18. Sayı: "İstişarenin Hakkını Veriyor muyuz?"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiMuhali talep etmek,kendine fenalık etmektir
Risale-i Nur

Evet, siyasetin riyakâr yüzü, dünya hayatının tek gözlülüğü, felsefenin dinsiz yönü nazarları değiştirmiştir. Her şeyi nefsi ve dünyası için gören fert ve toplumlar yetiştirmiştir. Nazarların değişmesi, beklentileri ve talepleri de etkilemektedir. Görenekle açığa çıkan arzu ve istekler ise, bazen fıtri taleplere bile ters düşmektedir. Bedîüzzaman Hazretleri'nin; Kırk senelik ömrümde, otuz senelik tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim (2) dediği kelimelerden birisi, belki de en önemlisi nazardır. Nazar; bir nesneye sırf ‘bâsıra eylemek' mânâsınadır ki, bakmak tabir olunur. Nazarda basîret (yani görüp künhe ve hakikate varma) dahi muteberdir. (3) Açısı iyi ayarlanmamış nazar (ki tebeî nazar denilir), muhali yani en uzak ihtimali yakın gibi gösterebilmektedir. Ve keza nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder (başkalaştırır). (4) Eşyanın değişmesi ve zamanın geçmesiyle nazarlar da değişmektedir. Nasıl ki çarşıda mevsimlere göre, birer meta mergup oluyor (birer mal rağbet görüyor)… Öyle de, âlem meşherinde (sergisinde), içtimaiyat-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında (toplum hayatında ve medeniyette), her asırda birer meta mergup olup revaç buluyor. Sukunda yani çarşısında teşhir ediliyor (sergileniyor); rağbetler ona celp oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor (yöneliyor), fikirler ona müncezib oluyor (kapılıyor). Meselâ: Şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi... (5) Evet, siyasetin riyakâr yüzü, dünya hayatının tek gözlülüğü, felsefenin dinsiz yönü nazarları değiştirmiştir. Her şeyi nefsi ve dünyası için gören fert ve toplumlar yetiştirmiştir. Nazarların değişmesi, beklentileri ve talepleri de etkilemektedir. Görenekle açığa çıkan arzu ve istekler ise, bazen fıtri taleplere bile ters düşmektedir. ESKİ HAL MUHAL İnsanlar yaşadıkları dönemler itibariyle, ya dinden kuvvet alarak ya da dünyevi bakış açıları çerçevesinde sistemler oluşturmuşlardır. Fert ve toplum hayatının selameti için çalışmalarda bulunmuşlardır. Hz. Adem (as)'dan tâ zamanımıza kadar gelen insanlık tarihi, bu mânâda, bir çok fikri ve sosyolojik hal yaşamıştır. Bütün asırlar boyunca hiç değişmezler olduğu gibi, yerini yeni gelişmelere ve açılımlara bırakan hususlar da olmuştur. Şüphesiz İslâm tarihinin en büyük ve çaplı değişimlerinden birisi, Osmanlı Devleti'nin yıkılmasıyla yaşanmıştır. Bu durum, 20. yüzyılın belirleyici unsuru olmuştur. (6) (Osmanlı'nın varlık anlamının, i'la-yı kelimetullahda yattığı hatırdan çıkarılmamalıdır.) Dünyanın ve Osmanlı'nın (Türkiye olarak) kazandığı yeni şekil, Osmanlı bünyesinde yaşayan halkın, yaşattıkları dâvâ cihetiyle, eski ile olan özlemini ve buna bağlı olarak eski hâli istemelerini netice veriyordu. Eski, geri gelsin. Osmanlı dirilsin. Padişahlar dine hizmet etsin. Bedîüzzaman Hazretlerinin, kendisine bu mealde sorulan suale cevabı çok net olmuştur. Eski hâl muhal (imkânsız). Ya yeni hâl veya izmihlal (yok olmak). Eskiyi talep etmek, muhali yani imkânsızı istemektir. Çünkü şimdi, yeniler vardır. Olmayanla değil, olanla muhataplık söz konusudur. İnsanlığa düşen ise, eskideki dekorları, sistemleri, anlayışları, yaşantıları müspet manada etkileyen temel unsurları fark etmek ve onlardan istifade etmektir. BUNDAN SONRA DA İSLÂMİYET VE DİN İÇİN HİZMET EDİLECEK Mİ? Eski hâl muhal ise, Din elden gitti, bundan sonra dine hizmet edilmeyecek mi? suali kafaları karıştırıyordu. Zira fert ve toplumun en kuvvetli bağı dindir. Osmanlı ise, yüzyıllardır dine hizmet etmiştir. Eski hâl muhal; öyle ise, nasıl bir yeni hâlden bahsedilebilir? Bazı akılsız dinsizler müstesna olmak şartıyla, hükümetin (devleti idare etmenin) hedef-i maksadı, uhuvvet-i imaniye (iman kardeşliği) sırrıyla üç yüz milyonu bir vücut eden ve nuranî olan İslâmiyet'in silsilesini takviye ve muhafaza etmektir. Zira nokta-i istinad (dayanak noktası) ve nokta-i istimdad (yardım isteme noktası) yalnız odur… Kemalin cemali, dindir. (7) Osmanlı son dönem toplumunun yaşadığı maddî ve manevî sıkıntılar, insanlarda dehşetli bir ye'si de netice vermişti. Müslüman toplumu, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz! (8) emrine rağmen kıyameti bekler olmuştu. Nazarların çıkmaza sürüklendiği, hiçbir ümit ışığını göremez hale geldiği işte böyle bir zamanda, bir ses şöyle haykırıyordu: Ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır! (9) Bedîüzzaman Hazretleri, nazarlarımızı âyetin yüksek emrine çevirerek, Allah'tan ümit kesmeyiniz, demektedir. Zira herkes bir vicdan taşıyor. Eğer onu dinlese, ancak Allah sadâsını işitecektir. Fıtratı yalan söylemeyecek, onsuz olmaz, diyecektir. Onu bulsan her şeyi buldun, onu bulmazsan ne buldun, diye feryat edecektir. Evet, Fıtratın şahadeti reddedilmez. Fıtratta yalan yoktur; ne dediyse doğrudur. Zaruret ve incizab ve temâyül ve tecârüb ve tecâvüb ve tevâtür, toplum olmayı ve toplumun en temel birleştirici unsurunun din olduğunu, bütün zamanların şahadetiyle göstermekte ve idrakimize ders vermektedir. Eğer bizler insanlık ve Müslümanlar olarak fıtratımızın gereğini yerine getirmezsek; elbette sıkıntılara mübtela olacağız. İllâ mutluluk diyorsak da; Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. (10) Emrine uyarak kardeşlik ve adalet toplumu içerisinde, ferdin, Allah'ın kulu olmak kaydıyla, hürriyetini ve saadetini temin etmek mecburiyetindeyiz. Bu mecburiyetimizi, zaman geçtikçe artarak hissetmekteyiz. HÂL ALDATIYOR, ALDANMAYINIZ! Hâl aldatıyor, aldanmayınız! İstikbal hesabına konuşuyor; öyle dinleyiniz diyor Bedîüzzaman Hazretleri. Yarınlar, bugünlerin eseridir. Yaşadığımız zamanın müfessiri, yine zamandır. Bugün sıkıntı gibi gözüken, bizce yanlış olan veya kafamızın almadığı çok şeyler vardır ki, inşaallah ilerinin güzelliklerini netice verir. Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysaki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz. (11) Diğer taraftan, fıtrat yalan söylemez. Dinsiz bir millet yaşamaz. Allah'ın kulluğundan kaçıp nefsin esareti altına girmek, hamakattir, ahmaklıktır. Toprağa düşen çekirdek ne kadar ağaç olacaksa, dünyaya gelen her bir insan da Allah'a kulluğunu gösterecektir. İslâm'ın hükümlerine uyacaktır. Aksi muhaldir. Zira yaratılış gayesi budur. Aksini yani muhali talep etmek, sadece kendine fenalık etmektir. Bedîüzzaman Hazretleri'nin devr-i Meşrutiyet'te şarkta aşiretler arasında seyahat ederken te'lif ettiği Münazarat Risalesi'ne bkz. Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, sh. 43 Terceme-i Kamus-u Okyanus, c.2, sh.125 Bkz. Adı geçen eser Said Nursî, Osmanlıca Sözler Mecmuası, sh. 153 İyi veya kötü, o zamanların olayları, Osmanlı İmparatorluğunun dağılması ve yeni Türkiye'nin yükselmesiyle, bu yüzyılın tüm tarihini şekillendirdi. 20. yüzyılı anlamak için, Türkiye'nin tarihi, bir anahtardır; ancak, ben inanıyorum ki, Türkiye'nin geleceği, önümüzdeki binyılın ilk yüzyılının şekillenmesinde de son derece önemli bir rol oynayacaktır. Bill Clinton'ın TBMM konuşmasından (15 Kasım 1999) Said Nursî, Osmanlıca Mektubat II, sh. 352 Zümer Suresi, 53 Tarihçe-i Hayat, sh. 133 Zariyat Suresi, 56 Bakara Suresi, 216

Metin UÇAR 01 Mayıs
Konu resmiRisâle-i Nur'da Başarının Formülü-II
Risale-i Nur

20. yüz yılda ‘bilgi=güçtür' denklemi ağırlık kazandı. Bilgiyi elinde bulunduran devletler ve kişiler ön plana çıkmaya başladı. Bu bahsi geçen açıklamalar güç teorileri ile ilgili. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri ise, tüm bu güç teorilerinin aksine gücü ihlâsla eşleştirmiştir. Ona göre güçlü olmanın yolu insana, silaha, maddeye, teknolojiye ve bilgiye sahip olmak değil ihlâslı olmaktır. Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilin! cümlesi bunu ifade etmektedir. Ama bu cümle diğer güç unsurlarını bırakın anlamını taşımaz. FORMÜLE HAYAT KATAN İKSİR: İHLÂS Dizinin ilk yazısında Risâle-i Nur'da başarı kavramını açıklamaya çalışan bir formülün öyküsünü okudunuz. Bu yazımda ise formüle hayat kattığını düşündüğüm ya da formülün ruhu olarak nitelendirdiğim bir kavramı açıklayacağım. Risâle-i Nurda bulduğum formülün işe yarayıp yaramaması büyük ölçüde bu kavrama bağlı. Ve bu kavram Risâle-i Nur okurları olarak hepimizin aşina olduğu bir kavram: ihlâs.Bir Müslüman için başarının en temel anahtarlarından birisi şüphesiz ihlâstır. Ve ihlâs, adını taşıyan risaledeki düsturları ile başarının olmazsa olmaz esasları içinde yer almaktadır. YAPILAN İŞİ ALLAH RIZASI İÇİN YAPMAK İhlâsın bilinen ilk anlamı Yapılan işi Allah rızası için yapmaktır. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bunu Amelinizde rıza-i ilâhi olmalı diye açıklar. Yapılan bir iş, ya Allah hesabına yapılabilir ya da nefis ve şeytan hesabına yapılabilir.  Başarılı olmak isteyen Müslümanın giriştiği işte, birincil amacı Allah rızasını kazanmak olmalıdır. Bunu yaptığı takdirde Cenâb-ı Hak sonsuz kudreti, kuvveti ve rahmeti ile kulunun başarılı olması için inayetini sevk edecektir. Onun inayetini alan bir kişinin ise başarılı olması işten bile değildir. Hepimiz, elimizden geldiğince amellerimizde Allah rızasını esas tutmaya çalışıyoruz. Lâkin O'nun rızası yolunda yürürken bizi bekleyen önemli bir varta/tuzak var. Bu tuzak amaç araç ilişkisinin tersyüz olmasıdır. Yani amacın zamanla silikleşmesi ve kullanılan araçların amacın yerini almasıdır.  Mesela üniversite sınavını kazanmak isteyen bir genç düşünelim. Amacı üniversite yıllarında Allah'ın dinine hizmet ederek Allah rızasını kazanmak olsun. Bu durumda amaç Allah rızası, araç ise üniversitedir. Ve zamanla bu gencin üniversite hayatına kendini kaptırdığını hayal edelim. Bu durumda amaç silikleşecektir. Öğrencimiz başarılı olmak, garanti bir mesleğe sahip olmak, yüksek lisansa girip akademik olarak ilerlemek gibi amaçlarla hareket etmeye başlar. Allah'ın rızası arka planda kalır. Yani amaç üniversitenin ve derslerin kendisi olur. Başarılı olmak, yüksek not almak, akademik kariyer yapmak tabi ki teşvik edilen durumdur. Ancak kişi bunları yaparken ilkelerinden ödün vermeye başladıysa Allah rızası ikinci plana düşmüş demektir. Yüksek lisansa kabul için yalan söylüyorsa artık amaç-araç dengesi bozulmuştur.      Para kazanarak bu para ile Allah yoluna hizmet etmek isteyen ve ticarete atılan yetişkin bir Müslüman düşünelim. Eğer bu yetişkin kişi, zaman içerisinde kendisini işine kaptırarak bütün vaktini bu işe sarf eterse, bu uğurda namazlarını aksatırsa ve daha fazla kâr elde edebilmek için tevilli yalanlara başvurursa amaç-araç dengesi bozulmuş demektir. Amaç ötelenmiş, araç olan ticaret, ön plana çekilmiştir. Böyle bir referans kayması olduğunda Müslüman'ın giriştiği bir işte Allah'ın desteğini ve inayetini alması son bulur. Artık o, çıktığı yolda tek başınadır. Bu yolda kazara istediği sonuca ulaşmış olsa bile başarılı olduğu söylenemez.  Üstad Bedîüzzaman Hazretleri'nin en az on beş günde bir defa İhlâs Risalesini okumaya sevk etmesinin sebeplerinden birisi de dünyanın debdebesi ve dağdağası sebebiyle bozulmaya meyyal olan amaç-araç dengesini yeniden yerine oturtmaktır. Yani bir Müslüman İhlâs Risalesi'ni okunduğunda bu hayattaki yaşama amacını hatırlamış olur. Taşlar yeniden yerine oturur ve hayatına rıza-i ilâhi yolunda devam eder. GÜCÜ İHLÂSTAN ALMAK Başarı yolunda yürümek isteyen herkesin önüne mutlaka engeller çıkar. Bu engelleri aşmanın yolu güçlü olmaktan geçer. Başarılı olmak, bir nevi güçlü olmak demektir. Peki, Müslüman aradığı bu gücü nereden bulacaktır. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bu soruya cevap olarak Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilin! diyerek cevap vermektedir. İnsanoğlunun yeryüzüne teşrif ettiği ilk yıllarda güç, pazı kuvvetindeydi. Yani bileği metin olan güçlü kabul edilirdi.  Daha sonra güç, insan sayısına bağlı olmaya başladı. Çok fazla orduya sahip olan devletler ve fazla nüfusa sahip aileler güçlü olarak algılanırdı. Silahların çoğalması ile güç sahibi olmak, silaha sahip olmakla eşdeğer oldu. Çok silaha sahip olan gücü elinde bulunduruyordu. Materyalizmin yayılmaya başladığı 18. ve 19. yy.' da ise güç, sahip olunan madde ile ölçülürdü. Kişi ne kadar çok maddeye sahipse o kadar güçlü kabul edilirdi. Teknolojinin gelişmesi ile teknolojiyi elinde bulunduran devletler ve kimseler güçlü kabul edilir oldu. 20. yüz yılda ‘bilgi=güçtür' denklemi ağırlık kazandı. Bilgiyi elinde bulunduran devletler ve kişiler ön plana çıkmaya başladı. Bu bahsi geçen açıklamalar güç teorileri ile ilgili. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri ise, tüm bu güç teorilerinin aksine gücü ihlâsla eşleştirmiştir. Ona göre güçlü olmanın yolu insana, silaha, maddeye, teknolojiye ve bilgiye sahip olmak değil ihlâslı olmaktır. Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilin! cümlesi bunu ifade etmektedir. Ama bu cümle diğer güç unsurlarını bırakın anlamını taşımaz. Bir Müslüman bilgiyi, maddeyi, teknolojiyi hedefine ulaşmak için kullanmak durumundadır. Nitekim Efendimiz (asm), Düşmanınızın silah ile silahınız! buyurmuştur. Bu silahları kullanan Müslüman, hedefe ulaşması için gerekli olan gücün bunlardan değil de Allah'tan geldiğini hep aklında tutmalıdır. Bu yazımızda başarı için olmazsa olmaz bir unsuru ve formüle hayat katan faktörü ele aldık. Arık biliyoruz ki başarılı olmanın yolu bir işi Allah rızası için yapmaktan geçiyor. Ve başarı yolunda karşımıza çıkan engelleri aşmak için gerekli olan kuvvet yine ihlâsta mevcut. Ve ihlâs formülün ruhu. Allah rızası gözetilmeden uygulanan ve ihlâs kuvveti ile desteklenmeyen formül sanırım işe yaramayacaktır.

Hamza BERAAT 01 Mayıs
Konu resmiHatırlı-Yorum

Dikkat etmemiz gereken bir ifade, unutmaktır. Bunu ya da şunu unutma! demeye alışmışızdır. Sonunda ne olur? Unutursunuz. Aslında hatırlamak isteriz ama unuturuz. Bu yüzden, unutma kelimesi yerine  lütfen hatırla! ifadesini kullanmayı öğrenmemiz önemlidir. Birkaç ay önce İrfan Mektebi Editörümüz Sn. Cihangir İşbilir telefon ile bana unutmak ve unutkanlık ile ilgili bir yazı yazmamı istedi. Zihnim Unutmak ile meşgul olduğundan yazmaya başlayamadığımı fark ettim ve konuyu Hatırlamak olarak tekrar çerçeveledim. Yazacaklarımı tek tek hatırlıyorum, Unutmamak yerine Hatırlamayı tercih ediyorum. Hatırlamak, yaşanmış ânı, edinilmiş malumatı tekrar hafızaya çağırmak, ilgili hatıranın görmek, duymak, koklamak, dokunmak, tatmak gibi hislerimizle bizde bıraktığı izlerin derinliği ile tekrar yaşanmasıdır. Ancak yaşanan tecrübenin hissî yoğunluğu derecesinde, yeniden hatırlama gerçekleşebiliyor.Hatırlamak, çoğu zaman ihtiyaç duyduğumuz bir durum; öğrenci için, ev hanımları için, cari hesap takibi yapan bir müşteri temsilcisi için, hemen herkes için hatırlamak çoğu kez ihtiyacını duyduğumuz bir şey. Bazen hatırladığımız için kazandığımız halde aksine hatırlamaktan yaşanmış olumsuz tecrübeleri bize hatırlatan durumlar neticesinde inciniyor, acı tecrübelerin baskısıyla mutsuz da olabiliryoruz. Bazen hatırlayamamak bizler için âdeta rahmet oluyor. Öncelikle hatırlamakla maddî manevî kazançlı olacağımız, hatırlamayı arzu ettiğimiz halde  başarılı olamadığımız durumlar için birkaç noktaya işaret etmek istiyorum. Daha sonra hatırlamak istemediğimiz durumlar için de neler yapabileceğimize kısaca değinmek istiyorum. BEYNİMİZ NASIL ÇALIŞIYOR? Beynin çalışırken ihtiyaç duyduğu enerji: Beynin ihtiyaç duyduğu en temel iki kaynak oksijen ve glikozdur. Bu demektir ki bol oksijen beynin etkili çalışmasını sağlar ve beyin etkili çalışmaya devam ederse faaliyet derecesi sürekli artar. Oksijeni beynimize kan taşır.  Hemoglobin ve alyuvarların oluşumu için de demire ihtiyaç vardır. Aldığımız besinlerin, hafıza zeka ve konsantrasyon gücü üzerinde çok büyük etkileri vardır. Beynimiz günlük kalorimizin ortalama %30'nu harcamaktadır. Glikoz ise doğru beslenme ile karşılanır. Doğru beslenme vücudun ihtiyaç duyduğu besinleri yeterli oranda almakla mümkündür. Beyinde bilgi akışını sağlayan nörotransmitter maddelerdir. Nörotransmitterler küçük kimyevi maddelerdir. Bir nörondan aldıkları bilgiyi sinir ağları aracılığı ile diğer nörona iletirler. Bir ismi hatırlamak, bir cümle ezberlemek, bir duygu yaşamak gibi binlerce ruhî ve fizikî fonksiyon beyin içindeki ve dışındaki bölgelere bu kimyevî maddeler aracılığıyla iletilir ve işlem tamamlanır. Beyinde nörotransmitterlerin çok azalması beyin fonksiyonlarını azaltır. Başta serotonin olmak üzere binlerce madde nörotransmitter olarak görev yapar. Nörotaransmitterlerin azalmasına yol açan en önemli faktör sürekli strestir. Alkol ve oksijensizlik de bu kimyevî maddelerin azalmasına yol açan diğer faktörlerdendir. Nöronlar arasındaki bağlantılar, beynimizde bulunan nöronların tamamı birbirlerine bağlı değildir. Bu bağların bir kısmı anne karnında iken oluşur. Neredeyse tüm bağlar ise dünyadaki faaliyetlerimizde oluşur. Bu bağların sayısı arttıkça zekamız yani beynimizle yapabileceğimiz iş gelişir. Biz bu bağları bilinçli ya da bilinç dışı geliştiririz. Bu bağların gelişmesinin tek yolu bilgilerin birbirleriyle ilişkilendirilmesidir. Kim daha çok öğrenir daha çok düşünürse var olan potansiyelini o oranda geliştirerek daha kapasiteli bir beyne sahip olur. HATIRLAMA NASIL GERÇEKLEŞİYOR? Okumakla, dinlemekle, yapmakla vs. edindiğimiz bilgilerin anlamı ne kadar açıksa, zihinde kalma ve hatırlama ihtimali o kadar yüksek oluyor. Özellikle ilgi duyulan şeyler daha çok hatırlanır.  Geçici hafızamız bilinçli bir zorlama olmadan, neyi alıp saklayacağını bizim özel ilgimiz belirliyor. Birbirine bağlı, eş anlamlı ve istisnalı şeyleri daha iyi hatırlıyoruz. O halde, bir şeyi yeniden hatırlamak istiyorsak, her şeyden önce onu doğru biçimde yerli yerine yerleştirmeyi öğrenmeliyiz. İki çeşit hafıza (bellek) vardır. Uzun dönemli hafıza ve kısa dönemli hafıza. Kısa dönemli hafızada hiç bir şey birkaç dakikadan fazla kalmaz. Bundan daha uzun bir süre sonra hatırlayacağınız her şey, uzun dönemli hafızamızdır. Gerektiğinde her zaman hatırlanabilir. Hafızamız aşağıdaki üç temel ilkeye göre çalışır: 1- İrtibatlandırmak 2- Hayal gücü 3- Düzen ve yapı Bilgiyi çok kanallı hislerimizle (Görme, İşitme, Tatma, Koklama, Dokunma) alıp tasnif etmek ve odaklanarak kaydetmemiz ancak yüksek seviyede bir idrak geliştirmekle olur. Bu nedenle irtibatlandırmak hafızanın en önemli dayanaklarından biridir. Son birkaç yüzyıldır beynimizin sol yarım küre becerileri üzerine yoğunlaştık. Hayal kurma, tasvir, müzik ve san'at gibi faaliyetlere önem vermedik. Böylece hafızanın en önemli özelliklerinden birini ihmal edip, tüm yapının dengesini bozmuş olduk. Neyi, niçin öğrendiğimizi belirlemediğimizden, gerektiğinde kullanabileceğimiz düzen ve yapıyı oluşturamadık. Hergün evine aldığı eşyaları herhangi bir yere koyan dağınık bir insan gibi bilgileri düzensiz, sırasız  ve gelişigüzel  kaydederek kaliteli bir kayıt için beynin düzen ve irtibatlarını bozduk.  Hatırlamak için kullanma alışkanlığı kazanmamız gereken bazı hafıza araçları şunlardır: Sessizce ve içten tekrar etme: Bu en sık kullanılan ve etkisi en az olan hafıza aracıdır; ancak sınırlı da olsa kullanımı vardır. Tekrar etme, buna bazen ezber öğrenme de denir, bilginin iyice yerleşene kadar tekrar tekrar sesli ya da içten yinelenmesidir. Kodlama: Kodlama anahtar sözcüğün, hatırlanmak istenen sözcük ya da sözcüklerle irtibatlandırılması anlamına gelir. Misal olması için söylüyorum, iştirak ettiğim derslerde tesirli cümle veya konuyu özetleyebilecek kelimeyi o anki hissi durumumla irtibatlandırıyor ve tekrarında dersteki konuları o sözcük etrafında birleştiriyorum. Hatta ders sonunda bunu, dersi yapan kişiye geribildirim verip onun da fikrini soruyorum ve aldıklarımla kodlama 4 / 4 gerçekleşmiş oluyor. Tavsiye ederim. Kodlama yaparken, hatırlamak istediğiniz cümlenin baş harflarinden kod geliştirebiliriz, misal annem benden domates istedi a b d i gibi. Diğer bir kodlama örneği rakam grupları için misal 100101110 (elektrik, su, doğalgaz abone numarası, banka hesap numarası gibi) numarasını hatırlamak için 100 101 110 olarak bölerek hatırlamayı kolaylaştırabiliriz. Resimli irtibatlama (Görsel imgeleme): Araştırmalar insanların genel olarak resimleri hatırlamayı kelime hatırlamaktan daha kolay bulduğunu tespit ediyor. Kelimeleri resimler ile irtibatlandırarak daha kolay hatırlayabilirsiniz. Misal uçak, ağaç, zarf kelimelerini hatırlamak istiyorsanız, zihninizde kanatlarında ağaçlar çıkan ve dallarında yaprak gibi zarflar olan bir uçak resmi hayal edin. Yerleştirme Metodu: Bu hafıza aracı, hatırlanması gereken şeyi zihnen mekan içinde biryere yerleştirmeyi hitiva eder. Bir alışveriş listesi, listedekiler maddeyi zihnen mutfakta farklı bir yere koyarak –süt buzdolabına, bir kutu çorba ocağa, baharatlar kavanozlara vs.- hatırlanabilir. Anlam çıkarma: Anlamı olan bilgi, anlamı olmayandan daha kolay hatırlanır. Bir pasaj okuduğunuzda veya dinlediğiniz derste altında yatan anlama bakın. Sözcüklerin kendisinden çok sözcüklerin verdiği mesajı hatırlamaya çalışın. Şayet mesajı kendi sözcüklerinize dökebilirseniz hatırlamanız daha kolay olacaktır. Şüphesiz bu hafıza araçlarını kullanma becerisini öğrenmek birkaç gün içerisine sıkıştırılmamlıdır. Yeri geldiğinde hafıza geliştirme araçlarını kullanmanız; zekanızı, okuma hızınızı, not alma becerinizi, düşünme becerilerinizi, hedeflerinizi belirleme yeteneğinizi, espri gücünüzü, genel iletişim becerilerinizi ve öğrenme potansiyelinizi de arttıracaktır. Hafıza sisteminin güçlenmesi birden fazla etkilerin doğru kullanılmasına bağlıdır. Zincirin gücünün en zayıf halkası kadar olduğunu her zaman hatırlayın.  HATIRLAMAK VE HAREKETE GEÇMEK İSTERKEN, ZOR DURUMLARDA YENİDEN ÇERÇEVELEYİN! Yapmak zorunda olduğunuz görevden hoşlanmadığınızda: Kendinizi o işi bitirmiş olarak kabul edin. Bu bakış açınızı gelecek zamana yöneltir. Görevinizi bitirmiş olmanın hazzını hissedersiniz ve şevkiniz artar. Yaptığınız işi sıkıcı bulduğunuzda: İşi sıkıcı bulmanın nedeni bize heyecan veren bir yönü olmamasındandır. O zaman işi daha çabuk tamamlama yolarını bulabilirsiniz. Bitiminde kendimizi bir şekilde ödüllendirebiliriz. Nereden başlayacağınızı bilmediğinizde: Böyle durumlarda küçültmek çerçevesini kullanabilirsiniz. İşin herhangi bir yerinden başladığınızda bir süre sonra her şeyin yerli yerine oturmaya başladığını da görürsünüz. İlk adımı atın. Her şey ilk adımı atmakla başlar. Başa çıkamayacağınızı düşündüğünüzde: Bu kişinin özgüveni ile ilgili bir durumdur. İç seslerimiz ile kendimize olumlu telkinler yapmanın yanı sıra geçmişteki başarılarımızı düşünerek ve tabi yaratmak üzere istememizi bekleyen Halık-ı Kerimimize duâmızla ruh enerjimizi uyanık tutabiliriz. Başardığımız birçok iş de bir zamanlar başa çıkamayacağımızı düşündüğümüz işlerdi. Beceremeyeceğimiz konusunda endişe duyduğumuzda: Ne yapabileceğimize değil de ne yapamayacağımıza odaklandığımızda böyle bir endişe duyarız. Hemen çerçeveyi değiştirmeniz gerekir. KELİMELERİN GÜCÜ Düşüncelerimiz, iç konuşmalarımızdır. İç konuşmalarımızdaki seçtiğimiz kelimeler, düşünce kanallarının yönünü belirler. Her zaman olumlu ifadelerle düşünmeliyiz. Dikkat etmemiz gereken bir ifade, unutmaktır. Bunu ya da şunu unutma! demeye alışmışızdır. Sonunda ne olur? Unutursunuz. Aslında hatırlamak isteriz ama unuturuz. Bu yüzden, unutma kelimesi yerine lütfen hatırla! ifadesini kullanmayı öğrenmemiz önemlidir. Birkaç ay önce İrfan Mektebi Editörümüz Sn. Cihangir İşbilir telefon ile bana unutmak ve unutkanlık ile ilgili   bir yazı yazmamı istedi. Zihnim Unutmak ile meşgul olduğundan yazmaya başlayamadığımı fark ettim ve konuyu Hatırlamak olarak tekrar çerçeveledim. Yazacaklarımı tek tek hatırlıyorum, Unutmamak yerine Hatırlamayı tercih ediyorum. DİKKAT VE HAFIZANIN BİR BAŞKA AÇIDAN İPTALİ Yapan bilir; bilen konuşur düsturunu hatırlatarak dikkat ve hafıza için kısa bir açıklama yapmaya ihtiyaç duyuyorum; Varoluşumuzun sahibi, Hâlik-ı Hakîmimizin yasak  ve  çirkin olarak ifade ettiği niyet, nazar ve fiilerin bir çok kötülüğe sebep oluşu dikkat dağınıklığı ve unutkanlıkla başlıyor. Haramlar zihindeki tüm irtibatlandırmaları tek başına menfî menfaatlara odakladığından faydaya odaklı, üretken irtibatlandırmaları iptal eder. Bu konuda Üstad Bedîüzzaman Hazretleri de yaşadığımız asırda oldukça yaygınlaşan açık saçıklığın unutkanlık hastalığını daha da azgınlaştırdığını dile getirmiştir. Harama nazardan sakınmayan insanların Kur'an'dan öğrendiklerini de unutacaklarını ve Âhir zamanda, hâfızların göğsünden Kur'an nez'edilecek mealindeki hadis-i şerifin te'vilinin bu hastalığın dehşetli neticelerinde aranması gerektiğini belirtmiştir. Sözün özü; öğrenilen malumâtı depolama ve gerektiğinde hatırlama istidadı olan hâfıza Cenâb-ı Allah'ın insana bahşettiği en büyük lütuflardan biridir. Bu harika kabiliyet, doğru kullanıldığı sürece adeta arşivler dolusu bilgiyi saklayacak kadar büyük bir kapasitede yaratılmıştır. Hâfıza nimetinin şükrünü eda edebilmek ve onu yaratılışına uygun olarak en güzel şekilde kullanabilmek için öncelikle zihinlerin berraklığına, gözlerin helâl olana bakmasına, faydasız meşguliyetin terk edilmesine, sistemli düşünceye, ihtiyaç miktarınca düzenli yeme-içmeye, sadece yetecek kadar uyumaya, tefekkür ile dimağı sürekli işletip geliştirmeye, dağarcıktakileri hatırlayamamayı istiğfar ve zikir sayesinde açmaya, hâfızayı istidadını gelişimi için Hafîz-i Zülcelâl'e ilticaya ve bir de en bereketli zaman dilimlerinde misal, seher vakitlerini kollayarak fiilî duâ adına intizamlı çalışmaya her zaman ihityacımız var. Her zaman hatırlamayı tercih ediyorum, ... hatırlıyorum. Hâfıza nimetinin şükrünü eda edebilmek ve onu yaratılışına uygun olarak en güzel şekilde kullanabilmek için öncelikle zihinlerin berraklığına, gözlerin helâl olana bakmasına, faydasız meşguliyetin terk edilmesine, sistemli düşünceye, ihtiyaç miktarınca düzenli yeme-içmeye, sadece yetecek kadar uyumaya, tefekkür ile dimağı sürekli işletip geliştirmeye, dağarcıktakileri hatırlayamamayı istiğfar ve zikir sayesinde açmaya, hâfızayı istidadını gelişimi için Hafîz-i Zülcelâl'e ilticaya ve bir de en bereketli zaman dilimlerinde misal, seher vakitlerini kollayarak fiilî duâ adına intizamlı çalışmaya her zaman ihityacımız var. rehber@degisimrehberi.com www.degisimrehberi.com

Ahmed Nuri EREN 01 Mayıs
Konu resmiİhlas Suresinden Bir Damla
Risale-i Nur

Allah her şeyi yaratmıştır, O ise yaratılmamıştır. Sual: Allah'ın yaratılmadığını ispat eden delil nedir? El-Cevab: Her şeyi halk eden Allah'dır, Allah ise yaratılmamıştır. Çünkü Allah yaratılmış olsa idi, her şeyi yaratıp Hâlık olamazdı. Evet, şimdiye kadar yaratılmış olan hiçbir mahlukun, bir varlığı yarattığı görülmemiştir. Demek mahlukun hususiyeti ve özelliği yaratıcı olmamaktır. Öyle ise her şeyi yaratan Allah, mahluk değildir, sonradan yaratılmamıştır, Ezelî ve Ebedîdir. Eğer yaratılmış olsa idi, O da sâir yaratılmışlar gibi hiçbir şey yaratamazdı. Evet, Hâlık'ın hassesi ve Zâtına lazım olan sıfatı, yaratılmış olmamaktır. bundan anlaşılıyor ki Allah, nihayetsiz kudret, ilim ve hikmetiyle her şeyi yarattığı gibi, kendisi ise Ezelî ve Ebedîdir, yaratanı yoktur. Zaten O'nun nihayetsiz kudret ve rahmeti de Zâtının sonsuz olduğunu, Zâtının sonsuzluğu ise O'nun başlangıçsız olduğunu ispat eder. Çünkü ölüm tarihi olmayanın doğum tarihi de olamaz. Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin nihayetsizliğini ispat eden ise başta insan olmak üzere bütün varlıkların nihayetsiz aczleridir. Çünkü bütün varlıklar var olmadan evvel yokluk zulümatında bulunuyorlardı. Onların yoklukta bulunmaları, onlar için nihayetsiz bir âcizlik olması demektir. O varlıkların içinde bilhassa insana dikkat ettiğimizde yokluktan gelen âcizlikle beraber ölüm ve hastalığa hatta sıcağa, soğuğa, açlığa ve susuzluk gibi maddî ve manevî sayamayacağımız kadar, insana zarar verip, insanı inciten düşmanlarına karşı dayanamamakla aczini görüyoruz.  Bu aczine binaen her şey onu rahatsız ediyor. Demek insanın nihâyetsiz bir aczi vardır. Hâlbuki insanın bu âcizliği gideriliyor. O nihayetsiz âcizliğin giderilmesi ise  nihâyetsiz bir kudretin varlığını ispat eder. Çünkü nihâyetsiz bir aczin giderilmesi ancak nihâyetsiz bir kudretle mümkün olabilir. Kudret ise nihâyetsiz Kadîr bir Zâtın varlığına delildir. Evet, tepkinin ancak etkiyle mümkün olabileceği fizikî bir kanunudur. O âcizliğin giderilmesi bir tepkidir. Bu tepki ise onu gideren kudret denilen etkiye kesinlikle delâlet eder. Âcizlik noktasında bütün mahlukâtı da insana kıyas et ve anla ki, bütün mahlukâtın nihâyetsiz âcizliklerinin giderilmesi âlem kadar geniş bir penceredir, o acizliği gideren, Kudreti noksansız bir Kadîr-i Zülcelâli gösterir, ispat eder. Nasıl ki insanın âcizliği nihâyetsizdir, öyle de insanın fakrı da nihayetsizdir.. Her şeyden evvel, insan yokken var olmaya muhtaçtır. Daha sonra başta dünya ve âhiret olmak üzere hesapsız şeylere muhtaç olarak yaratılmıştır. Demek  insanda nihâyetsiz bir fakr ve ihtiyaç vardır. Bu fakirlik ve ihtiyaç ise ancak nihâyetsiz bir rahmet ve gınânın yetişmesiyle izâle edilebilir. Yoksa başka şekilde telafîsi mümkün değildir. Evet, insan yokken onu var eden ve muhtaç olduğu bütün âza ve duygularını ona veren ve o âza ve duyguların sonsuza giden umum arzu ve isteklerini onlara yetiştiren ancak rahmeti nihayetsiz olan bir Rahîm olabilir. Yoksa başka bir yol ile o ihtiyaçları te'min etmenin imkân ve ihtimâli yoktur. Rahmetinin nihâyetsizliği o rahmetin başlangıçsız olduğunu ispat ettiği gibi o rahmetin sahibi olan Rahmân-ı Rahîm'in de Bâki, sonsuz ve Ezelî, başlangıçsız olduğuna delalet eder. Elhasıl: Cenâb-ı Hakk'ın Yaratıcı olması ve sıfatlarının sonsuz olması onun yaratılmadığını, ezelî ve ebedî olduğunu ispat ediyor. Bu hususta aczimize binaen delil ve burhanlardan teşekkül eden denizden bir katre ile iktifa edip Risâle-i Nurlara havâle ediyoruz.

Fatih KIRAR 01 Mayıs
Konu resmiCehennem ateşinden koru Allah'ım!

ECİRN MİNENNÂR! Anadolunun bu en güzel şehrinin, en şirin kasabası. derdi Ahmet. Gerçekten de öyleymişâ€¦ Israrlarına dayanamadığım arkadaşım Ahmet'in evine misafir oldum. Dışardan küçük, köhne görünen bu köy evlerinin içi hiç de öyle değil. Buyur edildiğimiz odanın dört bir tarafı duvar yastıklarıyla çevrilmiş. Yastıkların üzerinde el işlemesi dolamalar. Bahçeye bakan bir pencere, duvarda tiktaklarıyla sohbetimizi şenlendiren bir saat. Temmuz sıcağında, yürekleri sıcacık ama evleri ve ayranları serin pırıl pırıl insanlar. Erken yatalım! diyor Ahmet. Sabah namazı için Kuran kursuna gideceğiz. Ezanla uyanıyoruz. Hazırlıklarımızı yapıp koyuluyoruz yola. Köy evlerinin ve bahçelerin arasında dört katlı bir bina görünüyor. Kapılar açık. Demek ahaliden sürekli namaza gelenler oluyor.Talebe ve hocalardan Ahmet'i tanıyanlar var. Ben de tanışıyorum. Namaza duruyoruz. Namazın akabinde hep beraber bir tesbihat okumaya başladılar. Havada tatlı bir serinlik, ağır ağır okuyorlar. Pencereden bahçeye bakıyorum. Sanki kavak ağaçları da bir sağa bir sola sallanarak, tesbihata katılıyor. Sübhaneke Ya Allah tealeyte Ya Rahman ecirna minennar biafvike Ya Rahman Ey Allahım! Sen sübhansın, bütün noksanlıklar, eksikliklerden uzaksın. Münazzehsin, temizsin. Acizlik sana yaklaşamaz, seni tesbih ederim. Tealeyte Ya Rahman Ey yüceler yücesi, daima ve herşeyden yüce olan Rahman. Cehennemden ve cehennem ateşinden koru bizleri. Ve ey Rahmanımız affını istiyoruz, bize affınla muamele et! Affedilmek için hepbir ağızdan yapılan muhteşem bir yakarış. Hava aydınlanıyor, horoz sesleri geliyor bahçelerden. Biz duadayız: Cehennem ateşinden koru Allahım! Kavak ağaçlarının raksıyla yaptığım tefekkür tesbihatın bitmesiyle sona erdi. Talebeler sabah ezberlerini yapmak için mescidin farklı köşelerine çekildiler. Biz de birşeyler ezberlesek arzum, Ahmet'in uzattığı kitapçıkla katmerlendi. Az evvel okudumuz segah yakarış, meğer Tercüman-ı İsm-i Azam duası imişâ€¦ Yıllar öncesinin bir günlüğünden bulduğum bu satırlar beni o günlere götürdü. Kahvaltıda içtiğimiz tereyağlı mercimek çorbasının tadı hala damağımdadır. Bu duayı da o zaman ezberlemiştim. İlginçtir masamın üstünde bir cd var. Üstünde ‘Tesbihat Okumaları' yazıyor. Kontrol edilmek için beni bekleyen bir cd. Rabbim bu duaların kayıt edilmesi için yapılan bir stüdyo çalışmasında beni istihdam ediyor. Affımız ve cehennem ateşinden korunmamız ümidiyle paylaşmak istedim.

Ahmet YAVUZ 01 Mayıs
Konu resmiNamaz'daki hareketler ne manaya gelir?
İbadet

www.sorusorcevapbul.com Namazdaki her bir hareket Allah'a yakınlığı ifade eder. Niyet: Kalbin bir şeye karar vermesi, hangi işin ne için yapıldığının dile getirilmesi demektir. Allah'ın emrini tamamlamak suretiyle yerine getirerek Allah'a ‘evet' demeyi kastetmektir. İftitah tekbiri (başlama tekbiri): Dünyayı Allahuekber diyerek elimizle arkamıza atıp Allah'ın rahmet kucağına sığınmaktır. Allah'ın her şeyden büyük olduğunu tekbir getirerek tasdik etmektir. Kıyam (ayakta durmak): İnsan namazdaki bu rukünle devamlı olarak kıyamda Allah'ı zikreden meleklerin ve ayakta duran ağaçların ibadetlerini temsil eder. Kıyam insanın bedeniyle ve kalbiyle ebedi bir Zatın huzurunda ayakta durmasıdır. Kıyamda başın eğik olması kalbinin tevazuuna ve kibirden uzak oluşuna işarettir.Kıraat (okuma):  Allah'ın kusursuz mükemmelliğine, benzersiz güzelliğine, sonsuz rahmetine karşı Elhamdulillah demekle şükretmektir. Ayrıca bütün işlerin Allah'ın yardımıyla olduğunu ve bütün hamdın O'na mahsus olduğunu belirtmektir. iyyake na'büdü ve iyyake nesteîn (yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz) diyerek sonu olmayan bir Zat'a bağlanmaktır. Rüku (eğilmek): İnsan bu vaziyetiyle, devamlı olarak rükuda Allah'a kulluk eden meleklerin ve rüku halindeki bütün dört ayaklı hayvanların ibadetlerini temsil eder. Rukü bütün kâinatla beraber insanın güçsüzlük ve fakirliğini görerek Subhane rabbiyel azim deyip büyük olan Rabbini zikretmesidir. Allah'ın büyüklüğünü tekrar ede ede kalpte yerleşip kökleşmesine çalışmak ve başı rükudan Allah'ın rahmetini ümit ederek kaldırmaktır. Sücud (secde etmek): İnsan, bu vaziyetiyle, devamlı olarak secde halinde Allah'a ibadet eden meleklerin ve adeta secde halindeymiş gibi duran sürüngenlerin ibadetlerini temsil eder. Secde Allah'dan gayri olanı terek ederek O'nun kusursuz güzelliğine kudsi isimlerine, sıfatlarına ve mükemmelliğine karşı hayret ve alçak gönüllülükle subhane rabbiyel a'la diyerek zikretmektir.  Kulun rabbine en yakın olduğu an secde anıdır.(Müslim) Ka'de (oturmak): İnsan bu vaziyetiyle, devamlı oturarak ibadet eden meleklerin ve oturur gibi görünen taşların, dağların ibadetlerini temsil eder. İnsan sahip olduğu her şeyin Cenab-ı hakka ait olduğunu tahiyyat ile tasdik eder. Allah'ın birliğine ve rasülüne şahidlik etmekle imanını yeniler. Teşehhüt bir nevi' mi'raç olan namazda, miraçta Cenab-ı Hak ile Efendimiz arasındaki kudsi sohbeti hatırlamaktır.

İdare İdare 01 Mayıs
Konu resmiÜç harfin talimi (Aşk)

Aslında bu cam aynaya lisan gibi görünüyordu şu nazik hatla yazılmış bu manidar kelimeler. Aynayı konuşturuyordu. Her bakan ölümlüye ölümsüz bir güzellik tarifi veriyordu. Aynada ne mi yazıyordu? Gencin süsü güzel ahlâktırMuhtemelen annemdi ilk buluşmamız için beni ona götüren. O, kendisiyle ne de çok zaman geçirdiğim. O sevdiğim beğendiğim… Bazen görmeyi istemediklerimi gözüme gözüme soktuğu için kırıldığım, kırdığım, kaçındığım ama her seferinde yüzümü dönüp tekrar barış şuâlarımı uzattığım. Mahreç derslerinde bol bol dad harfi çalıştığım. Birlikte güldüğüm, ağladığım. Beni bana benden iyi tarif etmekten asla vazgeçmeyen ısrarcı yoldaşım, haldaşım, sırdaşım, asla ama asla yalan söylemeyen vefakâr arkadaşım! Ayna! Akarken zaman ışık hızıyla, hayata üç beş dakika ara! demeli de öyle bakmalı insan aynaya. Herkesin en sağlam tanığıdır ayna. Tanıdıklar içinde en açık sözlü olanıdır ayna.Yusuf'un köle kaderine ferman, en güzellere en güzel hediye diye sunulandır ayna! Şimdi yine karşımda bir ayna. Bakıyorum. Ben doğmadan az evvel yeryüzünde hiç ayna kalmamış olsaydı diye düşünüyorum. Düşünüyorum hatta tabiattan kaldırılmış olsaydı yansıma kanunu. Gördüğüm onlarca kişinin en net portresini oturtabiliyorken hafızamın ön camına, kendime dair belleğimde hiçbir aksin bulunamayacak olması ne de hazin bir yoksunluk olurdu bir düşünüyorum. Hiçbir nesne dolduramıyordu bu ayna yokluğundan doğan boşluğu. Ve evet insanlığın ses, görüntü kaydedicilerini keşfetmek merakları da hep bu kendilerini bir aynada seyretmek iştiyakından geliyordu. Bakıyorum, görüyorum, düşünüyorum ve alışmışlık perdesi altında gizlenmiş ayna gerçeğinin ne de çok ihtiyaçlısı olduğumuzu fark ediyorum. O ikramı geniş keremler efendisine teşekkürler ediyorum. Kendine dair farkındalığın adresiydi ayna. İnsanın güzelliğini çirkinliğini kişinin önce kendi gözüne gösteren kanundu. Eksikliğin telafisine ilk adım, yüz ve gözdeki kiri silmeye parlak bir sebepti ayna... İnsan, el ve kanat kıpırdanışlarıyla durmaksızın temizlenen sineklerden daha fazla layıktır temiz kalmak iştiyakına. Süsten sebeplenmemiş tek bir kırıntı bırakılmamışken kâinatta, kâinatın sebebi olan insan kirli, eski ve çirkin kalmayı sevemezdi, sevmedi. Bu sevemeyişle daha da bir sevdi aynayı. Temizlenme, süslenme yenilenme sebebimizdir ayna! Biz aynayız. Ayna bizden daha fazla biz! Ayna! Halimiz. Gerçeğimiz! Ayna! Vazgeçilmezimiz. Geçmiş ve geleceğin ara bir yerinde durup gümüş bir çerçevenin tam ortasındaki o mert arkadaşımla yüzleştiğim esnada düşünürken bütün bunları; çerçevedeki çiçeksi motiflerle birbirine karışmış, nazik rika çizgilerinin bağrından lâhutî bir boyut açılıverdi düşünce ufkuma. Aslında bu cam aynaya lisan gibi görünüyordu şu nazik hatla yazılmış bu manidar kelimeler. Aynayı konuşturuyordu. Her bakan ölümlüye ölümsüz bir güzellik tarifi veriyordu. Aynada ne mi yazıyordu? Gencin süsü güzel ahlaktır … Aynadaki güzele daha dikkatli bakıyorum. Bakmak bir göz hareketinden ibarettir. Ya görmek? Göz ve aklın birlikteliğiyle fark etmektir fark edilmeyi bekleyen bir gerçeği. Bakıyorum bir daha bir daha bakıyorum. Öyle ya. Çok beğenmediğimiz/hiç beğenemediğimiz elimizdeki, yüzümüzdeki, bedenimizdeki tüm çirkinlikleri/güzellikleri ve ya bütün çirkinlik/güzellik sebeplerini en fazla götürebildiğimiz yer; kara peçesiyle saklandığımız toprak. Önce emziren sonra da yiyen bir anaya ait, istesek de istemesek de atıldığımız o soğuk kucak! Güzeli de çirkini de meçhule çeviren, abalıyı da kaftanlıyı da sıkıp öğüten; mengene kundak! Belli ki artık ne hayran bırakan uzuvlar ne de saklanmaya çalışılanlar emanetçisiyle kalacak! O halde Ben neyim şimdi? diye sormadan edemiyorum. Ve kendime şöyle bir cevap veriyorum: Gezinen gölge, savrulan toz. Bu kaçıncı boyut bilmiyorum ama sanırım artık aynada kendimi göremiyorum. … Ebede kadar eşlik etmiyor bize yeşil gözler çekme burunlar, nazenin bedenler, narin libaslar… Asude sonsuzluğun en seçkin tarifçisinin sözüdür bu: Gencin süsü güzel ahlaktır. Seçkin tarifçinin takipçilerinden olan Mevlânâ kendisine has üslubuyla bahsediyor ahlâktan: Ey surete tapan! Niceye dek bu sârete tapma sevdası? İnsan suret ile insan olsaydı Muhammed (sav)'le Ebu Cehil eşit olurdu. Bu sırdandı: Hz. Eyyub'ün kurtların istila ettiği yaralarından pis kokular yayılırken, ruhundan ebet bahçesinin rayihaları geliyordu. Bu sırdandı: On sekiz yıl o yaralardan şikâyet etmeyen Eyyub (as), şifa bulduğu sabahın şafağında; artık Ey güzel kulum! Bu sabah nasılsın? diye hali sorulmayacak olmasına ağlıyordu. Evet, Eyyub (as), aynaya baktığında eskisinden daha genç ve güzel bir çehre görüyordu fakat Ezeli güzelin (hastalık sebebiyle gelen) hususi iltifatları artık ruhunda ışımıyordu. Çünkü Eyyub (as) cam parçalarına değil ölümsüz elmasa âşık olmuştu. Buydu Eyyub (as)'ı bunca güzel yapan. Ezelî sevgilinin en sevgililerinden yapan buydu. … Güzelliğin, temizliğin tutkunudur insan ya hani. Ve sonra kirli bir hayvan geçecek olsa yanından elbisesini toplar da sakınır ondan. İçimiz dışımıza çevrilebilseydi eğer çok daha kaçınılası olduğumuzu görürdük kaçındıklarımızdan? Libasını temasından koruduğu köpeğin Bistami'ye dile gelişi gibi konuşabilseydi hepimize tüm kirler ve kirliler: Ve O'nun gibi bir kulağımız olabilseydi de işitebilseydik şu seslenişleri: Bizden size bulaşacak kir üç defa yıkamakla temiz olur. Ama sizin nefsinizdeki kir yedi derya ile yıkansa temiz olmaz! Kirlerden, kirlilerden kaçtığınca kaçar mı ki insan, kalbini kirleten kirli zanlardan, çamurlu ihtiraslardan? Yüzündeki lekelerine, aknelerine hayıflandığınca hayıflanır mı her biri ruhunu kemiren kronik virüsleri olan ucbuna, kibrine, ye'sine? Gençliğini, güzelliğini elinden alan hastalıklara evhamlandığınca gam çeker mi, kalbini an an öldüren kötü olan tüm alışkanlıklarına, hoş olmayan bütün hasletlerine? Cam aynalar başında eğleştiği kadar koşar mı insan lâhutî aynalara? Bakar mı kendisine, Ezel ve Ebed Sultanının huzuruna çıkmak için hazır mıyım diye? Temizler mi kendini? Süsler mi? Yeniler mi? Her an çıkabileceği o huzur için hazır olarak bekler mi? Ayna! Lâhutî ayna! Ön yüzü mürekkeptendir, arka yüzü hamurdan. Haberler alırsın kendine dair mübarek satırlarından. Acıtan, inciten esasta beş paraya değmeyen ve senin sımsıkı kavradığın cam parçalarıyla ellerini nasıl da kanattığını seyredersin tılsımlı sayfalardan. Kısa bir gelecek için edindiğin endişelerin ve kederlerinle nice çirkin olduğunu anlatır da sana utanırsın. Ardından soyunursun baştan tırnağa gamlarını Ebedi hayat için endişelenmek adında, sana çok yakışan bir libası kuşanırsın. Öyle parlak elmaslar gösterir ki, ellerinin acısını bile unutur da onlara uzanırsın. Lâhutî aynalara baka baka, bir de bakmışsın Ezeli Güzelin bir güzeli de sen oluvermişsin. Lâhutî ayna! İlk babamdı beni onunla tanıştıran. İlk görüştüğümüzde neler düşünmüşümdür diye düşündüğümde çok şey düşündüğüm. Düğüm düğüm olmuş akıl kalp ve vicdanımı karşıma oturtup tarifini yapan tüm kördüğümlerin çözümünün. Lâhutî ayna! Suret değil sîret portremi bırakan hafızama. Ruh kabımda ne var ne yok döken kucağıma. Sonsuzluğa kadar benimle kalacak olan beni, anlatan bana. Hiç olmasaydı diye asla düşünmek bile istemediğim. Nurânî sayfalarım! Mânâ yüklü lambalarım! Ayna kitaplar! Katışıksız arkadaşlarım! Hayat yolculuğumda hiç fasılasız yoldaşım! Baktıkça köleliğime fetva olsun diye dualar mırıldandığım. Ayıplarımı benden hiç saklamadığından zaman zaman küstüğüm. Çirkinliğimin izahınca güzelliğin sırrını fısıldadığından her yüz çevirişin sonrasında daha bir iştiyakla kendisine döndüğüm. İnsanın yarısı ayıptan diğer yarısı da kayıptandır denilir. Kayıp olan yarının tılsımını açanın ayıp olan yarısı da kayıp oluyor. Geriye sırlı iksirin letafetinde tam bir insan kalıyor. Sır ne mi? Sır, Muhammed'i (asv) mümtaz kılan, Eyyub'u güzel yapan… Karbonu kömür olmaktan, yanmaktan kurtaran… Kendisini çözenlere çamurdan elmas çıkaran… Sır… Fenâdan kalbi çevirip bekaya âşık olabilmek! Güzel ahlâk bu demek! İnsan olmak bu demek! Bir lügatte şöyle yazıyordu: Biz bu dünyaya üç harfin mahrecini çıkarmaya geldik. Ayın/ şın/ kaf! Evet geldik. Çamurdan halimizle, hamurdan aynalar önünde A-Ş-K'ı talim etmeye geldik. Hece hece, ayna sahibine şükranımızı arzetmeye geldik!

Sedat EROĞLU 01 Mayıs
Konu resmiİstişârenin hakkını veriyor muyuz?

İstişâre toplantılarındaki ihtilaflar bir zenginliktir. Fakat bu zenginlikten istifade edebilmek, ihtilafı ‘müsbet ihtilaf' çizgisinde tutmak şartıyla mümkündür. Bu da ancak şahıs veya fikirlerin eleştirilmemesiyle veya bunun ölçülü olmasıyla gerçekleştirilebilir. Kendisiyle istişâre edilen kimse, güvenilen kimsedir Peygamberimiz (asm) Uhud Savaşı öncesi istişâre yapmış, kendi görüşüne muhalif sahâbelerin reyini kabul etmiştir. Hz. Ömer (ra) bir meselede kendine itiraz eden kadının sözünü kabul etmiş, kendi görüşünden vazgeçmiştir. Bu olgunluğu istişâredeki her fert gösterebilmeli ve Ben böyle düşünüyorum. Fakat yanlış olabilir veya Benim söylediğim yanlış, arkadaşımın söylediği isabetlidir diyebilmelidir. Önemli olan benim fikrim değil, umumun menfaati, yani bizim menfaatimiz olmalıdır. İSTİŞÂRENİN EHEMMİYETİ Dağları görmek için ovalara inmek, ovaları görmek için dağlara çıkmak gerekir. Dağdaki insanın gördükleriyle, ovadaki insanın gördükleri nasıl farklıysa, toplum hayatında değişik yerlerde duranların, şahsi veya toplumsal olayları algılama ve değerlendirmeleri de o derece farklıdır. İstişâre toplantıları bu farklı algı ve değerlendirmeleri bir araya getirerek, bir tefekkür zenginliği ortaya koyar. Bu toplantılara katılanların her biri dahi olmayabilirler, ama akılların ittifakıyla oluşan grubun beyni, kollektif bir deha özelliği yansıtır. Üstad Bedîüzzaman buna işareten şöyle der: Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. (Lem'alar) Şer'an belli olan (farz, haram gibi) meselelerde istişâre yapılmaz. İstişâre şeriatın izin verdiği, fakat bizim için faydalı mı, zararlı mı olduğunu bilmediğimiz konularda yapılır. İstişârede gaye Allah'ın rızası doğrultusunda, mü'minlerin umumunu ilgilendiren bir meselede, faydalı, selametli olan yolu bulabilmektir. Usulüne uygun istişâre müminlerarası muhabbeti, dayanışmayı artırır. Usulüne uygun olmayan istişârede kin ve fitneyi netice verir. TOPLANTI ÇEŞİTLERİ Toplantılar genellikle ‘bilgi vermek' için veya herhangi bir ‘problemin çözümü' için yapılır. Bilgi vermek için yapılan toplantılarda toplantıya katılanların görüşü alınmaz. Onların bir şeyden haberdar olmaları veya bir şeyi yapmaları istenir. Problem çözmek için yapılan toplantılarda ise, toplantıya katılan kişilerin görüşlerine müracaat edilerek, problemi çözmede onların yardımı istenir. Bazen bir toplantıda bu iki konu üzerinde de durulabilir. İki konunun beraber ele alındığı toplantılarda, ‘bilgi verme' ile ‘sorun çözme'nin birbirine karıştırılması toplantı başkanıyla toplantıya katılanlar arası çatışma doğurabilir. Bu yüzden bilgi verme ile problem çözme, kesin, net hatlarla birbirinden ayrılmalıdır. Bu konular ya ayrı ayrı ele alınmalı veya açıkça belirtilmelidir. ‘Problem çözmek' için yapılan toplantılarda, toplantı başkanı veya yetkili birisinin kendi görüşünü öne sürmesi ve toplantıya katılanlara kendi görüşünü kabul etmelerini istemesi ve kabul ettirmesi doğru değildir. Bu hal ‘sorun çözme' toplantısını ‘bilgi verme' toplantısına dönüştürür. Toplantıyı tertip eden başkan bir işi yapmaya veya yaptırmaya kesin kararlıysa, bunu istişâre etmemelidir. Kesin kararlı olduğu konuda bazı tereddüdleri varsa ve bu konuda başkalarının görüşünü de almak istiyorsa, bunu birebir danışma şeklinde yapmalıdır. İSTİŞÂRE EHLİYLE YAPILMALI! İstişârede en mühim esas istişârenin ehil olan kimselerle yapılmasıdır. Peygamberimiz (asm) İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman, kıyameti bekle! buyurmuştur. Ehil olmayan kimselerin toplantıya katılması da toplantının kıyametini koparır. İstişâre yapılacak konulara göre, şahıslar da değişebilir. Beşerî münasebetlerde bilhassa yaşlı, olgun insanlarla, ticari mevzuda ticaretten anlayan kimselerle, ilmi mevzularda ise âlimlerle istişâre yapılır. Bir insanın bütün alanlarda uzman olması ve her şeyden anlaması mümkün değildir. Hulâsa İstişârede ‘belli şahıslar' değil, ‘ehil şahıslar' özelliği aranmalıdır. Ehil olan insanlarla istişâre yapılmalı ama, onların da ihlaslı olmalarına dikkat edilmelidir. Toplantı başkanı toplantıya çağıracağı kimselerin bilgi ve becerisine güvenmiyorsa onları toplantıya çağırmamalıdır. Başkanın toplantı yapıp, toplantıda ortaya konulan görüşlere itimad etmeyerek, muhalif hareket etmesi toplantıya katılanları incitir. Toplantı başkanı, bilgisine itimad etmemekle beraber görüşünü almak istediği kimselerle birebir görüşmelidir. Bu, iletişim açısından daha sağlıklıdır. HAZIRLIK Sorun çözme toplantısına katılacak olan kişiler daha önceden üzerinde tartışılacak, karar verilecek konudan haberdar olmalı ve toplantıya konuyla ilgili araştırma yaparak gelmelidirler. Habersiz, hazırlıksız, acele yapılan toplantılarda ekseriyetle isabetli görüşler alınamaz. Bilhassa araştırma ve uzmanlık isteyen konular, iki, üç saat içerisinde -hazırlıksız- yapılan toplantılarda çözüme kavuşturulamaz. Alınan kararlarda hatadan hali olmaz. ORTAM Toplantı yapılacak oda, yeterli büyüklükte, iyi havalandırılmış, rahatsız edici ışık ve gürültüden arındırılmış, temiz olmalı. Ortam gerginleştirici, zorlayıcı değil dinlendirici olmalı. Oturma şekli üyelerin birbirlerini rahatça görebileceği konumda olmalı. Toplantıyı hiç kimse rahatsız etmemeli ve bölmemeli. Toplantı odasında telefon olmamalıdır. Gerekli araç ve gereçler önceden hazır edilmelidir. (Kağıt, kalem, tahta, tebeşir, tepegöz vs.) TOPLANTIYI AÇIŞ Toplantı kararlaştırılan saatte başlamalıdır. Toplantı Kur'ân kıraatiyle ve duâ ile başlatılmalı ve duâ ile bitirilmelidir. Mümkün mertebe Kur'ân'dan okunan kısım toplantı konusuyla veya toplantı düsturları ile ilgili olmalıdır. Toplantıya yeni katılan, grubun tanımadığı kimseler varsa, başkan onları takdim etmeli ve tanıtmalıdır. Önce son toplantıda alınan kararlar ve raporlar gözden geçirilmelidir. Raporlardan sonra, başkan gündem maddelerini baştan sona okumalı, kısaca bilgi vermeli ve ehemmiyet sırasına göre konular ele alınmalıdır. Toplantı sonrasına doğru dikkatler dağıldığı ve yorgunluk oluştuğundan, en mühim konuların başa alınması kararların sağlıklı olması için önemlidir. GÜNDEM MADDELERİ Gündem maddeleri yalnızca başkan tarafından tesbit edilmemelidir. Grup üyeleri de gerekli gördükleri, önemli meseleleri gündem maddeleri olarak teklif etmelidir. Gündem maddeleri toplantı öncesinden toplantıya katılacaklara bildirilmiş olmalıdır. Toplantı konuları ‘efradını cami ağyarına mani' olarak ele alınmalı, toplantı konularının dışına çıkılmamalıdır. Hususî şahısları ilgilendiren meseleler, ayrıca konuşulmalı toplantı meşgul edilmemelidir. Ele alınan konular sınırlandırılmalıdır. Mesela Hedeflerimiz neler olmalıdır? sorusu oldukça geneldir. Bu konu Eğitimde hedeflerimiz neler olmalı?, Mali yönde hedeflerimiz neler olmalı?, Beşeri münasebetlerde hedeflerimiz neler olmalı? gibi başlıklar altında sınırlandırılmalıdır. Ele alınan gündem maddeleri ve oturum zaman yönünden sınırlandırılmalıdır. Uzun zaman, dikkatlerin dağılmasına ve usanca sebep olabilir. İHTİLAF ADABI İstişâre değişik kimselerin fikirlerini bir araya getirmek olduğu için, ihtilaf da zaruridir. İhtilaf farklı görüşleri bir araya getirdiği için bir zenginlik olduğu kadar, toplantının geleceği açısından da tehlikelidir. İhtilaflar nefsanî garazların işe karışmasıyla zenginliği bir fitne ve düşmanlığa dönüştürebilirler. İhtilafların zenginliğinden istifade etmek ve tehlikelerinden kurtulmanın tek yolu Üstad Bedîüzzamanın dediği gibi, ihtilafı müsbet ve menfî olmak üzere ikiye ayırmak ve ihtilafı müsbet çizgide tutmaktır. Müsbet ihtilâf; toplantıya katılan şahısların herbirinin kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa'y etmesidir. Kişiler birbirlerinin görüşünü çürütmek veya yanlışlığını isbat etmek yerine, tekmil ve ıslahına çalışmalıdırlar. Bu tür ihtilaflar Ümmetimin ihtilafı rahmettir hadisiyle de övülmüştür. Yönetim bilimlerince geliştirilen ‘Beyin Fırtınası' tekniği de buna benzer bir yaklaşım uygular. Beyin fırtınası, bir toplantıda kişilerin eleştirilme endişesi olmadan fikirlerini rahatlıkla ifade ettikleri grup tartışma tekniğidir. Beyin fırtınasının birinci basamağının genel ilkeleri kısaca şöyledir: • Bütün teklifler kabul edilir ve listelenir. • Fikirlerin özgürce açıklanması desteklenir. • Fikirler söylenirken ortaya atılan fikirle ilgili olarak hiçbir yorum ve eleştiri yapılmaz, fikirler sorgulanmaz, yargılanmaz. • Konuya değişik yönlerden bakmak teşvik edilir. • Bütün fikirler ortaya konuncaya kadar önerilerin ortaya konuşu devam eder. Menfî ihtilâf ise garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin görüşünü çürütmeye çalışmaktır. Bu tarz ihtilaflar Kur'ân ve sünnet tarafından şiddetle yasaklanmıştır. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler. Üstad Bedîüzzaman, bu konuda şöyle der: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, Mesleğim haktır veya daha güzeldir demeye hakkın var. Fakat Yalnız hak benim mesleğimdir demeye hakkın yoktur. وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَةٌ  ÙˆÙŽÙ„كِنَّ عَيْنَ السُّخْطِ تُبْدِى الْمَسَاوِيَا (Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise kusurları araştırır.) sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkum edemez. Üstad Bedîüzzaman, Hakîkat Çekirdekleri'nde de şöyle der: Hakta ittifak, ehakta ihtilâf olduğundan, bazan hak, ehaktan ehaktır; hasen, ahsenden ahsendir. Herkes kendi mesleğine Hüve hakkun (o haktır) demeli, Hüve'l-Hakku (hak yalnızca budur) dememeli. Veyahut Hüve hasen (o güzeldir) demeli, Hüve'l-Hasen (yalnızca o güzeldir) dememeli. Tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukulden hakîkat tamamıyla tezahür eder cümlesini ise şöyle tahlil eder: Hak namına, hakîkat hesabına olan tesadüm-ü efkâr, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakîkatin her köşesini izhar edip hakka ve hakîkate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakîkat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihâyetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir. (Uhuvvet Risâlesi) Hulasa; İstişâre toplantılarındaki ihtilaflar bir zenginliktir. Fakat bu zenginlikten istifade edebilmek, ihtilafı ‘müsbet ihtilaf' çizgisinde tutmak şartıyla mümkündür. Bu da ancak şahıs veya fikirlerin eleştirilmemesiyle veya bunun ölçülü olmasıyla gerçekleştirilebilir. TOPLANTIYI YÖNETMEK Toplantıda en büyük görev, toplantı başkanına düşmektedir. Başkan toplantıyı idare etmeli, adeta orkestra şefi gibi olmalıdır. Gündem maddelerinin dışına çıkıldığı zaman ikaz etmeli, konuşmayanları cesaretlendirmeli, konuyu aşırı uzatanlara kısa tutmasını tavsiye etmeli, toplantının kırıcı tartışmalara dönüşmesini engellemeli, herkese âdil davranmalıdır. Bununla beraber amir gibi değil, arkadaş gibi hareket etmelidir. İstişârede hür bir ortam olmalıdır. Herkes fikrini korkmadan, utanmadan, çekinmeden ortaya koymalıdır. Aynı zamanda muhatapların fikrini gizlemelerine sebep olacak durumlardan uzak durulmalıdır. Toplantı başkanı veya yetkili şahıslar mümkün mertebe en son konuşmalıdır. Çünkü toplantıya katılanlar orijinal düşünceleri, teklifleri olsa bile, onlara muhalefet etmekten çekinerek fikir beyan etmeyebilirler. Hiç kimse kendi fikrini kabul ettirmek için ısrar etmemelidir. Fikrini söylemeli, müdafaa ve isbat etmeli, fakat cebr etmemelidir. İstişârede fikri kabul edilmemiş olanlar kırılmak, gücenmek, küsmek, kızmak, kin gütmek gibi bir tavra gitmemelidirler. Peygamberimiz (asm) Uhud Savaşı öncesi istişâre yapmış, kendi görüşüne muhalif sahâbelerin reyini kabul etmiştir. Hz. Ömer (ra) bir meselede kendine itiraz eden kadının sözünü kabul etmiş, kendi görüşünden vazgeçmiştir. Bu olgunluğu istişâredeki her fert gösterebilmeli ve Ben böyle düşünüyorum. Fakat yanlış olabilir veya Benim söylediğim yanlış, arkadaşımın söylediği isabetlidir diyebilmelidir. Önemli olan benim fikrim değil, umumun menfaati, yani bizim menfaatimiz olmalıdır. Ortaya konulan fikirler tenkit edilirken, şahıs değil, fikir tenkit edilmelidir. Şahsa yönelik tenkit, istişârenin sıhhatini bozar. Toplantıda aykırı veya uç fikirler olabilir. Fakat bu fikirleri dile getirenler -genel prensiblere aykırı olmamak şartıyla- fikirlerinden dolayı yargılanmamalıdır. Her fikir toplantıda bir zenginlik olarak değerlendirilmelidir. İstişârede bir fikir çok güzel olabilir. Fakat fikrin güzelliğinden ziyade uygulanabilir olması daha mühimdir. Bir fikrin mümkün olması ayrı, uygulanabilir olması ayrıdır.                Bazı şahıslar çok iyimserdirler ve her şeyin iyi tarafını görürler. Bazıları da tam tersine karamsardırlar ve her şeyin kötü tarafını görürler. Bir karar alınacağında istişâredeki şahıslar renklerin tamamını görmeye çalışmalıdırlar. Ne yalnızca toz pembe tablolar çizmeli ve görmeli, ne de karamsar olunmalıdır. Alınacak kararın muhtemel neticelerinin iyi, kötü bütün yönleri masaya yatırılmalı, gerçekçi ve dengeli olunmalıdır. Toz pembe tablo hoşumuza gidebilir veya karamsar tablolar bizi rahatsız edebilir, fakat önemli olan bizim bir şeyden hoşlanmamız veya rahatsız olmamız değildir. Önemli olan gerçekçi bir bakış açısıyla renkler arasındaki azlığı/çokluğu ve dengeyi doğru bir şekilde görebilmek ve bunun neticesinde de sağlıklı bir çözüm ortaya koyabilmektir. İstişâre isabetli görüşü bulmak için en mühim yoldur. Fakat bazı durumlar istişâreyi istişâre olmaktan çıkarır. Kendi görüşünü çok beğenen şahıslar, bazen istişâre kurallarını çiğneyerek ısrarla görüşünü gruba kabul ettirmeye çalışır. Kendi fikrine muhalif görüşleri dinlemez, dinlese de onları sudan bahanelerle reddederler. Hatta bazen kendi fikrine muhalif olanlara kızar, tahkir ve techil ederler. Fikri kabul edilmediği zaman gücenir, fikri kabul edilince de bir zafer kazanmış gibi olurlar. Eğer istişârede bu şahısların fikri onların ısrarına binaen kerhen kabul edilirse, bütün sorumluluk ve vebal bu şahıslara âit olur. Bu tür istişârelerin sonunda menfî durumlar ortaya çıktığı zaman Ne yapalım istişâreden bu karar çıkmıştı diyerek, suçu istişâreye nisbet etmek doğru değildir. Bir şahıs kendi fikrinin isabetli olduğuna inanabilir. Bu bir eksiklik değildir. Fakat hata etmesi de her zaman mümkündür. Bu yüzden Her zaman hata edebilirim düşüncesi göz önünde bulundurulmalı ve Ekseriyet iştirak etmediği takdirde, benim ısrarımla bu fikir kabul edilirse ben vebal altında kalırım endişesiyle hareket edilmelidir. Her şahıs fikrini ortaya koymalı, savunmalı, izah etmeli, fakat kararı çoğunluğa bırakmalıdır. Üstad Hazretleri şöyle der: Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini itham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslektaşına taraftar olmak... Fenn-i âdâb ve ilm-i münazaranın uleması mâbeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu ‘Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır.' Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur. İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakîkat, ehl-i tarikat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlâsı kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar. Ve bu fecî sukut ve musibet-i hazıradan rahmet-i İlâhiye ile kurtulurlar. İSTİŞAREDE GİZLİLİK Toplantıda konuşulanların başka yere taşınmayacağına dair tam bir güven olmalıdır. Bu güven oluşmadığı takdirde üyeler düşüncelerini rahatça söyleyemeyebilirler. Toplantıya katılan her fert ‘sır tutma' konusunda emin/güvenilir olmalıdır. Aynı zamanda toplantıya toplantıyla ilgisi olmayan yabancı kimseler alınmamalıdır. Teknik bir konuda fikrini almak için çağrılan kimseler konuyla ilgili malumat verdikten sonra, -grup üyeleri rahatsız olacaksa- toplantıdan ayrılmalıdır. Peygamberimiz (asm)'ın istişârelerde gizliliğin ehemmiyetinden bahseden bazı hadisleri şöyledir: Kendisiyle istişâre edilen kimse, güvenilen kimsedir İki kişi bir yere oturduklarında emanetle otururlar. Onlardan birisinin arkadaşının (aralarında konuşup da anlatılmasını) çirkin gördüğü bir şeyi ifşa etmesi helal olmaz. (Beyhaki) Bir şahıs başka birine bir şey anlatıp da sağına soluna baktığında o (söylemiş olduğu şey) emanettir. (Ebu Davud, Tirmizî, Ahmed) Üç meclis haricinde, meclisler emanet yerleridir. (Onlarda) haram bir kanı dökmek, zina, haksız yere başkasının malını gasbetmek. (Ebu Davud, Ahmed) Meclislerin emanet yeri oluşu, konuşulanların başkalarına anlatılmasının haram olduğunu ifade etmek içindir.  Mecliste konuşulanların başka yere taşınması, emanete hıyanet olur. İhtiyaçlarınızı temin ederken onu gizlemekle (Allah'dan) yardım isteyiniz. Muhakkak ki her nimet sahibine hased edilir. (Deylemi) İSTİŞAREYİ KARARA BAĞLAMA Gündemdeki her madde değerlendirmenin sonunda özetlenip karara bağlanmalıdır. Kararlar ‘oy çokluğu'ndan ziyade ‘oy birliği'yle alınmalıdır. Oylama veya oy çokluğu şekli değil, görüş birliğiyle alınmalıdır. İstişârede alınan karar, umumu ilgilendiren bir konu olduğu için kararla ilgili bütün insanların hukuku göz önünde bulundurulmalıdır. Bir kişinin istişâre kurallarını çiğneyerek kendi görüşünü kabul ettirmesi, umumun hukukuna bir tecavüz sayılır. İstişâre sonunda meydana gelecek bütün vebal ve sorumluluk bu şahsa ait olur. Bu yüzden karar alınırken bu vebalden korkarak, şahsi görüşlerden ziyade umumun görüşüne nazar etmek gerekir. Umumun aldığı karar, açıkça Kur'ân, sünnet ve maslahatlara aykırı değilse vebalden de uzaktır. Çünkü Peygamberimiz (asm) Ümmetim dalalet üzere ictimâ etmez buyurmuştur. Toplantı sonrasında ekseriyetle alınan kararlar açık, net olmalı, yoruma ve yanlış anlamaya müsait olmamalıdır. İSTİŞÂRE İLE İLGİLİ ÂYET VE HADİSLER Onların işleri kendi aralarında istişâreyledir. Şura: 38 İş konusunda onlarla istişâre yap Ali İmran: 159 İbn Abbas ra şöyle demiştir: İş konusunda onlarla İstişâre yap âyeti indiği zaman Resulullah asv şöyle buyurdu: Biliniz ki, Allah ve Resulü müşavereden müstağnidirler. Fakat Allah bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişâre ederse doğru yoldan mahrum kalmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz. (İbn Adiy, Beyhaki)  (Tabiin müfessirlerinden) Dahhak Allah resulüne müşavereyi emretmesi ondaki fazilet ve bereketi bildiği içindir. demiştir. Süfyan-ı Sevri de bana ulaştığına göre, müşavere aklın yarısıdır der. (İbn Ebi Şeybe, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim) Ebu Hureyre ra şöyle demiştir: İnsanlardan ashabıyla istişâre eden kimseler içerisinde Resulullah asv'dan daha çok istişâre edeni görmedim.(İbn Ebi Hatim) Hz. Ömer ra'da pek çok meselede daima sahâbelere müracaat eder, onlarla istişâre ederdi. Hatta onun kadınlarla bile istişâre ettiği olurdu. Abdurrahman b. Ganem şöyle demiştir: Resulullah asv Ebu Bekir ve Ömer'e Bir istişârede ikiniz ittifak ederseniz, ben size muhalefet etmem buyurdu.(Ahmed) İbn Ömer ra peygamber asv'ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Kim bir iş yapmak istedi ve müşaverede bulundu ve ona göre hareket etti ise, işlerin en doğrusuna hidâyet edilmiş demektir. (Beyhaki) Hasanı Basri şöyle demiştir: Müşavere eden bir toplum, mutlaka işlerinin en doğrusuna hidâyet edilmiş olur. (İbn Ebi Şeybe, İbn Cerir, İbn Münzir) Enes ra peygamber asv'ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: İstihare eden zarar etmez, istişâre eden de pişman olmaz.(Taberani) Ali ra şöyle dedi: Peygamberimize dedim ki Ya Resulallah! Bir iş olduğunda bize (sizin aracılığınızla) vahiy geliyor. Senden sonra hakkında Kur'ân(dan âyet) inmemiş ve senden de duymadığımız bir iş olduğunda ne yapalım? Resulullah şöyle buyurdu: (Böyle bir iş olduğunda) ümmetimden abid (ibadet ehli) olanları toplayınız ve o işi aranızda meşveret ediniz. Bir kişinin sözüyle hareket etmeyiniz. (Hatibi Bağdadi) Ebu Hureyre ra Peygamber asv'ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Akıllı kimselerden doğru yolu göstermelerini isteyin ki, doğru yolu bulasınız. Onlara muhalefet etmeyin pişman olursunuz. (Hatibi Bağdadi) ASYA KIT'ASININ İSTİKBALİNİN KEŞŞAFI VE MİFTAHI ŞÃ›RÂDIR Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer'iyedir. (وامرهم شوري بينهم) (Onların işleri kendi aralarında İstişâreyledir) âyet-i kerimesi, şurâyı esas olarak emrediyor. Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt'a olan Asya'nın en geri kalmasının bir sebebi, o şurâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır Asya kıt'asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şurâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt'alar dahi o şurâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer'iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer'iyedir ki, o hürriyet-i şer'iye, âdâb-ı şer'iye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. Eğer denilse: Neden şurâya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya'nın, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkisi nasıl o şurâ ile olabilir? Elcevap: Nurun Yirmi Birinci Lem'a-i İhlâsında izah edildiği gibi, haklı şurâ ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile, üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihâyetsiz, ve kuvveti ve sermayesi pek cüz'î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihâyetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi, hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikinden gelen şurâ-yı şer'î ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şurâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin.. (Hutbe-i Şamiye)  Evet, velâyetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisanın dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus, lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur. (Mektubat) Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhit idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şurâlar o ruhu temsil eder.     Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatın şahs-ı mânevîsinden gelen dehaya karşı mağlup düşerler. (Sunuhat) MÜNAKAŞA İHTİLAFA, İHTİLAF TEFRİKAYA SEBEBDİR Tefrikaya sebeb olabilecek münakaşalar Kur'ân ve sünnet tarafından yasaklanmıştır. Münakaşayı yasaklayan bir âyet şöyledir: Allah'a ve Resulüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin (münakaşa etmeyin); sonra içinize korku düşer de kuvvetiniz elden gider. Bir de sabredin. Şüphe yok ki Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46) Bu konuda Peygamberimiz (asm)'ın bazı hadisleri şöyledir: Bir kimse haksız iken münakaşayı terk ederse, ona, cennetin ke narında bir köşk inşa edilir. Bir kimse de, haklı olduğu halde mücadeleyi terk ederse, onun için de cennetin ortasında bir köşk inşa edilir. Bir kimse, ahlakını güzelleştirirse, onun için de, cennetin en yüksek yerinde bir köşk inşa edilir. (Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mâce, Beyhakî)

Kudret UĞUR 01 Mayıs
Konu resmiTezhib

Tezhip, Arapça zeheb (altın) kökünden gelmektedir. Altınlamak, süslemek anlamına kullanılmıştır. Istılah olarak; El yazması kitapları, murakkaaları, hüsn-i hat levhalarının kenarlarını boya ve altın süslemelerle tezyîn etme işine veya ezilmiş altın –asla yaldız değil- ve çeşitli renklerle kâğıt üzerine yapılan bezeme sanatına denir. Tezhiblenmiş eserlere müzehheb, müzeyyen; tezhib yapan kişiye de müzehhib veya müzehhibe denir. Kitap bezeme san'atı olan tezhibin ilk örneklerine Uygur fresklerinde rastlanmaktadır. Gazneliler döneminde bezeme san'atında geometrik motifler sık kullanılmıştır. Bu devirde yazılmış kufî yazıların süslemesinde rumî ve hatayî motiflere yer verilmiştir.Selçuklularla İran üzerinden Anadolu'ya kadar ulaşan ve önceki medeniyetlerin kalıntılarını taşıyan bu san'at, onu uygulayan san'atkârların bu tesirleri kendi milli zevklerine dönüştürmeleriyle tekâmülünü devam ettirerek Osmanlılara geçmiş ve XVI. asırda en mükemmel seviyeye ulaşmıştır. XVIII. yy.dan itibaren Avrupa tesiriyle kimliğini kaybetmeye başlamıştır. 1940'larda Muhsin Demironat, Rikkat Kunt gibi san'atkârların büyük gayretleriyle yeniden klâsik tarz hayat bulmuştur. Tezhibin gayesi, yazıyı süslemek, fakat öldürmemektir. Yazı dâima birinci plândadır. Tezhib ve hat, kardeş iki san'attır, birlikte yürür, birbirlerini tamamlarlar. Tezhib desenlerinin belirlenmesinde hattın cinsi, ebadı, iriliği, hatta yazının muhtevâsı mühim rol oynar. Hattat tasarladığı kompozisyonla müzehhibi yönlendirebilir ya da isteğe göre baştan yazının ve tezhibin tasarımı birlikte kararlaştırılabilir. Yazıyı veya tezhibi talep eden kişi de tesirli olabilir. Tezhibte altın, kök boya, renkli toprak boya, oksit boya, bazı renkli taşların tozları, sulu boya, guaj/guaş boya, akrilik ve plâka boyalar kullanılır. Tezhibin en önemli malzemesi altın ve boyadır. Altın varak suyun yardımıyla arap zamkıyla birlikte ezilir ve jelâtin karıştırılarak kullanıma hazır hale getirilir. Hazırlanan desen kalıbı zemine geçirilerek altın ve boya tatbik edilir. Öncelikli olarak belirlenen alanlar altınlanır ve mührelenir. Motifler renklendirildikten sonra tahrîr denilen konturlama (dış hatların çekilmesi) yapılır. Desen tahrîrlendikten sonra sıra, zeminlerin boyanmasına gelir ve motifler gölgelendirilerek tezhib tamamlanır. Fırçalar kullanılacakları işe göre özel seçilerek, kullanım şekline göre; tahrîr fırçası, zemin fırçası, altın fırçası gibi adlar alır. Yazma eserlerde, murakkalarda veya levhalarda yazının etrafını çevreleyen ve altın kullanılarak yapılan çerçeveye cetvel denir. Cetvellerin kenarına çizilen, renkli çizgilerden meydana gelen ince cetvele ise kuzu denir. Yazının etrafındaki cetvellerin arası geometrik, bitkisel, rumî, bulut gibi motiflerle süslenir ki buna bordür veya pervâz denilir. Tezhiblerin en görkemlileri Kur'ân-ı Kerîm'lerde serlevha ve başlık adı verilen bezemelerde görülür. Mushaflarda Fâtiha Suresi'nin tamamı ile Bakara Suresi'nin baş tarafı hususî ve zengin bir tezhible işlenir. Bu en gösterişli sayfalara serlevha denir. Mushaflarda sure başlarına veya kitaplardaki konu başlarına yapılan bezemelere sure başı veya fasıl başı tezhîbi denir. Son bölüme yapılan tezhibli sayfalar hâtime sayfası, serlevhadan önce gelen süslü sayfaya da zahriye sayfası denir. Zahriye sayfası ve serlevha tezhibinde müzehhip bütün hünerini gösterir. Kitaplarda cümle sonlarına, mushaflarda ise âyet sonlarına konulan tezhibli küçük yıldızlara veya yuvarlak şekillere nokta adı verilir. Muntazam geometrik şekillerde yapılmış olan noktalar mücevher nokta, altı köşeli olanlarına şeşhâne nokta, beş yapraklı olanlarına pençberk, üç yapraklı olanlarına da seberk denir. Mushaflarda sayfa kenarlarında yapılan gül süslemeleri, bulundukları yere göre cüz gülü, hizip gülü, sure gülü, vakıf gülü, secde gülü gibi isimler alır. Satır aralarının altın veya boya ile çevrilmesine beynessütur adı verilir. Levha kenarlarında, murakkaalarda, kitaplarda sayfaların kenarlarında veya yazı aralarında zaman zaman görülen altın parçacıklara zerefşân, gümüş parçacıklara simefşân, boyaya rengefşân adı verilir. Tezhibin bittiği alandan sayfa kenarına doğru uzayan ve geride kalan boşluğu dengeleyen, ok gibi ucu sivri motiflere tığ denir. Tabiattaki çeşitli bitkilerin ve özellikle çiçeklerin stilize (üsluplaştırma) edilmesi ile gerçekleştirilen motiflerde bulunan çiçekler, yaprak, yonca, penç ve hatâyîdir. Hayvan figürlerinin stilize edilmesiyle rumî motifler ortaya çıkmış olup, bu motiflere sarılma rumî, sencide rumî, hurde rumî, işlemeli rumî, tepelik ve orta bağ gibi adlar verilir. Gökyüzündeki bulutlardan ilham alınarak yapılan ve oldukça yaygın olarak kullanılan bulut motifleri de yığma bulut, çin bulutu v.b. adlarla anılır. Serbest kompozisyonlar oluşturulurken kullanılan motiflerde genellikle melek, ejder ve bazı hayvan figürleri karşımıza çıkar. Müzehhibin herhangi bir kısıtlamaya gitmeden, içinden geldiği şekilde çalıştığı kompozisyonlara serbest kompozisyon denir. Serbest kompozisyona ve fırça hareketlerine dayalı az renkle çalışılan üsluba saz üslubu denir. Şahkulu, Karamemi, Baba Nakkaş, Mehmed Çelebi, Ali Üsküdârî tarihteki önemli müzehhipler arasında sayılabilir. XX. y.y.'da tezhib san'atının eski güzelliğine ulaşması yolunda bazı çalışmalar yapılmıştır. Tezhib san'atının kaybolmaması, yeniden canlandırılıp gelecek nesillere aktarılması konusunda Necmeddin Okyay, A.Süheyl Ünver, Muhsin Demironat ve Rikkat Kunt'un büyük çabaları olmuştur. Ayrıca Tahsin Aykutalp ve F. Çiçek Derman tezhib san'atında günümüzün usta isimlerindendir. Akar, Azade; Keskiner, Cahide, Türk Süsleme Sanatlarında Desen ve Motif, İstanbul, 1978. Derman, Uğur, Türk Hat Sanatının Şaheserleri, Ankara, 1982. Ersoy, Ayla, Türk Tezhib Sanatı, İstanbul, 1988. Kurfeyz, Nilüfer, Tezhib, İstanbul, 2003. Yılmaz, Abdulkadir, Türk Kitap Sanatları Tabir ve Istılahları, İstanbul, 2004.

İdare İdare 01 Mayıs
Konu resmiGelsin
İnsan

Rasulünü (sas) sevenlerden Davasını bilenlerden, Yoluna yüz sürenlerden, Haberini soran gelsin. Aşk yolunu seçenlere, Günahlardan kaçanlara, Cennetlere uçanlara, Katılmayı bilen gelsin.Masivaya tapmadan, Hak yolundan sapmadan, Çalışmaktan bıkmadan, Kaya gibi olan gelsin. Seve seve gidenlere, Bile bile yitenlere, Bu ummana girenlere, Dost olmayı bilen gelsin. Hak davayı bilen gelsin, Gerçek yurdu seçen gelsin, Bu dünyadan geçen gelsin, Kefenini biçen gelsin. Tek Rab O'dur bileceksin. Ölüm yakın bileceksin, Emredince öleceksin, Ölümünü seven gelsin.

Ayhan ARAS 01 Mayıs
Konu resmiKur'ân Âyine İster, Vekil İstemez!

LEMAAT TAHLİLLERİ-5 Dinimizin uyulması gereken hükümlerinden ibaret olan şeriata dair kitapların da bu önemli kaide dikkate alınarak yazılması gerekir. Tâ ki avam tabakasının kaynaktaki kutsiyetten istifade etmeleri ve daha bir gayretle dine itaatleri sağlansın. İslâm şeriatındaki hükümlerin % 90'ı müsellemât veya zaruriyat-ı diniye denilen dinin esas ve temel meseleleridir. Bu esaslar Kur'ân ve sünnette farklı anlaşılmalara meydan vermeyecek derecede, çok açık bir şekilde bildirildiğinden bunlar üzerinde bütün hak mezhepler ittifak etmiştir. Farklı bir görüş bildirmemişlerdir. Dinimizin binasını ayakta tutan, bu elmas kıymetindeki sütunlardır. 1- Kur'ân âyine ister, vekil istemez 2- Ümmetteki cumhuru (çoğunluğu), hem avamın umumu(nu); burhandan ziyade (delilden çok) me'hazdaki (kaynaktaki) kudsiyet şevk-i itaat verir (itaate şevklendirir), sevkeder imtisale (uymaya yönlendirir). 3- Şeriat(ın) yüzde doksanı; müsellemat-ı şer'î (şeriatın herkesçe kabul edilen ihtilafsız meseleleri ve), zaruriyat-ı dinî (dinin kati ve açık hükümleridir) (bunlar ise) birer elmas sütundur. 4- İçtihadî (hakkında ictihad edilen), hilafî (hakkında müctehidlerin ihtilaf ettiği), fer'î (dinin esasatından değil yan meselelerinden) olan mesail (meseleler); yüzde ancak on olur. 5- Doksan elmas sütunu, on altunun sahibi (olan bir müctehid) kesesine koyamaz (sahiplenemez), ona tâbi kılamaz. Elmasların madeni: Kur'ân ve hem Hadîstir. Onun malı(dır). Oradan, her zaman istemeli(dir). 6- Kitablar, içtihadlar Kur'ânın âyinesi, yahut durbîn (dürbün) olmalı. Gölge, vekil istemez o Şems-i Mu'cizbeyan (anlatımı mucizeli olan Kur'ân güneşi). TAHLİL 1- Kur'ân'dan istifade edilerek yazılan ictihad kitaplarındaki meselelerin Kur'ân'dan alındığı gayet açık olarak anlaşılması lazımdır. Oradaki hakikatlerin arkasında açıkça Kur'ân görünüyorsa, o kitap aynalık yapmış olur. Açıkça görünmüyorsa, müellif Kur'ân'a vekâleten konuşmuş olur. Bu takdirde müellifin o kitabı Kur'ân'a gölge olur. 2- Ümmetin çoğunluğunu, ya da avam tabakasının tamamını şer'i bir ameli işlemeye sevk eden ve şevklendiren en önemli sebep o amelin kutsi bir iş olduğunu bilmesidir. Avam için kutsal bir kaynaktan gelmenin yaptığı olumlu etkiyi delillere dayanarak yapılan ispatlar sağlayamaz. Meselâ, avamdan birisine, zekât vermenin ne kadar faydalı bir ibadet olduğu değişik delillerle anlatılabilir. Fakat bu delillerin hiç biri onun ruhunda, Allah'ın Kur'ân'daki Zekâtı verin! emri kadar etkili olamaz. 3- Dinimizin uyulması gereken hükümlerinden ibaret olan şeriata dair kitapların da bu önemli kaide dikkate alınarak yazılması gerekir. Tâ ki avam tabakasının kaynaktaki kutsiyetten istifade etmeleri ve daha bir gayretle dine itaatleri sağlansın. İslâm şeriatındaki hükümlerin % 90'ı müsellemât veya zaruriyat-ı diniye denilen dinin esas ve temel meseleleridir. Bu esaslar Kur'ân ve sünnette farklı anlaşılmalara meydan vermeyecek derecede, çok açık bir şekilde bildirildiğinden bunlar üzerinde bütün hak mezhepler ittifak etmiştir. Farklı bir görüş bildirmemişlerdir. Dinimizin binasını ayakta tutan, bu elmas kıymetindeki sütunlardır. 4- Geri kalan %10'u ise hikmet-i ilâhiyece farklı şekillerde anlaşılmaya kapı açan ve mezheplerin kaynağını teşkil eden fer'î meselelerdir. İşte yalnız bu kısımda müctehid imamlarımız, bu konudaki benim görüşüm şudur nevinden farklı anlayışlar ifade etmişlerdir. Üstad Bediüzzaman Hz. mezheplerdeki bu farklılaşmanın hikmet-i ilâhiyenin sevkiyle nasıl ortaya çıktığını ve beşeriyetin fıtratına nasıl münasip olduğunu 27. Söz İctihad Risalesi'nin hatimesinde çok güzel bir şekilde anlatır. 5- İctihada dayalı fer'î hükümler, her ne kadar şeriattan kaynaklanmış olmaları hasebiyle aslen semâvî olsalar da müctehidin istidadının onda bir hissesi vardır. Ayrıca dinin esasatına nisbetle elmasın yanında altın kıymetindedirler. Bu cihetle fıkıh kitaplarının yazılışında çok dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. O da, içindeki ağırlıklı konuları esasatın teşkil etmesi, hem de o esasatın Kur'ân ve sünnetin hükümleri olduğunun çok açık bir şekilde ortaya konulması ve bu şekilde Kur'âna ayinedarlık yapılmasıdır. Meselâ öğle namazı farzdır ve şöyle kılınır tarzında bir üslup kullanarak Kur'ân'a vekâlet yapmak yerine; öğle namazını Allah Kur'ân'da şu ayetle emretmiştir. Rasullah asm. da şöyle kılmıştır tarzında anlatarak Kur'ân'a ayinedarlık yapmak, ya da diğer bir ifadeyle, Kur'ân'ı akıl ve hayale yaklaştıran bir dürbün vazifesi görmek daha isabetli bir yoldur. Böylelikle insanlar o emirleri yaşamakta daha bir şevk ve gayret hissederler. Eğer bir ictihad kitabında Kur'ân ve hadisten çok bir müctehidin ya da müctehidlerin sözlerinin öne çıkması söz konusu ise, avamın nazarında sanki o şer'î meseleler onların şahsi mallarıymış gibi algılanabilir. Bu da 90 elmas sütunu 10 altına tabi kılmak hükmündedir. Yazımızın sonuna Sünuhat Risalesinden aldığımız iktibasta, Üstad Hz. aynı mevzuyu daha detaylı bir şekilde işlemektedir. Mesela eski şer'î kitaplara dair Sünuhatta geçen şu cümleler, Hz. Üstad'ın maksadını daha açık bir şekilde şerh etmektedir: Demek şeriat kitabları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla (zamanla) mukallidlerin (taklid ehli kimselerin) hatası yüzünden paslanıp, hicab (perde) olmuşlardır. Evet bu kitablar, Kur'âna tefsir olmak lâzım iken, başlı başına tasnifat (yazılmış kitaplar) hükmüne geçmişlerdir. Yine o kitaplara dair, uzun bir zaman içinde yapılabilecek bir düzenlemeyi şöyle anlatır: Yahut tedricî bir terbiye-i mahsusa ile (zaman içinde gerçekleştirilecek hususi düzenlemelerle) kütüb-ü şeriatı (şeriat kitaplarını) şeffaf birer tefsir suretine çevirip, içinde Kur'ânı göstermektir. Selef-i müçtehidînin (ilk müçtehidlerin) kitabları gibi; (İmam Mâlik'in) Muvatta(sı), (ve İmam-ı Azam'ın) Fıkh-ı Ekber (kitabı) gibi. Meselâ: Bir adam İbn-i Hacer'e (ö. 1576) (onun fıkıh kitabına) nazar ettiği (baktığı) vakit, Kur'ânı anlamak ve Kur'ânın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn-i Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarîk (yol) da zamana muhtaçtır. KUR'ÂNIN HÂKİMİYET-İ MUTLAKASI Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı diniyede (dinî hükümlerde) gösterdiği teseyyüb (tembellik) ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur: Erkân ve ahkâm-ı zaruriye (dinin temel hükümleri) ki, yüzde doksandır. Bizzât Kur'ânın ve Kur'ânın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilafiye (ihtilaf olunan meseleler) ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilafiye ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt (farklılık) vardır. Mes'ele-i içtihadiye altun ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu, on altunun himayesine vermek, mezcedip (karıştırıp) tâbi kılmak caiz midir? Cumhuru, bürhandan ziyade me'hazdeki (kaynaktaki) kudsiyet imtisale (uymaya) sevkeder. Müçtehidînin kitabları vesile gibi, cam gibi Kur'ânı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı. (…) Eğer cemaat-ı İslâmiyenin hacat-ı zaruriye-i diniyesi bizzât Kur'âna müteveccih olsa idi (Müslüman cemaati, dini ihtiyaçlarını bizzat Kur'ân'dan alsalardı), o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitablara taksim olunan (dağılan) rağbetten daha şedid (şiddetli) bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe (alakaya) mazhar olur. Ve bu suretle nüfus (nefisler) üzerinde bütün manasıyla hâkim ve nafiz (etkili) olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan (okunmasıyla bereketlenilen) bir mübarek derecesinde kalmazdı. (…) Bu mes'eleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rü'yada Cenab-ı Peygamber sav. Efendimizi gördüm. Bir medresede huzur-u saadette bulunuyordum. Cenab-ı Peygamber bana Kur'ândan ders vereceklerdi. Kur'ânı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber sav. Efendimiz, Kur'âna ihtiramen kıyam buyurdular (ayağa kalktılar). O dakikada şu kıyamın, ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi. Bilâhere bu rü'yayı, suleha-yı ümmetten (ümmetin salihlerinden) bir zâta hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: Bu büyük bir işaret ve beşarettir (müjdedir) ki, Kur'ân-ı Azîmüşşan lâyık olduğu mevki-i muallâyı (yüksek mevkiyi) bütün cihanda ihraz edecektir (elde edecektir). (Sünuhattan kısaltılarak alınmıştır.) Cenâb-ı Allah en yakın bir zamanda, Kur'ân'ın beşeriyet üzerinde layık olduğu mevki-i muallâyı ihraz etmesini nasib eylesin. Binlerle amin! Lemaat Tahilleri Yazı Dizisi (Lemaat Tahlilleri-1) Lemaat eseri nasıl mütalaa edilmeli? (Lemaat Tahlilleri-2) Kudretin Âyineleri Çoktur (Lemaat Tahlilleri -3) Temessülün Aksâmı Muhtelifedir (Lemaat Tahlilleri-4) Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise (Lemaat Tahlilleri-5) Kur'ân âyine ister, vekil istemez (Lemaat Tahlilleri-6) Meziyetin Varsa Hafâ Türabında Kalsın; tâ Neşvünema Bulsun! (Lemaat Tahlilleri-7) İslâm, Evliyâlara ve Hıristiyan Azizlere Nasıl Bakar? (Lemaat Tahlilleri-8) Tebeî Nazar, Muhali Mümkün Görür (Lemaat Tahlilleri-9) Nasraniyet İslâmiyete Teslim Olacak (Lemaat Tahlilleri-10) Melâike Bir Ümmettir; Şeriat-ı Fıtriye İle Memurdur(Lemaat Tahlilleri-11) İslâm Medeniyeti Zuhur Edecek!

İdare İdare 01 Mayıs
Konu resmiKur'ân hattını muhâfaza hizmeti

Risâle-i Nur'un mühim bir vazîfesi, âlem-i İslâmın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi muhâfaza etmektir Risâle-i Nur hizmetinin ruhu ve esası Kur'ân'a hizmettir. Hazret-i Üstâd'ın bu çerçevede son derece önem verdiği maksadlarından biri de Kur'ân hattına hizmet etmek ve onu muhâfaza etmek idi. O şöyle diyordu: Risâle-i Nur'un mühim bir vazîfesi, âlem-i İslâmın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi muhâfaza etmektir Bedîüzzaman Hazretleri Âhiret kardeşlerime mühim bir ihtâr! başlıklı mektubunda nasıl Risâle-i Nur talebesi olunabileceği hususunda şu sınırları çiziyordu:Risâle-i Nur'a intisâb eden zâtın en ehemmiyetli vazîfesi, onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişârına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran Risâle-i Nur talebesi ünvanını alır. Ve o ünvan altında her yirmidört saatte benim lisânımla belki yüz def‘a, bazen daha ziyâde hayırlı duâlarımda ve ma‘nevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber, benim gibi duâ eden kıymetdar binler kardeşlerin ve Risâle-i Nur talebelerinin duâlarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.  Üstâd Hazretleri tarafından yapılan Nur talebesi ta‘rîfindeki bu ayrıntıları, Hazret-i Ali Efendimiz'in de aynı paralelde farklı ifadelerle te'yîd ettiğini, 18. Lem'a'daki şu satırlarda görmekteyiz: Hazret-i İmâm-ı Ali (ra) huruf-u ecnebîyi (latinceyi) İslâmlar içinde kabul ettirmek hâdisesi ile ulemâ-yı su'un bid‘alara yardımlarından teessüfle bahsedip, o iki hâdise ortasında irşâdkârâne bazılarından bahsediyor ki, o sekîne olan ism-i A‘zam ile ecnebî hurufuna karşı mukābele ediyor ve hem ulemâ-yı su'a karşı muhâlefet ediyor. İşte bu zamanda o adamlar, Risâle-i Nur şâkirdleri ve nâşirleri oldukları şübhesizdir. Çünki onlardır ki, hatt-ı Kur'ân'ı muhâfaza ediyorlar ve bid‘akâr bir kısım ulemâlara karşı mukāvemet ediyorlar.  Bir Nur talebesi, bizzât Üstâdı tarafından beyân edilen ve Hatt-ı Kur'ân'ın tebdîline karşı, Kur'ân şâkirdlerinin bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur'ânîyi muhâ­fazaya çalışması  gerektiğine işaret eden bu emsâl ifadeleri, nazar-ı dikkat ve imtisâlinden uzak tutabilir mi? Hazret-i Üstâd'ın hayatta olduğu sürece hiç aksamadan aynen devam etmiş olan yazı hizmetini ve hatt-ı Kur'ân'ı muhâfaza hedefini, onun vefatından sonra bir ayrıntı ve hususî bir kemâl gibi görmek; münferid, indî beyânlarla bu hizmeti bir kısım Nur talebelerine mahsus, güzel bir gayretkeşlik olarak göstermeye çalışmak, doğru bir değerlendirme olabilir mi? Halbuki Üstâd, Risâle-i Nur'ların ehl-i hakîkate bâkî bir rehber ve lâyemut bir mürşid olduğunu beyân ederken, talebelerine asıl mürâcaat kaynağı olarak Risâle-i Nur'ları göstermekte, Benimle hakîkat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam, hangi risâleyi açsa; benimle değil, hâdim-i Kur'ân olan üstâdıyla görüşür ve hakāik-i îmâniyeden zevkle bir ders alabilir buyurmaktadır. Öyleyse sıhhati münâkaşalı nakillerde mutlak referans, Üstâd'ın bizâtihî kendi ifadeleri olmalı, prensip i‘tibâriyle Risâle-i Nur'larla tenâkuza düşmeyen ifadeler makbulümüz olmalıdır. Kimsenin rivâyeti, asrın imamının kendi sözünden daha mu‘teber değildir. Risâle-i Nur gibi asrın hizmet programını muhtevî lâyemut bir eserde bahsi geçen herhangi bir mevzu‘, gerekçesi ne olursa olsun asılsız bir maslahata binâen söylenmiş kabul edilirse, bu kabulün Hazret-i Ali Efendimiz'e nisbet edilen takıyye isnâdından hiçbir farkı yoktur. Böyle kahramân-ı İslâm ve ehl-i îmânın rehberi olan bir zâtı, aslında kabul etmediği beyânlarla muttasıf görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hazret-i Üstâd da teberrî eder. Halbuki Bedîüzzaman Hazretleri huruf-u Kur'âniye'yi muhâfaza hizmetini o kadar önemsiyordu ki, yazdığı mektubunda bile talebelerine: اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ  Ø¨ÙØ¹ÙŽØ¯ÙŽØ¯Ù حُرُوفَاتِ رَسَٓائِلِ الَّت۪ى كَتَبْتُمْ وَ تَكْتُبُونَ Yani Risâle-i Nur'dan yazdığınız ve yazmakta olduğunuz harflerin sayısınca Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun!  diye selâm veriyor, bu vesîle ile dahi onları yazmaya teşvîk ediyordu. İşârât-ı Kur'âniye bahsinde otuz üç âyetten biri olarak, فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَاَيْدِيَكُمْ  cümle­sinin îmâsı ve remzi ile ‘O menba‘dan gelen nura (Risâle-i Nur'a) yüzünüz ile müteveccih olup mütâlaa ve istifâde ediniz. Ve ellerinizde kalemlerle neşredip halkları sukÅ«t-u ahlâktan suuda ve terakkîye çıkmalarına çalışınız  ifadeleri, yazı hizmetinin hakîkatte ne olduğuna, nasıl anlaşılması lâzım geldiğine gaybî bir tasdîk sikkesidir. YAZI HİZMETİ VE MATBAA Risâle-i Nur hizmetinin neşri esnâsında matbaanın devreye girmesi, hususan bu maksadla teksîr makinesi alınmasını Ey bin kalemli kâtib, hoş geldin! diyerek memnuniyetle karşılayan Bedîüzzaman Hazretleri'nin kalemle hizmete dâir bunca îzâhını, Şimdi matbaalar var, artık yazı zamanı değil diyerek yazı hizmetini münhasıran o dönemdeki bazı imkânsızlıklara bağlamak, hatt-ı Kur'ân'ı muhâfaza hizmetinin ruhuyla aslâ bağdaşmaz. Emirdağ Lâhikasında Üstâd bu mukadder i‘tirâza, şu nükteli cevabı vermektedir: Bir zaman bir memlekete şimendifer geldiği vakit, arabacılar telâş edip dediler: ‘Bizim san‘atımız bozuldu.' Halbuki şimendiferin gelmesiyle memlekette fa‘âliyet çoğaldığından, faytonculuğa iki kat ziyâde ihtiyaç olmuş. İnşâallâh, onun gibi Nur yazıcıları değil tevakkuf, belki daha ziyâde yazı ile defter-i a‘mâllerine hasenât kaydedecekler.  YAZI MEKTUBU Üstâd Hazretleri ehemmiyetine binâen En az on beş günde bir def‘a okunmalıdır! dediği İhlâs Risâlesi'nin hemen arkasına eklediği Yazı Mektubu nâmıyla ma‘ruf îkāzında Bir kısım kardeşlerime hususî bir mektubdur diyerek şu hakîkatleri beyân etmektedir: Yazıda usanan ve ibâdet ayları olan şuhur-u selâsede sâir evrâdı, beş cihetle ibâdet sayılan Risâle-i Nur yazısına tercîh eden kardeşlerime iki hadîs-i şerîfin bir nüktesini söyleyeceğim. Birincisi:  يُوزَنُ مِدَادُ الْعُلَمَٓاءِ بِدِمَٓاءِ الشُّهَدَٓاءِ -ev kemâ kāl- Yani: Mahşerde ulemâ-yı hakîkatin sarf ettikleri mürekkeb, şehîdlerin kanıyla muvâzene edilir; o kıymette olur. İkincisi: مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّت۪ي عِنْدَ فَسَادِ اُمَّت۪ي  ÙÙŽÙ„َهُٓ اَجْرُ مِائَةِ شَه۪يدٍ  -ev kemâ kāl- Yani: Bid‘aların ve dalâletlerin istîlâsı zamanında sünnet-i seniyeye ve hakîkat-i Kur'âniyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehîd sevabını kazanabilir. Ey tenbellik damarıyla yazıdan usanan ve ey sofîmeşreb kardeşlerim! Bu iki hadîsin mecmuu gösterir ki, böyle zamanda hakāik-i îmâniyeye ve esrâr-ı şerîate ve sünnet-i seniyeye hizmet eden mübârek hâlis kalemlerden akan siyah nur veya âb-ı hayat hükmünde olan mürekkeblerin bir dirhemi, şühedânın yüz dirhem kanı hükmünde yevm-i mahşerde size fâide verebilir. Öyle ise, onu kazanmaya çalışınız. Eğer deseniz: Hadîste ‘âlim' ta‘bîri var, biz bir kısmımız yalnız kâtibiz. Elcevab: Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakîkatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risâle-i Nur şâkirdlerinin bir şahs-ı manevîsi var, şübhesiz o şahs-ı ma‘nevî bu zamanın mühim bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı ma‘nevînin parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda liyâkatsiz olduğum halde, haydi hüsn-ü zannınıza binâen bu fakire bir üstâdlık ve tebeiyet noktasında bir âlim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmî ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır, hadîste gösterilen ecri alırsınız. RİSÂLE-İ NÛR'U YAZMANIN DÜNYEVÎ VE UHREVÎ FÂİDELERİ Bu iki hadîs-i şerîften alınan bir ilhâmla, Risâle-i Nur'u yazmanın dünyevî ve uhrevî pek çok fâidelerinden, Risâle-i Nur'da beyân edilen ve şâkirdlerinin tecrübeleriyle tasdîk edilen yalnız birkaç tanesini beyân ediyoruz. Beş türlü ibâdet: 1. En mühim bir mücâhede olan ehl-i dalâlete karşı ma‘nen mücâhede etmek 2. Üstâdına neşr-i hakîkat cihetinde yardım suretiyle hizmet etmek 3. Müslümanlara îmân cihetinde hizmet etmek 4. Kalemle ilmi tahsîl etmek 5. Bazen bir saati bir sene ibâdet hükmüne geçen, tefekkürî olan bir ibâdeti yapmaktır. Beş türlü de dünyevî fâidesi var: 1. Rızıkta bereket 2. Kalbde rahat ve sürur 3. Maîşette suhulet 4. İşlerinde muvaffakiyet 5. Talebelik fazîletini almakla, bütün Risâle-i Nur talebelerinin hâs duâlarına hissedar olmaktır. Kalemle Nurlara hizmet ve sadâkatle talebesi olmanın iki mühim neticesi vardır: 1. Âyât-ı Kur'âniyenin işaretiyle, îmânla kabre girmektir 2. Bütün şâkirdlerin ma‘nevî kazançlarına, Nur dâiresindeki şirket-i ma‘neviye sırrıyla, umum onların hasenâtlarına hissedar olmaktır. Hem bu talebesizlik zamanında, melâikelerin hürmetine mazhar olan talebe-i ulum-u dîniye sı­nıfına dâhil olup (bazı ehl-i keşfin kat‘î müşâhedesiyle sâbittir) âlem-i berzahta -talii varsa, tam muvaffak olmuşsa- Hâfız Ali ve ‘Meyve'de bahsi geçen meşhur talebe gibi, şühedâ hayatına mazhar olmaktır. Eserlerin yazarak çoğaltılması, yani neşr-i hakîkat cihetiyle yapılan hizmet, bu beş nevi‘ ibâdetin ve bu kadar hikmet ve maslahatın içinde sâdece bir tanesini teşkîl etmektedir. Muazzez Üstâd yazı hizmetine dâir yaptığı bu kadar tahşîdâtın arkasından bu hizmete ziyâde ehemmiyet veren Nur Talebeleri hakkında, Kalbime geldi ki, bu kahramanların şimdi de bir mükâfâtı yok mu? suâline ise şöyle cevab vermektedir: Birden ihtâr edildi ki, onlar bu mecmuayı yazmakla feylesofları susturan, îmâna getiren kuvvetli bir ders-i îmânîyi en evvel kendi kendine tam okuyorlar, ma‘nevî bir hazine kazanıyorlar… Hem onlar, bu mübârek kalemleriyle eski zamanda İslâmiyet'in büyük mücâhid kahramanlarının kılıçlarının kudsî hizmet­lerini görüyorlar. Elbette istikbâl onları, Nurcuları çok alkışlayacak! Bugün için küçük çocukların bile Latin harfleriyle okuma yazma bildiği şöyle bir dönemde bu çalışmanın inşâallâh İslâm hattının daha kolay öğrenilerek geniş kitlelere yayılmasına vesîle olmasını, hem Risâle-i Nur Külliyâtı'nın orijinal nüshalarının herkes tarafından incelenerek mukâyese edilebilir olmasını Cenâb-ı Erhamü'r-Râhimîn'den niyâz ediyoruz.

Semih Esad GÜNER 01 Mayıs
Konu resmiÇekilip nur-ı hidâyet…

Çekilip nur-ı hidâyet, yine zindan olacak Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak, Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm, Çünki hicran dolu kalbim, yine hicran olacak. Yine göç var diye, mecnuna haber verme sakın, Yine matem, yine zâri, yine efgan olacak. Açılan ol gül-i tevhid, sararıp solsa gerek, Kapanıp Ka'be-i irfan, yine viran olacak. Haber aldım ki, yarın yâd olacakmış bize yâr Ne büyük yare ki, kimler buna derman olacak, Bu büyük dert-i elemden, kime şekva edeyim. İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak O şifa-bahş olan envarını sen çeksen eğer, Bana kim nur verecek, kim bana Lokman olacak. O temiz pak nefesin âb-ı hayatı bu çölün, Onu dur etme ki, her ferd ona reyyan olacak. Hele ol nur-ı şerifin, kime değmişse eğer, Küçücük zerre de olsa, meh-i tâbân olacak. O lütufkâr, o keremkâr eli öptükçe, benim, Bu küçük kalb-i hazinim, yine handan olacak. Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem, Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak. Nazarın erse, garib başıma ey nur-ı hüda, Bu gün artık bu hakir bende de umman olacak. Bu anasır, yüzüne her ne kadar çekse hicab; Yine haksın, buna şahid yine Kur'ân olacak. Kab-ı Kavseynden alıp dersimi, bildim ki ayân, O güzel nur-ı bedi' manevi sultan olacak. Sakınıp, Feyzi-i bîçareye bahs açma bugün, Yeni baştan yine şeyda, yine giryan olacak. Hasan FEYZİ (rh)

İdare İdare 01 Mayıs
Konu resmiNur Hizmeti'nin İntişârı ve Ahmed Husrev Altınbaşak

HUSREV EFENDİ KİMDİR? Ahmed Husrev Efendi, h.1315/ m.1899 senesinde Isparta'nın Senirce Köyü'nde dünyaya geldi. Babası, Osmanlı Devleti'nin son dönem Isparta vâlilerinden Hacı Edhem Beyin torunu Mehmed Bey olup, annesi Ayşe Hanımefendi idi. Yeşil Sarıklılar nâmıyla bilinen ve Isparta eşrâfından olan baba tarafının şeceresi Hz. Ebubekir'e (ra) dayanmakta; anne tarafı ise, yine asil bir sülâleye mensub olarak evlâd-ı Resul'den, Hz. Hüseyin'den (ra) gelmekte ve ecdadı Hâfız-ı Kurrâlar diye bilinmekte idi. Hazret-i Üstâd'ın Barla'ya sürgün olarak geldiği 1926 senesinde, gördüğü bir rüya üzerine onu ziyarete giden Husrev Efendi, bu târihten i‘tibâren onun ilk talebelerinden biri olarak hizmet-i Nuriyede Üstâdının hem istişâre arkadaşı, hem yardımcısı ve hizmetinin en önemli rüknü olarak yerini aldı.Koca Osmanlı İmparatorluğu'nun vakt-i inkırâzının ilk yılları, henüz çoklarının açıkça mücâdele etmekten çekindikleri, İslâm hesabına en ufak kıpırdanmalara dahi ağır bedellerin ödetildiği sıkıntılı günlerdi. Bedîüzzaman Hazretleri ve etrafında halkalanan Nur talebeleri işte o kaht-ı ricâl devrinde İslâm âlemini kucaklayan hizmetleriyle bütün menfî cereyânlara karşı direniyor, birçoklarının artık ümidsizliğe düştüğü bir dönemde geleceğe ümid ve kararlılıkla bakıyor, ehl-i îmânı, hususan nesl-i âtîyi kendilerini bekleyen âhirzaman fitnelerinden kurtarmak için olanca gayretleriyle mücâhede ediyorlardı. Öyle ki onlar bu uğurda, hakāik-i îmâniye ve şeâir-i İslâmiyeyi muhâfaza ve i‘lân adına yasa dışı cemiyetçilikle, şerîatçılık ve hilâfet-i İslâmiyeyi te'sîs etme gāyesiyle devletin temel esaslarını değiştirmeye yönelik fa‘âliyetlerde bulunmakla suçlanıyor, bir mahkemeden ötekine taşınıyor, hukuk dışı kararlarla yıllarca hapis cezâsına mahkum ediliyorlardı. Nur talebeleri hizmet-i îmâniyeleri sebebiyle hapis ve sürgünlerle, sosyal ve ekonomik hayatları felce uğratılmakla ağır bedeller ödüyorlar, ama Risâle-i Nur'dan aldıkları feyizle hizmetlerinde sebat ediyorlardı. Çile kahramanı büyük Üstâd târîhçe-i hayatında, hayatının hulâsasını şöyle tasvîr eder: Seksen küsur senelik bütün hayatımda, dünya zevki nâmına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında yahut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Dîvân-ı harblerde bir cânî gibi muâmele gördüm. Bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men‘ edildim. Def‘alarca zehirlendim. Türlü türlü hakāretlere ma‘ruz kaldım.  Üstâd'ın çile dolu bu hayatına onun hemen yanı başında aynı gāye ve benzer çilelerle iştirâk eden talebelerinin başında Ahmed Husrev Altınbaşak geliyordu. O, Risâle-i Nur'un Eskişehir, Denizli, Afyon gibi bütün mahkemelerinde Üstâdı ve sâdık Nur talebeleri ile birlikte i‘dâm kasdıyla muhâkeme edilmiş, onun vefatından sonra da birçok cezâevi, ağır cezâlık duruşmalardan sonra yeni çilehâneleri olmuştu. Denizli Hapsi'ndeki zehirlenmelerini hıfz-ı İlâhî ile Üstâdla birlikte atlattıklarında, aynı hâdisede aralarından Hâfız Ali Ağabey'i şehîd vermişlerdi. Rahmetullâhi aleyhim. Bedîüzzaman Hazretleri, tahammülü pek müşkil bu ağır şerâit altında sürgünden sürgüne sürüklendiği ve gözaltında tutulduğu yerlerde te'lîf ettiği Nur risâlelerini mektublar hâlinde hizmet-i nuriyenin merkezi olan Isparta'da bulunan Husrev Efendi'ye gönderiyor, eserler Husrev Efendi'nin kontrolünde, Nur talebeleri vâsıtasıyla bir taraftan elle yazmak suretiyle ve bir yandan da teksîr makinesiyle çoğaltılarak Anadolu'nun her köşesine sevk ediliyordu. Memleketin birçok köşesindeki Nur talebelerinin yazdıkları mektublar da onun vâsıtasıyla Üstâd'a ulaştırılıyor, çoğu kez Üstâd'ın arzusuna göre cevablarını kendisi yazıyordu. Hazret-i Üstâd bu vesîle ile kendisine Gül Fabrikası  ünvanını verdiği Husrev Efendi'nin nur hizmetinin sevk ve koordinasyonu noktasındaki bu vazîfesini şöyle anlatır: Husrev'i tashîhte ve tevzî‘de ve tedbîrde ve muhâberede ve Nurların neşir ve yetiştirmesinde tebrîk ve muvaffakiyetine duâ ederiz. Bu ehemmiyetli vazîfelerle beraber; yine o şirin ve parlak kaleminin yazılarını çok nüshalarda görüyoruz. Husrev'in dâimâ kerâmetli, isâbetli ve fâideli ve çok yüksek fikri, her vakit Kur'ân hizmetinde kıymetdardır.  Bedîüzzaman Hazretleri, Husrev münâsib görmediği kısmı ta‘dîl, tebdîl, ıslah edebilir  diyerek hiçbir talebesine vermediği bir selâhiyeti, eserlerine müdâhale etme selâhiyetini Husrev Efendi'ye vererek, onun Risâle-i Nur hizmetindeki hayatî mevkiini bizlere göstermiş, Emirdağ'da zehirlendiği zaman onun kendi bedeline ölmek istediğini ifade eden mektubuna verdiği şu cevabla bu hususu bir kez daha te'yîd etmişti: Risâle-i Nur'un kahramanı Husrev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samîmî ve ciddî istiyor. Ben de derim: Te'lîf zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyâde ve neşre fâideli ise, hayatın dahi hizmet-i Nuriyede benim bu azablı hayatımdan o derece fâidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.  Üstâdının Ta‘rîfiyle Husrev Efendi Üstâd, Risâle-i Nur hizmetinde temâyüz eden Husrev Efendi'yi bizlere tanıtırken, memleket çapındaki medrese-i nuriyesinde onu talebelerinin önüne bir mikyâs olarak koyuyor ve onlara Husrev Efendi'nin adı ve ölçüsü ile iltifât ediyordu. Meselâ, Merhum Hasan Feyzî Ağabey, Üstâdı için ‘Denizli'nin Husrevi' olmuştu. ‘Aydın ve havâlîsinin Husrevi' Ahmed Feyzî Efendi idi. Kastamonu'daki hizmetleriyle Üstâd Hazretleri'ni memnun eden Mehmed Feyzî Efendi de onun için bir ‘Küçük Husrev' idi. O, bu ünvanı iftihârla taşıyor, yazdığı mektubları ‘Küçük Husrev Mehmed Feyzî' im­zasıyla bitiriyordu. İnebolu'lu Nazîf Çelebi'nin ünvanı ‘İnebolu Husrevi', İnebolu'nun ünvanı ise ikinci Isparta idi. Kezâ Isparta'nın Kâtib Osman'ı ‘İkinci bir Husrev'dir. Emirdağ'da ve hayatının son senelerinde Hazret-i Üstâd'ın hizmetkârlığını ve şoförlüğünü yapmış olan Ceylan Ağabey ise Üstâdı nazarında ‘Küçücük bir Husrev' idi. Birinci Tâhir ise, Hazret-i Üstâd için tam bir Husrev'dir. Hazret-i Üstâd, Husrev Efendi'nin Risâle-i Nur hizmetindeki mevkiini ve talebeleri nezdindeki mümtâz makamını gören ve bu hâli sarsmak için dessâs planlar tertîb eden mihrâkların oyunlarına gelinmemesi için talebelerini şöyle îkāz ediyordu: Gizli düşmanlarımız iki planı ta‘kîb ediyorlar. Birisi, beni ihanetlerle çürütmek; ikincisi, mâbeynimizde bir soğukluk vermektir. Başta Husrev aleyhinde bir tenkîd ve i‘tirâz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size i‘lân ederim ki: Husrev'in bin kusuru olsa, ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünki, şimdi onun aleyhinde bulunmak doğrudan doğruya Risâle-i Nur'un aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyânettir... Kabul etmek lâzımdır ki, Bedîüzzaman Hazretleri'nin bu ifadeleri, herkes hakkında söylenebilecek basit iltifât cümleleri değildir. Zîrâ Üstâd Hazretleri, hizmetleri sebkat eden birçok büyüğümüze iltifâtkârâne teveccüh ederek hizmetlerini alkışlarken, hiçbiri hakkında bu keyfiyette ifadelerde bulunmamıştır. Hiçbir ağabey hakkında bizlere, Husrev gibi bir Nur kahramanından benim yerimde ve Nur'un şahs-ı ma‘nevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasından hiç bir cihetle gücenmemek elzemdir  benzeri îkāzda bulunmamış, Onun aleyhinde bulunmayı kendisi aleyhinde, hatta Risâle-i Nur'un aleyhinde bulunmakla denk tutmamıştır. Hazret-i Üstâd'ın kendi beyânları başka delile, araştırmaya ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır ve Risâle-i Nur'lar mîrî malıdır, ortadadır ve hiç kimsenin tekelinde değildir. O, bir vasiyet hükmünde Husrev Efendi'yi bizlere şöyle tanıtıyordu: Ben da‘vâ eder ve isbat ederim ki, bu soğukta soğuk muâmele gören ve millete ve vatana zararlı tevehhüm edilen ve vücutça hastalıklı bulunan Husrev (Sellemallâhü Teâlâ- Allah ona selâmet versin), Türk milletinin ma‘nevî büyük bir kahramanı ve bu vatanın bir halâskârıdır ve Türk milleti onun ile iftihâr edecek bir hâlis fedâkârıdır. Ve sırr-ı ihlâsa tam mazhar olduğundan benlik ve riyâkârlık ve şöhretperestlik bulunmaması cihetiyle, çok hizmet-i vataniye ve milliyesinden bir ikisini beyân etmek zamanı geldi. Bu zât müstesnâ ve şirin kalemiyle nurlardan altı yüz risâleye yakın yazmış ve vatanın her tarafına neşrederek komünist perdesi altında dehşetli ifsâda çalışan anarşistliği kırdı ve tecâvüzünü durdurdu ve bu mübârek vatanı ve bu kahraman milleti o zehirden kurtarmak için te'sîrli tiryâkları her tarafa yetiştirdi. Türk gençlerini ve nesl-i âtîyi büyük bir tehlikeden kurtarmaya vesîle oldu... Şimdi Husrev gibi bir nur kahramanı size ihsân edildi. Ben şimdiye kadar Husrev'i ehl-i dünyaya göstermiyordum, gizliyordum.. Hem ben, hem o, daha gizlemek değil…  diyerek onu bizlere tekrar tekrar tanıtırken; onun aleyhinde bulunmayı, Risâle-i Nur'un ve kendisinin aleyhinde bulunmakla eşdeğerli tutuyor, bir kısım talebelerini gizli düşmanların planlarına aldanarak ihanet tuzağına düşmek ihtimâline karşı îkāz ediyordu. Husrev Efendi, Nur hizmetinin ilk günlerinden, Üstâd'ın dâr-ı bekāya irtihâline kadar ve onun sonrasında son nefesine kadar bu hizmetin her safhasında, her mahkemesinde bu­lunmuş, çilesini çekmiş mümtâz isimlerin en başında gelmektedir. Bu yüzdendir ki umum nur talebeleri içinde Risâle-i Nur Külliyâtı'nda en çok ismi geçen odur. Husrev Efendi'nin Risâle-i Nur hizmetindeki bu yerini, şifâhî ve resmî kaynaklar da te'yîd etmektedir. Meselâ, Isparta Cumhuriyet Müddeî Umumîliği'nin 954/311 esas ve 956/8 numaralı ve daha 1956 yılında Hazret-i Üstâd'ın hayatta iken Said Okur adıyla sanık listesinde bulunduğu iddiânâmede geçen şu ifadelerde Husrev Efendi'yi ta‘rîf eden satırlar câlib-i dikkattir: Maznun Husrev Altunbaşak: 22 seneden beri Said Okur'u tanıdığı, kitablarını okuduğu, bu kitabları teksîr edip dağıttığı, Saîd-i Nursî'nin yazdığı mektub­ları dahi teksîr ederek isteyenlere gönderdiği, bu eser ve mektubları okuyanlara Nur Talebesi adı verdikleri, Nur Talebelerinin Saîd-i Nursî'yi Üstâd olarak tanıdıkları, bunların ma‘nevî topluluğuna Medresetü'z-Zehrâ adını verdikleri, Said Okur'la beraber müteaddid def‘a mahkemeye verildiği, hatta tevkîf edildiği, evinde yapılan aramada elde edilen eserlerin Said Okur tarafından kaleme alındığı, bu eserleri mum kâğıt üzerine yazarak teksîr etmesi için maznunlardan Tâhir Mutlu'ya yolladığı, evinde Saîd-i Nursî'ye âit mektublar bulunduğu, kendisine gönderilen bu mektubların ve havâlelerin Rüşdü Çakın adresine gönderildiği ve en eski, en fa‘âl nurculardan olduğu, Saîd-i Nursî'nin en mu‘temed adamı bulunması dolayısıyla Üstâd-ı Sânî olarak tanındığı hususlarında maznunun ikrârı ve şâhidlerin şehâdeti ve aramada elde edilen vesîkalar gibi deliller mevcuddur. Husrev Efendi'nin, gerek Hazret-i Üstâd'ın ve gerekse Nur talebelerinin bu teveccüh­leri karşısında Üstâdına ve da‘vâ arkadaşlarına karşı hürmetkâr ve ihlâslı tavrı hiç değişmedi. Onun Hazret-i Üstâd'a yazdığı mektubları Risâle-i Nur'un kıymetinin ifade edildiği vecîz rağbetnâmeler, hem talebelerin Üstâdlarına ve Risâle-i Nur'a nasıl bir tavr-ı hürmet içerisinde olması gerektiğini gösteren âdâb­nâmeler, hem de Kur'ân'ın sâhilsiz ummânından coşkuyla akan Nur Risâ­le­leri­nin beşer ruhundaki te'sîrâtına şehâdet eden ihlâsnâmeler hükmündedir. Üstâdına yazdığı şu mektub bunun güzel numunelerinden biridir: Her tarafı ve her hâli kusur ve ayıbla dolu talebeniz, sevgili Üstâdının ayaklarının altına varlığını sermişti. Belki her gün, bu şiddetten daha büyük bir şiddetle muâmele görse ve hatta Üstâdı uğrunda, yüz bin hayatı olsa hepsini bile vermeye bilâ-tereddüd hazır olduğunu, surî değil, kalbî bir i‘tirâfla müheyyâdır. Mücrim talebeniz senelerden beri Hâlikından bir hâmî istiyordu. Baştan aşağıya kadar siyahlıklarla dolu olan defter-i a‘mâlim tedkîk edilse, bu hususta ne kadar tazarru‘ ve niyâzım vardır ve ne kadar gözyaşlarım bulunacaktır. Kur'ânî hizmet uğrunda, arzın sekenesi kadar hayatım olsa, her birisini fedâ etmeyi, ne büyük saadet ve şeref kabul etmişim. Ey sevgili Üstâdım! Ey kıymetdar Hocam! Ey senelerden beri aradığım muhterem mürşidim! Ey azîz dellâl-ı Kur'ân! Izdırablarımın sürura inkılâb etmekte olduğunu hissediyorum.  Husrev Efendi, Üstâdının Risâle-i Nur'da te'sîs ve tesbît ettiği esaslarla mâhiyeti ve çerçevesi çizilmiş olan nurânî ve Kur'ânî meşreb ve mesleğinden zerre mikdar ayrılmadan, ta‘vîz vermeden hizmet etmiş, binlerce genç Said'ler ve Husrev'ler yetiştirmiştir. ÜSTÂD'IN VEFATINDAN SONRA RİSÂLE-İ NÛR HİZMETİ Üstâd Bedîüzzaman Hazretleri'nin vefatından sonra, Risâle-i Nur câmiası içinde değişik isimler altında farklılaşmaların ve gurupların ortaya çıktığı bir dönemde Husrev Efendi, Risâle-i Nur hizmetine sadâkatle sâhib çıkmış ve onun aslî çizgisinden aslâ sapmamıştır. Kendisini bir parça tanıyan herkesin teslîm ettiği üzere Husrev Efendi, Risâle-i Nur hizmetinden ve hizmet-i nuriyenin düsturlarından bütün hayatı boyunca kıl kadar ta‘vîz vermemiş, Üstâdından tevârüs ettiği hizmetini hiç bir ma‘nevî kire bulaştırmadan devam ettirmiştir. Bu hizmetin düsturlarına herhangi bir te'vîle girmeksizin tâbi‘ olmayı ve hizmet-i nuriyenin ruhu olan sünnet-i seniyeye ittibâı ve bid‘alara muhâlefeti esas maksad yapmıştır. Husrev Efendi, hayatının lisân-ı hâliyle ortada olduğu gibi hizmetini maddeye tahvîl etmek değil, bil'akis servetini hizmetine fedâ etmiş, dünya cihetiyle bilinen zenginliğini aslâ yaşamamış, ablasının kendisine tahsîs ettiği mütevâzi‘ bir evde en mühim vazîfe-i hayatını bu hizmetin neşri bilmiştir. Özellikle belirtmek gerekir ki üzücü ayrılıkların başladığı bir hengâmede Husrev Efendi, bir kısım da‘vâ arkadaşlarının kendisine muhâlefeti ve siyâsetin câzibesiyle ayrılması pahasına etrafındaki Nur talebeleri ile birlikte bu nezîh hizmeti hiçbir siyâsî fitneye âlet etmemiş, Risâle-i Nur hizmetinin siyâsete bakış istikameti çerçevesinde, o çalkantılı yıllarda bu Kur'ân hizmetini hiçbir siyâsî kuruluşun arka bahçesi hâline getirmemiştir. Husrev Efendi, Nur hizmetinin en önemli düsturunu muhâfaza adına, bid‘alara aslâ tarafdâr olmamış, iç ve dış mihrâklara, siyâset dünyasının makam mansıb dağıtıcılarına ve güç odaklarına en ufak ta‘vîz vermemiş, hizmetinin izzetini hayatı boyunca muhâfaza etmiştir. Bu asil duruşuyla Nur hizmetinin sâlimen bugünlere ulaşmasına vesîle olurken, Üstâdının onun hakkında: Sırr-ı ihlâsa tam mazhar olduğundan benlik ve riyâkârlık ve şöhretperestlik bulunmaması cihetiyle… benim yerimde ve Nur'un şahs-ı ma‘nevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili diyerek neden böylesine tezkiye ettiğini, vâkıa mutâbık surette hizmetiyle te'yîd etmiştir. Zîrâ Husrev Altınbaşak, Üstâdı Bedîüzzaman Hazretleri'nden sonra onun dünyadaki vazîfe-i uhreviyesinin kuvvetli bir medârı ve tam yerine geçen hayrulhalefi ve Risâle-i Nur eczâlarının en emîn sâhibi ve muhâfızı olmuştur. Hâsılı, Husrev Efendi, Üstâdının Risâle-i Nur'da te'sîs ve tesbît ettiği esaslarla mâhiyeti ve çerçevesi çizilmiş olan nurânî ve Kur'ânî meşreb ve mesleğinden zerre mikdar ayrılmadan, ta‘vîz vermeden hizmet etmiş, binlerce genç Said'ler ve Husrev'ler yetiştirmiştir. Bedîüzzaman Hazretleri'nin vefatından sonra, Isparta, Eskişehir, Bursa, Bergama ve Buca Cezâevlerinde çileli hayatına devam eden Husrev Efendi'nin 1971 yılında askerî muhtıra sonrasında, 72 yaşındaki ihtiyâr hâliyle 96 talebesi ile birlikte, bugün için îzâhı bile müşkil ağır şartlar altında mahkemeye verilip, sıkı yönetim mahkemesinde yedi yıl hüküm giymesi, onun o yaştaki mücâdele ruhunu ve anlayışını göstermesi bakımından bugün artık târihe mal olmuş bir ibret vesîkasıdır. Hayatının son demlerinde hapisten henüz çıktığı yıllarda, talebeleri ile birlikte İstanbul'da Hayrât Vakfı'nı kurdu ve çok geçmeden 1977 Ağustos'una tevâfuk eden bir Ramazan ayında, arkasında binlerce yetişkin Nur talebesi bırakarak âhirete irtihâl etti. Rahmetullâhi aleyh. Husrev Efendi, hapis ve esâretlerle, ta‘kîb ve tazyîkātla dolu olarak îmân ve Kur'ân hizmetinde geçen mütevâzi‘ hayatının en büyük gāyesini, aynen Üstâdı Bedîüzzaman Hazretleri gibi, bütün İslâm büyükleri gibi i‘lâ-yı kelimetullâh bildi. Onlar, himmetlerini milletleri büyüklüğünde tutabilmiş, katlandıkları bunca eziyeti ümmet-i Muhammed'in îmânının selâmeti uğruna helâl edebilmiş ve mahzâ rızâ-yı İlâhî istikametindeki cansiperâne bu hizmetlerini, hayatları­nın en mühim vazîfesi telakkî etmiş ve dünyaya kıymet vermemiş mümtâz insanlardı. Cenâb-ı Hak'dan niyâz ediyoruz ki, bizleri de Üstâdımız Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin ve kendisinden sonra îmân Kur'ân hizmetini sarsılmadan devam ettiren Husrev Efendi'nin ve emsâli büyük zâtların sırrına mazhar eylesin. Fitne-i âhirzamanın îmân-küfür muvâzenesinde bizleri o nurlu hedeflerden ve rızâsı dâiresinde istikametten ayırmasın. Nuruyla yaşatsın ve o nurla huzuruna alsın. Âmîn.

Huseyin ASLAN 01 Mayıs
Konu resmiBir ittihad projesi

İSLAM DÜNYASI SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI BİRLİĞİ (İDSB) 1 Mayıs 2005 tarihinde İstanbul'da 40 ülkeden üç yüzü aşkın sivil toplum kuruluşunun katılımıyla Uluslararası İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Konferansı: Değişen Dünyada Yeni Bir Vizyon Arayışı başlıklı bir konferans düzenlendi. Konferansın ilk gününde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Sayın Bülent Arınç, ikinci gününde Dışişleri Bakanı Sayın Abdullah Gül birer konuşma yaptılar. Konferansın son oturumunda oluşturulmak istenilen Birliğin taslak tüzüğü tartışmaya açılarak konferansa iştirak eden temsilcilerin oyları ile İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB)'nin kurulmasına karar verildi ve ilk üç yıllık dönem için Birlik Genel Sekreterliğine Necmi SADIKOĞLU seçildi. Birlik merkezi İstanbul olarak kabul edildi. Birlik Türkiye temsilciliğine Avukat Ali Kurt seçildi. 3335 Sayılı Uluslararası Nitelikteki Teşekküllerin Kurulması Hakkında Kanun göre, Uluslararası Kuruluş Statüsünde, İDSB'nin kuruluşu 31 Aralık 2005 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile resmileşti. İDSB'nin şu an 110 üyesi bulunmaktadır. Genel Koordinatörü Cihangir İşbilir'dir.  İDSB ORGANLARI 1. GENEL KURUL 2. KONSEY 3. SEKRETARYA 4. KOMİSYONLAR 5. MÜŞAVİRLİKLER 6. DENETLEME KURULU 7. İSTİŞARE HEYETİ 8. ŞUBE VE TEMSİLCİLİKLER VİZYON İslam dünyası sivil toplum kuruluşları arasında sürdürülebilir gelişim, birlik ve koordinasyonu temin etmek; Tüm dünyada adalet, barış ve istikrar ortamının gerçekleşmesine katkıda bulunmak; Bireylerin ve toplumların temel hak ve özgürlüklerini korumak; Sivil toplumun katılımcı ve çoğulcu ilkelere dayalı olarak daha da geliştirilmesi için karşılıklı işbirliği çerçevesinde teknik ve sosyal çalışmalar yapmak; İslam kültür ve değerlerinin tanıtılmasına yönelik faaliyetlerde bulunmaktır. MİSYON İslam dünyası sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliği ve koordinasyonunu kendi anayasal sistemlerine saygılı bir çerçevede temin etmek; üye kuruluşlar arasında bilgi, tecrübe ve görüş alışverişini sağlayarak Birlik gayesi çerçevesinde ortak refleksler geliştirmek ve kurumsal kazanımlar sağlamak; Güvenli ve barışçı bir dünya hedefleyen tüm sivil toplum kuruluşları ile işbirliği içinde daha iyi bir dünya için çalışmalar yapmak; Bu kapsamda icap eden yapısal düzenlemeleri oluşturmak, gerekli bulunan şube ve alt birimler, temsilcilikler açmak; Üye kuruluşlarla birlikte uluslararası mekanizmalara etkin bir surette katılımı sağlamak; Gönüllü teşekküllerin ilgi alanlarına giren uygun görülen programları yaygınlaştırmak ve bunlara yönelik organizasyonlara katılmak ve her türlü desteği sunmak; ortak çalışma grupları kurmak; araştırma merkezleri açmak; eğitim programları düzenlemek; İslam dünyasını alakadar eden problemlerin çözümüne müştereken katkıda bulunmak; Birlik ilgi alanlarındaki gelişmeleri ve kriz bölgelerini izlemek, gelişen durum ve değişimlere göre üye kuruluşların katılımını sağlayarak ortak tavır belirlemek, projeler geliştirmek, icap eden inisiyatifi almak, gerek duyulduğunda izleme komiteleri kurmak, İslam kültür ve medeniyetinin tanıtılmasına ve her türlü ayrımcılığın önlenmesine yönelik faaliyetlerde bulunmak; İslam dünyasında işbirliği ve dayanışmayı tesis etmeyi hedef alan her türlü bölgesel, yerel ve uluslararası teşebbüsü desteklemek; Sıkıntı içinde olanlara, savaşlardan ve afetlerden zarar görenlere, gerektiğinde mahalli ya da uluslararası hayır kurumlarıyla da işbirliği yaparak yardım etmektir. BİRLİK KONSEYİ ÜYELERİ 1- Necmi SADIKOĞLU - Türkiye (Secretary General)   2-  Ali KURT -Türkiye (Deputy Secretary General)  3- Mubarak MUTAWWA - Kuveyt (Deputy Secretary General)  4-  Salah Abd-el MUTAAL, Prof. Dr. - Mısır  5- Ahmad AZAM ABDUL RAHMAN - Malezya  6- Ghulam-Nabi FAI, Dr. - ABD  7- Mohamed Ali Elamin MOHAMED ALI - Sudan  8- Nedim KAYA - Azerbaycan  9- Mohammed Naieem AKBEEK - Suriye 10- Mohammad Naji ALLAW - Yemen 11- Hany el BANNA, Dr. - İngiltere 12- Abdurrahman PIRANI - Iran 13- SURIPTO - Endonezya 14- Cemalettin LATIC - Bosna Hersek 15- Shuaib Abdullatif SHEIKH - Somali 16- Fuhaid M. Al- HOWAIMEL     - Suudi Arabistan 17- Muhammed el QATTAN - Bahreyn 18- Muhammed SIRACH MUHAMAD…    Etiyopya 19- Anis AHMAD, Prof. Dr. - Pakistan 20- S.M. RASHEDUZZAMAN - Bangladeş 21- Husam KHRAIM - Filistin

İdare İdare 01 Mayıs
Konu resmi18. Sayı Fihristi

İdare İdare 01 Mayıs