zengin bir peygamber örnek şahsiyetiyle şu mesaj verilmiştir: Allah’a iman etmek yalnızca zayıfların, fakirlerin bir özelliği değildir. Tarihin çeşitli devirlerinde müminlerin de zengin olduğu, devlet kurdukları dönemler olmuştur. O dönemlerde Müslümanlar maddeten ve manen huzur ve saadet içinde yaşamışlardır. Bunun en güzel örneği, peygamberliği, hükümdarlığı ve zenginliği şahsında birleştirmiş olan Süleyman (a.s) dönemidir. Süleyman (a.s)’ın saltanatı zamanında insanlar ve cinler hatta hayvanlar hatta rüzgârlar bile ona itaat ediyordu. Diğer hükümdarlar dahi onun büyüklüğünü kabul edip, -Belkıs örneğinde olduğu gibi- emri altına giriyorlardı. Onun döneminde müminler zenginlik, izzet ve ihtişam içinde yaşadılar. Hülasa, müminlerin zayıf ve fakirlikleri daimî değildir. Geçmişte müminlerin şaşaalı dönemleri olmuş ve gelecekte de olacaktır. Belli bir dönem müminlerin zayıf oluşu onları üzüntü ve kedere götürmemelidir. Süleyman (a.s) ile “zenginlik mi üstün, fakirlik mi?” sorusuna cevap verilmiştir. Dünyaya değer vermeme manasına gelen zühd, tasavvufun önemli prensiplerinden biridir. Tasavvuf kitapları bu konu üzerinde hassasiyetle durarak, insanları zühd hayatına teşvik ederler. Hatta bazı mutasavvıflar zühd hayatını tavsiye ederken, zenginliği tenkit edip, fakir bir hayatı tavsiye etmişlerdir. Örneğin İmam Gazali, İhya’sında “Fakirliğin Zenginlikten Üstün Olduğunun İzahı” başlıklı bir yazı yazarak, fakirliğin, zenginlikten üstün olduğunu savunmuştur.9 Hâlbuki Kur’ân ve sünnette zühd tavsiye edilmekle beraber, zenginlik mutlak olarak kötülenmemiştir. Kur’ân ve sünnetin kötülediği, Karun örneğinde olduğu gibi, zenginlik yüzünden kişinin azgınlaşması, kibirlenmesi, dünya lezzetlerine, menfaatlerine yönelip Allah’ı ve ahireti unutmasıdır. Bir insan zengin olur, zekât ve sadakasını verir, zenginliğinden dolayı gururlanmaz, kibirlenmez, dini sınırlara tecavüz etmezse, bu adamın zenginliğinin kötü bir tarafı yoktur. Bu şartlar dahilinde zenginlik yasaklanmış değildir. Kur’ân, bu konuda bir peygamber olan Davud ve Süleyman (a.s)’ı örnek olarak takdim etmektedir. Onların zengin oluşu, zenginliğin mutlak manada şeriat tarafından kötülenmediğini ortaya koymaktadır. Eğer zenginlik mutlak manada kötü olsaydı Allah peygamberlerine zenginlik ve saltanat vermezdi. Hakikî zühd zengin olmakla beraber kalbini dünyaya bağlamamaktır. Süleyman (a.s), şaşaalı bir mülk ve saltanat içinde yaşadığı halde, kalbini dünyevi şeylerle meşgul etmemiştir. Bu özelliğinden dolayı mutasavvıflar, onu, gerçek zahidin güzel bir örneği kabul etmişlerdir.10 Onlar zühd ve zenginliği kendilerinde cem etmiş örnek kimselerdir. Süleyman (a.s), saltanat ve zenginliğini Allah’ın dinine hizmette kullandı. Onun döneminde müminler aziz, kâfirler zelil bir durumdaydı. Bu yönüyle O, Müslümanların örnek alacağı örnek bir şahsiyettir. Kaynaklar: 1- 6/En’am/ 90.2- 2/Bakara/102; 4/Nisa/163; 6/En’am/ 84; 21/Enbiya/78; 79, 81, 82; 27/Neml/15-44; 34/Sebe/12-14; 38/Sad/30-40,.3- 28/Kasas/40, 81.4- 21/Enbiya/ 81.5- 43/Zuhruf/31.6- es-Suyûtî, a.g.e., C. IV, s. 59.7- 38/Sa’d/ 30.8- 83/Mutaffifin/ 29-32.9- Gazâlî, a.g.e., C. IV, s. 20110- Süleyman Gökbulut, “Sûfilerin Gözünde Hz. Süleyman”, Dokuz Eylül Üniversitesi, İ.F.D., Sayı, XXXV, İzmir, 2012, s. 105.