176. Sayı: "Ağaç Meyvesinden Bilinir"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiKapıyı Açan da Kilitleyen de Aynı Anahtardır
İnsan

Hayat ne kadar karmaşık, problemli ve sıkıntılı gözükse de bazen sözde basit fakat kıymet olarak önemli bir cümle bütün aksayan şeyleri öncelikle psikolojik, sonra da buna bağlı olarak diğer taraflarıyla ilaç, çözüm olabilmektedir. Aynı durum tam aksi yönde de hareket edebilmektedir. Nihayetinde kapıyı açan da kilitleyen de aynı anahtardır. İşte burada kilit nokta yani anahtar, insandır. Onun da anahtarı insanın kendisini tanıması, bilmesi, ne işe yaradığını fark etmesi, dünyada bulunma sebebini tespiti ve ona göre hareket etmesidir. Evet, cümleler güzel de gerçekten ne anlatıyor kısmı anlaşılsa elbette daha iyi olacak. Birkaç gündür dergi ortamında da konuşuyoruz arkadaşlarla. Dönüp dolaşıp buralara geliyor sözler. Yani kiminle konuşsanız iyi veya kötü yönde en temelde birkaç cümle var, bütün anlattıklarının temelinde; hayatının özeti ve hayata bakış açısının temel noktası hükmünde. Bu meseleyi Behül Dana Hazretlerinin hayatındaki şu kıssa ile anlatsam güzel olur kanaatim. Bana fayda veriyor, ümit ederim sizin için de faydalı olur. * * * Behlül Dânâ, bir gün Hârûn Reşîd’den bir vazife istedi. Halîfe Reşîd de ona çarşı pazar ağalığını verdi. Behlül hemen işe koyuldu. İlk olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek tarttı; hepsi de normal gramajından noksan geldi. Dönüp fırıncıya sordu: - Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı? Adam sorulan her suale olumsuz cevap verdi. Behlül hiçbir şey demeden oradan ayrıldı ve başka bir fırına gitti. Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmekler olması gerekenden fazla geliyor, eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de sordu ve her soruya müspet cevap aldı. Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid’in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi. Harun Reşid, - Behlül, daha ne kadar zaman oldu sana vazife vereli, ne çabuk bıktın, dedi. Behlül durumu şöyle açıkladı: - Çarşı pazarın ağası varmış! Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, ceza ve mükâfatları verilmiş, bana ihtiyaç kalmamış. * * * Dönüp kendime sorduğumda da olumsuz cevaplar aldığım oluyor. Biliyorum ki, bu benden kaynaklı. O zaman önce kendime bakıp hatalarımı aramaya çalışıyorum. Ta ki gerçek çözüm olsun. Değilse ağızdan çıkan bütün sözler bir suçlu arıyor. Öznesi ben olduğum hadiselerde velev ki başkalarının da dahli ve suçu olsa bile, ben kendime ait olanı bulamayacak tarzda dışa dönük çözüm ararsam ancak suçlu bulurum. O an rahatlarım belki fakat huzursuzluk hep devam edecektir. Kendimdeki meseleyi çözüp velev ki suçlu bulamasam da huzur benimle olur.

Metin UÇAR 01 Temmuz
Konu resmiTarihten Sayfalar
Kültür ve Medeniyet

Helyograf Helyograf, güneş ışığından faydalanılarak kullanılan kablosuz ve optik bir telgraf aletidir. 19. yüzyılda çeşitli amaçlarla kullanılmaya başlanmış, daha sonraları askerî amaçlı olarak da kullanılmıştır. 1970’lere kadar kimi ordularda kullanılmaya devam ettiği görülmüştür. Çalışma sistemi basit olan helyografın menzili 50 km’yi aşıyordu. Helyografta ayna ile yansıtılan güneş ışığı sonucunda oluşturulan mors kodu ile haberleşme sağlanıyordu. Askeriyenin dışında tetkik ve orman koruma alanlarında da kullanılmıştır. 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı askerleri tarafından kullanıldığı, 1917’de Filisin cephesinde çekilmiş fotoğraflardan anlaşılmaktadır. Belirli aralıklarla yerleştirilen helyograflar vasıtasıyla yüzlerce km’lik bir kablosuz haberleşme ağı kurulabiliyordu. Üstelik helyograf kurulumu için sabit bir altyapıya ihtiyaç yoktu. Bu yüzden savaş sırasında haberleşme aracı olarak tercih edilmişlerdir 3 Temmuz 826Hanefî fakîhi İsa bin Ebân Basra kadılığına getirildi Aslen Şîraz’ın güneydoğusundaki Fesâ şehrindendir. İsa bin Ebân Bağdat’ta yetişti. Birçok âlimden hadîs öğrendi. İmam-ı Azam Hazretlerinin yakın talebelerinden İmam Muhammed’in derslerine katıldı. Altı ay kadar fıkıh ve hadis okuduktan sonra İmam Muhammed’in Rakka kadılığına getirilmesiyle derslerine ara vermek zorunda kaldı; ancak mektupla öğrenimini devam ettirdi. 3 Temmuz 826’da Basra kadılığına tayin edilen İsa bin Ebân vefatına kadar bu görevi devam ettirdi. 835 senesinde Hacc’a gitti. Hacc’ın ardından Basra’ya döndükten birkaç gün sonra Ocak veya Şubat 836’da vefat etti. Kaynaklarda İsa bin Ebân’ın kadılık mesleğine vukufu, dikkat ve titizliği üzerinde durularak davaları süratle sonuçlandırdığı belirtilir. Hilâl bin Yahyâ, İslâm’ın gelişinden kendi zamanına kadar Basra’da ondan daha fakih bir Kadı’nın görev yapmadığını söylemiştir 4 Temmuz 1918Sultan 6. Mehmed Vahideddin tahta çıktı Sultan Abdülmecid’in oğlu olarak 4 Ocak 1861’de Dolmabahçe Sarayı’nda dünyaya gelmiştir. Altı aylıkken babası, dört yaşında iken annesi vefat ettiğinden üvey annesi Şâyeste Hanım tarafından büyütüldü. Özel hocalardan ders alarak ve Fâtih Medresesi’nde verilen bazı derslere devam ederek kendini yetiştirdi. Ağabeyi Sultan 2. Abdülhamid’in hediye ettiği Çengelköy’deki köşke yerleşti ve padişah oluncaya kadar burada yaşadı. Ağabeyi Sultan 5. Mehmed Reşad vefat edince 4 Temmuz 1918’de son Osmanlı padişahı olarak tahta çıktı. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılınca, 17 Kasım 1922’de İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı. İtalya’nın San Remo şehrinde 16 Mayıs 1926’da vefat etti. Naaşı, Şam’daki Selimiye Camii’nin bahçesinde defnedildi.  14 Temmuz 678Hz. Aişe (ra) Vefat Etti Hz. Ebu Bekir’in (ra) kızı olarak 614 senesinde Mekke’de dünyaya gelmiştir. Hicret’in 2. yılında Peygamber Efendimiz (asm) ile evlendi. Uhud Gazvesi’nde sırtında su taşıma, haber toplama ve yaralılara bakma gibi geri hizmetlerde çalışmıştır. Peygamber Efendimiz (asm), Mayıs 632’nin son haftasında rahatsızlanınca diğer hanımlarının iznini alarak Hz. Âişe’nin (ra) odasına geçti, mübârek başı onun kucağında olduğu halde vefat etti ve onun odasına defnedildi. On sekiz yaşında dul kalan Hz. Âişe (ra), Peygamber hanımlarının başkalarıyla evlenmelerini yasaklayan Kur’an hükmüne uyarak bir daha evlenmedi. Peygamber Efendimiz’den (asm) sonra 47 yıl daha yaşadı ve 65 yaşında iken 17 Ramazan 58 (14 Temmuz 678) çarşamba gecesi, vitir namazını kıldıktan sonra Medine’de vefat etti. Resûlullah’dan (asm) 2210 hadîs rivayet etmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmiAğaç, Meyvesinden Bilinir
İnsan

Eğer bizler bugün Kur’an’ın tarifleri doğrultusunda en makbul kul olmayı başarmış ve bundan dolayı Rabbimizin bizim önümüze ideal bir örnek olarak koyduğu Hz. Muhammed’i (asm) hatırlatamıyor, o ağacın meyvesi olduğumuzu işmam edemiyorsak (çağrıştıramıyorsak) bu bizim için çok ciddi bir kusurdur.) Hemen her felsefe, her ideoloji, her öğreti ve din insana bir anlam, değer ya da biçim kazandırma gayreti içinde olmuştur. Zira, o ekol ya da akım insanlar arasında ilgi ve kabul görmek için bir takım cazip ve makbul yaklaşımlara sahip olmak zorundadır. Yoksa herhangi bir talep ya da yönelimin merkezinde bulunamayacaktır. Neredeyse tüm yaklaşımlar insanı bir noktasından yakalamak suretiyle değerlendirme ve mülahazalarda bulunmakla birlikte neredeyse hiçbiri, insan ve içinde bulunduğu alem arasındaki münasebet açısından gerçek ve vicdanî bir tevilde bulunamamıştır. Bu anlamda insan ve içinde yaşadığı alem (doğa, tabiat, evren) müstakil olarak ele alınmıştır. Bir ideoloji ya da din kendi muhteva ve dönüştürücü gücü veya insanın bütünsel varlığı üzerindeki operasyonel etkisi oranında bir iddiaya sahip olabilir. Yani o düşünce ya da inanış insanı neye dönüştürüyor. İnsana kazandırdığı özellik, erdem, kabiliyet ve idrak performansı hangi seviyededir. İnsana nasıl bir karakteristik profil kazandırmıştır. Günlük hayata cevap verebilen yani hayatta karşılığı olan biri kılmış mıdır? İnsanı, üretken, ilham verici, cazip ve merak edilen bir kimseye kalb etmiş midir? En önemlisi ise yinelenen değil yenilenen biri olma becerisini o kişiye kazandırmış mıdır? İşte tüm bu mülahaza ve değerlendirmeler muvacehesinde bakıldığında, bizler bir ağacı çoğunlukla meyvesinden tanıyabiliriz. Dahil olduğunuz inanç ya da bağlandığınız ideoloji sizi hayatın her aşama ve sahnesinde isabetli davranabilme imkânı ile buluşturabiliyor mu? Hatta bazı batıl ideoloji ve doktrinler bile bir iki tane (sosyal adalet, eşitlik) insanî erdemler ile kendilerini bağlamladıkları için ilgi görmüşlerdir. Ancak bu tür doktrinler bütüncül değerleri itibarıyla sınıfta kalmış, zamana yenilmiş ve hükmünü kaybetmiştir. Zira insanın muhassala-i fikri olan her yaklaşım ancak insan kadar yaşayabilir. Mesela batı felsefesinin materyalist ve determinist bakış açısı ile şekillenmiş olan düşünce ve ideolojilerinin meşhur ettiği birçok önemli(!) isim vardır. Fakat gelin görün ki, bu isimlerin hiç birisi bugün insan hayatına doğrudan etki edememektedir. Belki entelektüel bir kıymeti ya da zeki yaklaşımları ile anılıyor ya da sohbetlere konu olabiliyorlar ama bugün hayatı güzelleştiren, insana aydınlık ve umut dolu bir ufuk sunabilen hiçbir yanları bulunmamaktadır. İnsanın ontolojik ihtiyaçlarına cevap olabilecek bir katkıları olmamakla birlikte çoğunlukla kendileri gibi bazı doktrinler kişiler ile aralarındaki derin düşünce ayrılıklarından dolayı insanın ruhuna bir karamsarlık, kafalara ise karışıklık bulaştırmaktadırlar. Bu insanların durumu ebedi bir güneşin yanındaki yıldız böcekleri hükmündedirler. İnsan, mahiyetindeki camiiyyetin ebede bakan cihetleri itibarıyla bütün beşeriyetin bütün akıllarını meşgul eden çok köklü, derin ve müşkil sorulara cevap arayan nazenin bir varlıktır. Bu arayışa cevap olabilecek ve insanın ruhsal açlığını giderip vicdanın vaveylasını dindirecek son derece yüksek hakikatler ile ancak karşılanabilecek olan bu ihtiyaçlar, Allah (cc) katında geçerli tek din olan İslam tarafından karşılanabilir. “... Bugün, size dininizi kemâle erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a razı oldum!” (Maide Suresi, 3) Cenab-ı Hak Teala Hazretleri bu dini tamamlamış, yani insanın tüm ihtiyaçlarına cevap verebilecek potansiyele -İslam’a- işaret etmiştir. İslam dini, insana tam bir yol haritası, zamana ve zemine yenilmeyen bir pusula ve tüm karanlıklardan koruyacak ebedi bir güneş hükmünde olan alemşümul (evrensel) bir dindir. Dinimizin bu potansiyeli sadece kavramsal ya da teorik değil 1450 yıllık pratikleri ve asırlara hükmetmiş şanlı sahifeleri de tam bir vakıadır. Bu dinin öncüsü, beşeriyete en muhteşem bir numune ve aşılmaz ve aşınmaz rehberliği ile bayrağı olan Hz. Muhammed’e (asm) dikkatlice bakıldığında, İslam’ın operasyonel ve dönüştürücü gücü kolaylıkla görülebilir. İslam’dan evvel “Emin”, ilk vahiy ile birlikte “Mü’min” ve nübüvvet-i nuraniyesi ile de “Müslim” olan Hz. Muhammed (asm), kökleri kendisinden evvel gönderilmiş olan peygamberler, meyveleri ise kendisinden sonraki asırlara sığmayan evliyalar, asfiyalar, alimler, arifler, müctehidler… olan nuranî bir ağaç hükmündedir. Fev­ka­lade takvası, fevkalade ubudiyeti, fevkalade ciddiyeti ve fevkalade metaneti ile ne kadar âli ve muhterem ve muhteşem bir kul olduğunu hususen sebat ve sıdkı ile de izhar etmiş olan bu Zât’ın (as) nuranî bir ağaç olduğunun farkında olan her Müslüman, o ağacı hatırlatacak türden bir meyve olmak mecburiyetindedir. Eğer bizler bugün Kur’an’ın tarifleri doğrultusunda en mak­bul kul olmayı başarmış ve bundan dolayı Rabbimizin bizim önümüze ideal bir örnek olarak koyduğu Hz. Muhammed’i (asm) hatırlatamıyor, o ağacın meyvesi olduğumuzu işmam edemiyorsak (çağrıştıramıyorsak) bu bizim için çok ciddi bir kusurdur. “(Habibim, ya Muhammed!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız, o hâlde bana tâbi’ olun ki, Allah (da) sizi sevsin ve nı­zı size bağışlasın!’ Çünkü Allah, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.” (Âl-i İmran suresi, 31) Özellikle sosyal hayata değen, insan ilişkilerine temas eden değerleri itibarıyla bir beyefendi ve bir hanımefendi olamazsak, temsil ve temessül sürecinde noksan kalırız. İnsanlar için dikkat çekici biri olup olmadığınıza, hal ve hareketleri merak edilen, izlenen biri olup olmadığınıza, ilham veren ve esin kaynağı olan biri olup olmadığınıza, düşünce ve inançları merak edilen biri olup olmadığınıza, kendinizi kibar bir şekilde ifade edip edemediğinize ve en önemlisi, insanların sizinle birlikte zamanı ve mekânı paylaşmak için can atıp atmadıklarına bir göz atın. İşte neredeyse bu soruların tamamına müspet cevap verebilmek doğru bir kulluk ve emin bir ümmet olabilmekle mümkündür. Bugün ümmet olarak belki de en büyük noksanlığımız; iki cihan serveri Hz. Muhammed (asm) ile hayatlarımızı tam bağlayamayışımız, O’nun (asm) insanlarda hayranlık uyandıran ahlakı ile ahlaklanamayışımız ve O’nun (asm) dost ve düşman için ilham ve umut kaynağı olan kişiliğinden tam anlamıyla müte­feyyiz olamayışımızdır. İşte bundan dolayı insanı belki de en güzel bir kıvama taşıma gücüne sahip olan o nuranî enerji ile irtibata geçmeli, örnek insan olarak sadece O’nu (asm) seçmeli ve bunun dışındaki her türlü malayaniyattan geçmeliyiz. Ve kendimize sormalıyız: Biz hangi ağacın meyvesiyiz? Es’selam Meni’t-tebea’l-Hüda

Ahmet EFENDİ 01 Temmuz
Konu resmiKarga ile Bülbül
Aile ve Çocuk

Karga çöplüklerde geceler, Bülbül bahçelerde. Karga leşi sever, bülbül gülü.Karga kulakların düşmanı, Bülbül ruhların inşirahı. Bülbülün derdi var. Karganın ne aşkı ne de söyleneceği bir yar. Biri mekân tutar kavakları, Diğeri en güzel tarlaları.Biri korkuların değişmez yaratığı, Diğeri cennette bir mürg-i çemen.Biri mitoloji kahramanıDiğeri şairlerin gözbebeği.Biri matemin habercisi. Diğeri hayatın müjdecisi. Biri siyahlar içinde kapkara bir bulut, Diğeri buluttan yağan umut. Biri sesinin çirkinliğine aldırmaz, öter gün boyu. Diğeri sadece gülü gördüğünde. Aynı teraneyi söyler karga. Bülbül ise bir gün raksta, bir başka gün hicazda. Zekâsına diyecek yok amma; Kurnazdır bizim karga. Sanat ruhludur bülbül oysa. Yunus’um doğru söylemiş “Olur mu karga ile bülbül aynı kafeste?”Bir ders vardır bu işte, Hem geçmişte hem şimdide.Kimi karga gibi yaşar izbe mekânlarda. Kimi bülbül gibi gezinir nurlu saraylarda. Kimi diliyle kırar kalpleri, Kimi tamir eder gönülleri.Kimi bir kütükten farksız,Kimininse geçmez günü tasasız. Kimi kaba saba ve dam dum, Kimi ince ve zarif, yanan bir mum. Kiminin yanında durmak büyük bir çile. Kiminin yanında huzur duyulur saatlerce. Kimi karga gibi kargalarla mesrur; Kimi de bülbül gibi bülbüllerle sürur. Âlime en büyük beladır bir cahilin sohbeti. Cahile de aynı azap olsa gerek bir âlimin nefesi.

Necati İLMEN 01 Temmuz
Konu resmiDeizm
Eğitim

Günümüzün popüler kelimelerinden ve akımlarından biri olan Deizm ilk nerede ve niçin çıktı? Gelin bu konu hakkında biraz konuşalım. Deizm Nerede ve Nasıl Ortaya Çıktı?   Çoğumuzun adını duyduğu, ne olduğunu bildiği veya bilmediği bir konuya sadece bir giriş yapacağız. Konumuz Deizm. Yani Allah’ı kabul eden ama onun haricindeki her şeyi -din ve peygamber de dahil- reddeden bir akım. Günümüzün popüler kelimelerinden ve akımlarından biri olan Deizm ilk nerede ve niçin çıktı? Gelin bu konu hakkında biraz konuşalım. Son söyleyeceğim şeyi ilk başta söyleyerek başlamak istiyorum: “Deizm Hıristiyanlığın gayr-i meşru çocuğudur.” Şunu demek istiyorum: Deizm Hıristiyan Avrupa’da ortaya çıkmıştır ve onu ortaya çıkaran da semavi yapısı bozulmuş olan Hıristiyanlık ve o Hıristiyanlık içindeki çarpık uygulamalardır. Mesela nedir bu çarpık uygulamalar? Bir iki tanesine kısaca değinelim. Öncelikle, bozulmuş Hıristiyanlık dininde teslis inancı vardı. Hala da var. Yani baba, oğul ve kutsal ruh adında tanrı üç taneydi. Ama nasıl oluyorsa bu üç tanrı da öz itibariyle aynı cevherden oldukları için aslında tanrı bir taneydi. Enteresan! İkinci olarak, bozulmuş Hıristiyanlıkta insan son derece düşük bir varlıktır. Çünkü cennette Hz. Âdem Rabbimizin emrine aykırı hareket ettiğinden cezalandırılmak üzere dünyaya gönderilmiştir. İşin tuhafı Hz. Adem’den sonra bu günah bizim boynumuza miras olarak kalmıştır. Dolayısıyla şu an dünyada bulunuşumuzun sebebi, Âdem babamızdan bize miras kalan bu günahın kefaretini ödemektir. Peki bu günahtan kurtulmanın yolu yok mudur? Vardır. Zaten, oğul tanrı olarak bilinen ve aslında kendisi de (haşa) bir tanrı olan Hz. İsa insanlığın az önce bahsettiğimiz günahına kefaret olarak kendi hayatından vazgeçip çarmıha gerilmiştir. Çarmıha gerilmesiyle Hz. İsa bir bütün olarak bu günahı insanlığın üzerinden kaldırmıştır ama yine de herkesin birer birer günahlarının bağışlanması gerekmektedir. Tanrı’nın oğlu olan İsa şu an dünyada olmadığına göre bu görevi kim yerine getirecektir? İşte tam da burada kilise ve papazlar devreye girer. Kilise tanrının yeryüzündeki yansımasıdır, papazlar da tanrı-İsa’nın vekilleri olarak tanrısal özellikleri şahıslarında barındıran yarı-tanrılardır. Öyle ki isterlerse senin günahını affedebilirler; hangi günahı işlemiş olursan ol fark etmez. Ama isterlerse seni aforoz da edebilirler. Yani seni ebedi cehenneme mahkûm da edebilirler. Çünkü onlar oğul-tanrı olan Hz. İsa’nın yeryüzündeki temsilcileridirler. Yüzyıllar içerisinde bu öylesine kötüye kullanıldı ki kilisenin verdiği endüljans adındaki günahtan kurtuluş belgeleri büyük bir rant kapısına dönüştü. Çok büyük meblağlar ödeyen herkes bunu kolaylıkla alabiliyordu. Protestanlık mezhebinin ortaya çıkış sebeplerinden bir tanesi de bu endüljans belgelerine karşı isyandır. Kilise ve papazlar zaman içinde öylesine zenginleşmişlerdi ki on binlerce küçük saraylara sahip kiliseler ve yine on binlerce köleye sahip manastır ve din adamları ortaya çıkmıştı. Çarpıcı bir örnek olması açısından şunu söyleyeyim. Ortaçağda İngiltere topraklarının üçte biri kiliseye aitti ve geri kalanından da kilise tarafından çok büyük vergiler alınıyordu. Halk malının onda birini kiliseye vergi olarak veriyor ve haftanın bir günü de kilise arazilerinde ücretsiz olarak çalışıyordu. Kilise tarafından halka çöplüklerde köpeklerle birlikte uyumanın ve fakirliğin fazileti anlatılırken aynı kilise zenginliğine zenginlik katıyordu. Papazların söyledikleri her şey kanun gibiydi ve sorgulanmadan kabul edilirdi. Zaten sorgulanmasına da o zamanın şartlarında imkân yoktu. Çünkü bunlar halkın bilebileceği şeyler değildi. Açıklanması da uygun değildi. Böylece Hıristiyanlık sır ve gizem dolu bir dine dönüştürüldü. Özellikle 1600’lü yıllarla birlikte Avrupa’da meydana gelen bilimsel gelişmeler kilisenin otoritesini ciddi olarak sarstı. Çünkü kilisenin dogmaları elde edilen bilimsel verilerle uyuşmuyordu. Bunu üzerine otoritesini kaybetmek istemeyen kilise tutumunu sertleştirdi. Böylece engizisyon mahkemeleri devreye sokuldu. Kilisenin aforoz ettiği bir kısmı bilim adamı, düşünen ama onlarca kafir olan bu insanlar kafaları kesilerek, el ve kollarından çivilenerek, boğularak veya yakılarak cezalandırıldılar. Örneğin sadece 1480 ile 1488 arasındaki 8 yılda tam 96 bin kişi engizisyon mahkemelerinde ölüm cezasına çarptırılmıştı. Bunların da yaklaşık 9 bini yakılarak öldürülmüştü. 1400’lü yılların sonundan 1800 yılına gelinceye kadarki yaklaşık 300 yıllık süreçte Avrupa’da hakkında ölüm cezası verilen insan sayısı 290 binin üzerindeydi. Ve tutulan kayıtlara göre de bunların 32 bini Kilise tarafından yakılarak öldürülmüştü. Kilise cephesinde aslında bir sorun yoktu. Çünkü sanıklara ne kadar hak ediyorlarsa o kadarıyla muamele edilmişti. Ve zaten Tanrı’nın isteği yerine getiriliyordu. Özetleyecek olursak; mevcut Hı­ris­tiyanlığın akılla bağdaşmayan dogmatik inanç yapısı, Katolik Kilisesi’nin iyi niyet ve dürüstlükten çok uzak icraatları, işi tamamen paraya dökmesi, insanlık dışı zalimce uygulamaları, Hıristiyan Avrupa halkında son birkaç yüzyılda büyük bir tepkiye sebep oldu. Öncelikli olarak asli yapısını kaybetmiş bu Avrupa Hıristiyanlığını orta yola getirmeye çok uğraştılar. Fakat Kilise uzlaşmacı olmayan katı tutumunu devam ettirince “böyle bir din olamaz”, “böyle bir dini biz kabul etmiyoruz” diyerek Hıristiyanlığı reddettiler. Böylece 1700’lü yılların başında Avrupa’da deizmin temelleri atılmış oldu. Esasında bu, özelde Hıristiyanlığa karşı bir protest hareketti. Yani aslında kastettikleri şuydu: “Biz Allah’a inanıyoruz. Ama Allah’ın bozulmuş olan Hıristiyanlık gibi her yönüyle akılla çatışan ve mantıksız olan bir dini indirdiğini kabul etmiyoruz.” Tabii burada bozulmuş olan kısmını parantez içinde ben söylüyorum. Dolayısıyla özelde Avrupa Hıristiyanlığının yapısına ve uygulamalarına tepki olarak ortaya çıkan deizm, ilerleyen süreçte sadece Hıristiyanlığı reddetmekle kalmadı, tüm dinleri inkâr eder duruma geldi. Avrupa tarihini kısmen okudum. Düşünüyorum, bozulmuş Hıristiyanlığın tarihi süreci içerisinde Avrupa insanının deizme doğru savrulmuş olmasını inanın ben hiç garip karşılamıyorum. Fakat aynı zamanda, İslamiyet gibi her yönüyle mükemmel, semavi, korunmuş ve akılla barışık bir din içerisinde deizm gibi saçma ve mantıksız bir anlayış nasıl müşteri bulabiliyor, inanın bunu da hiç anlamıyorum. Bunun en büyük sebebi olsa olsa İslamiyet’in güzelliklerinden bi­haber olmak olsa gerek diye düşünüyorum. Anarşist Bir Anlayış: Deizm1 Yukarıda da değindiğimiz gibi, deizm ilk defa 17. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan bir anlayıştır. Allah’ı kabul eder onun haricindeki kutsal olan hiçbir şeyi kabul etmez. Allah vardır derler ama onlara göre din yoktur, peygamber yoktur, kutsal kitap yoktur, vahiy yoktur; dolayısıyla emir ve yasaklar yoktur. Her şeyden önemlisi ibadet de yoktur. Bunu iddia ve kabul eder deistler. Yani bunların, yaratan ama yarattıklarına hiçbir şekilde karışmayan bir Allah anla yışı vardır. Allah’ı kabul ediyor gibi gözükmek Gönderdiği kitap ve peygamberleri kabul etmeden Allah’ı kabul etmek, sanki “Allah’ı kabul ediyor gibi gözükmek” hissiyatını sanırım çoğunuza vermiştir. Hükümsüz kalmak Allah’a iman değildir. Bir dilekçeyi yazsanız ama imzalamasanız o dilekçe geçerli olur mu? Olmaz. “Ama ben dilekçeyi yazmıştım” diye mantıklı bir savunma da olmaz. Çünkü o evrak imzalanmadığı sürece yazılmış veya yazılmamış, arada fark yoktur. İşte onun gibi “Biz Allah’ın adını anıyoruz canım, en azından inkâr etmiyoruz” demek, Allah’a iman etmek ve O’na inanmak değildir. İman ancak Allah’ın var ve bir olduğunu tasdik etmekle olur. Bazı deistler söylediklerimize, “Ben Allah’ın var ve bir olduğuna inanıyorum” diye itiraz edebilirler. Biz de kendilerine şöyle cevap veririz: “Fakat arkadaşım sen, Allah Teala’nın gerçek anlamda İlah ve Rab olduğunu kabul etmiyorsun. Bak ben bunu sana öyle güncel ve apaçık örneklerle anlatmaya çalışacağım ki sonunda inanıyorum, sen de bu deizmin ne kadar saçma, tutarsız ve tamamen çocukça bir heves olduğuna hak vereceksin.” Bir deistin Allah’a inanırım ama dine inanmam sözü, devleti tanırım ama kanunlarını tanımam demek gibi bir şeydir. Peki böyle bir şey olur mu? Olmaz tabi ki! Çünkü devlet kanunlarıyla devlettir. Ben devleti tanırım ama hükümeti, kuralları, adliyeyi, polisi ve memuru tanımam diyen adam vatandaş değil, anarşist olur. En büyük deist kimdir biliyor musun? Aslında en büyük deist şeytandır. Deistlerin piri odur yani. Çünkü şeytan da Allah’ı inkâr etmiyor lakin kanunlarını tanımıyor. Şimdi elini vicdanına koyarak söyle lütfen, “Şeytan ne kadar Allah’a iman ediyorsa bir deist de ancak o kadar Allah’a inanıyordur” desem Allah aşkına haksız mıyım? Biz de Allah’a inanıyoruz diyen deistlerin, en büyük Allah düşmanı olan şeytanın bilerek veya bilmeyerek izinde hareket ediyor olmaları ne kadar trajikomik bir durum, değil mi? “Amma yaptınız ha, bizi şeytanla aynı konuma getirdiniz” demeyin lütfen. Çünkü durum bu! Siz Allah’a olması gerektiği gibi layıkıyla iman etmiyorsunuz. Sadece inkâr etmiyorsunuz. Çünkü elinizde inkâr edecek deliliniz yok. İnanın şeytanın da elinde Rabbimizin varlığını inkâr için küçücük bir delil olsaydı, bir saniye beklemezdi. Ey deist arkadaşım! Şimdi sana bazı örnekler vereceğim. Ta ki saçma ve mantıksız olarak ifade ettiğim bu yolun seni aslında ne kadar komik bir duruma düşürdüğünü görebilesin. Hani sen, “Ben Allah’ı kabul ederim, ama dini, dolayısıyla dinin emirlerini, peygamberi, Kur’an’ı vesaire kabul etmem” diyorsun ya! Senin bu dediğinin aşağıda vereceğim örneklerden hiçbir farkı yok! Sorunlu sorumsuzluk Devlet yol yapsın, köprü yapsın ama sonrasında bize karışmasın; hız sınırıymış, kırmızı ışıkmış, yaya geçidiymiş, sair trafik kurallarıymış bize hiçbir şekilde bulaşmasın. Veya devlet okul yaptırsın, hastane yaptırsın her türlü altyapıyı yapsın ama bizden vergi istemesin. Devlet devletliğini yapsın ama bizden vatandaşlık beklemesin. Olur mu böyle bir şey? Elbette olmaz. Ama sizin anlayışınızın çıktığı yer bu! Devlet yol, köprü yapıyorsa elbette buraların kurallarını da düzenleyecektir. Su, elektrik hizmetleriyle birlikte okul ve hastane yapıyorsa mutlaka vergi de toplayacaktır. Okul ve hastanelerdeki düzeni sağlayacak kuralları da koyacaktır. Deistler, kural tanımaz anarşist görüntüsü verirler. Çünkü bu anlayış der ki firma benim maaşımı düzenli olarak versin ama bana karışmasın ve benden bir iş de beklemesin. Veya ev sahibi ev sahipliğini gerektiği gibi yapsın; çay, kahve, meyve vesaire ne gerekiyorsa fazlasıyla ikramda bulunsun. Ama benden de misafirleri olarak hiçbir nezaket beklemesin. Affedersiniz, dingonun ahırındaymışım gibi yaptığım hareketlere de ses çıkarmasın. Onlar elbette yüksek sesle böyle demiyorlar. Ama peşinden gittikleri deizm anlayışı bunu gerektiriyor. Deistler aynı zamanda aynı “Babam bana harçlık versin, her türlü ihtiyacımı karşılasın ama bana karışmasın” diyen haylaz bir çocuk gibiler. “Babam bana karşı babalık görevini hakkıyla yapsın ama benden evlatlık beklemesin.” Böyle bir şey akıl ve mantıkla bağdaşır mı sevgili arkadaşım? Akıl ve mantığı bırak, böyle bir durum insanlıkla bile bağdaşmaz. “Allah, Allahlığını yapsın. Her şeyi yaratsın, yeri-göğü halk etsin, yazı-kışı getirsin, geceyi-gündüzü oluştursun, yeryüzünü nimet sofrası gibi yapıp önüme koysun ama benden de bir şey beklemesin. Yaşamam için gerekli olan ne varsa Allah hepsini bana versin ama benden hiçbir şey istemesin.” Oh, ne ala dünya! Ey deist arkadaşım! Ben senin bu anlayışta samimi olduğuna ancak bir şekilde ikna olurum. O da şu: Sen “Allah beni yaratsın ama din ile emir ve yasaklar ile bana karışmasın” diyorsun ve buna göre hareket ediyorsun ya! Eğer devlete karşı, babana karşı ve çalıştığın firmaya karşı da aynı tavrı gösteriyorsan seni tebrik ederim. Sen samimi bir deistsin! Çok büyük bir yanlış içerisindesin ama bu gittiğin yolda gerçekten samimisin. Ama yok, sen devletin, çalıştığın iş yerinin veya okuduğun okulun koyduğu kanun ve kurallara titizlikle uyuyorsan o zaman kusura bakma sen bu davanda samimi değilsin. Çifte standart yapıyorsun. Devletin, iş yerinin veya okulun kurallarına “Eyvallah” ama iş Allah Teala’ya gelince “Ey Allah’ım sen bana karışamazsın!” Sana herkes karışır ama bir tek seni yaratan Rabbin karışamaz, öyle mi? Çok vahim! Deist arkadaşım, şimdi bu yolun ne kadar tutarsız ve düşünüldüğünde insanı komik duruma düşüren çarpık bir anlayış olduğunu anlayabildin mi? Senin dilin varmıyor ama ben söylemekte bir beis görmüyorum. Deizm aslında, Allah’a karşı ibadetlerinde çok eksikleri olan insanların kendini avutma metodudur. Deizm, bir Müslümanın dinini yaşamada şeytan ve nefsine mağlup olduğunun itirafıdır aslında, ama afili bir sözcük ile. Dolayısıyla kendimizi kandırmaya gerek yok. Deizm bir inanç veya fikir akımı değil, “Rabbimize karşı kulluktaki eksikliğimizin bir kılıfıdır. Lütfen kendimizi aldatmayalım.” Çünkü iyi bilelim ki, “aldatan aslında aldanandır.” Allah’ın Mülkünü Gasp Eden Akım: Deizm Allah Teala Hazretleri varlıklar ve kâinat üzerinde daima tasarrufta bulunmaktadır. Biz insanlar için geçerli olan uyku, uyuklama veya yorgunluk gibi haller yüce Yaratan için söz konusu bile değildir. Musa Aleyhisselam, Tur Dağında Cenabı Hak ile konuşurken sorar; - Ya Rab sen hiç uyumaz, bir an bile gaflet etmez misin? Her an uyanık mısın? Bunun üzerine Allah Teala Hz. Musa’ya: - Eline bir bal kabağı al, kolunu uzat ve öylece bekle, diye nida eder. Bunun üzerine Hz. Musa eline bir bal kabağı alarak kolunu uzatır ve öylece bekler. Bir süre sonra yorulmaya başlar ama emredildiği gibi duruşuna devam eder. Aradan bir hayli zaman daha geçer ve bir an için Hz. Musa kendinden geçip uyuklar. Bal kabağı da yere düşer ve paramparça olur. Böylece Hz. Musa Allah’ın kudretinin “bir an” kesilmesi durumunda kâinata ne olacağını bizzat yaşadığı bu olayla iyice anlar. Haberlerde her gün birçok kaza haberlerini okuyoruz. O arabaları kullananlar insanlar yani akıllı varlıklar. Ve üzerinde gidilen yollar güzel, şeritler de çok net ve belirgin. Buna rağmen maalesef zaman zaman kazalardan kurtulamıyoruz. Hatta çok enteresan bazen trenler de kaza yapıyor. Halbuki onları kullanan makinistleri aslında bu işin uzmanları. Aynı zamanda o trenin gittiği rayın dışına çıkması da zaten normal şartlarda çok mümkün değil. Ama buna rağmen -çok sık olmasa da- tren kazalarına da şahit oluyoruz. Bu örnekleri şunun için verdim: Kâinatta yaklaşık 100 mil­­yar galaksi var. Her galakside de ortalama 200 milyar yıldız bulunduğu varsayılıyor. Bu yıl­dızların da hepsi müthiş hız­larla hareket ediyorlar. Ama ken­di yörüngelerinin dışına hiç çık­mı­yorlar. Yolunu şaşırıp biri diğerine hiç çarpmıyor. Zaten o yıldızlardan sadece bir tanesi rotasından bir defa çıksa domino taşı gibi çarpa çarpa en sonunda kıyametin kopmasına sebep olur. Akıllı biz insanların kullandığı arabaların her gün onlarcası kaza yaparken, milyarlar yıldan beri bu yıldızların bu kadar düzenli ve mükemmel hareket etmeleri bize nasıl bir fikir vermeli? Lütfen şöyle 5-10 saniye tefekkür edelim… Evet, Allah Teala Hazretlerinin an be an onlar üzerinde tasarrufta bulunduğunu bize gösteriyor. Çünkü bu kadar yoğun hareketlilik içerisinde böylesine muhteşem bir düzen kesinlikle kendi kendine olamaz. Bu düzeni cansız ve akılsız yıldızlar da kendi kendilerine mümkün değil sağlayamazlar.  Güldürme adamı! Demek ki kâinat -deistlerin id­dia ettiği gibi- en başta bir de­fa kurulmuş ve sonra da hiç karışılmayıp tıkır tıkır işleyen bir saat gibi değildir ve olamaz. Çok hızlı seyreden bir otomobilde şoför direksiyonu 1 daki­ka bıraksa kaza kaçınılmaz olur. Aynı onun gibi Rabbimiz de evren üzerindeki tasarruf ve kudretini bir an çekse inanınız ne düzen kalır ne de sistem! Hele mikro düzeydeki denge ve düzenden hiç bahsetmiyoruz bile. Çok büyük emek ve masraf ile yapılmış olan bir teknoloji üretim fabrikasını düşünelim. Böyle bir fabrikanın, sahibi tarafından âtıl, başıboş ve sahipsiz bırakılabileceğini hiç aklınız alıyor mu? Mesela, Steve Jobs Apple firmasını kurdu. Çalıştı, didindi onu dünyanın en önde gelen kurumlarından biri haline getirdi. Fakat sonra kendini tamamen geri çekti ve fabrikayı başıboş sahipsiz bıraktı. Ne düşünülür? Vay be biz bu adamı çok zeki sanıyorduk ama akılsızın önde gideniymiş denilmez mi?  Evet denilir ve böyle diyenler de haklıdır. Zaten Steve Jobs da sağlığında böyle bir şey yapmadı. Eğer böyle bir şey yapması kendisine teklif edilseydi herhalde hayatında hiç gülmediği kadar gülerdi? ? Biz bir insana bile yakıştıramadığımız bir davranışı, Allah Teala Hazretlerine nasıl uygun görebiliriz? Bir iş adamı bile kurduğu küçücük bir fabrikayı kendini geri çekip başıboş ve sahipsiz bırakmazken Halık-ı Zülcelal olan Allah Teala yoktan var ettiği ve mükemmel inceliklerle süslediği bu devasa, eşsiz ve muhteşem kâinatı hiç sahipsiz bırakır mı? Kendini geri çekip koca evreni başıboş ve avare bırakır mı? Değersiz bir meta gibi onu başka ellere verir mi? Elbette vermez. Ve böyle bir ihtimali de sağlıklı düşünebilen hiçbir insan kabul etmez. İyi de insanların bir kısmı neden deizme inanıyorlar o zaman, diye sorulabilir. Psikolojide bir kural vardır. Bir yalan ne denli ölçülemeyecek kadar büyükse inanılması da o kadar kolaydır. Kişi bu da yalan olacak değil ya der ve inanır. Hele bir de inanmak işine geliyorsa! Rehin kelimesini duymuşsunuzdur. Bir kimse başkasına olan borcunu ödemediği veya ödeyemediği zaman malına konan kısıtlamanın adıdır. Taşınmaz mallarda buna ipotek deniliyor. Yani mal görünüşte sahibinin gibidir. Vergi vesaire gibi bilumum gider ve masraflarını o karşılar. Ama kendi malı gibi de üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunamaz. Örneğin satma yetkisi kişinin elinden alınır. Mal sahipleri için bu, haliyle hiç istenmeyen bir durumdur. Bundan ötürü de böyle bir duruma düşmekten herkes olabildiğince kaçınır. Bu örneği şunun için verdim: Deistlerin inandığı ilah da aynen tüm malı-mülkü üzerine ipotek konmuş bir varlık gibidir haşa. Yani kâinatı yaratan odur, tamam. Ama daha sonra tüm yarattıklarının üzerine deist inancına sahip olanlarca ipotek, hatta haciz konmuştur. Yani her şeyin yaratıcısı ve sahibi ilk başta o olabilir. Hatta sembolik olarak da odur. Yani Allah’tır. Ama yarattığı ve sahip olduğu küçük büyük fark etmez hiçbir şey üzerinde tasarrufta bulunma ve müdahale etme hakkına da sahip değildir. Dikkat ettiniz mi, biz insanlar için büyük bir acizlik sebebi olan ve kaçındığımız “ipotek” ve “haciz” olayını deistler kendi ilahlarına reva görüyorlar. Yani kendi yarattığı evrene el koyarak -bir cihette gasp ederek- Allah’ın mülkünü yine onun yarattığı varlıklar arasında taksim ediyorlar. Acayip! Kendi keselerinden ısmarlayacakları bir çayın hesabını yapanların, Allah Teala’nın mülkünü böyle bol keseden -hem de Allah’tan başka- tüm varlıklara dağıtmaları sizce de akıl ve mantıkla bağdaşır bir iş midir? “El kesesinden ağalık yapmak” atasözü deistlerin bu durumunu çok da güzel özetliyor. Ateizm Öncesi Bir Durak: Deizm Deizm dediğimiz anlayışta ahiret inancı ve dolayısıyla cennet-cehennem olgusu yoktur. Düşünüyorum da yaptığı iyiliklerin karşılığını göreceği bir cennet olmazsa bir insan niçin iyilik, ahlak ve erdem peşinde koşsun ki? Aynı şekilde yaptıklarının cezasını çekeceği bir cehennem düşüncesi olmazsa bir zalim işlediği cinayet ve yaptığı zulümlerden niye vaz geçsin ki? Gemisini yüzdüren kaptan. Dürüstlük de karın doyurmuyor. Zaten yaşayacağı hayat bir tek şu dünya hayatı. Onda da niçin “ahlaklı bir hayat süreceğim” diye sıkıntıya girsin ki? Dolandırır, çalar, gasp eder, paşalar gibi yaşar. Yeter ki polislere ve maliye müfettişlerine yakalanmasın. “Her şeyin ölçüsünün para olduğu bu zamanda” zaten kılıfına uydurup da ne kadar çok üç kağıtçılık yapıp para kazanırsa o kadar saygıdeğer insan muamelesi görüyor. Ahiret inancı olmazsa Bu anlatılanlar ne kadar bizi şaşırtsa da ahiret inancı olmamasının doğal sonucudur bu! “Ben harama el uzatmıyorsam Rabbimin beni gördüğünü bildiğim içindir. Ahlaklı ve erdemli olmaya çalışıyorsam sebebi, cennette bunun sonsuz bir ödülünün olduğunu düşünmemdir. Haksızlık yapmamaya, kimseye zarar vermemeye çalışıyorsam bunun en önemli nedeni cehennemdeki ebedi cezayı düşünüyor olmamdır. Eğer bir insanın Allah ve ahiret inancı olmasa inanın çalıp çırpmaktan ve zorbalıktan onu kimse alıkoyamaz. Vicdanının sesini de bir şekilde bastırdıktan sonra geriye de zaten bir şey kalmıyor. İşte bu yüzden ben Allah’a ve Ahirete gerçekten inanmayan lakin bu dünyada da ahlaklı yaşamaya çalışanlara -kusura bakmayın ama- ahmak gözüyle bakıyorum.” Evet, bu sözleri bir kursta inancı zayıf bir hocama söylemiştim de karşılığında hiçbir şey diyememişti. Doğru bir Allah ve ahiret inancının olmadığı yerde ortalık kuzu postuna bürünmüş kurtlardan geçilmez olur. Gündüz vakti grand-tuvalet2 giyinmiş saygın bir şirketteki bilgisayar mühendisi... Ama hava kararıp eve geldiğinde bilgisayarın başına oturup bankaların sitelerine arka kapılardan giriş yapmaya çalışan, siteleri çökertmeye ve çeşitli virüsleri kodlamaya çalışan bir hacker... Bunu bir kurgu üzerinden anlattığımı zannetmeyin. Yabancı bir dergide okuduğum bir yazıdaki bilgiyi aktarıyorum size. Bilemiyorum belki ülkemizde de durum çok farklı değildir. İşte sağlam bir ahiret inancı olmamasının beraberinde getireceği tablo: Polis ve kanun zoruyla baskılanan anarşik bir ortam. Sosyologlarımızın kulakları çınlasın! Bilgisayar oyunlarından uzak durun Aramızda bilgisayarda oyun oynamayan çok azdır sanırım. Öyle caziptir ve insanı öylesine içine çeker ki saatlerin nasıl geçtiğini insan anlamaz. Ben bilgisayar ve dolayısıyla oyunla üniversite yıllarımda tanıştığımı hatırlıyorum. Ev arkadaşlarımla sabaha kadar araba yarışı yapıp sabah namazlarını da güneş doğmadan son beş dakikada kıldığımız az değildi. Hiç unutmam, o senenin yaz ayında bilgisayarı da memleketime getirmiş “Doom” adlı bir oyunu gece-gündüz oynayarak 1 ayda bitirmiştim. Daha sonra ise herhalde bu duyguyu yeterince tatmin etmiş olmalıyım ki oyunlara karşı ilgim kayboldu. Fakat şunu fark ettim. Her ne kadar oyunların sanal olduğunu çok iyi bilseniz de içine girdiğinizde aynı gerçek gibi ve çok fantastik. Gerçek hayattan farkı, orada ölüm ve sorumluluk yok. Hata yapsan sadece oyunda yanmış olursun, tekrar başlarsın olur biter. Ölsen bile tekrar hayata dönme imkânın var. En önemlisi de yaptığın hata gerçek hayatını etkilemiyor. Şimdi düşünüyorum da tam bir deizm provası gibi. Çoğu zamanı oyunlarla sanal dünyada geçen bir gencin karşısına, deizm “Sana karışan bir Allah yok! Sorumluluk da yok!” söylemiyle çıktığında, o genç kendine hoş gelen bu söylemi kabul etmekte hiç zorlanmıyor. Sanal alemde farkında olmadan aldığımız sayısız sübliminal mesajlar da biz farkında olmadan bu yolun zaten taşlarını döşüyor. Hiççilik Son yüzyılda Batı’da ortaya çıkmış nihilizm denen bir felsefi akım var. Türkçede “hiççilik” anlamına gelen Nihilizm, her türlü gerçeği ve değerleri reddetme şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu dünyada genel geçer bir doğru olamayacağını savunur. Her türlü şeyi şüpheyle karşılar. Yerleşik toplumsal düzene başkaldırmayı temsil eder. Devlet, din ya da aile otoritesine karşı çıkar. Geçen yüzyılda hâkim olan akım materyalizmdi. Maddeyi esas alarak gerçeğin ortaya çıkarılabileceğine inanıyorlardı. Özellikle Batı’da evrim teorisinin çökmesiyle materyalizm hızla kan kaybetti. Bu yüzyılda ise bunun yerine ikame edilecek, konulacak ana akım, hız ve hazzın merkeze konulması ile anın yaşanması amacına en uygun olarak görülen nihilizm olmuştur. Kendisine hızla taraftar bulan nihilizm felsefesine deizm de büyük oranda uyar ve o da kendine çokça taraftar bulmuştur. 40 yıl önce insanlara dört ayaklı maymundan insana geçiş resimleri gösterenler, şimdilerde ise her şeyi inkâr ederek, zevk adacıkları inşa etmişler ve buna uygun inanç sistemleri ortaya koymuşlardır. Diğer dinsizlik akımlarıyla kar­şılaştırıldığında “Bir Allah inan­cının var gibi gözükmesi” deizm­de bir artı gibi görünüyor olsa da bu aslında hız ve haz için konforlu bir alan oluşturmaktan ileri gitmeyen bir hileden ibarettir. Avrupa’da başlangıçta deizmle yola çıkanların vardıkları liman çoğunlukla ateizm olmuştur. Deizm bana göre bir ara formdur ve ateizme giden yola kurulmuş bir köprüdür. Gündüz ortasında her şeyi aydınlatan güneşi ancak akılsız insanlar inkâr edebilir. Aynen bunun gibi her varlığın düzen ve mükemmelliğiyle kendisini gösterdiği Allah’ı kabul etmemek de mümkün değildir. Böylece ilk adım deizmle atılmış olur. Allah korunur ama onun haricindeki her şey; din, kutsal kitap, peygamber, cennet-cehennem inkâr edilir. Daha sonrasında ateistler deistlere seslenirler: “Hey deist arkadaşlar! Zoraki konumlandırdığınız, hiçbir şeye karışmayan, karışamayan aciz bir Allah ne işinize yarar ki? Böyle tutarsız bir şey de olmaz. Böylesi tutsak bir ilahın varlığındansa hiç olmaması daha mantıklıdır.” Böylece bu yol ateizme kadar uzanır gider. Akıl ve bilim Bu anlattıklarımı kurgu gibi düşünmeyiniz. Pratikte olanı anlatıyorum. Kendini deist olarak tanıtan insanların katıldıkları birkaç televizyon programını izledim. İnanınız Deizmin ne kadar akılla uyuşmaz ve içi boş bir anlayış olduğuna dair inancım daha da arttı. İlk başta kendinden emin bir tavır ve net ifadeler. Yani şüphe ve tereddüde hiç yer yok. Ama arkadan sorular geldikçe kem-küm, “ııı”lı “mıı”lı geçiştirici cevaplar. Birisi soruyor: “Efendim kâinat yaratılırken sanki yüce yaratıcının yanındaymışsınız ve mesajını bizzat kendisinden almış gibi çok net konuşuyorsunuz. Bu konudaki delilinizi merak ediyorum?” Cevap yok! Yüce Allah’ın biz insanlara mesajı olan kutsal kitapları ve o mesajı bize getiren peygamberleri kabul etmezsen ne cevap verebilirsin ki? Deizmin kutsal kitabı akıl, peygamberi de bilimdir. Onlar öyle diyorlar. Biz de onların kutsal kitabına müracaat ettik. Ama görüyoruz ki akıl deizmi doğrulamıyor. Yok olmayacağımı düşünmek bana huzur veriyor Ahiret hayatı ile ilgili okuduğum bir hatırayı da sizinle paylaşarak bitirmek istiyorum. Yaklaşık 20 sene önce vefat etmiş olan İslamiyet’le biraz mesafeli bir siyasetçi Orta Doğu Teknik Üniversitesinde bir konferansa davet ediliyor. Konuşması sırasında yaratıcıdan bahsedince bir öğrenci, “Bunu size yakıştıramadım” diyor. O siyasetçinin verdiği ibretlik cevap şu: “Gençken ben de bu konulara hiç takılmıyordum. Ama şimdi öyle değil. Yaşlandık. Akşam yatağa girerken sabaha çıkacağımdan emin değilim. Sevgili eşime çaktırmadan bakıyorum, yarın tekrar görebilecek miyim diye! Hangimiz önce gidecek? Dahası öldükten sonra ne olacak? Toprağın altında çürüyüp gidecek miyim? Ama ben yok olmak istemiyorum. Tanrı ve öbür dünya yoksa da olmasını istiyorum. Yok olmayacağımı düşünmek bana huzur veriyor.” Önümüzde iki yol gözüküyor Deizm rüzgarıyla kafası karış­mış genç kardeşlerimize son ola­rak şunu söyleyebiliriz: Önü­müzde iki yol gözüküyor: Ya sorumluluktan kaçıp deizm gibi bir akıma yönelerek öncelikle ebedi hayatımızı riske atacağız. Dünyada yaşarken de ölene kadar aklımızın bizi bunaltan tacizlerine maruz kalarak huzursuz bir hayat yaşayacağız ve o aradığımız mutluluğu hiçbir zaman bulamadan perişan bir hale düşeceğiz. Ya da yaratılış fıtratımızın sesine kulak verip, akıl- vahiy birlikteliğiyle Allah’a gerçekten kul olabilmenin ne büyük bir şeref olduğunu tam olarak anlayıp dünya­da gerçek mutluluğu ve hu­zu­ru yudumlayacağız. Öldük­ten son­­ra da Rabbimizin lütfuyla son­­suz bir saadete ulaşacağız. Karar sizin sevgili gençler. Ama kesinlikle unutmayın ki, o kadar iyi niyetli tavsiyelere kulak tıkayıp zarara kendi rızasıyla girene de acınmaz. Ve son pişmanlık da bazen fayda etmez. Kaynaklar: 1- Bir deist muhatap alınarak kaleme alınmıştır.2- Editörün Notu: Dilimizde bu şekilde telaffuz edilen bu kelime aslında Fransızca kökenli “grande toilette” yani baştan ayağa giyinmiş, süslenmiş anlamında kullanılır. Buradaki “grande” uzun, yere kadar, gösterişli anlamındadır. Büyük anlamında değildir. Osmanlıda diğerlerine göre daha albenili görüldüğü içinde şık olan insanlara “iki dirhem bir çekirdek” denmiştir.

Mücteba YILDIZ 01 Temmuz
Konu resmiTevhid ve Ezanlar
İbadet

Cavid SARAÇOĞLU 01 Temmuz
Konu resmiAllah'ın Varlığı Hakkında Şüphelerim Var
İtikad

“İçimden bir ses, yaratıcı var diyor. Bir ses de yok diyor. İkisini de tam anlayamıyorum. İkisini de ispat edemiyorum. Uzun süredir bu durum devam ediyor. Bu yüzden çok sıkılıyorum. Ne yapmam lazım?” Hayat ne kadar da soru yüklü. Cevap bulutlarının rahmet damlalarına ne kadar da muhtacız. Her soru bir cevap. Doğru her bir cevap da bizi kemalata taşıyan önemli bir adım olabilmektedir. Böyle sorulardan birisine muhatap olmuştum yakın zamanda. Sual şu idi: “İçimden bir ses, yaratıcı var diyor. Bir ses de yok diyor. İkisini de tam anlayamıyorum. İkisini de ispat edemiyorum. Uzun süredir bu durum devam ediyor. Bu yüzden çok sıkılıyorum. Ne yapmam lazım?” Ben de soruyu kendime sordum ve şöyle cevaplamaya çalıştım. Derken bir yazıya dönüştü. Sizlerle de paylaşıyorum. Ümit ederim, başta nefsim olarak faydalı olur. Bu tarz düşünceler herkesin aklına gelebilir. Bu durum vesveseden kaynaklanıyor. Öncelikle bilmemiz gereken şey, şeytanın insana verdiği vesvesenin değeri yoktur. Kalbe gelen şeyler eğer bir delile dayanmıyorsa onun da bir kıymeti yoktur. Kesin olan hükümler şüphe ile ortadan kalkmaz. Yani bir şeyin kesinliği varsa, vesvese ona zarar vermez. Bir şeyin olabilir ihtimali veya olabilirliği o şeyin kesin olacağını veya olduğunu göstermez. Mesela şu anda büyük bir kaza olmuş olabilir. Bu, zatında mümkündür. Fakat bunun olduğunu söylemek ve inanmak için delile ihtiyaç vardır. İşte akıl burada devreye girer ve delil sorar. Hem mesela aklen şu an mümkündür ki Karadeniz batmış olsun. Karadeniz’in suyunun çekilme ihtimalinin olması, suyunun çekildiğini ve Karadeniz’in kaybolduğunu göstermez. Çün­kü Karadeniz’in batması veya suyunun çekilmesi ihtimalini kabul etmek için akıl bir delil ister. Fakat buna dair herhangi bir delilimiz yoktur. Battığına dair bir delil yoksa deniz yerinde duruyor, deriz. Çünkü bir delilden ortaya çıkmayan bir ihtimalin hiçbir önemi yoktur. Biz zihnen Karadeniz kurumuş desek ve bunu olmuş gibi kabul etsek de bunun bir hükmü olmadığı gibi akıl da kabul etmez. Bunlar gibi bizim zihnimize gelen (haşa) peygamber, ahiret ve Allah olmayabilir gibi ihtimal, vesvese ve kuruntuların hiçbir önemi yoktur. Çünkü bilgiye ve delile dayanmamaktadır. Hem Allah’ın varlığının sayısız delilleri vardır. Allah’ın varlığının en büyük delili, yarattığı bütün kâinat ve içindeki her şeydir. Bir harf bile onu yazan biri olmadan veya bir iğne, bir usta olmadan ortaya çıkmadığı hâlde şu muhteşem kâinat sarayı kendiliğinden meydana gelmemiştir. Bütün kâinat ve içindeki âlemler ve bu alemlerde ortaya çıkan varlıklar, iç içe geçmiş bir bütün hâlindedirler. Sanki koca kâinat bir saray gibi ve içindeki pek çok âlemler o sarayın odaları ve bütün varlıklar da sarayın odalarında bulunan süslü eşyaları gibidir. Böyle bir sarayı görsek, onun tesadüfen ya da kendi kendine ortaya çıktığına hiç ihtimal verebilir miyiz? O sarayın ustasını görmememiz olmadığını gerektirmediği gibi, o saraydan milyonlar defa muhteşem ve sanatlı şu kâinat sarayının tesadüfen ortaya çıkması da bahsi geçen saraydan binlerce defa imkânsızdır. Elbette onun da sonsuz kudret ve ilim sahibi bir ustası vardır. Şu an için dünyada imtihan olmamızın bir gereği olarak O’nu görmememiz var olmadığını asla göstermez. Üstelik aklımız bu şekilde Allah’ı bulabildiği gibi, Allah da Hz. Adem’den itibaren sürekli gönderdiği 124 bin peygamber ve kitapları vasıtasıyla bizlere kendini bildirmiş, varlığından haberdar etmiştir. Okuduğumuz Her Fen Bize Rabbimizi Tarif Eder Fen ilimleri, insanı ve doğayı inceleyen ilimlerdir. Mesela kimya, maddenin yapısını incelerken, tıp ilmi insanın vücudunu inceler. Astronomi dediğimiz gök bilimi ise galaksileri, yıldızları ve gezegenleri inceler. Evet, okuduğumuz her bir fende bize Allah’ı bildirir ve tanıttırır. Nasıl mı? Mesela bir eczahane düşünelim. Eczacılık okuyan herkes ve hatta prospektüs okuyanlar bilir ki o eczahanedeki ilaçlar çok hassas ölçülerle hazırlanmıştır. Bu ilaçlardan herhangi birini incelediğimizde 0,1 gr A maddesinden, 0,3 gr B maddesinden, 0,15 gr C maddesinden ve bunlar gibi birçok maddeden oluştuğunu görürüz. Eğer o maddeler biraz eksik veya fazla olsa, o ilaç, ilaç olma özelliğini kaybedecektir. İlaç örneğinde olduğu gibi kâinattaki her bir canlı da çok daha hassas ölçülerle yaratılmıştır. Liseden itibaren okuduğumuz ders bilgisi ile bile baksak, mesela elmanın içerisindeki maddeler biraz fazla veya eksik olsa elma özelliğini kaybeder. Hem insan vücudu da çok hassas ölçülerle dengeli bir şekilde yaratılmıştır. Eğer bazı maddeleri biraz eksik veya fazla olsa, o ölçü ve denge bozulup önemli bazı hastalıklara sebebiyet verecektir. Mesela kandaki şeker oranı normalden fazla olursa şeker hastalığı olduğu gibi; demir eksikliği de kansızlığa sebebiyet vermektedir. Bu kıyaslardan yola çıkarak özelliğini kaybetmemiş her akıl şu sonuca varır ki, ilaçtaki ölçüyü ayarlayan bir kimyager varsa, bu kâinattaki ölçüyü ayarlayan ve koyan bir yaratıcı vardır. O da hiç şüphesiz Yüce Allah’tır. Hem ziraat bilgisi ile yediğimiz meyvelere bakalım. Her bir meyvenin hem rengi hem tadı hem kokusu hem de şekli farklıdır. Acaba, o meyveleri birbirinden farklı kılan kim/ne? Toprak mı? Elbette toprak değil. Çünkü biz insanlara göre basit bir iğneyi yapmak için bile bir fabrika ve o fabrikada da onlarca işçi ve makinelerin olması gerekir. Şimdi toprağı kazalım ve altına bakalım. Acaba toprağın altında fabrikalar, makineler ve işçiler mi var? Elbette yok. Peki, toprağın tadına bakalım. Toprak limon gibi ekşi, kayısı gibi tatlı olmadığı gibi; biber gibi de acı değildir. Sonuç şu çıkar: Demek meyvelerin bu özellikleri topraktan değildir. Toprak hal diliyle der ki: “Bütün bunları yapan ben değilim.” Saat okumayı bilen hemen herkes, toprağın hal diliyle söylediği şu cümleyi okuyabilir… Elbette bunları yapan birisi vardır. O da şüphesiz ki her şeyin yaratıcısı olan Allah’tır. Hem elektrik fenni noktasından harika bir şehir düşünün ki, o şehrin milyonlarca lambaları şehrin her tarafını aydınlatıyor. Biliyoruz ki lambaların ışık verebilmeleri için enerjiye ihtiyaçları var. Ve bu mükemmel şehri aydınlatan lambaların enerjisi hiç tükenmiyor. Böylesine harika bir mühendislik eseri hiç şüphesiz harika bir mühendisi, maharetli bir elektrik ustasını akla getirir. (Şimdi güneşi düşünelim. Bunu yaparken ev alma veya kiralama durumunda güneşin etkisini de gözden kaçırmadan bakalım. Her gün yapılan demir alımı ve bunun için güneşin önemini de hatırlayalım lütfen.) Aynen öyle de dünyayı ve birçok gezegeni aydınlatan ve ısıtan güneşin, ilgili bilimin verdiği bilgiler ışığında yaratıldığı günden bugüne kadar yanmak maddeleri (hidrojen, helyum, oksijen) tükenmiyor Enerjisi bitmiyor. Hem bir lâmba hem de bir soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün denizler kadar gazyağı ve dağlar kadar kömür ve odun yığınları lâzımdır ki sönmesin. İşte güneşi ve güneşten büyük yıldızları gaz yağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran, söndürmeyen, beraber gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir yaratıcı vardır. O da hiç şüphesiz yüce Allah’tır. Daha bunlar gibi bütün fenler, kâinatta mükemmel bir düzen, hassas bir ölçü olduğunu kendi hal dilleriyle gösterirler. Üzerlerindeki düzen ve ölçü ile Cenâb-ı Hakkı bize bildirirler ve tanıttırırlar. Öyle ise, biz de her bir fenne bu gözle bakarak Allah’ın varlığını ve birliğini görebiliriz. BİR DEVLETTE İKİ CUMHURBAŞKANI BULUNMAZ Kâinatta, zerrelerden tâ yıldızlara kadar her şeyde kusursuz bir düzen, mükemmel bir uyum ve adaletli bir ölçü mevcuttur. Hatta bütün fenlerin bulmuş olduğu formüller ve kanunlar kâinatta mükemmel bir düzenin olduğunu gösterir. Elbette kusursuz düzen, eksiksiz uyum, tek bir idareci ile olabilir. Nasıl ki, bir köyde iki muhtar olmadığı gibi, bir devlette de iki cumhurbaşkanı bulunmaz. Çünkü farklı eller bir işe karışırsa o iş karışır. Varlıkların bir idarecisi olmazsa kâinatta denge ve ölçüden söz etmek elbette mümkün değildir. Derinlemesine okuma yapmasak bile belgesel izlemişizdir illaki. Bu bilgi ile bil baksak, mesela yeryüzünde bitki ve hayvanlardan oluşan yüz binlerce farklı tür mevcuttur. Bu türlerin sayısız fertleri bulunur. Bütün bu varlıkların yaptıkları işler ve gördükleri vazifeler farklıdır. Hem doğum ve ölümleri ayrı, rızıkları ayrı, elbiseleri ayrı, kendilerini korudukları silahları ayrı oldukları halde, hiçbirisi karıştırılmıyor, şaşırılmıyor ve yanlış yapılmıyor. (Bu arada bir terziye şu soruyu sorun: dikenli bir dala bir elbise dikebilir mi?) Hem mesela denizlerdeki canlıların doğum ve ölümleri bir ölçü dâhilinde dengede tutulduğunu görmekteyiz. Hâlbuki bazı balıkların, tek seferde yüz bin yumurtası olur. Bunlar gibi her bir balığın yumurtalarının hepsi balık olsa idi denizlerin içerisinde yer kalmaz, tamamen balıklarla dolardı. Bu da denizlerdeki muhteşem denge ve düzeni bozardı. İnsan vücudunda gözlerin, ellerin, ayakların ve bütün organların birbirleriyle mükemmel bir ahenk ve uyum içerisinde çalıştıklarını görüyoruz. Bu da hemen hepimiz için kolay ve net anlaşılır bir konu olsa gerek. Zira hemen herkes en az birkaç kere doktora gitmiş ve mevzu olacak şeylerle az çok muhatap olmuş, bilgi almıştır. Mesela damar ve kan sistemine bir bakalım. Damarların bir kısmı telefon vazifesini görür. Yani hücreler arası haberleşmeyi sağlar. Bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmündedir. Hayat suyu olan kanın dolaşımını sağlarlar. Kanda da iki yapı vardır. Bir kısmı alyuvar tabir edilir ki, bedenin hücrelerine erzak dağıtıyorlar. Diğer kısmı akyuvarlardır ki, vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır. Bu sadece bir insanın vücudu için böyle değildir. Bütün insanların ve hayvanların vücudunda da buna benzer birçok harika sistem bulunur. Vücuttaki bu hassas ölçü ve düzenin kendi kendine olması mümkün değildir. Hatta en akıllı varlık olan insan, vücudunda meydana gelen bu harikulade olayları kendisi yönetemez. Elbette onların vücuduna bu düzen ve intizamı yerleştiren Allah’tır. Şimdi de güneş ile gezegenlerin harika dengelerine bakalım; ister ansiklopedik bilgi, ister belgesel izlemiş, ister Kur’an meali okumuş olarak… Mesela üzerinde seyahat ettiğimiz dünyamız, normal bir insanın yirmi dört bin senede (yaya olarak) gidebileceği bir mesafeyi (yaklaşık 950.000.000 kilometre) bir senede geziyor. Dünya bu kadar hızlı seyahat etmesine rağmen yeryüzüne dizilmiş olan şeyleri dağıtmıyor, sarsmıyor ve fırlatmıyor. Eğer dünyanın sürati biraz artsaydı, üzerinde oturanları etrafa savuracaktı. (En basit bilgiyle arabada seyahat ederken virajlardaki savrulmayı düşünebiliriz.) Bir saat, belki bir dakika dengesi bozulsa her şey bozulacak. Başıboş kalan dünya, başka gezegenlerle çarpışacak, büyük felaketler olacaktı. Eğer kâinattaki bu mükemmel denge tek bir zata değil de sebeplere veya tesadüflere verilmiş olsaydı, denge ve ahenkten bahsedilemezdi. Yani deniz, karma karışık şeylerle dolacak ve kokuşmuş olacaktı. Hava, zararlı gazlardan dolayı nefes alınamaz hale gelecekti. Yeryüzü ise, bir çöplüğe ve bir bataklığa dönecekti. İşte bütün bunlar gösteriyor ki kâinatta muhteşem bir ölçü ve harika bir düzen var. Bu düzen ve ölçü, her şeyi ilim ve hikmetle idare eden tek bir Allah’ı bizlere anlatır, bildirir ve tanıttırır. “Rahman (olan Allah)’ın yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin! Haydi, gözü(nü) çevir (de bir bak), hiçbir çatlak görecek misin? Sonra gözü(nü) tekrar tekrar çevir (ve yine bak); o göz (aradığı kusuru bulamadan) zelil ve bitkin bir hâlde sana dönecektir!” (Mülk, 3-4) HER ARAYIŞ, HER YAKARIŞ GİBİ BİR DUADIR Yeryüzünde insan, hayvan ve bitkilerden oluşan milyonlarca canlı bulunmaktadır. Bu canlıların hayatlarını devam ettirebilmeleri için kendilerine has, ayrı ayrı birçok ihtiyaçları vardır. Fakat bu ihtiyaçlarını elde edebilmek için ellerinde yeterli sermayeleri, güç ve ilimleri yoktur. Demek ki onların bu ihtiyaçlarını gören, bilen ve cevap veren birisi vardır. Her arayış, her yakarış gibi bir duadır. Her ihtiyaç da bir duadır. Görüldüğünde bakılır ki bütün dualara cevap veren biri var. Allah, hastalara rahmet eczahanesinden şifa göndermektedir. Köyde yaşayan birisi belki daha rahat görür ve bilir ki, hastalanan kedi tabiat eczahanesine çıkar, şifalı otu bulur, yer ve sıhhat kazanır. Zahirde doktor, hasta, eczacı ilişkisi yoktur; fakat mükemmel bir tıp resmi vardır. Hiçbir resim ressamsız olmadığına göre, bu resmin de arkasında elbette bir Şafi-i Hakiki olmalıdır. Allah, rızka muhtaç olan canlılara yeryüzünü bir sofra yapmıştır. Suya muhtaç olan bitkileri yağmurla beslerken, gıdaya muhtaç olan yavruları da en güzel bir gıda olan sütle doyurmaktadır. Bunun gibi ihtiyaç sahibi olan bütün mahlûkatın imdadına yetişir ve ihtiyacına cevap verir. Haydi, hepimizin gördüğü, bil­diği, muhatap olduğu bir el­ma ağacını düşünelim. Bu elma ağacının hava, su, mineral, ısı ve ışık gibi birçok ihtiyacı vardır. Su ihtiyacı yağmur vasıtasıyla verilirken, ısı ve ışık ihtiyacı güneş yoluyla gönderilmektedir. Mineral ihtiyacı toprak vasıtasıyla, hava ihtiyacı ise atmosfer yoluyla temin edilmektedir. Hâlbuki toprak, hava, su ve güneşe baktığımızda elma ağacının bu ihtiyaçlarını giderecek ilim, irade ve kudretten mahrumdurlar. Yani güneş elma ağacının ısı ve ışık ihtiyacını bilerek merhametinden dolayı göndermez. Belki güneşi, havayı, suyu ve toprağı bu şekilde elma ağacının imdadına koşturan merhamet sahibi bir Zat onları yönlendirmektedir. Elma ağacının bütün bu ihtiyaçlarını karşılayan kim ise, bütün ağaçların ve bitkilerin ihtiyaçlarını da karşılayan O’dur. O da sonsuz kudret ve merhamet sahibi olan Allah’tır. Hem mesela hayvanlar âlemine bakalım. Hamsi gibi herkesin bildiği bir balığın, yine herkesin bileceği üzere denizde yaşayabilmesi için o ortama uygun solungaç, göz ve yüzgeç gibi şeylere ihtiyacı vardır. Güvercin gibi bir kuşun havada uçabilmesi için tüy, kanat ve hafif olan kemik yapısına ihtiyacı vardır. Ceylan gibi bir hayvan, kendisini koruyabilmesi için çok hızlı kaçabilecek bir vücut yapısına muhtaçtır. Aslan gibi bir hayvan da avını yakalayacak pençe, keskin dişler ve koşma kabiliyeti gibi özelliklere muhtaçtır. Burada bir hikâye/fıkra girelim, zihnimizi toparlamamıza yardımcı olsun inşallah. Yavru deve annesine sormuş: -    Anne bizim niye hörgücü­müz var? -    Çöl sıcağında susuzluğa dayanabilelim diye. -    Anne bizim toynaklarımız niye bu kadar geniş? - Çölde ayaklarımız kuma batmasın diye. -    Anne bizim boynumuz niye bu kadar uzun? -    Çölde uzaktan gelebilecek tehlikeleri görebilelim diye. - Peki anne, Allah aşkına bizim bu orman çiftliğinde ne işimiz var? Elbette ki bu hayvanlar, muhtaç oldukları yetenek ve özelliklere kendi kendilerine sahip olmamışlardır. Yaptıkları işleri tesadüfen öğrenmiş de olamazlar. Yaptıkları her şeyi onlara öğreten biri olmazsa, bütün bunları bilmeleri mümkün değildir. Muhtaç oldukları rızıkları veren ve yaşadıkları ortamı tam onlara göre hazırlayan birinin olması zorunludur. Ayrıca ihtiyaçları olan vücut yapılarını onlar için var eden ve vücutlarına yerleştiren biri olmalıdır. Bu muhtaç oldukları her şeyi onlara veren, sınırsız ilim ve sonsuz kudret sahibi olan Allah’tır. İnsan kendisine baksa anlar ki, son derece aciz ve son derece yardıma muhtaç bir şekilde yaratılmıştır. Akıl cihetiyle önde olmakla birlikte, ihtiyacı ve arzusu mevcudat içerisinde en fazla olan, insandır. Bunun için, insanın ihtiyaçları sonsuzdur, denilmiştir. Hayatını devam ettirebilmesi için hava, su ve gıdaya muhtaç olduğu gibi; aklının, kalbinin, ruhunun da manevi ihtiyaçları vardır. Mesela insanın kalbinde ebedi yaşama ve sevdikleriyle daima beraber olmak arzusu vardır. Hatta bu his insan kalbinin en kuvvetli arzusudur. Onun için yok olmak ve sevdikleriyle bir daha görüşememek hayatının en büyük elemidir. İşte insan, kendisinin ve sevdiklerinin hayatını koruyabilecek, onu öldükten sonra tekrar diriltebilecek ve sevdikleriyle bir daha ayrılmamak üzere görüştürebilecek birisine muhtaçtır. Yine insan, hasta olduğu zaman şifa verebilecek, belaya düştüğü zaman kurtarabilecek, düşmanlarına karşı koruyabilecek, derdine derman verebilecek birisinden yardım istemeye muhtaçtır. Nasıl ki insan, dünyada bir ihtiyacını karşılayamadığı zaman yardım edeceğini düşündüğü birisinin kapısını çalar ve yardım ister. Bunun gibi sonsuz istekleri olan ve bunları karşılayamayan insan da elbette Allah’a dua ve ibadet ile yalvarmaya ve yardım istemeye çok muhtaçtır. Çünkü bütün mahlûkatın ihtiyaçlarını gideren ve kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah, insanın sınırsız ihtiyaçlarını karşılayabilir. Bu arada duanın rahatlatıcı ve karşılayıcı özelliğini hemen herkes bir şekilde keşfetmiştir. İşte sonsuz merhamet sahibi olan Allah, insanın her ahını ve duasını işitir. Hatta kalbinin en gizli arzusunu dahi bilip cevap verir. Güneşi onun için ısıtıcı ve aydınlatıcı bir lamba, bulutları ise su kaynakları yapmıştır. Hayvanları ve ağaçları ise onu besleyen rahmet hazinelerinin erzak ve gıda depoları yapmıştır. Bunun gibi daha birçok varlığı insanın emrine vermiştir. Hatta diyebiliriz ki Allah (c.c.) adeta kâinatı insana hizmetkâr eylemiş ve kâinatın her tarafını Rahmet hazineleriyle insan için donatmıştır. Daha bunun gibi, Allah, insanın birçok arzu ve ihtiyacını ona en güzel bir şekilde vermektedir. Öyleyse insan da bütün bu hususi nimetlerle, Allah’ın kendisini sevdirmesine mukabil onu sevmelidir. Her matlubunu ondan istemeli, O’na güvenip O’na dayanmalı başka şeylere müracaat etmemelidir. Bütün bu nimetleri ondan bilmeli bunun için o Zat’a teşekkür etmelidir. Günde beş vakit namaz kılan insanların 40 defa tekrarladıkları “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” ayetinin kapsamına girip rahatla hayatını geçirmelidir.

Murat AĞCIL 01 Temmuz
Konu resmiÇözümler Çoğu Zaman Basittir
İnsan

Hayat karmaşık olsa da bir cihette basit ve sadedir. Basit bir cümle bazen bütün hayatın karmaşasına çözümler getirebilir. Bunun için hayatın içerisinden gelen bazı diyaloglar çok verimli olabilmektedir. Bu sebeple hoca ve talebesi arasında geçen şu samimi diyalogu sizlerle paylaşmak istedik. İsminin paylaşılmasını istemeyen hocaya talebesiyle olan bu diyalogu paylaşımından dolayı teşekkür ederiz. Soru: Hocam Selamünaleyküm. Başıma her sıkıntı gelişte, her zorlukta Allah’ın beni sev­me­­di­ğini düşünüyorum. Bu za­­ma­na kadar zor şeyler yaşadım. Her ağladığımda bu aklıma geli­yor; haksızlık olduğunu dü­­şü­­nüyorum hep... Yani bir insan çok fazla sıkıntı yaşarsa tabii ki isyan noktasına gelebilir. Neden bir kul o noktaya kadar gelir ki? Cevap: Cenab-ı Hak, adeti olarak insanı iki makam arasında bırakır: havf ve reca. Yani ümit ve korku... Bu iki makam ile insanın hayatını dengeler. Kalbine ümit vererek sıkıntılara karşı koyması için insana bir kuvvet verir. Korku ile de hatalara girmesini engeller. Bir koyun, başkasının tarlasına girdiği zaman, çoban o koyuna bir taş atar. Bu attığı taşla -zahiren- o koyuna sıkıntı veriyor gibi gözükse de aslında, yani işin hakikatinde, o koyunun hata yapmasını engellemek ister. Cenab-ı Hak da dünyada kuluna bazen sıkıntı vermekle bir mesaj verir. Bu mesaj o kulun istikamete girmesi, hatalarından dönmesi içindir. Diyelim ki elimizde büyük bir teneke var, içi boş. Biz içine ufak tefek çakıl taşları attık ve hızlıca salladık. Büyük bir gürültü duyarız. Sonra o tenekeyi aldık ve içini sonuna kadar bir şeylerle doldurduk, yani hiç boş yer kalmadı içinde... Sonra salladık... ve şimdi bu yeni durumda rahatsız edici bir ses çıkmadığını gördük. Cenab-ı Hak sonsuzdur. Hiçbir yere sığmaz, bir yer hariç; o da insanın gönlüdür. Cenab-ı Hak insana manen sonsuz hacme sahip bir bir kalp, bir gönül vermiştir. Biz bu gönlü maalesef ufak tefek şeylerle doldurmaya çalıştığımız için misaldeki teneke gibi rahatsız oluyoruz, manevi olarak tatmin olamıyoruz. Bu sonsuz olan boşluk ancak Cenab-ı Hak ile dolar. Bir makineyi en iyi, yapan bilir ve onun hakkında da yapan konuşabilir. İnsan makinesini yapan zat olan Cenab-ı Hak da bizimle Kur’an ve Peygamberi ve buna bağlı olarak Sünnet-i Seniyyesi ile konuşur. Bir makineye neyin yarayacağını, en faydalı nasıl kullanılacağını kullanım kılavuzunda okuyabileceğimiz gibi, insanın kullanım kılavuzu hükmündeki Kur’an’da da Cenab-ı Hak bizlere neyin en iyi geleceğini anlatmıştır. Ve der ki Kur’an’da, “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle huzur bulur”¹ Yani gönlü ve kalbi dolduran “iman”, “ibadet”, “takva” ile misaldeki dolu teneke gibi dolar ve rahatsız edici durumlar az olur. Cenab-ı Hak, insanı dünyada, “kabz” ve “bast” arasında tutar. Kabz hali ruh darlığı, bast hali de ruh genişliğidir. Zaman zaman bu hallerle imtihan eder. İsyanını ve itaatini ölçer. Annelerin çocuklarına sevgi ve muhabbetini biliyoruz. Bu malum. Bu muhabbetle bir tavuk yavrusunu korumak için köpeğe kendini atar ve canı pahasına korur mesela... İslami kaynaklarda var, tüm gelmiş geçmiş annelerin muhabbeti, Cenab-ı Hakk’ın kullarına olan muhabbetinin yanında bir gölgenin gölgesi gibidir. Yani -kıyas cihetiyle- okyanusta bir damla su gibidir... Sıkıntılı olan hissiyatlar, Ce­nab-ı Hakk’ı hakkıyla tanımamaktan ileri geliyor olabilir. Cenab-ı Hak Vedud’dur. Yani kalplerdeki sevgiyi verendir. Tevafuklu Kur’an’ın hattatı Hüsrev Efendi, sırf Kur’an hizmeti yaptı diye hapse atılmış ve onu canilerin arasına vermişler... Katiller etrafını sarmış hapiste. Bir tanesi demiş ki, “Ey falan, ben şu kadar adam öldürdüm, söyle bakalım Allah beni affeder mi?” O mübarek zat o katile demiş ki, “Denizden bir maşrapa su alsan deniz azalır mı?” “Yok” demiş “azalmaz.” “İşte” demiş “Cenab-ı Hakk’ın rahmeti o kadar geniş ki seni affetmekle azalmaz.” O katil ağlayarak ayaklarına kapanmış, tövbe etmiş... Cenab-ı Hakk’ı çok iyi tanımamız lazım. Dünya ve ahiretteki adetini, ki biz buna “adetullah” diyoruz, iyi bilmemiz lazım. Bunların yanında şeytan da kullar ile uğraşır, vesvese ile Cenab-ı Hakk’ın rahmetini gizleyerek kalplere ürperti verir. İnsanın ümidini zedeler. Bu ayrı bir konu... buna da inşallah başka bir zaman değinelim... Allah onu hakkıyla tanıyan ve seven kullarından eylesin. Âmin. *** Soru: Değerli hocam yine bir soruyla geldim müsaadenizle. Allah’ın bildiği var elbet ama neden bazı insanlar bu dünyada çok nasipli bazıları elini atsa boş çıkar? Çevrede de çok gördük ailemde hep der yani örnek olarak bir iş için mücadele etmeden bir yerlere geliyor biri ve büyüyor da büyüyor ama diğer taraftan biri çok çalışıyor mücadele etmeyen insandan daha çok hak ediyor. Ama eline hiçbir şey geçmiyor. Yani hak eden insan öbür tarafta kazanır tabi ama sonuçta bu dünyada da yaşıyoruz, bu haksızlık değil mi? Elimizdeki dünya bomboş geçiyor, anlamlandıramıyorum hocam ve bazen çok üzülüyorum. Cevap: Bir terzi ücretini vererek bir adamı model olarak tutar. Onun üzerine bir elbise giydirir ve o elbiseyi keser, biçer, diker değiştirir. Bu durumda o model terziye kızsa, dese: “Ne yapıyorsun, beni güzelleştiren bu elbiseyi kesiyorsun, beni kaldırıp oturtmakla bana zahmet veriyorsun.” bunu demeye hakkı yoktur, çünkü o elbise o modele ait değildir. Terzi o model üzerinde sanatını göstermek için o elbiseyi keser, biçer... Allah, üzerimize bize ait olmayan bir elbise (beden) giydirmiştir ve kendi sanatını maharetini, isim sıfatlarını bu elbise üzerinde gösterir. Kimini hasta eder, Şafi ismini orada gösterir. Kimine bir azap verir, Celal isimleri orada gözükür. Kimini de çok güzel yaratır, onda cemali isimlerini gösterir. Kimini çok zengin yapar, kimini çok fakir. Burada dikkatten kaçan nokta, elbisenin modele ait olmadığı gibi bedenin ve hayatın da gerçek manada bize ait olmadığıdır. Model ücretini aldığı gibi, Cenab-ı Hak da insana ücretini mutlaka verir ve peşin vermiştir. Dünyada göremediklerini de iman, itaat, ibadet ve sabır şartıyla inşallah ahirette verir. Şükür, verilen nimetler içindir. Yani Allah’ın bize şu ana kadar verdikleri içindir. Sen de duymuşsundur, şu yaşa geleyim, emekli olayım, şu olsun bu olsun namaza, ibadete başlayacağım gibi... Burada dikkat edersek “Allah’a teşekkür” anlamına gelen ibadet için, Allah’tan daha çok mükafat beklendiği görülebilir. Halbuki ibadetler Allah’ın bize şu ana kadar nasip ettikleri içindir. Nasip olan nimetlerin asıl amacını da bununla anlayabiliriz. Verilen nimetler Allah’a şükre vesile olması içindir. Kimine az verir, kimine çok verir. Her durumda kulunu tecrübe yani imtihan eder. Burada kilit cümle şükürdür. Diyelim ki bir adam fakir ahaliden rastgele 10 kişiyi topladı ve sırayla onlara hediyeler verdi. Kimine 5 tane verdi, kimine 10 tane verdi, kimine de 1 tane verdi. Bu durumda o ahaliden kendisine az verilen kişinin “Neden bana az verdin, adaletsizlik ettin” demeye hakkı yoktur. Aynen bunun gibi bir hikmete binaen Cenab-ı Hak dünyada bazı insanlara az, bazılarına da çok vermektedir. Başta şunu söylemeliyiz ki, kulların bu misaldeki adam gibi itiraz hakkı yoktur. Çünkü hayat sahibi ve insan olmak gibi muhteşem hediyeler ona hiçten, yoktan verilmiştir. Yani -sorudaki mantıkla bakıldığında- hakketmediği halde ücret önceden verilmiştir. Bunun yanında bir bakış açısı daha paylaşmak istiyorum. Allah’ın dünyada koyduğu bir kural (yani adetullah dediğimiz Allah’ın adeti) olarak helal rızk, iktidar yani güç ile değil iktifar iledir. Yani büyüklenme ile değil de tevazu iledir. Her şeyi verenin Allah olduğunu ve kulların her şeyinde Allah’a muhtaç olduğunu bilmekledir. Bunu anlamak için tilki gibi çok kabiliyetli ve zeki hayvanlarla balıklar ve elma kurtları gibi onlara nispeten hareket kabiliyetleri daha az olan hayvanları kıyaslayabiliriz. Tilki gibi zeki hayvanların kar yağdığı zaman 1 ay kadar aç kaldığını duymuştum. Ama elma kurtları zayıf ve hareket kabiliyeti ve zekâ olarak daha düşük olmasına rağmen elmanın içinde yaratılır ve en iyi besini o yer. Aynı şekilde balıklar da sadece kıvrılmak ve ağızlarını açmak kadar becerileri olduğu halde her zaman semizdirler. Buradan anlıyoruz ki “helal rızk” çok zeki ve kabiliyetli olmakla değil, aczini bilmek, hırstan uzak olmak ve tevazu ile gelir. Kâinatta, Allah’ın cereyan eden çok ince bir adaleti vardır. Hadislerde geliyor ki, “Kıyamet gününde, haklar sahiplerine mut­laka verilecektir. Hatta boy­­nuzsuz koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacaktır.”2 Bu­­rada adaletsiz gibi gözüken şeyler, birer imtihan vesilesidir. Olmamak sıkıntı verir, tamam, fakat olmanın verdiği sıkıntı da ayrı bir konudur. Allah’ın adaletinde şu vardır. “Her hak sahibine hakkını vermek.” Yani mesela bir kedi ile bir filin her birine bir eşit kap yemek vermek normalde adalet gibi gözükse de aslında fil için bir adalet değil, bilakis ona zulümdür. Allah dünyadaki tüm canlıları bu şekilde besler büyütür ve hakkını verir. Bazılarına vermemesinde de geçerli ve hayırlı bir sebep vardır. Kaynaklar: 1- Ra’d, 282- Müslim, Birr 60. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 2

İrfan MEKTEBİ 01 Temmuz
Konu resmiİsrafil (as) Şimdi Ne Yapıyor Acaba?
İbadet

İsrafil Aleyhisselâm canlılar âleminde en haşmetli tecellilerden olan diriltmek ve hayat vermek fiilleri ile ilgili olarak Hâlık Teâlâ’ya mahsus İlâhî icraatları temsil eder, ihya emirlerine ibadet ve itaat neşvesiyle nezaret eder. Peygamber Efendimiz (sav) bir gün pek mahzun gelmişti. Mübarek simasını hüzün bürümüştü. Ashab-ı kiram endişeyle sordu: - Sizi hiç böyle kaygılı görmemiştik ya Resulallah! Peygamber Efendimiz (sav) buyurdu ki: - Sûr sahibi İsrâfîl, Sûr’u ağzına koymuş, kulağını da Allah’ın emrine açmış; ne zaman üflemekle emrolunsa derhal üfleyecek halde beklerken ben nasıl sevinebilirim? Bu söz ashab-ı kirâma çok ağır gel­di, dehşete kapıldılar, ne yapa­caklarını şaşırmışlardı. “Ya Resulullah! Nasıl dua edelim?” diye sordular. Peygamber Efendimiz (sav), “O anları hatırladığınızda  حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ Allah bize yeter, o ne güzel vekildir, deyiniz!”1 buyurdu. Ebû Hureyre (ra) diyor ki; ben merak ve dehşetle: “Ey Allah’ın Resûlü! Sûr nedir?” diye sordum. Peygamberimiz (sav) dedi ki: “Boynuza benzeyen bir alettir.” Ben yine: “O nasıl bir şeydir ki?” diye sordum. Peygamberimiz (sav) de: “O, çok büyük bir şeydir. Beni hakkı tebliğ etmek üzere gönderen yüce Allah’a yemin olsun ki, yerler ve gökler onun yanında küçük kalır. Hepsi onun içine sığabilir.”2 diye cevap verdi. Rivayetlerde geçtiği üzere; İsrafil (as) kıyametin kopacağı vakte kadar elinde Sur’la bekleyecektir. Fakat melekler nuranî varlıklar oldukları için kendilerine mahsus vazifeleri yaparken, aynı zamanda başka vazifeleri de hiçbirini diğerine karıştırmadan yapabilirler. İsrafil (as)’in Sur’a Üflemesi Dört büyük melekten biri olan İsrafil aleyhisselâm, Sûr’a iki kez üfleyecektir. Bunların ilkinde kıyamet kopacak, ikincisinde ise tekrar diriliş meydana gelecektir. Peygamber Efendimiz (sav) buyurdu ki: “Allah göklerle yeri yarattıktan sonra Sûr’u yarattı ve onu İsrafil’e verdi…”3 Kur’ân’da, İsrafil Aleyhisse­lâ­mın Sûr’a birinci üflemesiyle kıyamet saatinin başlaması şöyle bildiriliyor: Artık Sûr’a bir üfleyişle üflendiği, yer ve dağlar kaldırılıp bir darbe ile birbirine çarpılarak darmadağın edildikleri zaman, işte o gün olacak olan olmuş, kıyamet kopmuştur! Ve gök yarılmıştır; artık o gün o (gök), pek çürük ve zayıftır! (Hakka, 13-16) “Ve sûra (birinci olarak) üfürülmüştür de Allah’ın dilediğinden başka göklerde kim var, yerde kim varsa ölmüştür. (Zümer Sûresi, 68) İbn-i Abbâs (ra)’a göre bu istisna ile, dört büyük melek olan Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail Aleyhimüsselâm kastedil­miştir. Ebû Hureyre’ye (ra) göre ise bunlar şehidlerdir. Diğer bir görüşe göre de o gün hayatta bırakılacak olanlar, hûrîler ile Arş ve Kürsî’nin sâkinleri olan meleklerdir.4 Bazı rivayetlerde bunlara Rıdvan isimli melek ile Arş’ı taşıyanlar, cennet ve cehennemde bekçilik görevi yapanlar gibi başka melekler de ilave edilmiştir.5 “Bütün canlılar öldükten sonra ölüm meleği Azrail, Allah’ın huzuruna çıkar ve: ‘Ey Allah’ım! Yaşamasını dilediğin kimselerden başka, yerde ve gökte canlı olarak yaşayan bütün varlıklar öldü!’ der. Allah ise, geride kalanları herkesten daha iyi bildiği halde, ölüm meleğine: “Geride canlı kalan kimse var mıdır?” diye sorar. Azrail: ‘Ey Allah’ım! Ölmeyen ve daima diri olan Zât-ı Celâlin kaldı. Sen bâkisin ve dirisin. Bir de kalmasını dilediğin Arş’ı ayakta tutan melekler, Cebrail, Mikail ve ben kaldım!” cevabını verir. Daha sonra Allah’ın emriyle geride kalan melekler de ölür, Azrail’e dönen yüce Allah: ‘Ey Meleğim! Sen de diğer yaratıklarım gibisin. Bütün yaratıklarım öldü, sana ihtiyaç kalmadı. Yaratan ve öldüren benim. Artık sen de öl!” buyurur ve Azrail de ölür. Sonra yüce Allah: “Bugün mülk kimindir?” diye seslenecek ama cevap verecek hiçbir canlı olmayacak; cevabı Allah kendisi verecektir. “Bugün mülk kimindir? Bugün mülk, tek ve her şeye gücü yeten Allah’ındır?”6 Kur’an’da Yeniden Dirilme Şöyle İfade Edilir “Ve sûra (ikinci def‘a) üfürülmüş­tür de bakarsın ki onlar kabirlerinden (kalkıp) Rablerine koşuyorlar! Derler ki: “Eyvah bize! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? Bu, Rahman’ın vadettiği şeydir; demek peygamberler doğru söylemiş!” (Yasin Suresi, 51- 52) “Sûr’a üflenir ve Allah’ın dilediği kimseler dışında göklerdeki herkes ve yerdeki herkes ölür. Sonra bir daha Sûr üfürülür. Ve onlar kabirlerinden kalkıp bakışırlar. Yer, Rabbinin nuruyla aydınlanır. Levh-i Mahfuz açılır.” (Zümer Suresi, 68, 69) Hz. İsrafil Şimdi Ne Yapıyor Acaba? İsrafil’in (as) Sur’a üfleme vazifesi yanında diğer vazifeleri de vardır. İsrafil (as) Levh-i Mahfuz’a bakarak meleklere vazifelerini söyler. İsrafil’in (as) bir diğer vazifesi; önünde bulunun Levh-i Mah­fuz’a bakarak meleklere vazi­fe­lerini söylemektir. Ayrıca Levh-i Mahfuz’da görevli melekler de onun emri altındadır. Beyhakî, İsrafil’in (as) Levh-i Mahfuzdaki vazifesini “Şuabu’l-İman” adlı eserinde, İbn-i Abbas (ra)’ın şöyle rivayet ettiğini anlatmıştır: “Resulullah (asm) bir yerde bulunuyordu; yanında da Cebrail (as) vardı. Birden semanın ufku yarıldı; Cebrail (as) sinmeye ve küçülmeye başlayarak, iyice yere yapıştı. Derken, Hz. Peygamber’in (asm) önünde bir melek belirerek, şöyle dedi: - Ey Muhammed, Rabb’in sana selâm ediyor ve seni, melîk yani hükümdar bir peygamber olmak ile kul bir peygamber olman arasında muhayyer bırakıyor. Cebrail (as) eliyle mütevazılığı işaret etti. “Anladım ki o, bana nasihat edi­yor. Bunun üzerine ben de “Kul olan bir peygamber olmayı ter­cih ederim.” dedim. Bunun üzerine melek göğe yükseldi. - Ey Cebrail, bu hususta sana sormak istedim, fakat senin, bunu sormaktan beni alıkoyan o halini gördüm. Ey Cebrail, o kimdi? dedim. Cebrail (as): “O İsrafil idi; Allah (cc) onu yarattığı gün o Allah’ın (cc) huzurunda idi. O, bakışlarını yerden kaldıramaz. Çünkü onunla âlemlerin Rabbi arasında yetmiş nur bulunmaktadır. O nurların her biri, kendisine yaklaşan her şeyi yakar. İsrafil (as)’in önünde Levh-i Mahfuz bulunmaktadır. Ce­nâb-ı Allah, gökteki veya yerdeki herhangi bir şey hakkında O’na izin verdiğinde, bu Levh, onun alnının hizasına kadar yükselir. O da Levh’e bakar; eğer bu benimle alakalı bir iş ise, onu bana emreder; Mikail (as) ile ilgili bir şey ise, ona emreder; eğer ölüm meleğinin işi ise, ona emreder.” dedi. İsrafil (as), Şaban’ın on beşinci gecesinde bir senede meydana gelecek amellerin yazıldığı sayfayı alıp, uygulamaya koyar. İbn-i Abbas (ra) der ki: “Ce­nab-ı Hakk’ın bütün kazaları Şaban’ın nısıf gecesinde (on beşinci gecesinde) memur meleklere teslim edilir.” Bazılarına göre “Beraat” gecesi, emirlerin Levh-i Mahfuz'dan istinsahına (kopyalanmasına) başlanır. Kâtipler bu geceden, gelecek sene aynı geceye kadar olan vakıaları yazar ve bu “Kadir” gecesi bitirilir. Rızıklara ait nüsha Mikail’ (as); harplere, zelzelelere, sâikalara, çö­küntülere ait nüsha Cebrail’e (as), amellere müteallik nüsha dün­ya göğünün sahibi ve bü­yük melek olan İsrafil’e (as), mu­­si­­betlere ait nüsha da Az­rail’e (as) teslim olunur.7 Hz. İsrafil, Allah’ın “Muhyi” İsmine Mazhardır İsrafil aleyhisselâm “muhyî” is­mine mazhardır. Dolayısıyla İsrafil aleyhisselâm ihya ve diriliş emirlerinin icrasında görevlidir. Allah’ın hayat vermek ve diriltmekle ilgili emir ve iradesini uygular. Yeryüzünün bir hayat ve diriliş ihtişamına döndüğü bahar aylarında Allah’ın ihya emirlerini uygulayan meleklerin kumandanı İsrafil aleyhisselâm’dır. Özellikle bahar aylarında görülen dirilişte “muhyi” ismine vesile olur. Ölümden sonraki dirilişi­mizde de yine bu melek va­zifelidir. İsrafil Aleyhisselâm canlılar âleminde en haşmetli tecellilerden olan diriltmek ve hayat vermek fiilleri ile ilgili olarak Hâlık Teâlâ’ya mahsus İlâhî icraatları temsil eder, ihya emirlerine ibadet ve itaat neşvesiyle nezaret eder.8 İsrafil (as)’ın İbadeti Hem melekler, ma‘bûdlarının emriyle işledikleri işlerde ve onun hesabıyla işledikleri amellerde ve onun namıyla ettikleri hizmette ve onun nazarıyla yap­tık­ları nezarette ve onun in­­­ti­­sabıyla kazandıkları şerefte ve onun mülk ve melekûtünün mü­­ta­­laası ile aldıkları tenezzüh­te ve onun tecelliyât-ı cemâliye ve celâliyesinin müşahedesiyle ka­­zandıkları tena‘‘umda öy­le bir saadet-i azîme vardır ki, akl-ı beşer anlamaz, melek ol­ma­­yan bilemez.9 Sevgili Peygamberimiz (sav) ferman etmiş ki: “Bazı melâikeler bulunur, kırk bin başı var. Her başta kırk bin ağzı var, her bir ağızda kırk bin dil ile, kırk bin tesbihat yapar...”10 Hadis-i şerifin meali gösteriyor ki: Hem meselâ küre-i arzın nevileri adedince başlar ve o nevilerin fertleri sayısınca diller ve o ferdlerin âzâ ve yaprak ve meyveleri mikdarınca tesbihatlar yaptığı için elbette o haşmetli ve şuursuz ubûdiyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdarâne temsil edip dergâh-ı ilâhiyeye takdim etmek için kırk bin başlı ve her başı kırk bin dil ile her bir dil ile kırk bin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-i hakikat olarak muhbir-i sâdık haber vermiş.11 Bediüzzaman Üstadımız, kai­na­tın ibadetini, İsrafil (as)’ın ibadetine benzeterek şöyle ifa­de ediyor: “Sırr-ı vahdetle kâi­nât, öyle cesîm ve cismânî bir melâike hükmünde olur ki, mevcûdâtın nevi‘leri adedince yüz binler başlı; ve her ba­şında, o nev‘de bulunan ferd­lerin sayısınca yüz binler ağız; ve her ağzında, o ferdin cihâzât ve eczâsı ve a‘zâsı ve hüceyrâtı miktarınca yüz binler diller ile Sâni‘ini takdîs ederek tesbîhât yapan İsrâfîl-misâl ubûdiyette ulvî bir makam sâhibi bir acâib mahlûk...”12 Demek ki, İsraifil (as) kâinatı temsilen bu şekilde tesbihat yapıyor. Rabbim şefaatine bizleri de nail eylesin. Evrad u ezkarımızı ve bilhassa namazımızı İsrafil (as) misal külliyete nail eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Tirmizî, Kıyamet, 92- Beyhaki, el-Ba’sü ve’n-Nüşûr, s. 609; İbn Kesir, el-Bidaye   ve’n-Nihaye, 1/2143- Taberî, Camiu’l-Beyan 16/254- Celâleyn Şerhi, c. 6, 4495- Kurtubî, XV, 268-269; Şevkânî, IV, 5446- Mü’min, 16; Semerkandî, Tenbihü’l-Gafilîn, 88, 897- İbrahim Canan, Kütüb–ü Sitte, 3/2878- Şuâlar, s. 2369- 24. Söz, s. 14310- 29. Söz, s. 19111- Şualar, 11. Mesele, s. 25212- Şualar, s. 9

Mustafa YANKIN 01 Temmuz
Konu resmiHuzur ve Güven Ortamı
İnsan

İnsanlık bugün huzur ve güven ortamına her zamankinden çok daha muhtaçtır. Bu ihtiyacı karşılamak için öncelikle bize lazım olan Allah’a ve ahirete iman, sonra ise güzel ahlak unsurlarından doğruluk - dürüstlük, hürmet - merhamet, itaat ve emniyet gibi erdemlerdir.  İnsanlar için huzur ve güven ortamının önemi büyüktür. İnsan böyle bir ortamda ancak aklen, kalben ve ruhen rahat edebilir. Huzur içerisinde yaşanabilecek güvenli bir toplumun meydana gelmesi ise bazı sebeplere bağlıdır. Bu hususta güvenlik güçlerimizin görevlerinden başka, bize düşen sorumluluklar ve riayet etmemiz gereken bazı ahlaki kurallar da vardır. Bu yazımızda bu noktalara temas etmek istiyoruz. Huzur ve güveni tesis etmenin birinci sebebi, Allah’a imandır. Allah’a iman eden, huzur bulur ve kendisini güvende hisseder. Çünkü iman eden bilir ki, benim Rabbim kâinatın Rabbidir, mülkün gerçek sahibidir. O’ndan izinsiz kuş uçmaz, kervan geçmez. Allah dilemedikçe hiçbir şey bana ilişemez. Her şeyin Allah’ın bilmesi ve dilemesi ile var olduğuna inanan insan, hiçbir şeyden endişe ve korku duymaz. Çünkü iman ettiğimiz Rabbimiz, her şeyin dizginini elinde tutmaktadır, her şeyin anahtarı O’nun yanındadır, her şey kendisine boyun eğmiştir, her şey O’nun emriyle vücuda gelmektedir. Böyle bir zata iman eden insanın ne korkusu olabilir ki? Huzuru ve güveni tesis etmenin ikinci sebebi, ahirete imandır. Çünkü ahirete iman, şahsi ve içtimai hayatımızda önemli faydalar sağlar. Sevdiği birisi vefat eden çocuğa cennet fikriyle teselli verir. Hissiyatı galeyanda olan gençleri cehennem fikriyle muhtemel taşkınlıklardan alıkoyar. Kendisini ölüme daha yakın hisseden ihtiyarlara ebedi ahiret hayatı düşüncesiyle teselli ve ümit verir. Aile hayatında ise huzuru ve mutluluğu temin edecek karşılıklı hürmet ve merhamet duygularını geliştirir. Toplumda huzuru ve güveni tesis etmenin üçüncü sebebi, doğruluk ve dürüstlüğü yerleştirmektir. Doğru sözlü olma, dürüst davranma gibi özellikler insanî bir meziyettir ve hakiki anlamda iman nurundan beslenmektedir. İmandan sonra bize en çok lazım olan doğruluktur, dürüstlüktür. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve doğru söz söyleyin!”1 Toplumda huzuru ve güveni tesis etmenin dördüncü sebebi, hürmet ve merhamet duygularını hâkim kılmaktır. Dinimiz, insanların birbirlerine karşı hürmet ve merhamet göstermelerini emretmektedir. Hürmet ve merhamet duyguları ise karşılıklı olmalıdır. Yani zenginlerden fakirlere zekât, fitre, sadaka gibi değişik adlarda merhametli yardım elleri uzanırken, fakirlerden de yardımsever zenginlere hürmet duyguları gelişecektir. Bu suretle yoksulların ihtiyaçları giderilmiş, zenginlerin ise malları muhafaza altına alınmış olacaktır.   Toplumda huzuru ve güveni tesis etmenin beşinci sebebi, itaat ve emniyettir. Bir çocuk anne-babasına, bir asker komutanına, bir işçi ustabaşına itaat etmelidir. Kendisine verilen her görevi layıkıyla yerine getirmeli, verilen emaneti ise muhafaza etmelidir. Konumuzla ilgili olarak Sevgili Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Siz bana şu altı şey hakkında teminat verin, ben de size cennete girmeniz konusunda teminat vereyim: Konuştuğunuzda doğru söyleyin. Söz verdiğinizde sözünüzü tutun. Size bir emanet bırakıldığında emanete riayet edin. İffetinizi koruyun. Harama bakmaktan sakının. Ve elinizi harama uzatmayın”2 Sonuç olarak, insanlık bugün huzur ve güven ortamına her zamankinden çok daha muhtaçtır. Bu ihtiyacı karşılamak için öncelikle bize lazım olan Allah’a ve ahirete iman, sonra ise güzel ahlak unsurlarından doğruluk - dürüstlük, hürmet - merhamet, itaat ve emniyet gibi erdemlerdir. Kaynaklar: 1- Ahzâb, 702- Ahmet b. Hanbel, V, 323.

Ali CİRİT 01 Temmuz
Konu resmiMüteşekkir Bir Kul Olmak
İnsan

 “Bir vakit de Rabbiniz: ‘Celalim hakkı için, eğer şükrederseniz, muhakkak size (nimetimi) artırırım...’ diye bildirmişti.” (İbrahim, 7) “Müteşekkir” kelimesi Arapça kökenli olup “teşekkür eden, iyilik bilen, teşekkür etme durumunda olan” anlamlarına gelmektedir. İslam ahlakı ve sünnet-i seniyenin bir düsturu olarak, bize iyilik ve ihsanda bulunan birine karşı iyilikle mukabele etmek ve o insana güzel davranışından dolayı teşekkür etmek gerekir. Teşekkür bir bakıma, bize yapılan iyiliğin idraki içinde olduğumuzu karşı tarafa göstermek, ona olan memnuniyetimizi ve samimiyetimizi ifade etmektir. Üsame İbnu Zeyd (ra) anlatıyor: “Resulüllah (asm) buyurdular ki: “Kim, kendisine yapılan bir iyiliğe karşı, bunu yapana: ‘Cezâkellahu hayran (Allah sana hayırlı mükafat versin!)’ derse teşekkürü en mükemmel şekilde yapmış olur.”1 İnsanlara bu şekilde davrandığımızda müteşekkir bir insan oluruz. Peki Allah’a karşı müteşekkir bir kul olmak için ne yapmalıyız? Allah’ın bize vermiş olduğu her nimet için şükretmeli, teşekkür etmeliyiz. Çünkü hayatımız, yaşamımız ve ölümümüz Allah’ın kudret elindedir. Bize her saniye bir nefes daha, bir kalp atışı daha ve uzuvlarımızı hareket ettirebildiğimiz bir gün daha lütfeden, Allah’tır. Hayatımızı idame edebilmemiz için yeryüzünden sayısız nimetler çıkaran ve gökyüzünden âb-ı hayat hükmünde rahmet damlaları indiren Allah’tır. Cenab-ı Hak, Kelam-ı Ezelisinde insanlar için ihzar edilmiş olan nimetleri hatırlatmak ve kâinatın insanlara musahhar/hizmetkar kılındığını göstermek için Nahl suresindeki ayeti kerimelerde şöyle buyurmuştur: “(O) geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O’nun emrine boyun eğdirilmişlerdir. Şüphe yok ki bunda, akıl erdirecek bir topluluk için nice deliller vardır.” (Nahl, 12) “Hayvanları (ve çok vasıtaları) da yarattı. Sizin için onlarda ısıtıcı şeyler ve birçok faydalar vardır; hem onlar (ın kendisinden ve gelirin)den yersiniz.” (Nahl, 5) “İçinden taze bir et (balık) yiyesiniz ve kendisinden onu takınacağınız bir ziynet (inci ve mercan) çıkarasınız diye, denizi hizmetinize veren de O’dur. Ayrıca gemileri onda (suları) yara yara giden (vasıta)lar olarak görürsün. (Bütün bunlar ibret almanız) ve O’nun fazlından (rızkınızı) aramanız içindir; ta ki şükredesiniz.” (Nahl, 14) “Sizi sarsarlar diye yeryüzünde de (direkler hükmünde) sabit dağlar, hem maksadlarınıza ulaşasınız diye nehirler ve yollar koydu (yarattı).” (Nahl, 15 Ve nihayetinde Allah (cc) buyuruyor ki; “Eğer Allah’ın nimetini sayacak olsanız, onu sayamazsınız. Şüphesiz ki Allah, elbette Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.” (Nahl, 18) Bize sayamayacağımız nice nimetleri bahşeden Allah, elbette bu nimetler karşılığında biz kullarından teşekkür istiyor. Bu teşekkürü layıkıyla yapabilmek için insanın kendisine verilenlerin farkında olması gerekir. İnsan Allah’tan daha fazlasını istemeden evvel, kendisine bahşedilmiş olana odaklanmalıdır. Kendisine verilen nimetlerin farkında olan bir insan, etrafındaki her şey için de müteşekkir olmayı öğrenen insandır. Daima Allah’a şükür hali içinde olduğumuzda Allah’ın üzerimize olan nimetleri, ikramları da artacaktır. Peygamberlerin hayatlarına baktığımızda bu hakikatin örneklerini görebiliriz. Kuran-ı Kerim’de Kasas suresinde Hz. Musa’nın (as) hayatından bazı sahneler anlatılıyor. Bu sahnelerden biri, Hz. Musa’nın (as) bilmeyerek bir hata ile işlediği suçtan dolayı Mısır’dan çıkıp Medyen’e doğru gittiği zamanlara aittir. Hakkında yakalama emri çıktığı için Hz. Musa (as) Mısır’dan kaçmak zorunda kalmıştır. Allah ise onu Medyen’e yönlendirmiştir.  Medyen, çölün ortasında fakat içinde bazı su kaynaklarının, göl ve göletlerin bulunduğu bir yerdir. Hz. Musa (as), burada yolculuğunu bitiriyor ve biraz rahatlıyor. Bu esnada bir kuyunun başında hayvanlarına su içiren bir grup insan ve onların gerisinde ise hayvanlarını o insanlardan uzak durmaları için çekiştiren iki kadın görüyor. Hz. Musa (as), o iki kadına yardım edip hayvanlarını onlar için suladıktan sonra bir gölgeliğe çekiliyor ve şöyle dua ediyor; “Rabbim! Gerçekten ben, bana indireceğin her hayra muhtacım!” (Kasas, 24) Burada bizim perspektifimize göre bakıldığında, Hz. Musa (as) tam anlamıyla çaresiz, evsiz, içinde bulunduğu durumdan uzaklaşıyor ve üzerindekilerden başka giyecek ve yiyecek hiçbir şeyi yoktur. Fakat bu durumda bile Hz. Musa (as), bir gölgelik bulup dinlendiği için ve salih amel işleme fırsatı bulup o iki kadına yardım ettiği için Allah’a hamd ediyor. Yani her hal ve tavırda Cenab-ı Hakk’a müteşekkir bir kul olmayı biliyor. Yapmış olduğu iyiliğin mükafatı olarak yardım ettiği kızların babası Şuayb Aleyhisselam ile tanışır. O da Hz. Musa’yı (as) kızlarından biri ile evlendirip, kendisine iş teklifinde bulunur. Netice olarak Hz. Musa (as), bir eşe, işe ve aileye sahip olur. Hz. Musa’nın (as) kıssasından aldığım hisse şudur: İçinde bulunduğumuz her hal üzere daima Allah’a müteşekkir olmayı bilirsek, Allah-ü Teala da üzerimize olan nimetlerini tahmin edemeyeceğimiz en hayırlı bir şekilde ziyadeleştirecektir. Unutmayalım ki: “… kim şükrederse, artık ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, hiç şübhesiz ki Allah, Ganî(hiçkimsenin şükrüne muhtaç olmayan)dır, Hamîd (hamd edilmeye yegâne lâyık olan)dır.” (Lokman, 12) Kaynak: 1- Tirmizi, Birr 86, (2036)

Hatice Kübra OYSAL 01 Temmuz
Konu resmiDavet
İnsan

Çok fetihler gördüm, geçirdim. Her fetih, bir fatihin yüreğinden dikti sancağını. Bir fatihi yetiştiren, yüreğinde taşıdığı aziz bir dava ve yüce bir ruhtur. Kapılarımdan giren o yiğitlerin gözlerindeydi imanın çelik kaleleri. İmanın kuvvetinden geldi fetihlerin cesareti.  Gözlerim yorgun ve hasret dolu gecelerin bakışlarını taşıyor. Uzak diyarları görüyorum puslu dağların arkasında. Bir müjde, bir muştu gelse tutsa elimden, ben ona koşmaya hazır bekliyorum. Mücahid ruhların, harp düzeni almış harflerini hizaya koyan o yalın kılıçlarında getirdiği zaferi, ben, geceler ve gündüzlerce kovalıyorum. Sükûtun ardına sığınan kelimelerin hapsindeyim, beklediğim vuslatın gurbetinde... Haykırışları semaya çıkan gözyaşları var sinemde... Şehadet sunulurken kâselerle avuçlarımdan, ben, sadece izliyor olmanın derin ızdırabı içerisindeyim. Muazzam bir kalabalık var ardımda, fakat ben muhteşem bir yalnızlığın saltanatını sürüyorum. Gözlerimden filizleniyor mazinin çiçekli sabahları, kalbimde asırlardır aynı hasreti taşıyorum. Kapılarımdan gün be gün giriyor acının en karanlık yüzü, zulmün postalları kirletiyor yüzümü ve ben masumiyetin katledilişini, mukaddesin kirlenişini sessiz haykırışlarımla izliyorum. Babasız kalmış çocukları büyütüyorum sinemde. Evladını yitiren kalplere dualarımı sunuyorum. Bugün alevler içinde kaldı bağrım. Bütün yüreklerin ızdırabını tek başıma taşıyor gibiyim; bir yakalasa fikirlerin dizginlerinden, ittihadın kuvvetinden gelen o güce tutunmak üzere bekliyorum. Bir himmet tutmalı değil miydi kardeşlerimin kalplerinden? Beni, bizi, yarını, geçmişi kurtaracak bir himmet lazım değil miydi? Yüce ve asil bir öfke durmalı değil miydi zalimin karşısında? Gözümün önünde atılan taşların ardındaki tesanüdden güç bularak meydan okuyorum tek başıma, dağ gibi. Ama ızdırabını duyuyorum, yaralı yanımdan akan acılarımla ızdırabını duyuyorum İslam’ın. Bir mübarek geceydi şahit kılındığım. Arşın kapıları açılırken boynumu basamak yaptığım bir mübarek geceydi en kutlu günüm. O mübarek müberra hatırayı sakladım yıllarca. Kadem-i Şerifin izine sürdüm umudumun vechini. Kardeşlerimden istediğim, bir omuz vermek, bir avuç dua, bu mualla hatıraya sahip çıkmanın çağrısıydı. Yalnızlığı dem be dem içtiğim her günümde mihrabımdaki kuşları şahit kıldım semaya uzanan dualarımın aminine. İslam’ın göklerimde hüküm sürdüğü her gün, minarelerimden yükselen o kudsî sada, hürriyetimin ilanıydı yeryüzü ve gökyüzü mescidinde. Çok fetihler gördüm, geçirdim. Her fetih, bir fatihin yüreğinden dikti sancağını. Bir fatihi yetiştiren, yüreğinde taşıdığı aziz bir dava ve yüce bir ruhtur. Kapılarımdan giren o yiğitlerin gözlerindeydi imanın çelik kaleleri. İmanın kuvvetinden geldi fetihlerin cesareti. Ben, şehirlerinin anasının kardeşi, Ben, ümmetin asırlarca sahip çıktığı,Ömer’in kalbini açtığı,Selahaddin’in zaferi,Abdülhamid’in sahip çıktığı…Ben, ilk kıblesi ümmetin,Miracın ilk durağı,Peygamberler mescidi,Son nebinin sözleriyle ziynetlenen,Ben… ben... ümmetin gurbete terk ettiği,Ümmeti bekleyen Mescid-i Aksa… Akan bütün gözyaşlarım her Müslümanın yüreğine bir davettir. ------- Ya Rabbi! Beni Müslümanlara mübarek kıl ve özgürlüğüme onları şahit eyle…

Beranur UYSAL 01 Temmuz
Konu resmiRuhunuzu İhmal Etmeyin
İnsan

Şüphe yok ki popüler dünyanın ışıltılı hayatlarında, yalnızlık ve çaresizlikten ötürü bunalımlarda kaybolan bedenler, hakiki mutluluğun haz odaklı anlık lezzetlerden değil de, ruhi doygunluktan geçtiğini gözler önüne sermektedir. Demek ki bedenimizden evvel ruhumuzu tatmin etmeliyiz. Ki hakiki mutluluğa erişelim.  Gün geçmiyor ki teknolojide yeni bir adım atılmış olmasın ve yeni buluşlara imza atılmasın. Güzel mi, evet. Fakat iyi-kötü dengesi kullanımla doğrudan ilgilidir. Her şeyin fazlası ve israfı yanlıştır, istisnalar hariç, hayırda israf olmadığı gibi. Evet, hayatımızı kolaylaştırıcı bazı şeyler, bakış ve kullanım cihetiyle uzun vadede zorlaştırıcı olmaktadır. Öyle ki bu durumlardan bahisle adeta hayatın doğal akışından gelen mücadele en büyük düşmanımız oldu neredeyse. Ne kadar az gayret o kadar çok huzur mantığı ile emeksiz mutluluk artık çoğu kimsenin hayali desek abartı da olsa bir gerçek. İlmi talep etmenin adı, telegramda cevap bulmaya döndü. “İşini severek ve hakkını vererek yap” mantığının modası çoktan geçmiş. Artık yeni moda, “sevdiğini yani işine geldiğini iş yap”. Değişen ve hayata yeni şeyler getiren ahval içerisinde kişisel bakımımızdan fiziğimize, eğitimimizden sağlığımıza her şey­de artık bilinçli(!) hareket ediyoruz. Uzmanların dili hayatımızın pusulası oldu. Özellikle kişisel gelişim yazarlarının “her şey seninle başlar”, “kendinizle barışık olun” gibi benmerkezciliğe bakan ve enaniyeti tahrik eden tavsiyelerinden günde bir doz aldıktan sonra bencilliğin zirvesinde bir enerji ile dünyayı kurtarmaya çalışıyoruz, ruhumuzu mahkûm ettiğimizin farkına varmadan. Eşyalardan da sıkılıyoruz artık. Telefonumuzda hiçbir prob­lem yokken yeni modelini al­mak istiyoruz, salonumuzun kol­tuk takımını değiştirmek için yeterli bahaneler arıyoruz hep. Ayağımı yerden kessin diye aldığınız ilk arabayı hatırla­yın, hala kapıda durduğuna emin misiniz? Daha rahat ve konforlu bir hayat için köyden şehirlere göçen insanlar parayı buldu (mu?). Lakin şimdilerde buldukları para ile köydeki huzur ve mutluluğu satın almak istiyorlar. Her yerde meşhur olan serpme köy kahvaltıları, at çiftlikleri ziyaretleri, hobi bahçeleri bunun bir göstergesi değil mi? İngiltere 2018’in ocak ayında bir ilke imza attı ve ‘Yalnızlıktan Sorumlu Bakanlık’ isminde yeni bir bakanlık kurdu. Eğlence ve kahkahaların hiçbir zamanda bu denli yüksek olmadığı günümüzde böyle bir bakanlık kulağa hoş gelmese de dünya sağlık örgütünün yayınladığı intihar etme oranları bu adımı doğrulamaktadır. Peki, ne oluyor? Neden mutlu olamıyor insanlar? Özgürlükler asrında, sınırsızca çektiğimiz öz çekimlerden mi sıkıldık, yoksa kredi kartı limitleri mi bunalttı bizleri. Hayalimizdeki kişilikleri yansıtmaya çalıştığımız sosyal medyadaki beğeniler ve tıklanmalar ruhumuzu mutlu etmeye yetmiyor mu yoksa? İnsanlar neden kendilerinden ve hayatlarından bu denli sıkılıyor? Mutsuzluğun bir ruh yorgunluğu olduğunu bildiğimiz asrımızda, neden esarete mahkûm olmuş umutsuz bir vaka gibi sürekli bıkkın ve mutsuz halde hayatımızdan şekva ediyoruz? İşin en acıklı tarafı ise ruhumuzdaki bu hüznü sahte gülüşlerle, korsan eğlencelerle yahut hırçın kahkahalarla kapatmaya çalışıyoruz. Bu minval üzere devam eden bir hayatta ruhun huzursuzluğuna, kalbin dayanılmaz kasvetine yenik düşen aciz bedenler yalnızlığı ve çaresizliği dem ve damarlarında hisseder. Buna mukabil “elveda dünya” dercesine iflasını ilan eder ve atalete düşer; belki de intihar bataklığına sürüklenir. Şüphe yok ki popüler dünyanın ışıltılı hayatlarında, yalnızlık ve çaresizlikten ötürü bunalımlarda kaybolan bedenler, hakiki mutluluğun haz odaklı anlık lezzetlerden değil de, ruhi doygunluktan geçtiğini gözler önüne sermektedir. Demek ki bedenimizden evvel ruhumuzu tatmin etmeliyiz. Ki hakiki mutluluğa erişelim. Çünkü hisseden ruhtur, beden sadece bir libastır. Ruh hakikattir, cevherdir, asıldır; beden ise kılıftır ve bu cevherin kabuğudur. Nasıl ki mevsimlere göre kıyafetler değişir, aynen öylede vakti geldiğinde ruhumuz bu dünya kıyafeti olan bedenden sıyrılır. Evet, geçmişten günümüze her vakit yol temelde iki olmuştur: iman ve küfür… iyi ve kötü… madde ve ruh çatışması. Hayat denen ebediyet imtihanını beden endeksli yaşayanlar maddenin zulmetli kesafetinde, anlık haz peşinde hızlıca kabre doğru koşmaktan öteye gidememiş ve daha bu dünyada zevale mahkûm lezzetlerin acısıyla binler elemlere maruz kalmıştır. Bir düşünsenize ebedi yaşama arzusu ile emelleri cennete uzanan ruhu, gelip geçici, yok olmaya mahkûm birkaç tatlı düşle avutmaya çalışmak ne derece akıl kârıdır. Ölümle dostlarından ve sevdiklerinden ayrılan ruhumuz ahiretin varlığını hissetmezse bu kadar acıya nasıl dayanır? Eşyaya bile manidar bir kıymet veren hatıraları daima hisseden ruh, bir daha dönmemek üzere yokluk bataklığında bir hiç olacaksa aklını, kalbini ve hislerini söküp atmadan hayatından lezzet alabilir mi? Alırsa buna insan denir mi? O vakit bizleri mutlu edecek şey madde değil, eşya değil, maneviyattır, ruhu beslemektir. Rahmet ve kudret elinin esbap perdesi ardında gizlendiği şu sebepler dünyasında, her bir şeyde hikmeti arayıp hakîm olan zatı görerek evvel kalbi mütelezziz eylemektir. Çünkü dil kalbin, kalb de ruhun aynasıdır. Kalp ruhtan haber verir. Kalbi tatmin edenin ruhu kemale erişir. Kâinatın maliki, sahibi olan Rabbimiz Kur’an-ı Hâkim’de bizlere, “Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah'ın zikri ile mutmain olur.” (Ra’d Suresi, 28) demektedir. İşte bizlere bir formül: Rabbimizi tanımak ve kâinatı O’na nisbet ederek okumak. Peki bu nasıl olmalı? Evvela ruhumuzu O’nun nurundan mahrum etmemeyi öğrenmeliyiz. O’nu anmak ve O’na ibadet etmekle manevi huzuru tesis etmeliyiz. O’nun nuruyla aydınlanan dünyaya artık hikmet nazarı ile bakmalı, her şeyin arkasında bir murad-ı ilahi olduğunu bilmeliyiz. Böylelikle korkulardan emin olup huzur içinde yaşayabiliriz. Kâinatta her şey O’nun emrindedir. Bu denklemde insan da başıboş olmadığının farkına varmalıdır. Bizim vazifemiz O’nu bulmak, tanımak ve anmaktır. Hakiki saadete ancak bu şekilde erebiliriz. Her şeyde olduğu gibi kendimizi de Hakk’a nispet etmeli ve o nazar ile okumalıyız. Zira Allah insanı en kıymetli bir sanatı olarak yaratmasıyla değerini, bütün kâinatı onun hizmetine vermesi ile makamını, kendisine muhatap kabul etmesi ile de şerefini tayin etmiştir. Bizleri bu denli seven Rabbimiz varken sizce de bu dünya hayatına yanlış bakış açısıyla haddinden fazla değer vermiyor muyuz? Bütün emellerimizi yanlış olarak her an sönmeye mahkûm bu dünya hayatına bina edip tek sermayemizi zayi etmiş olmuyor muyuz? Esas benliğimiz olan ruh daima sonsuz mutluluğu arzuluyorken, bizler şu fani dünya ile ruhumuzu tatmin etmeye çalışarak hata etmiyor muyuz sizce de? Öyle ise geliniz çoğu zaman ihmal ettiğimiz ruhumuzu vicdan ölçeğinde dinleyelim. Bizi içten içe kavuran fani hırslarımızı bir kenara bırakıp, “Faniyim, fani olanı istemem.Aci­zim, aciz olanı istemem.Ru­humu Rahman’a                             eslim eyledim gayrı istememisterim, fakat bir yar-ı                   baki isterim.” diyerek hakiki huzuru Cenab-ı Hakka bağlanmakta, onun için sevmekte, onun için vazgeçmekte, ona hakiki bir kul olup onun rızasını gözetmekte arayalım. Selam ve dua ile... Hayrat İnsani Yardım Derneği olarak 2020 Kurban Bayramı’nda “İyilik Kurbanla Yayılsın” diyerek 34 ülkede 1.619.970 ihtiyaç sahibine ulaşıp, onlara yardımlarınızı ulaştırmıştık. Bu yıl da kurban faaliyetlerimize 31 ülkede devam ediyoruz. Geçtiğimiz yıl, başta memleketimizde olmak üzere Suriye’den Arakan’a, Filistin’den Yemen’e Afrika’dan Uzak Doğu’ya medeniyetimizin gidebildiği her köşesine ulaşarak ihtiyaç sahiplerine yardımlarınızı teslim ettik. Bu ziyaretlerimizde kurak coğrafyalar gördük, insan hayatını hiçe sayan savaşların ve çatışmaların eşliğinde bayramı bekleyen çocuklar gördük. O beldelere gidip yardımlarınızı ulaştırarak onlara yalnız olmadıklarını hatırlattık.  Geçen sene yardımlarınızı ulaştırdığımız bir buçuk milyon ihtiyaç sahibi, bu yardımlarla doymuş, bu yardımlarla gülmüş, bu yardımlarla sizlere dualarını göndermişti. Bu sene de başta Türkiye olmak üzere, Suriye'den Filistin'e Afrika’dan Pasifik’e toplamda 31 ülkedeki ihtiyaç sahiplerine hızla ve güvenle yardımlarınızı ulaştıracağız. Hedefimiz 2 milyona yakın mazlum ve mağdur kardeşimizin hayatına dokunmak.

Rıdvan GENÇ 01 Temmuz
Konu resmiKurban
İbadet

Haydi, feda edelim bu bayram nefsimizin firavunlaşmış yönlerini. Kendimize çekidüzen verelim. Vazgeçelim yanlışlarımızdan, günahlarımızdan, küslüklerimizden, kin ve öfkemizden... Arınalım bu bayram, kurban olalım... Arapçada gerek maddî gerekse manevi her türlü yakınlığı ve yakın olmayı kuşatacak bir anlam yelpazesine sahip olan kurban kelimesi, dinî terminolojide kendisiyle Allah’a yaklaşılan şeyi, özel olarak da Allah’a yakınlık sağlamak, yani ibadet (kurbet) amacıyla belli vakitte belirli cinsten hayvanları kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder.1 Derinlemesine baktığımızda ne demektir kurban? Haydi, zihinlerimizi, gönüllerimizi Hz. İbrahim ve biricik oğlu Hz. İsmail’e çevirelim. O İsmail ki, Rabbinden bir ikram ve müjdelenen bir evlattı Hz. İbrahim’e. Seviyordu biricik oğlunu İbrahim (as); ve evet, sevginin asıl kaynağını, sevmeyi ve sevilenleri veren, sevgiyi hissettiren Mahbub-u Baki’yi daha çok seviyordu. Her sevgi bir imtihan taşır bağrında. Her imtihan sevgiliye bir yol açar ardında. Büyük bir imtihan vardı Halil İbrahim’e. O çetin imtihan mı? Sevdiğini, en sevilene, sevmeyi verene, bâki sevgiliye feda etmekti. Yürek sızlar. Sızlamıştır elbet sevdiğine, ama ne çare. Emir Mahbub-u Bâki ve Hakikiden geliyorsa lâl olur diller, taat üzere vurur yürekler. Kula düşen itaattir. Teslimiyettir. Hikmet ve hüküm Allah’a aittir. Lihikmetin kesmedi bıçak İsmail’i. Amma halil olan peygamber ispatladı dostluğunu. Ve hiç itirazsız başını teslim eden İsmail (as) ispatladı teslimiyetini. Ve bir koç ile tecessüm etden bu teslimiyet, bu hakiki sadakat ve muhabbet Kurban oldu çıktı karşımıza… Peki ben, kendime dönüp baktığımda bu teslimiyet ve sadakatin ne kadarını gösterebiliyorum. Her sene kesmek nasip olan Kurban ile varlığına sebep olan hadise bağlamındaki yakınlaşmak bende ne kadar tecelli ediyor ve ne ifade ediyor? İsmail’in (as) boynuna dayanan o bıçak, nefsime ne kadar dayanıyor ve nefsimin başını “Lebbeyk!” diyerek ne kadar eğebiliyorum? Ne kadar vazgeçebiliyorum sırf dünya için sevdiklerimden. Ya biz? Nefislerimiz ve mallarımız, ben­­lik ve evlatlarımız, hakikatte Mahbub-u Baki’yi, Sultan-ı Eze­­li’yi işaret edip göstermesi ge­­re­­kirken, bizler onları hakikati örten bir perde mi eyledik kendimize. Her sene kurban kesmek güzel bir ibadet. Bununla birlikte güzel olan, her sene kurban ile başlayan doğru soruları nefsimize sorup sonraki kurbana kadar diri kalabilmek… Haydi, feda edelim bu bayram nefsimizin firavunlaşmış yönlerini. Kendimize çekidüzen ve­relim. Vazgeçelim yanlışları­mızdan, günahlarımızdan, küs­lüklerimizden, kin ve öfkemiz­den... Arınalım bu bayram, kurban olalım... *** Kaynak: 1- TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 26, s. 433, Ankara 2002

Seçil BULUT 01 Temmuz
Konu resmiGünlüğümden Birkaç "Değer"li Yaprak
İnsan

Ders verdiği iman hakikatlerini, dinsizliği susturacak bir kuvvette ispat eden değerimiz nedir? 04 Muharrem 1441, Salı Bugün edebiyat derslerine ek olarak tarafıma birkaç saat de din dersi verildiğini öğreniyorum. 11. sınıfların din dersi. Müdür Bey ile konuşuyorum. “Niçin böyle oldu?” Geçici bir durummuş. Olsun bakalım. Anlaşılan bir süre 11’lere misafir öğretmen olacağım. Haydi hayırlısı! 10 Muharrem 1441, Pazartesi Ders programı birkaç hafta içerisinde değişecekmiş. Yani fazla vaktim yok. Sabah ilk dersim G şubesine. Ders kitabının ilk konuları ahiret hayatı ile ilgili. Önce öğrencilerle metinleri okuyoruz. Sonra konuyla ilgili misallerle imanî bahislere giriyorum. Temsil dürbünü tesirini çok çabuk gösteriyor. (Konunun anlaşılması noktasında verilen doğru misaller dürbün gibidir. En uzak ve en derin hakikatlerin bile anlaşılmasına yardımcı olurlar. Kur’ani bir usuldür.) Öğrencilerden birisi daha fazla dayanamıyor. Hiç de yeri değilken patlarcasına soruyor: “Haydi Kur’an değiştirilmişse?” Hayda! Hiç de alakası yokken nereden çıktı bu soru? Dersimiz ahiret. Soruluş şeklinden anladığım üzere iyi niyetle sorulmamış olan bu sorunun benzeriyle daha önce de karşılaşmıştım. Önceki tecrübelerimden bildiğim üzere, amaç dersin işlenişini aksatmaktı. İlk olarak tedbiren münasebetsiz soru yağmurunun önünü kapıyorum. Ardından soruya cevaben gerekli olan açıklamaları yapıyor, “Kitaplara İman” konusunu da araya sıkıştırıyorum. Mukaddes kitabımızın mucizevi yönüne ait imanî misaller ardı sıra geliyor. Sanki zaman genişliyor. Yüreklerindeki inancı bir kıvılcım bekleyen bazı gençler konuşmamdan cesaret alıyorlar. Birkaç hakikat çekirdeği dillerinin açılmasına yetiyor. Allah o kadar güzel konuşturuyor ki kendilerini... Görünen o ki konuştukça rahatlıyorlar. Soru­yu soran öğrenci yutkunarak olduğu yere büzülüyor. Ufacık görünüyor. Az önce çokbilmiş bir tavırla sormuştu. Şimdi ise aldığı iman dersindeki hakikatler karşısında aklı bile kendinden uzaklaşıyor. İnadıyla baş başa kalıyor. Dudakları titriyor, asık bir suratla etrafına bakıp duruyor. Yek-pare olarak dersin bu perdesi tamamlanıyor, derken tam da yeri geliyor uçak misalini veriyorum. Hani şöyle başlayan: “Gözünüzü açtınız, son sürat hızla giden bir uçaktasınız. İlk soracağınız sorular neler olur?” Gerekli sorular üzerinde konuşup çıkarılması gereken dersi çıkarıyoruz. Bizim asık suratlı öğrenci sadece dinliyor ama artık konuşamıyor. Mikrofon iptal, dinleme modunda. Sınıf ortamı panzehrini bulmuş gibi. Şükür!... 17 Muharrem 1441, Pazartesi Ders programı değişti. Çok ça­buk gerçekleşen bir değişim oldu. Artık din dersleri yok. Edebiyat dersleriyle 9. sınıflarda devam ediyorum. Dolaylı girişlerle iman hakikatleri derslerimizi tenvir etmeye devam ediyor. Çoğu zaman son beş dakikalara sıkışsa da... Bugün kimi gördüm? “Haydi Kur’an değişmişse” diye soran öğrenciyi... Onu gevezelik yaptığı geçenki din dersinden sonra ilk kez gördüm. Hemen hiç uğramadığım okul kütüphanesine bugün uğrayasım geliveriyor. Raflarda kitapları karıştırıyorum. Aaaa, Muhterem İdris Tüzün ağabeyin kitabı. Merhaba, güzel kitap!... Tanımadığım birisi hediye etmiş. Üzerinde yazıyor. Görünce pek seviniyorum. Sanki çok sevdiğim birisi okulda beni ziyaret etmiş hissine kapılıyorum. Biraz göz gezdiriyorum. Tam yerine bırakacağım ki sorduğu soruyla pek çok güzel hakikatin konuşulmasına vesile olan “asık suratlı” öğrenci çıkageliyor. Zaten merhaba demek gibi güzel bir alışkanlıkları yok. “Hocam, ben…” diyor ve devam ediyor: “Yüzlerce kitap okudum. Beni boş bir kişi sanmayın.” Gülümsüyorum. Rafa daha indirmediğim elimdeki kitabı göstererek diyorum ki, “Bu kitabı oku! Sana, okuduğun yüzlerce kitaptan daha çok faydası olur.” Gayr-i ihtiyari kitabı iki elimle kavrayıp tam ortasından açıyorum. Sayfayı gösterirken içimden “Elhamdülillah” diyorum. Kendisine de şunları söylüyorum: “Bak, derste anlattığım uçak misali. Senin için ikinci bir şans. Uçağı kaçırma!” Dudakları yine titriyor. Ama çok gevezelik yapan dilinden tek kelime çıkmıyor. “Bunu al oku!” diyorum. “Sana iyi gelecek!” 21 Muharrem 1441, Cuma Sabah teneffüste aklıma İdris ağabeyin kitabı geliyor. Kütüphanede hemencecik koridorun sonunda. Bir bakayım hele. Yerinde mi, değil mi? Kütüphaneye geçiyorum. Ödünç alınan kitaplar listesinde kitabının ismini arıyorum. Bulamıyorum. Asık suratlı öğrenci, ayağına gelen ikinci fırsatı tepmiş demek. Eee! Karanlıkta inat etmenin bir karşılığı olmalı değil mi? Okulda hepsini yüzlerinden ve derslerde iman hakikatlerinin kalplere neşri, intikali esnasında devreleri kapalı vaziyette önlerindeki kitapları rastgele karamalarından tanıdığım bu gençlerin sayıları çok fazla değil. Fakat bulundukları sınıflarda ortamı bozuyorlar. İnançlı, tertemiz çocukların zihinlerini karıştırıyorlar. Ama sadece zihinlerini... Birçoğu onların varlığından bile rahatsız oluyor ama tahammül ediyorlar. Böyle bir ortamda “bizim gençler”i tahkiki bir iman ile donatmak, üzerimize vazife değil mi? Ne dersiniz, iman aşısı yapılmış akran desteğiyle asık suratlı öğrencilerin yüzünde de tebessüm oluşur mu? Omzumuza ihsan-ı ilahi olarak konulan kıymetli vazifenin şuurunu tam olarak idrak etmeyi ve bu vazifeyi hakkıyla ifa edebilmeyi Cenab-ı Hak cümlemize ihsan eyleye

İbrahim SARITAŞ 01 Temmuz
Konu resmiNurdan Maddeler
Risale-i Nur

İLÂHÎ VE NEBEVÎ LÂFIZLARIN BAŞKA DİLDEKİ TERCÜMESİNİ OKUMANIN 3 ZARARI1 1- Bunlar, latifelere daima feyiz veren daimi birer membadırlar. Tercüme ile bu lâfızlar kaybolduktan sonra, daimi letâifin (ince duyguların) daimi hisseleri de kaybolur. 2- Her harfin en az on sevabı zayi olur. 3- Herkes namazının tamamında huzur-u daimîyi devam ettiremez. Gaflete düşer. Gaflet içindeyken de insanların tercüme tabirleri ruha zulmet (karanlık) verir. BİR NUR TALEBESİNİN TEMKİN, TESLİM VE RAHAT-I KALPLE HİZMET ETMESİNİN 4 SIRRI2 1- Hakiki vazifesine odaklanmak. 2- Lüzumsuz ve boş şeylerle meşgul olmamak. 3- Kaza ve kaderin vazifelerine karışmamak. 4- Enaniyetten gelen hodfüruşluk, tenkit ve telâş etmemek. MELEKLERE GIDA OLUP LEZZET VEREN 7 ŞEY3 1- Zikir 2- Tesbih 3- Hamd 4- İbadet 5- Marifetullah 6- Muhabbetullah 7- Güzel ve temiz kokular ALLAH’IN KÂİNAT SARAYINI YARATMASINDAKİ 6 İLAHÎ MAKSAT4 1- Zat-ı akdesini tanıttırmak. 2- Zat-ı akdesini sevdirmek. 3- Şuur sahibi mahlukâtının şükür ve ihtiramlarını celb etmek. 4- Manevi cemalini ve kemalini göstermek. 5- Zat-ı akdesinin eşsiz, benzersiz, bir ve müstakil olduğunu ve her şeyin kudret elinden çıktığını göstermek.İ NSAN KEMÂLÂTININ ÜZERİNDEGELİŞİP BÜYÜDÜĞÜ 2 ESAS5 1- İlâhî nimetlerin bütün çeşitlerini hissedip şükür ve ibadet etmek 2- Âlemde tecelli eden bütün ilâhî isimlerin, tecellilerinin bütün kısımlarını birer birer bilmek ve tatmak. BİR İŞTE BAŞARILI OLMANIN 3 ALTIN ANAHTARI6 1- İlâhî âdetlere, büyük bir kalp saflığı ile uygun hareket etmek. 2- Yaratılıştaki kanunları bilerek uygun hareket etmek. 3- Sosyal bağlara (rabıtalara) uygun hareket etmek. SAF KALPLİ MÜMİNLERİN UMUMÎ BİR MUSİBETİN GELMESİNE SEBEP OLAN 3 HATASI 1- Elması elmas bildiği halde, camı elmasa tercih meleri. 2- Âlicenâp bir şekilde dehşetli maddî ve manevi cinayetleri kolayca affetmeleri. 3- Binlerce insanların maddî ve manevi haklarını mahvetmiş bir adamda bir iyilik görseler, ona bir çeşit taraftar çıkmaları. Bu 3 büyük hata neticesinde, sayıları çok çok az olan azgınlaşmış kâfirler, saf kalpli pek çok müminlerin de desteğiyle çoğunluğu oluştururlar ve çoğunluğun hatasına binaen gelecek umumî bir musibete fetva verdirirler. GÜZELLİK ŞU 2 ŞEYDEN ORTAYA ÇIKAR7 1- Muvâzene (denge, denklik) 2- Tenâsüb (uyum, uymak) VEHHABÎLERİN HAREKET TARZLARI 3 CİHETLE ZULÜMDÜR8 1- Gerek itikadda gerekse amelde müfritâne, yani aşırıya giderek hareket ediyorlar. 2- Mazilerinde başlarına gelen olaylardan dolayı intikam duygularıyla hareket ediyorlar. 3- Hâricîlik namına hareket ediyorlar. Kaynaklar: 1- Osmanlıca Mektûbât, c. 1, s. 166.2- Osmanlıca Şuâlar, s. 385.3- Osmanlıca Sözler, s. 143.4- Osmanlıca Tılsımlar, s.13.5- Osmanlıca Tılsımlar, s. 19.6- Osmanlıca İşârâtü’l-İ’câz, s. 161.7- Osmanlıca Âsâr-ı Bedi’iye, Muhâkemât, s. 179.8- Osmanlıca Mektûbât, c. 1, s .246.

Mustafa TOPÖZ 01 Temmuz
Konu resmiDuvar Çeşmeleri
Kültür ve Medeniyet

“En hayırlı sevap, insanlara su vermek (ulaştırmak)’tir.”  Zaman içinde Osmanlı su kültüründe da­ha önce örneklerine rastlanmayan uygulamalar ortaya çıkar ve duvar çeşmeleri başlı başına bir süsleme öğesi hâline gelirler. Alay Köşkü’ne bakan Bâb-ı Âli kapısındaki ya da Aksaray Pertevniyâl Vâlide Sultan Camii’nin giriş kapısındaki çeşmeler bu konuda açıklayıcı örneklerdir. Temelde su içmek ve temizlik amacı ile inşa edilen çeşmeler, her ne kadar İslâmiyet öncesinde de var olmuş ise de, İslâm’ın temizlik anlayışının sembollerinden biri olarak toplum hayatında yepyeni bir boyut ve önem kazanmıştır. Türkler için de İslâm’ın kabulünden önce suyu kutsal kabul edip gösterdikleri saygı ve ihtiram, İslâmiyet’in kabulünden sonra âdeta bir ibâdet şekline dönüşmüştür. Sebil ve çeşme yapmanın, bunları insanların ve diğer canlıların hizmetine sunmanın, Allah’ın rızasını kazanmak için en önemli hayırların başında geldiğine inanmışlardır. Hz. Peygamber (sav) Efendimizin bir hadisindeki şu tavsiye bu konuda en önemli âmillerden olmuştur: “En hayırlı sevap, insanlara su vermek (ulaştırmak)’tir.” Minnet duygusuyla söylenen “Su gibi azîz ol” temennisi dilimize yerleşen önemli bir duâ ve teşekkür ifâdesi olmuştur. Bilhassa ifade etmek gerekir ki, genelde insanların yararlanması için tasarlanan çeşmeler, aynı zamanda tüm canlıların istifadesi düşünülerek inşa edilirdi. Bazılarında kuşlar için yapılmış kuş sebilleri, kedi, köpek ve diğer canlıların su içmelerine yarayan, yangın gibi acil durumlarda kullanılmak için de hazır tutulan ve halk dilinde “yalak” denilen bir ya da birkaç tekne bulunurdu. Özellikle Osmanlı kültürünün sanata yansıyan eserleri arasında çeşmelerin payı gerçekten büyüktür ve elbette ki Osmanlı Devleti’nin pâyitahtı olarak kültürün kalbini teşkil eden İstanbul, çeşmeler bakımından da en yüksek merhaleyi işaret eder. İstanbul çeşmeleri, meydan çeşmeleri, duvar çeşmeleri, iç mekân çeşmeleri gibi çok çeşitli türde karşımıza çıkmaktadırlar. Bunlar da zamanın ihtiyaç ve zevkine göre ya da imar ettirenin maddî koşullarına bağlı olarak çok farklı şekillerde olabilir. Âbidevî mahiyette olabildikleri gibi, son derece mütevazı örnekler de olabilir, alçak, yüksek ya da çok yüzlü ve çok aynalı çeşmeli olabilir. Çeşmeler zamanının ruhunu taşır; onları yaşamın aynası gibi görmek gerekir.  Örneğin, muazzam bir zenginlik ve iradeye rağmen Kânûnî Sultan Süleyman (1520-1566) zamanında gösterişli meydan çeşmeleri yapılmıyor iken, gösterişli bir sanat anlayışına sahip XVIII. yüzyılda çok sayıda büyük ve süslü meydan çeşmesi (1703-1730 yılları arasında hüküm süren III. Ahmed’in Üsküdar Meydanı ve Topkapı Sarayı Bâb-ı Hümâyûn önüne inşa ettirdiği meydan çeşmeleri gibi) inşa edilmiştir. Temel bir ihtiyacın giderilmesi gâyesini taşıyor olmakla beraber, çeşmeler estetik süslemeleriyle de yüksek bir kültürün şâhitleri olarak karşımıza çıkarlar ve öyle ki, yüzyıllar boyunca devam eden Osmanlı-İslâm kültürünün seyrinin takip edilebildiği eserler hâline gelmişlerdir. Çeşmelerin karakteristik özellikleri, yüzyıllara göre değişen mimari gelişmelerle birlikte, çeşmeyi yaptıran hayırsever ve yapan ustanın istek ve beğenilerine göre değişim göstermiştir. Gerek pahalı bir süsleme biçimi olmasından ve gerek ise tahribata açık olmasından dolayı, halka açık çok az çeşmenin süslenmesinde çini kullanılmıştır. Gerçekten de muazzam bir külliyat oluşturan İstanbul çeşmeleri içinde “Duvar Çeşmeleri” denilen çeşmelerin de ayrı bir yeri vardır. Aslında İstanbul dışında Bursa, Edirne vs. gibi diğer Osmanlı şehirlerinde de örneklerine sıkça rastlanan duvar çeşmeleri, mermer, küfeki taşı, tuğla gibi malzemelerden inşa edilmişlerdir. Malzeme, mâ­li­­­yet demek olmakla beraber, çok zaman malzemenin sanat zev­­kini belirlemesinin önüne geçilmiş ve küfeki taşı gibi mat ve gösterişsiz taşlardan yapılmış duvar çeşmelerinin ayna taşları, çoğunlukla pürüzsüz mermerden yapılmıştır. Gerek pahalı bir süsleme biçimi olmasından ve gerek ise tahribata açık olmasından dolayı, halka açık çok az çeşmenin süslenmesinde çini kullanılmıştır. Buna karşın, Topkapı Sarayı’ndaki örneklerin açık şekilde gösterdiği gibi, korunaklı iç mekân çeşmelerinde çiniler sıklıkla kullanılıyordu. Duvar çeşmeleri örnekleri sıb­yan mektebi, kütüphâne, cami avlusu, tekke avlusu, türbe, hazîre duvarı gibi ticari ve sosyal hayatın yoğun olduğu yerlerdeki önemli yapıların duvarlarında görülmektedir. Böylesi bir sıklıkla inşa edilmeleri, he­nüz binalarda su olmadığı za­manlarda, suyu taşımak için girilecek zahmeti en aza indirmek anlamına geliyordu.  XVIII. yüzyılın sonlarına doğru artık eskisi kadar âbidevî mey­dan çeşmeleri yapılma­sı­n­­­dan vazgeçilerek, bunların ye­­rine daha mütevazı ve aynı zamanda halkın ihtiyacını karşılayacak çeşmeler yapılmaya başlanmıştır. Bunda, banîlerin maddî durumu yanında, genellikle âbidevî çeşmelerin bakım ve tamir işlerini yerine getiren vakıfların işlevlerini yavaş yavaş yitirmelerinin, devam eden vakıfların ise akarlarının (gelirlerinin) azalması veya hiç kalmamasının da etkisi olmuştur. Sonuçta, eskiden beri inşa edilegelen duvar çeşmelerinin gittikçe daha fazla yapılmaya başlandığı görülür.   Çeşmeler, sadece görünen sanatlı mermer ve musluklarından ibaret değildir. İsâle hattı, suyun kaynağından getirilmesi için gerekli mühendislik ve su yoluna devamlı yapılması gereken bakım gibi, maliyet gerektiren birçok unsur söz konusudur. Bu maliyetlerin artık karşılanamaması nedenleriyle XIX. yüzyılın sonlarında daha önceden yapılmış olan mevcut su yollarının kullanıldığı duvar çeşmeleri yapılmasına ağırlık verilmiştir. Böylece her türlü zorluğa rağmen, kıyamete kadar açık kalacak bir “Sadaka-i câriye” sevabından mahrum kalınmamıştır. Duvar çeşmeleri örnekleri sıb­yan mektebi, kütüphâne, cami avlusu, tekke avlusu, türbe, hazîre duvarı gibi ticari ve sosyal hayatın yoğun olduğu yerlerdeki önemli yapıların duvarlarında görülmektedir. Böylesi bir sıklıkla inşa edilmeleri, he­nüz binalarda su olmadığı za­manlarda, suyu taşımak için girilecek zahmeti en aza indirmek anlamına geliyordu. Tıpkı meydan çeşmelerinde olduğu gibi, duvar çeşmeleri de çok farklı boyutlarda inşa edilmişlerdir. Galata Kulesi di­bin­deki Bereketzâde Çeşmesi, Mev­lâ­nâ­kapı’daki Bâlâ Süleyman Ağa Çeş­mesi, Hırka-i Şerif Çeşmesi gibi büyük ve süslü duvar çeşmelerinin yanında, mahallelerde çok küçük boyutlu duvar çeşmeleri de vardı ve doğal olarak küçük boyutlu olanları çok daha yaygındı. Duvar çeşmeleri muhtemelen ilk başından beri gerek kitâbe ve gerekse diğer şekillerde süsleniyorlardı. Yukarıda da ifade edildiği üzere, genellikle mermer olan aynalarda dönemin zevkine uygun şekilde kabartma ya da bânîsinin arzusuna uygun olarak kabartma desenler yer alıyordu. Sultanahmet Mey­da­nı’nda yer alan Cevrî Kal­fa Çeşmesi’nin (1819-1820) mermer aynasındaki gibi madalyon motifi gibi Batı tının etkisinde kalmış örnekler zaman içinde gittikçe çoğalmakla beraber, Fatih Hacı Necib Bey Çeşmesi gibi geç tarihli (1910) örneklerde bile desenler genellikle bir yalın bir çerçeve ve içindeki bitkisel ya da sembolik öğelerden ibarettir.   Zaman içinde Osmanlı su kültü­ründe daha önce örneklerine rast­lanmayan uygulamalar ortaya çıkar ve duvar çeşmeleri başlı ba­şına bir süsleme öğesi hâline ge­lir­ler. Alay Köşkü’ne bakan Bâb-ı Âli kapısındaki ya da Aksaray Pertevniyâl Vâlide Sultan Camii’nin giriş kapısındaki çeşmeler bu konuda açıklayıcı örneklerdir.  

Mustafa YILMAZ 01 Temmuz
Konu resmiBeyin Sağlığımıza Neler Oluyor?
Sağlık

Beyninizin işlerliğinin yaşla birlikte azalmasının normal olduğunu düşünebilirsiniz, ancak bu tam olarak böyle değildir. Beslenme, yaşam tarzı alışkanlıkları ve diğer faktörlerin tümü beyin sağlığını etkiler. Daha da önemlisi ve bilinenin aksine beynimiz yeni beyin hücreleri üretebilir. Covid-19 ile hastalığı geçirenlerde beyin fonksiyonlarında sıkıntılar geliştiğine dair şikayetlerle karşılaşıyoruz. Bununla beraber alzhemier gibi hastalıkların eskiye oranla artış gösterdiğine şahit oluyoruz. Genç-yaşlı pek çok kişide unut­kanlık, dikkat dağınıklığı, algılamada zorluk, konsantrasyon kaybı, konuşurken kelime bulmada güçlük, düşünceleri­ni toparlayamama, okuduğunu anlamadan sayfalarca dalıp gitmek, önemli konularda karar vermede zorluk, başladığı işi bitirememek, iki işi aynı anda yapamamak, mental performans gerektiren her işte zorluk çekmek gibi sorunlar görülüyor. Bu durum, beyin sağlığımıza neler oluyor sorusunu akla getiriyor. Bu şikayetler sizde de mevcutsa beyin sağlığınızı biraz ihmal etmişsiniz demektir. Beyninizin işlerliğinin yaşla birlikte azalmasının normal olduğunu düşünebilirsiniz, ancak bu tam olarak böyle değildir. Beslenme, yaşam tarzı alışkanlıkları ve diğer faktörlerin tümü beyin sağlığını etkiler. Daha da önemlisi ve bilinenin aksine beynimiz yeni beyin hücreleri üretebilir. Aslına bakarsanız beyin en iyi korunan organımızdır. Dışarıdan çok sağlam kemik yapısı ile içeriden ise kan beyin bariyeri adını verdiğimiz -aynı bağırsakta bulunan bariyere benzer- tek tabakadan oluşan bir hücresel bariyer ile korunuyor. Kan beyin bariyerinin ihtiyaç duyduğu oksijen, besin unsurları, bazı hormonlar ve vücut kimyasalları dışında başka hiçbir unsurun beyne geçmesine izin vermez ve böylece beyni zararlı her türlü etkiden korur. Eğer bariyer de hasar görür ve sızdırmaya başlarsa kronik inflamasyon oluşur ve bu zeminde gelişen psikiyatrik ve nörolojik hastalıklar ortaya çıkar. Bunun yanı sıra beyin, yüksek yağ asidi içeriği ve yüksek oksijen üretimi nedeniyle oksidatif strese oldukça yatkın bir organdır. Henüz geç olmadan beyin için önlem alıp beslenmenin ve yaşam şeklinin düzenlenmesi, eksik vitamin ve minerallerin tamamlanması, bağırsak sağlının iyileştirilmesi, toksinlerden uzak durulması için çaba gösterilmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Beyin sağlığı için alınabilecek önlemlere göz atalım: 1- Trans Yağlardan Uzak Durun Birçok margarin ve çoklu doymamış yağ, raf ömrünü uzatmak ve daha kolay pişirilmesini sağlamak için işleme esnasında trans yağ asitleri oluşturan kimyasal değişimlerden geçer. Trans yağ asitleri, çoğu işlenmiş paketli gıdada ve kızarmış yiyeceklerde bulunan birincil yağlardır ve vücudumuzun onlara ihtiyacı yoktur. Diğer yağlar gibi trans yağlar da hücre zarına katılır. Sağlıklı yağların aksine trans yağlar hücre zarını katı ve sert hale getirir. Bu da beyin hücrelerini yavaşlatır. Yaşlanma sürecini çarpıcı bir şekilde hızlandırır. Hatırlama, yeni bil­giler öğrenme ve iyi bir ruh ha­lini sürdürme yetimiz sadece sağlıklı ve esnek hücrelere sahip olmamıza bağlıdır. Dolayısıyla gıda etiketlerini okuyun. Hidrojene veya kısmen hidrojene yağlar içeren yiyecekleri almayın. Kızartmalardan uzak durun. Beyniniz rahatlayacaktır.   2- Homosistein Değerinizi Takip Edin Homosistein vücuttaki her hüc­re tarafından üretilen ve seviyesi yükseldiğinde beyninizi küçültebilen, reflekslerinizi köreltebilen ve depresyona neden olan bir amino asittir. Aynı zamanda homosistein yüksekliği alzheimer hastalığına yakalanma ihtimalini ikiye katlayabilir. Yüksek homosistein seviyelerinin tedavisinde aktif formda B vitamini takviyeleri yararlıdır. Homosistein seviyenizi bilmek beyin sağlığınız için en önemli adımlardan biridir. Doktorunuzdan herhangi bir semptomunuz yoksa bile en azından yıllık bazda homosistein değerinize bakmasını isteyin. 3- Takviyelerden Yararlanın DHA oranı yüksek balık yağı kapsülleri önerilebilir. Beyin sağ­lığının iyileştirilmesi için da­ha çok DHA önemlidir. Top­lam insan beyni yağınının yüz­de 25’i DHA dan oluşur. Bey­nin hücre zarlarına esneklik katar. Beyindeki yağ serbest ra­di­kal hasarına karşı hassastır. Bu nedenle yağda çözünen antioksidan E vitamini çok önemlidir. Diğer antioksidanların eri­­şe­­mediği beyin hücre zarının içe­risine girer ve serbest radikalleri engeller. 4- İlaç Kullanmadan Önce Düşünün Herhangi bir ilaç alıyorsanız bu ilacın Koenzim Q10, B vi­ta­minleri, Glutatyon gibi bey­ni­nizin önemli besinlerini azalt­madığından emin olun. Alü­min­yum içeren ilaçlardan uzak durun. Bu tür ilaçlar kullan­mak zorundaysanız eksilttiği besini takviye etmeyi unutmayın. 5- Her Gece 6-8 Saat Uyuyun Uyku, hücrelerimizin hayati bir onarım işi olarak beyinde biriken toksinleri temizledikleri ve beyin hücrelerini ideal durumda tuttukları bir zaman dilimidir. Yeteri kadar uyumazsanız bu temel temizlik işlemi yapılamaz, toksinler birikir ve beyin yaşlanması hızlanır. Uyku saatlerinizi standartlaştırın. İdeal olarak saat 23.00 civarında yatılmasıdır. Akşamları ekran ışı­ğından uzak durun. Kahve, çay tüketiminizi öğleden önce sınırlandırın. Sabah ve öğlen saatlerinde gün ışığına maruz kalın. 6- Kan Şekerinizi Düzenleyin Kan şekeri dalgalanmaları beyin üzerinde enflamasyon oluş­turur. Kan şekerinin yüksel­me­si beyin için gerekli olan nö­rotransmitter, mineral ve vitaminlerin azalmasına neden olur. Beyin hasarının başlamasında insülin direnci önemli bir faktördür. Dolayısıyla beyin fonksiyonlarının azalması, hafıza zayıflığı, bunama, Alzheimer, depresyon direkt insülin direnciyle ilişkilidir. Ve mutlaka tedavi edilmelidir. 8- Nörotoksinlerden Uzak Durun Nörotoksinler sinir hücreleri­ne zarar verir. Bunlardan en yay­gın kullanılanı sentetik gluta­mattır. Çin tuzu veya monosodyum glutamat/MSG olarak da bilinen bu kimyasal madde tat artırmak amacıyla hazır gıdalarda yaygın olarak bulunur.

Edibe BEKİN 01 Temmuz