181. Sayı: "Kış Müminin Baharıdır"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiOrta Bahar
İnsan

Kızılderililere atfedilen, bizde de Temel fıkralarında yer bulan bir tabir var: Ağaçlara bakarken ormanı görememek. Haydi buradan hareketle bir meseleye parmak basmış olalım. Yaşadığımız hayat belirli bir döngüyle hareket etmekle birlikte; dünyanın kendi etrafında dönmesiyle gece-gündüz, güneşin etrafında dönmesiyle de mevsimlerin oluştuğu herkesin malumu. Yoğun geçen gündemler ve iş hayatı mı desek, gaflet mi desek, okuyamamak mı desek bilemedim ya da hepsi birden bu devridaim eden döngüde pek çok şeyi kaçırdığımız, yanlış okuduğumuz ya da farklı değerlendirdiğimiz vakıadır. Mesela bizde kış demek kar demektir. Çoğumuz kış lastiği değil, kar lastiği deriz. Zira kış lastiğinin sadece karda kullanıldığına kaniizdir. Halbuki kış aylarıyla beraber, 5 derecenin altına düşen ısı değeri kış lastiğinin takılma dönemidir. Kış geldiğinde kar yağar (bazen de yağmaz), biz de bütün tatil planlarımızı ona göre yaparız ya da günlük eğlencelerimizi: Karda kaymak, kardan adam yapmak, kartopu oynamak vs… Kış şartlarının özellikle kar yağışı olan, kar tutmuş zeminlerde kar beyaz olmasına rağmen şartların verdiği zorluktan dolayı kara kış olarak tanımlar bazı insanlar ya da medya desek daha isabetli olur. Lakin kış mevsimin yaratılması ve insanın hiz­metine sunulması da varlığın sahibine olan imanla birlikte gelen önemli bir bakış açısıdır. Zira o istemese ne kış olur ne de kar yağardı. Diğer mevsimler için de aynısı geçerlidir. Belki bütün tanımlamaların alt yapısında bakış açısı ve referans alınan nokta kaçırılmamalıdır. Dikkat ederseniz, biz kışta kar meselesini o kadar dillendiriyoruz ki buradaki asıl meseleleri atlayıp/göremeyip Temel’in “Hangi orman, ben ağaçlardan bir şey göremiyorum” fıkrasına geliyoruz. Peki, “Nasıl olmalı?” derseniz de cevabı Peygamber Efendimizde bulabiliriz. Efendimiz (sav), kış için “müminin baharıdır” demiştir. Başka bir rivayetteki ilaveyle gündüzleri kısa olduğu için oruç tutulabileceğinden, geceleri ise uzun olduğu için ibadete daha çok vakit bulunabileceğinden bahsetmiştir. Böylelikle yaz mevsimlerinin bereketine bedel, kış aylarının da manevi açıdan ne kadar verimli olabileceğine ve bunu değerlendirmenin ehemmiyetine vurgu yapmış, dikkatlerimizi buraya çekmiştir. Biz de dikkatleri bu noktaya çekmek istedik ve kapağa “Kış müminin baharıdır” hadis-i şerifini taşıdık. Ömrümüzün kışı ne zaman gelir bilinmez, bundan dolayı bu kışı hazır can bedendeyken değerlendirelim ve asıl baharımız olan cennet hayatına ulaşmada manevi birikim sağlamaya vesile olalım istedik. Hem içerisinde pek çok hikmetler barındıran bu güzel mevsimin kara değil, bilakis nasıl nurani bir levha olduğunu görelim ve bize bu güzelliği veren Rabbimize şükran borcumuzu ifade edebilelim istedik. Lüzumsuz şekva üretmek değil, nimeti görmekle nimeti verene dikkat çekmek arzu ettik. Zaman ve içindekilerle neler gelip geçiyor hayatımızdan, farkında olduğumuz ya da olmadığımız. Az bir dikkat belki de hayat kurtarıcı olacak. Sadece az bir dikkat. 

Metin UÇAR 01 Aralık
Konu resmiTarihten Sayfalar
Kültür ve Medeniyet

BeylerbeyiHâmid-i Evvel Camii İstanbul Boğaziçi’nde Anadolu yakasında aynı adla anılan semtte bulunan ve yalı camilerinin en güzellerinden olan eser çevresindeki hamam, sıbyan mektebi, muvakkithâne ve iki çeşmeyle birlikte üslûp bütünlüğü gösteren yapılar topluluğu halindedir. Geç devir Osmanlı camilerinde görülen başlıca özellikleri bünyesinde taşıyan bu öncü yapı genellikle barok etkiler göstermekte ve 18. yüzyıl sonlarına doğru beliren üslûp değişikliklerini plan, mimari kütle ve tezyinatında sergilemektedir. Sultan 1. Abdülhamid’in, annesi Râbia Sultan adına inşa ettirdiği bu eserin mimarı Tâhir Ağa’dır. Denizin hemen kıyısındaki bu alan üzerinde 3 Nisan 1777’de başlayan inşaat 15 Ağustos 1778 tarihinde tamamlanarak cami burada kılınan bir cuma namazıyla açılmıştır. İstanbul’da şehrin içinde büyük bir selâtin camii ve külliyesi için yer kalmadığından Sultan I. Abdülhamid, külliyesini medrese, sıbyan mektebi, kütüphane, aşhane-imaret, sebil ve kendi türbesinden ibaret olarak Bahçekapısı’ndan inşa ettirmişti. Bu külliyenin içinde dışarıdan belirsiz bir de cami bulunmakla beraber esas cami Beylerbeyi’nde yapılmıştır. Böylece Osmanlı medeniyetinin son döneminde selâtin külliyesinde cami ile külliyenin diğer unsurlarının başka yerlerde yapılması geleneğinin bir örneği burada ortaya konulmuştur. Yapının plan şeması bir kubbe mimarisini yansıtmaktan çok kubbenin de kullanıldığı farklı bir anlayışı temsil eder. Kubbe kasnağında Yesârîzâde’nin celî sülüsle yazdığı ve 1945 yılındaki tamirde hattat Halim’in yenilediği “esmâ-i hüsnâ” bir kuşak halinde dolanır. 15 m. çapındaki ana kubbe dışta kütleye hâkim olurken içte mihrap önündeki kubbe ile yükünü paylaşır. 9 Aralık 656Cemel Vakası Cemel Vakası denilen Hazret-i Alî ile Haz­ret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıd­dîka radıyallâhü teâlâ anhüm ecmaîn arasında olan muharebe, adâlet-i mahza ile adâlet-i izâfiyenin mücadelesidir. Şöyle ki: Hazret-i Alî (ra) adâlet-i mahzayı esas edip Şeyhayn zamanındaki gibi, o esas üzerine gitmek için ictihâd etmiş. Muarızları ise, Şeyhayn zamanındaki safvet-i İslâmiye adâlet-i mahzaya müsâid idi. Fakat mürûr-u zamanla İslâmiyetleri zaîf muhtelif akvam hayat-ı ictimâiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adâlet-i mahzanın tatbikatı çok müşkil olduğundan, ehvenüşşerri ihtiyar denilen adâlet-i nisbiye esası üzerine ictihâd ettiler. Münakaşa-i ictihâdiye siyasete girdiği için muharebeyi intâc etmiştir. Madem sırf lillâh için ve İslâmiyet’in menâfii için ictihâd edilmiş. Ve ictihâddan muharebe tevellüd etmiş. Elbette hem katil hem maktul, ikisi de ehl-i cennettir. İkisi de ehl-i sevâbdır, diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Alî’nin (ra) ictihâdı musîb; ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstahak değiller. Çünki ictihâd eden hakkı bulsa, iki sevab var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan ictihâd sevabı olarak bir sevab alır. Hatasından mazurdur. (Mektubat, Sayfa 42) 18 Aralık 1962Hekimoğlu Ali Paşa Kütüphanesindeki kitaplarSüleymaniye Kütüphanesine nakledildi Hekimoğlu Ali Paşa’nın İstanbul Davutpaşa’da yaptırdığı kendi adıyla anılan külliyesinin kuzeydeki giriş kısmının üzerinde bulunan kütüphane, müstakil bir yapıya sahip olup tek mekândan ibarettir. Cami ve kütüphanenin 1738’de düzenlenen vakfiyesinden oldukça geniş bir personel kadrosu bulunduğu anlaşılmaktadır. Vakfiyede üç hâfız-ı kütübün günde 10, mücellidin 3, bevvâbın ise 4 akçe ücret alacakları belirtilmiştir. Kütüphanede 928 yazma, 15 basma eser bulunmakta olup, kütüphanenin Sultan 2. Abdülhamid döneminde yapılmış bir kataloğu mevcuttur. Hekimoğlu Ali Paşa Kütüphanesi Cumhuriyet döneminde önce Millet Kütüphanesi’ne, 18 Aralık 1962 tarihinde de Süleymaniye Kütüphanesi’ne nakledilmiştir. 22 Aralık 1974Komor Adaları’nda yapılan oylama neticesinde,ülke bağımsızlığını kazandı Halkının %98’i olan Müslüman olan Komor Adaları’nda 22 Aralık 1974 tarihinde yapılan referandum sonucunda Ngazidja, Anjouan ve Moheli’de halkın %95’i bağımsızlık yönünde oy kullandı. Fransa, bu kararı 6 Temmuz 1975’te tanıdı. 1958-1970 yılları arasında Fransız Senatosu’nda Komorları temsilen senatör olarak görev yapan ve Hint Okyanusu adalarının en zengin adamı olarak bilinen Ahmed Abdullah, Paris’e yakınlığıyla tanınmakla birlikte bağımsızlık mücadelelerini desteklediği için ilk devlet başkanı seçildi.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Aralık
Konu resmiAcele Edip Kışta Gelen Adamın Hikâyesi
İnsan

Bu, acele edip kışta gelen bir adamın hikâyesidir... Küçük bebekleri bile ihtiyarlatacak belalı bir asrın gelip çattığını haber veren bir rüya… Rüyada koca bir dağı parça parça eden bir infilak… Şefkatli ve rikkatli bir anne… Annesine anne şefkati ile seslenen ihtiyar bir çocuk: Ana, anacığım! Korkma, Cenâb-ı Hakk’ın emridir! O Rahîm’dir ve Hakîm’dir. Ve surları titreten emredici bir nidâ: İ’câz-ı Kur’an’ı beyan et! Görünen o ki surlar kırılacak, çelikten zırh dağılacak. Müstemleke nâzırları, komiteler, kirli ellerle değiştirilmek istenen dünya düzeni... Karşılarında “unutturmak” isteyenlerin niyetlerini onlara unutturma azminde bir yiğit… Dağlar kimi zaman bir okuldur, bir tefekkür mektebi… Erek Dağı’ndan Çam Dağı’na uzanan bir yolculuk… Gurbet içinde bir “garib adam”: Garibüzzaman… Ünsiyet ettiği ağaçlar, zikir ar­ka­daşı dallar, sohbet ettiği çi­çekler, bağrına yaslandığı dağlar elbette hep vardı. Ama dünya denilen şu diyâr-ı gurbette medâr-ı tesellî olacak yol arkadaşları da yetişti imdada. “Kim isterse nefsimle beraber dinlesin” derken milyonlarca muhatabın olacağını ümit ederek “Bil ey nefsim!” diye başladı söze. İhsân-ı İlâhinin dokunduğu omuzlar yükün altında ezilmekten çekinir miydi hiç? Çekinmedi de… Çocuklar, gençler, kadınlar, ihtiyarlar, hastalar, günah vadilerinde yollarını kaybedenler, iktisatsızlık belasına düşenler için bir yol feneri oldu. Hazreti Eyyüb’ün (as) derdini hatırlattı şu hasta asrımıza. Ah, içimiz dışımıza, dışımız içimize bir çev­rilseydi! Hazreti Yunus’u (as) boğmak üzere olan geceyi gösterdi bize. Balık neymiş, fır­tı­na ne demekmiş, balığın kar­nın­dan sahil-i selamete nasıl çı­kı­lırmış tek tek anlattı. Elimizden tutup asrısaadete götürdü bizi. Nebevî bir sohbetin kokusunu hissettik yazdıklarını okurken. Yazdıkları bir mesel deniziydi, hakikatleri akla yaklaştıran. Nereden gelip nereye gittiğimizin ve bu dünyada ne için bulunduğumuzun cevabını yine ondan işittik. Âbidâne zikreden yıldızlardan, yumuşacık köklerin “bismillah” diyerek sert olan taş ve toprağı delip geçtiğinden, “Ya Rahîm” diye terrennüm eden kedilerden söz ettiğinde hayretimizi gizli tutamadık, tutamazdık da… Acele edip kışta gelmesinin belki de en büyük sebebi “bize halıkımızı anlat” diye adeta yalvaran gençlerdi. Belalı bir zaman dedik ya… Gençler ne yapardı bu belalı zamanda? Sefih bir hayatın neticesi olarak hastanelere, hapishanelere, meyhanelere ve mezaristanlara düşen gençlere ağla­dı. İhtiyarladıklarında “eyvahlar” ve “esefler” ile ağlamasınlar diye ağladı. Çünkü o “başkasının günahına ağlayan” bir adamdı. Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen gençlere ahiretlerini nasıl kurtaracaklarını anlattı. İstika­met dairesinde gidildiğinde genç­li­ğin ne kadar şirin bir nimet olduğunu verdi nazarlara. Öyle ya, helal dairesi alabildiğine geniş değil miydi? Öyleyse harama girmeye ne lüzum vardı? Merhametin, hürmetin, emniyetin, haram-helali bilmenin ve serseriliği bırakmanın zaruri olduğunu hatırlattı onlara büyük bir şefkatle. Sırtlarını sıvazlayıp ümit aşıladı. “Boşuna uğraşıyorsun, hayali ha­­kikat görüyorsun. Zaman ahir zamandır, göreceksin çok da­­ha kötüye gideceğiz.” diyenlere sırt çevirip müstakbeldeki Said­ler, Hüsrevler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Ayşeler, Fat­malarla konuşmayı tercih etti. Tarih denilen mazi derele­rin­den istikbâle uzanan telsiz telgraflarla seslendi ve dedi ki: “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi eki­­len tohumlar, zemininizde çi­­­çek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bek­liyoruz ki mazi kıtasına geç­mek için geldiğiniz vakit, mezarı­mıza uğrayınız. O bahar he­diyelerinden birkaç tanesini med­resemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tembih edeceğiz, bizi çağırınız.  هَنٖيئًا لَكُمْ  sedasını işiteceksiniz. Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada mâziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın hakaikini hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki şu kitabın mesaili “hakikat” olarak sizde tahakkuk edecektir.” Kış bitti… Yağmurlar dindi… Mevsimlerden bahar şimdi

Tarık ÇELİK 01 Aralık
Konu resmiKış Müminin Baharıdır
İnsan

Efendimiz (sav) kış aylarını mümin için bahar olarak nitelendirmiştir. Kış aylarının bir özelliği olan gecelerinin uzunluğunu ve gündüzlerinin kısalığını bir fırsat bilme ve onda bizden beklenen bir davranış olarak nasıl hareket etmemiz gereğini, Ebu Said el-Hudrî (ra)’tan rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur: “Kış, müminin baharıdır.” Ebu Ya’la’dan (ra) gelen rivayetinde şu ilaveye yer verilmektedir: “Gecesi uzundur, onu ibadetle ihya eder; gündüzü kısadır onu da oruçlu geçirir.” Sene 2001. Zaman zaman uğradığım bir esnaf vardı. Hac malzemeleri ve kitap da satan bir esnaf. O zamanlar küçük ama bereketli bir dükkâna sahipti. Oraya gelenler olur, oturur sohbet ederdik. Güncel, imani, ahlaki ve İslami meseleler açılır, benim de istifade ettiğim konuşmalar, dahası tecrübeler ciddi fayda sağlardı. Bir gün telefon çaldı, bahsettiğim esnaf arkadaş beni çağırıyordu. Bir arkadaş gelmiş, benim onunla konuşmamı, bunun için de dükkâna gelmemi istiyordu. “Peki” deyip gittim. Vardığımda, “Hadi siz konuşun” deyip işine döndü. Her ne kadar alışık da olsa insan, bir anda böyle bir tabloyla karşılaşınca tuhaf olmuyor değil. Bizim usul üzere isim, memleket, iş gibi alışıldık suallerle başladık. Sonrasında çok da uzatmadan ilk aklıma gelen şu cümlelerle sohbet başladı. İsa Aleyhisselam’a atfedilen bir cümle var. Demiş ki “İkinci defa doğmayanlar, hakiki iman etmiş olmazlar.” Bizim de ikinci defa doğduğumuz anlar vardır. O zamana kadar hiç yaşamamışız veya hayata anlam kazandırmakta geç kalmışız gibi hissederiz. Birinci doğum fizyolojik olarak gerçekleşir, ama ikinci doğum ruhidir/manevidir. Mesela karın yağdığı kış mevsimini düşünelim. Bir bakış açısına göre kayak takımlarını alıp dağa gitmek ve kayak yapmak arzusu uyanır. O lezzet ve zevki tatma isteği harekete geçirir bizi. Diğer bir bakış açısına göre ise yeryüzünü kaplayan kar ve yaprakları/çiçekleri/meyveleri kaybolup giden bitkilerin ve ağaçların hali insanın ölüm vaktini nazara verir. İnsan da merhun vakit geldiğinde son nefesini verir, ruhu alem-i uhraya giderken bedeni solar ve beyaz kefenini giyer. Birinci halde zevk ve lezzet hakimken, ikinci halde hüzün ve ebediyet arzusu uyanır insanda. Her sene gelen kışın ihtarıyla kendi kışının da geleceğini ve beyaz kefenini giyeceğini anlayan insan, geleni geçiştirmek yerine, yazdan kışa hazırlandığı gibi, geleceğe hazır olmanın yollarını arar, ebediyet alemleri için hazırlık yapmanın gereğine ulaşır. Bunu dinleyen muhatabım, “Benim ömrüm kayak yapmakla geçmiş şimdiye kadar” dedi. “Şu dinlediklerimden sonra her şey sıfırlandı, yeniden doğmuş, daha doğrusu sanki dünyaya yeni gelmişim gibi hissettim” diye devam etti. Kışın beyazı bembeyaz yeni bir sayfa açtı hayatında. Kış aylarının verdiği bu fikirle üç hadis-i şerife bakıp konuyu genişletelim ve hakikat yürüyüşümüze devam edelim dilerseniz. Kış Müminin Baharıdır Dünya kendi etrafında dönmekle gece gündüz meydana gelir. Güneşin etrafındaki dönüş ise mevsimlerin oluşmasına vesiledir. Gece ve gündüzün insan hayatına kattığı maddi-manevi katkılar olduğu gibi, her bir mevsimin de katığı güzellikler vardır. Gece gündüz deveranı ve mevsimlerin geçmesiyle insanın da hayatı değişir, gelişir, ilerler; bebeklik çocukluğa, çocukluk gençliğe, orta yaş ve ihtiyarlığa yol alır. Etrafını okuyabilen insan, kendisini de okuyabilir. Her deği­şen ve değişimiyle getirdiği mad­de ve manasıyla insana fi­kir verir. Gördüklerinde kendi­si­ni ve hayatını görür, bilirse. De­ğilse hepsine kendine göre bir mana takar ve sadece zaman geçirir. Efendimiz (sav) -konumuz olan- kış aylarını mümin için ba­har olarak nitelendirmiştir. Kış aylarının bir özelliği olan gecelerinin uzunluğunu ve gündüzlerinin kısalığını bir fırsat bilme ve onda bizden bek­lenen bir davranış olarak na­sıl hareket etmemiz gereğini, Ebu Said el-Hudrî (ra)’tan ri­­va­­yet edildiğine göre şöyle buyur­muş­tur: “Kış, müminin baharı­dır.”1 Ebu Ya’la’dan (ra) ge­­len rivayetinde şu ilaveye yer ve­­ril­­­mek­tedir: “Gecesi uzundur, onu iba­detle ihya eder; gündüzü kı­­sa­dır onu da oruçlu geçirir.”2 Evet, bu uzun geceler ve kısa gündüzler mümin için eğer değerlendirirse hem kıymetli hem de bu ibadetlerin yapılabilmesi için kolaylaştırıcıdır. Güzel bir fırsattır. Özellikle kazası olanlar için en değerli zamanlardır. Fakat dikkat etmeliyiz ki nefsimizi zorlayan ve bizi geri bıraktırıcı unsurların arttığı bir dönemdeyiz. Elektrik bir nimettir, fakat elektrikle çalışan televizyon, bilgisayar gibi pek çok alet bizi yapmamız gereken ibadetlerden alıkoyucu olabilir. Gece yarılarına kadar tartışma programları izlemek nefse kolay gelirken, aynı saatte kılınabilecek teheccüd namazı hiç gündeme girmeyebilir. Girse de nefsin ağırlığından bir yol bulup me/deniyetin kıble yaptığı karesel etkiden kurtulup gözümüzün nuru namazla Kâbe’ye yönelmek zor olabilir. Bunun tam tersi de olabilir elbette. Nihayet dünya imtihan meydanı. Ya dengesini kurabilir, birer nimet olarak verilen günümüz teknolojilerini faydalı ve dengeli kullanıp kul olarak yapmamız gerekenleri ihmal etmeyiz ya da elden geldiği kadar kısıtlayabiliriz. Bu kısıtlama işi çocuklar bazında çokça kullanılır, bizim burada kastımız, kendi nefsimiz için olandır. Bunlar muhtemel, fakat hadis-i şerifte belirtildiği şekilde gündüzleri oruç tutmak ve geceleri farklı ibadetlere zaman bulmak mümkün. Hele kalıcı olanın ve dünya hayatından sonra bizimle devam edecek olanların ibadetlerimizden hasıl olan sevaplar olduğunu bilirsek. Bir başka tarafı da vatan-i asli olan ilkbahar ve yaz mesabesindeki cennet hayatına nispetle dünya hayatının sonbahar ve kış gibi olduğu şuurunu kazandırmasıdır. Dört mevsimi yaşayan bir insan yaşadığı/gördüğü bu resimlerden kendi hayat röntgenini çıkarabilir, hayatı ve hakikatini anlayabilir ve ona göre hareket edebilir. Yusuf Aleyhisselamın kıssasında geçen “Canımı Müslüman olarak al ve beni sâlih kimseler arasına kat!” ayet-i kerimesinin izahı sadedinde Bediüzzaman Hazretlerinin söyledikleri önemlidir. Mana itibariyle şöyle diyor: Ayet Yusuf (as)’ın hatimesini haber veriyor. Ferahlı ve saadet­li kıssaların sonundaki firak ve zeval, kıssadan alınan hayali lezzeti acılaştırır ve dinleyenlere “Eyvah!” dedirtir. Halbuki ayet, Yusuf (as)’ın Mısır’a aziz olduğu, ailesine kavuştuğu yani dünyevi olarak olabilecek en güzel ve son makamlara geldiği bir hengamede böyle haber vermesinin arkasında şöyle bir müjde var. Böyle bir noktada Yusuf (as)’ın mevtini istemesi, arkasında daha parlak bir gü­zel­liğin varlığına işaret eder. Hakikati gören bir peygamber olarak Yusuf (as) da bunu görmüş ve öyle demiştir. Dolayısıyla kıssaların en güzeli olan bu kıssada elem değil, müj­de vardır. Ayet-i kerime din­leyenleri irşad makamında diyor ki “Kabrin arkası için çalışınız!” Çünkü kabrin arkası daha aydınlık ve saadetli. Bunu göremeyen insan elbette bütün saadet, huzur ve lezzeti dünya hayatında arayacaktır. Zira insan iyi ve güzeli arayacak fıtratta yaratılmıştır. İşte Efendimiz (sav) bu hakikate de işareten Allahualem, “Kış müminin baharıdır” demiş ve daha iyinin aranması noktasında bizlere bir reçete sunmuştur. Ahiretin güzelliklerini anlatan pek çok ayet, hadis ve mübarek zatlardan ve o lezzetleri fark edenlerden haberler vardır. Biz de bir parça fark etmek ve oraya nispeten kış olan dünyanın sıkıntılarından kurtulmak için kış aylarını fırsata çevirip pratik yapmalı, ibadetlerimizle oranın lezzetlerinden tatmamız faydalı olacaktır. Kışın Oruç tutmak, Serin Bir Ganimettir Oruç, insanlığın aradığı önemli bir ibadet olarak niyetiyle beraber kuşanılmayı beklemektedir. Neden böyle söyledim? Çünkü zamanımızın da en büyük problemlerinden birisi, maddi-manevi obezitedir. Bunun çözümü de fıtri olan oruçla gelen aç kalma ve buna bağlı olarak bedenî ve nefsî arınmadır. Efendimiz (sav), “Kışın oruç tut­mak, serin bir ganimettir.”3 bu­yurarak hem kış aylarının kısa gündüzlerinde daha kolay tutulacak bir orucun adresini göstermekte hem de beraberinde gelecek rahatlığın reçetesini vermektedir. Hemen hepimiz fazla kilolarımızdan şikayetçiyizdir. Belki de nefsin aşırılıklarından gelen sıkıntılar yaşamaktayızdır. Bunun için diyetisyenler ve psikologların kapılarını aşındırdığımız da vakıadır. Halbuki ilerlemeden alınabilecek önemli ve kolay bir yolu ve bunun nefse de ağır gelmeyecek bir dönemi vardır ki Efendimiz yukarıdaki hadis-i şerifi beyan etmiştir. Reçete hazır ve ücretsiz, hatta ciddi tasarruf sağlayacak özellikte; elbette değerlendirene… Burada iki şeyi hatırlatıp geçelim inşallah. Birincisi, nefsin terbiyesinin en güzel yolu açlıktan geçmektedir. Değilse nefis kendisini ilah addetmeye kadar gidip firavunane davranışlar sergilemeye itecektir insanı. İkincisi ise, yapılan ibadetlerdeki dünyevi maksatlar teşvik edici olabilir ama asla asıl niyet olmamalıdır. Her ibadette asıl niyet Allah’ın rızasını kazanmak olması esastır. Değilse ibadet sevabı olmaz. Ademoğullarının Kalpleri Kışın Yumuşar Kış ayları toprağın bereket topladığı, kar ve yağmur suyuyla sulandığı, suyla beslenerek yumuşadığı ve içinde barındırdığı tohumları verimli ağaçlar ve bitkiler olmak üzere bütün sıcaklığıyla kuşatıp muhafaza ettiği bir dönemdir. Yaz ayları insan için dışı sıcak olsa da nefsanî arzuların galeyana geldiği, sıcaklarla beraber nefsanî arzu ve isteklere yönelik cazibelerin artarak gaflete düşmesine sebep şeylerin arttığı bir dönemdir. Böyle zamanlarda günler uzun ve geceler kısa olmak hasebiyle bahsi geçen ibadetlere ve ahirete yönelik çalışmalara bigâne kalınabilen bir dönem olabilmektedir. Kış ayları ise zahirde sert, yüzü soğuk, bütün renklerin kaybolup beyaz ve grinin arttığı bir dönem olmakla beraber insanın kendisini fark ve manen dış arızalardan muhafaza edebileceği özel bir zaman dilimidir. Bu soğuk dönemde insanın içini ısıtacak en önemli şey ibadetleridir. Zira kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olabilir. İnsan, içinde aşk ateşiyle yanarsa elbette yumuşak bir yüz ve huy güzelliğine de taşınacaktır. İnsan topraktandır ve yine top­rağa, oradan da vatan-ı aslisine gidecektir. Mevsimlerle gelen bu değişimin eğer doğru okunursa bize katacağı güzellikler saymakla bitmez. Toprak yaban­cımız değil, hammaddemizdir; dili de yabancı dil değil, ana dildir. Toprağın veriminden bahisle bir vasfı da anadır. Ana gibi yar, vatan gibi diyar olmaz. Toprak ve ondaki değişim ve güzelliklerin dersiyle -insan ve vatan bağlamında- geldiğimiz yere, ana vatana dönebiliriz. Önümüze gelen kış fırsatını kaçırmayalım yeter. Artık biliyoruz ki “Kış müminin baharıdır.” Kaynaklar: 1- Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 752- El-Aclunî, Keşfu’l-Hafâ, II, 53- Tirmizi, Savm, 74

Metin UÇAR 01 Aralık
Konu resmiSezai Karakoçu Kaybetmis,Kıştadır Âlem
Kültür ve Medeniyet

Ne çok şey söylenebilir, ne çok şey yazılabilir, ne çok şey anlatılabilir ardından. Geldin ve çağın üstüne yürüdün, Batının üzerine, Kudüs’ün üzerine, kavganın ve sevdanın üzerine... “Alimin ölümü, alemin ölümü gibidir” der Hadis-i Şerif’te. “Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil (Bediüzzaman)”, “Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil (Yunus Emre)”, “Ölüm güzel şey budur perde ardından haber, hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber (Necip Fazıl)” olduğuna göre, gidenin vatan-ı aslisine gittiği hakikat içerisinde geride kalan âlem kaybeder… Karakoç’u kaybetmiş, kıştadır âlem… Dünyanın hakikatine vâkıf olmuş, bu vukufiyeti ile dünyaya ancak ne kadarsa o kadar sarf-ı nazarda bulunmuştur. Zira, Karakoç’ta insan, “yaratıklar içerisinde mutlak hakikata, idrak vasıtalarının çokluğu ve güçlülüğü bakımından en çok yaklaşandır”, “Bir mutlak hakikat var”dır. Karakoç’a göre ilk insandan başlar hakikatin bilinişi, insan da kendini hakikate adadığı, ruhunu ona açtığı ölçüde insandır. Bir hakikat arifidir Sezai Karakoç. “Allah’ı inkâr ediş, insanın kendisinden uzaklaşmasından do­ğu­yor”, “Kendi varlığı meselesini çözememiş bir varlığın inkara hakkı yoktur” der Karakoç. Kendisine Allah’ın varlığı için sebep soranlara da şu cevabı verdiğini söyler; “Ben var olduğumu her fark edişte (çünkü insan kendi varlığını bile hep hatırda tutamıyor, öylesine unutkan bir varlıktır), Allah’ı kendimden önce ve kendimden çok buluyorum. Varlığımdan şüpheye düştüğüm anlarımda da silkinip ‘varım’ diyorum. Çünkü Allah var. Allah var, öyleyse varım.” Sırların sırrına ermiş bir mümindir Sezai Karakoç. Ölüm bir diriliştir Karakoç’ta. Ben ağıt yazmayı sevmem der ve devam eder dizelerine, “Ölümden değil dirilişten yanayım, ölümden değil ölüm sonrasından yana”. Ölümün dirilişten öte bir hakikati olmadığını kendi müteevvelinleri gibi kendi çağına bir kere de o, kendi lisanı ve hissiyatıyla ifade eder “Anlatacaktım ölümlerini bir sonbahar eşliğinde, bir kış güneşliğinde. Fakat baktım bu ölüm değil, diriliştir. Tabiatı aşan bildiriştir.” Bir diriliş mütefekkiridir Sezai Karakoç Zümer Suresi 53. ayette “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” emr-i ilahisi mucibince ittiba etmiştir Karakoç. En onulmaz hallerinden çekip çıkarmak ister insanı ve insanlığı; günün batışı, dağların yıkılışı, güneşin sararışı, baharın güneşten koparılışı, yenilgi üstüne yenilgi yaşanışı, ölüm düşüncesinin kuşatışı içerisinde kıvranırken âlem, bir merdiven kurar, bir merdiven sunar insanlığa, basamak basamak elinden tutar çıkarır, sevgili, en sevgili, ey sevgili efkarıyla affa talip olma ezkarıyla. Bir ümit şiarıdır Sezai Karakoç Doğu’nun tüketilişini ve doğunun yeniden dirilişini anlatır doğunun çocuklarına. Nesiller süren bir serüvene çıkarır Batı güzergâhında. Doğunun birinci oğlu ile tanıştırır, ikinci oğlu ile tanıştırır, üçüncü oğlu ile tanıştırır, dördüncü…, beşinci…, altıncı…, ve doğunun yedinci oğlu olmaya namzet kılar herkesi ve bütün bir kalabalığa karşı “Batılılar!” diye seslenir, seslendirir, “Altı oğlunu yuttuğunuz bir babanın yedinci oğluyum ben,…. Ruhunu üzmek istemem babamın. Gömün beni değiştirmeden, Doğulu olarak ölmek istiyorum ben” sözlerine yüklenmiş tavır ve duruş, doğunun dertlerinin şifası, doğunun yeniden dirilişidir. Doğunun şahs-ı manevisinin bir mümessilidir Sezai Karakoç.Nuri Pakdil’in “Kudüs’ü Düşünme Saati” Ka­ra­koç’ta “Alınyazısı Saati”dir. Kudüs terkedilmiş olsa da terkedilemeyecek bir alınyazısıdır. “Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehirTanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.Altında bir krater saklayan şehir.Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi.Ne diyor ne diyor Kudüs bana şimdi” Dahası kaburga kemiklerinden sızan kandır. Mah­şerin ve kıyametin perdesidir; acımasız yü­rek­lerin, kurşundan çiçeklerin, demir köklerin, tunçtan dalların şehrine dönüşmüştür artık Ku­düs. Ve Alınyazısı Saati’nde Müslümanların alın­yazısı Kudüs için, Müslümanların bir başka alın­yazısını bir kere daha gür bir sesle ihtar eder Karakoç: “Fitne bastırılıncaya kadar savaşın! yeryüzünden fesat kalkıncaya kadar, Ey İnsanlık ey İnsanlar!” Bir Kudüs direnişçisidir Sezai Karakoç …………… Ne çok şey söylenebilir, ne çok şey yazılabilir, ne çok şey anlatılabilir ardından.Geldin ve çağın üstüne yürüdün, Batının üzerine, Kudüs’ün üzerine, kavganın ve sevdanın üzerine…Necip Fazıl’ın bir şiirinde dile getirdiği gibi “durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak, haykırsam kollarımı makas gibi açarak”. Geldin ve Doğunun önünde durdun, “Ey Müslümanlar” dedin, diriliş dedin, kavga dedin, sevda dedin, yenilgi dedin, zafer dedin…Doğu’nun yedinci oğlu olarak geldin “Batılılar! Beni öldürseniz de çıkmam buradan. Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki, fakat değişmeyecek ruhum” diye seslendin. …………… Köşe şiirinde“Biz seni işte böyle seviyoruz LeylâO gitti bize ağlamak kaldı kala kala”Demiştin ………… Şimdi sen gittin bize de;Doğu’ya, Doğu’nun Yedinci Oğullarına, Kudüs’e, Diriliş Nesli’ne, Körfez’e, Sürgün Ülke’yeağlamak kaldı kala kala …………… Mekânın Cennet, makamın âli olsun.Rahmetle ve duayla…

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Aralık
Konu resmiKış Sıcacık Bir Mektuptur
İbadet

Kar kimi için nar, kimi için nur olur. Diğer mevsimlerin çıkardığı gürültüleri kar tanelerindeki sesi yutma özelliği susturur. Zira yolcunun vakti dardır, bazı şeyleri düşünmesi, dinlemesi kârdır. Dünyayı arzın halifesi için mükemmel bir seyrangâh, bir misafirhane yapan rahmet, an be an yeniler sinema perdelerini. Şaşaa-yı cemalinin cilvesini gösterir. Gün yorulunca gecenin sessizliği ile dinlendirir. Sene yorulunca kış mevsiminin beyaz libası ile örter, bastırır. Her şey bir düzen içinde işler. Celal ve cemal tecellileri dünya ve ukba hakkında birçok mesajlar da getirir akıl sahiplerine. Ve böylece kâinat, okunan bir kitap olur. Niyâzî-i Mısrî konuyu şu mısra ile özetler: “Tecelli eyler ol daim, cemal ü gâh celalinden / Birinin hasılı Cennet, birinden nar olur peyda.” Gölgede aslı, kesrette vahdeti, fanide bakiyi bulmaya gelen bu seyyah hem enfüste hem afakta tüm mevsimleri yaşar. “Ömrümün baharı” der gençliğine. Kulakların üzerinde tulû eden beyaz saçları görünce kışının geldiğine kânî olur. Daha baharda iken kış için harekete geçmişse tılsımı çözmüştür zaten. Kış değil, baharı sabit zannedip hazırlanmamaktır insanı yoran. Baharı değerlendiremeyene şefkat eden o kudret son bir baharla fırsat da gönderir, bunu değerlendir, biraz olsun azık al yanına o uzun ve yapayalnız yolculuğunda, der. Sonbahar bahanedir, yaprak da usanmıştır ağaçtan. Yorulmuştur. Sararmış yüzü ile bırakır kendini toprağa. Bilir ki geceden sonra nehar, kıştan sonra baharı yaratan kudret vefalıdır. Vakti gelince yeşertecektir tekrar. Ve sonbahar nöbet yerini kışa teslim eder ve usulca gider. Buz keser âlem. Kar, örter işlenen günahları, kusurları saflığın, paklığın, masumiyetin rengi ile. Kuddûs ile şereflenir âlem ve Âdem… Kar kimi için nar, kimi için nur olur. Diğer mevsimlerin çıkardığı gürültüleri kar tanelerindeki sesi yutma özelliği susturur. Zira yolcunun vakti dardır, bazı şeyleri düşünmesi, dinlemesi kârdır. Ey aziz Misafir! Sen öyle biriciksin ki, kar tanelerinin her biri tek tek çıkar Ehad’in kaleminden. Sayılama­yacak kadar çok olmaları biricikliğine engel teşkil etmez. Uzaktan ve yüksekten geldiği halde hiç incitmeden inerler yere. Nur’un semadan arza inişi gibi. Yavaş yavaş, yumuşak yumuşak ulaşır toprağın damarlarına. Yumuşak lakin kararlı, katı değil ısrarcı, iddiacı değil, sebatlı. “Benim burada kara­rım yok, ben yine gitmeye geldim der” ve erir. Kar taneleri tek başınayken saniyeler içinde erirken, bir araya geldiklerindeki ittifak ve tesanüt sırrıyla ortaya çıkan sinerji ile günlerce erimeden dayanabilir, bir kuvvet, bir güç, hoş bir manzara teşkil ederler. Kar tanelerinin birbirine değmeden o kadar uzak mesafeden inmeleri işârî olarak anlatır ki; birbirine zarar vermeden de engel olmadan da hedefine ulaşabilir insan. Şiddetli bir rüzgâr esse bile, bu gerçeği değiştiremez. Karlı yollar kaygandır. Teenni ile yol almalısınız. Sisli yollarda görüş alanı azalır, hızınızı azaltmanız icap eder. Ta ki hayatın hızı bir sızı olmasın içinizde. Kıştaki haşin rüzgarlar, çakan şimşekler, inen rahmet, toprağı bahara hazırlamak içindir. Tüm olanları sükunetle kabuldedir toprak. Susmuş ve her şeyin kendi hayrına olduğuna iman etmiştir. İnsan da sessizlik ve sükûnet yurdunun gizemine tâlip olmalı, tıpkı toprak gibi. Zira yeşeren her çiçek ve daldaki her meyve bu sükûnet ve sabır berzahından neş’et eder. Kıştan sonra havaya, toprağa, suya cemreler düşer ısınır kâi­nat tedrici olarak. Karlar, buzlar erir. Gönüllerdeki buzları eritmek için de muhabbet cemreleri gerekir. Muhabbet fedaisi olmalı insan ve feda etmeli muhabbet için, muhabbet olmayan her şeyi. Özetle diyebiliriz ki, size gelen hediyenin ambalajı sizi aldatmasın. Hoşuna gitmeyen hediye paketinden çıkan nimet karşısında çoğu vakit mahcup olur aceleci ve zalim tarafı insanın. İnsanın aslî vazifelerinden biri de kesretle imtihanıdır. Kesrette vahdeti, tevhidi bulması ile seyri değişir alemlerinin. Çokluk yurdunu gurbet bilerek, yokluktaki varlığa minnettarlığı ile selam çakmalı insan. Depremler, yangınlar, hastalıklar, gözyaşları, ağaçların hemhemeleri, yağmurun damlaları bütünde bir ahenk teşkil eder. Ziyaret edilen tüm manevi haller bir amaca matuftur. Dünya değirmeni zahirde eşyayı öğütürken esmaya ayinedarlık yapmaktadır, müvekkel meleklerle, güzellikler güzelliğin kaynağına arz edilmektedir. “Kış müminin baharıdır, gündüzü kısa olur oruç tutar, gecesi uzundur gece ibadeti yapar”1 buyurur Alemlerin Efendisi (sav). O halde imanı olana dünya ve uk­bada kış da yoktur, kıyamet de… Esselam meni’t-tebea’l-Hûdâ Kaynaklar: 1- Müsned, II, 519

Ahmet EFENDİ 01 Aralık
Konu resmiCennette Canımız Sıkılır mı?
İtikad

“Cennette bir adam (cennette) ziraat yapmak için  Rabbinden izin isteyecek. Rabbi ona diyecek ki: ‘Sen arzuladığın hâl üzerine değil misin?’  O da şöyle diyecek: ‘Evet. Fakat ben ziraatı seviyorum’ diyecek. Ona izin verilecek  hemen tohum ekecek bir anda ekin verecek, büyüyecek, harmanı yapılıp,  dağlar gibi mahsul yığılacak...”  (Buhârî, Tevhîd 38/2) Cennette ebedi kalacağımız için sıkılmanın olabileceği düşüncesi cennet hayatını dünya hayatı gibi düşünmemizden kaynaklanır. Halbuki Cennet ha­yatı dünyayla mukayese edilemez. Çünkü: Cennette Dünyadaki gibi elem ve üzüntü verecek veya buna sebep olacak hiçbir şey olmadığından bıkma üzüntüsü de olmaz. Dünya hayatında iyiliklerle kö­tü­lük­ler, mutluluklarla üzün­­tü­ler, hayırlarla şerler bir ara­da­dır. Kötülükler, üzüntüler, şer­ler sevinç ve mutluluğu gi­der­­di­ğinden dolayı insanda bık­­ma ve usanma meydana gelir. Yoksa elemsiz lezzet hiçbir za­man usandırmaz. Acıkıp çok sev­diği güzel bir yemeği yiyen bir insan bir süre sonra tokluk his­sinden dolayı veya aynı yemeğe alıştığından dolayı yediği yemekten usanmaya başlar. Veya İlk defa gördüğü güzel bir mekânda dolaşan bir insan bir süre sonra usanmaya başlar. Bu usanma duygusu aldığı lezzetin kaybolmasına se­bep olur. Bu da üzüntüye ve­sile olur. Çünkü “zeval-i lezzet elemdir”1 yani lezzetin yok olup gitmesi elem verir. Halbuki ayet-i kerimede Cennet ehli için “Size hiçbir korku yoktur, üzüntü duyacak da değilsiniz.”2 buyrulmuştur. Başka bir ayette de “Derler ki: “Korkuyu bizden gideren Allah’a hamdolsun. Şüphe yoktur ki Rabbimiz çok bağışlayıcıdır, çok ihsan edicidir. Çünkü lütfu ile bizi temelli kalınacak olan cennete yerleştirecek olan O’dur. Bize orada ne bir yorgunluk dokunur ne de bir usanç gelir.”3 buyrularak Cennette üzüntü duyulacak bir şey olmadığı ve bıkmaktan kaynaklanan elemin de kaldırıldığını Rabbimiz ifade etmiştir. Cennet lezzetleri dünya lezzetleriyle mukayese edilemeyecek derecede üstün olduğundan bıkma olmaz. Zira ayet-i kerimede Cennet nimetlerinin tarifinin mümkün olmadığı “(Orada) nereyi görsen, (tarifi mümkün olmayan) bir nimet ve büyük bir mülk görürsün!”4 buyrulmuştur. Bu meyanda Sevgili Peygamberimiz (sav) de Bir hadis-i şeriflerinde, “Allah Teala Hazretleri ferman etti ki: “Ben Azimüşşan, salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayal ve hatırından hiç geçmeyen nimetler hazırladım.” Ebu Hureyre ilaveten dedi ki: Dilerseniz şu ayet-i kerimeyi okuyun, “Yaptıklarına karşılık Allah katında onlar için göz aydınlığı olacak ne mükâfatların saklandığını kimse bilemez.”5 buyurmuştur. Bediüzzaman Hazretleri de mev­zumuzla ilgili şöyle buyurur. “Dünyanın bin sene mesu­dane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.”6 Her istediğimizin yerine geldiği dünyanın bin senelik elemsiz bir hayatı Cennetin bir saatlik hayatına karşılık gelmiyor. Fakat cennet lezzetleri sadece bununla sınırlı değildir. Cennette bir lezzet vardır ki cennetin de bin senelik bir hayatı o lezzetin bir saatine denk gelmez. O da Rabbimizi görme lezzetidir. Cennetliklerin bu nimete kavuşacakları” (İman edip) güzel amel işleyenlere daha güzel karşılık (olarak Cennet), bir de ziyade (Allah’ın cemâline mazhar olmak) vardır!”7 Sevgili Peygamberimiz de (asm) bu konuda, “Siz Rabbinizi do­lunay gecesinde gördüğünüz gi­bi rahatlıkla görecek ve hiçbir zorlukla karşılaşmayacaksınız.”8 bu­­yur­muştur. Elbette böyle gü­zel­­lik­lere kavuşan bir insanın sı­kıl­ması mümkün değildir. Cennet lezzetleri, ehlinin arzu ettiği şekilde değişken olduğundan cennette sıkılma olmaz. Cennet lezzetleri yükselerek artan ve kişinin isteğine göre şekillenen bir özelliğe sahiptir.  Cennetteki lezzetler dünyadaki lezzetler gibi tekdüze değildir. Cennet lezzetleri, ehlinin arzu ettiği şekilde değişken olduğundan cennette sıkılma olmaz. Cennet lezzetleri yükselerek artan ve kişinin isteğine göre şekillenen bir özelliğe sahiptir. Bir ayet-i kerimede şöyle buyrulur: “Etraflarında da gümüşten billûr (gibi) olmuş kaplar ve bardaklar dolaştırılır. Gümüşten billûrlar ki, onları belli şekillere göre (Cennet ehli kendileri) takdîr etmiştir.”9 Sevgili peygamberimiz de (asm) konuyla ilgili bir Hadis-i şerifte, “Cennette bir çarşı vardır. Ancak orada ne alış ne de satış vardır. Sadece erkek ve kadın suretleri vardır. Erkek bunlardan bir suret arzu ederse o surete girer.”10   Cennette nefislerin arzu ettiği her şey vardır. Dünyada lezzetlerden bıkmamı­zın bir sebebi de arzu ettiğimiz her şeyi bulamamaktan kaynaklanır. İstediği her şeyi bulan insan elbette sıkılmaz. Zira ayet-i kerimede, “Onlar için altın kadeh ve tepsiler dolaştırılır, canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. Siz orada ebedi kalacaksınız.”11 buy­rulmuştur.  Sevgili peygamberimiz de (asm) “Eğer Allah seni cennete koyarsa, orada canının her çektiği, gözünün her hoşlandığı şey bulunacaktır.”12 Başka bir hadis-i şerifte de “Cennette bir adam (cennette) ziraat yapmak için Rabbinden izin isteyecek. Rabbi ona diyecek ki: ‘Sen arzuladığın hâl üzerine değil misin?’ O da şöyle diyecek: ‘Evet. Fakat ben ziraatı seviyorum’ diyecek. Ona izin verilecek, hemen tohum ekecek bir anda ekin verecek, büyüyecek, harmanı yapılıp, dağlar gibi mahsul yığılacak...”13 Sıkıntılarla yoğrulmuş şu dünya hayatında bile bir insanın ebedi kalacağını düşünmesi, in­sanın elemlerini giderdiği hal­de; elemsiz, sıkıntısız cennet hayatının ebedi olması değil insanı sıkmak, bilakis fena ve zeval (yok olma) endişesini or­ta­dan kaldırdığı için ayrı bir lezzet verir. Kaynaklar: 1- Sözler, 512- A’raf, 493- Fatır, 34/354- İnsan, 76/205- Buhari, Bed’ül-Halk 8, Tefsir Secde 1, Tevhid 35; Müslim, Cennet 2, Tirmizi, Tefsir6- Asa-yı Musa, 2327- Yunus, 10/268- Tirmizi, Cennet, 179- İnsan,76/1410- Tirmizî, Cennet, 1511- Zuhruf, 43/7112- Tirmizi, Cennet, 1113- Buhârî, Tevhîd 38/2

risaleonline. com 01 Aralık
Konu resmiBakış Açısının Mutlu ve Bereketli Bir Hayat Kazanmamıza Katkısı
Aile ve Çocukİnsan

“Siz geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, hâlbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor.” Enfal, 8/67.   Anlamlandıramadığımız, kafa ve kalbimizde çözemediğimiz hiçbir mesele yoktur ki bize sıkıntı vermesin. Bunun için hayatı ve başta kendimiz olarak içindekileri doğru okumalı ve ona göre davranmalıyız. Aşağıda iki madde bir değerlendirme yapacağız. Ben Merkezci Bakış İnsanlar hadiseleri genellikle merkeze kendisini koyarak de­­ğer­lendirir. Karşılaştığı veya içinde bulunduğu hadiseler ken­disi için menfaatli, iyi ve gü­zelse onu hayır olarak görür; fa­kat durum tersi ise şer olarak değerlendirir. Hâlbuki Allah’ın yaratmasında ve ortaya çıkan neticelerde birçok hikmetler, faydalar ve güzellikler vardır. Şahısların kendilerine şer gördüklerinde -çoğu kere- kendi ihmalleri veya yanlış tercihlerinden dolayı karşılaştıkları durumlar vardır. Bunun yanında “eşyanın insa­na ait gayesi bir ise, onu yapan sanatkârına ait gayeleri binlerdir”.1 Mesela bir saatin bize bakan faydası bellidir; o da bize zamanı bildirmesidir. Fakat aynı saat, onu yapan sanatkârının onlarca özelliğinden haber verir. Saatin şekli onu yapan sanatkârın tasarımcı olduğunu; içindeki çalışma sistemi ve düzeni o işi yapabilecek ilme, onu yapabilecek güç ve kuv­vete sahip olduğunu, saati görerek ve bilerek yaptığını gösterir. Aynen öyle de Allah’ın yarattığı varlıkların insana bakan yönü bir ise; Allah’a bakan yönleri binlerdir. Meselâ dikenli otları ve ağaçları zararlı, diğer taraftan manasız zannederiz. Hâlbuki onlar, otların ve ağaçların bir nevi silahlanmış kahramanlarıdır. Bu silahlarla hem kendilerini hem de kendilerine sığınan hayvanları korurlar. Bazı dikenli bitkiler dikenleriyle tutunarak daha yükseğe tırmanabilirler. Yapraksız dikenli bitkilerde ise su kaybı en aza indirilmiştir. Bu görünen faydalar, aynı zamanda Allah’ın pek çok isim ve sıfatını da gösterirler.2 Allah’ın o ağaç ve bitkinin kendisine has bir şekli vermesi; Musavvir (şekil ve suret veren), onu yapabilmesi Alîm (ilim sahibi), Kadîr (güç ve kuvvet sahibi), Basîr (gören), Mürebbî (terbiye edici), onu faydalı yaratması Hakîm (gereksiz bir şey yapmayan), ona canlılık vermesi Muhyî (hayat sahibi), ihtiyaç hissettiği rızkı ona göndermesi Rezzâk (rızık veren), Rahîm (merhamet eden), Kerîm gibi daha pek çok isim ve sıfatlara sahip olduğunu gösterir.3 Elini lüzumsuz ve dikkatsizce o ağaca uzatıp kanatan birisi onu yaratana şikâyette bulunamayacağı gibi, piknik planı yapan bir adamın yağmur yağmasından rahatsızlık duyup ileri geri konuşması da, başına gelen hastalık, musibet gibi durumlarda Allah’ın hikmetli bir planının var olduğunu düşünmeden “Of! Puf!” demesi de doğru değildir. Sadece kendini ve nefsini görerek hadiselere bakmak ve okumak, kendini asıl diğer her şey ve onları yaratanı ikinci planda görmek demek olur ki bu da son derece yanlıştır. Asıl olan Allah ve onun icraatı ve ondan elde etmek istediği neticelerdir. Ona göre hareket etmek ve o nazarla bakmak dünya ve ahirette huzur verecektir. Dünya Merkezli Bakış İnsan gafletinden dolayı bütün hayatı yaşadığı bu dünya hayatından ibaret zanneder. Her ne kadar ahirete iman etse de olayları değerlendirirken dünya merkezli değerlendirir. Dünyası için faydalı gördüğü şeylere iyidir der. Ama dünyası için sıkıntılı görünüyorsa onu şer ve kötü olarak telakki eder. Hâlbuki olayları gelip geçici olduğumuz dünya merkezli değil, ebedi kalıcı olduğumuz ahiret merkezli değerlendirmelidir. Ahireti için faydalıysa hayırlı, zararlıysa şer olarak görmelidir. Ayet-i kerimede mealen “Fakat siz Dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve süreklidir.”4 buyrulmuştur. Bir Hadiste de Sevgili Peygamberimiz (asm); “Asıl hayat ahiret hayatıdır.”5 buyurmuştur. İnsan için cehenneme göre her musibet hafiftir. Cennete gitmeye vesile olacak her musibet de rahmettir. Kazanılacak mükâfat düşünüldükçe çekilen meşakkat hafifleşir, hatta rahmet olarak görülür. Mesela bir tüccar çok büyük kar ve kazanç elde ediyorsa zor ve ağır işler ona zevkli ve eğlenceli gelmektedir. Sabahın erken saatinde işyerini açar, gece geç saatlere kadar çalışır. Kendine biraz zaman ayır, biraz dinlen dendiğinde “Ben çalışırken dinleniyorum” der. Ama yanında çalışan ve cüz’î bir maaş alan işçi, o yoğun tempodaki çalışmayı azap olarak görebilir. Şimdi düşünelim, bir musibet ki insanı ebedi cehennemden kurtarıp, ona her türlü arzu ve isteğini ebediyen elde edebileceği cenneti ve cennettin bütün güzelliklerini kazanmayı sağlıyor. Hatta cennette Allah’ı görme saadetini ve mükâfatını dahi ona kazandırır. Başına gelen musibet ve hastalıklar ne kadar büyük de olsa elde edilecek mükâfatlar düşünüldüğünde insana hafif gelecektir. İşte Rabbimiz bazı musibetleri ve hastalıkları bunun için bize verir. Bunu teyit makamında ayet-i kerimede mealen “Siz geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, hâlbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor.”6 buyrulur. Dünya hayatında başa gelen musibet ve hastalıkların ahiret cihetinde pek çok faydası vardır. Günahların affına, insanın acizliğini ve fakirliğini anlamasına; Allah’ın kudret ve rahmetine muhtaç olduğunu fark etmesine; samimane, riyasız bir şekilde ibadet etmesine vesile olur. Deprem, salgın hastalıklar, yangın gibi afetlerde ölen iman sahibi insanların şehadet mertebesine erişerek cennete gitmesine, zayi olan mallarının Allah katında sadaka olarak ka­bul edilmesine sebep olmakta­dır. Musibet ve sıkıntıların ka­­­zandırdığı bu mükâfatları dü­­­şün­düğümüzde Allah’ın rahmetiyle gönderdiği nimetler olduğunu ve onların şer değil, hayır olduğu anlaşılır. Kaynaklar: 1- Bediüzzaman (Said Nursi), Sözler, (İstanbul: Altınbaşak Neşriyat. (Osmanlıca Nüsha), 2010), 90.2- Bediüzzaman, Sözler, 91.3- Bediüzzaman, Sözler, 91.4- Ala, 87/16,17.5- Buhârî, “Cihad”, 110.6- Enfal, 8/67.

İlyas BUÇAKÇI 01 Aralık
Konu resmiAteistlere De Ki!
İtikad

Allah’ın varlığına dair Sok­rat’ tan bugüne kadar birçok filozof, âlim, düşünür tarafından çeşitli deliller ortaya konulmuş­tur. Ate­ist­ler, çoğu zaman Allah’ın var­lı­ğına dair ortaya konulan de­lil­leri çürütememişler, yal­nız­­­­ca tenkit etmiş veya sadece red­det­mişlerdir. Bu da bazıları tarafınd­an o delillerin çürütül­düğü şeklinde algılanmıştır. Hâl­bu­ki bir fikri yalnızca tenkit ve­ya red­det­mek, o delili hiçbir za­man çü­rüt­mek manasına gelmez. Bir gün bir lise talebesi bana, “Benim ateist arkadaşlarım var. Onlara Allah’ın varlığını nasıl ispat ederim?” diye sordu. Ben de “Çok kolay” dedim. “Onlara bir ev ustasız, bir harf kâtipsiz, bir köy muhtarsız olmaz de!” dedim. Ben böyle söyleyince delikanlı, “Bunu söyledim; kabul etmediler. Bu ne biçim şey, çok basit dediler.” dedi. Ben de ona, “Doğru, bu söyle­diklerimiz gerçekten basit” dedim. “Fakat Kıymetli Kardeşim! Bu sözler basit olmakla beraber, mantıklıdır. Tartışmada bir iddiayı ispat etmek için ortaya konulan delillerin basit, tuhaf veya acayip olmasına değil, mantıklı olup olmasına bakılır. Tartışmada muhatap “Basit olduğu için bu sözü kabul etmem” diyemez. Kabul etmiyorsa delillerle bunu çürütmesi lazım gelir. Sen arkadaşlarına, “Evet, bu delil basittir fakat mantıklıdır. Bunu kabul etmiyorsanız bunu çürütün, demelisin.” dedim. Bir delili reddetmek ayrıdır, çürütmek ayrıdır. Örneğin birisi tarihte Alpaslan diye birinin yaşadığını inkâr etse ve biz ona tarihi delilleri gösterdiğimiz halde kabul etmese, bu bizim delilimizin çürüklüğünü değil, muhatabın laftan anlamaz olduğunu gösterecektir. Unutmayalım ki biz muhatabımıza delil sunmakla mükellefiz, ikna etmekle mükellef değiliz. Bir insanın ikna olması için aklını çalıştırması, doğruya talip olması gerekir; fakat yeterli değildir. İnsanda bir de duygular vardır. Bazen muhatabın aklı bir fikri kabul eder, fakat duyguları baskın gelirse, bile bile o fikri reddeder. Örneğin, herkes sigaranın zararlı olduğunu bilir. Buna rağmen sigara içenler vardır. Sigaranın vücuda olan zararını en iyi bilen de doktorlardır; fakat sigara içen doktorların varlığı da bir gerçektir. Doktorlar aklen sigaranın zararlarını bilirler, hatta hastalarına sigaranın zararını anlatıp, yasaklayabilirler. Fakat duyguları baskın geldiği için nefislerine bir türlü söz geçiremezler. İşte bunun gibi, bazı insanlara, Allah’ın varlığını 40 değil 400 delille de ispat etseniz yine inanmayanlar çıkabilir. Bu, bizim konuyu anlatamayışımızdan, ispat edemediğimizden kaynaklanmaz. Tarihte pek çok peygamber gelmiş hem mucize göstermişler hem de güçlü kuvvetli akli deliller sunmuşlardır. Fakat ba­zı insanlar bunlara rağmen in­kârda ısrar etmişlerdir. Nitekim Kur’an’da onlar hakkında şöyle buyrulur: “Onları korkutsan da korkutmasan da birdir, onlar iman etmezler.” 1 “Onlar bütün ayetleri (delilleri) görseler yine de inanmazlar; doğ­ru yolu görseler, yol olarak benimsemezler; azgınlık yolunu görseler, hemen onu yol edinirler.”  2 “Göklerde ve yerde (Allah’ın varlığına ve birliğine dair) neler var, bir bakın, de. İnanmayacak bir millete deliller ve uyarmalar fayda vermez.”  3 Eğer ateist birine delilleri sunduğumuz halde reddediyor, fa­kat reddini delille ortaya koya­mıyor, üstelik bir de “Beni ikna edemedin!” diyorsa, bizim di­ye­ceğimiz, “Ben sana diyeceği­mi dedim. Bundan sonraki kısım benim değil, senin kendi prob­lemin. Sen bunu kendi iç âle­minde halletmelisin!” demek­tir. Maymun Deneyi Bazı dinsizler, dünyanın tesadüfen meydana geldiğini iddia ediyorlar ve “Bir maymun rastgele bilgisayar tuşlarına ba­­sarak, tesadüfen Şekspir’in ede­bî eserlerinden birisi gibi bir şaheseri yazabilir” diyorlardı. Bilim adamları, bu iddianın doğru olup olmadığını test etmek için, İngiliz Ulusal Sanat Konseyi’nde altı maymunun olduğu bir kafese bilgisayar koydular. Bir ay boyunca maymunlar bilgisayar tuşlarına rastgele vurdu. Bir ay sonra maymunların rastgele yazdığı elli sayfa çıkarıldı. Yazılar kontrol edildi. Elli sayfa içinde anlamlı tek bir kelime bile yoktu. İngilizcede “I” tek bir harftir ve bu harften önce ve sonra boşluk varsa “Ben” anlamına gelir. Maymunların elli sayfalık yazılarında bu bile yoktu. Elli sayfalık yazıda tesadüfen bir kelime bile olmazsa, bir kitap gibi düzenli, intizamlı, anlamlı olan bitkiler, hayvanlar nasıl tesadüfen meydana gelebilir? Bir harf kâtipsiz olmaz. Hadi diyelim ki oldu. Bir kelime kâtipsiz olur mu? Hadi diyelim ki bu da oldu. Peki, bir cümle veya bir kitap kâtipsiz olur mu? Carl Sagan, “Basit bir hücrenin bilgi muhtevasının, Britannica Ansiklopedisinin yüz milyon sayfasına eş değer bir bilgi ihtiva ettiği tahmin edilmektedir.” demektedir. Yani hücre aslında bir kitap değil, içinde milyonlarca kitabın olduğu bir kütüphane gibidir. Tesadüfen bir harf bile meydana gelmezken, milyonlarca kitap nasıl meydana gelebilir? Einstein şöyle diyor: Ben ateist değilim. Aslında biz çok sayıda farklı dilde yazılmış yüzlerce kitapla dolu bir kütüphaneye giren küçük bir çocuğa benziyoruz. Çocuk, bu kitapları mutlaka birisinin yazmış olduğunu biliyordur ama bu kitapların nasıl yazıldığını bilmez. Bu kitapların yazıldığı dilleri anlamaz. Çocukta kitapların gizemli bir düzene göre yerleştirildiğine dair belli belirsiz bir kuşku uyanır ama bu gizemin ne olduğunu bilemez. Bence en akıllı insanın bile kafasındaki Tanrı düşüncesi bu çocuğun haline benzemektedir. Evrenin muazzam bir düzen ve belirli kurallar çerçevesinde işlediğini görür ama bu kuralları pek anlamayız. Belirli sınırları olan aklımız, takımyıldızlarını hareket ettiren gizemli gücü kavramaktadır. Einstein gibi zeki birine kanaat veren bir delil, diğer insanlara da kanaat verir diye düşünüyoruz. Allah’ın Yokluğu İspat Edilir mi? Eğer bir mal veya arsa gibi bir konuda birisi ile mahkemelik olduysanız, mahkemede haklı olduğunuzu delillerle ortaya koymanız gerekir. Eğer mahkemede siz davanızı ispat edemiyor, hasmınız davasını ispat ediyorsa, hâkim hasmınızı haklı bulacak ve mahkeme onun lehinde, sizin aleyhinizde karar verecektir. “Ben ispat edemiyorum, fakat ben haklıyım” demeniz hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Allah’ın varlığı/yokluğu meselesi de öyledir. Allah’a inananlar, Allah’ın varlığına dair deliller ortaya koymuşlardır. Fakat Allah’ı inkâr eden hiçbir ateist, Allah’ın yokluğuna dair bir tane bile delil ortaya koyamamıştır. Onlar yalnızca Allah’ın varlığına dair ortaya konulan delilleri çürütmeye çalışmışlardır. Allah’ın yokluğuna dair bir delil sunmamışlardır. “Görmüyorum öyleyse yoktur” sözü ise zaten bir ispat değildir. Allah’a inananlar bir değil binler delil ortaya koyduğuna, ateistler ise herhangi bir delil ortaya koyamadığına göre; aklı olan bir kimsenin Allah’ın varlığını kabul etmesi gerekmez mi? Bir arkadaşımız bir hatırasını şöyle anlatıyor: Trakya’da bulunduğum yıllarda, özel ders verdiğim bazı öğrenciler, sınıflarında bir öğrencinin “Ben Allah’a inanmıyorum” diyerek sınıfın huzurunu bozduğunu söylediler. Bunun üzerine delikanlıyı eve davet ettik, o da sağ olsun bizi kırmayıp geldi. Aynı şeyleri anlattı ve “Ben Allah’a inanmıyorum” dedi. Ben de “Senin soracağın tüm sorulara cevap vermeye hazırım” dedim. “Fakat önce ben sana bir soru sormak istiyorum. Sen bana Allah’ın yokluğunu ispat edebilir misin?” Delikanlı böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Bir müddet düşündü. O zamana kadar bunu hiç düşünmediği belliydi. Nihayet, “Yok olan şey ispat edilir mi?” dedi. Ben de “Allah yok diyen sensin. Bu iddianı ispat etmen gerekmez mi?” dedim. Delikanlı afalladı, bir şey diyemedi. Sonra ben ona şöyle dedim: “Bir uçak motoru düşün! Yüzler­ce vidalar, pistonlar vs. kısacası harika bir sistem. Uçağın kanadı, belli birkaç derecelik açıda dönmezse inme, kalkma, dönme olayı gerçekleşmez. Uçak, her şeyiyle harika bir sisteme sahiptir, öyle değil mi? Evet. Peki, bu sistem ustasız kendi kendine olabilir mi?” dedim. Delikanlı “Hayır, kesinlikle ustasız olamaz” dedi. “Peki” dedim. “Bir kuş düşün! Aerodinamik yapısıyla, kanat yapısıyla, gaga yapısıyla tamamen uçmaya yönelik bir sistem. Bu kuşun ne bir mühendis kadar hesaplama yeteneği, ne bir usta kadar yapma yeteneği, ne de uçmak için bir bilgisi olmadığı halde, kuşun bu sistemi ustasız, mühendissiz olabilir mi?” dedim. Delikanlı sustu, bir şey diyemedi. Bu konuşmamızdan sonra delikanlının bir daha bu konuları açmadığını söylediler. Mevlâna şöyle diyor: Bilen duyan gönül, nasıl olur da dönen şeyi bir döndüren var, bunu bilmez? Nasıl olur da geceyle gündüz, kendi kendine nasıl gelir, nasıl gider demezsin? A aşağılık kişi, aklın aldığı şeylerin etrafında döner dolaşırsın ha… Bir de gel şu akılsızlığını gör! Evi bir yapanın olması mı daha akla uygundur, yoksa yapıcısı olmayan kendi kendine yapılmış bir ev mi, a aklı kıt? Yazıyı bir yazanın olması mı daha akla uyar, yoksa olmaması mı ey oğul? “Cim” harfine benzeyen kulak, “ayn”a benzeyen göz, “mim”e benzeyen ağız, nasıl olur da yazan olmadan yazılır, meydana gelir, a kınanmaya değer adam? Etrafı aydınlatan bir mum, yak­mayan oldukça mı bulunur, yok­sa bilen bir yakıcı olunca mı? Güzel bir sanat kör ve çolak bir adamın elinden mi çıkar, yoksa her tarafı bütün bir gözlünün elinden mi? Kaynaklar: 1- Ya-Sin, 102- A’raf, 1463- Yunus, 101

İdris TÜZÜN 01 Aralık
Konu resmiGünah
İtikad

 “Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl, 90) Günah Nedir? Günah, Cenab-ı Hakkın yasak­ladığı, yapılmasından razı olmadığı, haram olan fiillerdir. Kuran-ı Kerim’de bu mana için zenb, hatie, zulm, dalal, fahşa, ism, fısk, fücur gibi kelimeler kullanılmıştır. Günaha yeltenme esnasında his­lerin akla, kalbe ve ruha ga­lip gelmesi oranında kişinin im­tihanı zorlaşmaktadır. Nefs ve heva his ve vehm bazen alda­tıyor. Günahların Fert ve Topluma Zararları Günahların dine, insan sağlığına, toplum hayatına çok ciddi zararları olmaktadır. Günümüz hukuku incelendiğinde günahların yasaklar olarak yer ettiğini görürüz. Tek tek incelenecek olursa; içki, insan sağlığına, iş gücüne, aile saadetine çok menfi etkilerde bulunmaktadır. Zina ve kumar birçok yuvaların yıkılmasına sebep olmaktadır. Toplumun çekirdeğini oluşturan ailede anne babaya itaatin kalkması ve akraba ile irtibatın kopması insanları yalnızlığa ve bencilliğe itmektedir. Haksız yere adam öldürmek binlerce masumun geride zor durumlarda kalmasına yol açmıştır. Bu günahlar aynı anda diğer günahları ve suçları tetikleyici rol oynayarak, toplum hayatını zehirlemektedir. Günahlara devam eden insan fıtrata ters hareket ettiğinden, tatmin de olamadığı için sürekli memnuniyetsizlik içindedir. Bu hal yeni arayışlar ve yeni günahlar doğuracaktır. Toplumların sapkınlığının temelinde bunlar vardır. Ahir Zaman ve Günahlar Zamanımız iletişim çağı olmakla birlikte bütün dünyada boy gösteren, imansızlık hastalığı, günahları da katmerlenerek beraberinde getirmiştir. Hem modern dünyanın getirdiği yükler hem iman zaafiyetinin ve ibadet eksikliğinin sebep olduğu boşluk insanları maalesef daha da batırmıştır. Günahtan Kaçınma Yolları İman: “Hayatın lezzetini ve zev­kini isterseniz, hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve fe­ra­iz­le zinetlendiriniz ve günahlar­dan çekinmekle muhafaza ediniz.” İmanımızı kuvvetlendirdiğimiz oranda günahlara karşe güzel bir kalkan olacağını görürüz. Allah’ı tanıyan, seven bir mümin, Onun rızasını kaybetmekten daha çok korkacaktır. İbadet: Kalp, ruh ve aklın gıdası, suyu hükmünde olan ibadetler, insanı kulluk şuuruna ulaştırarak günahlardan soğutacaktır. Günahların içindeki manevi elemler: İslam’da, bu dünyada bile manevi bir cennet olduğu gibi, dalalet ve günahlarda da manevi bir cehennem azabı vardır. Hayatı yaşanmaz hale getiren bu günahlardaki çirkinlikler insanlara gösterilebilse çoklar vazgeçecekler. Risâle-i Nur, salih amel noktasında, imân tarafında, herkesin başında her vakit bir mânevî yasakçıyı bulundurmaktadır. Bu dünyada iman içinde lezzeti gösterdiği gibi, günahlar içinde de sıkıntıları, elemleri göstermektedir. Günah işleyen kişi cehennem hapsini ve Allah'ın gazabını hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtulmaktadır. İman, kalbde, kafada sürekli mânevî bir yasakçı bıraktığından, fena meyiller histen, nefisten çıktıkça “Yasaktır!” deyip kovmakta ve kaçırmaktadır. Her bir günahta küfre gidecek bir yol vardır: Her bir günah, küçük bile görünse, bizlere melekleri, ahireti ve neticede Cenab-ı Hakkı inkara götürecek bir tehlikededir. Utandıracak bir günahı başkasının görmesinden rahatsız olan insan, meleklerin gördüğünü düşününce, “keşke melekler olmasaydı” fikri onda hâkim gelmeye başlar. Sonra “keşke bu yükümlülükler olmasaydı” hatta “Allah dahi olmasaydı” gibi bir düşünce insanı sarar. Böyleler kendilerini bu halden kurtarmak için inkara dair küçük bir emare bulsa çok ciddi bir delil gibi sarılır. Bizler hem kendimiz bu hakikatleri yaşamalıyız hem de insanımıza günahların bu azim neticesini göstermeliyiz ki bu hallerden kurtulalım. Helal dairesinde meşguliyet: Helal dairesi keyfe kafidir, harama girmeye hiç lüzum yoktur. Birçok kötü alışkanlık boş vakitlerde sıkılmakla doğar. Bizler helal dairesinde kendimizi hayırlı işlerle meşgul ettiğimiz oranda nefsin desiselerinden kurtulmaktayız. Nefsin kusurunu görmek, istiaze: Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan da­ha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek büyük bir noksanlıktır. Kişi kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar, affedilmeye müstahak olur. Sabır kuvvetini doğru kullanmak: Rabbimizin bizlere verdiği sabır imtihanlarımız için yetecek miktardadır. Fakat, biz, ibadetler, musibetlere tahammül ve günahlara mukavemet için verilen sabrı, evham ve endişelerle israf edersek, manevi cihetten büyük zarara düşeriz. Takva ve salih amel zırhına bürünmek: Kur’an-ı Hakim'in nazarında, imandan sonra en çok esas tutulan, takva ve salih ameldir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Ufacık bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibadetleri toplamından daha iyidir.” bu bağlamda her bir Müslümanın günah olan fiilleri öğrenmesi ve kaçınması vaciptir. Takva, yasaklardan ve günahlardan kaçınmaktır. Tahribata karşı takva en büyük silahtır. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i salihadır. Günahlardan korunmak için niyet etmek: Günahlardan kaç­­­mak için en başta samimi bir niyet içinde olmamız lazımdır. Allah bizim her halimizi biz­­den daha iyi bilendir. İhlâs, sadakat ve tesanütle çalışmak: Sosyal hayata giren kimse hangi şeye temas etse, çoğunlukla günahlara bulaşmaktadır. Her yönden gelen günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. Bu kadar günahlara karşı insanın hususî ibadet ve takvâsı nasıl mukabele edebilir? Her biri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, kurtulur? Bu tehlikelere karşı, Risâle-i Nur’un hakikî ve sadık talebelerinin aralarındaki esas düstur olan “iştirak-i âmâl-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve halis tesanüd sırrı” önemlidir. Yapı­lacak iş şudur: Her bir halis Nur Talebesi kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara binler dille karşılık verir. Bazı meleklerin kırk bin dille zikrettikleri gibi halis, hakikî, muttaki bir Nur Talebesi dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder. Kurtuluşa müstahak ve inşaallah ehl-i saadet olur. Risâle-i Nur dairesinde sadakat, hizmet, takvâ ve büyük günahlardan çekinmek derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir. Gıyaben dua etmek: Günahlara bulaşan din kardeşlerine gıyaben, günahsız bir dille duâ eden bir mümin, onlara manen yardım etmiş olur. Sevab kefesine destek sağlar. Efendimiz (sav) konuyla ilgili olarak, “Kişi Müslüman kardeşine arkasından (gıyabından) dua ederse, melekler; ‘Âmin! Aynısı sana da olsun!’ derler.” buyurmuştur.1 Tevbe ve İstiğfar: İstiğfar etmek, (estağfirullah) demektir. Tevbe, haram işledikten sonra, pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya azmetmek, karar vermektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Tevbe, günahtan sonra o günahı bir daha yapmamaktır.” (İ. Ahmed)2 Günahtan hemen sonra tevbe etmek farzdır. Tevbeyi geciktirmek de büyük günahtır. Bunun için de ayrıca tevbe etmek gerekir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: “Allah’a tevbe edin!” (Nur, 31), “Allahü Teâlâ, tevbe edenleri sever.” (Bakara, 222), “Allah’a tevbe-i nasuh yapınız!” (Tahrim, 8); “Nefsim kudret elinde olan Zat’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi.” (Müslim, Tevbe 9, (2748) Hadiste, Allah hususunda alda­nan­ların vehmettikleri gibi, gü­nah işlemekte ısrar edenlere te­selli yoktur. Zira, Peygamberler aleyhimüsselam, insanları gü­nah­­­lara banmaktan kurtarmak için gönderildiler. Hadis, Allah Teâlâ Hazretlerinin affını, gü­nah­kârları tevbeye teşvik için onlara olan mağfiretini beyan etmektir. Allah Teâlâ, muhsin olanlara vermeyi sevdiği gibi, günahkar olanları da affetmeyi sevmektedir. Buna, Allah’ın birçok ismi delalet eder: “Gaffâr, Halîm, Tevvâb, Afüvv gibi. Yahud, kul­larını tek bir şe’n üzere yarat­mamıştır, nitekim melekler günah işlemekten uzak olarak yaratıldığı halde, insanlar farklı meyillerle yaratılmıştır. Bir kısmı hevâya meyyaldir, onun gereklerini yapma durumundadır. Allah, bu fıtratta olanları hevaya uymaktan kaçınmakla mükellef kılar ve ona yaklaşmayı yasaklar. Hevâ ile mübtela ettikten sonra tevbeyi öğretir. Eğer ibtilaya rağmen hevaya uymazsa ecri Allah’a aittir. Eğer yolu şaşırırsa, önünde tevbe vardır.” Kaynaklar: 1- Müslim, “Zikr”, 88; Ebu Dâvud, “Vitr”, 29; Tirmizi, “Birr”, 502- Nedâmet halinde bulunan kişi tövbeye konu olan günahı terkeder ve bir daha işlememeye karar verir. Âlimler tövbenin Allah nezdinde kabul edilmesinin bu üç şartına (nedâmet, terk, tekrar işlememe) bir dördüncüsünü eklemiştir; o da iyi amel işlemek suretiyle geçmişteki hataların telâfi edilmesidir. Bu dört şartın üçüncüsünü oluşturan günahı tekrar işlememe hususu Allah’ın mağfiretine kavuşmak için Kur’an’da şart koşulmuştur (Âl-i İmrân 3/135). Nefsânî arzularına kapılabilen insan için zor bir sınav olan bu noktada tövbe teşebbüsünde öncelik verilmesi gereken şey bir daha yapmamaya kesin karar vermektir. Bununla birlikte günahın tekrar işlenmesi durumunda yine pişmanlık duyup bir daha yapmamaya azmetmek gerekir. Nitekim bir hadiste Allah’tan sürekli bağışlanmasını dileyen kimsenin günahında ısrar etmiş sayılmayacağı ifade edilmiştir (Ebû Dâvûd, “Vitir”, 26; Tirmizî, “Daʿavât”, 106). (TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 41, s. 279-283, 2012

Ali GÜNTER 01 Aralık
Konu resmiNiçin İbadet Etmeliyim?
İbadet

Allah emrettiği için, Allah’ın rızasını kazanmak için, Allah’ın habibi, Sevgili Peygamberimiz (sav) imandan sonra en çok ibadete önem verdiği için, Rabbimiz ibadete layık yegâne mabud olduğu için, Takva mertebesine erişmek için,1 Ahiret yurdunda ebedi bir saadeti kazanmak için, Dünya ve ahiret saadetine sebep olduğu için… Peki, ibadet dünya ve ahiret saadetine nasıl vesile olur? Kur’an-ı Kerim’in haber verdi­ği cennetlik insanların en büyük özelliği iman edip salih amel işlemektir. Mukaddes ki­­­ta­­­­bı­mız Kur’an’da imandan sonra çokça zikredilen salih amel, Allah’ın emirlerine uyarak iba­det etmektir. İslam’ın şart­­­ların­dan namaz, oruç gibi Kur’an’da emredilen ibadetlerin birçok hikmetleri vardır. Örne­ğin beş vakit namaz, insanın hayatını düzene sokar, planlı ve programlı hale getirir. “Namaz, mü­minler üzerine vakitleri belirlenmiş bir farzdır”2 ayeti bu konuya değinmektedir. Oruç tutmanın perhiz gibi sağ­lık yönünden birçok faydası vardır. “Oruç tutunuz; sıhhat bulursunuz”3 hadis-i şerifi bu­na işaret etmektedir. Dua bir çeşit ibadettir. Dua eden kimse kalben ve ruhen rahatlar. Her şeye gücü yeten Allah’a dayanmanın ve O’ndan yardım istemenin getirdiği huzuru yaşar. Çaresizlikten ve kimsesizlikten kurtulur. Bu şekilde ibadetlerini yerine getiren bir kimsenin kalbinde bir huzur ve sevinç olur. Başka, niçin ibadet ederiz? İnsanın yaratılış gayesi ve haya­tı­nın meyvesi ibadet olduğu için, Rabbimizin emrine uyup O’na itaatimizi göstermek için, İnanç esaslarını kalbimize, ruhumuza hatta duygularımıza yer­leştirmek için, Allah ile kul arasında çok şerefli bir bağ ve özel bir irtibat olduğu için, Sayısız nimetleriyle bizi sevdiğini gösteren Rabbimize ibadet etmekle O’nu sevdiğimizi göstermek için, Yeryüzünü bize döşek, gökyüzünü ise üstümüze tavan yapan ve gökten yağmuru indiren ve yerden rızık olarak çeşitli gıdalar ve türlü türlü meyveler, sebzeler çıkaran kimdir? Rabbimize teşekkür etmek için, İnsan aciz, fakir ve zayıftır, onu inciten, üzen sayısız düşmanları vardır, kendi imkânları ile asla gideremeyeceği hava, su, güneş ışığı gibi ihtiyaçları vardır. Bu durumda sonsuz bir kudrete dayanarak sıkıntılarımızın üste­sinden gelmek için ve sonsuz rahmet hazinelerinin sahibi olan Allah’ın yardımıyla ihtiyaçlarımızı gidermek için… Yüce Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. Fakat insan ibadete muhtaçtır. Çünkü; İnsanın ruhunu yücelten ve yükselten ibadettir. İnsanın yeteneklerini geliştiren ibadettir. İnsanın emellerini, arzularını gerçekleştiren ibadettir. İnsanın meyillerini kötülüklerden arındıran, temizleyen ibadettir.4 İnsanın fikirlerini tanzim ve tashih eden ibadettir. Mesela, ibadet tabiatla ilgili yanlış düşüncelerden kurtarır. Çünkü yegâne yaratıcı olan Allah’a ibadet eden bahtiyar bir insan bilir ki; tabiat dedikleri şey, Allah tarafından yaratılmıştır, yaratıcı olamaz. Tabiat; bir sanattır, sanatkâr olamaz. Nasıl ki harika bir resim, o resmi yapan maharetli bir ressamı gösterir. Biliriz ki resim, ressamsız olmaz. Tabiat, doğa dedikleri şey de kendi kendine olamaz, ancak Allah’ın yarattığı bir sanat eseri olabilir. Mübah olan dünyevi işlerimizden sevap kazandıran da yine ibadettir. Sermaye-i ömrümüzü ahirete mâl edip bereketlendiren ibadettir. İbadet, kul ile Allah arasında en yüksek bir bağdır. Yaşamamız Rabbimizin elinde olduğundan, daima Rabbimize muhtacız. Hayatımızın devamı için gerekli olan her şeyi veren de Rabbimizdir. Rabbimizin bu nimetlerine şükür lâzımdır. Şükür ise ancak Allah’a kullukla yani ibadetle olur. İbadet çok büyük, manevi bir ticaret ve saadet kaynağıdır. İbadetsizlik ise çok büyük bir zarar ve ziyandır. İbadetin her ne kadar görünüşte bir ağırlığı, zahmeti olsa da manasında çok büyük bir hafiflik ve rahatlık vardır. Çünkü ibadet eden bir insan, imanî bakış açısıyla şu hakikatleri anlar: Her şeyi yaratan ve her canlının rızkını veren Allah’tır. Zarar ve menfaat O’nun elindedir. O, lüzumsuz hiçbir iş yapmaz. İhsanı ve merhameti çoktur. Öyleyse Allah’ın sonsuz rahmet hazinelerinin kapısını ibadet ve dua ile çalmalıyım! İnandığım, güvendiğim Rabbim öyle bir ilahtır ki, her şey onun emrindedir. Ona sığınmalı, tevekkül ile ona dayanmalıyım. Bu sayede her sıkıntıya göğüs gerebilir ve gönlümde tam bir emniyet duygusu hissedebilirim. Dünya saadetinin temeli olan ümit, cesaret gibi birçok değerleri ibadet vasıtasıyla elde edebilirim. Evet, ibadet, Allah emrettiği için yapılır. Sonucunda da Allah’ın rızası beklenir. “(Ben) cin­le­ri ve insanları, ancak ba­na iba­­­det et­sinler diye ya­rat­tım!”5 aye­tinin sırrıyla in­sa­­nın yara­tıl­­­­masının en önemli ga­­ye­si, Allah’ı tanımak ve ona iba­det et­­mektir. İhlasa ve kul­lu­­­­ğa yakı­şan, sadece rızasını ka­­zan­­­­mak için Allah’a ibadet et­mek­­­tir. Buna tam ihlas denilir. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de “Şüp­­hesiz ki biz, sana bu Ki­tâb’ı hak ile indirdik; öyle ise (sen de) dinde O’na (karşı) ih­las­lı (samimi) bir kimse olarak Allah’a kulluk et!”6 “De ki: (Ben,) Allah’a dinimde O’na (karşı) ihlaslı (samimi) bir kim­se olarak ibadet ede­rim.”7 gibi ayetler bize nasıl iba­­­det ede­ceğimizi öğretmekte­dir. Bununla birlikte bir kimsenin cennete girmek arzusuyla veya cehennem korkusuyla ibadet etmesi caizdir. Çünkü Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de hem cennete teşvik ediyor hem de cehennemle tehdit ediyor. De­mek ki bir kimse, cennete gi­deceğini düşünerek veya ce­hen­nemden çekinerek şerleri, kö­tülükleri terk edip iyiliklere yönelebilir. Rabbimiz bizi hakkı hak bilip hakka ittiba eden, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan içtinap eden kullarından eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Bakara, 21: Ey İnsanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki takvâya eresiniz.2- Nisâ, 103.3- Câmiüssagîr, c.2, s.89.4- Ankebut, 45: Şüphe yok ki namaz, çirkin işlerden ve kötülüklerden (insanı) alıkoyar.5- Zâriyat, 56.6- Zümer, 2.7- Zümer, 14.

Ali CİRİT 01 Aralık
Konu resmiCevap Bekleyen Sorularım
İbadet

Herkes bilir ki sorular cevapsız kalamaz. Zira cevapsız kalan sorular, insan zihnini kemiren birer kurt gibi olur. İnsanın düşüncesini meşgul eden en önemli konulardan birisi şer yani kötülük meselesidir. Tarih boyunca insanlar arasında tartışılmış ve tartışılmaya da devam etmektedir. İnsanlar, hayrın Allah tarafından yaratıldığı konusunda fikir birliğine varırken, şerrin Allah tarafından yaratılması konusunda fikir birliğini temin edememişlerdir. Etrafımıza baktığımızda birçok musibeti, belaları, hastalıkları, çirkinlikleri, zulümleri, savaşları ve ölümleri görmekteyiz. Ha­yatın yalnızca hayırdan, güzel­likten ve iyiliklerden ibaret olmadığını biliyor ve yaşıyoruz. Hayatı boyunca canı yanmayan, tökezlemeyen, acısı olmayan, yüreği ağzına gelmeyen bir insana rastlamıyoruz. Hayatın yalnız tatlıdan ibaret olmadığını biliyor, acısıyla tatlısıyla karışık bir hayat sürüyoruz. Bu hayatta âdeta hayır-şer, güzel-çirkin, acı-tatlı, doğru-yalan birbirine karışmış gidiyor. Bazen bunlar yan yana, omuz omuza vererek karşımıza çıkıyor. Bundan dolayı mutluluklar kesintiye uğruyor. İnsanın keyfi kaçıyor. Ağzının tadı bozuluyor. Yaşama aşkı zedeleniyor. Hüzün bulutları, gönle acılar yağdırıyor. İnsanların canını yakan bu şer meselesi aydınlatılmadığı müddetçe gönlün huzura ermeyeceği anlaşılıyor. Şer nedir? Şerler niçin vardır? Cenabı Hak şerlere niçin müdahale edip engel olmaz? Şerlerin olması insan için zulüm değil mi? Bu kadar şerler varken hayattan zevk almak mümkün müdür? Şerrin ortaya çıkmasında insanın rolü nedir? Şerler olmasaydı ne olurdu? Şerri ortaya çıkaran kimdir? Şer insanlara göre değişir mi? Birine göre şer olan başkasına hayır olur mu? Şerri hangi teraziye göre tartmalıyım? gibi birçok sorunun cevabını insan bulmalıdır ki gönlü, zihni, vicdanı rahat etsin. Herkes bilir ki sorular cevapsız kalamaz. Zira cevapsız kalan sorular, insan zihnini kemiren birer kurt gibi olur. Önce Doğru Teşhis Tanımlama, anlam verme, fert ve toplum hayatında son derece önemli bir yere sahiptir. Anlam verme, hayatın tümünü, her anını etkileyecek bir değerdedir. Bir insanın veya toplumun başarısı veya başarısızlığı, mutluluğu veya mutsuzluğu hayata doğru anlamı vermesi ile orantılıdır. İnsanlar belirsizlikten, bilin­mez­­­lik­­­ten, meç­hullerden hu­zur­­­suz olur. On­ların verdiği ra­­­hat­­­­sız­lık­tan bir an önce kur­tul­­­­­mak ister. Bundan dolayıdır ki meçhul olan şeyleri bili­nir, gö­­rü­nür hale getirmeye ça­lı­şır. Bunun için de her şeye olum­lu veya olumsuz, iyi veya kö­tü bir anlam yükler. İsim takar. Kavram­sallaştırır. On­ları ta­nım­­lar. Bundan dolayıdır ki dün­­ya­da isimsiz hiçbir şeyin ol­ma­­dı­ğını görürsünüz. İnsan, çocuğunu daha eline almadan ona isim düşünür. Bir kedisi olsa ona önce isim takar. Tanımadığı, bilmediği bir şeyi bildiği bir şeye benzeterek bilinir hale getirir. İşte küçük yaşlarda başlayan bu anlam verme, tanımlama, kavramsallaştırma, belirgin kılma gayreti, hayat boyu insana olumlu yönde destek olduğu gibi insanı zayıf hale de düşürebilir. Evet, insanın yaşadığı, gördüğü ve işittiği bütün olaylarda kullandığı en büyük sermayesi tanımlama/anlamlandırma/kavramsallaştırma/isim verme/anlam verme becerisidir. Çünkü insan kavramlar sayesinde düşünür. Anlam verme, kavram­sallaştırma görünmeyeni görünür, bilinmeyeni bilinir, soyut olanı somut, gizli olanı aşikâr hale getirir. Doğru anlam verme, yani hayatı doğru okuma, hayatı ve içindekileri anlamlı kılar. İradeyi besler. Olaylar karşısında direnç verir. Sarsılmaz bir kararlılık ve dirayet temin eder. Yanlış/kötü anlam verme ise iradeyi zayıflatır. Kararsızlığı besler. Cesareti azaltır. Çünkü anlam verme, düşüncenin temel kodları/taşlarıdır. Düşünceler ise tavırlar, davranışlar üzerinde etkilidir. Yani attığımız adımların, takındığımız tavırların, gösterdiğimiz davranışların temelinde olay ve nesnelere yüklediğimiz anlamlar bulunur. Doğru Tanımlama Bundan dolayıdır ki öncelikle şer ve musibetlere yüklediğimiz anlamdan işe başlanmalıdır. Çün­kü şer ve musibetlere yüklediğimiz anlam, duracağımız, durduğumuz veya savrulacağımız yeri belirler. İnsanın durduğu yeri bilmesi ise kendisini korumanın en etkili yoludur. Şerri nasıl tanımladığımız ya hayatın tadına vardıracaktır ya da hayatın tadını kaçıracaktır. Bizi ya ellerini bağlayıp oturan bir insan yapacak ya da her şeyi fırsat görüp azimle çalışan bir varlık kılacaktır. Ya güldürecek ya da ağlatacaktır. Ya sevindirecek ya da hüzne boğacaktır. Ya hadiseler karşısında irademizi bileyecek, keskinleştirecek ya da irademizi çözüp zayıflatacaktır. Evet, şerri tanımlamada ya iman merkezli ya da varlık, tabi­at, sebep merkezli bir tanım­lama yapılacaktır. Ya Allah hesaba katılarak ya da O’ndan gaflet edilerek şerre bir anlam yüklenecektir. Biz de bu yazımızda şer meselesini iman merkezli yaklaşarak değerlendirmeye çalışacağız. İman merkezli baktığımızda şer; dünyada kötülenmeye, ahirette ise cezalandırılmaya sebep olan, herkesin kaçındığı, sağduyunun ve doğru karar veren aklın/akl-ı selimin reddettiği çirkin ve kötü şeylere denir. Yani şer denildiğinde; Kaçınılan, Sakınılan, Aklın kötüleyip kabul etmediği, Bir cezasının olduğu ön plana çıkmaktadır Öyle ise şer talip olunacak, alınacak, arzulanacak, hevesle istenilecek bir şey değildir. Bundan dolayıdır ki görünüşe bakıp hüküm veren; nefsine, hevesine ve menfaatine uygun şeylere güzel, diğer şeylere kötü diyen insanların yaptığı yüzeysel ve çıkarcı tanımlar konumuzun dışındadır. Çünkü bu insanlar olay ve nesneleri hakikat, akıl, fikir ve vicdan terazisi ile tartmazlar. Bilakis heveslerinin, arzularının, hırslarının, tutkularının, ihtiraslarının ölçüleriyle değerlendirirler. Hâlbuki insan, nefis ve heveslerinin ölçüsüyle değerlendirme yaptığında hata eder. Etrafımızda bunun örnekleri oldukça çoktur. Mesela çocuklara bakınız. Hevesleriyle hareket ettikleri için olmayacak şeyleri isterler. Zararlı tercihlerde bulunurlar. Nefis ve hevesle olaylara yaklaşmak, insanları değerlendirmek veya hareket etmek kişiyi yanıltır. Hakikati yansıtmaz. Çünkü hakikate göre değil, kişinin menfaatine göre yapılan bir değerlendirmedir. Şahsî, keyfî bir değerlendirmedir. Ölçüsü, terazisi nefis ve kuru heves olan insan yanılır, yanıltır. Çünkü nefis ve hevesin yapısında meseleyi tahkik etmek, araştırıp düşünmek yoktur. Nefis ve heves işin başını sonunu düşünmez. Yalnızca hazır keyfine, şimdiki zevkine ve lezzetine bakar. İlerisini düşünmez. Olay ve nesneleri araştıran, etraflıca düşünen, işin önüne ardına bakan ise akıldır ve kalptir. Netice olarak diyebiliriz ki olaylar ve nesneler karşısında insan kendi heves ve arzularını ölçü alacak olursa iş çıkmaza girer. “Bana görelikler” araya girer. Heves ve arzu hakikati yansıtmaz. Öyle ise şerler konusunda ölçümüz, insanın keyfi, zevki, tutkusu, hevesi ve nefsi değildir. Bu konudaki ölçümüz hakikat, akıl ve şeriattır. Önceliğim Biz Müslümanlar olaylara Allah merkezli, iman merkezli ba­­kı­­yoruz. Yani hayatta cereyan eden hadiselerin başıboş, te­­sa­­düfi gelişmediğini kabul edi­yo­ruz. İnsanları kendisine hay­ran bırakan böyle mükemmel bir kâinatta, rastgeleliğin ol­ma­yacağına itikat ediyoruz. Olayların bir faili ve varlıkların bir yaratıcısı olduğuna inanıyoruz. Her fiil bir fâili, her eser bir ustayı, her sanat bir sanatkârı, her kitap bir müellifi gösterdiği gibi âlem de kendisini yaratan Allah’ın var ve bir olduğunu sıfatlarıyla birlikte ispat eder, gösterir. Âlem her şeyiyle Allah’a delildir. Masamıza bırakılan küçük bir not kâğıdının kim tarafından bırakıldığını merak eden, yolda bulduğu bir tek liranın dahi sahibi olduğunu bilen insanın böyle muhteşem bir âlemi sahipsiz tasavvur etmesini doğru bulmuyoruz. Bundan dolayı âlemde fâil-i meçhulün, kendi kendine oluşun, tesadüfiliğin olmadığına inanıyoruz. Öyle ise en evvel âlemlerin rabbi olan Allah’ı bilmek ve tanımaktan işe başlamalıyız.

Muhlis KÖRPE 01 Aralık
Konu resmiHerbir İhtiyar/İhtiyare İmanıyla “Değer” Taşır
İtikad

Kış... Yine geldi. Ebedi gençlik ölüm, desem kimse inanmaz;Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz. Aslında bu kabristan sadece bayram arifelerinde ziyaret ettiğimiz bir mekân değil; mutat olmasa da Cuma günlerimizde, çok nadir olarak da sabah namazı sonralarında oradayız. Bizim için şehrin keşmekeşinden uzaklaşarak tefekküre kapı aralayıp, hatırdan okuduğumuz“وَ     اِلَيْهِ الْمَصيرُ” kelimesini kudret kaleminin satırlarından okuduğumuz, günah lekelerinden azade bembeyaz bir kâinat sahifesi orası. Geçen Cuma günü, sabah namazından sonra yine aynı me­kân­dayız, yine aynı gü­zer­gâh­tayız. İki taraftaki sıra selviler altında ilerliyoruz. Dilimizde hafif sesle namaz tesbihatı… Büyük hala… Çocukluğumuzda ona “Bibi Hala” derdik. Bibi kelimesinin manasını sonraları öğrendiğimizde çift hala hitabını bırakıp “Fatma Bibi” der olmuştuk. İki katlı evinin avlusundaki pencere altı divanında kapıya dönük oturmuş, kalın camlı siyah çerçeveli gözlüğüyle etrafa nazar eden, bembeyaz yüzüyle herkese mütebessim tonton bir ihtiyare… Elinde tesbih, dilinde vird… Anlaşılan bir zincirin kim bilir kaçıncı halkası.Tam hatırlayamadığım bir çocukluk gününde, bulunduğumuz dost meclisinden usulünce çekilip şu an el açmış Fatiha ve üç ihlas okuduğumuz istirahatgâhına gelip yerleşti.Allah mekânını Cennet eylesin. Büyük amcamız… Babamız gibi biz de kendisine “Amca” derdik, tek amcamızın yalnızlığını silen bir ses tonuyla. Vedalaşma günlerinde kapalı gözlerle sessizliğe büründüğü uzanıp kaldığı döşeğinde hep baş ucundaydık. Bulunduğu hanede zamanın düzeni değişmişti. Sabah erken, gece geç vakit fark etmez, her an birisi içeriye girebilirdi. Genellikle bu kişi ya evladı ya birçok to­ru­nundan biri olurdu. Her yanına vardığımızda, özellikle bize, sesimizi duyar duymaz tepki verir; avucunun içindeki elimizi sıkıca kavrardı. Hafif sesle okuduğumuz özlediği surelerin ruhuna verdiği huzuru ve simasındaki ferahlığı bugün dahi hissedebiliyorum. Amcam, bu büyük amcamızın kendisine söylediği sözü hiç unutmadığını söyler. Ben de öyle: “Biz yarın ölünce ardımızdan kim Kur’an okuyacak?” Bir eski toprağın, bir imanlı kalbin ney misali hazin seslenişi. Cevap bizden: Biz ne güne duruyoruz Amca, biz okuruz!Bir sabah namazı sonrası amcamın irtihalini öğrendiğimizde gözyaşları içinde seslenmiştik: “Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz.” Şimdi, aynı yastığa bir ömür baş koyduğu büyük yengemizle (bu zarif hanımın ninemizle bera­ber ailemize Reyhaniye’deki uzun süreli misafirliği esnasında yaptığımız İhtiyarlar Risalesi okumalarını hiç unutmayız) birlikte büyük servinin altındalar. Fatma Bibi’den sonra ziyaretimizin ikinci durağı olan diğer büyük amcamız Hasan Amca ve yanı başındaki “Sevgi”sinin nişanesi olan kızı. Her birine ayrı ayrı okuyor, hayır dualar ederek selamlaşıp ayrılıyoruz. Allah taksiratlarını affetsin.Ve ninemiz… Sevenlerinin “Fatma Bacı”sı. Ço­­­­cuk­­luğumuzun diliyle şimdiye taşıdığımız “Neno Kurban”… Ondan geriye kalanlar birkaç tane fotoğraf karesi de­ğil! Adı çocukluk olan, adı genç­lik olan, adı şimdi olan bir seri kocaman albümler adeta. Biz gelmeden önce bu haneden ayrılan dedemizin evlatlarına ve istikbaldeki torunlarına ya­digârı, emaneti… Evlerimizin misafiri değil “bereketi”… En unutulmadık duası olan “Allah iyilerle karşılaştırsın!” niyazının huzurunu hâlâ hissettiğimiz “dua bankamız”. Dahası: Haşkel Köyünde bir seher vakti, babasıyla yeşilbaşlıların (sarıklıların) meclisine ilk şahit olduğunda başına yorganı çeken küçük kız çocuğunun; ninelik günlerinde seher seccadesinde kalbinden gelen buğulu sesi asla unutamam. Beyaz namaz örtüsü altında, tesbih şakırtıları eşliğindeki bu manzara, hatırımda hep “bir ihtiyare hanımın imanının mücessem bir tablosu” olarak gelmiştir. Az önce selamlaştık. Şimdi biz duadayız. Bu Cuma gününün hususi ziyaret adabını da dikkate alarak, ayakucundaki yerimizde Yâsîn-i Şerifimizi, hatim dualarımızı okuyoruz. Sadece Medine-i Münevvere’ye ve Mekke-i Mükerreme’ye tahiyyeler değil; İslâm dünyasındaki, Anadolu’daki, bu şehirdeki, bu kabristandaki tüm ehl-i imana hediyeler gönderiyoruz. Kalplerimizdeki şevk, gönüllerimizdeki sükûnet dilimize eşlik ediyor. Ailemizin çınarları olan bu ihtiyar ve ihtiyarelerin ziyaretine, aramızda oldukları zaman da koşardık. Bu onlarla aramızda olan iman bağının ve bu imanın şuâ’ı olan vefa duygusunun bir neticesiydi. Sünnet-i seniyyesine uymaklıkla müşerref olduğumuz, “Küçüklerine merhamet etmeyen ve büyüklerine saygı göstermeyen bizden değildir” buyuran Muhammed Mustafa Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin dersiyle kalplerimizi süsleyen “vefa” öyle bir duygu ki… Geçmişte tecrübelerinden istifade ettiğimiz bu değerlerimizden istifademizi dünyalar değişse de idame ettiriyor. İmanlarındaki nurlu, lezzetli, sevimli, şirin definelerin kapılarını bizlere aralıyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰي دٖينِ الْإِ سْلَامِ وَ كَمَالِ لْإِ  يمَانِ Birbirine ecnebî müdhiş ce­nâ­zeler ve ağlayan yetimler şeklinde zannedilen varlıkları; sevimli kardeşler, hayat dolu, canlı, sıcak ve yakın dostlar, vazifeden terhis edilmiş, sevinen, zikreden, tesbîh edenler şeklinde gösteren iman nurundan dolayı Allah’a hamd olsun.

İbrahim SARITAŞ 01 Aralık
Konu resmiNurdan Maddeler
Risale-i Nur

  HADİSLERDE HAZRET-İ MEHDİ’NİN HABER VERİLMESİNİN 3 HİKMETİ1 1- Her asırdaki müminlerin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek.2- Ümmetin, başına gelen dehşetli hadiselerde ümitsizliğe düşmemesi.3- Müminleri, İslâm âleminin nurani bir silsilesi olan Âl-i Beyt’e manevi olarak rabt etmek. CENAB-I HAKK’IN TAM VE HAKİKİ BİR ADALETİ OLDUĞUNU GÖSTEREN 4 DELİL2 1- Her şeyi lâyık olduğu yere koyması.2- Her hak sahibinin istidadına uygun olarak hakkını vermesi.3- Her muhtacın, vücud ve bekasının devamı için talep ettiği ihtiyacını imdadına yetiştirmesi.4- İstidat veya ihtiyac-ı fıtrî veya ızdırar lisanıyla dua eden her mahlukun duasına icabet edilmesi. BİR ERKEĞİN BİR HANIMI NİKÂHLA­MA­­SININ ŞER’AN 3 HİKMETİ3 1- Kendisine ebedi bir hayat arkadaşı olması için.2- Saadetli bir dünya hayatına vesile olması için.3- Kendini günahlardan muhafaza etmek için. CEHRÎ EVRÂD OKUMANIN HAFİ OKUMAKTAN DAHA SEVAPLI OLMASININ 3 ŞARTI ve 4 HİKMETİ4 3 Şartı:1- İhlas dersini tam almış olmak.2- Gizliden de olsa tasannu ve riya karışmamak.3- Ahirzaman fitnesinin yaşandığı ve şeâir-i İs­lâ­mi­ye’nin tahrip edildiği şöyle bir zamanda. 4 Hikmeti:1- Başkalarının istifade etmesi.2- İşiten diğer kişilerin taklit etmesi.3- Duyanların gafletten uyanması.4- İnatla sefahet ve dalâlette gitmeye devam edenlere karşı şeâir-i İslâmiye nev’inden ilân etmek.  Onlara izzet-i diniyeyi göstermek. HANIMLARDAKİ FITRÎ ŞEFKATIN 2 MUAZZAM NETİCESİ5 1- Hakiki ihlas.2- Hakiki fedakârlık. KÂİNATIN YARATILIŞINDA GÖZETİLEN 4 TEMEL MAKSAT6 1- Hüsün2- Hayır3- Hak4- Kemâl İZN-İ İLÂHÎ İLE ARŞA YÜKSELEN KELİMELERİN 4 ÖZELLİĞİ7 1- Güzel olmaları.2- Manidâr olmaları.3- İmân hakikatlerini muhtevi olmaları.4- Hakikatli olmaları. KUR’AN’I TEFSİR EDECEK HEYETTEKİ FERTLERİN 5 ÖZELLİĞİ8 1- Birbiriyle ruhen imtizaç edip kaynaşabilmeliler.2- Birbiriyle tesanüd içinde hareket edebilmeliler.3- Birbirinin fikrinden istifade edebilmeliler.4- Kalbleri arasında in’ikâs (yansıma) olmalıdır.5- İhlaslı ve samimi olmalılar. KUR’AN, BENZERİNİ YAPMA HUSUSUNDA KÂFİRLERE 8 MERTEBEDE MEYDAN OKUR VE ONLARI ÂCİZ BIRAKIR9 1- Haydi, öncelikle okuma-yazma bilmeyen ümmi bir kişiye, Kur’an gibi bir kitap yazdırınız.2- Bunu yapamazsanız, haydi, en meşhur bir âlim ve edibinizden böyle bir kitabı isteyiniz.3- Bunu da yapamazsanız, haydi, bütün beliğ ve hatiplerinizden, hatta geçmişteki bütün ediplerinizden ve eserlerinden, hatta gelecek bütün belâgatçilerinizden, hatta bütün batıl ilahlarınızdan da yardım alarak Kur’an gibi bir kitap yazdırın.4- Haydi, taklidi mümkün olmayan Kur’an hakikatlerini ve pek çok manevi mucizelerini bırakınız; Kur’an’ın yalnız ayet, cümle ve kelimelerinin dizilişindeki belâgate (nazmındaki belâgata) denk gelecek bir benzerini getiriniz.5- Haydi, manadaki sıdkı ve doğruluğu kena­ra bırakınız; yalan, iftira ve uydurma hi­kâ­yelerden oluşan bir kitap yazınız.6- Haydi, bütün Kur’an kadar olmasın; yalnız on suresine bir benzer getiriniz.7- Bunu da yapamazsanız, haydi, bir tek suresiyle boy ölçüşecek bir kitap yazınız.8- Bu da mı çoktur? Öyleyse haydi, kısa bir suresine denk gelecek bir kitap yazınız. Kaynaklar: 1- Osmanlıca Zülfikar, s.232.2- Osmanlıca Mesnevi-i Nûriye, s.37.3- Osmanlıca Emirdağ Lâhikası, c.4, s.65.4- Osmanlıca Emirdağ Lâhikası, c.4, s.148.5- Osmanlıca Emirdağ Lâhikası, c.4, s.255.6- Osmanlıca Muhâkemât, s.272.7- Osmanlıca Emirdağ Lâhikası, c.4, s.282.8- Osmanlıca Emirdağ Lâhikası, c.4, s.309.9- Osmanlıca Zülfikar, s.132

Mustafa TOPÖZ 01 Aralık
Konu resmiZor İmtihan: Evlilik (2)
Risale-i Nur

Ölçü: Risale-i Nurun Hizmeti Zarar Görecekse O Evliliğe İzin Yoktur Risale-i Nur talebelerinin yapacakları evlilikte en başta dikkat edecekleri husus, bu evliliğin tarafların hizmet hayatını nasıl etkileyeceğidir. Evlenecek çiftlerin hizmetleri evlilik neticesinde zarar görecekse ya da sekteye uğrayacaksa Risale-i Nurun bu evliliğe izni yoktur. Çünkü böyle bir evlilik dünya ve ahirette hüsrana sebep olur. Hizmet cihetindeki kayıplar ahiret hayatını etkilerken, dünyada da tam manasıyla bir imtizaç ve uyum olmayacağı için aile hayatının saadetine olumsuz yansıması olacaktır. Risale-i Nur dairesindeki her bir şakird, evveliyetle daire içinden evlenmesi esastır. Çünkü hizmeti kabullenmiş bir insanla hariçteki bir insanın davaya bakışı asla bir ol(a)maz. Dava haricindeki evliliklerde kişi hizmete kazandırılsa bile yine daire içindeki birinin seviyesine çıkması çok zaman alacaktır. Risale-i Nur hizmetinin yüz yıla yaklaşan tarihçesinde tecrübelerin şahitliği ile daire haricindeki evliliklerdeki isabet çok düşüktür. Hariçten yapılan evliliklerde hizmet yüzde seksen/doksan nispetinde zarar görmüştür. Bu da Nur talebeleri açısından evlilik tercihi noktasında son derece mesuliyeti gerektiren bir hadisedir. Ölçü: Evlilik Tercihinde Peder ve Validelerin Rızaları Alınmalıdır Sevgili Üstadımızın evlenecek Nur talebelerine önemli bir ikazı da peder ve validelerin rızalarının alınmasıdır. Büyüklerin rızası Allah’ın da rızasına vesiledir. Risale-i Nurun şahs-ı manevisinin mümessil(ler)inin rızası peder ve validelerin rızası kadar ehemmiyetlidir. Hatta birkaç cihette peder ve validenin rızasından önce gelir. Onların duasıyla hanelere nurlar, bereketler, huzur ve saadetler yağar. Büyüklerin rızasına muhalefette maddi-manevi çok zararlar husule gelir; çünkü evliliğin temeli yanlış atılırsa ileride büyük zayiat olması kaçınılmaz olur. Bu zararlardan ancak peder ve validelerin rızası ve şahs-ı manevinin re’yi ile korunabiliriz. Ölçü: Haneleriniz Birer Mekteb-i irfan ve Bir Medrese-i Nuriye Olacaksa Evlenin Risale-i Nurun evliliğe verdiği müsaade, sün­net-i seniyeye muvafık, hizmeti merkeze alan bir evlilik olması kaydıyladır. Çünkü bu evlilik yuvasıyla yeni bir medrese-i nuriye ve bir mektebi irfan daha açılmış olacaktır. Evlilik sünnetinin meyvesi olan çocuklar da o nurlu medresenin talebeleri, müstakbelde Risale-i Nurun mücahid/mücahide kahramanları ola­caklardır. Hakiki bir Nur talebesi bundan başka ne isteyebilir ki? Hanesi cennet, meyveleri ahirette şefaatçi olan bir Nur talebesi olmayı kim istemez ki?

Zafer ZENGİN 01 Aralık
Konu resmiKış
İbadet

Sular kararır, sema kararır âlem zulmette kalır. Vakit yatsıdır ve insan nura, ışığa, rahmete muhtaçtır. Siyah kefeni giyen hazan mevsiminin yerini artık beyaz kefen almıştır. Ölmüştür artık tüm alem. Kalmamıştır insandan eser. Unutulmuştur herşey. Kapanmıştır artık imtihan kapısı. Bitmiştir artık dünya hayatı. Kahhâr-ı Zülcelal kahretmiştir herşeyi. Batırmış, bitirmiştir koca alemi. Son vermiştir mühlete. İmhal edilenler, zaman tanınanlar için artık vakit tamamen dolmuştur. Karanlıktır, zifiri karanlık… Beyaz kefenin altında titriyor insanlık. Celalin karşısında hayret, korku ve dehşet içinde bekliyor… Bir saat gibi döner her şey. Devreder durur şu âlem. Saniye gibi geçer gece ve gündüz. Dakika misal kayar seneler ve tükenir insan tıpkı saatler gibi. Günler biter, vakti dolar elbet her bir âlemin. Fecir vaktidir, şafak söker. Baharın ışıltısı kaplar âfâkı. İnsan düşer rahm-i mâdere. Alem doğumunun verir ilk ışıltısını. Zuhur zamanı, öğle vakti yazar gönüllere gençlik kemâlini. Verir âlem yaz güneşini, insan meyvesini. İnsan pişer, erişir kemâline. “Vel Asr” der Kelâmullah. Güz mevsimindesin ey insan! diye nida yükselir. Zaman ihtiyarla­dı, dünya yaşlandı, sen berzah kapısındasın. Dinle Ahirzaman Peygamberi’ni (sav), gör ondaki rahmet tecellilerini. Mağrip vaktidir batıyor güneş, kararıyor âlem. Güz mevsimi artık hazan var, hüzün var. Dökülüyor tel tel yapraklar. Sararıyor cümle âlem. Toprağa düşüyor her bir can. Yok oluyor toprakta her bir ten. Kıyamet mîsâl harab oluyor bağlar, bostanlar, tenler, canlar… Celal tecelli ediyor; “uyan ey insan, neyin peşindesin. Akibetin hazandır, neyin derdindesin!”   Sular kararır, sema kararır âlem zulmette kalır. Vakit yatsıdır ve insan nura, ışığa, rahmete muhtaçtır. Siyah kefeni giyen hazan mevsiminin yerini artık beyaz kefen almıştır. Ölmüştür artık tüm âlem. Kalmamıştır insandan eser. Unutulmuştur herşey. Kapan­mıştır artık imtihan kapısı. Bitmiştir artık dünya hayatı. Kahhâr-ı Zülcelal kahretmiştir herşeyi. Batırmış, bitirmiştir koca âlemi. Son vermiştir mühlete. İmhal edilenler, zaman tanınanlar için artık vakit tamamen dolmuştur. Karanlıktır, zifiri karanlık… Beyaz kefenin altında titriyor insanlık. Celalin karşısında hayret, korku ve dehşet içinde bekliyor… Kabir gibi, berzah gibidir artık âlem. Kefen altında, karan­lık içinde çaresizdir insan. Muhtaçtır ışığa, ısıya, rahmete, su­ya… Te­heccüt’ün nuruna sığınır, onun aydınlığından meded umar. Anlar insan zulmette, ka­ran­lıkta ışığı, rahmeti… bü­tün çıplaklığıyla görür inayete, yardıma, nusrete, ihsana ne kadar muhtaç olduğunu. Mün’im-i Ha­­ki­­ki’nin nihaytersiz ni­metleri­nin idrakine varır beyaz kefenin altında. İdrak eder ba­harı, yazı. Anlar ki O (cc) la­yıktır hamd-ü senaya, yalnız o müsta­hak­tır övülmeye, ibadet edilmeye. Evet, kış geceleri uzundur. Düşündürür insanı uzun uzun. Şiirlere türkülere, menkıbelere konu olur. Gelecek baharın tohumları hazırlanır adeta beyaz kefenin altında, uzun gecelerde. Bir doğuma hazırlanır âlem kış gecelerinde. Gamlı, endişeli, kederli anlara tanıklık eder zifiri karanlıklar, ayaz geceler. Kulakları sağır eden uğultular bir mersiye okur adeta. Adeta bir müjdeyi de barındırır bu matemli mersiyeler. Şair okur beytini; “Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkıt ne bilir, Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâ’at.” Evet ne bilsin dertsiz muvakkıtlar, tasasız müneccimler. Elbette derdi bilir derdi olan dertliler. Dertlilerin ki ulvi aşkıdır; yeniden var olmak. Bahar bostanlarına kavuşmak. Bostan-ı cenanda âb-ı kevserden içerek aşk berzahında yol almak. Ne mutlu; Uzun kış gecelerinde bostan-ı cenana kapı açanlar Beyaz kefenin altında istikbale umut saçanlar Kaynak: Bediüzzaman Said Nursi, Dokuzuncu söz dördüncü nükteden mülhem

Mustafa YILMAZ 01 Aralık
Konu resmiKafa Karıştıran Soru: Hangi Ekmeği Yemeliyiz?
Sağlık

“Hangi ekmeği yemeliyiz?” sorusuna ekmeğin hammaddesi olan unun kaynağı olan buğdayla ilgili bilgimiz olursa cevap bulabiliriz. Buğdayın birçok farklı cinsi vardır. Ve biz son yıllarda aslında gerçek buğday yemiyoruz. Gerçek buğday Siyez, Kavılca, Karakılçık, Kamut, Kavuzlu isimli buğdaylardır. Bu yazıyı sizlerle paylaşmamın amacı ülkemizde yetişen, nesli neredeyse tükenmek üzere olan, kültürel mirasımız sayılan buğday türlerini tanıtmak ve yediğiniz modern buğday, beyaz unu bırakıp daha sağlıklı beslenmeniz ve doğru ekmek seçiminize katkıda bulunabilmektir. SİYEZ (EİNKORN – TRİTİCUM MONOCOCCUM) Siyez, insanlığın ilk ıslah edip yetiştirdiği tahıl. 2n=14 kromozom yapısına sahiptir. Kayıtlar en eski 10.000 yıl öncesine, milattan önce 8.000 yıllarına işaret ediyor. Taş devrinin sonu, neolitik dönemin başında insan oğlunun teknolojisinin gelişmeye başladığı dönemlerdir. Taştan metale, mağaralardan, topraktan yaptığımız tuğlalardan inşa ettiğimiz barakalara geçtiğimiz dönemde, insanoğlu yabani otlardan siyezi ıslah edip yetiştirmeye başlamış. Bu kayıtlar ülkemizin güney doğusundaki Karacadağ’ı işaret ediyor ve günümüzde de hala Kastamonu bölgesinde yetiştiriliyor. Siyez bizim için net bir şekilde her açıdan günümüzde kullanılan modern buğdaydan daha faydalıdır. Daha fazla protein içerir. Beta-karoten içerir. Beta-karoten A vitamininin sentezlenmesini sağlayan pro-vi­tamindir. Anti-oksidandır. Bağışıklık sistemimizi güçlendirir, kanser riskini azaltır. Karbonhidrat yapısı ilkeldir, bu yüzden glisemik indeksi düşüktür. Kan şekerimizi fazla oynatmaz. Bizi tok tutar. Modern buğday gibi iki saat sonra tekrar acıktırmaz. Şeker hastalığına yol açma riski düşüktür. İlkel yapısından dolayı gluten miktarı çok düşüktür ve gluten yapısı modern buğdaylarınkinden farklıdır. Gluten, gliadin ve glutanin (ipeksiliği sağlar) isimli iki proteinden meydana gelir. Gluten hassasiyetini tetikleyen glutanin proteini olduğundan ve siyez de gliadin ağırlıklı olduğundan bu siyezi gluten hassasiyeti olan kişiler için daha tüketilebilir yapmaktadır (Yine de bazı çölyak hastaları etkilenebilir). Tüm bunlardan dolayı siyezin sindirimi çok çok daha kolaydır, hazımsızlık yapmaz. Siyez tanesinin dış kabukları kalındır. O kadar kalındır ki günümüzde ilaç atılsa bile ilaç taneye tesir edemeden kalır. Bu da siyezi doğala daha yakın yapmaktadır. Kalın kabuklar aynı zamanda siyezin DNA’sını da koruyup günümüze kadar gelmesini sağlamıştır. Böcekler, arılar bu kabuğu aşamadığından melezlenmemiş, tarih öncesinde nasılsa aynı şekilde günümüze kadar gelmiştir. Bitki olarak dayanıklıdır. Modern buğday ölürken siyez çetin, çorak arazilerde yaşamını sürdürebilir. Siyezin dezavantajı sayılabilecek iki unsurdan birisi tanelerinin küçük olması ve rekoltesinin düşük olması, diğeri ise glutenin miktarı çok düşük olduğundan modern tahıllar gibi kabarmaz. KAVILCA (EMMER – TRİTİCUM DİCOCCON) Diğer adıyla Gernik, ülkemizde tekrar yetiştirilmeye başlanan eski antik buğdaylardan bir tanesi. Kars yöremizde bazı girişimcilerin faaliyetleri sonucu köylülerin ambarlarından bulunup tekrar ekimine başlanmış bir türdür. Avrupa’da emmer diye hitap ediliyor. 2n=28 kromozom yapısına sahip. Yapılan genetik incelemeler yıllar önce Sizeye yakın akraba olan Triticum urartu otu (yabani kırmızı Siyez) ile Aegilops (keçiotu) cinsinden bir otun melezlenmesi ile ortaya çıktığını göstermektedir. Kavılcanın da Siyez gibi en eski Karacadağ, Çayönü, Cafer Höyük bölgesinde ilk olarak ıslah edilip yetiştirilmeye başlanmıştır. 1906 yılında Ohalo 2 kazı bölgesinde bulunan Kavılca ta­ne­lerine yapılan karbon testi ise 17.000 yıl önce de insanların Kavılcayı ıslah etmeden do­ğa­dan yabani olarak toplayıp kullandığını ortaya koymuştur. Ayrıca 7000 yıl önce Mısır ve Hindistan bölgesinde de az da olsa izine rastlanmıştır. 3000 yıl öncesine kadar insanlık tarafından çoğunlukla Kavılca kullanılırken, arpanın üretiminin artıp standart üretilen tahıl haline gelmesinden sonra Kavılca yavaş yavaş tarihin tozlu sayfalarına gömülürken günümüzde tekrar kurtarılmıştır. Siyez gibi sert kavuzlara (kabuk) sahiptir. Bu da onu Siyez gibi böceklere, ilaçlara karşı daha dirençli hale getirir. Daha doğaldır. Siyez gibi kan şekerini fazla oynatmaz. Az gluten içerir ve yapısı daha basit olduğundan gluten hassasiyeti olan kişiler tarafından daha tüketilebilirdir (Yine de bazı çölyak hastaları etkilenebilir). Diğer türler ölürken Kavılca soğuğa daha dayanıklıdır; bu yüzden genelde dağlık kesimlerde, soğuk bölgelerde yetiştirilmiştir. Sıcak bölgelerde de rahatlıkla yetişebilmektedir. Taneleri de kavuzları gibi epey serttir, rekoltesi düşüktür. Bu yüzden çiftçiler pek ekmek istemezler. Günümüzde artan taleple birlikte az yetişse de kârı arttığı için tekrar ekilmektedir. KARAKILÇIK Ülkemizde çoğunlukla Ege ve Antakya taraflarında yetiştiril­mektedir. Yaptığım araştırma­lar­dan bir durum buğdayı (Triticum durum) alt türüdür. Durum altında başaklarının kıl­çıkları Karakılçıka benzeyen 14 farklı tür bulunmaktadır. Genetik olarak kavılcaya benziyor, yabani siyez ile bir keçiotu türünün melezi olduğu yapılan çalışmalar ile ortaya konmuştur. 2n=28 yapısına sahiptir. En sert buğday türüdür. Durum ismi de Latincede sert demektir. Bu türler verimi düşük, kılçıkları fazla ve epey sert oluşundan dolayı dünya genelinde umumiyetle bulgur, makarna ve erişte gibi ürünlere çevrilip tüketiliyor. KAMUT (HORASAN – TRİTİCUM TURANİCUM) Kamut buğdayının ilginç bir hikayesi vardır. Kökeni net olarak bilinmese de eskiden Mısır’dan Hazar Denizi’nin doğusuna kadar olan bir bölgede yetiştirildiği düşünülmektedir. İran, Türkmenistan, Özbekistan ve Afganistan’ı kapsayan bölgenin eski ismi Horasan olduğundan bu buğdaya Horasan ismi verilmiştir. 1949 yılında Amerikalı bir havacının Mısır’daki bir firavunun mezarını ziyaretinde bulduğu bu buğday tohumlarını Amerika’daki ailesine ekmeleri için göndermesiyle bu antik tahıl tekrar günümüzde canlanmış, fakat ticari olarak ilgi görmemiştir. 1977 yılında iki Amerikalı çiftçi bu buğdayı kültüre çekip ticaretini yapmaya karar vermiş ve 1990 yılında ticari olarak Horasan buğdayını Kamut markasıyla satmaya başlamışlardır. Horasan taneleri uzundur ve ekmeklik buğdayın iki katıdır. Fındıksı bir lezzete sahiptir. Mineral yapısı ekmeklik buğdaydan daha zengindir. Yapı ve yetiştirme olarak durum buğdayına benzer, fakat hastalıklara daha açık, özellikle fazla yağışlarda hastalıklara yakalanması sonucu üretimi yaygınlaşmamıştır. KAVUZLU BUĞDAY (SPELT – TRİTİCUM SPELTA) Günümüzde kullandığımız ekmeklik buğdaya (Triticum aestivum) çok benzer bir yapıya sahiptir. Hatta günümüzdeki buğdayın, kavuzlu buğdayın bir alt türü olduğu düşünülmektedir. İsmini tanelerinin dışındaki iri kavuzlardan almıştır. Ortaçağın sonlarına kadar Avrupa’da kullanılmıştır. Genetik araştırmalar kavılcanın türlerinden biri ile bir çeşit keçiotunun (Aegilops tauschii) melezi olduğunu göstermektedir. Aegilops tauschii türü keçiotu sadece yakın doğu bölgesinde yetiştiğinden kavuzlu buğdayın diğer buğdaylar gibi bu bölgede ortaya çıktığı düşünülmektedir. 2000 yılından sonra Amerika’da spelt ismiyle yaygınlaşmış ve organik, diyet gıdaları satan dükkanlarda yer almıştır. Mümkünse tüm bu buğdayları şeker hastalığına neden olabilecekleri için dengeli ve sınırlı tüketin. Tüketilecekse Siyez ve Kavılca tercih edilebilir. Kavılca siyeze göre daha lezzetlidir. İçerdikleri vitaminler ve mineraller çeşitli, gluten miktarı beyaz buğdayın %10’u ve glisemik indeksleri beyaz buğdayın yarısı kadardır. Ekmeklik buğday (Triticum aestivum), özellikle ağartılıp beyazlaştırılmış olanı kesinlikle tüketilmemelidir. Son yüzyılda artan kanser ve şeker hastalıklarını arttırdığı gö­rülmüştür. Spelt un yani ka­vuzlu buğday doğal olarak yetiştirilmiş olabilir ama sanıldığı gibi sağlıklı değil, beyaz un gibi zararlı olabilmektedir. Tam buğday unu ekmekleri yerine kavılca, siyez ya da karakılçık tercih edilebilir. Bilindiği gibi sağlıklı değillerdir. Glisemik indeksi epey yüksektir. Beyaz ekmek kadar olmasa da her öğünde tükettiğinizde hasta etme, kilo aldırma olasılığı yüksektir. Mümkünse hiç tüketmeyin, ama tüketmek isterseniz de kepeği ve ruşeymiyle beraber öğütülmüş tam siyez veya kavılca ile birlikte günlük az miktar tüketebilirsiniz. Herkese afiyetli günler dilerim… Kaynak: kavılca.com.tr

Edibe BEKİN 01 Aralık