185. Sayı: "Hayırlınız, Ahlakı Güzel Olanınızdır"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiGüzel Ahlakın Bayrağı: Hz. Muhammed (sav)
İnsan

Dinimiz insanın Allah (cc) ile olan ilişkisini düzenlediği gibi, insanın insan ile olan ilişkisini de insanın diğer tüm mahluklarla olan ilişkisini de düzenler. Çünkü İslamiyet, insana alemşümul bir perspektif kazandırmayı murad etmektedir. İnsanın insana olan tesirinde belli başlı saikler vardır. Bu saikler elbette birden fazladır. Lakin eğer bunları tek bir başlık altında toplama lüzumu olsaydı bu kesinlikle “güzel ahlak” olurdu.  İnsan öbekleri kültür ve yaşayış itibariyle her ne kadar birbirinden farklı görüntüler arz etse de esas itibarıyla hilkaten yani yaratılıştan gelen (hulkî) bir veri tabanına sahiptir. Bu veri tabanına fıtrat da diyebiliriz. Fıtrat, insanın yaratılışına eşlik eden ilâhî bir yazılım olarak kabul edilebilir. İnsanın fiziki varlığı birtakım fiilleri icra edebilir ama bunların bozulmamış bir fıtrat ile ifa edilen her bir tanesi, ahlaka yani fıtrata uygun düşme özelliğindedir (temizlik, adalet vs.). Belki de insanın mühim bir vazifesi, bu fıtratın doğruluğunu ve duruluğunu muhafaza ederken yazılımına uygun bir gelişim ve eğitimin içinde hayatına devam edebilmesidir. Ahlak kelimesinin Arapçada yaratılış (hulk) kökünden türetilen huy/lar anlamına gelen bir kelime olduğu düşünülecek olursa, bugün ahlakından bahsettiğimiz bir insanın aslında tüm huylarını kapsayan genel bir durumundan bahsettiğimiz durum daha iyi anlaşılır. Rabbimiz, insanı tüm güzel huyların tohumları ile yaratmıştır. Zira her çocuğun İslam fıtratı üzerine doğması da bu gerçeği ifade eder.1 Buradaki mühim nokta yaratılan çocukta her güzel huyun tohumu vardır ve o tohumları ekmek ve yeşertmek o çocuğun imtihanıdır. Aslında insan bir tohum bankası gibi yaratılmış ve hangileri ile ne kadar ve nasıl ilgileneceği konusu kendi iradesine bırakılmıştır. Bu süreç, Allah’ın (cc) yarattığı ve insanın da tamamlaması gereken bir süreçtir. İşte tam da bundan dolayı sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) “ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim”2 buyurmuşlardır. Kanaatimce bu hadisteki en sırlı kelimedir, “tamamlamak”. Elbette sevgili Peygamberimizin (sav) güzel ahlakı ile ilgili binlerce örnek vardır. O örneklerden ziyade o örneklerin çerçeve ve ruhunu anlamamıza yardım edecek noktalara odaklanmayı tercih ediyorum. Ezcümle, ister yanı başında isterse asırlarca uzağında olsun Hz. Muhammed’i (sav) hayatına rehber alan her insanda kaçınılmaz olarak yaşanan devrim; Hz. Ömer’in (ra) yaşadığı gibi, Malcolm X’in (Malik El Şahbaz rh.a) yaşadığı gibi ya da Yusuf İslam’ın (Cat Stevens) yaşadığı gibi... Amerikalı bir gazetecinin Sırp-Boşnak savaşı sırasında Bosnalı bir komutana sorduğu, “Sizler de neden Sırpların sizin mabetlerinize ateş etmesi gibi onların mabetlerine (kiliselerine) ateş etmiyorsunuz” sorusuna, komutanına 1400 yıl uzaktan selam çakan bir asker edası ile şu cevabı verir: “Peygamberimiz (sav) savaşta bile olsanız Allah’a ibadet edilen mekanlara zarar vermeyin” buyurmuştur. Bırakın sosyal hayata temas eden nezaket, nezahet, nezafet ve letafet içeren tavsiye ve sünnetlerini, muhterem Peygamberimizin (sav) savaştaki ahlakı bile insana hayat veren bir ruha sahiptir. Halihazırda birçok parti, örgüt ve STK’larda bile lidere yakınlaştıkça ayağınızın kayması ya da ayak oyunlarına gelip zayi olmanız kuvvetle muhtemel iken, Hz. Muhammed’e (sav) yaklaştıkça parlarsınız. Üstelik O’na (sav) yaklaştıkça daha da bir güven ve selamet duygusu kaplar sizi, korku değil! Hz. Peygamber’in (sav) ahlakı öyle müstesna bir seviye ve etkiye sahiptir ki, Rabbimiz dahi Kur’an’ın Hak kelam olduğuna O’nun (sav) ahlakını bir delil olarak takdim etmektedir. “De ki: Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve (Allah) onu size (benim lisanımla) bildirmezdi. İşte şübhe­siz ki (ben) bundan önce sizin içinizde bir ömür boyu durmuşum. (Benim aslâ yalan söylemediğimi siz çok iyi bilirsiniz!) Hiç akıl erdirmez misiniz?”3 Hz. Muhammed’in (sav) ahlakı İslam’ın en tesirli burhanlarından olmakla beraber, o ahlak, kıyamete kadar dalgalanacak ulvi bir bayrak hükmündedir. Bu öyle bir bayrak ki, tüm kıtalardan gözükmektedir. Bu öyle bir bayraktır ki, gölgesi ona sığınan herkes için en emniyetli yerdir. Bu bayrak öyle bir bayraktır ki, dost ve düşman herkes tarafından selamlanmaktadır. Amerikalı ve Hristiyan bir yazar olan Michael H. Hart’ın insanlık tarihini etkilemiş olan en etkili yüz ismi anlattığı ünlü eseri “En Etkin 100”de ilk sırayı Hz. Muhammed’e (sav) vermiştir. Özellikle bu bakış açısı ayrıca önem taşımaktadır. Asırlar ve milletler ne kadar değişse de Hz. Muhammed (sav) tıpkı bir güneş gibi ışıl ışıl parlayan ve büyük bir zarafetle dalgalanan bayrak gibidir. Rabbimiz bizlere, bugün hala en büyük umut ve tesellimiz ve en şefkatli müjdecimiz olan iki cihan güneşi Hz. Muhammed’e (sav) ahlakı ile ayna olabilen ve yansıttığı şavk-ı nebi ile sair milletlerin İslam’a dehaletlerine vesile olabilen bir ümmet olabilmeyi ihsan eylesin. Âmin. Es’selam Men’ittebea’l hûdâ Kaynakça: 1- “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hris­tiyan, Yahudi veya Mecusi ya­par.” (Buhari, Cenâiz 92; Ebu Davud, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5)2- Muvatta, Hüsnü’l Hulk, 83- Yunus Suresi, 16

Ahmet EFENDİ 01 Nisan
Konu resmiRamazan Ayı ve Ahlak
Eğitimİnsanİtikad

Ramazan ayı harika bir farkındalık dönemidir. Unuttuklarımızı hatırlama, ifrat ve tefrit ettiklerimizde orta yolu bulma eğitimidir. İnsanın en yakınında ve asıl görevinin olduğu iki daire vardır. Bunlardan birisi kalp, diğeri ise midedir. Bedendeki bu iki organ işini yapamaz olur, istiap haddinin dışında iş yapmaya zorlanırsa bedene zarar verdiği gibi, mesken olduğu ruhun hayatına da zarar verecektir. Bedene ait aşırılıklar veya geri kalan işler, ruha ait konularda da ifrat ve tefriti netice verecek, insan normalin dışına çıkarak ahlaken çözülecektir. (Ahlak: Hulk yani yaratılış yani fıtri olana göre hareket etme kaide ve kuralların bütünüdür.) İnsan, Kur’an ve Sünnetin ortaya koyduğu sınırların dışına çıktığı an, fıtriliği ve hilkate bağlı olarak ahlakı bozulacaktır. Mesela insan için en önemli bilinç hali, yaratılış itibariyle aciz ve fakir olduğunu bilmektir. Buna mukabil aczini ve fakrını Rabbine itiraf etmesi ve bütün beklentisini Allah’a yönlendirmesi ve hayatını, çalışmasını, fikrini, zikrini buna göre ayarlamasıdır. Değilse insan kendini hür ve müstakil bilecek, firavun ve nemrut gibi cabbar ve zalim, karun gibi zenginliğini kendisinin elde ettiği zehabına kapılacaktır. Bu da her şeyi kendi benliğine bina etmekle onu daha zalim yapacak, dahası kulluktan uzak kılacaktır. Ayrıca midenin çalışmasını yavaşlatmasıyla nefsani ve aşırılığa mail olan şeyler de yavaşlayacak, bedene mukabil ruha ait hasseler öne çıkacaktır. Nefsani olanlar ahlak-ı seyyieye bakarken, terbiye görmüş ruhi hasseler ise ahlak-ı hasene ve hamideyi netice verecektir. Zira “Ramazan ayı girdiğinde cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır.”1 Bunun farkında/şuurunda olarak anlaşılabildiği en önemli/verimli zaman ise Ramazan ayı ve bunu sağlayan oruçtaki açlıktır. İnsan açlık vasıtasıyla midenin ihtiyacını düşünür. Buradan vücudun ne kadar zayıf ve merhamete muhtaç olduğunu fark eder. Ramazan’da emr-i ilahi ile iftar ve imsak ettiği gibi, hayatında da Allah’ın emir ve yasaklarıyla hareket etmesi gerektiği şuuruna ulaşır.- Kendi zayıflığını ve fakirliğini gören insan, diğer insanları ve canlıları fark eder. Onlara, kendi beklediği merhamet haliyle muamele yapmayı öğrenir. Tokluk ve varlık halinde acz ve fakrını fark edemeyebileceğinden dolayı ahlakın kötü tarafları gözükebilir üzerinde: hırs, benlik, merhametsizlik, paylaşmama, israf vb. Bundan dolayı Rabbimiz “Oruç tutmak üzerinize farz kılındı; ta ki (günahlardan) sakınasınız.”2 buyurmuş, Efendimiz (sav) de “Oruç kalkandır.”3 demiştir; ta ki bizi günahlara ve kötü ahlaka karşı korusun. Hem Ramazan ayı içerisindeki Kadir Gecesi için rivayet edilen, “Faziletine inanarak ve karşılığını Allah'tan bekleyerek Kadir gecesini değerlendiren kişinin geçmiş günahları bağışlanır.”4 hadis-i şerifindeki şart, Ramazan ayı için de değerlendirilebilir. Ramazan Ayı, güzel ahlakın hayatımıza kazandırılması için önemli bir zaman dilimidir. Allah değerlendirebilmeyi nasip eylesin. Ramazan-ı Şerifin bereketi üzerinize olsun. Kaynakça: 1- Buhârî, Savm 52- Bakara, 1833- Müslim, Sıyam, 1624- Buhari, İman 25, 27, 28, 35, Savm 6, Teravih 1, Leyletü’l-Kadr 1

Metin UÇAR 01 Nisan
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Fatih Sultan Mehmed Türbesi Fâtih Sultan Mehmed, yeni bir sefer için ordusuyla Üsküdar’a geçtikten sonra Üsküdar ile Gebze arasında muhtemelen Maltepe civarında Hünkârçayırı denilen yerde 3 Mayıs 1481’de vefat etmiştir. Fatih’in cenazesi Dersaâdet’e getirilerek, Fâtih Camii’nin kıble duvarı önünde uzanan hazîre alanındaki türbeye gömüldü. Fâtih’in vefatından önce veya sonra mı yaptırıldığı kesin olarak bilinmeyen bu türbe, 1766 depreminde çevresindeki yapılarla birlikte harap olmuşsa da kısa zamanda onarılmıştır. 1782 senesindeki Cibali yangınından etkilenen türbe, Sultan 1. Abdülhamid tarafından tamir et­ti­rilmiş, kapı söveleri yenilenmiş ve üstüne 1199 (1784-85) tarihli bir kitâbe yerleştirilmiştir. Sanduka da yenilenerek üzerine bir Kâbe örtüsü örtülmüştür. Sultan Abdülaziz ise türbeyi tamir ettirerek iç süslemesini yeniletmiştir. Sultan II. Abdülhamid, bir heyete kabrin içine inme emri verip Fâtih’in naaşının altındaki tabutluk tabanını değiştirtmiştir. Türbenin içinde Fâtih Sultan Mehmed’den başkasına ait bir sanduka yoktur. Türbe sekiz köşeli bir plana göre yapılmış olup üzerini tek kubbe örtmektedir. Giriş kısmında, kapı üstündeki saçağı taşıyan iki sütunlu bir sundurması vardır. Şair Abdülhak Hâmid tarafından 1877 senesinde “Merkad-i Fâtih’i Ziyaret” adlı bir şiir yazılmıştır. 1909’da yayınlanan bu şiir, devrin iyi bir hattatına yazdırılmış ve şairine de imzalatılarak bir levha halinde I. Dünya Savaşı sırasında törenle türbeye konulmuştur. 3 Nisan 1863Sultan Abdülaziz,Mısır’a bir seyahat düzenledi Sultan Abdülaziz, ağabeyi Sultan Abdül­me­cid’in vefatı üzerine 25 Haziran 1861 tarihinde Osmanlı tahtına çıkmıştır. 1863 senesinin başında Keçecizade Fuat Paşa’nın istifası üzerine Sadrazamlığa Yusuf Kâmil Paşa getirilmişti. Sultan Abdülaziz, Yusuf Kâmil Paşa’nın teşvikiyle 3 Nisan 1863 tarihinde Mısır’a bir seyahat yaptı. Burada büyük bir tezahüratla karşılandı. Padişah, Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyanından beri âdeta ayrı bir devlet halini almaya başlayan bu Osmanlı vilâyetine gitmekle Mısırlıların Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını kuvvetlendirmeyi amaçlıyordu. Mısır Valisi İsmail Paşa, tertiplediği muhteşem karşılama törenleriyle Sultan Abdülaziz’in gözüne girmeyi başardı. 16 Nisan 1534Şeyhülislam İbn-i Kemalvefat etti Asıl adı Şemseddin Ahmed’dir. Şehzade Ba­yezid’e (Sultan 2. Bayezid) lalalık yapan bü­yük­babası Kemal Paşa’ya nisbetle Ke­mal­pa­şa­zâde veya İbn-i Kemal diye anılır. 15 Ma­yıs 1469 tarihinde dünyaya gelmiştir. Kur’ân-ı Ke­rî­m’i ezberledikten sonra Amasya ule­mâ­sından Arap dili ve edebiyatı, mantık ve Farsça öğrenimi gören İbn-i Kemal, önce askerî sınıfa girdi ve altı bölük sipahisi olarak Sultan 2. Bayezid’in seferlerine katıldı. Daha sonra önce Edirne Kadılığına, ardından Anadolu Kazaskerliğine getirildi. Mısır seferi dönüşünde atının ayağından sıçrayan çamurun padişahın kaftanını kirletmesi üzerine Yavuz Sultan Selim’in, “Ulema ayağından sıçrayan çamurların medar-ı ziynet ve bâis-i mefharet” olacağını söyleyerek kaftanının ölümünden sonra sandukası üzerine örtülmesi vasiyetinde bulunduğu rivayet edilir. 1526’da Zenbilli Ali Efendi’nin yerine Şeyhülislam olarak atandı. 16 Nisan 1534’teki vefatına kadar bu makamda kaldı.     19 Nisan 1657İsmail Fakirullah Hazretleridoğdu İsmail Fakirullah Hazretleri, 19 Nisan 1657’ de Tillo’da dünyaya gelmiştir. Peygamber Efen­dimizin (asm) amcası Hz. Abbas’ın (ra) so­yundan geldiği rivayet edilir. Eğitimiyle biz­­zat babası meşgul oldu. Yirmi dört yaşına gel­­di­ğinde tahsilini tamamlayarak medresede ders vermeye başladı. Babası vefat edince de Til­lo’daki caminin imam ve hatibi oldu. Dinin emirlerini büyük bir hassasiyetle yerine ge­tirir, kendi işini bizzat yapmaktan, tarlada çalı­şarak el emeğiyle geçinmekten hoşlanırdı. Müridlerinin başında Erzurumlu İbrahim Hak­kı Hazretlerinin babası Molla Osman Hüsnü ile Molla Muhammed gelir. İbrahim Hakkı Hazretleri, küçük yaşta babasıyla birlikte onun sohbetlerine katılmış, faziletlerini ve dinî hayatını yakından görerek etkisi altında kalmıştır. 1734 senesinde vefat eden Fakirullah Hazretlerinin defnedildiği yere yapılan türbeye gelen güneş ışınları, 21 Mart ve 23 Eylül günleri 40×40 cm.’lik bir pencereden girip kubbesinde bulunan bir prizmadan geçerek Hazret’in sandukasının baş tarafını aydınlatır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiNiçin Oruç Tutmalıyım?
İbadet

Oruç, kamerî aylardan Ramazan ayında tutulur. Çünkü İslamiyet’te ibadetler hicrî takvimdeki kamerî aylara göre yapılır. Hicrî takvim, Peygamber Efendimizin (sav) miladi 16 Temmuz 622 tarihinde Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle başlar. Hicrî (kamerî) aylar şunlardır: Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülâhir, Cemâzielevvel, Cemâzielâhir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevvâl, Zilkade, Zilhicce.Şimdi başlıktaki sualin cevabına gelelim: Niçin Oruç tutmalıyım? Allah emrettiği için Oruç, imsak vaktinde başlayıp, ak­şam namazı vaktine kadar ye­mekten, içmekten ve bir kı­sım nefsanî arzulardan uzak dur­maktır. Ramazan orucu, “Ey iman edenler! Oruç sizden ön­­ceki ümmetlere farz kılındığı gi­bi size de farz kılındı.”1 ayeti ile emredilmiştir. “Ramazan ayı ki, onda Kur’an, insanlara yol gös­terici ve doğruyu yanlıştan ayı­rıcı deliller olarak indirildi. Siz­den bu ayı idrak eden, onda oruç tutsun”2 ayet-i kerimesi bu emri teyid etmektedir. İslam’ın 5 şartından biri olduğu için Oruç, İslam’ın beş şartından biridir. Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur: “İslam beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Mu­hammed’in O’nun kulu ve el­çisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Kâbe’yi haccetmek, Ramazan orucunu tutmak.”3 Çok sevaplı bir ibadet olduğu için Cenâb-ı Hak Ramazan ayını maddi ve manevi çok bereketli kılmıştır. Ramazan-ı Şerifte amellerin sevapları bire bindir. Bu ayda okunan her bir Kur’an harfinin sevabı on değil, bindir. Özellikle Kadir Gecesinde otuz bin sevap vardır. Böyle bir Ramazan her mümine seksen senelik bir ömür sevabını ve ebedi cennet meyvelerini kazandırabilir. Bir hadis-i kudside Rabbimiz, “İnsanın oruç dışında her ameli kendisi içindir. Oruç benim içindir, mükâfatını da ben vereceğim”   4 buyurmuştur. “Ey Allah’ın Resulü! Bana öyle bir amel emret ki; (yaptı­ğım takdirde) Allah beni mü­kâ­fat­landırsın” diyen bir sahabeye Sevgili Peygamberimiz (sav), “Sana orucu tavsiye ederim, zira onun bir eşi yoktur.”5 diye karşılık vermiştir. Bedenimin zekâtı olduğu için Zekât, İslam’ın beş esasından biridir. Sırf Allah’ın emri olduğu için ifası gereken ve samimi bir niyet gerektiren ibadet yönünün yanı sıra, bireyde ve toplumda dinî ve ahlâkî değerleri yücelten, sosyal yapıyı güçlendiren, ekonomik hayata canlılık getiren birçok yararı vardır. Zekât vermek tathîr ve tezkiyeyi yani kişinin maddi ve manevi varlığını temizlemesini sağlar.6 “Her şeyin bir zekâtı (temizlenme vasıtası) vardır, bedenin zekâtı da oruçtur.”7 hadis-i şerifi bu konuya ışık tutmaktadır. “Ey iman edenler! Oruç sizden ön­­ceki ümmetlere farz kılındığı gi­bi size de farz kılındı.” Şefaatinden faydalanmak için Şefaat, Peygamberlerin ve Allah’ın izin vereceği kimselerin, kulların suçlarının bağışlanması için Cenâb-ı Hak katında aracılık etmeleri şeklinde tarif edilmiştir.8 Ancak “Her kim, inanarak ve karşılığını yalnız Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.”9 hadis-i şerifi oruç ibadetinin de bağışlanmaya vesile olduğunu açıkça ifade etmektedir. Başka bir rivayette ise, oruç gibi Kur’an-ı Kerim’in de bağışlanma vesilesi olduğu şöyle bildirilmiştir: Oruç, “Ya Rabbi, ben onu gündüzleri yemekten ve zevklerin­den alıkoydum. Şimdi beni ona şefaatçi kıl” der. “Kur’an, Ya Rabbi, ben onu gece uy­ku­­sun­­­dan alıkoydum. Şimdi be­­ni ona şefaatçı kıl,” der. Her iki­­si de şefaat ederler.10   Cehennem ateşinden korunmak için Ahirete inanan insanların en büyük ortak duası cehennem ateşinden korunmak olmuştur. Enes İbn Malik’in rivayet ettiğine göre Sevgili Peygamberimizin (sav) en fazla yaptığı dua şudur: “Rabbimiz bize dünyada iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Ve bizi cehennem ateşinden ko­ru!”11 Orucun cehennem ateşinden mu­hafaza ettiğine işaret eden ba­zı hadis-i şerifler şu şekildedir: “Kim Allah-ü Teâla yolunda bir gün oruç tutsa, Allah onunla ateş arasına, genişliği sema ile arz arasını tutan bir hendek kılar.”12 “Ramazan ayı gelince, cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır.”13 “Ramazan ayı, evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem ateşinden azad olma ayıdır. Bu ayda her kim kölesine kolaylık gösterirse Allah Teâlâ da onu mağfiret ve cehennem ateşinden azad eder.”14 “Ramazan ayı gelince, cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır.” Nefsimi terbiye ettiği için Ramazan-ı Şerif’te tutulan oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, mevhum rububiyetini kırar, aczini, zaafını ve fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir. Her ne kadar nefis Rabbini tanımak istemese, firavunâne rububiyet dava etse de açlık vesilesiyle o damar kırılır, Allah’ın bir kulu olduğunu hatırlar. Peygamber Efendimiz (sav), “Gerçek oruç; yemeyi ve içmeyi terk etmek değildir. Asıl oruç, boş sözü ve hayasızca konuşmayı terk etmektir. Oruçlu iken birisi sana söver veya kabalık ederse, ‘Ben oruçluyum, ben oruçluyum’ de!”15 sözüyle orucun sadece aç kalmaktan ibaret olmadığını ifade etmiştir. Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki; orucun efdali göz, kulak, kalp, hayal, fikir vb. duygulara da mide gibi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani haramlardan, boş işlerden onları çekmek ve her birisini uygun ibadetlere yönlendirmektir. Meselâ, dili yalandan, gıybetten ve kötü sözlerden uzak tutarak ona oruç tutturmaktır. Kur’an okumak, zikir, tesbih, salâvat ve istiğfar gibi şeylerle dili meşgul etmektir. Gözü haramlara bakmaktan uzak tutup, Allah’ın yarattığı güzel şeylere bakmakla meşgul etmektir. Kulağı kötü şeyleri işitmekten alıkoyup, hak sözleri ve Kur’an’ı dinlemekle oruç tutturmaktır. Sonuç olarak, oruç tutmak çok kıymetli bir ibadettir. Her ibadette olduğu gibi oruçta da en önemli husus Allah’ın emretmiş olmasıdır. İslam’ın beş şartından biri olan oruç, çok sevaplı bir ibadettir, bedenimizin zekâtıdır, nefsimizi terbiye eder; ahirette ise günahlarımızın bağışlanması ve cehennem ateşinden korunmamız için bir şefaatçidir. “Ramazan ayı, evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem ateşinden azad olma ayıdır. Bu ayda her kim kölesine kolaylık gösterirse Allah Teâlâ da onu mağfiret ve cehennem ateşinden azad eder.” Ne mutlu Ramazan orucunu tutanlara! Kaynkakça: 1- Bakara, 2/183-185.2- Bakara, 2/185.3- Buhârî, İman 1,Tirmizî, İman 3.4- Buhârî, Savm 9; Müslim, Sıyâm 163.5- Taberani, Mu’cemül Kebir, c.8,s.91, h.no:7464.6- https://islamansiklopedisi.org.tr/zekat#1.7- Taberani, Mu’cemül Kebir, c.6,s.193, h.no:5973.8- Kubbealtı Lugatı, c.3, s.2923.9- Buhari, İman, 27.10- Et-Terğib ve’t-Terhib, c.2, s.84.11- Buhari, Dua, s.1045, h.no:1972.12- Tirmizi, Cihad, 3.13- Buhari, Savm, 5; Müslim, Sıyam, 2.14- Beyhaki, Şuabu’l İman, c.5, s.223.15- Camiüs Sağir, c.2, s.249, h.no:7578.

Ali CİRİT 01 Nisan
Konu resmiNereye Bu Gidiş? Nereye Kadar!
İnsan

Dünyanın hemen hemen her yılında, hemen hemen her gününde dünyanın bir yerlerinde yaşanan trajediler ile karşı karşıyayız. Ve on yıllardır maalesef hep bir acziyet ile hep aynı sorgulamayı yapıyoruz, bu gidiş nereye? Muhakeme ve Muvazenesini Kaybetmiş İnsanlık Her on yıllık periyodun başlarında, her on yıllık dönemlerin her yılında ve hatta her yılın hemen bütün günlerinde sarsıcı gelişmelere tanık ola ola zaman yolculuğunda ilerliyoruz. 2000’lerin başında Irak ve Afganistan işgalleri, 2010’lu yıllarda Arap Baharı olarak başlayan sürecin trajediye dönüşümü, nihayet 2020’li yılların henüz başlarında olduğumuz zaman diliminde Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan ve nereye kadar gideceği, neye dönüşeceği tartışılan, konuşulan sürece tanık oluyoruz. Bunların yanı sıra Karabağ’dan Bosna’ya, Sudan’dan Somali’ye, Doğu Türkistan’dan Yemen’e kadar daha nice yerlerde, Dünyanın hemen hemen her yılında, hemen hemen her gününde dünyanın bir yerlerinde yaşanan trajediler ile karşı karşıyayız. Ve on yıllardır maalesef hep bir acziyet ile hep aynı sorgulamayı yapıyoruz, bu gidiş nereye? Takvim yaprakları arasındaki bu ilerleyişimiz, insanlığın “insanlık” olgusu adına ilerleyişiyle de ters orantı içeriyor. Bilim ve teknoloji açısından tekâmül etmiş ve etmeye devam eden insanlık, aynı hızla “insani” hasletler açısından tedenni etmiş ve etmeye de devam etmektedir. İnsanlığın elinde koskoca bir siyasi tarih arşivi, devasa bir siyaset bilimi literatürü, muhtelif dönemlerde insanlığa gönderilen “insan” olmalarını öğüt veren kutsal kitaplar, hemen hemen hepsi, insanlar nezdinde malumatın ötesine geçememekte, ameli cihetten nazarlarında bir itibar görmemektedir. İnsanlık elindeki külli devasa veriye rağmen muhakeme ve mukayese mekanizmalarından ve dolayısıyla insanlığından sıyrılmış gibi hareket etmektedir. İnsanlığın bir kısmının yaşadıkları mağduriyetler, insanlığın insanlıktan çıkmış diğer bir kısmının tercihleri ve iradesinin sonuçları olarak vuku buluyor. İnsanlığın bir kısmına kesintisiz bir mazlumiyet/mağduriyet yaşatan bu hadiselerin önlenmesi ya da sonuçlarının hafifletilmesi noktasında bir şeyler yapabilme imkân ve ihtimali olan insanlığın diğer başka bir kısmı ise hiçbir şey yapmayarak, insanlığın utanç ve mahcubiyet sebebi olarak tarihin kayıtlarında yerlerini almaktadır. Bütün bu tablo içinde gerek insaniyet ve gerek İslamiyet namına var gücüyle gayret gösteren az sayıda insan ise can çekişen “insanlığın” hayata tutunması, insanlık vicdanının bütün bütün yok olmaması için adeta çırpınmaktadır. Ukrayna’da başlayan insani dram ile Suriye’de devam ede­ge­len insani dramın “insanlık” pay­dası açısından bir mukayesesi elbette yapılamaz. İnsani vasıf­larını kaybetmemiş bir insan­lığın “yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” veçhesiyle acılar arasında bir ayrım ve kıyas yapmaması beklenir. Batının Ayrımcı Ahlaksızlığı: “Sarışın Mavi Gözlü” 2015 yılının Eylül ayında bir mülteci kafilesinin Macaristan’a girişi esnasında, kucağında çocuğu olan bir mülteciye bir gazetecinin çelme takan görüntüleri hafızalarda daha güncelliğini korumaktadır. Bu gazeteci daha sonra yargılanmış ve ceza almışsa da aldığı ceza nefret ve ayrımcılık üzerinden değil, saldırganlık nedeniyle olmuştur. Gazetecinin bu davranışı kolektif bir bilinçaltının ya da bilinçaltı olmayan bir bilincin dışavurumudur. Zira münferit bir hadise olarak nitelendirilemeyecek kadar mukayeseye imkân veren muhtelif örnekler yeterince mevcuttur. Gazeteci kendi ölçeğinde çelme takarken, bir başka yerde bir başka devletin Akdeniz’de mülteci botlarını göz göre göre kameraların kaydetmesine de aldırmaksızın fütursuzca batırması, aynı coğrafyada bir başka yerde başka devletlerin mülteci kabul etmemek üzere her yolu deneyen bir arayışa girmeleri, mülteci karşıtı söylemler, bu söylemleri yansıtan reel politikalar, elbette mana ve mahiyet itibariyle aynı şeydir. Bireyden devlete her aktör kendi ölçeğinde kendi çelmesini takmıştır. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile mülteci durumuna düşen Uk­ray­nalılara, bugün “sarışın mavi gözlü” kategorilendirmesi ya­pa­rak yaklaşan da yine aynı coğrafyanın gazetecileridir. Bu söylemleri de münferit değil, -mefhumu muhalifiyle- 2015 yılındaki çelme hadisesinin bir başka şekilde ifadesidir. Kime çelme takılacağı ya da takılmayacağının bir başkaca dile getirilmesidir. Ukraynalı mültecilere Avrupalı hükümetlerin, devletlerin, toplumların her düzeyde kucak açan yaklaşımları, mülteci kabul politikalarının da “sarışın mavi gözlü” kategorisine muvafık olduğu görülmektedir. Bu ayrımcı yaklaşım Batı medeniyetsizliği açısından yadırganacak, şaşırılacak bir olgu da değildir. Zira Dünya tarihi Batı medeniyetsizliğinden kaynaklanan trajediler, çifte standartlar, ayrımcılıklar, envai çeşit insanlık dışı uygulamalar ile doludur. Bugün vuku bulan da geçmişin bir tekerrürüdür. Bir taraftan mülteci botlarını batırma sırasına girmiş Batının, diğer taraftan Ukraynalı mültecilere sahip çıkma politikası, ayrımcılık ze­mininde yükselen ve insani açı­dan kusurlu bir meziyettir. Aslında tekerrürle devam ede gelen, geçmişten gelen bu gidişat, bu gidiş nereye dedirten bir gidişin bir parçasıdır. İslam Dünyasının  Umursamaz Ahlaksızlığı Bütün bu tablo içerisinde başka medeniyetsizliklerin suçlanma safhasına gelmeden önce, İslam âleminin kendisini bir özeleştiriden daha ziyade, daha öte, kendisini suçlaması daha öncelikli ve temel bir meselesidir. Aslında yukarıda Batı dünyasına yönelik söylemler ve eleştiriler İslam Dünyası için ar edilmesi, telaffuz dahi edilmemesi, neredeyse hiç söylenilmemesi gereken hususlardır. İslam dünyasının batıya ilişkin bırakın bir eleştiri yapmayı, bir eleştiri duyduğunda hiç yoksa kendi yüzünün kızarması, hiç olmazsa bir mahcubiyet duyması gerekmektedir. Zira işin esasında Macaristan sınırında o mülteciye çelme takan İslam âleminin bizatihi kendisidir. Akdeniz’de o botları batıran İslam dünyasının tam da kendisidir. Sarışın mavi gözlü ayrımını yaptıran koskoca Alem-i İslam’ın bizzat kendisidir.Hakikat nazarında bakıldığında bu kadar İslam ülkesi varken, üstelik de Suriye’nin etrafında bu kadar İslam ülkesi varken, Suriyeli ya da Afganlı mülteciler neden Avrupa kapılarında merhamet aramak, botlarda boğulmak durumunda kalmaktadırlar. Bugün Ukraynalı mültecilere heyecanla kucak açan Avrupalıların yaptığını (ancak ayrımcılık yapmaksızın) İslam ülkelerinin on yıldır Suriyelilere ya da Afganlılara yapması gerekmez miydi? Hatta daha ötesi, sadece İslam dünyası için değil, bugün Ukraynalıların yaşadıkları sorunlar karşısında can ve mal emniyeti için göç rotalarını öncelikle İslam ülkelerine çevirmeleri gerekmiyor muydu? İslam ülkelerinin sığınılacak ilk liman olarak görülmesi insani, İslami ve ahlaki bir yükümlülük değil mi, olması gerekmiyor mu? Bu yükü madden karşılayabilecek tanker tanker, varil varil petrol satan, kendilerine oluk oluk dolar akan bir elin parmaklarından daha fazla sayıdaki ülkeler İslam aleminde yok mudur? Neden bir Afgan Afganistan’dan kaçmak zorunda kalıyor, neden bir Suriyeli Suriye’den kaçmak zorunda kalıyor, neden Libyalı, neden Yemenli, neden Filistinli ülkesini terk etmek zorunda kalıyor? Bu onlarca İslam ülkesinin, bu İslam aleminin öncelikle kendi meselesi değil midir? Hadi İslam dünyasının fertleri iltica etmek durumunda kaldılar, neden etraflarındaki onlarca İslam ülkesi dururken Batının merhametsizlik ve vicdansızlığına müracaat etmek zorunda kalmaktadırlar? Bu tablo İslam dünyasının merhamet ve vicdanına müracaat etme noktasında bir kıymeti olmadığının, merhametsizlik ve vicdansızlığının Batıdan daha fazla olduğunun, sığınılacak bir mahiyetlerinin dahi olmadığının bir göstergesi değil midir? “Mü’minler ancak kardeştirler (Hucurat, 10)” değil midir? Bu hakikat çerçevesinde İslam Aleminin batı karşısında söyle­yecek bir sözü zaten yoktur. Çelme takan Macar gazeteciye söyleyecek bir şeyi yoktur. Sarışın mavi gözlü ayrımı yapan gazeteciye diyebileceği bir şey de yoktur. Akdeniz’de batırılan botlara da diyebilecek bir şeyi bulunmamaktadır. İslam âlemi Batının “sarışın mavi gözlü” ayrımcılığından bile en hafif tabirle daha rezalet bir durumdadır. İslam dünyasının gidişat olmayan bu gidişatı da, bu gidiş nereye sorgulamasını gerektirmiyor mu? Türkiye’nin İnsanlık Onuru İçin Çırpınışı Burada şu husus için ayrı bir parantez açmak gerekmektedir. Türkiye, yıllardır etrafındaki sorunlar ve bu sorunlar çerçevesinde ortaya çıkan muhtelif göç sorunlarına ilişkin olarak elinden geldiğince gücünün yettiğince yapabileceğini azami derecede yapmaya çalışmış ve çalışmaktadır. Türkiye’nin ayrımcılık yapmayan mülteci politikaları tüm insanlık onurunu, “insanlık” olgusunu hayatta tutmaya çalışan bir çırpınıştır. İnsanlığın İnsanlıktan Çıkma Ahlaksızlığı: Kıyameti Zorlayış Doğusundan Batısına, Kuzeyin­den Güneyine, insanlığın külli olarak aklını kaybetmişçesine, adeta şuurunu yitirmişçesine elbirliği ile içine yuvarlandığı tablo, Bediüzzaman’ın “...elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve mânevî bir kıyamet başlarında kopmazsa…” / “… Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa….” ikazlarını tahattur ettiriyor. Zira 2014 yılında bombardımanda ağır yaralanan 3 yaşındaki Suriyeli çocuğun “Gidince sizi Allah’a şikayet edeceğim” şeklinde basında da yer alan sözleri, 3 yaşındaki Aylan bebeğin 2015 yılında Akdeniz kıyılarına vuran cesedi, 5 yaşındaki Ümran bebeğin 2016 yılındaki bir hava saldırısı sonrası bir ambulanstaki kan revan, toz toprak içerisindeki haline tüm dünyanın tanıklığı, bu yazı hazırlandığında 24 gündür devam eden Rusya’nın Ukrayna’ya yö­nelik saldırılarında hayatını kay­beden 109 Ukraynalı bebek için Ukrayna Lviv’deki Raynok Meydanı’na 109 boş bebek arabası bırakılmasına neden olunması, beşerin yoldan çıkmışlığından ve beşerin aklını kaybetmişliğinden, insanlıktan çıkılmışlıktan, ahlaktan soyutlanmışlıktan başka ne gibi bir izahı olabilir. Makul ve makbul bir izahı olmayan bu ahlaksızca külli gidiş nereye? İlahi ihtar mucibince sormayacak mıyız kendimize ve sormayacak mıyız birbirimize: nereye gidiyoruz? …………….. "Fe eyne tezhebun –O halde nereye gidiyorsunuz (Tekvir 26)” …………….

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Nisan
Konu resmiGüzel Ahlak: Kaynağı, Kazanma ve Muhafaza Etmenin Yolları
İnsan

Ahlak, insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan mânevî nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya konan iradeli davranışlar bütününe denir. Dolayısıyla güzel ahlak iyi bir şeydir. Kötü ahlak ise çirkindir. Güzel Ahlak Güzel ahlak hem dünya hem de ahiret saadetini netice verir. Çünkü güzel ahlâklı insanları Allah sever. Güzel ahlâk sahibi insanlar Allah’ın sevgisini kazandıkları için, dünya ve ahirette mutlu olurlar. Bununla beraber, toplum tarafından da sevilirler. Bu yüzden dünya hayatında da rahat ederler. Cenab-ı Hak kullarına merhametinden, iyilik içinde peşin bir mükâfat, kötülük içinde de peşin bir ceza yerleştirmiştir. Kişi kalbine ve yaşadıklarına dikkat ederse bunu anlayabilir. Mesela müminler arasında mu­habbet ve sevgi bir iyilik ve gü­zelliktir. O hasene içinde ahi­retin sevabını hissettirecek manevi bir lezzet, bir zevk ve kalb ferahlığı vardır. Dünyada bu şekilde faydaları olan insanları sevmek duygusu, ahirette de müminler için büyük bir mükâfat sebebidir. Birbirlerini Allah için sevenler hakkında Sevgili Peygamberimiz (sav), şöyle buyurmuştur: “Allah’ın kulları içinde bir kısım insanlar var ki, onlar ne peygamberlerdir ne de şehitlerdir. Üstelik kıyamet günü Allah katındaki makam­ları­nın yüceliği sebebiyle peygamberler de şehitler de onlara gıpta ederler.” Orada bulunanlar “Ey Allah’ın Resulü! Onlar kim, bize haber ver!” dediler. Peygamber (sav) de şöyle buyurdu: “Onlar, aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine bağışladıkları bir mal olma­dığı halde, Allah’ın ruhu (Kur’ân) ile birbirlerini seven­lerdir. Allah’a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken, onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar üzülmezler.”1 dedi ve şu ayeti okudu: “Haberiniz olsun Allah’ın dostları var ya! Onlara ne korku var ne de onlar üzülecekler.”2 Buna karşılık müminler arasında düşmanlık bir kötülüktür. O kötülük içinde kalp ve ruhu sıkıntılarla boğacak bir vicdan azabını iyilik ve güzel ahlâk sahibi herkes hisseder. Mesela hürmete layık zâtlara, hürmet ve merhamete layık olanlara merhamet ve hizmet, bir hasenedir, bir iyiliktir. Bu iyilikte ahiret sevabını andıracak derecede bir zevk ve lezzet vardır ki, o merhamet ve hürmeti hayatını feda edecek kadar ileri götürür. Annenin çocuğuna merhametindeki şefkat vasıtasıyla kazandığı zevk ve mükâfat için, hayatını o merhamet yolunda fedâ etmek derecesine gelir. Yavrusunu kurtarmak için aslana saldıran bir tavuk, hayvan milletinde bu hakikate bir misaldir. Demek merhamet ve hürmette acilen ve peşin olarak verilen bir mü­kâfat var ki, iyilik ve gayret sahibi insanlar bunu hissediyor ve kahramancasına bir vaziyet alıyorlar. Hem, meselâ, hırs ve israfta öyle bir cezâ var ki, hırslı insanlar sürekli hayatlarından şikâyet ederek bir türlü kalp huzuru bulamazlar. Hem hasette ve çekememezlikte öyle acil bir ceza var ki, o hased, hased edeni ızdırap içinde bırakır. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükâfat var ki, o lezzetli acil sevapla o insan fakirlik ve muhtaçlık belasını ve acısını çekmez. Hem meselâ, gurur ve kibirde öyle ağır bir yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister. O istemek sebebiyle soğuk muamele gördüğünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevazuda yani alçakgönüllülükte ve benliği terk etmede öyle lezzetli bir mükâfat var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır. Hem, meselâ, sû-i zan ve kötü­ye yormakta, bu dünyada acil bir cezâ var. “Men dakka dukka” (Sen birisinin kapısını çalarsan, senin de kapın çalınır) kaidesiyle, sû-i zanneden, sû-i zanna mâruz olur. Mümin kardeşinin hareketlerini kötüye yoranların hareketleri, yakın bir zamanda kötüye yorumlanır, cezasını çeker.3 İnsanda bulunması gereken güzel ahlaklardan birisi de başkalarını düşünmek, onların dertleriyle dertlenmektir. Sevgili Pey­gamberimiz (sav) “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.”4 buyurmuştur. İhtiyaç sahibinin yardımına koşmak güzel bir davranıştır. Bir insanın ihtiyacını gidermek, onu sevindirdiği gibi bizi de sevindirir ve mutlu eder. Dinimiz bencil olmayı hoş karşılamaz. Sevgili Peygamberimiz bir hadisinde, “Komşusu açken, kendisi tok olarak uyuyan bizden değildir.”5 buyurmuştur. Çevresindeki insanları düşünmeyen kişiler, toplum içinde yalnız kalırlar. Bencilliklerinin cezasını ilk önce kendileri çekerler. Ve hakeza… Netice itibariyle… İnsan, dünyada arzu ve istekleriyle beraber duygu ve davranışlarını Cenâb-ı Hakk’ın razı olduğu yolda kullanmalıdır. Ki içerisinde nihayetsiz nimetleriyle birlikte ebedi cenneti kazansın. Güzel ahlakla yaşayan, kısa dünya hayatını nihayetsiz ahiret hayatına çevirir. Bu noktada Üstad Bediüzza­man Hazretlerinin güzel ahla­kın önemli bir çıktısına bakan şu cümlesini mealen burada zikrediyoruz: Eğer bizler İs­lam’ın ahlâkı ve iman hakikatlerinin mükemmelliğini hareketlerimizle göstersek, diğer dinlerin mensupları elbette top­luluklar halinde İslamiyet’e gireceklerdir. Belki dünyadaki bazı devletler ve kıtalar da İs­lam’a gireceklerdir.6 Peygamber Efendimiz (sav)’in Ahlakı Peygamberimiz (sav) insanların en yumuşak huylusu ve en bilgilisi, insanların en cömerdi, fakir ve kimsesizlerin koruyucusudur. Peygamberimiz (sav), kesinlikle dünya malı biriktirmez, Allah’ın verdiğinin bir günlüğünden fazlasını yanında durdurmaz, fakirlere dağıtırdı. Bir peygamber olmasına rağmen çok mütevazı idi. Mekke’nin fethinde yanına gelen ve korkusundan titreyen bir bedeviye karşı: “Korkma! Ben de güneşte kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” diyecek kadar alçak gönüllüydü. Ebû Hureyre (ra) anlatıyor: “Bir savaşta, kâfirlerin yok olmaları için bedduâ buyurmasını söyledik.” Buyurdu ki: “Ben lânet etmek için, insanların azap çekmesi için gönderilmedim. Ben rahmet için gönderildim.” Peygamberimizin (sav) rahmet ve mer­hamet peygamberi olması Kur’an’da mealen şöyle zikre­dil­miştir: “Biz seni, ancak âlemlere rahmet (iyilik) için gön­derdik.”7 “Andolsun size ken­dinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Çünkü O, size çok düşkün Müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.”8 Peygamberimizin (sav) şefkat ve mer­hametine bir örnek de Taif se­ferinde maruz kaldığı kötü mua­mele ve çirkin saldırılara karşı takındığı tavırdır. Taifliler, iki cihan saadetine kavuşmaları için Peygamberimiz (sav)’in yaptığı çağrıya olumsuz cevap verdiler. Bununla da kalmayıp, beldelerinde misafir olarak bulunan iki cihan güneşi Efendimiz (sav)’e ve Hz. Zeyd (ra)’a karşı ayak takımını, sokak gençlerini ve köleleri kışkırtarak taşa tutturdular. Resûlullah (sav)’in mübarek ayakları kana bulandı. Taşların açtığı yaraların acısı yürüme­sine engel olur hale geldi. Hz. Zeyd’ in bütün çabalarına rağmen peygamberimizi (sav) kan revan içinde bıraktılar. Bu olay üzerine Rabbimiz, Habibinin yanına Cebrail (as)’ı gönderdi. Cebrail (as), “Şüphesiz Allah, kavminin sana neler söylediğini işitti. Sana şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında dilediğini yapmak üzere ona emredebilirsin.” Fa­kat, şefkat ve rahmet kaynağı, Kur’an’ın ifadesiyle “Âlemlere rahmet olarak gönderilen”9 o mübarek resulün arzusu başka idi. Emrine âmâde olduğunu bildiren dağlar meleğine Peygamberimiz (sav) şöyle karşılık verdi: “Hayır, ben böyle bir şey istemem, istediğim tek şey, Hak Teâlâ’nın bu müşriklerin neslinden, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibâdet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır.”10 Sevgili Peygamberimiz (sav) ken­­disi güzel ahlak sahip oldu­ğu gibi güzel ahlâka sahip olanları da sever ve insanlara güzel ahlâkla muamele edilmesini is­ter­di. Hadis-i Şeriflerinde, “Sizin bana en sevimliniz ve kı­ya­met gününde bana en yakı­nınız, ahlakı en güzel olanınızdır.”11 “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”12 buyurmuşlardır. Evet, din güzel ahlâktır. En güzel ahlâka sahip olan zât da insanlara her yönüyle en mükemmel örnek, en büyük rehber olan Hz. Muhammed (sav)’dir. Sadece bütün ümmet değil, hat­ta bir kısım düşmanları bile Pey­gamberimiz Hz. Mu­ham­med’in (sav) güzel ahlâkını itiraf etmişlerdir. “Evet fazilet odur ki düşmanları dahi kabul etsin.”13 Ahlâkının güzelliği yüzüne aksediyordu. Mübarek yüzünü görenler, tatlı sözünü işitenler, güzel davranışına maruz kalanlar, hemen Peygamberimiz (sav)’a karşı bir sevgi, bir muhabbet beslemeye başlıyorlardı. Hatta güzel ahlâkı yüzünde o derece aksediyordu ki, Medine Yahudilerinin meşhur âlimi Abdullah bin Selam, Medine’ye yeni gelen Peygamberimizin (sav) yüzünü gördüğünde, “Bu sima­da yalan olamaz. Gerçekten bu bir peygamberdir.”14 diyerek Müslüman olmuştur. Hz. Aişe (ra) ve sahabeler Hz. Pey­gamber’i (sav) tarif ettikleri zaman, “O’nun ahlâkı Kur’ân ahlâkı idi.”15 derlerdi. Yani Kur’an’ın beyan ettiği güzel ahlâkın en güzel örneği, Hz. Muhammed (sav)’dir. Kur’an’ın emrettiği güzel ahlâkı en önce yaşayan, hayatına tatbik eden, ondan sonra insanlara ders veren O’dur. Peygamberimiz (sav), kendisini Allah’ın en güzel bir edep ile edeplendirdiğini beyan etmiştir. Rabbimiz olan Allah da onun bu yüce ahlakını, “Muhakkak ki sen en yüce bir ahlak üzeresin”16 buyurarak övmüş ve insanlara örnek göstermiştir.17 Allah’ın Ahlakıyla Ahlaklanmak Ne Demektir? Cenâb-ı Hak, birçok ayette sevgili Peygamberimizin (sav) sünnetine uymamızı emretmiştir. Sünnet-i Seniye’nin içinde farzlar, vacipler, nafileler olduğu gibi, Peygamberimizin (sav) güzel ahlakı da vardır. Hazreti Aişe-i Sıddıka’ya (ra) Peygamberimizin (sav) ahlakı sorulduğunda O’nun ahlakının Kur’an olduğunu söylemiştir. Kur’an ahlakından maksat ise Allah’ın ahlakıdır. Yani Peygamberimiz (sav), Kur’an’ın emir ve yasaklarına en güzel bir şekilde uymuş ve Kur’an’da Cenâb-ı Hakk’ın kendisini tanıttığı isim ve sıfatlarına münasib hareket etmiştir. Cenabı Hak, kendisinde olan bazı sıfatlarının kullarında da olmasını ister… Mesela Allah, Afüvv yani affedicidir, affedenleri sever. Allah, Gafur ve Gaffar yani bağışlaması boldur. Bağışlayanları sever. Allah, Cevvad yani cömerttir, cömert olanları sever. Allah, Adil yani adaletlidir, adaletli olanları sever. Allah, Muhsin yani ihsan ve iyiliği boldur. İyilik edenleri sever. Bununla birlikte bazı sıfatları da vardır ki kullarında olmasını istemez. Mesela Allah, Kebir yani kibir (büyüklük) sahibidir, ama kibirlenenleri sevmez. Allah, Cebbar yani cebredicidir, fakat cebbarları sevmez. Peygamberimiz (sav) bir Ha­dis-i şerifinde: “تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ الٰلّهِ” yani “Ahlak-ı ilahiye ile ahlak­lanınız”18 buyurmuştur. Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak insanlığın en yüce gayesidir. Bu noktada en güzel örnek ve rol-model Sevgili Peygamberimiz (sav)’dir. Bizler Peygamberimize (sav) uyduğumuz ve tabi olduğumuz zaman Kur’an ahlakı ile ahlaklanmış, dolayısıyla da Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmış oluruz. Ahlak Değişir mi? Müktesep ahlâk dediğimiz, son­ra­dan edinilmiş alışkanlıklar, huylar değişebilir. Peygamberimiz (sav) Cerir adlı sahabeye, “Sen Allah’ın yüzünü güzel yarattığı birisin. Sen de ahlâkını güzelleştir”19 demiştir. Bu hadisle peygamberimiz  (sav) müktesep ahlâkın değişeceğine işaret etmiştir.Mesela, yer altından çıkan su menbaları vardır. Bu suları yer altına hapsetmek mümkün de­ğildir. Su menbaı kapatılsa bile, o su başka bir taraftan yol bulup mutlaka çıkar. Suyu yer altına hapsetmek mümkün değilse de borularla mecrasını değiştirmemiz mümkündür. İnsan fıtratında var olan seciyeler (karakterler) de böyledir. Yok edilemezler, fakat yönleri değiştirilebilir. Mesela, dünyaya karşı bir muhabbet, insan fıtratında vardır. Bu muhabbet, nefsanî arzular yönünden olursa çirkin; Allah namına, ahiret hesabına olursa güzeldir. Nefsanî arzular yönünden dünyaya olan muhabbeti, iradeyi kullanarak Allah namına sevmeye dönüştürmek mümkündür. İnsan fıtratında var olan duygular, duygu olmaları yönüyle değil, yanlış yolda kullanılmaları yönüyle kötüdür. Eğer onların yönünü hayırlı işlere çevirebilirsek, o duygular güzel ahlâka dönüşürler. Bediüzzaman Hazretleri pek çok risalesinde hislerin, duyguların hayra yönlendirilmesi gerektiği üzerinde durur ve şöyle söyler: “Muhabbet, gerçi ihtiyârî (insanın iradesine bağlı) değil. Fakat ihtiyar (yani irade) ile muhabbetin yüzü, bir mahbubdan (sevgiliden) diğer bir mahbuba dönebilir. Mesela, sevilen bir şeyin çirkinliğini göstermekle veyahut asıl muhabbete lâyık olan diğer bir sevgiliye perde veya âyine olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü, mecâzî mahbubdan hakikî mahbuba çevrilebilir.”20 Bu konuda başka bir ifadesi de şöyledir: “İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı taleb ve hâkeza şiddetli hissiyatlar, ahireti (umûr-u uhreviyeyi) kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fâni dünya işlerine yönlendirmek, fâni ve kırılacak şişelere, bâkî elmas fiatlarını vermek demektir. İnsanlar, kendilerine verilen manevi cihazları eğer nefsin ve dünyanın hesabına kullansalar ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransalar, bu hal, ahlâk-ı rezileye (rezil edici çirkinliklere), israfat ve abesiyete sebep olur. Tam tersine hafiflerini dünya işlerine ve şiddetlilerini uhrevi ve manevi vazifelere sarf etseler, ahlâk-ı hamîdeye menşe (güzellikleri kazandıran ahlaka), hem -hikmet ve hakikate uygun olarak- dünya ve ahiret saadetine vesile olur. şte tahmin ederim ki, nasihat edenlerin nasihatlerinin şu zamanda tesirsiz kalmasının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: “Haset etme, hırs gösterme, düşmanlık etme, inad etme, dünyayı sevme!” Yani, fıtratını değiştir gibi zahiren onlarca mâlâyutak (güçlerinin yetmeyeceği) bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: ‘Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz.’ Hem nasihat tesir eder hem iradelerinin dâhilinde olan bir teklif olur.”21 Ahlakın Güzelleşmesi İçin Nefis Terbiyesi Gereklidir Peygamberimiz (sav) düşmanla yapılan cihadı “küçük cihad”, nefisle yapılan cihadı “büyük cihad” olarak tarif eder. Küçük cihatla büyük cihad, pek çok yönlerden birbirlerine benzerler. Konuyu bir teşbihle açalım. İnsanın iç alemi kalabalık bir milletin yaşadığı büyük bir memlekete benzer. Bu memleketin hükümdarı Allah’a iman ve itaat eden kalptir. Akıl da onun veziridir. Vücuttaki azalar ve ruhun duyguları, latifeleri bu kalp dediğimiz hükümdarın milleti –askerleri, memurları, işçileri- durumundadır. Bir hadiste şöyle buyrulmuştur; “Kalp hükümdardır ve onun askerleri vardır. Hükümdar iyi olursa askerleri de iyi olur, hükümdar bozulursa askerleri de bozulur.”22 Bu alemdeki nefis ise serkeş, zevkten başka bir düşüncesi olmayan, gelecekten ziyade anı düşünen, iktidarı ele geçirerek her türlü lezzetleri tatmak isteyen bir asi durumundadır. Onun da emrinde hırs, hased, şehvet, öfke gibi askerler vardır. (Hükümdar) kalp, (veziri) aklın da yardımıyla, milletini yönetmek, idare etmek, onlar arasında adaleti sağlamak ve iktidarı ele geçirerek anarşi ve teröre sebep olan nefse karşı mücadele etmek mecburiyetindedir. Vücut memleketinde çoğu zaman, kalbin askerleriyle, nefsin askerleri arasında büyük meydan muharebeleri vuku bulur. Savaşların sonunda memleketteki iktidarın değişmesine göre, bu memlekete verilen isim de değişir. Nefis kalbi yener ve memlekete hâkim olursa bu memlekete “nefs-i emmare” memleketi denilir. Nefis iktidarı ele geçirirse bu memlekette uluhiyetini ilan eder, insanın iç aleminde denge bozulur ve fesat meydana gelir. Nefis her türlü gayrimeşru fiilleri icra eder. Nefsin iktidarı ele geçirdiği zaman yapacağı icraatları şu ayet çok güzel tasvir eder: “Hükümdarlar bir şehri istila ettikleri zaman orasını harap ederler ve halkının şerefli kimselerini zillete düşürürler.”23 Eğer savaşlarda ikisi de yenişemez, kâh biri, kâh diğeri memlekete hâkim olursa bu memlekete “nefs-i levvame” memleketi denilir. Savaşlar memleketlerin harâb olmasına sebeb olduğu gibi, insanın iç alemindeki kalp ile nefis arasındaki savaşlar da insanın iç alemini tahrip eder. Nefs-i levvame hali insanın çatışmalı, depresyonlu halini ortaya koyar. Kalp nefsi mağlup eder ve meşru dairede kalmaya ikna eder ve memleketi Allah’ın emirleri doğrultusunda idare ederse, bu memlekete “nefs-i mutmainne” memleketi denilir. Nefs-i mutmainne memleketi insanın kendisiyle barışık olduğu, huzurun hâkim olduğu memlekettir. Hükümdar kalbin, kuvvetli veya zayıf oluşu, raiyeti arasında adalet ve disiplini memlekete her yönden tesir eder. Kalbin zayıflaması veya kalbin raiyetinden bazı latifelerin disiplinsizliği nefsin iktidarı ele geçirmesine sebeb olabilir. Bu yüzden daima kalbin güçlenmesine ve raiyetini disiplin altında tutmaya çalışmak gerekir. Marifetullah ve ibadetler manevi feyzlerin gelmesine ve kalbin güçlenmesine vesile olurlar. Bu güç sayesinde kalp iktidarını muhafaza eder. Günahlar ise manevi feyzleri yok eder, kalbi zayıf düşürür, nefsi güçlendirir. Bu yüzden çokça ibadetle meşgul olup, günahlardan uzak durmak gerekir. Nefs elinden geldiğince askerleriyle, casuslarıyla kalbin dirayetini, direncini kırmak, ahalinin ona olan itaatini sarsmak ister. Kalp dirayetli olur ve vezirinin yardımıyla askerlerini disiplinli bir şekilde idare ederse, nefse galip gelebilir. Kalbin, aklın da yardımıyla nefse galip gelebilmesi için en mühim üç şart vardır; İlim, imanın güçlenmesi ve ibadetler. İlim sayesinde kalp kendini yaradan Allah’ı, kendini ve vazifelerini, yardımcılarını, nefsi ve nefsin hilelerini, yardımcılarını ve onunla nasıl mücadele edeceğini öğrenir. Elde edeceği kuvvetli imanla nefse karşı en büyük manevi gücü elde etmiş olur. Namaz, oruç, Kur’an tilaveti, tefekkür, zikir, dua, istiğfar ve benzeri ibadetlerse, kalbe manevi feyzlerin ve yardımların gelmesine vesiledirler. Eğer bu üç alanda kalp olgunlaşırsa nefse kolaylıkla galip gelebilir. Kalbin Nefse Galip Gelmesi İçin Bazı Şartlar a) Çevre Nefsimizi terbiye etmek istiyor­sak, en başta çevremize bakma­lıyız. Etrafımızdaki insanlar İs­lam’ı yaşamayan insanlar ise hem onlarla beraber olup hem de nefsimizi terbiye etmemiz zor­dur. Sıcak bir madde soğuk bir ortamda soğur, soğuk bir madde sıcak bir ortamda ısınır. Maddeler arası ısı alışverişi olduğu gibi insanlar arasında da manevi alışverişler vardır. İnsan da bulunduğu ortamdan ister istemez etkilenir. Eğer içinde bulunduğumuz ortam iyi ise, müspet cihette, kötü ise menfi cihette etkileniriz. Bu hususta Peygamberimiz (sav) şöyle buyurur. “Kişi arkadaşının dini üzeredir. Bu yüzden kimi arkadaş edindiğine dikkat etsin.”24 “İyi arkadaşın hali misk kokularını satan insanın haline benzer. Sen onun yanına gittiğin zaman sana kokularından ikram eder, ikram etmese bile, onun yanında dura dura o kokular senin üzerine siner. Kötü arkadaş da deri tabaklayan insanın haline benzer. Onun yanına gittiğin zaman körüğünden sıçrayan kıvılcımlar senin üzerini yakar. Yakmasa bile onun yanında dura, dura o pis kokular senin üzerine siner.”25 Peygamberimiz (sav) bu ifadeleriyle, insanın içinde bulunduğu çevreden mutlaka, isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeyerek etkilendiğini ortaya koymaktadır. Duymadığımız ve görmediği­miz bir şey bizi etkilemez. Men­fi ortamlardan uzak olan bir insan, elbette onların menfi te­sirinden de uzak olacaktır. Müspet bir ortam içerisinde, elbette gördüğümüz ve işittiğimiz şeyler bizi müspet yönde etkileyecektir. b) Tahkiki İman İmanın kuvvetlenmesi, nefse galip gelmenin en mühim yoludur. Allah’a, öldükten sonra dirilmeye, hesaba, cennet ve cehenneme adeta görüyormuş gibi inanan birisi kolaylıkla nefsani arzulardan kendini çeker. Buna en büyük delil Asr-ı Saadet’tir. Kuvvetli iman cahiliye döneminde her türlü zulüm ve ahlaksızlığı yapan insanları, karıncaya bile basamayacak hale getirmişti. İman, bize de aynı tesiri yapacak özelliklere sahiptir. İmanın kuvvetlenmesi, tahkiki hale gelmesinin iki yolu vardır. Biri tefekkür, diğeri de ibadetlerdir. Bu zamanda imanı tahkiki hale getirmenin en kısa ve en kolay yolunu Risale-i Nurlar ortaya koymuştur. Risale-i Nurlar tefekkür mesleğinde giderek imanın bütün esaslarını kesin, kat’i delillerle isbât etmiştir. c) İbadetler Akaidî ve îmânî hükümleri kavî (kuvvetli) ve sabit kılmakla meleke haline getiren ancak ibadettir. Evet Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan îmânî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, âlem-i İslam’ın hal-i hazırdaki vaziyeti şahiddir.26 Ubudiyetin noksaniyetiyle enâniyet kuvvet bulur, nemrutçuklar çoğalır. İbadetler sayesinde kalbe ve ruha manevi feyizler gelir. Bu feyzler akıl ve kalbi manen güçlendirerek, nefse galib gelmeye vesile olurlar. Bu konudaki Ayet ve Hadis-i Şerif şöyledir: “Muhakkak ki namaz, çirkin işlerden ve kötülüklerden alıkoyar. Allah’ı zikretmek (namaz kılmak) elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.”27 “Beş vakit namazın misali, sizden birinin evinin önünden akan ve içinde her gün beş defa yıkandığı bir nehir gibidir. (Nasıl beş defa yıkanınca insan üzerinde kir kalmazsa, 5 vakit namaz kılan insanda da manevi kirler kalmaz.)”28  d) İstiğfar Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Kul, bir hata ettiği zaman kalbine (siyah) bir nokta konulur. Eğer o hatayı bırakır ve istiğfar ederse kalbi cilalanır (o siyah nokta silinir). Eğer günaha devam ederse noktalar artırılır. Hatta bu noktalar onun kalbini tamamen istila eder. Bu Allah Teâlâ’nın kitabında zikrettiği “Ran” (pas)dır.29 (Onların kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas olmuştur.)30 “Bakırın pası gibi kalplerinde pası vardır. Onun cilası ise istiğfardır.”31 “Bakırın pası gibi kalplerinde pası vardır. Onun cilası ise istiğfardır.” Kaynakça: 1- Ebu Davud2- Yunus Suresi, 623- Bediüzzaman Said Nursi, Hayrât Neşriyat-Osmanlıca Tıpkı Basım, Lemalar, s. 3084- Kenzü’l-Ummâl, s. 7775- İbn Ebi Şeybe,Kitabu’l-iman, s. 336- Bediüzzaman Said Nursi, Hayrât Neşriyat-Osmanlıca Tıpkı Basım, Mektubat, ikinci Kısım, s. 4417- Enbiya, 1078- Tevbe, 1289- Enbiya, 10710- İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 60-63; Buharî, Sahih, c. 4, s. 83.11- Tirmizî, Birr, 7112- HM8939 İbn Hanbel, II, 38113- Bediüzzaman Said Nursi14- Tabakât, 1/235; İstiâb, 3/92215- Müslim, Müsâfirîn 139. Ayrıca bk. Nesâî, Kıyâmü’l-leyl 216- Kalem, 417- Bediüzzaman Said Nursi, Hayrât Neşriyat-Osmanlıca Tıpkı Basım, Zülfikar, 19. Mektup Mucizat-ı Ahmediye Risalesi ve Lem’alar, 11. Lem’a Sünnet-i Seniyye Risalesi18- Münâvî, et-Teârîf, s. 56419- İmam Gazali, İslam Ahlakı, s. 4420- Bediüzzaman Said Nursi, Hayrât Neşriyat-Osmanlıca Tıpkı Basım, Sözler, s. 30021- Bediüzzaman Said Nursi, Hayrât Neşriyat-Osmanlıca Tıpkı Basım, Mektubat, Birinci Kısım, s. 2522- Kenzü’l-Ummal, hn: 120523- Neml, 3424- T2378 Tirmizî, Zühd, 45; D4833 Ebû Dâvûd, Edeb, 1625- Müslim, Birr 146.26- Bediüzzaman Said Nursi, Hayrât Neşriyat-Osmanlıca Tıpkı Basım, İşarat’ül İ’caz27- Ankebut, 4528- Müslim 29- Tirmizi, Nesei, İbn Mace, İbn Hibban, Hâkim30- Mutaffifin, 1431- Beyhaki

Murat AĞCIL 01 Nisan
Konu resmiGüzel Ahlak, İmanın Bir Tercümesi ve Tecellisidir
İnsan

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.” Ramazan ayının 17’sinde, pazar­tesi günü, Hira mağarasında, bir seher vakti, uyanık bu­lun­duğu sırada Resül-ü Ekrem Efendimize (sav) Hakkın emri geldi. Cebrail (as) bir insan suretine girmiş, en güzel bir surete bürünmüş halde göründü. Efendimize (sav): “İkra! (Oku!)” de­di. Resul-i Ekrem (sav): “Ben, oku­ma bilmem!” dedi. O zaman, melek Efendimizi (sav) tutup takati kesilinceye kadar sıktı. Üçüncü kez tutup sıktı. Sonra da bırakıp Alâk suresinin ilk 5 ayetini okudu. Resul-i Ekrem (sav); Allah tarafından Cebrail’in (as) getirip tebliğ ettiği peygamberlik vazifesiyle evine dönerken yolda rastladığı her şey, kendisini selamladı. Eve varınca, Hz. Hatice’ye, “Üs­tü­mü örtün, Üstümü örtün” de­di. Hz. Hatice (ra) eşi sakinle­şe­ne kadar başucunda bekledi. Efendimiz (sav) Hz. Hatice’ye (ra), “Uykuda, rüyada görüp de sana söylemiş, anlatmış olduğum şeyi, Rabbim bana Cebrail’i (as) göndererek açıkladı” buyurup, Cenab-ı Allah tarafından gelenleri ve Cebrail’den (as) işittiklerini haber verdi. Kendimden (başıma gelenlerle bana bir şey olmasından) endişe ettim. Efendimiz (sav) endişe ettiğini ifade edince ferasetli Hz. Hatice (ra) Peygamberimiz aleyhissalatü vesselamı şu cümleler ile teselli etmişti. “Kellâ! Öyle söyleme! Vallahi, Allah seni hiçbir zaman utandırmaz, üzüntüye düşürmez. Çünkü, sen sıla-yı rahim yapar, akrabanı görür gözetirsin! İşini görmekten âciz olan herkesin yükünü taşırsın! Yoksula verir, hiç kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın! Misafiri ağırlarsın! Hak yolunda karşı­laştıkları musibet ve felâket hadiselerinde, halka yardımcı olursun”1 dedi. Hz. Hatice (ra) annemizin, telaşla gelen Efendimizi (sav) teskin etmek için referans olarak zikrettiği şeyler, inzivaya çekilirsin, çokça ibadet edersin, Allah’a kulluk edersin tarzında değil de toplum ahlakı ve ictimâi işlerle alakalı şeyler olması son derece dikkat çekicidir. Sen çok ibadet edersin, sürekli inzivaya çekilirsin, çok dua edersin dememiştir. Bilakis ah­lak, muamelat ve toplumsal hususları nazara verip, bu hu­suslardan dolayı Allah seni utan­dırmaz ve üzüntüye düşürmez demiştir. İçinde yaşadığı Arap yarımadası batıl inançlara sahip olsa da Efendimize (sav) hayra yönelik toplumsal faaliyetleri ve ahlakı sebebiyle “El-Emin” (güvenilir kişi) demişlerdir. Sahibü’l-mirac Efendimiz (sav), peygamer olarak gönderilmeden önce bulunduğu zaman ve toplumda saygın bir yeri olan “Hılfu’l-Fudul”a (Erdemliler Top­luluğu) üye idi. Bu topluluk, toplumda meydana gelen haksızlıklar, adaletsizlikler kar­şısında tavır alıp haklının ya­nında yer alabilen bir topluluk­tu ki, İslamiyet hâkim olduğunda bile Efendimiz (sav), “Öyle bir topluluğa yine davet edilsem, iştirak ederdim”2 buyurmuşlardır. Kur’an-ı Kerim’de bize en güzel örnek olarak sunulan Peygamber Efendimiz (sav) için Hz. Hatice annemizin (ra) söylediği bu söz, Efendimizin (sav) sosyal hayatın ve faydalı olmaya yönelik faaliyetlerin içinde olduğunun göstergesidir. Efendimiz (sav): “İnsanların ara­­­sı­na katılıp ve onların sıkın­tı­­­ları­na sabreden; insanların ara­­sına katılmayıp ve onların sı­­kın­­tılarına sabretmeyenden da­­ha hayırlıdır”3 buyurmuştur. Buna göre her türlü sıkıntı ve zorluklara rağmen toplum içinde kalmak, toplumsal faaliyetler içinde bulunmak ve aramızdaki uhuvvet, muhabbeti arttırmak, sıkıntı ve ihtiyaçları gidermek gayet önemlidir. Güzel ahlak, imanın bir tercümesi ve tecellisidir. İmanın kalbe yerleştirdiği manevi asayiş memuru, onun toplumda faydalı bir insan olmasını netice vermektedir. İman her şeyde olduğu gibi burada da temel bir konumdadır. Bediüzzaman Hazretleri, ah­lâ­kın önemini ve imanla bağlan­tısını vurgular ve şu ifadeyi zikreder: “Gâye-i insaniyet ve vazîfe-i beşeriyet olan iman, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-yı hasene ile tahallûk etmekle beraber tahakkuk eder.”4 Çünkü bir insanda imanın tercümesi ve göstergesi onun ahlak-ı hamide ile süslenmesidir. Hz. Yusuf (as) Mısır’da hapse atıldıktan sonra onunla hapse giren iki genç daha vardı. Malumunuz bu iki genç rüya görüyorlar. Ve rüyalarının yorumlanması için, hal hareket ve güzel ahlakını görerek Hz. Yusuf’a gelip, “Biz seni muhsinlerden görüyoruz, bizim problemimizi, müşkilimizi çözer misin?” diye başvuruyorlar. Onları Hz. Yusuf’a (as) götüren, Hz. Hatice (ra) misalinde olduğu gibi güzel ahlak ve muameledir. Yusuf (as), kendisine gelen bu iki gence Allah’ın varlığını anlatıp tevhid dinine davet etmiştir. Yani bendeki bu güzellik ve ahlak bana Rabbim tarafından verilmiştir diyerek onların hayret ve muhabbetini şahsına değil, belki Cemâl-i Mutlak sahibi Allah’a çevirmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri bu meselemize güzel bir şekilde ışık tutmaktadır: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin ke­ma­lâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e gire­cek­ler; belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”5 Öyleyse bizlerin -hal-hare­ket­le­ri­miz ile güzel ahlakımız ile- imanımızı toplum /hayatın/a yansıtmamız gerekmektedir. İn­sanlara muhabbet ederek, selam vererek, hal hatır sorarak dertli olanların dertlerini çözerek toplum hayatında yer edinmemiz son derece önemlidir. Kaynakça: 1- Buhârî, Bedyü’l-Vahy 12- Sîre, 1/141-142; Tabakât, 1/129; Ravdü`l-Ünf, 1/94;  İbn-i Kesir, Sîre, 1/2613- Tirmizî, Kıyâmet, 55/25074- Sözler Mecmuası, s. 2245- Mektubat Mecmuası, s. 441

Rıdvan ABUD 01 Nisan
Konu resmiToplum ve Ahlak
İbadet

İnsan için ahlaki değerlerin önemi büyüktür. İnsan ancak ahlaklı bir toplumda aklen, kalben ve ruhen rahat edebilir. Huzur içerisinde yaşanabilecek ahlaklı bir toplumun meydana gelmesi ise bazı sebeplere bağlıdır. Bu hususta bize düşen görevler ve yerine getirip fiilen örnek olmamız gereken ahlakî kurallara ait kaynaklar vardır. Şimdi bunları üç başlık altında ele alalım. Allah’a ve Ahirete İman İmanın davranışlarımız üzerinde doğrudan etkisi vardır. Güzel ahlakın kaynağı imandır. Allah’a ve ahirete inanan bir insan sürekli Allah’ın huzurunda olduğunu ve bir gün yaptıklarından mutlaka hesaba çekileceğini bilir. İman kuvvetine göre elini harama uzatamaz, yalan söylemekten çekinir, Allah’ın huzurunda edebe muhalif hareket etmekten utanır. İmanını güzel ahlak şeklinde davranışlarına yansıtanların oranının artması nispetinde toplumun huzuru, güveni sağlanmış olur. Örneğin hissiyatı galeyanda olan bir genç cehennem fikriyle nefsini kötülüklerden alıkoyar, bu sayede muhtemel taşkınlıkların önüne geçilmiş olur. Öte yandan toplumun temelini oluşturan ailede, eşler arasında hürmet ve merhamet duygularını geliştirip yaşlılıkta devam ettiren ebedi arkadaşlık düşüncesi yine ahirete iman ile ilgilidir. Allah’a İbadet Etmek İçinde yaşadığı toplumda insanı menhiyattan ve günahlardan sakındıran takvadır. Takva ise ibadetle elde edilir. “Ey İnsanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki takvâya eresiniz.”1 ayeti buna işaret etmektedir. Kabirde ilk hesaba çekileceğimiz amel olan namaz ibadeti, Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etmeye alıştırır, çirkin işlerden ve kötülüklerden alıkoyar.2 Yine mükâfatını ancak Rabbimizin verebileceği oruç ibadeti, açlık vesilesiyle nefsin mevhum rububiyetini kırar, kul olduğunu hatırlatır, başına buyruk hareket etmesini önler. Böylece toplumda huzuru bozacak kötülüklerin önüne geçilmiş olur. Diğer taraftan dua ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.3 İslam Ahlakıyla Ahlaklanmak Her Müslüman’ın ahlakını güzelleştirmesi üzerine farz olan bir vazifedir. Doğru sözlü olma, dürüst davranma gibi özellikler temelde insanî bir meziyettir fa­kat hakiki anlamda iman nurundan beslenmektedir. İmandan sonra bize en çok lazım olan doğruluktur, dürüstlüktür. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve doğru söz söyleyin!” 4 Dinimiz insanların birbirlerine karşı hürmet ve merhamet göstermelerini emretmektedir. Bu duygular karşılıklı olmalıdır. Yani zenginlerden fakirlere zekât, fitre, sadaka gibi merhametli yardım elleri uzanırken fakirlerden de yardımsever zenginlere hürmet duyguları gelişecektir. Bu suretle yoksulların ihtiyaçları giderilmiş, zenginlerin ise malları emniyet altına alınmış olacaktır. İtaat ve emniyet, ahlak-ı hasenedendir. Bir çocuk anne-babasına, bir asker komutanına, bir işçi ustabaşına itaat etmelidir. Kendisine verilen her görevi layıkıyla yerine getirmeli, verilen emaneti ise muhafaza etmelidir. Konumuzla ilgili olarak sevgili Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Siz bana şu altı şey hakkında teminat verin, ben de size cennete girmeniz konusunda teminat vereyim: Konuştuğunuzda doğru söyleyin. Söz verdiğinizde sözünüzü tutun. Size bir emanet bırakıldığında emanete riayet edin. İffetinizi koruyun. Harama bakmaktan sakının. Ve elinizi harama uzatmayın.”5 Sonuç olarak, huzur ve güven içerisinde yaşayabileceğimiz bir toplumun inşası ancak imanlı, ahlaklı fertlerle ve bu fertlerin oluşturduğu aile müessesesiyle mümkündür. Bunu sağlamak için de öncelikle bize lazım olan Allah’a ve ahirete iman, iba­det ile doğruluk - dürüstlük, hürmet - merhamet, itaat ve em­niyet gibi ahlaki değerlerdir. Kaynakça: 1- Bakara, 21.2- Ankebut, 45.3- Tılsımlar, 26.Söz, s.86.4- Ahzâb, 70.5- Ahmet b. Hanbel, V, 323.

Ali CİRİT 01 Nisan
Konu resmiİş Ahlakı
İnsan

Dürüst ve Güvenilir Tüccar, Peygamberler, Sıddîklar (Dosdoğru Kimseler) ve Şehitlerle Beraberdir “Ben, güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.”1 “Helal belli; haram belli. Siz, şüpheli olanlardan sakınınız.”2 “İşçinin hakkını, alnının teri kurumadan veriniz.” “Kölelerinize (hizmetçilerinize) yediğinizden yediriniz; giydiğinizden giydiriniz.”3 “Çokça hesap eden, ziyandadır.” Dürüst ve Güvenilir Tüccar, Peygamberler, Sıddîklar (Dos­doğru Kimseler) ve Şehitlerle Beraberdir.4 Ticari ahlak başlığı altında incelebilecek çok mevzular olabilmekle birlikte, bizim burada temas edeceğimiz alt başlıklar şunlar olacaktır: Ortaklık, Bankalarla çalışmak, İşçi-İşveren, Satıcı-Müşteri Münasebetleri. Ahlak, TDK’da şöyle tarif edilmektedir: İnsanın doğuştan getirdiği ya da sonradan kazandığı tutum ve davranışların tümü; ya da kişide huy olarak bilinen nitelik; iyi ve güzel olan nitelikler. O zaman ahlâk, insanın her dav­ra­nışının içindedir ve kişiyi muhataplarına karşı tanımlayan temel gösterge olsa gerektir. Davranışlarımızın bütünü olma hasebiyle, “ticari ahlak” dediğimizde de davranışlarımızın ticaretimize aksetmiş hali aklımıza gelir. Müslümanın ahlakını ise gerek ferdi gerekse ticari hayatta Kur’an ahlakı yani Efendimizin (sav) Sünnet-i Seniyyesi5 şekillendirmelidir. İrtikâp, faizle iştigal, yalan söylemek, aldatmak, tağşiş edilmiş mal satmak… Bunların haram olduğu dinimizde gayet açıktır. İmkânı varken borcunu geciktirmek veya birtakım mazeretlerin arkasına sığınmak, Hukuksuz şekilde borcunu eksik ödemek, Muhatabını, belirsiz vadeyle iş yapmaya zorlamak, Malı veya hizmeti vadettiği şart­ların haricinde teslim etmek, Stokçuluk yapmak Malını satabilmek için yemin etmek, Bunların helal davranışlar olmadığı ve İslami ahlaka uymadığı da belirgindir. Biz burada, gözümüzden kaçan, belki de helal zannettiğimiz bazı sakıncalı ticari davranışlardan bahsedeceğiz. Kapitalist düzen içerisinde faa­liyette bulunmak mecburiyetinde olan muasır Müslüman, belki bilerek bu çamur deryasına dalmaz; ancak üzerine sıçrayanlardan da kendini muhafaza edemediği aşikârdır. Lakin, yine de yapabileceği, ha­li hazırda yaptıklarından daha fazladır diyebiliriz. Ortaklık Adabı Ticarette ortaklık dinimizce teşvik edilmiştir; oysa bu mevzu, toplumumuz içerisinde tam tersine yorum ve kanaatlerle doludur. “Ortağın varsa derdin var”, “Kardeşinle bile ortaklık yapmayacaksın”, “Davul senin boynunda, tokmağı başkasının elinde” gibi… Menfi kanaatlerden kurtulmanın yolu, ortaklık adabını iyi öğrenmekten geçer. Başlangıçta hak ve görevler dahil, her şeyi kayıt altına almak, erbabı ile istişarelerde bulunmak, ortağın veya ortakların fikirlerine yeterince ehemmiyet vermek, iletişimi koparmamak, onların haklarını kendimizinkinden önde tutmak, ticari sırları ve fikirleri muhafaza etmek gibi. Yine, insanın olduğu her yerde hatalar olacağı için hoşgörü ve tahammül sahibi olmak mühimdir. Sadece şahsi tecrübelerimizi veya menfi misalleri değil de en büyük işletmelerin ve birçok ülkeden daha güçlü beynelmilel markaların, çok ortaklı olduklarını hatırımızdan çıkarmama­mız gerekir. Ondan sonraki düşüncemiz de “Onlar nasıl yapmışlarsa, biz de yapabiliriz” olmak mecburiyetindedir. Bu gücü, çokça hassas oldukları ortaklık adabına borçlu oldukları da iyi not etmeliyiz. Bankalarla Çalışma Günümüzde bankalarla çalışmamak nerdeyse imkânsız hâle gelmiştir. Faiz sistemi temelinde kurulmuş olan bankacılık, uzun zaman alternatifsiz devam etmiştir. Yaklaşık yarım asırdan beri ise, faizsiz bir bankacılık sistemi geliştirilip Müslümanların hizmetine sunulmuş olduğunu görüyoruz. Fakat, hususen ülkemizde Müslümanların bu sisteme rağbeti düşük kalmıştır. O kadar ki; memleketimizde kırk seneyi doldurmak üzere olduğu ve bütün vilayetlerimizde şubeleri bulunduğu halde, işlem hacim oranı, bütün bankalar içerisinde sadece yüzde 6,5 kadardır. Bunun değişik sebepleri sayılabilmekle beraber, herhalde en mühimi, insanların bu yeni sistemin de faizsiz işlemekte olduğuna dair inançlarının zayıf kalmasıdır. Oysa, her ne kadar kapitalist sistem içerisinde iken faizden tam olarak kaçmak mümkün olmasa bile, ortada bir gayret olduğu açıktır. O halde, bir Müslümanın mantığı şu olmalı değil midir? “Madem, diğerleri faizle çalıştıklarını zaten inkâr etmiyorlar ve bunlar ise faizsiz olduklarını savunuyorlar, ben bir mümin olarak, faizsiz çalışanlara destek vermeliyim. Hatta kazancım daha az ve zahmetli olsa bile. Ta ki; hesap verirken rahat olabileyim. Gizledikleri hataları varsa, o da kendilerini alakadar eder. Çünkü, şeriat zahire bakar. Hem, her bir Müslümanın ahlaki bir vazifesi de elbette haram olduğu kesin olan her şeyle mücadele içerisinde bulunmasıdır.” Bu mevzuda aldanılan başka bir husus da bahsettiğimiz bankaların faiz tahakkuk etmeyen hizmetlerinin sakıncalı olmayacağı düşüncesidir. Oysa, onların mevduat oluşturmalarına, yani hayatlarını idame ettirmelerine yardım edilmiş olunmaktadır. Çünkü, karşılıksız hizmet vermeleri mümkün/makul değildir. İşçi-İşveren Münasebetleri İşçi-işveren münasebetinde de hassasiyet gösterilmesi gereken mevzular çoktur. Mesela, idarenin her yıl tespit ettiği “asgari ücret”, daha düşük ücret uygulamalarının önüne geçmek ve istismara mani olmak için olduğu halde, birçok işverenimiz, nedense(?) bu kavramı, “mecburi ücret” olarak anlama meylindedir. Oysa ücretler, çalışanın işverene katkısı nispetinde, herkes için ayrı tespit edilmelidir. Nice işverenler vardır ki; yeni doğmuş çocuğuna yapmakta olduğu masraf, bir asgari ücretten çok daha fazladır. Veya iki-üç çocuğu özel okullarda, her biri birkaç asgari ücret harcamakta olduğu halde, çalışanlarının bir-iki çocuğunu devlet okulunda sıkıntılarla okutmakta olduğundan haberi bile olmamaktadır. “Şu kadar insana ekmek veriyorum” diyerek övünüp, o insanların kendisinin servetine servet kattığını unutan nice işverene de maalesef rastlamaktayız. Hatta, çalışanları kıt kanaat geçindiği halde, kendisinin zenginleşerek, ana-babasının hayrı için cami, kendi adına okul yaptırmaları garipsenecek bir durumdur. Halbuki, kendisinin en büyük hayrı, çalışanlarına adaletli davranmak, başkaca ihtiyaçlarını da gözetmek için gayret etmek olmalıdır. Paylaşımcı olan işverenler, yani “sana kazandırana, sen de kazandır” düsturuyla hareket edenler, bir şey kaybetmedikleri gibi, kazançlarını daha da arttırırlar. Bunun misali pek çoktur. Ayrı bir mevzu da personeline “güvenme” meselesidir. “El adamına güven olmaz” gibi ifadeleri sıkça kullanıp, bunu çalışanına da işittirmek, işletmesine toplam faydasına bakmadan herkesi sürekli göz altında tutmak, eğitim gibi programlara sadece akrabasından olanları göndermek, küçük ölçekli şirketlerin çokça düştüğü aldanmalardır. Daha doğrusu, küçük kalmalarının temel sebeplerinden birisi, bu güvensizliktir. Çünkü, samimi olarak çalışmakta olanları küstürür ve ayrılmalarına sebep olurlar. Kurumsallaşmış, belirli bir büyüklüğe ermiş işletmeler ise, güveni kendisi oluşturur. Kendi yanında, hüsn-ü zan, adem-i itimat düsturuyla hareket etmekle beraber, personeline, “sana güveniyorum” mesajını vererek moral motivasyonuna katkıda bulunur; işini sahiplenmesini sağlar. Bünyesindeki personeline, iş tanımında olmayan işleri yüklemeye çalışmak da ayrı bir ayıp olsa gerektir. İş tanımı, işin başlangıcında ya­pılıp, karşılıklı rızayla tatbike ko­nulur. Kendi vazifesini tam ola­rak yapmış olan çalışandan, baş­ka birimlere de yardım etmesini zorlamak, iş ortamında huzursuzluğa sebebiyet verebilir. Öbür taraftan, takım ruhuna ve şirket kültürüne uyum sağlamaya çalışmak, her çalışan için ayrı bir vazifedir. Yine, çalıştığı işyerinde, menfi şartları çokça dile getirmek, dedikodu yapmak, işlerin sağlıklı yürümesine mâni olur. Müsaade almadan işyerine ait bazı eşyaları şahsı için kullanmak veya evine götürmek de iş adabına uymaz. Ya uzun zamandır çalışmakta olup, buna bir hakkı varmış gibi yanlış düşünceye kapılanlarda veya bulunduğu mevkiden dolayı, kendisini rahat hissedenlerin davranışlarında müşahede etmek maalesef mümkün olmaktadır. Müşteri olarak bir işyerine alış-veriş için giden kimseler de orada çalışanların nihayetinde birer insan olduğunu unutmaması gerekir. Çünkü çalışanlar, birer köle veya makine değildir. Onlar da yorgun veya dalgın olabilirler, hata yapabilirler. İsrafa Teşvik Etmeyen, Paylaşımcı Satış Kapitalist sistem içerisinde, aldandığımız mühim mevzulardan birisi de israfı teşvik edecek, ihtiyaç olmayan tüketim maddelerini ihtiyaçmış gibi sunarak, “ikna yolu” ile satma çabalarıdır. Bunu da “kampanya”, hakiki olmayan “indirim” veya çalışanlarına verdikleri “satış hedefi” ile yapmakta, günün sonunda bir mağazaya ayakkabı bakmak için giren bir müşteri, iki çift ayakkabı, bir takım elbise ve iki gömlekle çıkabilmekte, onun için de belki, “kredi kartı limitini” her ay arttırma yoluna gitmektedir. Böylece bir türlü bitmeyen taksitlerle çevrili günümüz insanı, aile huzurunu kaybetmekle beraber, “Başkalarının ihtiyacını gidermek nedir?” veya “Hayır-hasenat ne demektir?” bilemeden, hayatının sonuna gelebilmektedir. Hatta, çoğu kimsenin günlük hayatına yön veren modanın tarifi şöyle yapılmaktadır: “Fiziki ömrü bitmemiş kullanım maddelerinin, iktisadi ömrünü bitirmektir.” Ticaretteki mühim bir adap da alış-verişi ve şartlarını kayıt altına almaktır. Çünkü, sadece iyi niyetle hareket etmek, ticari bir davranış değildir. İnsan, nisyan yani unutmak illeti ile maluldür ve gerek kendi hakkını gerekse başkalarının alacağını unutabilir. Başka bir mevzu da satışlardan kâr elde etme mevzuunda hırs göstermek sayılabilir. Her satış kaleminde aynı kazancı gözetecek kadar katı davranmak da Müslümana yakışmaz. Bazen olur ki, müşterinin durumuna göre daha az kazanç veya kârsız satış, belki vade tanımak, yani esnek olup insanların işini kolaylaştırmak da şüphesiz ibadet yerine geçecektir. Nitekim, ticareten incinmiş; Müslümanla veya dindar tüccarla alış-verişten zarar görmüş kimselerin İslamiyet’e yaklaşımı hoş olmayacaktır. Günümüzde, dünya nüfusunun dörtte birinin İslam’la şereflenmiş olmasının ana sebeplerinden en mühimi, Müslüman tüccarın gittiği her yerde adap ve erkâna göre hareket etmesi, kazançta hırs göstermeyip esnek davranması, karşı tarafın hakkına çokça dikkat etmesi gösterilmektedir. Uzak Doğunun yüzlerce milyon nüfuslu ülkeleri, Balkan milletleri ve başka milletler içerisinde yaşamakta olan Müslümanlar, kılıç marifetiyle değil, dürüst ticaret vasıtasıyla kazanılmıştır. Kaynakaça: 1- Muvatta, Husnü’l Halk, 8; Müsned, 2/3812- Buharî, İman 39, Büyû 23- Müslim, Kitabü’z-Zühd, Bab: 18, Hadis: 74; El-îstiab, c. 4, s. 2154- Tirmizî, Büyû’, 45- Sa’d Medine’ye gelmişken Hz. Âişe’yi ziyaret etmek ve ona zihnindeki bazı sualleri sormak istedi. Âişe annemize, “Ey Müminlerin annesi! Bana Resûlullah (sav)’in ahlâkını (yaşayışını) anlat, dedi. Hz. Âişe, “Sen Kur’an’ı okuyorsun değil mi”? diye sorunca Sa’d, “Evet, okuyorum” diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Âişe, “Nebiyy-i Muhterem (sav)’in ahlâkı Kur’an idi” dedi. (Müslim, Müsâfirîn 139. Ayrıca bk. Nesâî, Kıyâmü’l-leyl 2)

İsmail ERDOĞAN 01 Nisan
Konu resmiDeğerleşen Ahlakın Madeni Nedir?
İnsan

Resûl-ü Ekrem (sav)’in Kur’ân’dan sonra en büyük mucizesi kendi zatıdır. Yani onda ictima etmiş ahlâk-ı âliyedir ki, her bir haslette en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşman ittifâk ediyorlar. Zahirî ve batınî duygularımızın talim ve terbiyesi; Ailede, duygulara, ilk öğretmen olan anne eliyle verilir can suyu. Mekteplerde muallimlerin kal ve hal dilinin yanı sıra kaleminden tedrisat yollu devam eder durur. İçtimai hayatta adab-ı muaşerette tezahür eder. Güzel ahlakın temelini bunlar oluşturur: doğruluk, hürmet ve merhamet, cömertlik, yumuşak huyluluk… Bunların kaynağının doğru tespiti ve doğru kullanılması, fert ve toplumun değer taşlarıyla örülü hayatlarına müsbet yönde tesir edecektir. Müspete tevcihin can suyu da imandır. Halıkını nazara verip duyguları tesadüf oyuncağı olmaktan kurtarmak, onun iradesini göstermektir. Hayat-ı bakiyeyi düşündürüp bu duyguları cam parçası derekesinden elmas kıymetine çıkarmaktır. Duyguları veren de Allah’tır. Elbette Rabbini bilen kendini bilecektir. Kendini bilen nefsine değil de Rabbine muhabbet edecektir. Menfaati olan şeylere değil de Rabbinin marziyatına değer verecektir. Semeresini gördüğü şeylere abd ve köle olmayacaktır. Emanet edilen tüm duygularını da O’nun rızası için, O’nun izni ve dairesinde kullanacaktır; O’na satacaktır. Her birisinin değerini birden bine çıkaracaktır. Kuvvetli bir ahiret inancıyla uhrevi vazifelere sarf edecektir. Nefsin ve dünyanın hesabı için dünyada ebedi kalacak gibi davranmayacak, süfli duygulara sinek kanadı kadar değer vermeyecektir. Mektepte muallim neyi ders versin? Beşeriyete muallim olarak gönderileni (asm)… Hidayet rehberi olanı… İnsanların en temiz kalblisi, En doğru sözlüsü, En yumuşak huylusu, En cömerdi olanı, ders versin. O nasıl istimal etmişse duygularını kal ve hal diliyle, öyle anlatmalı, kalemiyle onu yazmalıdır. Öyle bir örnek almalıdır ki bu duyguları, tezahürü olan güzel ahlakın bir modeli de kendisi olsun. Tedrisatta verdiği nübüvvet der­si ile, her biri birer nimet olan duyguların şükrünü ifa etsin. Bu nimetleri veriliş gayesine uygun, yerli yerinde kullanmayı öğretsin. İki Maden İmani nazar ve ahlak-ı hamidenin sahibine (sav) ittiba, ahlakın iki ehemmiyetli madenidir. Kâinatın sahibinin nazar-ı istihsanını celb eder. Sahip olduğumuz güzel ahlakın temelindeki her bir duygumuz ehemmiyet kazanır, “değer”leşir. Adab-ı müaşeretlerde parlayan değerlere ne demelidir? Dostluk… İmanının terennümü “Dost istersen Allah yeter” hakikati ve “sadakat” duygusunun tecessümünün rehberliği… Yardımlaşma… Kâinattaki muavenet düsturunun kalbimize verdiği imani tesirden hareketle; “Yetim bulundurulan ve ona iyilik yapılan evi Allah sever” ve “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” gibi hadislerle yöneltilen cömertlik duygusu, Saygı ve Sevgi… “Büyüklerine hürmet, küçükle­rine merhamet göstermeyen biz­den değildir” ikazındaki iki duygu. Allah’ım! Yaratılışımı güzel yaptın, ahlakımı da güzelleştir. (Âmin

İbrahim SARITAŞ 01 Nisan
Konu resmiBizim Mahalle
Aile ve Çocuk

Bursa, Amasya, Kastamonu, Saf­ranbolu… Osmanlının parmak izinin henüz kaybolmadığı bazı şehirler ve bu şehirlerin turistlere çekici gösterilmek kaygısı ile makyajlanmamış arka sokakları Anadolu’da olduğunuzu iliklerinize kadar hissettirir. “Mahalleden arkadaş” diyeceğimiz insanlar hala vardır. Birileri “varoş” olarak adlandırıp ötekileştirse de mahalle “bizim mahallemiz”dir. Mevsimlerin en heyecanlısıdır bahar. Şaşkın ve hayretli bakışları üzerine çekerken Allah’ın rahmet eserlerini de gösterir “insan” olan insana. Tomurcuklanan her bir dal sonsuz bir hayatın neşesini fısıldar. İşte tam böyle bir mevsimde Anadolu; çocukların o en billur, o en temiz düşlerindeki masal ülkesi oluverir adeta. Yağmurların rahmet olup tane tane düşmeye başladığı günlerde renkler, tatlar, sesler bir şöleni ilan eder. Yeşilin, kahverenginin ne kadar da çok tonu olduğunu fark etmek hayata dair bir ilham verir. Toprak ve ahşap, kokusunu rüzgârlara yükleyerek uzak diyarlara gönderir. Tıpkı elleri nasırlı ve yüzleri nurlu dedelerin, ninelerin gurbetteki evlatlarına gönderdiği mektuplar gibi… Mermer şadırvanların serinlettiği avlular, asma yapraklarının serinliğinde yapılan hasbihaller, çocuk sesleri ve ezanlar ile Anadolu bir başkadır bahar mevsiminde. Bir zamanlar üç neslin bir arada yaşadığı konakların duvarlarında, kapılarında, haremlik-selamlık bölümlerinde baharın nefesi hissedilir. Sofa­larda, hayatlarda, avlularda ko­şuşan çocukların ayak sesleri hala işitilir bir asır öteden. Yeni evlenen taze bir gelinin cepheye uğurladığı eşi için söylediği türkü duyulur pencerelerden. Evlerin “hayat” adı verilen bölümlerinde ve kitabesi kazınmış çeşmelerinde hayat akmasa da çarşı pazar dört mevsim canlıdır. Bütün sağlamlığı ile zamana direnen demirciler arastasında asırlık besteler hala çalınmakta ve söylenmektedir. Makineleşme sevdasına karşı bileğin gücünü gösteren ocaklar kızgın, körükler öfkeli, çekiçler kararlıdır. Alınlarda biriken ter helal kazancın özsuyudur. Bursa, Amasya, Kastamonu, Saf­­ranbolu… Osmanlının parmak izinin henüz kaybolmadığı ba­zı şehirler ve bu şehirlerin turist­lere çekici gösterilmek kay­gısı ile makyajlanmamış ar­ka sokakları Anadolu’da oldu­ğunuzu iliklerinize kadar hissettirir. “Mahalleden arkadaş” diyeceğimiz insanlar hala vardır. Birileri “varoş” olarak adlandırıp ötekileştirse de mahalle “bizim mahallemiz”dir. Akşam oturmaları hararetli tartışmalara ev sahipliği yapar kimi zaman. Sabahları sütçümüz halimizi hatırımızı sormadan geçmez. “Kahraman bakkallar” mahalle sakinlerinin de desteği ile süpermarketlere karşı direnir. Aslında “mahalle”nin “semt”e karşı direnişinin sembolüdür bakkallar. Yazılı olmayan kurallar hala geçerlidir mahallede. Mesela komşuda güzel bir yemek veya tatlı yapılmışsa bir tabak da komşuya gönderilir. Haliyle o tabak asla boş dönmez. İyiliğe iyilikle mukabele edilir. Bir de demirbaş şahsiyetler vardır: mahalle imamı, mahalle bekçisi, mahallenin abisi/ablası, mahallenin maskotu… İnternet ve TV’ye rağmen hayat bütün samimiyetiyle devam etmektedir. Gaye elbette kelimeleri birbiriyle yarıştırmak veya çatıştırmak değil, ancak “mahalle” ve “semt” kavramlarının farklı anlam derinliklerine sahip olduğu bir gerçek. Yahya Kemal’in “Ezansız Semtler” yazısında “semt” kelimesini kullanmış ol­ması bu derinlik farkından kay­naklanır. İstanbul’da ezan sesi­nin ulaşmadığı, Ramazan ayının hissedilmediği semtler vardır ve o semtlerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Mekânın insan şahsiyetine do­ku­nan, onu inşa eden bir tarafı vardır ve mahalle hayatında insanı inşa eden mühim yapılardan en önemlisi camilerdir. Camide beş vakit toplanan mahalle halkı birbirinden her daim haberdar olur. Taziyesini camide kabul ettiği gibi düğünü için misafirlerini de camide ağırlar. Cami yazları bir okul oluverir. Kimi zaman da mahallenin sorunları görüşülür namaz vakti beklenirken. Camiye yakın olması mahalleli için bir ayrıcalıktır. Mahalleyi oluşturan asıl unsur ise meskenlerdir. Eski zamanların müstakil konakları günümüzde ise apartmanlar, rezidanslar… Bugün ruhları­mız daralıyor, derin düşünemi­yorsak kutu gibi evlerde oturmamız bunun bir sebebi olabilir. Evlerin iç/dış mimarisinin toplumun beklentilerine göre şekillenmesi ve ortaya çıkan yapıların da toplumun bireylerini şekillendirmesi kısır bir döngü halinde devam edip gidiyor. Toplumdaki değişim ve dönüşüm, dededen miras kalan konağın kapısına kilit vurup apartmanlara taşınmakla başladı. Apartmanlar… Birbirine bu kadar yakın ama bir o kadar uzak insanların istiflendiği mekânlar… Necip Fazıl bir şiirinde bu durumu şöyle ifade eder: “Üst üste insan türü / Bu ne hayat, götürü! / Yakınlıktan ötürü / Kaçıp gitmiş yakınlık…” Bugün olduğu gibi tarihte de içtimai ahlak tasavvurunun en mühim remzi olan konaklar şehre ve insana önem veren o asil medeniyetin izlerini bütün açıklığı ile gösterir. Helal-haram hassassiyetinin dikkate alındığı bu mimari anlayışta özellikle kadınlar kendilerini fazlasıyla güvende hissederler. Haremlik ve selamlık bölümleri arasındaki dönme dolabın ne için oraya konduğu bugünkü nesil tarafından anlaşılmasa da İslami hassasiyetlerin hududunu göstermesi bakımından mühimdir. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili geniş bir avlu, hane halkının nefes aldığı en önemli yerdir. Kendisini rahatsız edebilecek bakışlardan uzak, asude bir hayat sürer hanımlar. Neler yapılmaz ki avluda? Sıcak yaz günlerinde misafirler ağırlanır, kendine yetimlik tarım bile yapılır. En önemlisi ufku geniş çocuklar yetiştirilir. Sanat gücü yüksek adeta bir tablo gibi ahşap işlemeli kanatlı kapılar haşmetin ete kemiğe bürünmüş şeklidir. Kapıda erkek ve kadınlar için düşünülmüş iki ayrı tokmak… Zarafet, ince düşünce, estetik… Geniş ve ferah avlulardan sadeliğin ihtişamını gösteren geniş ve ferah sofalara, odalara geçilir. El işlemesi örtüler mekânın bütünlüğüne uyum sağlar. Her oda kendi içinde ayrı bir dünyadır. Evlerin dış cephelerinde ve özellikle de köşelerde kimi zaman mavi zemin üzerine bir hilal kimi zaman bir yıldız selamlar sokaktan geçenleri. Harika bir hat ile köşeye nakşedilmiş “Ya Hâfız” ismi evin sigortasıdır adeta. Rivayet odur ki, bir zamanlar İngiliz sefiri, Keçecizade Fuad Paşa’ya bu yazıların manasını sormuş; o da her zamanki nüktedanlığı ile “Osmanlı sigorta şirketi poliçeleri” diye cevap vermiş. İngiliz sefiri de, “Geliri yüksek bir şirket olsa gerek. Çünkü bütün evlerde görüyorum.” demiş. Nuri Pakdil “Batıya bakmaktan boynumuz tutuldu.” der, sonu­na kadar da haklıdır maalesef. Mimari değişimle birlikte kaybettiğimiz ve Batılılaşma uğruna feda ettiğimiz pek çok şey şimdi sadece turistik bir unsur olarak varlığını sürdürüyor. Mahalleden semtlere taşınırken yanımıza almadığımız, terk ettiğimiz değerler bizleri bekliyor. Bir gün dönmemizi ama bir turistin umarsızlığı ile değil, evine dönen bir evladın heyecanı ile bizi bekliyor. Öyle çok uzakta da sayılmaz “bizim mahalle” hani. Hemen şuracıkta.

Tarık ÇELİK 01 Nisan
Konu resmiDaha Sağlıklı Bir Hayat İçin
Sağlık

“İlm-i tıbbı iki satırda topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye! Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme! Şifâ, hazımdadır. Yani kolayca hazmedeceğin mikdarı ye!Nefse mideye en ağır ve yorucu hâl, taam taam üstüne yemektir.” Acıktığınızda yiyin; sıkıldığınız­da değil. Yediğiniz ekmek ne ka­dar beyaz ise hastalıklara o ka­dar yakınsınız demektir. Beyaz unun şekerden farkı yok. Ka­ra değirmenden çıkan ve içine hiç­bir katkı maddesi karıştırıl­ma­­yan undan yapılan ekmek en sağlıklı olanıdır. Mar­ket rafla­rı­nı dolduran kava­noz­lardaki gıda­lara çok itibar et­meyin. Bü­yükannelerin tanıma­dığı gıda­lardan uzak durun. Çiğ sebze ve meyve yönünden tabağınız ne kadar renkli ise o kadar sağlıklıdır. Farklı çeşit ve renklerde sebzelerle dolu bir öğün, farklı an­tioksidan bitkisel ilaca denktir. Bir hazır yiyecek paketinin üzerindeki içindekiler listesi ne kadar kabarık ise o paket o kadar zararlıdır; uzak durulmalı. Bir gıdanın raf ömrü ne kadar uzun ise, ona o nispette şüphe ile yaklaşmalı. Sebzelerin suyunu da için. Sebzelerin içinde piştiği su, besin değeri açısından çok zengindir. Sofradan doymadan çekilme başarısını elde etmeye çalışın; her fırsatta oturmayı değil hareket etmeyi tercih edin. Bazı Hadis-i Şerifler Işığında Sağlık Allah her derdin devasını da yaratmıştır. Her derdin devası vardır. Öyle ise tedavi olunuz, tedaviye devam ediniz.1 Allah (cc) içine şifasını koymadığı hiçbir hastalık vermemiştir. Bu hadis-i şerifler hangi hastalığın hangi evresinde olunursa olunsun, karamsarlığa düşmeden, ibadet bilinci içinde tedaviye devam etmenin dinamiğini vermektedir. Bazı rivayetlerde “bilen bilir, bilmeyen bilmez” ifadesi de vardır ki, adeta tıp tarihinin özeti verilmektedir. Yani her hastalığın devası yaratılmış ve tabiat eczahanesinde derç edilmiştir. Herhangi bir hastalığın devası bulunamamışsa, olmadığı için değil, Cenab-ı Hakk’ın hikmeti, o an için o devanın fark edilmemesini gerektirdiği içindir. Yoksa bir yerlerde keşfedileceği zamanı beklemektedir. “Ümmetime şifa olarak üç şeyi tavsiye ediyorum: hacamat, bal şerbeti, dağlama. Ümmetimin dağ­lama olmasını istemiyorum.”2 Dağlamanın hem tavsi­ye edilip hem edilmemesini alim­lerimiz, “Bu uygulamanın çok can yakıcı olmasından ve ehil kişilerce yapılması gerekti­ğin­den dolayı ancak son çare ola­rak başvurulması gerektiğine işarettir” diye açıklamışlardır.3 “Fatiha birçok hastalıklara şifadır.”4 “İki şifaya devam ediniz: Kur’an ve bal.”5 “Mallarınızı zekâtla koruyun, hastalarınızı sadaka ile tedavi edin, belâya da dua hazırlayın.”6 İhtiyaç sahiplerinin gönüllerini hoş ederek onların duasını almanın şifa bulmada büyük önemi vardır. Şifayı verecek olan Hak Teâlâ’dır. Allah Teâlâ’nın hangi vesileyle şifa vereceğini bilemeyiz. Kuru üzüm yiyiniz. Çünkü o safrayı ve balgamı bertaraf eder, sinirleri takviye eder, yorgun­luğu giderir. Ruha ferahlık verir, üzüntüyü giderir.7 Hurma ile sinameki her derde devadır. Eğer ölümü önleyici bir ilaç olsaydı, o sena (sinameki) olurdu. Bir hastanın yanına gelince onu uzun yaşayacağı hususunda ümitlendirin. Bu (ümitlendirmek) kaderi değiştirmez ama hastanın gönlünü hoş eder. İbn-i kayyım der ki: Bu tedavinin en şerefli bir çeşididir. Zira hastanın gönlünü hoş etmek onun tabiatını güçlendirir, kuvvetlerini harekete geçirir, hastalığın bertaraf olmasına yardımcı olur ve hafiflemesini sağlar. (Tam bu noktada defalarca okumuş ve muazzam tesiratını görmüş bir insan olarak Hastalar Risalesini tavsiye etmek istiyoruz.) Tövbe ve istiğfarın da tedavide önemli yeri ve önemi vardır. Tabiinin ileri gelenlerinden Hasan-ı Basri hazretlerine bir adam geliyor, ailesiyle geçimsiz olduğundan şikayetleniyor. Hazret ona, tövbe istiğfar etmesini tavsiye ediyor. Bir başkası geliyor, ekonomik sıkıntıdan dert yanıyor. Hazret ona da tövbe istiğfar etmesini tavsiye ediyor. Bir başkası hastalıklardan bir türlü yakasını kurtaramamaktan dertleniyor. Hazretin ona da cevabı aynı oluyor.8 Bu hadiseyi şu ayet-i kerimeler ışığında değerlendirdiğimiz za­man meselenin manası anlaşılıyor. Mealen buyuruluyor ki: “Size gelen nimetler Allah’ın ikramıdır, ihsanıdır; başınıza ge­len bela ve musibetler ise ken­di elinizle yaptığınız kötülük­ler yüzündendir.”9 Başka bir ayet-i kerimede “Allah (cc) kullarına zulmetmez”10 buyuruluyor. Buna göre hastalıklar dahil, başa gelen bela ve musibetler, yaptığımız hata, kusur ve yanlışlar yüzünden gelmiştir. İleri yaşlarına rağmen zindeliğini korumuş olan meşhur bir tarihçiye bunun sırrını sormuşlar, yumurta ve zeytinyağını işaret etmiş. Bu cevap bize iki hadis-i şerifi hatırlatıyor. Efendimiz (sav) buyuruyor ki: “Zeytini yiyiniz, yağıyla da yağlanınız.”11 Bir ayet-i kerimede de zeytine ve zeytinyağına dikkat çekiliyor ve tavsiye ediliyor.12 İleri yaşına rağmen gayet dinç ve sağlıklı kalmış başka bir kişiye bunun sırrını sormuşlar. Onun cevabı oldukça farklı olmuş, demiş ki: Ben, her gün pencereden dışarıya bakarım. Havanın durumu her ne şekilde olursa olsun tam bana göre bir hava diye o günün hava durumunu değerlendiririm. Ya­ni her şeyi olduğu gibi kabul ede­rim. İyi taraflarını alır, güzel taraf­larını görürüm. Hoş olmayan can sıkıcı şeyleri de güzel bir yoruma tabi tutarak olanları zih­nime güzel bir hadise olarak nak­şederim. Böylece “Güzel gören güzel düşünür güzel düşünen hayatından lezzet alır”13 fehvasınca, her halükârda mutluluğa yol bulmaya çalışırım. Bu da benim ruhen ve bedenen zinde kalmama yetiyor manasında cevap vermiş. Bediüzzaman Hazretleri ne gü­zel söylemiş: “O’nu (Allah’ı) ta­­nı­yan ve O’na itaat eden, zin­dan­da dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan, saraylarda da olsa, zindandadır, bedbahttır.”14 Bir başka örnek arz edelim: Yaşlarına göre oldukça genç, zinde ve sağlıklı gözüken bir kabileye zinde kalma sırlarını sormuşlar. Kabilenin ileri gelenlerinden bi­ri ileri çıkıp demiş: Bizim şöy­le bir adetimiz var. Pişirdiğimiz zaman yemeği iyice pişirir öz­leş­ti­ririz, yerken de yemeği iyice çiğneriz. Midemizi ne çok doldurur ne de çok aç bırakırız. Bir de haset denilen marazayı semtimize bile uğratmayız, bizde hiç kimse kimseyi kıskanmaz. Kıskançlıkla sağlığın ne alaka­sı var denirse, evet var ve bunu günümüzün ömrünü insan sağlığına vakfetmiş bilim adamları da söylüyor. Onlardan biri de Prof. İbrahim Saraçoğlu. Ki özetle şöyle diyor: Beyin, ruh ve beden sağlığı bir bütündür. Birbirinden olumlu ya da olumsuz yönde mutlaka etkilenir. Beyin sağlığına zarar veren şey, ruh sağlığına da beden sağlığına da zarar verir. Ama beyin ve ruh sağlığı yerinde olan kişi, bedenin zarar gördüğü şeylerden nispeten daha az etkilenir. Beyin sağlığının korunması için bazı gıdaların düzenli olarak alınması lazım. Mesela ceviz, badem, ıspanak, havuç, avakoda, buğday ekmeği gibi… Bu gıdaların düzenli olarak tüketilmesi yanında, iyi huy ve güzel ahlak ruh sağlığını olumlu yönde etkilediği gibi kötü huylar da olumsuz yönde etkiler. Onun için denilmiş ki, eğer kötü huylar -sözüm ona- alkollü maddeler gibi insanları sarhoş etseydi, sokaklarda kolay kolay ayık gezen adam bulamazdın. Buradan anlıyoruz ki haramlar insanı manen sarhoş ediyor ve günümüzde alabildiğine yaygın hale geldiğinden büyük çoğunluk ondan kurtulamıyor. Evet, beyin sağlığında, güzel huylar ile donanmış olmanın çok büyük önemi ve katkısı var. Stresten, şekerden kansere, tansiyondan sedef ve egzama türü deri hastalıklarına kadar çok hastalıkların hem davetçisi hem tetikleyicisidir. Stresin önü alındığı zaman çok hastalıkların önünü almış oluruz inşallah. Stresi önlemenin tek çaresi, görünen o ki, inancımızın gereklerini bütün hayatımıza yansıtma gayretini elden bırakmamaktır. Son olarak Bediüzzaman Hazretlerinin eserine aldığı, hekimlerin şeyhi, meşhur İbni Si­na’ nın bir tavsiyesi ile konuyu bitirelim. İslâm hukemâsının Eflatunu ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhî-i meşhur Ebu Ali ibn-i Sina, yalnız tıp noktasında كُلُوا وَاشْرَبُوا وَ لَاتُسْرِفُوا ayetini şöyle tefsir etmiş, demiş: “İlm-i tıbbı iki satırda topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye! Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme! Şifâ, hazımdadır. Yani kolayca hazmedeceğin mikdarı ye! Nefse mideye en ağır ve yorucu hâl, taam taam üstüne yemektir.”15 (Haşiye) Haşiye: Yani vücuda en muzır, dört beş saat fâsıla vermeden yemek yemek veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır. Kaynakça: 1- Ebu Dâvud, Tıbb 11, (3874)2- Buhari, Tıp 3-43- Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, c. 11, s. 1344- Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 125- İbn Mace, Tıp, 76- Deylemî, el-Firdevs, 2/206, No:2480; Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, 3/637- Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, c. 11, s. 1378- İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, XI, 98; Aynî, Umdetü’l-Karî, Beyrut ts. XXII, 277-2789- Şura, 3010- Yunus, 4411- Tirmizi, et’ıme 43; İbn Mace, et’ıme 43; Darimi, et’ıme 2012- Tin, 113- Mektubat, 39714- Asa-yı Musa, 1915- Lemalar Mecmuası, 154

Osman AKTAŞ 01 Nisan
Konu resmiBir Sağlıkçı Neden Çizgi Film Yapar?
Aile ve Çocuk

Şüphesiz en kıymetli çalışma alanlarından birisi çocuklarımızın hayatına bakan işlerdir. Bunları sıralayalım desek, belki de en sona koyacağımız işlerden birisini konuştuk bu röportajımızda: çizgi film konusunu.Meslek olarak sağlık alanında çalışan kıymetli bir ismin, manevi sağlığı da önceleyerek çizgi film çalışmaları yapması, bu işe maddi-manevi gayret göstermesi dikkat çekici. Takip edip, çalışmaları da izlemiş olmakla birlikte, detaylarına inmek ve bunu bir de kendilerinden dinleyelim ve sizlere aktaralım istedik. Buyurun efendim… Selamünaleyküm Aleykümselam Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? Adım Nurullah Türker. Evli ve iki çocuk babasıyım. Bir kamu kurumunda diş hekimi olarak çalışıyorum. Bununla birlikte sosyoloji lisans mezunuyum ve şu anda da Din Sosyolojisi alanında yüksek lisans yapıyorum. Çizgi filmlerdeki sosyalleşme unsurlarına dair bir tez çalışması sürecindeyim. Neden çizgi film çalışması? Çizgi filmler çocukluğumuzun vazgeçilmez eğlencesi. Bizi bam­başka dünyalara götüren, ha­yal gücümüzün sınırlarını zor­layan, dünyanın daha o yaşları­mızda yüzleştiğimiz sıkıntılarını hafifleten, bizi eğiten, düşündüren, sosyalleştiren sanat eserleri. Üstelik bütün bu işlevleri hayatın geri kalanını bütünüyle şekillendiren dönem olan çocukluk döneminde, ilgimizi kendisine odaklayarak gerçekleştirmekte bu eserler. İnsanların bakış açı­larını güzelleştirmek yaş ilerledikçe güçleşiyor, takdir edersiniz. Bana göre insanlık için bir şey yapılacaksa çocuklardan başlamalıyız. Neyin doğru neyin yanlış olduğunun önyargılardan uzak bir şekilde kayıtsız şartsız kabul edildiği çocukluk döneminde, onlara güzel ahlakı, erdemi, sevgiyi, hoşgörüyü anlatmalıyız. Ben ve ekip arkadaşlarım bu yüzden çizgi filme yöneldik. Bu işe başlama hikâyenizi anlatabilir misiniz? Geçmişte yine aynı maksatla, yani güzel ahlaka, maneviyata, vatan ve millet sevgisine dair bazı video çalışmalarımız olmuştu. Çevremdeki bir grup arkadaşla güzel çalışmalar yaptık. Fakat sosyal medyada beklediğimiz ilgiyi görmedi. Bu çalışmaları bırakmayı düşündüğüm dönemde gelen bir telefon görüşmesi ile başladı çizgi film macerası. Arayan bir arkadaşımdı. Hayırsever bir iş adamının kendisine çizgi film merakından ve evlatlarımıza çizgi filmlerle güzel şeyler anlatma derdinden bahsettiğini, fakat bu tarz bir çalışma için vakit bulamadığını, “bir yapan olsa da destek verebilsem” dediğini ifade etti. Bu diyalog geçtiğinde aklına ben gelmişim. “Yapar mısın?” diye sordu. Hiç ama hiç tecrübem yoktu ama “Neden olmasın” dedim. Çevremle yaptığım istişarelerde de görüşler hep olumluydu. Bu vesile ile başlamış olduk. Hızlıca senaryolar hazırladım. Çevremdeki samimi birkaç arkadaşımla bazı görüntü ve ses işleme yazılımlarını kullanmayı öğrendik. İlk olarak “Yunus ile Yusuf” adlı bir çizgi film serisi yaptık. Ürün elbette çok amatörceydi. Ancak yayınladı­ğımızda insanların çok fazla ilgi gösterdiğini gördük. Senaryodan görüntüye kadar iyi bir ürün ortada yoktu. Buna rağmen karşılaştığımız ilgi bu alanda yapılacak çalışmalara ne kadar ihtiyaç olduğunu gösteriyordu. Yunus ile Yusuf serisini 20. bölüme kadar yaptık. Daha sonra daha iyisini yapmak üzere bu seriye devam etmeme kararı aldık. Bu dönemde ekip arkadaşlarımla yönetmenlik, gö­rüntü yönetmenliği, senaryo ve kurgu eğitimi aldık. Yoğun bir çalışma yaparak bu günlerde her hafta yeni bölümü yayın­lanmakta olan “Afacanların Hikâyesi” adlı seriyi hazırlamaya başladık. Süreç genel olarak böyle gelişti. Burada şunu ifade etmek istiyorum, bugüne kadar projemize verilen tüm destekler sadece projenin geliştirilmesi için harcandı. Şahsi olarak herhangi bir kazanç getirme durumu veya beklentisi hiç söz konusu olmadı. Ne umdunuz? Ne buldunuz? Bu işe başlarken kendi çapımızda küçük bir çalışma yapıyoruz diye düşünmüştüm. Hiç bilmediğim bir alandı. Aslında genel olarak daima umduğumdan fazlasını buldum diyebilirim. Yunus ile Yusuf tamamen amatörce hazırlanmış olmasına rağmen çok ilgi görmüştü. Afacanların Hikâyesi ise ilginin de ötesinde, hiç beklemediğimiz farklı gelişmelere sebep oldu. Çeşitli televizyon kanallarından çizgi filmlerin yayınlanmasına dair talepler oldu. Bazı devlet görevlileri bize ulaşarak proje hakkında bilgi aldı. Çeşitli kurumlar video arşivlerine ekledi. Bazı eğitim kurumları eğitim müfredatlarına dâhil etti. Çizgi filmlerde ele aldığımız maceralar bazı hikâye kitaplarında yer aldı. Projemizden ilham alı­na­rak yeni çizgi film çalışmaları yapanlar oldu. Afacanların Hikâyesi iki farklı akademik çalışmaya konu edildi. Tamamen bilimsel kriterlere uygun olarak gerçekleştirilen bu çalışmalardan birinde elde edilen sonuç Afacanların Hikâyesi serisinin milli eğitimin kök değerlerine tamamen uygun hazırlanmış olduğuydu. Bu çalışmadan, so­nuçları yayınlandıktan 1 yıl son­ra haberdar olduk ve açıkça­sı sonuçlar bizi çok mutlu etti. Bu­nun gibi pek çok gelişme ol­du. Bütün bunların gerçekleş­mesinde izleyicilerimizin dualarının çok etkili olduğunu düşünüyorum. Samimi dualar videolarımızın altında yorumlar şeklinde uzayıp gidiyor. Elhamdülillah. Bu işe iyi ki girmişim mi diyorsunuz, yoksa nereden girdim mi? 4 yaşında bir oğlum var. Afacanların hikâyesinin tüm bölümlerini birkaç kez izlemiştir. Çocuğum üzerindeki olumlu etkilerini birebir gözlemleme fırsatım oldu. Bununla beraber sosyal medyadan bize yazılan pek çok yorum ve mesajda şunu ortaya koydu ki, Afacanların Hikâyesi en başta hedeflediğimiz şey olan, güzel ahlaklı bir nesil yetiştirme konusunda önemli bir etkiye sahip. İyiliğin menfaat için değil de karşılıksız, ancak Allah rızası için yapılması gerektiğini güzel bir macera eşliğinde izleyen tertemiz zihne sahip bir evladımızı hayal edin. İnsanlara iyilik yapmak adına bundan daha güzel ne olabilir? Pek çok minik arkadaş bizimle tanışıyor ve bize izledikleri bölümleri anlatıyorlar. Yazım ve yapım aşamalarında bazı bölümleri neredeyse yüzlerce kez izliyoruz. Bir çocuğun yaklaşarak “Bilgi Yarışması” bölümündeki olay akışında karşılaştığı, bizim fark etmediğimiz bir eksikliği söylemesi beni çok memnun etmişti. Çocuklar izlemiyor, yaşıyor. Bu nokta çok önemli. Rabbime böyle bir çalışmada yer almayı nasip ettiği için şükrediyorum. Hem iş, hem ev, hem bu işler… Nasıl bir mesai düzeni, nasıl bir yöntem ve ne gibi vasıtalar, yardımcılar vb. oldu hayatınızda? Afacanların Hikâyesi çizgi film sektörü için aslında büyük bir proje. Animasyonu basit araç­larla yapıyoruz. Bununla bir­lik­te senaryo aşamasından ses­lendirmeye, kurgu işlemlerin­den müziğe ve yayınlanma aşamasına kadar ciddi bir iş yükü var. Bu hafta 65. bölümü yayınlamış bulunuyoruz. Hepsini bir arada yürütmek elbette çok zor. Hatta imkânsız diyebilirim. Çevremdekilerin büyük fedakârlıklarla yardımcı olması ile bunlar mümkün oldu. Projenin başlangıcında ana ekip olarak 3 kişi başladık. Arkadaşlarımdan birinin adı Yusuf diğerinin adı ise Yunus’tu. İlk projenin adını da buradan ilham almıştık. Arkadaşlarımla tabiri caiz ise gece gündüz çalıştık. Son 3 yıldır ana işçiliği Yunus ile yapıyoruz. Bununla beraber çevremizdeki arkadaşlarımızdan şöyle veya böyle bize destek olan onlarca kişi oldu. Onlar olmasa bu projeyi asla başaramazdık. Ev konusuna gelince. Evim resmi mesaim haricinde ikinci çalışma yerim. Bu nedenle tüm süreçlerde en zor aşamaları eşimle birlikte atlattık. Çalışmalarımızın pek çok kısmı onun görüşleriyle şekillendi diyebilirim. Sanat yönetmenliği görevini üstlenmiş oldu. Her işte en önemli konu sürdürülebilirlik. Sizi bu işe ve devam etmeye sevk eden şeyler nelerdir? Az önce de söylediğim gibi, pro­jeye tamamen amatör bir şe­kilde başladık. Bir amatör he­yecanı vardı. Yapıp yapamayacağımızı dahi bilmiyorduk. Gördüğümüz ilgi devamını ve çok daha iyisini yapma konu­sunda bizim için hep teşvik unsuru oldu. Proje için koyduğumuz bazı hedefler oldu. Örneğin Afacanların Hikâyesi serisini 40. bölümde bitirmek gibi. Ancak yeni bölümler yayınlandıkça artan rağbet projeye yeni senaryolar ve dolayısıyla yeni bölümler eklememize de vesile oldu. Bu arada rağbetten kastım yüksek izlenme oranları değil. Bu yönde de gelişmeler var ama çok daha fazlası olmalı elbette. Bize her gün izleyicilerden gelen pek çok mesaj var. Anneler ve babalar, evlatlarında gözlemledikleri değişimi bize aktarıyorlar. Bazı minik ar­ka­daş­larımız bize video mesaj gönderiyor. Şu an itibariyle bö­lüm başı ortalama 20 bin ci­varı izlenmemiz var. 65 bölü­mün her birini 20 biner defa izleyen neslimizin evlatları. Bizi çalışmaya iten rağbetten kastım budur. Olaya bir başka açıdan bakarsak; artık Türkiye’de kültürümüzü yansıtan pek çok çizgi film var. Bununla beraber içerik bağlamında ele alındığında doğrudan doğruya manevi değerlerin işlendiği çizgi filmlerin hala yeterli sayıda olmadığını görüyoruz. Renkleri ve sayıları öğreten sayısız çizgi film var. Her geçen gün yenileri yapılıyor. Fakat bir çocuğa aktarılması gereken en önemli konular ihmal ediliyor. Bu durum bizi milli ve manevi değerlerimizi sonraki nesillere aktarmak adına daha fazla çalışmaya, yeni projeler üretmeye itiyor. Yani özetle alandaki eksiklik ve dokunduğumuz minik gönüllerin varlığı, sürdürülebilirlikte en önemli etkenler. Süreçte en zorlandığınız noktalar neler oldu? Ebeveynler olarak önemli bir kitleden duyduğum bir şey var. “Bizim çocuğa sizin çizgi filmleri açıyorum. Bir iki bölüm izleyip başka çizgi filmlere geçiyor” diyor anne ve babalar. Evlatlarımıza telefon veya tableti tamamen teslim edip sınırsız kullanımlarına sunmamızın yanlışlığı zaten ortada. Belli içerikleri belli kısıtlarla izletmek zorundayız. En büyük çizgi film şirketlerinin en iyi çizgi filmlerini de açsanız, odadan çıkıp bir süre sonra girdiğinizde çocuklarınızı bambaşka içerikleri izlerken bulacaksınız. Bunu hepimiz tecrübe ediyoruz. Hal böyle iken, bizim içeriklerimizin çocuğa saatlerce kendini izlettirmesi gibi bir beklenti var. Bunu insanlara anlatmakta çok güçlük çekiyoruz. Afacanların Hikâyesi serisi evlatlarımızı gör­sel macerayla birlikte eğitebil­memizi sağlayacak bir araç. Günde 1 ya da 2 bölüm olmak üzere evladımızla izleyip, bölüm bittikten sonra üzerine konuşmak gerekiyor. Milli ve manevi değerlerimizi anlatan çok az çizgi film var. En azından şu an için, düzenli olarak ve sürece kendimizde katılarak bu içerikleri evlatlarımıza izletme­miz gerektiği kanaatindeyim. Hayatınıza neler kattı veya aldı bu çalışma? Diş hekimliği eğitimi alsam da sözel yanım hep ağır basmaktaydı. Okulu yarıda bırakıp sözel bir bölüme geçmeyi düşündüğüm anlar olmuştur. Bu alanda yaptığım çalışmalar bu yönümü ön plana çıkarmamı sağladı. Sosyal bilimlere olan merakımı bu çalışma vasıtası ile şekillendirdim. Senaryo kursları aldım. Şimdi ise kurslar veriyorum. Çizgi film konusunda akademik çalışmalar da yapıyorum. Bu günlerde çizgi filmlerin çocukların sosyalleşmesi üzerine etkisini araştırıyorum. Buna dair bir yüksek lisans tezi çalışmamız olacak inşallah. Bugün çizgi film demek bilgisayarla ciddi manada içli dışlı olmak demek. Pek çok yazılımı ayrıntılı bir şekilde bilmeniz gerekiyor. Bilgisayar diline bir kez alıştıktan sonra ise artık her şey daha kolay geliyor. Mesleki ve akademik çalışmalarıma bunun ciddi manada katkısı oldu. Maşallah, Allah tamamlamayı nasip etsin. Peki, bu işin sonu nereye gider, hedefte neler var? Afacanların Hikâyesi görsel ola­rak iki boyutlu bir çalışma. Ve belli araçlarla üretildiği için de görsel akış kalitesi belli sınırlarda dolaşıyor. Daha ilerisi mümkün olmuyor. Yine de minimum bütçe ile maksimum verim almak nasip oldu. Görsel bakımdan çok daha zengin çalışmalar için ise büyük bir ekibe ihtiyaç var. Yüksek bilgisayarlar ve uzun soluklu yapılacak bir çalışma büyük bütçeler gerektiriyor. Şu an sektörde TV kalitesinde bir çizgi filmin dakikası on binlerce liraya mal oluyor. Maddi bir geri dönüş beklentisi olmadan bunu sağlamak zor. Yine de bunu sağlayabilmek için kaynak araştırması içerisindeyiz. Bazı destekler var ama yeterli değil. Yine de idealimiz yeni projelerle evlatlarımızın karşısına çıkabilmek. Alanda sizin gördüğünüz ne gibi açıklar var, nasıl ikmal edilir? Milli ve manevi değerlerimizin işlendiği, mesajın macera içerisinde ustalıkla eritildiği, kaliteli çizgi filmlere ihtiyacımız var. Anlatılacak o kadar çok şey, farklı şekillerde tekrar tekrar değinmemiz gereken o kadar çok değerimiz var ki… Bir iki çizgi film bu konuda yok hükmünde. Yaklaşık 6 yıldır gözlemlediğim bir durum ise, yetkili kimselerin bu konuda yeterli duyarlılığa sahip olmadığı. Bu alanda yapılan bir tez çalışmasının sonuçları ülkemizde üretilen çizgi filmlerde yer alan dini sembollerin din bağlamında değil, gelenek bağlamında veriliyor oluşu. Bu durum mevcut çizgi film projelerin de konuyu çokça ıskalıyor olduğunu gösteriyor. Baştan sona Hristiyan öğretilerinin doğrudan konu edildiği yüksek kaliteli çizgi filmlerin ülkemizde yayınlandığını biliyor muydunuz? Değerlerimizi anlatmadaki çekingenliği maalesef aşamadık hala. Bize ve okuyucularımıza söylemek istediğiniz son sözler neler olur? Sesimizi duyurduğumuz herkesin projemize çizgi filmlerimizi evlatlarına izleterek destek olmalarını rica ediyorum. Yeni pek çok bölüm önümüzdeki gün ve aylarda yayına girecek. Şimdiden iyi seyirler diliyor dua bekliyorum. Vakit ayırdığınız ve hikâyenizi, çalışmalarınızı, umutlarınızı bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz. Başka umutları tutuşturması niyazıyla…

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan
Konu resmiSavaşın Simetrisi
Kültür ve Medeniyet

“Savaşı zenginler çıkarır, yoksullar ölür.” Jean Paul Sartre Çocuklar için garip bir oyuncaktır taş ve çamur. Küçüklüğümde bu nesnelerde hep bir hayal derinliği yakalamışımdır. Taşları acımasızca birbiriyle çarpıştırırken kişileri, grupları, hatta ülkeleri savaştırdığımı hiç unutamam. Ebrulî, beyaz taşlarım iyi olurken karşısındaki siyah, şekilsiz taşlarım hep kötü olurdu benim için. Niçin başka oyunlardan değil de taşları birbirine vurarak savaş çıkarmaktan keyif almış olabilirdim? Kuşkusuz bunun da bir temeli vardır. Fakat bana öyle geliyor ki, 1980’li yıllarda izlediğim savaş filmleri ve özellikle de her gün siyah beyaz ekranlarda babamla izlemek zorunda kaldığım İran-Irak savaşıydı belki de beni bu şiddet oyununa meylettiren. Yaklaşık yarım asır geçtikten sonra bugün de değişen bir şeyin olmadığını görebiliyoruz. Bizim taşlarla oynadığımızı bugünün çocukları telefonlarla daha da tehlikesini oynayabiliyorlar. Üstelik sadece bedenlerini değil ruhlarını da hırpalayarak. Savaşın belki de en masum simetrisiydi biz çocukların bu oyunları. Oysa çocuklarda basit görülen bu oyunların yetişkinlerin elinde gelişmiş bir mitralyöze dönüştüğüne şahit oluyoruz. Adı korkunçtur savaşın. Siren sesleri, bomba sesleri ve çığlıklar birbirine karışır. Dönüşü olmayan bir çıkmaz sokaktır savaş. Anneler çocuksuz kaldıktan sonra kazananın da bir ehemmiyeti yok… Savaş insanlığa ne verdi? En fazla tartışılması gereken bu sorunun yerine savaşın neden çıktığına yoğunlaşıyoruz. Oysa “Neden?” sorusu müspet olduğu kadar menfi neticeler için de kullanılan bir argümana dönüşebilir. Zorba bir devletin elinde savaş nedeninin kurt-kuzu hikâyesinden bir farkının olmadığını hepimiz biliyoruz artık; yer altı, yer üstü kaynaklarından, sermaye yüzünden, kandan, petrolden ya da herhangi bir sebebin hırsımızı törpülemekten başka bir işe yaramadığını… “Savaş insanlığa ne verdi?” sorusu madalyonun iki yüzü gibi iyi ve kötü. Bir yüzünde kan ve gözyaşının, öbür tarafında ise huzurun resmi var. Savaş pahalıya mal olsa da özgürlük de bahşetmiştir insanlığa. Haksızın hakkının verildiği, haklının hakkının geri alındığı adaletin kılıcıdır bir tarafıyla savaş. Anadolu topraklarında biz bu mücadeleyi vermeseydik ne Ça­nak­kale’den bahsederdik ne de Kur­tuluş Savaşından. Özgürlü­ğümüze yapılan müdahaleye ses çıkarmamış olsaydık bu diyarlara barışı kim getirebilirdi? Bizim medeniyetimizde savaş karşısındakine saldırmak üzerine değil; Müslüman halkın dinini, iffetini, vatanını gayri­müslimlerden korumak anla­yışı üzerine bina edilmiştir. Biz buna gaza ve cihat diyoruz. Amaç ise İ’lâ-yı Kelimetullâhtır. Yani tevhid inancını yaymak, İslam adına dünyaya nizam vermek, İslam’ın güzelliklerini insanlara anlatmaktır. Osmanlı Devleti’nin fethettiği topraklarda yaşayan insanların kültürlerine, inançlarına ve ibadetlerine karışmaması bize gayenin neticesini gösteren önemli bir ispattır. “Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz-ü felâh / Hazır ol cenge eğer istersen sulh-u salâh” Savaş insanlığa acıdan başka ne verdi? Moğollar, Asya’yı ve Anadolu’yu istila ettiklerinde taş üstünde taş, omuz üstünde baş koymamışlardı. Tarihin bu en korkunç savaşlarında akla hayale gelmeyen zulümler yapıldı. Milyonun üzerinde insan öldürüldü. Sadece insan mı? Kedi, köpek dâhil diğer canlılarda yok edildi. Nehr-i Fırat günlerce kan ve mürekkep aktı. Yaktıkları kütüphanelerin sayısı belli değil. Sanata, estetiğe ve mimariye düşman bu kavmin yaptıklarından saraylar, camiler, medreseler, köprüler ve şehirlerdeki daha nice tarihi eserler de nasibini almıştı. İslam dünyası bu tramvayı uzun süre unutamadı. Savaş barışı eritiyor. Keşmir, Afganistan, Bosna, Irak, Libya, Suriye ve şimdilerde Ukrayna çalkalanıyor. Hiroşima’da, bir atom bombasıyla bir anda yet­miş bin insan korkunç ısı dal­gasıyla eriyor. Olayın olduğu yerin 4 kilometre uzağında bile insanın derilerini eriterek muma dönüştürmesi, savaşın sunduğu armağanlardan sadece biri. Savaşla insanın nasıl bir canavara dönüştüğünü anlatmaya kelimeler yetmez. Aynı kanı, aynı dini ve bazı ufak farklılıklarla aynı dili konuşmalarına rağmen bu iki Slav milleti birbirini boğazlamakta hiçbir beis görmüyor. Bu patolojik ruh hali her toplumda olabiliyor aslında. Ukrayna’da sivil bir aracın üzerinden geçen Rus tankının görüntüsü bana 15 Temmuz’da tanklarla biçilen araçları hatırlattı. Bir kutsalı kullanarak cinayet işlettirme dünyanın en cani işi. Yeni Zelenda’da sapkın bir Hristiyan’ın Cuma namazında Müslümanların üzerine ateş açması neticesinde 49 kişi şehit edilmişti. Katliama “Uk the British Grenadiers/ Büyük Britanya Marşı’nı” dinleyerek gitmişti. IŞİD örgütü de “Allahu ekber” diyerek insanları boğazlamakta bir beis görmüyor. Oysa bir kutsal için yola çıkan hiçbir insan zulüm işleyemez. Vereceği savaşı, insanlık onuruna yaraşır bir tarzda ve savaş hukukuna riayet ederek yapar. Ukrayna’da evinden, yurdundan olan insanların sefaleti yüzlerinden okunabiliyor. Sığınaktaki çocukların ağlayışları hâlâ kulaklarımızda çınlıyor. Ancak Suriye’den gelenler için kapıyı kapatan Batı, gözlerimizin içine bakarak Ukrayna için kapılarını ardına kadar açmakda herhangi bir beis görmüyor. “Savaşa Hayır!” pankartları nedense Ortadoğu için hiç kaldırılmadı. Batı, Rusya’ya karşı silahlı müdahalede bulunmasa da ekonomik, siyasi, kültürel, sportif ve benzeri alanlarda yaptırımlar uygulamaya başladı. Avrupa Birliği ve NATO Rusya’yı kınadı. Ukrayna lideri Zelenski Birleşmiş Milletler toplantısında dakikalarca ayakta alkışlandı. Özellikle Rus ekonomisine büyük darbe indirilmeye çalışıldı. Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırılarını sürdürmesi üzerine Batı ülkelerinin yaptırımları artırıyor. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Fransa, Kanada, İtalya, İngiltere, Avrupa Birliği (AB) Komisyonu ve Almanya, bazı Rus bankalarının uluslararası ödeme sistemi SWIFT’ten çıkartılmasına karar verdi. Rusya kültürel ve sportif faaliyetlerden de menedildi. Sadece yaptırımlarla yetinilmedi. Ukrayna’ya gıda yardımının yanında askeri teçhizat ve silah sağlamaya devam ediliyor. Haksız bir işgalin neticesinde yapılan bunca yaptırıma ve yardıma diyeceğim yok. Fakat daha bir hafta geçmeden Batı, Ukrayna-Rusya Savaşında gösterdiği hassasiyeti niçin Or­tadoğu’da göstermedi? Irak’ta, Suriye’de, Sudan’da, Yemen’de, Libya’da, Afganistan’da, Doğu Türkistan’da, Myanmar’da hâlâ devam eden zulümlere neden ses yükseltilmiyor? Barış şarkıları niçin Müslüman kanı dökülünce söylenmiyor? Sebebi açık: bizi hiç sevmediniz. Sevmeye de niyetiniz yok. Zira nizam köpüren medeniyetimizden korkuyorsunuz. Şarkılarınız yalan, gülücükleriniz sahte. Alkışlarınız sadece sizden olanlar için. Savaş için barışı sakız yapmışsınız ağzınızda. Kaç hanenin harap olduğu, kaç çocuğun babasız kaldığı, kaç annenin bağrının yandığı umurunuzda değil. Esmer çocuklar sizi hiç ilgilendirmiyor. Boşuna uğraşmayın, biz sizi tanıyoruz. “Barış, özgürlük” diyerek yutkunduğunuz sahte sözlerinizden biliyoruz. Medeni görünen suretinizin altında ne bedevilikler yattığının farkındayız. Türkiye’nin merkezde olduğu bir haritayı gözümüzün önüne koyalım. Güneydoğumuzda 2003-2011 yıllarında Irak savaşı yapıldı. Orası henüz huzura kavuşmuş değil. Biraz daha aşağılara indiğimizde Körfez Savaşı (1991) çıkıyor karşımıza. Yine tam güneyimizde hâlâ devam eden ve nereye evirileceği belli olmayan Suriye savaşı var. Güneybatımızda İsrail-Lübnan savaşı (2006), 2011 yılında Kaddafi’nin devrilmesiyle başlayan Libya iç savaşı. 2013 yılındaki kanlı Mısır darbesini de unutamıyoruz. Kendimi bildim bileli hiç bitmeyen Filistin savaşını da bir hatırlayalım. Gelelim kuzey sı­nı­rımıza. Kuzeydoğumuzda Azer­baycan-Ermenistan savaşı (2021) Yine Rusya-Çeçenistan Savaşı, (1994-2009) Donbass Savaşı (2014). Kuzey batımızda Kosova savaşı yaşandı (1998). Müslümanların soykırıma maruz kaldığı ve hafızalarımızdan hiç silinmeyen Bosna Savaşı görüntülerini nasıl unutabiliriz (1992-1995)? Nihayet Ukrayna-Rusya savaşı (2022). Bu savaşların birçoğu Müslümanlarla yapıldı. Yaklaşık 30 yıl içerisinde çevremizde ölen insan sayısı 10 milyondan fazla. Sakat kalanları, tecavüze uğrayanları, evsiz yurtsuz kalanları saymıyorum hiç. Bütün bu istatistiki bilgiler bize bir şey hatırlatıyor: Vatan! Birlik içerisinde olmamız ge­re­kiyor. Vatan denen ortak noktanın kıymetini bilmedi­ğimiz takdirde topyekûn kıymetten düşeceğimiz kesin. Güç­lü olmak zorundayız. Son dö­nemlerde savunma sanayide yaptıklarımız -istisnalar hariç- hepimizin koltuklarını fazlasıyla kabartmaya yetiyor. Milli sanayi atılımının arkasında durulmamış olsaydı geçmişte iyi niyetle yapılan tüm çalışmalar gibi bunlarda yok olup gidecekti. Nuri Demirağ’ın kurduğu uçak fabrikasına ne oldu? Türkiye’nin ilk yerli uçağının tasarımını yapan Vecihi Hürkuş sabotajlarla, çeşitli entrikalarla girişimciliği bitirildi. Sadece mühendislik alanında değil, sağlık alanında da nice bilim adamlarımız harcandı. O yüzden siyasi düzlemden bağımsız olarak söylüyorum. Bu toprakların üretken evlatları her zaman ve mekânda her şart altında desteklenmelidirler. “Düşmanım, sen benim ifade ve hızımsın / Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın.” Yerine göre savaş bir kamçı, bir itici gücü olabilmiştir. Yüzyıllık geçmişi olan yeni devletimizin askeri alanda güçlü oluşunu, harp sanatını iyi yönetmesini, savunma sanayisinde yaptığı atılımları bir bakıma etrafımızın ateş çemberi oluşuna borçluyuz. Terörle olan mücadelemizde ABD’nin bize silah vermemesi İHA, SİHA, Altay tankı, SARP, çok namlulu roketatar sistemi ve değişik modellerde silahlar üretmemiz “Kötü komşu insanı hacet sahibi yapar.” sözünün bir nevi tezahürüdür. İsterdim ki insanlık tarihi ile hep var olmuş olan savaşlar yerini barış şarkılarına bıraksın. Şairler hep aşk şiirlerini mırıldansınlar. Yazarlar çiçekten, böcekten bahsetsinler hep. Hiç ağlamasın çocuklar. Bombalar patlamasın şehirlerin üstünde. Maalesef bu pembe tablo hiçbir zaman olmadı. “Gâh safâ bulduğu gönül âyinesi gâhi keder / Böyledir hâli cihân böyle gelmiş, böyle geçmiş böyle gider.” Devlet ve milletçe güçlü olmak zorundayız. Mazlumların iniltisini ancak böyle dindirebiliriz. Nizam-ı Âlem ancak böyle gerçekleşir. Aksi halde barışı dillendirip barışı öldürenleri daha çok dinleyeceğiz.

Necati İLMEN 01 Nisan
Konu resmiSahn-ı Seman Medreseleri
Eğitim

Fatih Sultan Mehmed, fethin ardından İstanbul’da büyük bir dönüşüm başlatmıştır. Gerek görünümüyle gerekse de kurumlarıyla İstanbul, bir İslam şehrine dönüştürülmüştür. Bu çerçevede inşa edilen en önemli yapı topluluklarından birisi Fatih Külliyesi idi. 1463 senesinde başlayan inşaat, 1470’te tamamlanmıştır.  Fatih Külliyesinin bulunduğu alanda aslında 12 Havari Kilisesi vardı. Fetihten sonra bu kilise Ortodoks patriğine tahsis edilmişti. Ancak harap halde olduğu için patrik burada barınamadı. Fatih Sultan Mehmed’e başvurarak başka bir yere taşınmak istediğini belirtti. Ortodoks patrikliği 1455’de başka bir kiliseye taşındı. Bunun üzerine Fatih, bu alanı kendi adıyla inşa ettirmeyi düşündüğü külliyeye tahsis etti. Fatih Külliyesinin mimarı Atik Sinan’dır. Külliyenin mimarisi incelendiğinde bütün yapıların belirli bir düzen içerisinde konumlandırıldıkları ve baştan her şeyin tasarlandığı görülür. Fatih Külliyesinden 35 yıl sonra yapılan Sultan 2. Bayezid Külliyesinde bu geometrik düzene rastlanmaz. Külliyeler arasındaki bu farklılıklar, aslında Osmanlı mimarî anlayışının yıllar içinde geçirdiği değişim sürecini de ortaya koyuyor. Ya da Fatih Sultan Mehmed ile Sultan 2. Bayezid arasındaki mimarîye yaklaşım farklılığını gösteriyor. Aslında tarz da mimarîmizin farklı alanlarda ve farklı zamanlardaki çözümlemelerini içinde barındırıyor. Fatih Külliyesinin geometrik düzeninden medreseler de nasibini almıştır. Medreseler, Semaniye ve Tetimme medreseleri olarak ikiye ayrılır. Yüksek dereceli ihtisas medreseleri olan Semaniye medreseleri, adından da belli olduğu gibi sekiz adettir. Fatih Camii’nin Marmara Denizi tarafında olanlarına Akdeniz medreseleri, Haliç tarafında olanlarına ise Karadeniz medreseleri deniliyordu. Medreselerin her birinde 19 oda ve bir dershane bulunmaktadır. 19 odadan ikisi hizmetlilere, ikisi müderris yardımcısı anlamına da gelen muîdlere, diğerleri de talebelere ayrılmıştı. Her odada bir talebe kalıyordu. Tetimme medreseleri ise, aynı Sahn medreseleri gibi sekiz adetti. Bunlar, Sahn medreselerinde okumak için gelen talebeyi eğitime hazırlamak için açılmıştı. Bir çeşit lise gibi de görülebilirler. Tetimme medreselerinde toplamda 76 oda vardır. Bu odaların her birinde 3 ila 5 arası, hatta bazen duruma göre daha fazla talebe kaldığı da olmuştur. Tetimme medreselerinden okuyan ve yatılı olmayan talebeler de vardı. İmaretten Tetimme medreselerindeki talebeler için günlük 600 kişilik yemek çıktığı kayıtlarda geçmektedir. Sahn-ı Seman medreselerinin müfredatı, klasik usul medreselerdeki eğitim ile aynıydı. Eğitim sistemi aklî ve naklî ilimlere göre düzenlenmişti. Sahn medreselerinde fıkıh kitabı olarak el-Hidâye, usûl-i fıkıh olarak et-Telvîh ve Şerh-i Adud, hadis kitabı olarak Buhârî, tefsir dersleri için el-Keşşâf ile Beyzâvî’nin eserlerinin okutulduğu bilinmektedir. Sahn medreselerine hazırlık için eğitim verilen Tetimme medreselerinde ise Şerh-i Şemsiyye ve İsfahânî okutulurdu. Medresede eğitimin belirli bir süresi yoktu. Bir kitapta gerekli yetkinliğe erişemeyen, bir sonraki kitaba geçemezdi. Bu açıdan eğitimin süresi biraz talebenin kabiliyetine, biraz da gayretine göre değişirdi. Sahn medreselerinde eğitim görebilmek için ise daha önceden en az 3 ila 9 sene arasında alt derecedeki medreselerde eğitim görmek gerekiyordu. Müfredatın kimi zaman bizzat Fatih Sultan Mehmed tarafından belirlendiği, kimi zaman da Sadrazam Mahmud Paşa, Molla Hüsrev veya Ali Kuşçu tarafından belirlendiğini söyleyenler olmuştur

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiBizim vazifemiz teşrih, tanzim ve nurların neşrine çalışmaktır (2)
Risale-i Nur

“Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı gibi hissedip, sâhib çıksın. Ve en mühim vazîfe-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.” Ölçü: Ulûm-u imaniyede fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz vazife bizdedir. Âhir zamanda dinsizliğin yaygın hale geleceği, buna mukabil imanı elde tutmanın zorlaşacağı hadis-i şeriflerde beyan edilmiştir. İman zafiyeti neticesinde günahların her tarafta alenen işlenmesi sebebiyle umumi bir ahlaki çöküş olacağı gelen rivayetlerden anlaşılıyor. “İleride öyle fitneler olacak ki, Cenab-ı Hakkın ilimle ihya edip koruduğu insanlar hariç, kişi sabahleyin mümin olduğu halde, akşama kafir olacak, dinden çıkacaktır.”1 İşte böyle bir zamanda en mühim vazife imanın muhafazasıdır. Sevgili Üstadımız bu hususta tavzif edildiklerini müteaddit defalar dile getirmiştir.2 Zaten seksen küsur senelik hayatını iman meselesine vakfetmesi Bediüzzaman Hazretlerinin bu minvalde nasıl bir kararlılık gösterdiğini açık bir şekilde ispat ediyor. Nur talebelerine meâlen deniliyor ki: O halde madem vazife bizdedir. Size düşen bu iman hakikatlerini muhtaç gönüllere ulaştırmaktır. Yani hakaik-i imaniyenin ve esrar-ı Kur’aniye’nin telif vazifesi bizde, talimi, tanzimi, tashihi, tekmil ve tahşiyesi, tertip ve tefsiri, neşri, intişarı ve izahı ise siz nur talebelerindedir. Sizler allame hatta müçtehit bile olsanız vazifeniz yalnızca taksîmü’l-a‘mâl kaidesiyle her biriniz bir hizmeti omuzlayıp Risale-i Nurları muhtaç olanlara yetiştirmektir. Ölçü: Risale-i Nur ayna istiyor, gölge istemez. Risale-i Nur talebelerinin vazifeleri yalnızca ihsan-ı ilahi olarak omuzlarına konulan hizmetleri tam bir ihlas ve sadakatle ifaya çalışmaktır. Bununla birlikte fena fi’r-risale olup her yer ve zamanda nurların neşrine çalışmaktır. Hazret-i Üstadın tarifiyle: “Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı gibi hissedip, sâ­hib çıksın. Ve en mühim va­zîfe-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”3 Yani Risale-i Nura ayna olun diyor. Nur talebeleri Risale-i Nurun neşir ve izahı haricinde bir şey yazacak olsa bu durum kişiyi nurun hizmetine ve hakikatlerine perde çekip gölge olmak noktasına savurur. Bu da o şahsın nefsin enaniyet-i ilmiyesi ile hareket ettiğini gösterir ki o vaziyetiyle Risale-i Nurun nakıs bir taklidcisi veya (Allah muhafaza) soğuk karşılanacak bir muarızı yapar. Çünkü Risale-i Nur hakaik-i âliye-i imaniyeyi kuşatmıştır. Başka eserlere ihtiyaç olmadığı gibi o hakikatleri başka yerlerde aramaya da muhtaç bırakmamıştır. Ölçü: Risale-i Nurun eczaları birbirine bakar, baktırır. Risale-i Nurun bir özelliği de eserlerin birbirlerine bakması ve baktırmasıdır. Bir risalede çekirdek mesabesinde anlatılan bir hakikatin başka bir risalede ağaç haline gelmiş tafsilatlı izahı yapılmıştır. Böylece farklı risalelerde muhtelif cihet ve cepheleriyle ele alınan bir hakikati tam istifade etmek için hepsini birden nazar-ı teftişten geçirmek gerekir. İşte bu da Risale-i Nurların tertibi ve tanzimi ile olur. Haşri ispat için müteferrik risalelerde geçen ibareler bir araya getirilip derlendiğinde muazzam bir kaynak hükmüne geçer. Tevhid ve sâir meseleler de böyledir. Sevgili Üstadımızın bize bu tavsiyesi onun Nur talebelerinden Risale-i Nurlara bütüncül bir bakış açısıyla bakmalarını arzu ettiğinin bir göstergesidir. Çünkü bu taksimatı yapabilmek bütün risaleleri hafızasında yerleştirmekle ve o meselelere hâkim olmakla mümkündür. Bu da (tümevarım ve tümdengelim metodlarıyla) nurların umumundan haberdar olmakla olur. Öyleyse bizlere düşen Risale-i Nurlarla meşguliyeti artırıp bu seviyeye ulaşmak ve ayna gibi her konuşmamızda nurları göstermektir. Ölçü: Risale-i Nurun bazı eczalarını ileride bahtiyar bir heyet tekmil edecek. Nur talebelerinin bir vazifesi de Nurları tekmildir. Bu vazifeyi de Risale-i Nurdan istifade ile kuvve-i velayet sahibi bir şahıs veya heyetin yapacağını Üstadımız haber vermiştir.4 Üstad Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur talebelerinden bir heyetin bazı risaleleri tekmil edip tamamlayacağını şöyle müjdeliyor: “Elhâsıl: Risâle-i Nûr’da îmân-ı billâh ve îmân-ı bi'l-yevmi'l-âhiret olan iki kutb-u îmânî, tam birbirine müsâvî gelecek bir derecede isbat edilmiş. Yalnız bu kadar var ki, haşr-i cis­mânî kısmen sarîhan ve kısmen zımnî ve tebeî isbat edilmiş. Çünki bu âlem-i şehâdet, Sâni‘ini gayet sarîh ve zâhir gösteriyor. Ve haşri, zımnî ve perdeli haber verir. İnşâallâh bir zaman, Risâle-i Nûr’un şâkirdlerinden birisi veya birkaç tanesi, o dokuz makamı ve berâhîni te’lîf edecek ve Mukaddeme-i Haşriye’nin başındaki âyet-i a‘zamın dokuz fıkrasının hazinelerini, Risâle-i Nûr’da münteşir haşr-i cismânî berâhîniyle ve kalblerine gelen sünûhât ve ilhâmât ile açıp, Dokuzuncu Şuâ‘ı Onuncu Söz’ den, daha kuvvetli bir tarzda tekmîl edecek.”5 Kaynakça: 1- Taberani, ibn-i Mace2- Bkz. Mektubat, 248, Sözler, 341. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha3- Mektubat 1, 169. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha4- Bkz. Sirac’un-Nur, 77 / Şualar 2, 408 Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha5- Kastamonu Lahikası, 267 Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Zafer ZENGİN 01 Nisan
Konu resmiOsmanlı'da Hayra Uzanan Hanım Elleri
Kültür ve Medeniyet

Efendimiz (s.a.v) döneminde Sahâbe hanımlar tarafından yakılan hayır meşalesini, muhabbet ve gayretle taşıyan Selçuklu, Osmanlı kadınlarını şükran ve minnetle hatırlıyor, kendilerine Allah’tan rahmet diliyoruz. Ruhları şâd, mekânları cennet olsun… Âmin Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadîsinde “İnsanoğlu öldü­ğü zaman, bütün amellerinin sevabı sona erer. Şu üç şey bundan müstesnâdır: Sadaka-i câriye, istifade edilen ilim, kendisi için duâ eden hayırlı evlat.” buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de “Hayır işlerinde birbirleriyle ya­rı­şırlar.” (Âl-i İmrân, 114), “Kim iyilikle gelirse, artık kendisi için onun (o iyiliğin) on misli vardır.” (En’am, 160) buyurmuştur. İslâm’ın ilk yıllarından itibaren müslümanlar bu ve benzeri hadis ve âyetleri hedef yıldız olarak kabul etmiş, bu da hayır işlerine azamî önem vermelerine vesîle olmuştur. Vakıflar, Türk-İslâm coğrafyasındaki kadîm medeniyetimizi oluşturan temel taşlardan bi­ri­dir. Bu kurumların meydana gelişlerindeki öncelikli amaç, topluma faydalı olmak, Ce­nâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için geride kapanmayacak bir sadaka-i câriye bırakma çabasıdır. Bu vakıfların ve diğer hayır ku­­rum­larının tarihine baktığı­mız­da kurucuları arasında hanım sul­­tanların önemli bir yer tuttuğunu görürüz. Hanım Sultanlar saraydaki görevlerinin yanı sıra sosyal hayatın içinde de aktif olarak görev almışlardır. Şahsî servetlerini hayır ve hasenât yolunda harcayarak iyilik yolunda taçlandıran, şefkatleri ve cömertlikleri ile ihsanda bulunan, hayırla anılan şahsiyetlerdir. Selçuklu döneminden itibaren Padişah anneleri, eşleri ve kız­ları kurdukları vakıflarla, hâ­ki­mi­yet­lerindeki bölgelerde ca­mi­­­ler, medreseler, darüşşifâlar, ker­van­saraylar, çeşme ve sebiller inşâ etmişler, kurulan bu hayır müesseseleri hizmetlerini asırlar boyunca sürdürmüşlerdir. Toplumda yardımlaşma ve dayanışma duygularının temelinde hayat bulan, kurdukları vakıflarla toplumda fakir ve varlıklı iki sosyal tabaka arasında köprü olmuş, birbirleri ile dayanışmasını sağlayan bu müesseseler sayesinde topluma refah yayılmıştır. Hanım Sultanlar ko­numlarını ve konumlarının sağ­ladığı imtiyazları toplumun ge­nelinin faydalanabileceği mü­­es­­­seseler kurarak hayırlarını ku­­rum­sal bir yapıya büründürmüş, şehrin imarında ve insanların ihtiyaçlarını gidermekte et­kin rol oynamışlardır.   Osmanlı Devleti’nin hüküm sür­düğü dönemde de hanım sul­tanların vakıf kurma faali­ye­ti devam etmiştir. Orhan Bey’in hanımı, I. Murad’ın an­­ne­si Ni­lü­fer Hatun, Fatih Sul­tan Meh­med’in hanımı, II. Bâye­zid’in annesi Gülbahar Hatun, Yavuz Sultan Selim’in hanımı, Kânûni Sultan Süleyman’ın annesi Ayşe Hafsa Sultan, Yavuz Sultan Selim’in kızı, Kânûni Sultan Süleyman’ın kız kardeşi Şah Sultan, Kânûni Sultan Süleyman’ın hanımı, II. Seli­min annesi Hürrem Sultan, Kâ­nû­ni Sultan Süleyman ve Hür­rem Sultanın kızı Mihri­mah Sultan, II. Selim’in hanımı, III. Murad’ın annesi Nurbânû Vâlide Sultan, II. Selim’in kızı, Sokullu Mehmed Paşa’nın hanımı İsmihan Sultan, I. Ahmed’in hanımı, IV. Murad ve I. İbrahim’in annesi Mahpeyker Kösem Vâlide Sultan, IV. Mehmed’in annesi, I. İbrahim’in hanımı Hatice Turhan Valide Sultan, Sultan II. Mustafa’nın ve III. Ahmed’in annesi, IV. Mehmed’in hanımı Gülnuş Emetullah Vâlide Sultan, III. Selim’in annesi, III. Mustafa’nın hanımı Mihrişah Vâlide Sultan, II. Mahmud’un annesi, I. Abdülhamid’in hanımı Nakşidil Vâlide Sultan, II. Mahmud’un eşi, Abdülmecid’in annesi Bezmiâlem Vâlide Sultan, II. Mahmud’un hanımı, Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Vâlide Sultan, II. Mahmud’un kızı Âdile Sultan, Sultan Abdülmecid’in hanımı, II. Abdülhamid’in analığı Perestu Vâlide Sultan ve ismini sayamadığımız daha nice hanım sultanlar vefatlarına kadar örnek bir hayat sürmüş, vefatlarına kadar hayır işlerini devam ettirmişlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanma gayretinin yanında halkın sevgisini de kazanmışlardır. Efendimiz (s.a.v) döneminde Sahâbe hanımlar tarafından yakılan hayır meşalesini, muhabbet ve gayretle taşıyan Selçuklu, Osmanlı kadınlarını şükran ve minnetle hatırlıyor, kendilerine Allah’tan rahmet diliyoruz. Ruhları şâd, mekânları cennet olsun… Âmin

Mustafa YILMAZ 01 Nisan