23. Sayı: "Cenneti Özledim"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiBaşarısızlığın Sebepleri

Başarısızlığın sebepleri Şevkle başladığınız çok işler olmuştur. Mesela ben bir zamanlar ney üflemeye merak salmıştım. Dışarıdan dinlerken sesi çok hoş geliyordu. Ben de öyle üfleyeceğim diye büyük bir iştiyakla elime aldım, fakat netice vahimdi. Sadece nefes sesleri duyuluyordu. Nağmeden, güzellikten eser yoktu. Bir kaç denemeden sonra kafam ağrımaya başladı ve ben, Yok bu iş bana göre değil deyip en azından profesyonel neyzen olmaktan maalesef vazgeçtim. Hâlbuki azmedilen bir işte en mühim husus, Allah'tan ümid kesmeden o işe devam etmektir. Bize düşen çaba göstermektir. Netice Allah'a aittir. Çabamızın hangi noktasında ihsan edeceğini biz bilemeyiz. İçerisinde yaşatıldığımız dünya ve hayatı, aynı zamanda bir talim ve terbiye yeridir. İnsan yaşatıldığı bu dünyaya ilk geldiğinde bilgi ve tecrübeden uzak bir vaziyettedir. Gözünü açtığı andan itibaren her şeyi görmek, keşfetmek, anlamak ve hakkında bilgi sahibi olmak mecburiyetindedir. Her hali bir sürece göre şekillenen insan, yaşadığı hayatla mücadele ederek, adeta kendisine karşı duran şeyleri sabırla ve şevkle göğüsleyerek ve onları bir merdiven yaparak olgunlaşmaktadır. Akıl baliğ olana kadar anne ve baba gözetiminde büyüyen ve onların gösterdiği hedeflere yürüyen insan, gençlik devresinden itibaren kendi akıl, irade ve isteklerinin baskın olarak yönlendirmesiyle hareket etmektedir. Ne var ki insan komplike bir varlıktır. Ruhu ve ona takılan cihazatları sayesinde her şey ve herkesle iletişim ve etkileşim içerisinde olabilmektedir. Bu hal bir avantaj olmakla beraber, hayat kanunları bilinmezse, hayat bir kabusa dönüşebilmekte, güzele olan beklentiler ızdıraba değişebilmektedir. Bu sebeplerden dolayı, başarısızlığımıza etki eden bazı noktaları ve çözüm yollarını sizlerle paylaşmak istiyorum. ATALET ZİNDANINA DÜŞMEK1 Hayat, bir mücadele ve gayreti ifade eder. Hızla akıp giden zamana karşı sürekli hareket ve çaba içerisinde olmayı gerektirir. Bunun için de kalp isteği ile gösterilen ciddi gayret, diye tarif edilen himmete ihtiyaç vardır. Ayrıca himmet, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar2, diye de tarif edilmiştir. Hedefin büyüklüğü himmeti, himmetin büyüklüğü ise, insanın kıymetini tayin eden hususlardır. Himmetin taşıyıcısı ise, şevktir. İnsan, ecel vakti ve kabir durağına kadar ister istemez yürümek mecburiyetinde olduğu hayat meydanında himmetiyle şevke bindiğinde karşısına bazı maniler çıkacaktır. Hedef ittihaz ettiği noktaya ulaşmasına engel olacak bazı düşmanlarla mücadele etmek durumunda kalacaktır. Eğer bunları düşman olarak görebilirse. Ya da şöyle söyleyelim: Bazen hiçbir şey yapmak istemezsiniz. Parmağınızı oynatmak bile size ağır gelir. Size soranlara ise, bilmiyorum, hiçbir şey yapasım yok dersiniz. Sebep açıklayamazsınız, neden? Cevabını bulmak istiyorsanız okumaya devam etmelisiniz. Okumak istemiyorsanız, bilmelisiniz ki, birinci düşmanın ağına yakalandınız ve atalet denen zindana düşmeye başladınız. ATALET ZİNDANININ MERDİVENLERİ 1-    Şevkle başladığınız çok işler olmuştur. Mesela ben bir zamanlar ney üflemeye merak salmıştım. Dışarıdan dinlerken sesi çok hoş geliyordu. Ben de öyle üfleyeceğim diye büyük bir iştiyakla elime aldım, fakat netice vahimdi. Sadece nefes sesleri duyuluyordu. Nağmeden, güzellikten eser yoktu. Bir kaç denemeden sonra kafam ağrımaya başladı ve ben, yok bu iş bana göre değil deyip en azından profesyonel neyzen olmaktan maalesef vazgeçtim. Hâlbuki azmedilen bir işte en mühim husus, Allah'tan ümid kesmeden o işe devam etmektir. Bize düşen çaba göstermektir. Netice Allah'a aittir. Çabamızın hangi noktasında ihsan edeceğini biz bilemeyiz. Timur bir gün hapse düşmüş ve umudunu yitirmiştir. Derken bir karıncayla karşılaşır. Kendinden kat kat büyük bir buğday tanesini yuvasına ulaştırmak için her gün çabalar durur karınca. Defalarca dener. Yorulunca yuvasına gider biraz dinlenir. Timur sabah kalkıp bakar ki, karınca yine buğdayın peşindedir. Saymaya karar verir Timur, karıncanın buğday tanesini kaç kez düşürüp kaç kez tekrar kaldırmaya çalıştığını. Karıncanın denemeleri bini geçer. Timur yorulur saymaktan; fakat karınca hiç yorulmaz yıkılıp doğrulmaktan. Bir sabah ne görsün, şaşar kalır hükümdar. Karıncanın sırtında bir buğday tanesi vardır. Timur o günden sonra karıncanın azmini kendine rehber kılmaya karar verir. 2-    İnsan sosyal bir varlıktır. Yaşadığı hayat içerisinde diğer insanlara ihtiyacı vardır. Fakat insanda bazen hemcinslerine karşı bir üstünlük meyli başlar. Yaparken en iyisini o yapar, söylerken en iyi o olmalı vs. Bu ise, sosyal ilişkilere zarar verir. Halbuki İslamiyet'te esas olan Allah'ın rızasıdır. Hatta kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih etmek gerçek imanın bir göstergesidir.3 İlişkilerin Allah'ın istekleri ve hoşnudiyeti çerçevesinde şekillenmemesi, ferdin beklenti içerisine girmesine ve beklentileri karşılanmadığında ise, şevkinin kırılmasına sebep olmaktadır. 3-    Kur'ân-ı Azimüşşan'da İnsan hayra dua eder gibi şerre dua eder. İnsan çok acelecidir.4 buyrulmaktadır. Halbuki dünyada hükmet kanunları hâkimdir. Akıl, hikmeti anlamaya ve ona göre davranmaya yardımcı olmalıdır. Değilse acelecilikten gelen arızalar baş gösterecek ve neticeyi akim kılmakla şevkimizi kıracaktır. İnsana düşen merdivenleri sırayla çıkmaktır. Bu her işte böyledir. Talebe hocasına, mürit şeyhine, kardeş abisine, oğul babasına, çırak ustasına itimat etmeli ve ben oldum demek değil, sen oldun denilmesini beklemelidir. Tapduk Emre bir türlü arzuladığı gibi Yunus'u ele almıyordu. Yunus bu konuda bir dilekte bulunsa "Sen hâlâ dünya kokuyorsun" deyip savuşturuyordu. Yunus "Herhalde benim nasibim burada değil, bir başka şeyhin kapısında" diyerek Tapduk'a dahi haber vermeden dergahı terketti. Ama dergâhtan uzaklaştıkça içini bir hüzün kapladı. Tapduk Emre'nin kapısında en basit işleri yaparken bile gönlünde bir aydınlık, bir ferahlık, bir yumuşaklık vardı. Birlikte yolculuk yaptığı derviş arkadaşları zamanı geldikçe dua edip Allah'tan sofra istediler. Her birisinde güzel yemekler geldi. Yunus Emre'ye sıra gelmişti ki o, siz ne diyorsunuz da böyle sofralar geliyor dedi. Onlar da, biz Tapduk Emre'nin dergâhında Yunus adında çok makbul ve muteber bir derviş varmış onun hürmetine Allah'a yakarmıştık dediler. Yunus çok mahcup olmuştu. Yunus'un kendisi olduğunu açıklamaya utandı. Tapduk Emre'ye karşı da kalbini bozmuştu. Halbuki Tapduk Emre ona Allah yolunda epeyi dereceler kazandırmıştı. Büyük bir pişmanlık içinde, bedeninden sıyrılmış bir ruh gibi akarak Tapduk dergâhına döndü ve şeyhine bu defa kendini kayıtsız şartsız teslim etti. 4-    İnsan benlikten bahisle her şeyi kendisine münhasır kılmak ister. Dünyayı versen gözü tok olmaz. Bütün dünya insanın olsa, fakat kimse olmasa neye yarar? Dünyayı istemek yerine paylaşmayı öğrenmemiz gerekiyor. Herkes diğerini düşünse herhalde dünyada mutsuz insan kalmazdı.5 Unutmayalım ki, dünyayı ebedi zannedip, dünya hayatında emanetçi olduğumuz misafirhanede baki şeyler istemek ve ev sahipliği yapmaya kalkmak ve bu arada diğer misafirleri üzmek, ancak kendimize zarar verir. Yermük Savaşı'nda, Haris bin Hişam, İkrime bin Ebî Cehil ve Süheyl bin Amr (r.anhüm) akşamüzeri ağır yaralar alarak yere düştüler. Haris bin Hişam içmek için su istedi. Askerlerden biri ona su götürdü. İkrime'nin kendisine baktığını görünce:  Bu suyu kardeşim İkrime'ye götür dedi. İkrime suyu alırken, Süheyl'in kendine baktığını gördü, suyu içmeyerek:  Bu suyu götür, Süheyl kardeşime ver dedi. Fakat su, Süheyl'e yetişmeden Süheyl ruhunu teslim etti. Bunun üzerine suyu taşıyan kişi İkrime'ye koştu. Fakat İkrime de şehit olmuştu. Hemen Haris'in yanına koştu. Haris de son nefesini vermişti. 5-    Herkes kendisine bir hedef tayin eder, fakat başkalarını referans alarak hareket eder. Niye böyle yapıyorsun? denilse, herkes öyle yapıyor cevabıyla karşılaşırız. En zayıf noktalarımızdan birisidir başkalarını göstererek ataletimize cevaz bulmak. Hâlbuki herkesin faturası ayrı, sonucu ayrı, hesabı ayrı vs. bizler bu durumda neticeye odaklanmalıyız. Cırcır böceğine inat büyük bir gayretle çalışan karınca gibi, vazifemize koşuşturmalıyız. Ey nefsim! Deme: "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur." Çünki ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür'at peyda ediyor. Hem deme: "Ben de herkes gibiyim." Çünki herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır. Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin?6 6-    Bazen de acze düşer insan. Kendine güven duymaz. Bu durumda en kolayına gelen, işi başkasına havale etmektir. Hâlbuki her bir zerreye bile bir çok işin düştüğü şu dünyada hiç kimse başıboş ve işe yetersiz değildir. Yapılması gereken önemli bir iş vardı ve herkes, birisinin bu işi yapacağından emindi. Gerçi işi herhangi biri de yapabilirdi, ama hiç kimse yapmadı. Birisi buna çok kızdı, çünkü iş herkesin işiydi. Herkes, herhangi birinin bu işi yapabileceğini düşünüyordu ama hiç kimse, herkesin yapamayacağının farkında değildi. Sonunda herhangi birinin yapabileceği bir işi hiç kimse yapmadığı için herkes, birisini suçladı. 7-    Bir de insanda neticeye müdahale etme hissi vardır. Sınırlarını aşıp başkalarının vazifelerine karışma hastalığı. Bencillik hastalığına yakalanan insan, işi ta Allah'ın vazifesine karıştırmaya kadar götürür. Neticeyi değiştirememekle beraber, kendini sıkıntıya sokar. Düzende bir nokta olan insanın neticeye müdahil olma isteği, bazen kendi dışındaki varlıklara da zarar vermektedir. Bu noktada insan Allah'a itimat etmekle, emrolunduğu istikamatte dosdoğru olmalıdır.7 8-    İnsanı atalete uğratan ve şevkini kıran en mühim hususlardan birisi de rahata olan meylidir. Bütün sıkıntıların ve rezilliklerin çıkış yeri bu rahatlık hissidir. Çalışmayan demirin paslanması gibi, rahata düşkün bir insan da çürür ve kokuşur. Zararı bütün bir topluma dokunur. Hırsızlık, arsızlık, mafyacılık, kaçakçılık, dilencilik gibi ne kadar rezil şey varsa, işte bu rahatlık arayışından sebeptir. Kolaycılıktan gelmedir. Hâlbuki insan, sürekli hareket arayan bir fıtratta yaratılmıştır. Rahatı ise, kendisine sınırları çizilen yapı içerisinde vazifesine çalışmaktan ibarettir. Hâsılı Size meşakkatta büyük rahat var. Zira fıtratı müteheyyic olan insanın rahatı, yalnız sa'y ve cidaldedir.8  Bkz. Bedîüzzaman Said Nursi, Mektubat 2 Risalesi, 391.   Bedîüzzaman Said Nursi, İşaratü'l-İ'caz, 69.   Sizden biri, kendi nefsi için istediğini kardeşi için istemedikçe, iman etmiş olmaz. Müslim, İman, 71, 72; Buhari, İman, 7.   İsra Suresi, 11.   "Sizin en hayırlınız, başkalarına faydalı olanınızdır." Hadis-i Şerif   Bedîüzzaman Said Nursi, Sözler Risalesi, 38.   Hud Suresi, 112   Bedîüzzaman Said Nursi, Mektubat 2 Risalesi, 392.

İdare İdare 01 Ekim
Konu resmiBu Zamanda I'lâ-Yi Kelimetullah Maddeten Terakkiye Bağlıdır

Bu Zamanda I'lâ-Yi Kelimetullah Maddeten Terakkiye Bağlıdır İslâmiyet ifrat ve tefritten uzak, hemen hemen bütün kurallarında orta yolu tavsiye eden bir denge dinidir. Peygamberimiz İşlerin hayırlısı orta yollu (mutedil) olandır demekle buna işaret eder. İslâm'ın orta yolu tavsiye ettiği en mühim konulardan biri dünya ile âhiret arasındaki dengedir. O ne Yahudiler gibi bütünüyle dünyayı, ne de Hıristiyan ruhbanları gibi bütünüyle ibadet ve âhireti tavsiye eder. İslâm müntesiplerine hem dünya, hem de âhiret için çalışmalarını emreder. 1. MİLLETLER ARASI YARIŞ Bir Japon'la, Amerikalı ormanda yürüyorlarmış. Çok uzaktan kendilerine doğru gelmekte olan bir aslanı görmüşler. Japon hemen eğilip ayakkabılarını bağlamaya başlamış. Amerikalı müstehzi bir edayla Bu aslanı geçebileceğini mi zannediyorsun demiş. Japon Hayır demiş Aslanı geçemem. Fakat seni geçebilirim. Günümüz dünyasında bütün ülkeler arasında, siyasi ve –bilhassa- iktisadî alanda kıyasıya bir yarış var. Geride kalan mahvoluyor ve canavarlar tarafından yeniliyor. Canavarlara lokma olmamak, ancak önlerde olmakla mümkün. Kur'ân Ümmeti Muhammed'e Hayırlı işlerde (diğer ümmetlerle) yarışın! (Bakara, 148, Maide, 48) buyruğuyla, bu yarışta en önlerde yerimizi almamızı emretmektedir. Kur'ân'ın emrettiği ve mecbur olduğumuz bu yarışta şu anda neredeyiz ve nerede olmalıydık? 2. EKONOMİK CİHAD Kur'ân'ın çeşitli âyetlerinde mü'minler ehl-i küfre karşı can ve mallarıyla cihad etmekle emrolunmuşlardır. Mesela Sâf Suresi'nde şöyle buyrulur: Ey iman edenler! Sizi elemli bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Resulüne iman edip Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. (Saf: 9, 11) 1 Kur'ân'ın mal ile cihad emri diğer ifadeyle ekonomik savaş günümüzde, bedenen yapılan cihaddan daha büyük bir önem arz etmektedir. Bu gün adeta her şeyi belirleyen iktisadî faaliyetler ve iktisadî dengeler, Müslümanların da, bu ortamda aktif bir rol üstlenmelerini zaruri kılmaktadır. Olmak ve ölmek adeta buna bağlı. Ne yazık ki, günümüzde dünya çapında, başarılı ekonomik cihad yapan, Müslüman bir ülke göstermek neredeyse mümkün değildir. Bu yüzden ister istemez, Müslüman olmayan başka bir ülkeyi örnek göstermek zorunda kalıyoruz: Japonya'yı. İkinci dünya savaşı sonrasında bir Japon profesör şöyle diyordu Üniformalı bir ordu, tek ordu biçimi değildir. Bilimsel teknoloji ve işadamı giysileri ardında gizlenmiş savaşçı ruhumuz bizim yeraltındaki ordumuz olacaktır. Bu Japon-Amerikan savaşını, üniformanın iş adamının giysisine yenilgisi diye yorumlamak çok doğru olur. (Kontrolden Çıkmış Dünya, s. 131) Savaş sonrası stratejisini Ekonomik Savaş olarak belirleyen Japonya'nın geldiği çizgi, bütün dünya milletleri için ders alınacak niteliktedir. Japonlar, baştanbaşa yıkılmış, ağır tazminatlar ödemeye mahkum edilmiş ülkelerini, yirmi beş yıl içinde dünyanın en zengin ve ileri ülkelerinden biri haline getirmeyi başardılar. Günümüzde ise yaklaşık 4 trilyon dolarlık milli geliriyle Japonya ABD'den sonra dünyanın ikinci büyük milli ekonomisidir. İkinci Dünya Savaşı'ndan mağlup çıkan ve ülkeleri tamamen harabeye dönmüş olan Japonya ve Almanya'nın, şimdiki durumlarıyla -İkinci Dünya Savaşı'na girmeyen- Türkiye arasındaki uçurum, ister istemez bazı soruları akla getiriyor: Onlar niçin öyle, biz niçin böyleyiz? 3. DÜNYA VE ÂHİRET ARASINDAKİ DENGE İslâm dini dünya için çalışmayı yasaklamış veya zemmetmiş değildir. Fakat halk arasında çoğunlukla öyle zannedilir. İslâmiyet ifrat ve tefritten uzak, hemen hemen bütün kurallarında orta yolu tavsiye eden bir denge dinidir. Peygamberimiz İşlerin hayırlısı orta yollu (mutedil) olandır demekle buna işaret eder. İslâm'ın orta yolu tavsiye ettiği en mühim konulardan biri dünya ile âhiret arasındaki dengedir. O ne Yahudiler gibi bütünüyle dünyayı, ne de Hıristiyan ruhbanları gibi bütünüyle ibadet ve âhireti tavsiye eder. İslâm müntesiplerine hem dünya, hem de âhiret için çalışmalarını emreder. 4. ZENGİN Mİ OLALIM, FAKİR Mİ? Günümüzde İslâm'ı hâkim kılmak, Müslümanları içinde bulundukları felaketten kurtarmak istiyorsak, ekonomi alanında ileri gitmeli ve zengin olmalıyız. Üstad Bediüzzaman şöyle der: Herbir mü'min i'lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda [i'lâ-yı kelimetullahın] en büyük sebebi maddeten terakki etmektir. Zira ecnebîler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san'at silâhıyla i'lâ-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkârla cihad edeceğiz. Peygamberimizin bu konuya ışık tutacak bazı hadisleri de şöyle: İnsanlara öyle bir zaman gelecek ki; (o zamanda) kimin sarısı, beyazı (yani altını, gümüşü), yoksa yaşama hakkı olmayacaktır.  (Taberani, Ramuz, 6241) Ahir zaman olduğunda insanların mutlaka dinar ve dirhemi olması gerekir. Ta ki, kişi onlarla dinini ve dünyasını ayakta tutabilsin. (Kenzül ummal, hn, 6333. Taberani'den naklen) Fakirlik ashabım için saadettir. Fakat ahir zamanda mü'min için zenginlik saadet olacaktır. (Kenzül ummal, hn, 6338, Rafii'den naklen) Zengin olalım, fakat bu zenginliği helal, haram sınırlarına riâyet ederek elde etmeye çalışalım. Zengin olduktan sonra da, –sahabelerden Sa'lebe örneğinde olduğu gibi– şımarıp, gururlanmayalım, kibirlenmeyelim, Allah'ı unutmayalım. Kazandıklarımızı nefsanî arzular yolunda değil, İslâm'ı yüceltmek için kullanalım. Burada bazen yanlış anlaşılan İslâm'daki zühd, yani dünyaya değer vermeme hasleti hakkında da açıklama yapmamız gerekiyor. İslâmdaki zühd anlayışı, mal ve dünya sevgisini kalbe sokmamak demektir. Mal ve dünyayı bilfiil terk etmek değildir. (Üstadın ifadesiyle Dünyayı kesben değil, kalben terk etmektir.) Bu yüzden nefsine hâkim olarak, helaldan kazanıp, kazandığını da Allah yoluna harcayanlar için Peygamberimiz Salih mal, Salih kimse için ne güzeldir demiş, ama Allah'ı unutup, zenginliği asli maksat yapanlar için de "Altının, gümüşun, kulu olan kişiler kahrolsun! diye bedduâ etmiştir. Mevlana şöyle der: Ağzı kapalı testi, denizde yüzer. Fakat su içine girmeye başlayınca, onu dibe indirir. Abdülkadir Geylani de Dünyayı kalbinden at, sonra ister eline al, ister cebine koy, o sana zarar vermez der. Başka bir zat da şöyle der: Dünya kalbinde durup dururken, onu elinden çıkarmak zühd değildir. Gerçek zühd dünya elinde iken, onu kalbinden çıkarmaktır. Kur'ân iki zengin şahsı bize örnek olarak gösterir: Süleyman (as) ve Karun. Süleyman (as) Bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir saltanat ihsan et. (Sad: 35) diye duâ etmişti. Dünya malını istemek yanlış bir şey olsaydı, bir peygamber kimseye verilmeyecek kadar bir mülkü istemez, istese de Allah onu vermezdi. Tam tersine Allah onun duâsını kabul etti ve dünya tarihinde kimseye nasib olmayacak bir mülk ve saltanatı ona ihsan etti. Bu saltanat onu ne gururlandırdı, ne de Allah'ı ve âhireti unutturdu. Tam tersine, o, bu saltanatı Allah'ın dinine hizmette kullandı. Hakiki zühd mal sevgisini kalbe sokmamak olduğuna göre, Hz. Süleyman için zahid bir insandı diyebiliriz. Belkıs'ın tahtı yanına getirildiğinde o şöyle demişti: Bu, şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye, beni imtihan etmek için Rabbimin bir lütfudur. Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur; kim de nankörlük ederse, bilsin ki, Rabbim zengindir, kerîmdir  (Neml, 40) Dünya malını istemek ve sahip olmak yanlış değildir. Fakat zengin olunca azgınlaşmak yanlıştır. Buna en güzel örnek Karun'dur. Onun hakkındaki âyetlerin bir kısmı şöyle: "Karun, Musa'nın kavmindendi. Fakat o, onlara karşı serkeşlik etti. Biz, ona, öyle hazîneler verdik ki, anahtarlarını taşımak bile) güçlü kuvvetli büyük bir cemaate ağır geliyordu. O vakit, kavmi(nden Mü'min olanlar) ona; şöyle demişti: Şımarma! Çünkü Allah, şımarıkları, sevmez. Allâh(ın), sana verdiği (maldan harcayıp) âhiret yurdunu ara! Dünyadan, nasibini de, unutma! Allah'ın, sana ihsan ettiği gibi, sen de, (insanlara sadaka vererek) ihsanda bulun. Yer (yüzünde) de, fesat arama. Çünkü Allah, fesatçıları, sevmez. (Karun) dedi ki: Bu (servet), bana, ancak, bende olan ilimle (ilim sayesinde) verilmiştir." (Kasas, 76, 77) Karun Allah'ın verdiği nimetlerle azgınlaşmış, kibirlenmiş, Allah'ı ve âhireti umursamamış ve neticede yere batırılmıştır. Allah'ın zengin iki kulu; biri şükreden ve havada rüzgârla taşınan, diğeri de azgınlığından yere batırılan iki kişi. Eğer Hz. Süleyman (as) gibi zengin olunca Allah'ı unutmayacak, şükredecek, helale, harama dikkat edeceksek, zenginliğin bize faydası olur, zararı olmaz. Ama zengin olunca Karunlaşacaksak, İbrahim Edhem gibi o saltanatı terk etmek bizim için daha iyi olacaktır. 5. EKONOMİK SAVAŞ KURALLARI Millet olarak ekonomik bir seferberlik başlatmanın zamanı geldi, hatta geçiyor. Maddeten terakkiyi, nefsani arzuları tatmin için değil, Allah rızası için isteyenler ve bunu diğer milletlerle mücadelenin bir vasıtası olarak görenler, Türkiye'nin ve İslâm Âleminin geleceğini her yönden etkileyebilirler. Tabii ki bunun gerçekleşmesi için bazı noktalar üzerinde de durmalıyız. A. AHLÂK Îtikadın zayıflaması yüzünden büyük bir ahlâk erozyonu yaşıyoruz. Bu durum haliyle iktisadî hayata da yansıyor. Kamu veya özel bütün sektörlerde yolsuzluklar, rüşvet, zimmete para geçirme, ticari hayatta hileler, adeta hayatın normalleri arasına girdi. Ekonomik cihad, îtikad ve ahlâka istinad eder. Her şeyden evvel îtikad ve ahlâk alanında bir ıslahat yapılmalı, Allah korkusu, cennet, cehennem inancı kalplere yerleştirilmelidir. Allah korkusu kalplere yerleştirilmeden iktisadî durumu düzeltmenin imkânı yoktur. Allah korkusu kalplere yerleşirse, çalışma ve üretme ahlâkı, satma ahlâkı, tüketim ahlâkı, paylaşma ahlâkı da kolaylıkla halka yerleştirilebilir. Aynı zamanda rüşvet, zimmete para geçirme gibi çirkin işlerin de, vatan hainliğiyle aynı telakki edilmesi sağlanabilir. B. İKTİSAD MI ISRAF MI? İbn Haldun memleketleri, devletleri yıkan şeyin israf olduğunu Mukaddime'sinde tafsilatla anlatır. Üstad Bediüzzaman da şöyle der: İktisadsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükümet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medârı olan "san'at, ticaret, ziraat" tenakus eder. O millet de tedenni edip sukut eder, fakir düşer. (İktisat Risalesi) Bu gün ekonomik sıkıntılarımızın temelinde bu sorumsuz ve düşüncesiz israfın büyük bir rolü vardır. İsraf bizi öldürürken, düşmanlarımızı beslemektedir. Zengin ülkeler israfı teşvik ederler ve diğer ülkelerin israfıyla ayakta dururlar. Zaten kapitalizm demek bir cihette israf demektir. Kur'ân'da Saçıp savurma (israf etme). Çünkü saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridirler. (İsra, 26, 27) buyrularak, mü'minler israftan men edilmişlerdir. Peygamberimiz (asv) da Deniz kenarında bile suyu ısraf etme! der. C. ŞİRKETLEŞMELER Hem yapı, hem de ahlâk yönüyle sağlam şirketler, ekonomik seferberlikte en mühim ordumuz olabilir. Bu gün dünya üzerindeki ekonomik savaş, şirketlerin savaşı olarak cereyan etmektedir. Şirketlerin savaşı, orduların savaşını aratmıyor. Hatta çoğu zaman şirketler orduları yönlendiriyorlar. Müslümanlar da günümüzde şirketleşme yönüne gidiyorlar, fakat bu alanda bazı pürüzlerin, acemiliklerin, suistimallerin olduğu da bir gerçek. Müslüman görünen ve Müslüman halkın sermayesiyle ortaya çıkan, bir kısım holdinglerin durumları oldukça düşündürücü. Şu kudsi hadise bakalım: Allahu Teala buyurdu ki: Ben birbirlerine ihanet etmedikleri müddetçe, iki ortağın üçüncüsüyüm. Eğer birbirlerine ihanet ederlerse aralarından çıkarım.'' (Ebu Davud) Halkı kandırmayacak (ihanet etmeyecek), halkın parasıyla kendi egosunu tatmin etmeyecek, kaliteli mal üreterek, yabancı şirketlerle rekabet edecek, Müslümanların ekonomi alanında yüz akı olabilecek şirketlere, holdinglere ihtiyacımız var. D. ÇALIŞMA Türkiye insanının pek çok problemi olduğu doğrudur. Fakat bu problemlerin hiç biri halledilmeyecek cinsten değildir. Yeter ki, ümid, cesaret ve gayret olsun. Halkımızda eksik olan en mühim şeyler de bunlardır. İnsanı hareketli ve canlı kılan, insanın hedefi, idealidir. Milletimize milli bir hedef benimsetebilirsek ve ekonomik üstünlüğünde bu ideali gerçekleştirmenin en mühim yolu olduğuna inandırabilirsek, milletimizi çalışkan ve aktif hale getirebiliriz. Peygamberimiz şöyle buyurur: Allah (çalışıp, kazanan) sanat sahibi mü'min kulunu sever. E. GÜVEN, KALİTE Peygamberimiz Muhammedül Emindir. Ve yine peygamberimiz mü'mini tarif ederken güvenilen kişi olarak tarif etmiştir. Mü'minler bu vasıflarını ekonomi alanına da taşımalı, dünya çapında kaliteli ve güvenilir mallar üretmelidirler. Peygamberimiz şöyle buyurur:  Bizi aldatan bizden değildir. (Müslim) Doğru, güvenilir tacir, mahşerde peygamberler, sıddıklar ve şehidlerle beraberdir. (Tirmizi, Darimi) Muhakkak ki Allah Azze ve Celle sizden birisi bir iş yaptığında o işi sağlam yapmanızı sever. (Taberani. Mucemül Evsat, Ebu Ya'la, Beyhaki) Allah işini iyi yapana rahmet etsin! (İslâm Tarihi, M. Asım Köksal.) F. İSLÂM ORTAK PAZARI Peygamberimiz Medine'ye hicret ettiğinde Müslümanlarla Yahudiler aynı pazar yerini kullanıyorlardı. Peygamberimiz Müslümanları Yahudilerden ayırarak, onlara ait bir Pazar yeri oluşturdu. Peygamberimizin bu fiilinden yola çıkarak, bir milyarın üzerindeki Müslüman milletlerde, bir İslâm Ortak Pazarı oluşturmalıdırlar. Böylelikle başkalarının değil, Müslümanların kuvvetlenmesini sağlayabilirler. Mal ile cihad müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir. Elmalı Ebu Bekir Cessas'ın "Ahkâmı Kur'ân"ından naklen şöyle diyor: Mal ile cihad iki şekilde olur: Birisi malını, savaşta kendisine lazım olacak hayvan, silah alet ve edavat, araç gereç erzak vs. gibi levazım ve mühimmata sarfetmektir. Diğeri de öbür mücahitlerin ihtiyaçlarına harcamaktır. Eski müfessirlerin izahları yanlış değil elbette ama, değişen dünya şartlarına göre Mal ile cihadı değişik ve daha geniş manada anlamak ve uygulamak mecburiyetindeyiz. Sahabenin zenginleri hakkında bkz. İbn Haldun. Mukaddime. 1-580. MEB yy. Dünya ve âhiret arasındaki dengeyle ilgili hadisler Kendini hiç ölmeyecek zanneden kişinin çalışması gibi (dünya için) çalış, yarın öleceğini zanneden kişinin korkması gibi (günahlardan) kork. (Abdurrauf El-Münavi. Feyzül-Kadir, c.2, s.12, Mektebetül Ticariyyetül Kübra, Mısır, 1356, Kenzül Ummal, c.3, s.40, hn, 5379, Beyhaki, Askeri ve Ebu Nuaym'dan naklen.) Sizin hayırlınız dünyası için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyen ve insanlara yük olmayandır. (Kenzül Ummal, c.3, s.238, 6336) Âhireti için dünyasını, dünyası için âhiretini terk eden, ikisini de kazanıncaya kadar sizin hayırlınız değildir. Dünya âhirete ulaştırıcıdır. (Dünyayı terk ederek) insanlara yük olmayınız. (Kenzül Ummal, c.3, s.238, 6334)

Kudret UĞUR 01 Ekim
Konu resmiİslâm'ı Selb Etmek Haritadan
İbadet

Rum ili ikliminin havası bozulmuştu, Ruhum çok daralmıştı komünist safsatadan! Ateizm, Darwinizm en mühim ders olmuştu, Medreseler, mektepler, hep kalkmıştı ortadan! Sistemin reisleri rab ilan edilmişti, Hele biçare nisvan perişan edilmişti, Müslüman'a her memur gardiyan edilmişti, Bin beterdi memleket manen fasl-ı şitadan! Reisin sağ, solunda vardı birer Yahudi Onlardı telkin eden halka bud-u nebudu, Bunlardı tutuşturan bize nar-ı vugudu! Niyetleri İslâm'ı selb etmek haritadan! Daha nice tahribat sonra etti inzimam, Osmanlı'dan ne varsa mescit, türbe ve hamam, Neredeyse hepsinden alınmıştı intikam! Ahalimiz sanmıştı halas yok bu vartadan! Vâmık artık o günler tekrarlanmasın yalvar! Her cihetten hayata örülmüştü bir duvar! Fakat gelir gelmez hak, batılı hemen kovar! Yeter ki beşer dönsün bunca korkunç hatadan!

Zafer ENGİNSOY 01 Ekim
Konu resmiSultan-ül-Evliya Gavs-I A'zam Seyyid Abdülkadir-i Geylânî

Bedîüzzaman Hazretlerinin, Risâle-i Nur'un üstadlarından biri dediği Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece hârika bir keramete mazhardı ki, kâfirlerin bir kısmı demişler: "Biz İslâmiyeti kabul edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i Geylânî'yi de inkâr edemiyoruz." Hem evliyayı inkâr eden Vahhâbînin müfrit kısmı dahi Hazret-i Şeyhi inkâr edemiyorlar. Evliya, onun derece-i celâletine yetişemediği bütün ehl-i tarikatca teslim edilmiştir Peygamber Efendimizin (sav), "Ümmetimin alimleri İsrail oğullarının peygamberleri gibidir" hadis-i şerifinin bir mazharı olan Gavs-ı A'zam Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri, Güney Azerbaycan'ın Geylân eyaletine bağlı Nif Köyünde 1078 (H.471)de doğdu.  Doğduğu zaman Ramazan ayıydı ve O, Ramazan ayında oruç vakitlerinde annesini emmiyordu. Bu harikulade hadiseyi annesi şöyle anlatmıştır: "Oğlum Abdulkadir doğduğunda, Ramazan-ı Şerif başlamıştı. Birinci gün, imsak vaktinden güneş batıncaya kadar süt emmedi. Bu hali diğer günlerde de devam etti. Ramazan-ı Şerif boyunca gündüzleri hiç süt emmedi. Anladım ki, Ramazan-ı Şerife hürmet ediyor. Oruç tutuyordu." Asıl adı Muhyiddin Ebu Muhammed Abdulkadir Bin Ebi Salih Musa Zengidost El Geylani'dir. Soyu, baba tarafından Hazret-i Hasan'a (ra), anne tarafından Hz. Hüseyin'e (ra) dayanan Abdülkâdir Geylânî Hazretleri hem seyyid, hem de şerîfdir. Babası Ebu Salih, Abdulkadir-i Geylânî Hazretleri küçük yaştayken vefat etmiş. O da dedesi Essevmai'nin himayesinde büyümüştür. Dedesinin yanında temel İslâmi ilimleri okuduktan sonra, Bağdat'a giderek orada tahsiline devam etmiştir. Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri on sekiz yaşında Bağdat'a gelir. Buradaki âlimlerden ders almak suretiyle hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde yetişir. İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaâz ve ders vermeye başlar. Vaâzlarına gelenler medresesine sığmaz ve sokaklara taşmaya başlar. O'da açık havada derslerine devam eder. Kudsi bir deha sahibi olan bu mübarek zat, çok derin bir ilim sâhibi idi. On üç çeşit ilimde ders verirdi. Sabah ve ikindiden sonra tefsîr, hadîs ve fıkıh; öğleden sonraları Kur'ân-ı Kerîm ve kırâat dersleri okuturdu. Akşam ve sabah ise, usul-i fıkıh ile nahv, arabî cümle bilgisi verirdi. On civarındaki eserlerinin en meşhurları El-Gunye li-talibi tariki'l-hak ve Fütuhu'l-Gaybdır. Bedîüzzaman Hazretlerinin, Risâle-i Nur'un üstadlarından biri dediği Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece hârika bir keramete mazhardı ki, kâfirlerin bir kısmı demişler: "Biz İslâmiyeti kabul edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i Geylânî'yi de inkâr edemiyoruz." Hem evliyayı inkâr eden Vahhâbînin müfrit kısmı dahi Hazret-i Şeyhi inkâr edemiyorlar. Evliya, onun derece-i celâletine yetişemediği bütün ehl-i tarikatca teslim edilmiştir (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 151) Sultan-ül-Evliya makamına ulaşmış ve hamiyet-i İslâmiye ile zamanındaki padişahları titretmiş olan bu zâtın, maneviyattaki terakkisi, hayatı boyunca devam etmiştir. Hatta zamânındaki diğer evliyâ da kerâmet olarak ileride onun derecesinin yüksek olacağını haber vermişler. Şeyh Hammâd namında mübarek bir zat; "Şu genci görüyor musunuz? Bir zaman gelecek ayağı bütün velîlerin boynunda olacak, her velî ona itâat edecek." diye seneler öncesinden müjde vermiş. Şeyh Tacül Ârifîn Ebü'l-Vefâ Hazretleri Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri yanına gelince ayağa kalkar, yanındakilere; "Ayağa kalkın, evliyâdan biri geliyor." dermiş. Ona karşı bu şekilde iltifât etmesine hayret eden talebelerine; "Henüz zamânı var. Vakti gelince, okumuş, câhil herkes bu gence muhtâc olacak, onun feyzinden, mânevî ilminden faydalanacaktır..." der  ve Abdülkâdir-i Geylânî Hazretlerine dönüp; "Bugün söz bizim, fakat ilerde senin olacak. O zaman bu ihtiyarı hatırlarsın." diye hitâb edermiş. Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri, Cenâb-ı Hakk'ın Hayy ismine mazhar olması hasebiyle, bir ihsan-ı İlahî olarak, kendisine bu meyanda çok kerametler nasip olmuştur. Mesela; Bir zaman Gavs-ı A'zam Şeyh-i Hazret-i Geylânî'nin (ks) terbiyesinde, nazdar ihtiyare bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hüceyresine; bakmış ki, oğlu bir parça kuru siyah ekmek yiyor. O riyazetten zayıflamış vâlidesinin şefkatini celbetmiş. Validesi ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekva için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: "Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yiyorsun!" Hazret-i Şeyh tavuğa demiş: Kum Bi İznillah- Allah'ın izni ile kalk o pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı fırlamış. Hazret-i Gavs demiş: "Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin." (Lem'alar, s. 148)   Yine bir gün Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri, bir mahalleden geçerken bir müslümanla bir hıristiyanın münakaşa ettiklerini gördü. Sebebini sordu. Müslüman: Bu hıristiyan, ‘Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden üstündür.' diyor, ben ise bizim peygamberimizin üstün olduğunu söylüyorum. dedi. Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri, hıristiyana: İsa (as)'ın, Hz. Muhammed (asv) Efendimiz'den üstün olduğunu hangi delille isbat ediyorsun? buyurdu. Hıristiyan: Bizim peygamberimiz ölüyü diriltirdi. dedi. Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri: Ben peygamber değilim, sadece Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv)'a uyan bir müslümanım. Eğer ölüyü diriltirsem, Peygamber Efendimiz (asv)'a inanır mısın? buyurdu. Hıristiyan: İnanırım. dedi. Abdülkâdir Geylânî Hazretleri: Bana harab olmuş, eski bir kabir göster ve Peygamberimizin (a.s.v) üstünlüğünü gör. buyurdu. Eski bir kabir gösterdi. Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri,  kabre döndü ve: Allah'ın izni ile kalk. buyurdu. Kabir açıldı ve ölü dirilmiş olarak kabirden çıktı. Hıristiyan bu kerameti görünce, Peygamberimizin (asv) üstünlüğünü ikrar edip, Abdülkâdir Geylânî Hazretleri'nin, elinde müslüman oldu. Vefatından sonra da manevi tasarrufu devam eden dört büyük zattan, (Hayat bin Kays, Ma'ruf-ı Kerhî, Ukayl İbni Müncibî) biri olan Şah-ı Geylani, en büyük yardım edici, imdada koşan manasına gelen "Gavs-ı A'zam" olarak meşhur olmuştur. Gavs-ı A'zam'ın en çok imdadına yetiştiği, tasarruf ettiği zatlardan biri Bedîüzzaman Hazretleridir. Üstadımız,  üstadı Abdulkadir-i Geylânî Hazretlerinin kendine yaptığı binler himmetlerden birini şöyle anlatır: "Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemiz ve etrafında, ahali Nakşî Tarikatında idiler. Oraca meşhur Gavs-ı Hîzan namiyle bir zattan istimdad ediyorlardı, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak "Yâ Gavs-ı Geylanî" derdim. Çocukluk itibariyle elimden  ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, "Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur." derdim acibdir ve yemin ediyorum, bin def'a böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasiyle imdadıma yetişmiştir. Onun için bütün hayatımda umumiyetle fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zât-ı Risaletten (asm) sonra Şeyh-i Geylânî'ye hediye ediyordum. (Sikke-i Tasdik-i gaybî, s. 145) Dört büyük kutuptan, (Seyyid Ahmed Bedevi, Seyyid İbrahim Desukî, Seyyid Ahmed Rufâî) biri olan Abdulkadir-i Geylânî Hazretleri, kutbiyet, ferdiyet ve gavsiyet gibi bütün manevi makamları kendisinde cem etmiştir. Hiçbir şahsı merci yapmadan, doğrudan doğruya Kur'ân-ı Azimüşşan'dan ders almıştır. "Ferdiyet" denilen ve çok az kişinin mazhar olduğu bu ihsan-ı İlahiye'ye asrımızda, Kur'ân-ı Kerîm'in i'cazlı tefsiri olan Risâle-i Nur ve onun müellifi mazhar olmuştur. Gavs-ı Azam'ın en önemli hususiyetlerinden birisi de gaybdan, özellikle istikbalden haberler vermesidir. Allah'ın bildirmesiyle, bazı vakitlerde mazi ve müstakbeli hazır zaman gibi müşahede etmiş, Kur'ân ve iman hizmetinde bulunanlara müjdeli haberler vermiştir. Şah-ı Geylânî gaybten haber verdiği manzum bir eserinde, kendinden dokuzyüz sene sonrasına bakıyor. Ahirzamanda gelecek olan Bedîüzzaman Hazretlerine ve talebelerine açık bir şekilde ve ismen işaret ediyor. Mecmuatü'l-Ahzâb adlı eserin birinci cildinin 562. sayfasındaki bölümlerde, ilgili bilgiler mevcuttur. Bu işaretlerden bazıları şunlardır: "Ondördüncü asırda "El-Kürdî" lâkabiyle yâdedilen Molla Said, benim müridimdir. O fitne ve belâ asrının her şer ve fitnesinden, Allah'ın izniyle ve havl-i kuvvetiyle onun muhafızıyım." (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 153) Gavs-ı Azam, asırlar ötesinden verdiği haberlerle, hem Bedîüzzaman'la, hem de Risâle-i Nurla alakadar olduğunu göstermiştir. Ehl-i zındıkanın bütün takibat, tazyik, işkence, hapis gibi baskı ve engellemelerine rağmen Üstad Bedîüzzaman ve talebeleri, Cenâb-ı Hakk'ın inayeti ile muvaffak olması, Gavs-ı Azam'ın (k.) Risâle-i Nur ve müellifi Bedîüzzaman Hazretleriyle ilgili kerametlerini teyid etmektedir. Risâle-i Nur talebelerini, hârika keramet-i gaybiyesiyle himâyetkârane teselli edip, hizmetlerini manen alkışlayan Hazret-i Gavs-ı A'zam Abdulkadir-i Geylânî (ks) heybetli  bir zat idi. Az konuşur, çok sükut eder, konuştuğunda gâyet câzib, açık ve net konuşurdu. Şahsı için kızmaz ancak  "din" hususunda aslâ tâviz vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; "Ondan daha kerîm ve lütufkâr kimse olamaz." kanâati hâkim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alâkasını muhâfaza ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi. Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıyâ onun vâsıtasıyla tövbe etti. Köleleri satın alıp, âzâd ederdi. Verdiği sözü tutar, kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Onu gören tesiri altında kalır, mübârek biri olduğunu hisseder, kalbi katı ise, yumuşardı. Baz-ül-eşheb ferd-i ferîd-i deveran, Gavs-ı A'zam Cenâb-ı Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri, uzun ve verimli geçen bir hayatın sonunda ağır bir hastalığa yakalandı ve  561'de (1165) Bağdat'ta  "Allahümme refîk al a'lâ." deyip; "Size geliyorum, size geliyorum." Buyurarak habibine kavuştu. Allah şefaatine nail olanlardan eylesin.

İdare İdare 01 Ekim
Konu resmiKuantum Fiziği ve Risâle-i Nur

Bilhassa bu son ifadelerdeki tahavvülat, harekât ve izhtizazat terimleri ise bize çok şey söylemektedir. Bedîüzzaman Hazretleri burada açıkça Sicim Teorisinde ifade edilen parçacıkların dalgalanmalarından, titreşimlerinden bahsetmektedir. Bilhassa ihtizazat kelimesi hafif titremeler, deprenmeler, harekete geçmeler, sallanmalar anlamına gelmektedir ki Bedîüzzaman, Kuantum Fiziğinin maddelerin titreşim halindeki zerrelerden oluştuğu görüşüne benzer bir ifade ortaya koymuştur. Üstelik Sicim Teorisinin 1960'lardan sonra geliştirildiği düşünülürse, Bedîüzzaman'ın parçacıklar hakkında bu denli tutarlı görüşler ortaya koyması onun bilimsel düşünme gücünü de açıkça ortaya koymaktadır. Böyle bir dehanın kendi öz vatanında, resmi çevreler tarafından, sanki hiç yaşamamış gibi görmezden gelinmesi, oldukça acıdır. Fizik bilimi kısaca Madde ve madde bileşenlerini inceleyen, aynı zamanda bunların etkileşimlerini açıklamaya çalışan bir bilim dalı(1)  olarak tanımlanabilir. İmani bakış açısıyla yani Bedîüzzaman'ın da ifadeleriyle mânâ-yı harfi ile bakıldığında Fizik bilim dalı, maddeyi yoktan var eden; nesneleri gâyet kemal ve nihâyet cemalle şekilden şekle sokan Yüce Yaratıcıyı anlatan bir daldır. Bakın Bedîüzzaman Hazretleri bu gerçeği Risâle-i Nur Külliyatı'nda nasıl ortaya koyuyor:  Demek o maddeler kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur; tarla kimin ise, mahsulât da onundur; deniz kimin ise, içindekiler de onundur. (Yirmi İkinci Söz) Sizin okuduğunuz fenlerden her bir fen, kendi lisân-ı mahsusuyla, mütemâdiyen Allah'tan bahsedip, Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz. (On Üçüncü Söz) İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyâsıyla ve hususi aynasıyla ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla, bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâlini esmâsıyla bildirir; sıfâtını, kemâlâtını tanıttırır. (On Üçüncü Söz) Bir mü'min ve Müslüman olarak kâinatı bu bakış açısının dışında anlamlandırmamız imkânsızdır. En basit ifadeyle bir kitap kâtipsiz olmadığı gibi bu kâinat kitabı da Yaratıcısız olamaz şeklinde dillendirebileceğimiz mantıki önerme, aslında kâinatın var oluş sırrını da açıklayan anlamlı bir cevap olmaktadır. Asrımızın büyük mütefekkirlerinden olan Bedîüzzaman'ın bilim anlayışı bu şekildedir. Ona göre bütün ilimlerin üss-ül esası iman-ı billahtır ki, bu inanış aslında bütün Kutsal Kitapların va'z ettiği hakîkatin tam da kendisidir. BEDÎÜZZAMAN VE KUANTUM FİZİĞİ Bilim bayrağını, Kur'ân'ın ruhundan uzaklaşan Müslümanların elinden alan Batı dünyası, çeşitli beşeri ideolojilerin de etkisiyle kâinatın anlamsız, hikmetsiz maddeler yığını olduğunu iddia ediyordu. Bu görüşe göre, her şey tesadüfen oluşuyordu. Kâinatın bir Yaratıcısı olduğunu savunmak Comte'un geliştirdiği ‘bilim dini'ne oldukça tersti. Güya böyle bir iddia bilimden, bilimsellikten uzaklaşmak olacaktı. Batı, inanç açısından bu denli sükutta olmasına rağmen, gerçekleştirilen bilimsel araştırmalar oldukça yoğundu. Bu yoğun araştırmalar 20. yy'da meyvelerini vermeye başladı. İlk olarak 1900 yılında Alman Fizikçi Max Planck Kuantum Mekaniğini keşfetti. Bu teoriye göre bütün maddelerin kendilerine has bir titreşimleri vardı. Kuantlar düzeyindeki en küçük maddelerde yani zerrelerde bile bu hareketler görülüyordu. Her bir maddenin kendine özgü bir frekansı ve bu frekansa uygun bir radyasyon salınımı gerçekleşiyordu. Kuantum Fiziği alanındaki çalışmalar günümüze gelene kadar gelişerek, zenginleşerek devam etti. Schrödinger adlı bilginin geliştirdiği Kedi Modeli bu teoriyi açıklamak için oldukça anlamlıydı. Bilginin 1935'li yıllarda ortaya koyduğu bu tefekkürî deney, kısaca şöyle ifade edilebilir: Sağlıklı bir kedi hava alan bir kutu içine konur. Kutuya özel bir mekanizması olan zehirli bir gaz şişesi yerleştirilir. Bu gazın şişeden kutuya yayılmasını sağlayacak mekanizma radyoaktif bir mikroskobik zerre (kuant) ile kontrol edilir. Bu gözle görülmeyen zerre kuantum fiziği yasalarına tâbidir ve aynı anda farklı yerlerde, görevlerde olabilmektedir. Kedinin yaşamı da bu zerrenin içinde bulunacağı çeşitli ihtimal seçeneklerine bağlanmıştır. Buna göre 1 saat sonra kedinin canlı ve ölü olma olasılıkları eşit olarak kabul edilmektedir.(2) Bu deneyden anlamamız gereken şudur. Bir madde aynı anda başka yerlerde, başka zamanlarda, başka durumlarda olabilir. Bütün olasılıklar eşittir.  Her şey hem vardır, hem de yoktur. Kuantum Fiziğinden yola çıkarak en dikkat çekici teoriyi geliştiren kişi Stephan Hawking'tir. Hawking, Her Şeyin Teorisi olarak adlandırılan teoriyi geliştirmek için çeşitli bilimsel görüşler ortaya atmıştır. Onun bazı görüşlerinin Risâle-i Nur'da ifade edilen pek çok hakîkatle paralellik göstermesi gerçekten şaşırtıcıdır. Bu durum Bedîüzzaman Hazretlerinin yüksek dehasını göstermekle birlikte, bir Kur'ân Tefsiri olan Risâle-i Nur'un, Kur'ân-ı Kerîm âyetlerindeki bu asra bakan mucizeleri nasıl yansıttığını da ortaya koymaktadır.  Risâle-i Nur'da sıklıkla kullanılan ‘mümkinat', ‘imkân' ıstılahları ilk bakışta sadece Kelam ilminin alnına giren Hudus ve İmkân delillerini ifade ediyor olarak düşünülebilir. Ancak söz, bağlamına uygun yani mukteza-yı hale mutabık bir şekilde anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bu durumda Bedîüzzaman Hazretleri mümkinat kavramıyla kâinatta gerçekleşmiş ya da gerçekleşmemiş bütün olasılıkları da kastetmektedir. Bu durumda Bedîüzzaman'ın görüşleriyle Kuantum Fiziği arasında bir paralellik göze çarpmaktadır; işte birkaç örnek: O Kadîr, bütün istikbâlin, bütün mümkinâtın icâdına, bütün acâibinin izhârına muktedirdir. (Onuncu Söz) Mümkinâtın (bütün imkanların)  vücud ve ademinin (varlık ve yokluğunun) müsâvâtından (eşitliğinden) ibâret olan imkânındaki muvâzenesi (dengesi) sırrıyla, az çok, büyük küçük Ona müsâvi olduğu gibi, bütün insanları birtek insan gibi bir sayha ile haşre getirebilir (Onuncu Söz)  Focus dergisinde geçen, Bedîüzzaman'ın yukarıdaki ifadelerini andıran şu görüşlere bir dikkat edelim: Hawking, "hiçlik" ile "varlık" arasındaki geçiş anının aydınlatılmasının, "Tanrı'nın planı"nı ortaya çıkarmak anlamına geldiğini düşünüyor.  Yine Schrödinger'in Kedi deneyinde ortaya konulan bir şeyin hem var hem de yok oluşunun eşit imkânda olduğu gerçeği Bedîüzzaman'ın: Mümkinâtın (bütün imkanların)  vücud ve ademinin (varlık ve yokluğunun) müsâvâtından (eşitliğinden) ibâret olan imkânındaki muvâzenesi   ifadelerinde açıkça kendini gösteriyor. Yani Bedîüzzaman'ın bu gibi pek çok ifadelerinin Kuantum fiziğinin kâinat hakkındaki görüşleri bilinmeden anlaşılmasının çok da mümkün olmayacağı sanırım anlaşılmıştır. Ancak Kuantum Fiziğinin İslam âlimlerinin görüşlerinden etkilenilerek geliştirilmiş olma olasılığını da göz ardı edemeyiz. Eskiden beri İslam Bilginleri imkân delilini kullanıyorlardı. Leyse fi'l imkanu ebda'u mimma Kâne (Bütün olanların olduklarından daha güzel bir şekilde olmalarının imkânı yoktur) özlü sözü, bu İslam Bilginlerinin imkân hakkındaki yoğun tefekkürleri sonucunda söylenilmiş bir sözdür. Atomun bölünebilir bir cüz olduğunu söyleyenler de, diğer bazı bilimsel keşifleri ilk olarak yapanlar da aynı bilginler değiller midir? Hawking aslında bütün kâinatın üç boyutlu bir parçacık olduğunu savunuyordu. Kâinatımız hareket halindeki pek çok kâinatla birlikte hareket etmektedir. Ayrıca ona göre bütün kâinat Hologram benzeri bir yansımadan oluşmuştur: Büyük Patlama'nın ardından, zaman boyutu ile üç tane uzaysal (uzunluk, genişlik, yükseklik) boyut açılarak kozmik büyüklüğe dönüştü. Kalan yedi boyut, konumlarını değiştirmeden, yani sicim kadar bir alanı kaplayacak büyüklükte, bir gonca gibi sarılı olarak kaldılar. Bilim adamına göre, böyle yedi boyutlu bir yumak, evrenin her noktasında mevcut. Hawking, bu noktada kendi kendine şu soruyu sormuş: "Üstünde yaşadığımız Dünya nasıl yorumlanmalı?" Yanıtını ise şöyle vermiş: "Bizim gözlemleyebildiğimiz evren, belki de hiper uzayda süzülen üç boyutlu bir bran'dan öte bir şey değil. Ve evrenimiz bu uzayın içinde yalnız değil. Çünkü sürekli yeni evrenler, yeni bran'lar doğuyor. Hologramlarda, doğru açıdan bakıldığında, iki boyutlu bir yüzeyde, üç boyutlu bir nesnenin görüntüsü fark ediliyor. Başka bir deyişle, daha yüksek boyuttaki bilgiler, daha düşük boyuttaki bir oluşumun içine kodlanıyor. Öyleyse, üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya tarafından üretilmiş olabilir mi? Ya da bir paralel dünyanın sadece yansıması olabilir miyiz? Hawking'e göre bu soruların yanıtı evet! Bedîüzzaman'ın aşağıdaki ifadeleri yukarıdaki görüşlerle bir arada bir kere daha okunduğunda, onun bazı çevrelerce kasıtlı olarak örtülmeye çalışılan ilmi dehası bir kere daha anlaşılacaktır: Mesela şu menzilin dört duvarında dört tane endam aynası bulunsa, her ne kadar o menzil öteki üç aynayla beraber irtisam ediyor; fakat herbir ayna kendinin heyetine ve rengine göre eşyayı kendi içinde ihtiva eyler, kendine mahsus misalî bir menzil hükmündedir. İşte, şimdi iki adam o menzile girse, birisi bir tek aynaya bakar, der ki: "Her şey bunun içindedir." Başka aynaları ve aynaların içlerindeki suretleri işittiği vakit, mesmuâtını o tek aynadaki, iki derece gölge olmuş, hakîkati küçülmüş, tagayyür etmiş o aynanın küçük bir köşesinde tatbik eder. Hem der: "Ben öyle görüyorum, öyleyse hakîkat böyledir." Diğer adam ona der ki: "Evet, sen görüyorsun, gördüğün haktır. Fakat vakide ve nefsü'l emirde hakîkatin hakikî sureti öyle değil. Senin dikkat ettiğin ayna gibi daha başka her bir ayna içinde aynalar var; gördüğün kadar küçücük, gölgenin gölgesi değiller (On Sekizinci Mektup) Bedîüzzaman'ın dört endam aynasıyla ile içinde bulunduğumuz (yükseklik, genişlik, derinlik, zaman) boyutlara işaret ettiğini düşünebiliriz. Bu örnekle içi içe geçmiş aynalardaki sınırsız görüntüler gibi, kâinatta iç içe geçmiş boyutların da varlığı ortaya konmaktadır.  Mümkinâtta zıdlar birbirine girebilmiş; mertebeler tevellüd ederek, ihtilâfât ile tegayyürât-ı âlem neş'et etmiştir. Mâdem ki kudret-i ezeliyede merâtib olamaz; öyle ise, makdurât dahi, bizzarure kudrete nisbeti bir olur; en büyük en küçüğe müsâvi ve zerreler yıldızlara emsâl olur. (Yirmi Dokuzuncu Söz) Evet, herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var. Âdetâ zîşuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususî âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir aynası bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa, herkes bir nevi saraya, aynası içinde sahip olur. Öyle de, herkesin hususî bir dünyası var. Tahavvülât-ı zerrât………kelimât-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve mânidar ihtizâzâttır. (Otuzuncu Söz) Bilhassa bu son ifadelerdeki tahavvülat, harekât ve izhtizazat terimleri ise bize çok şey söylemektedir. Bedîüzzaman Hazretleri burada açıkça Sicim Teorisinde ifade edilen parçacıkların dalgalanmalarından, titreşimlerinden bahsetmektedir. Bilhassa ihtizazat kelimesi hafif titremeler, deprenmeler, harekete geçmeler, sallanmalar anlamına gelmektedir ki Bedîüzzaman, Kuantum Fiziğinin maddelerin titreşim halindeki zerrelerden oluştuğu görüşüne benzer bir ifade ortaya koymuştur. Üstelik Sicim Teorisinin 1960'lardan sonra geliştirildiği düşünülürse, Bedîüzzaman'ın parçacıklar hakkında bu denli tutarlı görüşler ortaya koyması onun bilimsel düşünme gücünü de açıkça ortaya koymaktadır. Böyle bir dehanın kendi öz vatanında, resmi çevreler tarafından, sanki hiç yaşamamış gibi görmezden gelinmesi, oldukça acıdır. Şu da bir gerçektir ki, Batı, daha önce Müslümanların geliştirdiği ilmi mahsulâtı halen kendine mal etmektedir. Bunda bizim tembelliğimizin ve vurdumduymazlığımızın büyük payının olduğu aşikârdır. Daha derin bir araştırma yapıldığında görülecektir ki, Kuantum Fiziği, İslam bilginlerinin görüşlerinden beslenmektedir. Bilhassa Hawking'in bilimsel çalışmalarında bu açıkça görülmektedir: Öyleyse, üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya tarafından üretilmiş olabilir mi? Ya da bir paralel dünyanın sadece yansıması olabilir miyiz? Hawking'e göre bu soruların yanıtı evet. Hawking'in bu sözlerinde, açıkça İslam dininin tecelliyat-ı esma-yı ilahiye inanışının yansımalarını görmek mümkündür. Risâle-i Nur'un adeta bayraklaştırdığı ve bütün dünyaya tanıttığı bu hakîkat, bütün kâinatın Allah'ın isimlerinin yansımalarından ibaret olduğunu ortaya koyar. Kâinatta görünen her şey Allah'ın isimlerinin ve sıfatlarının yansımalarının basit birer gölgesidir. Risâle-i Nur bu konuya geniş yer ayırır. Biz Onuncu Söz'den bir örnekle konuya açıklık getirmeye çalışalım: Evet, şu hafîziyetin (muhafaza ediciliğin) bu surette tecellîsinden (yansımasından) anlaşılıyor ki, şu mevcudâtın (varlıkların) Mâliki, mülkünde cereyan eden her şeyin inzibâtına büyük bir ihtimâmı var (ehemmiyet veriyor) Hem, hâkimiyet vazifesinde nihâyet derecede dikkat eder. O derece ki, en küçük bir hâdiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdırır. Mülkünde cereyan eden her şeyin suretini müteaddit (çeşitli)  şeylerde hıfzeder (kaydeder) (Onuncu Söz) Bu durumda, Hawking'in aşağıdaki ifadeleri, Risâle-i Nur'un ve İslam Âlimlerinin ortaya koyduğu tecelli-yi esmâ hakîkatinin bilim diliyle ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Öyleyse, üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya tarafından üretilmiş olabilir mi? Ya da bir paralel dünyanın sadece yansıması olabilir miyiz? Hawking'e göre bu soruların yanıtı evet. Elbette bu konuyla ilgili söylenebilecek ciltler dolusu söz var. Biz bu çalışmamızla bazı hakîkatlere dikkat çekmeye çalıştık. İşin geri kalanını bilim adamlarımıza bırakıyoruz. Kendi bağrımızda yetişen hazinelerin farkına varmamızın zamanı geldi de geçiyor. Yapılacak her türlü bilimsel araştırma için Risâle-i Nur gibi Kur'ân tefsirleri ilham kaynağı olabilir. Bu asırda bilhassa Fizik alanında yapılan keşiflerin büyük bir çoğunluğunun Kutsal Kitaplardan ilham alınarak gerçekleştirildiği düşünülürse, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Kutsal Kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'in esaslı bir tefsiri olan Risâle-i Nur ise bu konuda eşsiz bir hazinedir. İçinde daha keşfedilmeyi bekleyen yüzlerce ilmi hakîkat vardır. Çünkü onun tefsir ettiği Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın kelamıdır. Gaflet uykusunda uyumaya devam eder, bilimsel çalışmalar yapmazsak elbette batılılar elimizdeki bu hazinenin de farkına varacaklardır. Ancak yapacağımız çalışmalarda seküler dünyadan farklı olarak Allah'ın isim ve sıfatlarını tanımayı gaye edinmemiz gerekiyor. Bu sayede Allah'ın isim ve sıfatlarının güzelliklerini keşfederken, dünyayı da imar etmenin keyfini yaşayacağız. Asıl mükâfatımız ise, Yüce Allah'ın biz günahkâr kullarından Râzı olması olacaktır. KAYNAKLAR: http://www.fizikdosyasi.com/fiziknedir.htm     Saçlıoğlu, Cihan; Bilim ve Teknik, 325. sayı, 16.sh) http://www.focusdergisi.com.tr/bilim/00151/     Risâle-i Nur Külliyatı

İdare İdare 01 Ekim
Konu resmiBen annemin rüyasıyım, Rüya meselesi (2)
Risale-i Nur

Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: Sizden hanginiz en doğru sözlü ise onun rüyası da en doğrudur. Buradaki doğru sözlü den ifade edilen yalan söylemeyen, gıybet etmeyen, sözünde duran, dosdoğru olan insanlardır. Resul-ü Ekrem Efendimiz (asv), yalanların en büyüğü, görmediği rüyayı görmüş gibi anlatmaktır buyurmuştur. Dolayısıyla sâdık rüya insanın şahsiyeti ve yaşayışıyla alakalıdır. Bir insan ne kadar doğru sözlü ve düzgün bir insan olursa o derece hadis-i şerifteki nübüvvetin 40 cüzünden biri olabilecek rüyalar görebilir. Bedîüzzaman Hazretleri (ra) rüyanın, Hem herkes için, âlem-i şehadet içinde, âlem-i gayba bakan bir penceredir. Güzel ahlâklı, güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhaları görür. Fena ahlâklı fena düşündüğünden, fena levhaları görür buyurmaktadır. Bu görüşüne bir delil olarak da buyurmaktadır ki Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bidâyet-i vahiyde (Vahiy gelmeye başlamadan önce) gördüğü rü'yalar; subhun inkişafı (sabahın açığa çıkması gibi) gibi zâhir, açık, doğru çıkıyordu.Her rüya herkes tarafından aynı mânâ ile tabir edilecektir gibi bir durum söz konusu değildir. Herkesin kendi hayatında tecrübe ettiği şeyler onların kendi rüya tabiri kitabıdır. Kimi su görür, bunu tezliğe (aceleciliğe), kimi yediği bir şeyi bir başka anlama, hayatında tanıdığı kötü insanları görmesini, işlerinin kötü gideceğine yorar. Bu gibi işaretler herkesin kendi hayatına ait özel işaretlerdir. Rüyadaki hakîkatler bu işaretlere göre gelir o nedenle tabirlerde çok dikkatli olunmalıdır. Habîb-i Zîşan Efendimiz (asm) rüyadaki hakîkatlere binaen Ben annemin rüyasıyım derken görülen bir rüya üzerine konuşmuştur. Hz. Âmine validemiz rüyada kendisine: Ey Âmine! Sen bu ümmetin efendisine hâmilesin! Dünyâyı şereflendirdiği zaman ‘Her hasetçinin şerrinden O'nu tek olan Allâh'a havâle ederim' diye duâ et ve O'na Muhammed ismini ver! diye seslenildiğini işitti.1 Bunun içindir ki, Allâh Resulü sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır Ben, ceddim İbrâhîm (a.s)'in duâsı, kardeşim Îsâ (a.s)'nın müjdesi ve annemin rüyâsıyım. 2 RÜYA NE ZAMAN TAHAKKUK EDER Rüyaların tahakkuku meselesi Cenâb-ı Hakkın (cc) takdiridir. Rüyayı veren O'dur. Ne zaman tahakkuk edeceği de O'nun tasarrufuna aittir. Hemen ertesi gün tahakkuk edebileceği gibi yıllar sonra da olabilir. Bu rabbimizin ilmindedir. Öyle ki insan ta gençliğinde, hayatının son günlerinde tahakkuk edecek bir hakîkati de rüyasında görebilir. Fetih Suresi'nde Rabbimiz; Yemin olsun ki Allah, Resulünün rüyasının hak olduğunu tasdik etmiştir. Yemin olsun ki eğer Allah dilerse, siz emniyet içinde, saçlarınızı kazıtmış ve kısaltmış olarak Mescid-i Haram'a gireceksiniz, korkmayacaksınız. Allah sizin bilmediklerinizi bildi de ondan (Mekke'nin fethinden) önce size, yakın bir fetih (Hayberin fethini) verdi3 buyuruyor. Bu rüyaya konu olan hâdisede Resulüllah (asv) Efendimiz Hudeybiye Seferi'ne çıkmadan önce rüyasında Mekke'ye ashâbı ile birlikte emniyet içinde başlarını tıraş ederek girdiklerini görmüş ve bunu ashâbına haber vermişti. Ashâb-ı kiram buna çok sevinmişlerdi. Hudeybiye'de alıkonulup geri döndükleri zaman bu durum onları çok üzmüştü. Bazı münafıklar da şüpheye düşüp dedikodu çıkarmaya başladılar. Rüya ise ondan sonraki yılda tahakkuk etmiştir.4 Ashâb-ı Kiram rüyadaki hakîkatin hemen gerçekleşmesini beklemiş ve bazı üzücü konuşmalar olmuş ama rüya bir yıl sonra gerçekleşmiş ve âyetteki hal vuku bulmuştur. Demek rüyanın kendisi ve hakîkatleri ayrı, rüyanın tahakkuk etmesi ve vuku bulması ayrıdır. Bu konuda takdirin rüyayı verene bırakılması da en güzel olan bir davranıştır. Halk arasında saliha bir kadın çok ilerlemiş yaşına rağmen bir gün rüyasında 8 çocuğundan sonra kendisinin ve en küçük kız çocuğunun boynunda altın ‘beşi birlik' (altından bir kolye) görmüş. Bu annemiz ne zaman boynunda ‘beşi birlik' görse bir erkek çocuğu olurmuş. Rüya kendisini çok düşündürmüş ancak rüyada gördüğü kız çocuğu 4 yaşında ve kendisinin de 40 küsur yaşında olmasından dolayı hayırdır inşallah demiş. Zaman sonra kendisinin ileri yaşına rağmen bir erkek çocuğu olmuş ve rüya kendisi için erken tahakkuk etmiş, rüyada gördüğü kızının da 20 sene sonra bir erkek çocuğu dünyaya gelmiş. Hem de ailede ilk evlenen çocuğu olarak. Ona da rüya 20 yıla yakın sonra tahakkuk etmiş. İHTİYACA BİNAEN VERİLEN RÜYALAR Günümüzde İslâmi değerlere karşı oluşturulan önyargı ile özellikle İslâm ve Kur'ân hakîkatlerine meyil eden insanlara karşı ciddi mânâda bir tepki ve bir mahalle baskısı söz konusudur. Alaycı ifadeler, hafife almalar, aşağı görmeler, laf işittirmeler… İşte çok güzel teşvik edici rüyalar genelde bu yıllarda görülür. Birçok insan çok sadık, güzel rüyalar görürler ki Rabbleri onlara Kınayıcıların kınamalarından çekinme, sen hayırlı ve doğru bir hal üzeresin! mesajını verir. Ta ki bu ihtiyaç azalana ve kişinin imanı kavî olana kadar. Burada insanın bilmesi gereken kendisine bir teşvik cihetiyle bu rüyaların verildiğidir. Daha sonra rüyaların kesilmesi, ihtiyacın azaldığı içindir. Sahâbe-i Kiramdan Halid bin Said (r.a), babası Kureyşin önde gelen inkârcılarından Ebu Uhayha ile sıkıntı yaşarken, bir gece rüyada, büyük bir ateş çukurunun kenarında durduğunu ve babasının onu ateşin içine itip düşürmek ister gibi davrandığını, Rasulullâh sallâllâhu aleyhi ve sellemin ise onu hemen belinden kavrayarak ateşin içine düşmekten kurtardığını gördü. Korkuyla uyandığında kendi kendine: Allâh'a yemin ederim ki, bu hak bir rüyâdır! dedi ve Hazret-i Ebu Bekr'in delâletiyle Peygamber Efendimiz'in yanına giderek İslâm'la şereflendi. 5 Yine ihtiyaca binaen Müslümanların namaza davet konusunda kendi aralarında mütalaa ettikleri ve bir işaret aradıkları zamanda daha sonra Sahib-ül Ezan diye anılacak Abdullah İbni Zeyd (ra) bir gece rüyasında değişik kelimelerle bir takım sözler işitti. Sabah erkenden İki Cihan Güneşi Efendimiz'in huzuruna geldi ve rüyasını heyecanla anlattı. Rüya şöyle idi: Üzerinde iki kat (alt ve üst) yeşil elbise bulunan biri yanıma geldi. Elinde bir de nâkus (çan) vardı. Ona: Elindeki çanı satar mısın? dedim. O da: Ne yapacaksın? diye sordu. Bende: Namaz vakitlerini bildirmek için çalacağım dedim. O kişi bana: Ben sana daha hayırlısını tarif edeyim. dedi. Kıbleye karşı durdu ve yüksek sesle Allahu Ekber diye başlayarak ezanı bütünüyle okudu. Sonra biraz durdu; ezan cümlelerini bir daha okudu. Aynı kelimeleri tekrar etti. Sonuna doğru iki defa Kad kâmetis salâh dedi. Bu cümleyi ilâve etti. Abdullah İbni Zeyd (ra) bu şekilde rüyasını anlatınca Resul-i Ekrem (sav) efendimiz: Bu sâdık bir rüyadır. Hak, gerçek bir rüyadır. Onu Bilâl'e öğret. Onun sesi seninkinden daha gürdür. buyurdu. Ezan'da geçen, cümleleri, sözleri Bilâl (ra)'a öğretmesini buyurdu. O da Bilâl (ra)'e aynı kelimelerle bugün okunmakta olan ezânı öğretti. RÜYA - DOĞRU SÖZ Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: Sizden hanginiz en doğru sözlü ise onun rüyası da en doğrudur. 6 Buradaki doğru sözlü den ifade edilen yalan söylemeyen, gıybet etmeyen, sözünde duran, dosdoğru olan insanlardır. Resul-ü Ekrem Efendimiz (asv), yalanların en büyüğü, görmediği rüyayı görmüş gibi anlatmaktır"7 buyurmuştur. Dolayısıyla sâdık rüya insanın şahsiyeti ve yaşayışıyla alakalıdır. Bir insan ne kadar doğru sözlü ve düzgün bir insan olursa o derece hadis-i şerifteki nübüvvetin 40 cüzünden biri olabilecek rüyalar görebilir. Yoksa herkes rüya görebilir ve bu rüyaları da doğru çıkabilir. Buradaki işaret edilen husus nübüvvete elyak 40 cüzünden biri olabilecek derecede hayırlı, mübarek ve sâdık rüyalar görebilmektir. Bedîüzzaman Hazretleri (ra) rüyanın, Hem herkes için, âlem-i şehadet içinde, âlem-i gayba bakan bir penceredir. Güzel ahlâklı, güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhaları görür. Fena ahlâklı fena düşündüğünden, fena levhaları görür buyurmaktadır. Bu görüşüne bir delil olarak da buyurmaktadır ki Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bidâyet-i vahiyde (Vahiy gelmeye başlamadan önce) gördüğü rü'yalar; subhun inkişafı (sabahın açığa çıkması gibi) gibi zâhir, açık, doğru çıkıyordu.8 Evet, sözünüz senet ise yani müslümanın sözü senettir hadisi şerifine mazhar iseniz, rüyanız da sâdıktır. Bu nedenle sahih rüya anlatıldığında rüyayı görenlerin hal ve yaşayışları dikkate alınmalıdır. Bilinmelidir ki, fâsık, yalancı insanlar sadık rüya göremezler.     İbn-i Hişâm, Siret I, 170,     Hâkim, Müstedrek, II, 453; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127-128.     Kur'an-ı Kerim, Fetih Suresi, 27. âyet     Kur'ân-ı Kerîm ve Muhtasar Meali, Celaleyn şerhi, c 7, 227, Hayrat Neşriyat     Hâkim, III, 277-280     Müslim, Rüya, 6     Büyük hadis Külliyatı, Cem-ul Fevaid, Rüdani, 3. Cilt, Rüya tabiri bahsi, 7456     Risale-i Nur, Mektubat 1, Osmanlıca orijinal nüsha, 28. Mektub

Ayhan Mirza İNAK 01 Ekim
Konu resmiCenneti Özledim

Ama iman edip de yararlı işler yapanlara gelince; Rableri imanlarından dolayı onları doğru yola eriştirmektedir. Ahirette ise nimet dolu cennetlerde bulunacaklar ve onların konaklarının altlarından ırmaklar akmaktadır. Onlar, orada mutluluk makamında olup: Ey Allah'ım! Sınırsız kudret ve izzetinle sen ne yücesin, seni her türlü noksanlardan tenzih ederiz diye dua ederler. Orada, onların selamlaşmaları selam olsun şeklinde olacaktır. Dua ve niyazlarının sonu ise; Eksiksiz bütün övgüler alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur derler. (Yunus, 9-10 ) Dünyayı gurbet bilip asıl vatana, gerçek memlekete hasretle yanan ruhlar ve sıla özlemi çeken gönüller vardır. Peki, asıl vatan neresidir? Bize birileri Nerelisin? diye sorduğunda, babamızın, dedemizin memleketini söyleriz. İnsanoğlunun asıl babası olan Hz. Âdem'in memleketi Cennet değil midir? Öyleyse insanoğlunun vatan-i aslisi elbette Cennettir. İnsan Cennetlidir... Dünyada zıtlar hep bir arada. Hayır ile şer, güzel ile çirkin, iman ile inkar, karanlık ile nur, saadet ile hüzün.. Cennette ise çirkin yok, şer yok, inkâr yok, karanlık yok.  Dünya zıtlıklar, cennet ise güzellikler diyarı... Orada hiç hüzün yok. Eşi benzeri olmayan asıl diyarımızı bize en güzel tarif edenler ise şüphesiz Kur'an ve Peygamber Efendimiz'in (sav) mübarek sözleridir. • Cennet ve Cehennem akıp giden kâinat selinin iki havuzudur Kâinat bir sel gibi ebede doğru akıp gitmekte... Her akan suyun biriktiği bir yer olduğu gibi Kâinat selinin de cennet ve cehennem olmak üzere döküldüğü iki havuzu var. Dünyadaki iyilikler, hayırlar, sevaplar cennet havuzuna birikiyorken şerler, fenalıklar, kötülükler cehennem havuzuna dökülmekte. İnsanların dünya imtihanı bittiğinde ise fena insanlar  وَ امْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ hitabıyla yani (Ey mücrimler! Bir tarafa çekiliniz) diye olan tüyler ürpertici ilâhî Emire maruz kalacaklar. İyi insanlar da;  فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ hitabıyla (daimî kalmak üzere Cennet'e giriniz) diye olan Cenâb-ı Hakk'ın şefkatli emrine mazhar olacaklardır. • Cennet nimetleri dünyadakilerle sadece ismen benziyor Cennetin tarif edilemeyip mahiyetinin tam olarak idrak edilemeyişi, nimetlerinin dünya nimetleriyle sadece ismen benzemesindendir. Mesela; binek olarak sadece at ve develerin kullanıldığı eski çağlarda binek denilince akla araba, metro, tramvay ve uçakların gelmesi elbette mümkün değildi. Oysa seyahat aracı manasında kullanılan binek kelimesi bize bugün uçakları, helikopterleri ve otomobilleri de çağrıştırmaktadır. Cennetin; gözünün gördüğü yere ayağını basan kırmızı yakuttan atları, çakılları inci, mercan, yakut ve zümrüt olan bal ve miskten ırmakları, gövdeleri altın ve zümrütten ibaret yüz senelik mesafeli ağaçları, inci, altın, gümüşten ve sudan sırça sarayları, bin yıllık mesafeli kapıları, katıksız ve beyaz bir ekmek gibi hâlis misk olan toprağı da bizim gözlerimizin hiç görmediği, kulaklarımızın hiç işitmediği şekildedir. İsmen aynı fakat suret olarak dünyada bildiklerimiz ve gördüklerimiz gibi asla değiller. Bu yüzden hadis-i şerifte göz görmemiş, kulaklar işitmemiş buyrulmuştur.  • Cennette ölüm yok "Kıyâmet günü ölüm getirilir. Sırat üzerinde durdurulur ve: "Ey cennet ahalisi!" diye nida edilir. Cennettekiler, (bu çağrı üzerine) içinde bulundukları (o güzel) yerden çıkarılacakları korku ve heyecanıyla bakarlar. Sonra da: "Ey cehennem ahalisi!" diye nida edilir. Onlar da içinde bulundukları (o fena) yerden çıkarılacakları ümid ve sevinciyle bakarlar. (Ölüm gösterilerek) "Bunu tanıyor musunuz?" denilir. (Cennetlikler ve cehennemlikler hepsi bir ağızdan:) "Evet! Bu ölümdür" derler." Resülullah aleyhissalâtu vesselam buyurdu ki: "Bundan sonra emredilir ve Sırat üzerinde ölüm kesilir. Sonra her iki tarafa birden: "Haydi bulunduğunuz hal üzere ebediyet sizindir, burada artık ölüm yoktur" denilir." (Kütüb-i Sitte) Cennetlikler cennete girince bir kimse şöyle seslenir: Siz cennette ebediyyen yaşayacak, hiç ölmeyeceksiniz; hep sağlıklı olacak, hiç hastalanmayacaksınız; hep genç kalacak, hiç yaşlanmayacaksınız; hep nimet ve mutluluk içinde yaşayacak, hiç keder ve sıkıntı çekmeyeceksiniz.  (Müslim) • Cennette ağaca, taşa Gel! desen gelecek. Çünkü Cennette madde ruh mesabesindedir Cennette madde, nur ve nurani mertebeye çıkar. Dünyada bir imtihan sırrı olarak adeta ruh bedenin hükmü altındadır. Cennete ise tam tersi olacak ve beden ruh seviyesine çıkacaktır. Cisim ruh kuvvetinde ve hafifliğinde olduğu için cennet ehli hayal süratinde istedikleri yere gidebilecekleri gibi bir anda birçok yerde bulunabilecekler. Madem cennette madde ruh mesabesinde olacak. Öyleyse orada her şey şuurlu olacak. Ağaçlar, taşlar hepsi nur ve nurani mertebede ve şuurlu oldukları için taşa, ağaca gel desen gelecek. • Cennette def-i hacet ihtiyaç olmayacak Câbir radıyallahu anh'den rivâyet edildiğine göre Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Cennetlikler cennette yiyip içerler, ama büyük, küçük abdeste çıkmaz ve sümkürmezler. Sadece hoş kokulu bir geğirti ve ter çıkarırlar. İnsanın kendiliğinden nefes alması gibi, onlar da kendiliklerinden Cenâb–ı Hakk'ı uluhiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder, tekbir getirirler. Madem şu süfli dünyada, en adi zihayat olan ağaçlar, çok tegaddi ettikleri (gıdalandıkları) halde kazuratsız (atıksız) oluyorlar; en yüksek tabaka-i hayat olan Cennet ehli neden kazuratsız olmasın? (Sözler) • Cennette hiç sıkılma, usanma ve bıkkınlık yok Sıkılmaya vesile yeknesaklıktır.. Bunun güncel ifadesi tekdüze ve monoton giden bir yaşam. Aynı lezzetlerin tekrarı şüphesiz bıkkınlığa ve sıkılmaya yol açar. Fakat cennette aynı lezzetlerin tekrarı olmayacak ki sıkılma, usanma olsun. Mesela cennette bir cennet elmasını elinize aldınız ve ısırdınız (inşallah). Elmayı birinci ısırışınızdaki lezzet ikincide aldığınız lezzet ile aynı olmayacak. Hatta Abdullah b. Amr Onların önünde altın tepsiler ve bardaklar dolaştırılır. (Zuhruf, 71) âyetinin tefsirinde demiştir ki: Onların etrafında altından yapılmış yetmiş tabak dolaştırılır. Her tabakta başka bir renk vardır ki diğerinde yoktur. • Cennet sekiz kat; fakat her bir katın yüzlerce mertebeleri var. Her biri arasında sema ile arz kadar mesafe bulunur Cennetlikler, yükseklerdeki köşkleri, sizin gökyüzündeki yıldıza baktığınız gibi seyredeceklerdir. (Buhârî) Cennette makamların farklı olması alınan lezzetlerin farklı olduğunu gösterirken bu fark cennet ehlinin birbiriyle görüşmesine mani değildir. Bir bedevi de Peygamber Efendimiz (asm) ile sohbet edip aynı sofrada yemek yiyebilecektir.  • Cennete en son girene beş yüz sene mesafelik bir yer verilecek Kırk sene çalışan bir memur bütün maaşını harcamadan biriktirmiş olsa sizce ne satın alabilir, ne kadar mülk elde edebilir? Merak ediyorsanız, küçük bir hesap çıkarabilir ve sonra aşağıdaki hadis-i şerifler ile Cennete girecek en son kişiye dünyanın 10 misli mülk verilmesiyle Allah'ın rahmetini tefekkür edebiliriz.   Cennet ehlinden derecesi en düşük olanın seksen bin hizmetçisi, yetmiş iki zevcesi vardır. Onun için inciden, zebercedden ve yakuttan bir çadır kurulur. Bu çadır, Câbiye'den San'a'ya kadar uzanan bir büyüklüktedir. (Tirmizî) Cennet ehlinin mertebece en düşük olanı o kimsedir ki: Bahçelerine, zevcelerine, nimetlerine, hizmetçilerine, koltuklarına bakar. Bunlar bin yıllık yürüme mesafesini doldururlar. Cennetliklerin Allah nezdinde en kıymetli olanları ise, vech-i ilâhîye sabah ve akşam nazar ederler. (Tirmizî) Resulullah (asm) sonra şu âyeti okudu. (Meâlen): Yüzler vardır, o gün ter ü tâzedir, Rablerini görecektir. (Kıyâmet, 22-23) • Cennet ehli cennetteki evini dünyadaki evinden daha iyi bilir Mü'minler cehennemden kurtarılıp, cennetle cehennem arasındaki köprüde bir müddet hapsedilirler. Bu sırada, aralarında dünyada geçmiş olan haksızlıklar kısas edilir. Böylece günahlardan temizlenip paklandıktan sonra cennete girmelerine izin verilir. Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun, onlardan her biri, cennetteki evini, dünyadaki evinden daha iyi bilir. • Cennet ehli varislerin ta kendileridir Cennette cehennem ehli için de nimetler hazırlanmış olup cehennem ehli onları hak edemediği için cennet ehli onların mirasını alacaklardır. Hz. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Resülullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: (Cennette) sizden her birinin iki tane menzili vardır: Bir menzili cennette, bir menzili de cehennemde. Ölünce cehenneme girerse cennet ehli onun menziline varis olur. İşte Allah Teâla Hazretlerinin şu sözü bu durumu teyid eder: İşte onlar varislerin ta kendileridir. (Mü'minun, 10). İçinizde cennet için gayret edecek kimse yok mu? Zira cennetin eşi yoktur. Kâ'be'nin Rabbine yemin ederim ki, cennet, parıl parıl parlayan nurları, güzel kokulu salınan yeşillikleri, sağlam yüksek köşkleri, devamlı akan nehirleri, çok çeşitli olgun meyveleri, güzel genç zevceleri, pek çok takım elbiseleri ile yüksek, sağlam ve güzel saraylarda saadet ve yüz parlaklığı içinde yaşanan ebedi mekândır Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Cennetlikler yüz yirmi saf olacaklardır. Onların seksen safı bu ümmetten kırk safı diğer ümmetlerden olacaktır. (İbn Mâce, Dârimî) İman eden ve iyi işler işleyen mü'minlere beşaret ver ki, ağaçları altından nehirler akan Cennetler onlarındır. Onlar o Cennetlerden meyve yedikleri zaman; bu, bundan evvel yediğimiz meyvelerdendir derler. Onlara birbirine benzer bir surette rızıklar getirilir verilir. Ve o Cennetlerde onlar için her türlü ayıp ve kusurlardan pak, temiz kadınlar vardır. Onlar o Cennetlerde daimî olarak kalacaklardır. (Bakara, 25) Muhakkak ki mükâfat hizmetten sonra gelir. İnsana iman edip salih amel işleme vazifesinden sonra Allah'ın mükafat olarak vaad ettiği; hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın duymadığı, hiç bir hayalin şekillendiremediği bir yerdir CENNET.. Cennete girmek için iman etmek yetmiyor. Salih amel de istiyor cennet. Çünkü nasıl ki civa altını bozuyor, kötü ameller de insanın kimyasını bozuyor. İman ve güzel ahlak ile layık olmaya çalıştığımız eşi benzeri olmayan asıl diyarımızı âyet ve hadis-i şeriflerin tarifleriyle tefekkür etmeye devam edelim. • Cennetin benzeri yoktur Üsâme İbnu Zeyd (ra) anlatıyor: Resulullah (asm) bir gün Ashâb-ı Kiramına: İçinizde cennet için gayret edecek kimse yok mu? Zira cennetin eşi yoktur. Kâ'be'nin Rabbine yemin ederim ki, cennet, parıl parıl parlayan nurları, güzel kokulu salınan yeşillikleri, sağlam yüksek köşkleri, devamlı akan nehirleri, çok çeşitli olgun meyveleri, güzel genç zevceleri, pek çok takım elbiseleri ile yüksek, sağlam ve güzel saraylarda saadet ve yüz parlaklığı içinde yaşanan ebedi mekândır buyurdu. Sahabiler: Biz zaten onun için gayretteyiz, ey Allah'ın Resulü! dediler. Aleyhissalâtu vesselâm: ‘İnşaallah!' deyiniz dedi ve sonra cihaddan söz açtı ve ona teşvik etti. • Cennet ehli yaşlanmaz ve elbiseleri eskimez  Cennetlikler Cennete kılsız tüysüz sürmeli otuz veya otuz üç yaşlarında olarak gireceklerdir. (Müsned) Bediüzzaman hazretleri (ra) cennetteki gençliğin devamlılığını Âlem-i ebediyette ise; zerrat-ı cisim sabit kalıp terkib ve tahlile maruz değil veyahut müvazene sabit kalır, vâridat ile masarif müvazenettedir.(sözler) cümlesiyle açıklamıştır. Dünyada insan bedenindeki hücreler gençken yenileniyor. Buna karşılık yaşlandığında bu yenilenme devam etmeyerek beden gençliğini kaybediyor ve zamanla da ölüm gerçekleşiyor. Yani gençlikte bedene gelir çokken yaşlılıkta gelir azalıp gider fazlalaşıyor. Gelir ve giderin dengede olmayışı da yaşlılık ve ölümle sonuçlanıyor.  Cennette ise bedendeki hücreler değişime maruz kalmamakla dengede tutulup cisim ebedi olarak sabit kalacaktır. • Cennette gölge yok Cennette güneş olmayacağı için elbette gölge de olmayacaktır. Niçin güneş olmayacak dersiniz? Her şeyin nur ve nurani olduğu ve karanlığın asla bulunmadığı bir yer olan cennette elbette güneşe de ihtiyaç olmayacaktır. Lakin âyet ve hadislerde geçen Tuba ağaçlarının altında gölgelenecekler demekten kasıt ise her yerde Tuba ağacının nimetlerinin sarmış olacağıdır.  Arapçada Zıll yani gölge kelimesi  "himaye" manasına da kullanılır. Onun zıllinde demek, onun kanatları, himayesi altında demektir. • "Cennette  hiçbir ağaç  yoktur ki gövdesi,  altından olmasın." (Tirmizî) Bu hadis-i şeriften cennet ağaçlarının dünya ağaçlarına benzemediği yani ölümsüz olduğu da anlaşılıyor. Cennetteki her şey dünyadakilerle sadece ismen benziyor. Cennetin ağaçları da elbette ölümsüzdür. Diğer bir hadis de şöyledir: "Cennette bir ağaç vardır, gövdeleri altından, dalları zeberced incidendir. Rüzgâr estikçe bunlar birbirine çarparak öyle bir name çıkarırlar ki hiçbir kulak böylesine tatlı bir ses işitmemiştir." Cennet ehlinin bu ağaç altında sohbet edip dünya hatıralarını tazeleyecekleri; eğlence arzu ettikleri zaman, Allah'ın göndereceği bir rüzgârla ağacın kımıldayıp, dünyadaki her çeşit eğlenceyi ortaya koyacağı ifade edilmiştir. • Cennet ehlinin bir bileziği dünyaya görünse güneşin nuru sönecektir Cennet'teki nimetlerden bir tırnağın taşıyabileceği kadar az bir şey dünyaya gösterilmiş olsaydı gökler ve yeryüzü her tarafıyla süs içerisinde kalırdı. Cennetliklerden bir kişi dünyaya bir baksa ve bileziklerinden biri dünyaya görünse güneşin yıldızların ışığını silip süpürdüğü gibi o da güneşin ışığını silip süpürdü. (Müsned) Sizden birinizin yayı kadar veya kamçısı kadar cennetteki bir yer, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Cennet ehlinden bir kadın, arz ehline görünecek olsa, dünya  ve içindekileri aydınlatır, arzla sema arasını güzel koku ile doldururdu, onun başörtüsü dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. (Tirmizî) • Cennetin asla sarhoş etmeyen şaraplarından kötü kokular değil, misk kokusu yayılır Şüphesiz ki erdem sahipleri ve iyi kişiler cennet nimetleri içindedirler. Koltuklara yaslanarak seyrederler. Onların yüzlerinde nimetin ve mutluluğun sevincini görürsün. Onlara ağızları mühürlenmiş yani bozulmaması ve lezzetinin kaçmaması için vakumlanmış, sadece, içecek kimsenin yanında halis sarhoşluk vermeyen şaraplardan sunulur ve içirilir, dünyadaki içkilerin tersine bunların içiminden sonra etrafa kötü kokular değil, misk kokusu yayılır. Öyleyse bu değerli şeylere ulaşmak için can atanlar, yarışanlar bu nimetlerin bulunduğu cennete girmek için yarışsınlar. Ve bu şaraba tesnim pınarının suyu karıştırılmıştır. Bu su öyle bir kaynaktır ki, Allah'a yakın olma şerefine erişenler ondan içerler. (Mutaffifin, 22-28) • Onların tarakları altındandır. Kokuları mis gibidir. Buhurdanlıklarında tüten hoş koku, cennetin hoş kokulu ağacındandır. Onların cennetteki kapları altındandır Cennete ilk girecek kimselerin yüzleri, dolunay gibi parlak olacak. Onların ardından gireceklerin yüzleri, gökyüzündeki en parlak yıldız gibi aydınlık olacak. Orada insanlar ne küçük ne büyük abdest bozarlar ve ne de tükürüp sümkürürler. Onların tarakları altındandır. Kokuları mis gibidir. Buhurdanlıklarında tüten hoş koku, cennetin hoş kokulu ağacındandır. Eşleri hurilerdir. Cennetliklerin hepsi de babaları Âdem'in şeklinde yaratılmış olup boyları altmış arşındır. • Cennetin tuğlaları gümüş ve altın harcı da kokulu misktendir Yine Sehl İbnu Sa'd  (radıyallahu anh) anlatıyor: Ey Allah'ın Resulü! dedim, insanlar neden yaratıldı? Sudan! buyurdular. Ya cennet? dedim, o neden inşa edildi? Gümüş tuğladan ve altın tuğladan! Harcı da kokulu misk. Cennetin çakılları inci ve yakuttan, toprağı da za'ferandır. Ona giren nimete mazhar olur, eziyet görmez, ebediyet kazanır, ölümle karşılaşmaz. Elbisesi eskimez, gençliği kaybolmaz. Allah Teala hazretleri cennetin duvarını  bir (sıra) altından, bir (sıra) gümüşten tuğla ile inşa etmiştir. (Kütüb-i Sitte) • Cennette yetmiş kapısı olan inciden saraylar bulunur Cennette,  mü'min için,  içi boş tek bir inciden bir çadır vardır. -Bir rivâyette- genişliği altmış mildir. Her köşesinde bir refikası bulunur, hiçbiri diğerini görmez, mü'min bunların herbirini dolaşır. (Buhârî, Müslim, Tirmizî) Bazı rivâyetlerde, tek bir inciden ma'mul bu çadırın yetmiş kapısı olduğu belirtilmiştir. • Cennette huriler toplanıp benzerini hiçbir mahlukun işitmediği güzel bir sesle şarkı söyleyeceklerdir Huri: (havra'dan gelir) gözünün beyazı çok beyaz siyahı çok siyah ceylan gözlü manasına gelir. Cennet'te hurîlerin bir toplantı yeri vardır. Hiçbir yaratığın bir benzerini işitmedikleri bir takım sesler yükseltirler ve derler ki: Biz ebedî kalanlarız, asla yok olmayacağız, Biz refah içinde yüzenleriz güçlük görmeyeceğiz biz memnun olanlarız asla öfkelenmeyeceğiz ne mutlu o kişiye ki o bizimdir biz de onunuz. (Müsned) • Cennette Suret çarşıları bulunur Hz. Enes'den (ra) rivâyet edildiğine göre Rasulüllah Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: Cennette, cennetliklerin her hafta gittikleri bir çarşı vardır. Orada, yüzlerine ve elbiselerine cennet kokuları üfleyen bir kuzey rüzgârı eser ve böylece güzellikleri daha da artar. Eskisinden daha güzel ve yakışıklı olarak eşlerinin yanına döndükleri zaman, aileleri onlara: Vallahi güzelliğinize güzellik katılmış, derler. Onlar da: Vallahi yanınızdan ayrılalı beri siz de daha bir güzel olmuşsunuz, derler. Ali (r.a.)'den rivâyete göre, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Cennet'te bir çarşı vardır ki orada satın almak ve satmak diye bir şey yoktur orada kadın ve erkek resim ve şekilleri vardır kişi hangi şekle girmek isterse orada o şekle bürünecektir. (Müsned) • Cennet ehli Allah'ı görecek Cennet cennet dedikleri Bir kaç köşkle bir kaç huri İsteyene ver onları Bana seni gerek seni.. Cerîr İbni Abdullah radıyallahu anh şöyle dedi: Bir gece Resulullah'ın yanında bulunuyorduk. On dördüncü gecesindeki aya baktıktan sonra şöyle buyurdu: Şu ayı hiç bir sıkıntı çekmeden gördüğünüz gibi Rabbinizi de ayan beyan göreceksiniz.  Cennetlikler cennete girince Allah Teâlâ onlara: – Size vermemi istediğiniz bir şey var mı? diye soracak. Onlar: – Yâ Rabbî! Yüzlerimizi ak etmedin mi? Bizi cennete koyup cehennemden kurtarmadın mı, daha ne isteyelim, diyecekler. İşte o zaman Allah Teâlâ perdeyi kaldıracak. Onlara verilen en güzel ve en değerli şey Rablerine bakmak olacaktır. Ebu Saîd el–Hudrî radıyallahu anh'den rivâyet edildiğine göre Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Allah Teâlâ cennetliklere: – Ey cennet sâkinleri! diye seslenir. Onlar da: – Buyur Rabbimiz! Emret! Bütün hayır ve iyilikler senin elindedir, derler. Allah Teâlâ: – Halinizden memnun musunuz? diye sorar. Onlar: – Nasıl razı olmayalım, Rabbimiz. Sen bize, hiç kimseye vermediğin bunca nimetler ihsan ettin, derler. Allah Teâlâ: – Size bunlardan daha değerlisini vereyim mi? buyurur. Cennetlikler: – Bunlardan daha değerlisi ne olabilir, Rabbimiz! derler. Bunun üzerine Cenâb–ı Hak: – Üzerinize rızâmı indiriyorum; bundan sonra size hiç gazap etmeyeceğim, buyurur. Hasıl-ı kelam: İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez. Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez. (Ziya Paşa) Ya Rabb! Bize senin rızandan başkasını dilememeyi, cenneti seni görmek için istemeyi ve seni göreceğimiz bir cenneti nasip et! Âmîn.

Abdullah MESUD 01 Ekim
Konu resmiNasraniyet İslâmiyete Teslim Olacak

LEMAAT TAHLİLLERİ-9 İman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: "Biz hıristiyanlarız" diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar. (Mâide, 82) Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim! Meryem oğlu İsa'nın aranıza adaletli bir hâkim olarak ineceği, haçı kırıp domuzu öldüreceği, cizyeyi kaldıracağı vakit yakındır… (Buharî, Müslim, Tirmizî, Ebu Dâvud, İbn-i Mâce) Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ı, İsa dinine (Hıristiyanlığa) ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi (güzel bir son) için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm'in (Allah'ın) hikmetinden uzak değil… Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va'detmiş ve va'dettiği için elbette gönderecek. 1- Nasraniyet, ya intifa ya istifa bulacak. İslâm'a karşı teslim olup terk-i silâh edecek. 1- Hıristiyanlık ya sönecek, ya da hurafelerinden temizlenecek. Bunun neticesinde Hıristiyanlar, İslâmiyetin hakkaniyetini anlayarak düşmanlığı bırakacak ve İslâmiyete girecekler. 2- Mükerreren yırtıldı, protluğa tâ geldi, protlukta görmedi ona salah verecek. Perde yine yırtıldı, mutlak dalale düştü. Bir kısmı lâkin, bazı yakınlaştı tevhide; onda felâh görecek. Hıristiyanlık taassubu onların hakkı görmelerine engel oluyordu. Fakat bu taassup son beş asırdır çeşitli ihtilaller ve reformlarla birkaç defa yırtıldı ve Protestanlık adı altında gevşek bir yapıya dönüştü. Protestanlıkta da tam rahat edemedi. Taassub perdesi bir kez daha yırtıldı ve dinsizlik cereyanı karşısında mağlup düştü. Çoğu Hıristiyanlar dinsizleşti. Bununla birlikte bazıları da teslis yani üç ilah anlayışını terk ederek tevhid, yani Allah'ın birliği inancına yaklaştı. Hıristiyanlığı bu dalgalanmalardan kurtarıp felaha erdirecek olan da yalnız tevhid inancıdır. 3- Hazırlanır şimdiden yırtılmaya başlıyor (*). Sönmezse safvet bulup İslâm'a mal olacak. (*) Bu dehşetli Harb-i Umumî neticesindeki vaziyete işaret eder. Belki, İkinci Harb-i Umumîden tam haber verir. (Üstad Hz. birinci dünya savaşı sonrasında yazdığı bu satırlarda Hıristiyanlığın o dönemdeki çalkantısına bakarak ikinci dünya savaşının çıkacağını haber veriyor.) İkinci dünya savaşından sonra Hıristiyanlık bir kez daha zayıfladı fakat yine de tam sönmedi. İnşaallah safvet bularak, yani hurafelerden ve batıl inançlarından sıyrılarak İslam'a mal olacak. 4- Bu bir sırr-ı azîmdir, ona remz u işaret; Fahr-i Rusül demiştir: "İsa, Şer'im ile amel edip ümmetimden olacak." İstikbalde gerçekleşecek olan bu büyük sırra işareten, peygamberlerin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (asm), İsa (as)'ın ahirzamanda tekrar dünyaya dönerek İslam şeriati ile amel edeceğini haber vermiştir. Üstad Bedîüzzaman Hz. İsa (as)'ın dünyaya inişinin Hıristiyanlığın tasaffisi için olacağını 15. Mektub'da şöyle anlatır: İşte böyle bir sırada, o cereyan (dinsizlik) pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hıristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir. Ve Kur'ân'a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi' ve İslâmiyet metbu' (tabi olunan) makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey' va'detmiş, elbette yapacaktır. Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz'eden (Hazret-i Cibril'in "Dıhye" suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm'in hikmetinden uzak değil.. belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va'detmiş ve va'dettiği için elbette gönderecek. Hazret-i İsa Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsa olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır. Lemaat Tahilleri Yazı Dizisi (Lemaat Tahlilleri-1) Lemaat eseri nasıl mütalaa edilmeli? (Lemaat Tahlilleri-2) Kudretin Âyineleri Çoktur (Lemaat Tahlilleri -3) Temessülün Aksâmı Muhtelifedir (Lemaat Tahlilleri-4) Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise (Lemaat Tahlilleri-5) Kur'ân âyine ister, vekil istemez (Lemaat Tahlilleri-6) Meziyetin Varsa Hafâ Türabında Kalsın; tâ Neşvünema Bulsun! (Lemaat Tahlilleri-7) İslâm, Evliyâlara ve Hıristiyan Azizlere Nasıl Bakar? (Lemaat Tahlilleri-8) Tebeî Nazar, Muhali Mümkün Görür (Lemaat Tahlilleri-9) Nasraniyet İslâmiyete Teslim Olacak (Lemaat Tahlilleri-10) Melâike Bir Ümmettir; Şeriat-ı Fıtriye İle Memurdur(Lemaat Tahlilleri-11) İslâm Medeniyeti Zuhur Edecek!

İdare İdare 01 Ekim
Konu resmiBehlul-i Dânâ (ra)

Kendimizce doğru olan bir şeyin, başkalarına göre birçok yönden mahzurlu olduğunu kendi bakış açımızdan göremeyiz. Bu durumda yapmamız gereken şey, kendimizi karşımızdakinin yerine koyarak onun hissiyatıyla olayı değerlendirmeye çalışmaktır. Buna psikolojide empati ya da duygudaşlık deniliyor. Psikologlar belki de bu adı yeni koydular. Fakat bundan bin dört yüz yıl önce Resulullah (asm) bu metodu uygulamıştır. Kendi zamanının tanınmış bir velisi olan Behlul-i Dânâ Hazretlerinin asıl ismi Vüheyb bin Ömer Sayrâfî'dir. Behlul-i Dânâ adıyla şöhret buldu. Doğum târihi kesin olarak bilinmeyen bu mübarek zat, Kufeli olduğu hâlde ömrünün çoğunu Bağdât'ta geçirdi.  Abbasî Halifelerinden Hârun Reşîd'in kardeşi olduğuna dâir rivâyetler olduğu gibi, onun nedîmi ve danışmanı olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bir vesile buldukça Hârun Reşîd'e nasîhat verirdi. Sözünü dudaktan, gözünü budaktan esirgemezdi. Doğru bilinen yanlışları, yanlış zan edilen doğruları çekinmeden söylediği için, kendisine Behlul-i divane diyenler bile olmuştur. Herkese ders olacak hikmetli kıssaları çok meşhurdur. 805 (H.190) senesi Bağdât'ta vefât etti. Dicle kenarında Şunuziyye kabristanına defnedildi. Bu sayımızda Behlul-i Dânâ Hazretlerinden bir kıssaya yer vereceğiz. Her koyun kendi bacağından asılır Hârun Reşîd bir gün esnafı denetlemesi için Behlul-i Dânâ'yı vazifelendirir. Esnafı dolaşan Behlul, pek çok kişiyi yaptıkları yanlış işler yüzünden cezalandırır. Esnaf kendisine kızgındır; çünkü onlara göre yaptıkları işler sadece kendilerini ilgilendirirdi. Onlarla Allah arasına kimse girmemeliydi. Sonunda hep birlikte halifenin huzuruna çıktılar. Behlul-i Dânâ'nın kendilerine haksız yere ceza kestiğini, yaptıklarının ona bir zararının olmadığını, her koyunun kendi bacağından asılacağını, bu durumun düzelmesi için Behlul-i Dânâ'nın vazifeden azledilmesi gerektiğini Hârun Reşîd'e söylediler. Bunun üzerine halife, Behlul-i Dânâ'yı yanına çağırtıp esnafın kendisinden şikâyetçi olduğunu bildirir. Behlul-i Dânâ şikâyetleri dinler; fakat hiçbir cevap vermeden huzurdan çıkar. Ertesi gün birkaç koyun kesip bacaklarından asar. Esnaf olan bitene bir anlam veremez. Zamanla koyunların kokusu etrafı rahatsız etmeye başlar. Etrafa yayılan pis koku dayanılmaz bir hal alınca, esnaf soluğu yine Hârun Reşîd'in yanında alır. Ey halife! Bu deliye bir şeyler söyle. Bacaklarından astığı koyunların kokusundan çarşıya girilmez oldu. O'nun yaptıklarından bîzar olduk. derler. Bunun üzerine, Behlul yine huzura çağrılır. Esnafı halifenin yanında görünce, Yine ne oldu? Bir şikâyetiniz mi var? diye sorar. Esnaf, Astırdığın koyunların kokusundan çarşıda durulmaz oldu. deyince Behlul,  Evet efendiler, demek ki her koyun kendi bacağından asılsa da bütün mahalle bundan rahatsız olur. der; esnaf bu söze verecek cevap bulamaz. Şimdi bu kıssadan çıkarabileceğimiz hisselere bir bakalım. 1. Günahlar (sahsî gibi görünse de) psikolojik ve sosyolojik açıdan çevreyi etkilerBirçok günahkâr insanın ağzından düşmeyen klâsik bazı sözler vardır. Benim günahım bana bundan kime ne? diye başlayan ve Bu hayat benimdir, istediğim gibi yaşarım; kimse bana karışamaz. ifadeleriyle devam eden sözleri sıkça duyarız. Bu ve buna benzer sözler, temelde, yukarıda bahsi geçen kıssadaki Her koyun kendi bacağından asılır. düşüncesi ile aynı mantığı taşıyor. Böyle düşünenler âhiret hayatı noktasında belki haklılar; çünkü işledikleri günahın cezasını yalnız kendileri çekecekler. O zaman Ne halleri varsa görsünler. Yapacakları varsa, görecekleri de vardır. diyebiliriz. Fakat aynı şeyi dünya hayatı için söylemek mümkün mü? Yani bazı kimselerin günah ya da gayr-i ahlakî olan fiilleri karşısında Ne halleri varsa görsünler. diyebilir miyiz? İnsanlar için günah işleme hürriyeti olabilir mi? İnsanın dilediğini yapma özgürlüğünün bir sınırı yok mudur? Mesela; herkesin adam öldürme hürriyeti olsa sonuç ne olurdu? Ya da hırsızlık veya gasp suç olarak kabul edilmese idi bunun topluma yansıması nasıl olurdu? Acaba insanların suç işleme özgürlüğü olsaydı toplum bundan nasıl etkilenirdi? Adalet, emniyet, asayiş, huzur ve düzen bozulurdu. dediğinizi duyar gibiyim. Demek işlenen kötülükler sadece sahibine zarar vermiyor; toplumu da psikolojik ve sosyolojik açıdan etkiliyor. Hiç kimse günah işlemekte hür değildir. İslâmiyet'e göre gerçek hürriyet; -helâl dairesinde olmak şartıyla- sahsın yaptıkları ile kendine ve başkasına zarar vermemesidir. Demek dinen haram kabul elden fiiller, hem şahsa hem de topluma maddeten ve manen zarar verdiği içindir ki yasaklanmışlardır. 2. Def'-i şer celb-i menâfi'e her zaman râcihtir Yani kötülüğün, zararın önlenmesi her zaman iyiliğin, faydanın elde edilmesinden önce gelir. Neden mi? Dibi delik bir kazanın tamiri, sütle doldurulmasından önce gelir. Deliği tamir işi kötülüğün önlenmesi; süt doldurma işi ise faydanın celbi anlamına geleceğinden elbette zararı önlemek için deliğin önce tamir edilmesi gerekir. Emr-i bi'l ma'ruf nehy-i an'il münker (iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak) her mü'mine farz kılınmıştır. Hadis-i şerifte Sizden kim (sünnetimize uymayan) bir münker (kötülük) görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı imanın en zayıf mertebesidir." (Müslim, İman 78 (49); Tirmizî, Fiten 11 (2173)) denilmektedir. Topluma verdiği zararlar göz önüne alındığında kötülükleri uzaklaştırmak, iyiliklerin celbinden önce gelir. Yani önce zararlı şeyler ortadan kaldırılmalı, daha sonra iyiliklerin topluma yerleşmesine çalışılmalıdır. Çünkü kötülük tahriptir, yıkmaktır. İyilik ise tamirdir, yapmaktır. Yıkmak kolay, yapmak ise zordur. Her bir kötülük toplumdan pek çok iyiliğin yok olmasına sebep olur. Tahrip kolay olduğundan kötülüğün yayılması, iyiliğe nazaran daha hızlı olur. Bu noktadan bakıldığında kötülükler başkalarına (b)ulaşmadan, onları engellememiz gerektiğini görebiliriz.   3. İnsanları kötülükten vazgeçirmenin pek çok yolu vardır İnsanlarda yaratılış itibariyle haramlara karşı bir meyil vardır. Haram ve günahlarda ise maddî, aldatıcı, geçici bir zevk ve lezzet olmasına karşın; binlerce manevi, ruhî, kalbî, vicdânî elemler de vardır. Nefsin hazır bir lezzeti, ileride verilecek binler lezzete tercih etmesi sebebiyle insan -şeytanın da telkinâtıyla- bilerek ya da bilmeyerek haramlara girer. Bedîüzzaman (ra) Hazretleri, haramları zehirli bir bala benzetir. Nasıl ki zehirli bir balı yiyen adam önce lezzet alır, sonra zehrin tesiriyle acılar içerisinde can çekişir. Aynen öyle de harama dalan bir insan da önce lezzet alır, sonra kalbî, vicdanî sıkıntılar, korkular onu kabre kadar rahatsız eder. Kötülükleri önlemekte bu nokta çok önemlidir. Bizler, kötülüğün kötü neticelerini gözler önüne sermeliyiz ki insanlar o yola girmesinler. Haramların, günahların daha dünyada iken insanların başlarına neler getirdiğini zihinlere kazımalıyız ki onlardan uzak durulsun. 4. Empati yaptırarak pek çok kötülüğü önleyebiliriz Bazen davranışlarımızın başkalarını nasıl etkilediğini düşünmeden hareket ederiz. Eğer karşımızdaki kişi ya da kişiler bizi ikaz etmezlerse onlara zarar verdiğimizin farkına bile var(a)mayız. Kendimizce doğru olan bir şeyin, başkalarına göre birçok yönden mahzurlu olduğunu kendi bakış açımızdan göremeyiz. Bu durumda yapmamız gereken şey, kendimizi karşımızdakinin yerine koyarak onun hissiyatıyla olayı değerlendirmeye çalışmaktır. Buna psikolojide empati ya da duygudaşlık deniliyor. Psikologlar belki de bu adı yeni koydular. Fakat bundan bin dört yüz yıl önce Resulullah (asm) bu metodu uygulamıştır. Kendisinden zina etmek hususunda izin isteyen bir gence sırayla; bu fiili annesinin, kız kardeşinin, halasının, teyzesinin yapmasına razı olup olmayacağını sormuş. Genç bunların hiç birinin zina etmesine razı olamayacağını söyleyince; başkaları da annelerinin, kız kardeşlerinin, teyzelerinin, halalarının zina etmelerine razı olmaz diyerek genci bu isteğinden vazgeçirmiştir. Rasul-ü Ekrem (asm) in bu davranışı (s)empatik değil midir? Bu tarz davranış bizler için sünnettir. Empati yapmak, yaptırmak sünnet olduğuna göre, bizlerin de davranışlarımızı bu açıdan kontrol etmemiz gerekmez mi? Karşı tarafı inciterek, rencide ederek, hissiyatını bastırarak değil; aklını, kalbini, nefsini empati yaptırmak suretiyle ikna ederek hem kötülüğü önlemek hem de insanların gönlünü fethetmek mümkündür. Anne babalar, âmirler, memurlar, büyükler, küçükler, zenginler, fakirler kısacası tüm insanlar gerçekten empati yapabilselerdi kimse kimseye zarar verir miydi acaba? Derler ki her koyun kendi bacağından asılır Asılmasına asılır da, kokusu etrafa yayılır Derler ki benim günahım bana, bundan kime ne! Pek çok hayrâta mani pür şer etrafa yayılır Her koyun kendi bacağından asılsa da Yoktur İslâm'da mel'anete müsâade İnsan dünyada her ne kadar hür olsa da Yoktur zarara cevaz ne nefsine, ne de gayra

İdare İdare 01 Ekim
Konu resmiBir Tesellî

Okumayı çok sevmesine rağmen şimdi içinden hiç de okumak gelmiyordu. Sadece kitap okumak değil, hiç bir şey yapmak istemiyordu canı. Bir yandan da kendine kızıyordu. Neydi bu hali! Bu davranışları! Hâlbuki kendini tevekkül sahibi birisi bilirdi hep. Şimdi de tevekkül ettiğini zannediyordu. Peki, o zaman neden bu kadar üzülüp harap ediyordu kendisini. İşte şimdi de bunlar için kızıyordu kendine ve daha da üzülüyor, ağlıyordu. insan bazen öyle şeyler yaşar ki, sanki dünya yıkılmış o da altında kalmış gibi, beli bükülür, takati kesilir. Sanki her yer zifiri karanlık ve herkes ona yabancı ve düşman görünür. Dünyada tek dertli, en dertli kendisiymiş ve o dert başından hiç kalkmayacakmış gibi düşünür. Bir sürü sorular hücum eder beynine. Nedenler, niçinler bitmek tükenmek bilmez bir türlü. Sanki sabah hiç olmayacak, güneş hiç doğmayacak gibi ağlar geceye, karanlığa. Ve kendini yok yere bir yokuşa sürer, ayakları dermansız. İşte o zamanlar olur ki insan, isyan fırtınaları koparır yüreğinde. İçinde bulunduğu durumu daha da çetin bir hale getirir, habersiz. Hatta bazen, sabrettiğini ve tevekkül ettiğini zanneder fakat hiç de isyan etmez bir halde değildir. Dilini arada sırada teskin etse de, aklını, gönlünü teskin edemez hakîkî mânâda. Yani kaderin belirlediği kaza ya teslim olmak istemez bir türlü nefsi. İşte O gün Hilâl de buna benzer bir halde, odadan odaya dolaşıyor, yüreğinin yangınını söndürecek bir tesellî arıyordu. Gözlerine hücum eden yaşlar bir türlü dinmiyor, bir türlü gönlü yatışmıyordu. Sonunda gezinmekten yorgun düşüp bir koltuğa bıraktı kendini. Yan tarafında, daha birkaç gün önce okumaya başladığı bir kitap duruyordu. Elini uzatıp kitabı almayı düşündü ama sonra birden vazgeçti. Okumayı çok sevmesine rağmen şimdi içinden hiç de okumak gelmiyordu. Sadece kitap okumak değil, hiç bir şey yapmak istemiyordu canı. Bir yandan da kendine kızıyordu. Neydi bu hali! Bu davranışları! Hâlbuki kendini tevekkül sahibi birisi bilirdi hep. Şimdi de tevekkül ettiğini zannediyordu. Peki, o zaman neden bu kadar üzülüp harap ediyordu kendisini. İşte şimdi de bunlar için kızıyordu kendine ve daha da üzülüyor, ağlıyordu. Bir müddet sonra elini uzattı kitaba. Belki bir tesellî olur düşüncesiyle rast gele açıp okumaya karar verdi. Bismillah deyip bir yer açtı. Önce gözlerini sildi ve sonra karşısına çıkan şu satırları okumaya başladı. Sen kazaya râzı olmazsan, kalbin daima gamlı ve hatırın meşgul olup, hep hayrette kalırsın. Niçin böyle oldu, niçin şöyle olmadı diye mükedder olursun. Bir gönül böyle düşüncelerle ve üzüntülerle meşgul olunca ibadet ve huzur için nasıl boş ve hâzır olabilir. Zira senin bir tek kalbin vardır. O da geçmiş ve gelecek işleri düşünmeye dardır. Kazaya rızasızlıkta olan bir tehlike de, Rabbin gadabıdır. Zira rivayet olundu ki, Peygamberlerden(a.s) birisi, kendine isabet eden zararların birinden Mevlâ'ya şikâyet eyledi de, Allahu Teâlâ, ona: Benden şikâyet mi ediyorsun? Kimden kime ne diyorsun? Benden hayâ etmez misin? Benim kötüleme ve şikâyet sahiplerini sevmediğimi bilmez misin? Benim ilmimde senin iyiliğin ve menfaatin, ancak sende meydana gelenlerdir. O halde niçin senin hakkında olan kazama râzı olmazsın? Yoksa senin için âlemi değiştirmemi mi istersin? Yahut şahsi arzun için Levh-i Mahfuzu mu değiştireyim? Sonra kendi muradım üzere tedbir ve hüküm etmeyip, senin muradın üzere mi eyleyim? Benim sevdiğim değil, senin sevdiğin mi olsun? Senin mi her isteğin yapılsın? Eğer bu bozuk düşünce bir daha gönlünden geçerse, İzzet ve Celalim hakkı için, senden peygamberlik makamını alırım ve seni Cehenneme atıp, acımam buyurdu. Evet, sayfa burada bitmişti. Ve Hilâl, artık gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Ama bu gözyaşlarının içinde sevinç ve huzur vardı. Unuttuğu bazı hakikatleri İbrahim Hakkı Hazretlerinin dilinden böylesine şefkatli bir şekilde hatırlatan Rabbi'ne şükrediyordu. Hilâl tekrar hatırlamıştı ki, bu dünya bir imtihan yeriydi. Keyif ve lezzet alma yeri ise, ahiretti. Elbette ki, burada farklı hadiselerle sınanacak ve tecrübe edilecekti. Ancak bu şekilde elmas ya da kömür olduğu ortaya çıkacaktı. Ve şunları da yine büyük bir huzurla geçirdi gönlünden; Madem ki kâinatta Cenâb-ı Hakkın izni olmadan bir yaprak bile kıpırdamıyor, hakîkî mülk sahibi O'dur. Ve madem Cenâb-ı Hak Hakîm'dir, abes iş yapmaz. Öyle ise, benim başıma gelen bu musibet elbette ki, Rabbimin izniyle ve müsaadesiyle gelmiştir. O (cc) bundan haberdardır. Ve O (cc) benim için en iyisini bilendir. Hilâl bu zor anında yalnız olmadığını anladı. Allah imdadına Bedîüzzaman Said Nursi ve İbrahim Hakkı Hazretlerini göndermişti. Onların eserleri ne büyük tesellîydi. Ruhâniyatlarına birer fatiha okudu. Güçlüydü artık. Nefis ve şeytana bir zafer tebessümü gönderdi. Sonra üstadının tavsiyesi olan ve dilinin tesbihi ettiği şu mısraları okudu:     Hak şerleri hayr eyler     Arif ânı seyr eyler     Zannetme ki gayr eyler     Mevla görelim neyler     Neylerse güzel eyler

Canan ARIKUŞU 01 Ekim
Konu resmiÇocuğunuzun Öğrenme Yöntemi Hangisi? (1)

Bizden geçti artık  desekte, çocuklarımızın beynindeki farklılıkları takdir etmeli ve bunları keşfedilmeyi bekleyen sonsuz hazineler olarak görmeliyiz.Hepimizin belli bir öğrenme yöntemi -şahsımıza münhasır bilgi edinme, bilgiyi saklama, hatırlama ve ifade etme şeklimiz- vardır. Bizden geçti artık desek de, çocuklarımızın beynindeki farklılıkları takdir etmeli ve bunları keşfedilmeyi bekleyen sonsuz hazineler olarak görmeliyiz. Önemli olan çocuğumuzun ne kadar zeki olduğu değil, zekâsını ne yönde kullandığıdır. Hepimizin farklı şeyler düşündüğü bilinen bir şeydir. Bilinmeyen şey ise, bunları düşünmede hepimizin farklı yöntemleri olduğudur.  Okulda çocukların nasıl düşündükleri çok az dikkate alınıyor. Aslında, altı farklı yolla düşünürüz. Çocuğunuzu en iyi şekilde eğitebilmeniz için de bu farklı yöntemleri anlamamız hayati önem taşıyor. Öğretmenlerimizin sınırlı imkânlarla bunca sorumluluk yüklenerek üzerlerinde ne kadar büyük bir baskı oluştuğunu biliyorum. Kalabalık sınıflar, destek ve araç gereç yetersizliği vs. Fakat değişim için gerekli olan itici gücün ebeveynlerden, yani çocuklarımızın zihninin yegâne koruyucularından gelmesi gerektiğine inanıyorum. Öğrenme ve başarma konusunda kötü gidişatı durdurmak için biz ebeveynler ve öğretmenler, öğrenme uzmanları olmaktansa öğrenmeyi kolaylaştıran kişiler olmayı başarmalıyız. Daha kullanılmadan eskime ihtimali olan yeni bilgileri edinmeleri için çocuklarımızın zihnini kontrol etmeye çalışmaktansa, çocuklarımızın nasıl öğrendiklerini öğrenmeye odaklanmalıyız. Bu da çocuklarımızın kendilerine ait öğrenme yöntemleri olduğunu anlamaya başlamak ve buna saygı göstermekle başlayabilir. Zihnimizi verimli kullanmak ve değişik öğrenme modelleri hakkında çalışmalarımla ilk önce, nasıl düşündüğümüz hakkında ulaştığım bazı ipuçları var. Bu ipuçları nasıl farklı şekillerde öğrendiğimizi keşfetmeme yardımcı oldu. Bu farklılıkları anlamak, hepimizin belli bir öğrenme yöntemi (ya da  düşünme modeli  olarak adlandırılan, kendimize ait bilgi edinme, bilgiyi saklama, hatırlama ve ifade etme şeklimiz) olduğu sonucuna varmamı sağladı. Çocukların fıtrî bir öğrenme yeteneği var, eğitmenlerin tek yaptıkları şey ise onlara yeni beceriler kazandırmak. Okula başladıkları zaman okuldan ayrıldıkları zamana göre çok daha parlak bir zekâya sahip oluyorlar. Okula başlamadan önce çocuklar tüm dünya onlarınmış gibi, kendilerine sadece kendileri hükmedebilecekmiş gibi, kendi zekâlarına güvenerek yaşıyorlar. İçlerinden gelenle, bunu ifade etme yöntemleri arasında hiçbir uyuşmazlık bulunmuyor. Peki bu canlılığa ne oluyor? Bu gözler birkaç yıl içinde nasıl donuklaşıp şüphe dolu olabiliyor? Nasıl olup ta menfi inançlarca çevreleniyor çocuklar? Onlara öğrenmekten kaçınmayı öğretiyor ve yaptıkları yanlışlara odaklanıyoruz. Bu yanlışlığı kırmızı kalemle belirginleştiriyoruz. Öğretmenler çocukların yazılarında ne kadar yanlış kelime varsa işaretliyor, doğru olanları değil. Çocuklara matematiklerinin zayıf olduğu söyleniyor. Yaptıkları hatalar adeta beyinlerine kazınıyor. Bu yüzden yapabildiklerinin farkına varmak yerine eksikliklerine odaklanıyorlar. Bardağın boş yarısını görmeyi öğreniyorlar. Yapmamız gereken, çocuklara bilgi vermenin yanı sıra, bunu nasıl işleyeceklerini de göstermeliyiz. Çocuklarımızın beyinlerindeki farklılıkları takdir etmeli ve bunları keşfedilmeyi bekleyen sonsuz hazineler olarak görmeliyiz. Fakat bizler sadece başarısızlıklarıyla ilgilenirken çocuklarımız nasıl kapasitelerini keşfetmeye çabalayabilirler? ÇOCUKLARIMIZIN ZİHNİ NASIL ÇALIŞIYOR? Beynin düşünceyi kendi içinde üç ayrı yolda dolaştırarak sindirdiğini fark ediyoruz. Bunlar bilincin halleri olarak adlandırılabilir; bilinçlilik, bilinçaltı, bilinçdışı gibi. Her bir durum öğrenme sürecinde kendine has görevler üstleniyorlar. Öğrenme sürecini sindirim sistemiyle karşılaştırırsak, bilinçlilik hali ağza benzer: Burası, öğrenmenin başladığı yerdir, sinir sisteminin kapısı, bilginin alınıp çiğnendiği yerdir. Bu sırada zihinde her bir ayrıntının metabolizmaya ne şekilde katılacağını düzenler. Çocukların bilgiyi en kolay aldığı düzenlediği öncelik kazandırdığı, değerlendirdiği ve ifade ettiği safha burasıdır. Bilinçaltı halinde çocuklar, parçaları dikkatle inceleyerek elerler. Sindirim sistemi benzetmesine dönersek bu durum, mideye benzetilebilir. Parçaların altüst edilip, karıştırıldığı yerdir burası. Yiyecek, içeri girdiği zamanki haline benzemez, fakat vücudunuzda eritilecek hele de gelmemiştir henüz. Öğrenme sürecinin bu aşamasında çocuk, aldığı bilgiyi düşünmek için durur, o ana kadar öğrenmiş olduklarına ne kadar uyduğunu tartar zihninde. Bu aşamada, sorular sorar, duyguları ile boğuşur ya da olaya pek çok farklı açıdan yaklaşabileceğini fark eder. Bilinçdışı hali, çocuğun öğrenmekte olduğu şey ile zaten bildiği şey arasındaki ilişki kurduğu aşamadır. Hatıralar su yüzüne çıkarılır, derinlerde bir yerde bağlantılar kurulur. Bu düşünme tarzı tecrübeleri tekrar düzenleyerek bir model teşekkül ettirmek için tasarlanmıştır. Zihnin bağırsaklarına benzer, sindirilen şeyin biçimini sürekli olarak değiştirir, besinleri vücudun tüm kısımlarına dağıtır. Eğer mantık, bilgiyi anlamlı bir bütüne dönüştürme yapıyorsa, bu düşünme tarzı da rüyalar, semboller, mecazlar ve benzetmeler aracılığıyla aynı anda pek çok mesaj üretmeye yarar. DÜŞÜNCE SU GİBİ Su, yıkanmak, içmek ya da sulama alanları için depoladığımız bir şeydir. Fakat biraz derin düşünürsek suyun sürekli olarak şekil değiştirdiğini fark edebiliriz. Emr-i ilâhî ile önce buharlaşarak bulutlar teşekkül ediyor, sonra şemsiyemiz üzerinde damlalar, dağlardan aşağı süzülen bir dere olup, şehrimizin yanından geçen ırmağı besliyor. Su hala sudur, ama biçimi değişiyor. Beynin içinde farklı bilinç halleri arasında hareket eden düşünce de sürekli olarak biçim değiştirir. İnternet sayfalarını bilirsiniz, kıpır kıpır, renk renk sahifeler farklı yazılım dilleriyle yazılıyor. İnsan zihnini bu kadar tesir edici ve önemli kılan da farklı dil kullanmasıdır. Burada kastettiğim dil görme, işitme, dokunma ile ilgili duyu kanalları dilidir. Kısaca bunların ne anlama geldiğine kısaca değinmek istiyorum: Görmek duyu kanalı (Görsel): Dış dünyayı ve iç görsel temsilleri görmek, görüleni fiile dökmek (okumak, resim yapmak, yazmak, tasarlamak vs.). İşime duyu kanalı (İşitsel): Dış dünyayı ve iç sesleri dinlemek, işitileni ifade etmek (konuşmak, ilahi söylemek, mırıldanmak, musikî icra etmek vs.). Dokunma duyu kanalı (Kinestetik): Dış dünyayı ve şahsi hissi değişimlerini, fiziki bir takım belirtileri fark etmek, hareket edip, fiiliyata geçmek (dokunmak, hareket etmek, el becerileri sergilemek vs.). Son zamanlarda okullarda, öğrenme yöntemleri ile ilgili tespitlerden daha fazla yararlanılmaya başlandığını müşahede ediyoruz. Şahsi farklılıkları inceleyen pek çok yaklaşım, hepimizin öğrenme sürecinde en rahat kullandığı bir temsil sistemi olduğunu kabul etmektedir. Artık görsel, işitsel ve kinestetik öğrenenlerin varlığından haberdar olmak,  çok nadir rastlanan bir durum olmaktan çıktı. Bu sevindirici bir sonuç… DÜŞÜNME MODELLERİ Etkili bir şekilde öğrenmek için çocuklarımızın her üç kanalı da kullanmaları gerekiyor. Aramızdaki fark hangi kanalı daha iyi kullandığımızdan değil, hangi sırada kullandığımızdan kaynaklanıyor. Öğretmenlerimiz derslikte bu üç kanala hitaben ders anlatmaları başarı seviyesini artan yönde etkileyeceklerdir. Bilgi ancak öğrenme süreci belli bir sırayı takip ederek gerçekleşmişse kolaylıkla hatırlanır ve kullanılabilir. Bilgi öncelikle bilinçli zihnimizce alınmalı, bilinçaltımızda ayıklanmalı, bilinçdışı zihnimizde de öteki bilgilerle bütünleşmelidir. Üç duyu kanalıyla altı farklı kombinasyon elde etme imkanımız var. Bu kombinasyonlar NLP uzmanlarınca Düşünme Modelleri olarak isimlendiriliyor. ÇOCUĞUNUZUN  DÜŞÜNCE MODELİNİ TESPİT ETMEK     Bir ebeveyn olarak çocuğunuzla ilgili en fazla bilgiye sizler sahipsiniz. Çocuğunuzun düşünme modelini keşfetmeye başlayacağınız yer, onun öğrenme yöntemine dair zaten biliyor olduklarınızdır. - Çocuğunuzun yeni bir şey öğrenirken, onunla neler yaşadığınızı düşününün. Misal; yüzmek, ip atlamak, araba kullanmak gibi. Düşünün nasıl öğrenmişti? - Çocuğunuzun ilgi alanlarının bir listesini yapın. En çok hangi konuya merak duyuyor? - Okuldaki hangi konular çocuğunuza kolay geliyor? Hangi konularda sıkıntı çekiyor? Çocuğunuzun düşünme modelini keşfetmenin en basit yolu, o konuşurken, dinlerken, folklor oynamayı veya spor yapmayı öğrenirken, okurken ya da resim çizerken onu dikkatle izlemenizden geçer. İşitsel, Kinestetik ve Görsel kanalların onun düşünme modelinin neresinde olduğunu keşfedebilirsiniz. Yukarıda okuduklarınızla, çocuğunuzun gündelik yaşantısı arasında dolaşın. Mümkünse bu sürece çocuğunuzu da dâhil edin. Ondan size bir şeyler öğretmesini isteyin. Bu, bir futbol topu sektirmek ya da matematik problemini çözmek olabileceği gibi, onun şu anda çok ilgilendiği bir konu olabilir. Ya da onun size çok basit bir şeyi, misal ayakkabı bağlamayı öğretmesini sağlayın. Hangi kanalları birinci, ikinci ve üçüncü sırada kullanıyor? En rahat öğrettiğimiz yol aynı zamanda en kolay öğrendiğimiz yoldur. Çocuğunuzun düşünme modellerini tespit etmek, onları evde ve okulda destekleme adına daha fazla bilgi edinmek için http://www.degisimrehberi.com/ogrenci_rehberligi.php adresine başvurabilirsiniz.Kartalın Yüreği Bir zamanlar, oradan oraya gezinip duran genç bir kadınla oğlu, bir tavuk çiftliğine rastladılar. Çocuk çok meraklıydı, yüzlerce tavuğu çevreleyen paslanmış dikenli tellerin üzerinden kafasını uzattı. "Anne, bu kafeste çok tuhaf bir tavuk var. Ötekilere hiç benzemiyor. " Kadın oğlunun gösterdiği tavuğa yaklaşırken, kirli kıyafetler içinde sıska bir adam onlara doğru yaklaştı. "Tavuklarıma ne yapıyorsunuz?" diye söylendi. "Sadece bakıyorduk bayım. Ama oradaki tuhaf kuşun neden o köşeye çekildiğini söyler misiniz? Ötekilerden oldukça farklı gibi geldi bana. Hatta onun küçük bir kartal olduğunu düşünüyorum. " "Saçma", dedi çiftçi. "Yumurtadan çıktığından beri besliyorum onu. Bir tavuk gibi davranıyor, tavuk gibi besleniyor, bu yüzden, o bir tavuk." "Kafese girip bir de biz bakabilir miyiz?" "Ne isterseniz yapın", dedi adam. Kadın ve oğlu, eğilerek kapının altından geçtiler. Kadın, dizlerinin üzerine çömelip kuşla konuşmaya başladı. "Sen bir kartalsın, tavuk değiL. Uçabilirsin. Özgürlüğüne kavuşabilirsin! " Sonra kuşu kaldırdı, havaya fırlattı.Kuş birkaç kez kanatlarını çırptı, ama gaga üstü yere çakıldı,sonra da yem bulmak için toprağı eşelemeye başladı. Çitin öteki tarafından onları izleyen çiftçi söylendi. "Sana söylemiştim. O bir tavuk, sıradan bir tavuk işte. Hem kendi zamanını hem de benimkini harcıyorsun!" Tam adam onlara arkasını dönmüştü ki çocuk bağırdı "Affedersiniz bayım, ama onu bize satar mısınız? Basit bir tavuk olduğuna göre, eminim onu özlemezsiniz." "Benim için sorun değil, ama beş lira isterim." Kadın bunun fahiş bir fiyat olduğunu biliyordu ama oğlunun yalvaran gözlerine dayanamadı, sevinçten kıkırdayan adama parayı verdi.Çocuk, kuşu göğsüne bastırdı, kafesten dışarı çıkıp tozlu yola doğru koştu. Küçük bir tepeye varana dek annesi de onun peşinden gitti. "Burada ne yapıyorsun oğlum? Çocuk cevap vermedi. Kollarının yetişebildiği kadar yükseğe kaldırdı kuşu ve yalvardı, "Sen bir kartal yüreğine sahipsin. Öyle olduğunu biliyorum. Sen sevimli, mükemmel bir yaratıksın. Özgür olman gerek. Kanatlarını aç, yüreğini izle ve uç. Lütfen kartalcık, uç!" Yumuşak bir rüzgar kuşun kanatlarının altından süzüldü. Çocuk kuşu havaya atarken kadın nefesini tutuyordu. Yaratık kanatlarını açtı, yerdeki kadınla çocuğa baktı. Sanki onların sessiz duaları tarafından kaldırılıyormuş gibi titreyerek havalandı ve ikisinin tam üstünde, çiftliğin, tüm vadinin üzerinde yavaşça daireler çizmeye başladı. Kadınla oğlu kartalı bir daha hiç görmediler. Yüreğinin onu nereye götürdüğünü hiçbir zaman bilemediler. Fakat bir daha asla tavuk olarak yaşamayacağını biliyorlardı. Hiçbir zaman.

Ahmed Nuri EREN 01 Ekim
Konu resmiWe Are One Nation

Hepsi farklı lisanlar konuşuyor, farklı coğrafyalarda yaşıyordu. Hepsinin kültürleri, gelenekleri, alışkanlıkları, hatta görünüşleri farklıydı. Aynı olan bir şey vardı aralarında, dillerinde tevhid, gönüllerinde iman, hepsinde aynıydı. Türkiye, Filistin'den Irak'a, Kosova'dan Pakistan'a Bosna'ya kadar yirmi ülkeden elli gence ev sahipliği yaptı. İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği'nin (İDSB) düzenlemiş olduğu gençlik kampı vesilesiyle elli farklı yürek, tek bir yürekmiş gibi attı on beş gün boyunca. We are one nation (Biz bir ümmetiz) sloganıyla aralarındaki farklılıklara rağmen tek bir ümmet olmayı hissetti gönüller. Bilal Muhammed, Irak'lı bir üniversite öğrencisi. Savaşın soğuk yüzünü yaşamış Bilal. Acıları hala taze. Hiç kimsenin yaşamak istemeyeceği deneyimler olmuş hayatında. Yine de geleceğe umutla bakıyor... Bu tür bir araya gelmeler bizlere yeni yeni enerjiler veriyor, diyor ve ekliyor: Bu tür organizasyonlar bizlere moral kaynağı oluyor. Allah'a olan inancımızın tazelenmesine ve imanımızın artmasına vesile oluyor. Nasıl ki beş vakit namaz bizler için bir teneffüstür, hayatın kargaşasından ve yorgunluğundan nefes alma vaktidir, Rabbimizi bize tekrar tekrar hatırlatır; aynen onun gibi bu tür birleşmeler de bizlerin tek bir ümmet olduğunu hatırlatıyor ve İslâm'ın güzelliğini bizlere bildiriyor. Birbirimizden aldığımız güç ile hatalarımızı en aza indirmemize yardımcı oluyor. Bahreyn'den Ebubekir Abdülkadir, üniversite öğrencisi. Gençlik kampı için geldiği Türkiye'de görmüş ki, milletler farklı dahi olsa İslâm bu milletleri birleştiriyor. Ebubekir diyor ki: Hepimiz Allah için bir araya geldik ve ülkelerimize döndüğümüzde daha iyi hizmetler edebilmek için enerji topladık. Bu enerji, birbirimizden aldığımız güçtür, İslâm'ın birleştiriciliğidir. Aramızda ayrım yapmadan tek bir hedefe doğru gitmenin verdiği enerjidir. Diğer bir isim Et Tuhami el Ramazan ise, Peygamber Efendimiz'in açtığı yolun önemine dikkat çekiyor: Peygamber Efendimiz ve sahabeler çok zor işler başardılar. İslâm'ı hiç kimse bilmezken ve kabul etmezken herkese anlattılar. Bizim görevimiz ise İslâm'ı en iyi şekilde anlayıp, yaşayıp, başkalarının da yaşamasına vesile olmaktır. Burada görüyorum ki herkes İslâm'ı en iyi şekilde yaşamaya çalışıyor. Âyette der ki ‘Allah katında herkes eşittir, sadece takvaca üstünlük vardır.' Yaşadıklarımız onu gösteriyor. Burada herkes farklı, kimi Arapça konuşuyor, kimi Türkçe, kimi İngilizce. Ama anladık ki bunlar bizim için bir üstünlük değil. Anladık ki İslâm bizleri tek bir çatı altında topluyor. Hepimiz on beş gün boyunca çok şeyler öğrendik ve birbirimizle kardeş olmanın sevincini tattık. Daha sonraki organizasyonlarda da yine hep birlikte olmak istiyoruz. Gençlerde ittihad coşkusu HABER: Hamza BERAT İslâm Dünyası STK'ları Birliği (İDSB)  15-25 Ağustos 2008'te İstanbul'da Müslüman gençleri Uluslararası Yaz Gençlik Kampında buluşturdu.  Yaklaşık yirmi beş ülkeden elli temsilci öğrencinin katıldığı organizasyon İslâm Dünyası gençlerinin ittihad arayışlarını dillendirdikleri bir platform haline geldi.  Bosna'dan Malezya'ya, Cibuti'den Kazakistan'a, Kosova'dan Bahreyn'e, Kamerun'dan Endonezya'ya, Sudan'dan Bangladeş'e, Pakistan'dan Arnavutluk'a kadar âlem-i İslâm'ın birçok bölgesinden gelen gençler İttihad coşkusunu yaşadı. İDSB'nin düzenlediği yaz programı kapsamında Türkiye'ye gelen gençler pek çok vakıf ve dernek ziyaret ettiler. Misafir öğrenciler Türkiye'deki sivil toplum yapılanması ile ilgili geniş bilgi sahibi olurken İstanbul'un tarihi mekânlarını da gezdiler. İstanbul programının ardından kamp alanına geçen gençler kampta büyüklerine numune olacak bir uhuvvet ve ittihad sergilediler. Kampta müzakereler, tartışmalar ve ülke sunumları yapılar ve yakın dostluklar kurdular.  İDSB Uluslararası Yaz Gençlik Kampı programı İstanbul'da Ensar Vakfı'ndaki açılış gecesi ile başladı. İDSB Genel Sekreteri Necmi Sadıkoğlu, Genel Sekreter Yardımcısı ve Türkiye Temsilcisi Ali Kurt, TGTV Başkanı Necati Ceylan ve Ensar Vakfı Başkanı Ahmet Şişman; misafir öğrencilerden katılımcı ülkeleri temsilen üç öğrenci konuşma yaptı. Avrupa'yı temsilen Bosna Hersekli Sedat Dediç, Uzak Doğu ve Asya'yı temsilen Malezyalı Şakir Fehmi, Arap dünyası ve Afrika'yı temsilen Bahreynli Ebubekir Abdülkadir konuştu. İDSB'nin düzenlediği gençlik programından çok etkilendiklerini belirten Sedat Dediç yıllarca zulüm altında yaşayan Bosna'yı temsilen özetle şunları söyledi, İslâm Dünyasını yeniden hareketlendiren bu proje çok önemli. Müslümanları birleştirelim diyorlar. Biz zaten tek bir milletiz. Sadece irtibat eksikliğimiz vardı. Bunu da İDSB bize sağladı. Benim Kamerun'daki veya Sudan'daki kardeşlerimle irtibatım, Malezyalı Endonezyalı kardeşlerimin bizimle irtibatı ancak böyle bir kuruluş tarafından sağlanabilirdi. İDSB'ye çok teşekkür ediyorum. Malezya'dan Şakir Fehmi ise şunları söyledi: Âlem-i İslâmın durumu her ne kadar şu anda kötü gibi görünüyorsa da bu gençlik programı ve katılım bize aslında ittihadın çok da zor olmayacağını gösteriyor. Biz inanıyoruz ki İslâm âlemi tekrar ittihadı yaşayacak ve inşallah özlenen günleri göreceğiz. Bu kadar insanı değişik ülkelerden buraya getiren hissiyat inşaallah daha da kuvvetlenecek. Burada İDSB'nin rolü çok büyük. Hepinizi İDSB'ye desteğe çağırıyorum. İslâm Dünyası STK'ları Birliği'nin daha yapacak çok işi var. Türkiye'deki ünlü pek çok vakıf derneğe ziyarette bulunuldu. İDSB Gençleri İstanbul'daki STK ziyaretleri programında Hayrat Vakfı'na da önemli yer verdi. Hayrat Vakfı'ndaki leziz bir akşam yemeğinin ardından Hayrat Vakfı Toplantı Salonu'nda bir araya gelen gençler Hayrat Vakfı Mütevelli Heyeti Üyesi Ahmet Semiz tarafından selamlandı. İDSB Genel Sekreter Yardımcısı ve Türkiye Temsilcisi Avukat Ali Kurt, Bülent Güner, Muhammed Zâkir Çetin ve Muhlis Körpe gençlere İttihâd-ı İslâm, Risale-i Nur'un Vazifesi, Bediüzzaman ve İttihad-ı İslâm konularında seminerler verdiler. Gençlerin sorularının da cevaplandırıldığı toplantıda gençler de önceden hazırladıkları kısa programı sundular. Kuran-ı Kerim ve ilahiler okuyan gençler program sonunda memnuniyetlerini dile getirdiler. Program bitiminde toplu hatıra fotoğrafı çekilen gençlerin her birine hediyeleri Ahmed Semiz tarafından verildi.

Metin UÇAR 01 Ekim
Konu resmiDört Hâl (Aşure)

Rahmet Nebîsi (asm) şöyle buyuruyor: Mümin'in dört hali vardır: Bir belaya maruz kalırsa, sabreder. Mal ve nimet verilirse, şükreder. Söylerse doğru söyler. Hüküm verildiğinde adil davranır.

Halil İbrahim PİRAHMEDOĞU 01 Ekim
Konu resmiRısâle-İ Nur'un Amacı (Aşure)

Yalnızca Allah'ın rızasını esas almıştır. İnsanlar arasında birlik, muhabbet, uhuvvet ve tesanüt olması gerektiğini vurgulamıştır. Cemiyetler arasında ihlâs, sadakat, metanet ve fedakârlık gibi hasletlerin yerleşmesine önem vermiştir. Şevk, şükür ve ümitten önem verilerek bahsetmiştir Cemiyetin ıslahına, nefsin ıslahından başlamıştır. Acz, fakr, şefkat ve tefekkür yolunu benimsemiştir. Meseleler anlatılırken ikna üslubu kullanılmıştır. İman ve Kur'an hizmetini her şeyin üstünde tutmuş ecir ve ücret istememiştir. Bütün Müslümanlara kucak açmış, bütün cemaatlere saygı göstermiştir.

Halil İbrahim PİRAHMEDOĞU 01 Ekim
Konu resmiAtes Pahası (Aşure)

Vaktiyle, Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla avlanmaya çıkmış.  İstanbul'dan oldukça uzaklara gitmişler.  Çok şiddetli bir yağmura tutulmuş; ıslanmışlar, üstelik havada çok soğukmuş. Bir kömürcü kulübesine sığınmışlar. Her ne kadar kendilerini tanıtmak istememişlerse de kömürcü işi anlamış.  Bunlara hemen bol ateş yakmış, ısınmalarını sağlamış;  sıcak bir şeyler ikram etmiş.  Gidecekleri sırada Sultan Süleyman, kömürcüye yaktığı ateşten dolayı kaç para borçları olduğunu sormuş, o da: Yüz altın ver, yeter demiş. Sultan bu miktarı çok bulmuşsa da: Ne yapalım borç borçtur, demiş ve parayı ödemiş.

Halil İbrahim PİRAHMEDOĞU 01 Ekim
Konu resmiŞevval Orucu (Aşure)
İbadet

Süfyanı Servi (büyük velilerden. İsmi Süfyan bin Said bin Mesruk, künyesi Ebu Muhammed veya Ebu Abdullahtır. 713 (h.95) senesinde Küfe'de doğdu. 778 (h.161)'de Basra'da vefat etti. Tebe-i Tabiinin büyüklerindendir.) anlatıyor: Ben Mekke-i Mükerreme'de üç sene oturdum. Mekkelilerden bir kimse her gün Harem-i Şerif'e gelir, tavaf eder, namaz kılar ve bana selam verip giderdi. Gel zaman, git zaman, ben bu kişi ile tanıştım. Dostluğumuz daha da ilerledi, samimiyetimiz arttı. Bir gün o kimse beni yanına çağırdı ve dedi ki: Şayet senden evvel ölürsem, o vakit kendi ellerinle beni yıka, namazımı sen kıldır ve beni defneyle. O gecede, ilk gece de beni terk etmeyip kabrimde geceleyerek, münkereynin sual sorması anında bana devamlı Tevhidi telkin et diye vasiyette bulundu. Ben de o kimsenin dediklerini yapmayı kabul ettim. Bir zaman sonra o kimse vefat etti. Ben de, bana yaptığı vasiyete uyarak verdiğim sözü yerine getirdim. Defin işi de bittikten sonra, kabrinde gecelemeye karar verdim. Çünkü buna da söz vermiştim. O gece kabri beklerken bana bir ağırlık çöktü, hafifçe dalmışım. O gece uyku ile uyanıklık arasında iken bir ses kulağıma çalındı: Ya Süfyan! Beni korumana ve senin telkinine ihtiyaç kalmadı. Artık sen gidebilirsin, diye bir ses işittim. O zaman ben de kendisine sordum: Ne sebeple bu lütfa eriştin, bu fazilete nail oldun? Cevaben dedi ki: Ramazan-ı Şerif'in orucunu tutup, Şevval'den altı gün daha ekleyerek oruç tutmam sebebiyle. O zaman ben uyandım. Yanımda kimseyi görmedim. Gördüğüm bu zuhurata tabi olayım mı, olmayayım mı, tereddüt geçirdim. Abdest aldım, iki rekât namaz kıldım, tekrar uyudum. Böylece hafiften gelen sesi üç kere duydum. Anladım ki bu rahmanîdir. Şeytandan değildir. O zaman kabrin yanından ayrıldım. Şevval orucunun faziletini, yardımını böylece kavramış oldum ve şöylece dua ettim: Ya Rabbi! Beni Ramazan Ayı'nın orucuna ve Şevval'den (Ramazan-ı Şeriften sonra gelen ay) altı gün oruç tutmaya muvaffak kıl diye dua ettim. Allah Celle Celalühu beni bu işe muvaffak kıldı ve bunu bana nasib etti. Kim Ramazan orucunu tutar ve Şevval'den de ona altı gün daha eklerse bütün seneyi oruç tutmuş gibi olur. HADİS-İ ŞERİF

Halil İbrahim PİRAHMEDOĞU 01 Ekim
Konu resmiÖzlü Sözler (Aşure)

Eğer yaptığın işi düşmanın alkışlıyorsa yanlış yapıyorsun demektir. İstediğini söyleyen istemediğini işitir. Âlim, bir şeyi bilmediğini bilendir. Uçurtmalar rüzgâr gücüyle değil, rüzgâra karşı oldukları için yükselir. Kabri kendine değil, kendini kabre hazırla. Malı az olan değil, istekleri çok olan insan fakirdir. Ahmaklar zamanı nasıl öldüreceğini, akıllılar nasıl kazanacağını düşünür. Yanılmak insanlara, tekrarlamak ahmaklara mahsustur.

Halil İbrahim PİRAHMEDOĞU 01 Ekim
Konu resmiCennet Hayatı

Bayezid-i Bistami Hazretleri diyor ki: Cenâb-ı Hakk'ın bir kısım has kulları vardır ki, cennette bir saat Cemal-i İlahî'yi görmezlerse, cennet ve cennetin nimetlerinden, cehennem ve cehennem azabından Allah'a sığındıkları gibi Allah'a sığınırlar. Demek Cemâlullah'sız bir cennet, bir kısım zatlar için cehennem olur. İ hsan edenlere (iman edip güzel amel işleyenlere) daha güzel karşılık (olarak cennet) bir de ziyade (Allah'ın cemaline mazhar olmak ) vardır! (Yunus, 26) Bu âyete dair Nesaî'de Süheyb'den (ra)  ve bir kısım hadislerde şöyle rivâyet ediliyor: Rasulullah (sav)'a şöyle denildi: Bu âyetteki: "İhsanda bulunanlara daha güzeli ve daha fazlası vardır" ne demektir? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ‘Cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten sonra bir münadi şöyle seslenir: Ey cennet ahalisi, size Allah nezdinde verilmiş bir söz vardır. Allah, vermiş olduğu o söz ile sizi mükâfatlandırmak istiyor.' Onlar (hayretlerinden), şöyle diyecekler: ‘O, yüzlerimizi ak etmedi mi, mizanlarımızın sevap kefesini (iyiliklerimizi) ağırlaştırmadı mı, bizi cehennem ateşinden korumadı mı?' Hz. Peygamber devamla buyurdu ki: Bunun üzerine yüce Allah, meleklere kendisiyle cennet ehli arasındaki bütün perdeleri kaldırmalarını emreder. Cennet ehli, karşılarında Cenâb-ı Hakk'ın cemalini dolunay gibi görürler. Allah'a yemin ederim, Allah onlara kendisine bakmaktan daha çok sevdikleri ve daha çok gözlerini aydınlatıcı hiçbir şey vermiş değildir. (Nesai) Risale-i Nur'da da bu hakikat şöyle ifade edilmektedir: İman ve muhabbetullahın neticesi: Ehl-i keşif ve tahkikin ittifakıyla; dünyanın bin sene hayat-ı mes'udanesi, bir saatine değmeyen cennet hayatı ve cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat müşahedesine (görmesine) değmeyen bir kudsî, münezzeh cemâl ve kemâl sahibi olan Zât-ı Zülcelal'in müşahedesi, rü'yeti (görmesi)dir ki; (Hâşiye) hadîs-i kat'î ile ve Kur'ânın nassıyla sabittir. (Hâşiye: Hadîsin nassıyla (kesin ifadesiyle) o şuhud, bütün lezaiz-i cennet'in o derece fevkindedir ki, onları unutturur. Ve şuhuddan sonra ehl-i şuhudun hüsn-i cemali o derece fazlalaşır ki; döndükleri vakit, (kendilerinden önce dönen) saraylarındaki aileleri çok dikkat ile zor ile onları (onlar da ailelerini) tanıyabilirler, hadîste vârid olmuştur.) (Sözler 311) Demek, insan için en mühim gaye, cennet ve Cemâlullah'ı kazanmaktır. Çünkü dünyada verilen memuriyetle gösterilen sadakate mukabil, Rabbimiz bizlere cennet ve cemalini ihsan eder. O cennet ve Cemâlullah'tan istifade ise herkesin iman ve ibâdetine göredir. Kimi var ki, Cuma'dan Cuma'ya; kimi var ki, her gün; kimi de sabah - akşam Cemal-i İlahî'yi görür. Bayezid-i Bistami Hazretleri diyor ki: Cenâb-ı Hakk'ın bir kısım has kulları vardır ki, cennette bir saat Cemal-i İlahî'yi görmezlerse, cennet ve cennetin nimetlerinden, cehennem ve cehennem azabından Allah'a sığındıkları gibi Allah'a sığınırlar. Demek Cemâlullah'sız bir cennet, bir kısım zatlar için cehennem olur. Hazret-i Enes (ra) rivâyet ediyor: Resulullah ferman etmiş: Şübhesiz cennette bir çarşı var. Her Cuma günü cennet ehli ona gelir. Kuzeyden esen rüzgâr, onların yüzlerine ve elbiselerine her çeşit kokuları serper. (Allah onlara görünmek ile tecelli eder) Böylelikle artan hüsün ve cemalleriyle onlardan önce (saraylarına) dönen ailelerine dönerler. Onların ehli onlara der ki: Allah'a yemin olsun ki, bizden sonra hüsün ve cemaliniz artmıştır. Onlar da: Allah'a yemin ederiz ki sizin de bizden sonra hüsün ve cemaliniz artmıştır, derler. (Müslim) Cennette Cenâb-ı Hakk'ı görmenin derecesi farklı farklı olacaktır. Bazıları sadece gözleriyle, bazıları bütün yüzleriyle ve bazıları da bütün cisimleriyle Cenâb-ı Hakk'ı görecektir. Bu ise en tatlı, en şerefli ve en yüce olandır. Rabbim bizi bunlardan eylesin. (Âmin) Cennette Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini görmek hususu sadece erkeklere mahsus olmadığı,    hadislerin erkek - kadın ayırt etmeden umumî bir şekildeki ifadelerinden, yukarıdaki hadisin bizzat ifadesinden ve Rahmet-i İlahîye'nin genişliğinden anlaşılmaktadır. (Tacu'l-usul)  Eğer denilse dünya hayatı da yaşamaktır, âhiret hayatı ve Cemâlullah'ı görmek de yaşamaktır, nasıl oluyor da Cemalullah'ı görmenin bir saati cennet hayatının bin senesinden ve cennetin de bir saati dünya hayatının bin senesinden daha üstün olabiliyor? Birbirinden bu kadar farklı iki çeşit hayat olabilir mi?  Evet olabilir. Anne rahminde yaşamak ile dünyadaki yaşamanın birbirinden ne kadar farklı olduğu herkesçe malumdur. Hatta anne rahminde veya uykuda bin sene yaşamak dünyada bilerek bir saat yaşamaya mukabil gelmez. Çünkü anne karnında veya uykuda iken gözleri var görmüyor, kulakları var işitmiyor vs.. Buna binaen denilebilir ki ruhlar âleminde yaşamanın da bin senesi anne rahmindeki yaşamanın bir saatine mukabil gelmiyor. Çünkü ruh, anne rahminde ceset giydiğinden ruhlar âleminde yaşamaktan çok farklı istifade eder. Şüphesiz bu mukayesenin dünya hayatı ile ahiret hayatı, ahiret hayatı ile Cenâb-ı Hakk'ı görmenin arasında da geçerli olduğunu, hikmet-i İlahî iktiza ettiği gibi akıl da kabul eder. Bir Pazar günü, Erzurum'da beraber kaldığımız kardeşlerle Karayolları semtine doğru tenezzüh ve geziye çıktık. Oturacağımız yere yakın, yolumuzun üstünde oyun oynayan 4-5 çocukla karşılaştık. Selam verdik. Yanımızdaki bir kardeş onlara şeker ikram etti. Bu sayede kendileriyle bir samimiyetimiz oluştu. Hep beraber bir yeşil alanda oturduk. Vahdâniyete dair bir sohbet yapmaya başladım. Sonra kendi kendime dedim ki: Bu ders bunlara ağır gelir. Anlarlar ve hoşlarına gider diye yukarıdaki hakikatleri ifade eder tarzda cennetten bahsettim. Bu hakikatleri o çocukların anlayabileceği şekilde anlatırken, beni dinleyenlerden tahminen beşinci sınıfa giden zeki bir çocuk:  Ağabey bir soru sorabilir miyim? diyerek müsaade istedi.  Buyur. dedim.  Siz kaç defa cennete gidip geldiniz de orayı görmüş gibi bize anlatıyorsunuz? Hem hayret ettim hem de çok zeki olduğundan çocuğu takdir ettim. Ve dedim ki: Bu kadar güzel, hârika olan cennete gitseydim hiç geri gelir miydim? Hatta bir rivâyete göre peygamber olduğu halde İdris (as) cennete girmiş, kalmak için Cenâb-ı Hak'tan müsaade istemiş. Allah da ona müsaade etmiş.  Fakat inanmak mecburiyetinde olduğumuz cennetin böyle harika olduğunu aklımız kabul ettiği için size anlatıyoruz. Cennetin varlığını isbat eden delilleri ben izah edeyim. Aklınız kabul ederse siz de inanısınız. diyerek anlatmaya başladım. Kardeşlerim bir iğne hiç ustasız olur mu? Bir köyün muhtarsız, bir vilâyetin valisiz bir memleketin padişahsız olması hiç mümkün müdür? Böyle bir şeyin mümkün olmayacağını söyledi. Ona: Bu Erzurum vilâyetini gördüğün halde, inkâr edebilir misin?dedim. Hayır, inkâr edemem dedi. Bu il valisiz olabilir mi? Valisiz olamaz. dedi. Hem bu vilâyette çalışan, devlete itaat eden memurlar için mükâfat ve maaş veren daireler, zevk ve sefa yerleri bulunmaması hiç mümkün müdür? Hem devlete karşı gelen, insanlara zulmeden her türlü isyan ve fenalığı yapan âsi ve zalimler için bu vilâyette bir cezaevinin bulunması gerekli değil midir? Evet, gereklidir dedi. Bütün bu saydıklarımızın var olduklarına inanıyor musun? Evet, inanıyorum dedi. Peki, bunların hepsini gördün mü? Hayır, hepsini görmedim. diye cevap verdi. Bunlardan görmediklerine neden inanıyorsun? Aklım kabul ettiği için inanıyorum. Aynen misaldeki vilâyet gibi, bu âlemin de kâinatın da var olduğunu inkâr edebilir misin? Hem bu âlem o kadar büyük ve geniştir ki târifi mümkün değildir. Zira bugünkü astronomi ilmine göre, uzay dediğimiz fezada yaklaşık iki yüz milyar kadar galaksi varmış. Onların içinde normal büyüklükte bulunan Samanyolu galaksimizin çapı yüz bin ışık yılıdır. Işık ise saniyede üç yüz bin kilometre mesafe gidiyor. Demek ışık hızı ile yüz bin senede Samanyolu galaksisinin çapı ancak kat edilebilecekmiş. Âlimlerin çoğuna göre bu uzay birinci tabaka sema kabul ediliyor. Birinci sema ise ikinci semanın içinde, bir ovanın içinde bulunan yüzük halkası kadar ancak olabilirmiş. Bu ölçüye göre her bir sema diğerinin içinde bu kadar büyüklük ifade eder. Yedi tabaka semanın damı ise Arş-ı Â'la'dır. Arş ise bütün semavatı ihata edip kuşatıyor. Acaba bu kadar büyük ve muazzam âlem memleketi de sahipsiz, padişahsız olabilir mi? dedim. Cevaben: Olamaz. dedi.  Acaba o padişah kimdir? diye sordum. O da bu memleketin padişahının Allah(cc) olduğunu söyledi. Acaba, kendi azametine ve büyüklüğüne münasip ve bu geniş âleme göre, O başlangıçsız ve sonsuz Sultanın emir ve yasaklarına uyarak itaat edenlere, iman edip ibâdet edenlere, bir safa ve mükâfat yeri bulunmaz mı? dedim. O da: Bulunur. diye cevap verdi. O mükâfat yeri neresi olabilir. dedim. Cevaben: Cennet. dedi. O cennete kaç defa gidip geldin ki var olduğuna inanıyorsun? diye söyleyince, tebessüm ederek: O cennetin varlığını aklım kabul ettiği için inanıyorum. dedi. İşte bizim de aklımız böylece cennetin varlığını kabul ettiği için size anlattım. Hem Cenâb-ı Hakk'ın bu memleketinde kendine isyan eden iman edip amel-i salih işlemeyen, her türlü fenalık ve zulmü yapan insanlar için de bu kâinatın genişliğine ve Cenâb-ı Hakk'ın izzet ve azametine münasip bir cezaevi yok mudur? dedim. O da şüphesiz var olduğunu, onun da cehennem olduğunu söyledi. Öyleyse: Madem kâinat var, elbette Allah da var, cennet ve cehennem de var. Herkesin hak ettiği mükâfat ve ceza da vardır. dedim. Risale-i Nurlar'da geçtiği gibi Hiç mümkün müdür ki bir saltanat (devlet), bâhusus (özellikle) böyle muhteşem (âlem gibi büyük ve güzel) bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutı'lere (cennet ile) mükâfatı ve isyan edenlere (cehennem ile) mücazatı (cezası) bulunmasın. Burada (dünyada, ceza ve mükâfat) yok hükmündedir. Demek başka yerde (ahirette) bir mahkeme-i Kübra (büyük mahkeme) vardır. (herkese mükâfat ve ceza verilecektir)

Muhammed AYDIN 01 Ekim
Konu resmi23. Sayı Fihristi

İdare İdare 01 Ekim