26. Sayı: "Kalplere Hâkim, Hiss-i Dinidir"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiTarih Penceresinden

10 Ocak 1390 Taftazânî Hazretleri'nin Vefatı Sa'düddin Mesud b. Ömer, iman esaslarına dâir olan kelam ilminin en önde gelen imamlarından biridir. Kelâmın meşhur kitaplarından Şerhu'l Akâid'in müellifidir. Horasan'da büyük bir kasaba olan Taftazan'da 1322'de doğmuş, 1390'da Serahs'ta vefat etmiştir. Taftazânî, aslında Şafiî ve Eş'arîdir. Fakat İbn Nüceym ve Ali Karî gibi bazı âlimler Onu Hanefî göstermişlerdir. Bunun sebebi Taftazânî'nin hem Şafiî hem de Hanefî fıkhına dair eser yazmış olmasıdır. 20 Ocak 820 İmam-ı Şafiî'nin Vefâtı Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'in dört mezhebinden biri olan Şafiî Mezhebinin İmamı ve hicri ikinci asrın Müceddididir. 767 senesinde Filistin'in Gazze Şehrinde dünyaya geldi. Asıl adı Muhammed bin İdris, künyesi ise Ebu Abdullah'tır. Soyu, anne ve baba tarafından Abd-i Menâf'ta Peygamber Efendimizin (asm) soyuyla birleşmektedir. İmam-ı Şafiî Hazretlerinin dedesinin dedesi olan Şafiî İbn es-Sâib'e nisbeten Şafiî adı ile meşhur oldu. 24 Ocak 627 Hendek Savaşı Hendek Savaşı  Mekkeli Müşriklerle Müslümanlar arasındaki üçüncü ve son savaştır. Savaş adını, Müslümanların savunma için kazdıkları hendekten almaktadır. 15 Ocak 1459 Akşemseddin Hazretleri'nin Vefâtı Asıl adı Şemseddin Muhammed B. Hamza olan Akşemseddin Hazretleri 1390 yılında Şam'da doğmuştur. Avârifü'l-maârif sahibi Şeyh Şehâbeddin Sühreverdi'nin torunlarından Şeyh Hamza'nın oğludur. Akşemseddin'in soy ağacına bakıldığında baba tarafından Hz. Ebu Bekir (ra)'a kadar dayanmaktadır. Fatih Sultan Mehmed zamanında yaşamış olan Akşemseddin, İstanbul'un fethi sırasında Fatih'e çok destek olmuştur. Bazı eserleri: Risaletü'n Nuriye, Def'u Meta'inis'Sufiyye, Makamât-ı Evliya… 22 Ocak 1517 Yavuz Sultan Selim'in Ridaniye Zaferi Mercidabık Sava-şı'ndan sonra Mısır'ın başına geçen Tumanbay, Osmanlı hâkimiyetini kabul etmediği gibi, barış teklifi için gelen Osmanlı elçilerini öldürmüş ve Venedikliler'den top ve silah alarak Ridaniye'de kuvvetli bir savunma hattı kurmuştu. Yavuz Sultan Selim, ordusu ile birlikte, ilk çağdan beri hiçbir komutanın cebren geçemediği Sina Çölü'nü 13 günde geçerek, Ridaniye'de Mısır Ordusu ile karşılaştı. Mısır Ordusu'na, El-Mukaddam Dağı'nın etrafını dolaşarak güneyden saldıran Yavuz Sultan Selim, bu manevra sayesinde Mısır ordusunun yönleri sabit olan toplarını etkisiz hale getirdi. 492 yıl önce bugün Ridaniye Zaferi kazanıldı. Bu zaferle birlikte Memlük Devleti tarihe karıştı. 24 Ocak 661 Hz. Ali'nin Şehâdeti Resulullah'ın amcasının oğlu, damadı, dördüncü halife. Babası Ebu Talib, annesi Kureyş'ten Fâtıma binti Esed, dedesi Abdulmuttalib'tir. Künyesi Ebu Hasan ve Ebu Turab (toprağın babası), lâkabı Haydar; ünvanı Emîru'l-Mü'minin'dir. Ayrıca Allah'ın Arslanı ünvanıyla da anılır. 1348 yıl önce bugün, Kufe'de bir Hârici olan Abdurrahman b. Mülcem tarafından sabah namazına giderken yaralandı. Bu yaranın etkisiyle şehid oldu.

İdare İdare 01 Ocak
Konu resmiHicret

Hicret, Mekkeli ilk Müslümanların dinlerini, imanlarını koruyabilmek  ve ibadetlerini edâ edebilmek maksadıyla evlerini, işlerini, yurtlarını, akrabalarıyla beraber her şeylerini terk ederek yabancı bir diyara doğru gizlice göçmeleridir. Hz. Aişe'nin (ra) tabiriyle: Mü'min dini için, Allah ve Resulüne hicret etmek zorunda idi. Zira, dinini yaşamaktan menedilmesi korkusu vardı olarak ifade ediliyor. Her peygamberin ve inananların başına gelen iman ve küfür savaşı,  Ahirzaman Nebisi ve arkadaşlarının da en büyük imtihan vesilesi olmuştur. Resul-i Ekrem'in (sav) daha ilk tebliğiyle başlayan bu mücahedesi neticesinde müşrikler zamanla zulümlerinin şiddetini artırmıştı. Hatta inananlara hayat hakkı tanımaz olmuşlardı. Resul-i Ekrem'in (sav) amcası Ebu Talib'in ölümüyle bu işkence ve zulümler had safhaya varmıştı. Çünkü Ebu Talip iman etmediği halde yeğeni ve Müslümanların önünde koruyucu bir kalkan vazifesi görüyordu.  Fakat onun ölümüyle müşriklerin eline büyük bir fırsat geçti. Her türlü zulmü daha rahat işler hale geldiler. Öyle ki Hz. Resul, İslam'ı insanlara neşretme vazifesini yapamaz hale geldi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (sav) Mekke yakınlarındaki Taif şehrine giderek insanları imana davet etti. Fakat burada karşılaştığı manzara da farklı olmadı. Taifliler davete icabet etmedikleri gibi taşlarla ve hakaretlerle karşılık verdiler. Allah Resulü bu sefer Hac mevsiminde Mekke'ye gelen kavimleri irşada başladı. Müşrikler yine boş durmadılar. Onun arkasından tek tek dolaşarak yalan ve iftiralarla davasını çürütmeye çalıştılar. Artık Mekke'de İslam'ı yaşamak ve tebliğ etmek imkânsız bir hale gelmişti. Cenâb-ı Hakk'ın izniyle Mü'minler kendileri için güvenli bir yer olan Habeşistan'a gizlice hicrete başladılar. MEDİNE'YE HİCRET Habeşistan'a hicretlerin ardından Medine'ye de hicret izni çıktı. Çünkü Hz. Muhammed (sav) Medine'den Mekke'ye gelen hacılardan bazılarıyla görüşmüş ve onların İslam ile şereflenmelerine vesile olmuştu. İki sene üst üste Medineli Müslümanlarla görüşen Efendimiz (sav) onlarla yaptığı gizli anlaşmalarla ki; İslam tarihinde bunlara Akabe Biatları denir, kendilerine sığınan Müslümanlara kol kanat gereceklerine dair onlardan söz almıştı. Mus'ab b. Umeyr'in de (ra) Medine'ye İslâm'ı öğretmek maksadıyla gönderilmesi üzerine artık bu güzel şehir ve insanları, inananlar için yeni ve güvenilir bir mekân halini almıştı. Medineli Mü'minlerle yapılan anlaşmalar, müşrikler tarafından duyulunca iyice çileden çıktılar. Müslümanların yeni bir kuvvet kazanmaları, sayılarını artırmaları onları çok korkutuyordu. Böylelikle zulümlerinin şiddetini daha da artırdılar. Mü'minler için ne canlarını koruyabilmek ne de dini emirleri yapabilmek imkânsız hale gelmişti. Nihayet Allah Resulü, hicrete izin çıktığı müjdesiyle şöyle buyurmuştu: Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu bana gösterildi ve bildirildi. Mekke'den ayrılmak isteyen oraya gitsin. Medineli Müslüman kardeşlerle birleşsin. Yüce Allah, onları size kardeş yaptı ve Medine'yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı. (1) Artık mü'minler gizlice Medineye hicrete başladılar. Fakat Resul-i Ekrem'e (sav) henüz müsaade gelmediği için o Mekke'de kalmıştı. HZ. RESÛL' ÜN (SAV) HİCRETİ Mekke'li müşrikler Resul-i Ekrem'in (sav) de Medine'ye giderek Mü'minlerin başına geçip, kendilerine karşı büyük bir kuvvet oluşturacağı korkusuyla bir çare aradılar. Müşriklerin ileri gelenleri bir araya gelerek korkunç bir karar aldılar. Bu karar neticesinde Necidli bir ihtiyar kılığındaki Şeytanın da yol gösterip, destek olmasıyla yüce Nebi'yi (sav) öldürmek üzere sözleştiler. Cenâb-ı Hak, bu durumu Resulüne bildirerek Medine'ye hicret emri verdi. Hicret arkadaşı ise yanından hiç bir zaman ayrılmayan Hz. Ebubekir'di (ra). Bu hicret o kadar ilahî ihsanlarla doluydu ki; daha ilk başta, O'nu (sav) öldürmek kastıyla evinin etrafını kuşatanların arasından, yerden aldığı bir avuç kumu üzerlerine Yâsîn Suresi'nden âyetler okuyarak serpmesi neticesinde onlara görünmeden çıkmıştı. Ardından saklandıkları Sevr Mağarası onları bağrına basıp teslim etmemiş, küçücük bir güvercin ve örümcek ile O'nun önünde kalkan olarak yerlerin ve göklerin sevgilisi mübarek Peygamberi muhafaza etmişlerdi. Arkasından onları takip edenlerin atları ise kumlara batmış, yakalanmalarına yüce Allah (cc) müsaade etmemişti. Yüce Nebi aç kalmasın diye, sütsüz keçiler O'nun mübarek ellerinin mesh etmesi neticesinde süt çeşmesine dönmüşlerdi. Ve O'nu yakalamaya gelen bir gurup, iman ederek O'na muhafız asker olmalarına kadar ilahî ihsan ve nimetlerle dolu bir sefer olmuştu bu kutlu yolculuk. RESÛLULLAH'A (SAV) GELEN MÜJDE Hz. Resul, doğup büyüdüğü, çok sevdiği ve Beytullah'ı içinde barındıran bu mübarek şehirden ayrılırken ona doğru dönerek şöyle dedi; Vallahi sen Allah'ın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Allah katında en sevgili olanısın. Bana senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur. Çıkarılmaya zorlanmamış olmasaydım, senden asla ayrılmaz, senden başka yerde yurt yuva tutmazdım (2) Bunun üzerine Hz. Allah şu müjdeyi verdi: Elbette, O Kur'ân'ın tebliğini üzerine farz kılan Allah, seni yine döneceğin yere (Mekke'ye) döndürecektir (Kasas, 85) HİCRETİN HİKMET VE ÖNEMİ Hicret, canını, malını, evini, yurdunu, ailesini terk edip susuz ve kızgın çöllerde sevgiliye ulaşma destanıdır. Hicret, bir kaçış değil, Allah ve Resulüne sığınmaktır. İbadet edememe korkusuyla, huzur-u Rahman'a kavuşma umududur. Hicret, ferdî hayattan, İslam toplumuna atılan büyük adımdır. Hicret, Muhabbetullah'ın zirvesidir. Hicret, ahde vefadır. Sabırdır, sebattır. Hicret, kâmil bir iman, üstün bir ahlaktır. Hicret, merkezden muhite doğru bir genişlemedir. Mekke mihrabından, Medine minberine çıkıp bütün insanlığa, dünyaya İslam'ı tebliğ için açılan bir kapıdır. Hicret, Kur'ân'ın medhine mazhar olan kardeşte fani olmanın, fedakârlığın en güzel meyvelerinin yetiştiği nurlu, mübarek bir ağaçtır. Hicret, temeli takva üzerine kurulan ilk İslam mescidi Kuba'nın tesisinin, ilk Cuma namazinin ve Resul-i Ekrem'in hanesiyle, kıyamete kadar istirahatgâhı olacak mübarek Mescid-i Nebevi'nin inşa zamanıdır. Hicret, neticesinde Bedir Arslanları'nın, Uhud Kahramanları'nın, Feth-i Mekke mücahidleri'nin, Huneyn, Mute, Tebük Destanları'nın yazılmasının mürekkebidir. MEDİNELİ ENSAR Mekkeli muhacirlerin her şeylerini terk ederek hicret etmelerine mukabil, Medineli Müslümanlar da ellerindeki tüm imkânlarıyla bu kardeşlerine kucak açmış, her şeylerini onlarla paylaşmışlardı. Aslında kendileri de fakr u zaruret içinde yaşayan kimselerdi. Onların bu yüce meziyetleri Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle methedilmektedir: İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler ile hicret edenleri barındıranlar ve yardım edenler. İşte gerçek mü'min olanlar bunlardır. Onlar için bir bağışlanma ve üstün bir rızık vardır. (Enfal 74) Yine başka bir âyette: Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp, imanı (gönüllerine) yerleştirenler, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar felaha erenlerdir. (Haşr, 9) ŞİMDİ HİCRET ZAMANI Nefis planında hicret edemeyen, Allah için, cihad için, i'lâ-yı kelîmetullah için hicret edemez. Hicret, Kur'ân'a hizmetin ön şartı, cihâdın mukaddemesi… Şeytânilikten Rahmâniliğe, dünyevîlikten uhreviliğe, günahkârlıktan tevbekârlığa, şüphecilikten îmâna, riyâ­kârlıktan ihlâsa, şirkten tevhîde, fısktan takvâya, yeisten ümîde, tembellikten fedâkârlığa, bencillikten diğergamlığa, nefispe­rest­likten îsâra, cebânetten (korkaklık) cesâ­rete, cehâletten ilme, gafletten teyakkuza, adâvetten muhabbete, zulümden adâlete, bedevîlikten medenîliğe  hicret edemeyen insanın göçü nereye olur? Sahâbeler sadece Mekke'den Medine'ye hicret etmediler; bütün bu hicretleri de yaşadılar. Ruhlarında yaşadıkları bu hicretlerle kutlu hicrete hazırlandılar. Sahabelerin hayat tarzı olmuştu hicret. Vatanında vefât eden kaç sahâbe var? Binlerce kilometre ötelere onları sürükleyen, kimini Kostantiniye surlarına kimini Çin seddi civarına getiren sır ne idi?.. Define aramak için, iş kurmak için, para kazanmak için değildi onların hicretleri. Yegane gayeleri Yaratıcı'nın rızasına erişmek, Sevgililer Sevgilisi'nin de hoşnudiyetine mazhar olmaktı sadece. Resul-i Ekrem'in (asm) Siz şimdi yeryüzüne dağılın! Yüce Allah sizi yine bir araya toplar hitâbıyla birlikte gökteki yıldızlar gibi olan Ashâb-ı Güzîn Allah'ın mülkünü harmanladılar. Ruhlarındaki hicret tamam olmuştu ki bu hicrete pervasızca koşuyorlardı. Onlar hakiki muhacirlerdi. Hakiki muhacir Allah'ın haram kıldığı şeyleri terk edendir ifadesini Fahr-ı Âlem'den ilk işiten ve ilk itâat eden onlardı. Resul-i Ekrem (asm) Fetih'ten sonra hicret yoktur fakat cihad ve iyi niyet vardır diyerek hicretin kıyamete kadar bakî kalacak şeklini açıkladı. Artık Mekke'den Medine'ye göç manasında hicret yoktu fakat cihad maksadıyla ve küfür dünyasından kaçmak, ilim talebi için memleketten ayrılmak gibi güzel niyetlerle hicret devam edecekti. Hayatında hicret değil hicretler bulunan Peygamberimiz, taktik olarak sabır, hicret ve cihad silahlarını hep kullandı. Birbirine zıt gibi görünen bu üç fiili yerli yerinde kullanarak İslâm'ı tesis etti. Kurşunu hep zamanında attı. Oku yayından, kılıcı kınından gerektiğinde ve gerektiği kadar çıkardı. Çünkü sabır zamanında cihad zarar açısından ne ise cihad zamanında da sabır o idi. Lügatlerde Kişinin başkasını el veya dil veya kalben terk etmesidir diye tarif edilen hicret, Allah yolunda ve Resulullah sevgisi uğruna olursa kıymeti vardır ve bu kıymeti idrak edenlerin kıyâmetleri gelip yerin altına göç vakti çattığında hiç pervâları olmayacaktır. O hicret, nura hicrettir çünkü. Bir saati Cennetin bin sene saadet dolu hayatına denk gelmeyen Cemâlullâh'ı görmeye hicrettir… Fert fert hicretlerimiz Allah yolunda olursa, toplum olarak da hicretimiz aynı yöne olur. Yüz yıl önce hicret rotasını değiştiren Türkiye'nin de rotası nihâyet kıbleye döner. Anadolu, tarihte nâdir rastlanılacak kadar kemiyet ve keyfiyette muhacirle lebâleb dolmak üzere. Dest-i Kudret'in çalkaladığı zaman, kuvvetli meyveler verecek gürbüz ağaçların tohumlarını âlemin her tarafına dağıtmaya başladı bile. Hicretleriniz mübârek olsun efendim.

İdare İdare 01 Ocak
Konu resmiHicret mucizeleri

Hicret yeri Medine, hicretten önce Peygamberimize gaybî olarak gösterildi Buhâri, Hz. Aişe´den (ra) şu haberi nakletmiştir: Peygamberimiz Müslümanlara sizin hicret edeceğiniz yer bana gösterildi. Orası toprağı tuzlu ve hurmalık bir yerdir. Peygamberimizin bu sözünden sonra Medine´ye hicret başladı. Derken Ebu Bekir de hicrete hazırlandı. Peygamber Efendimiz de ona; Ağır ol, bakalım! Yakında bana da hicret izni çıkacağını ummaktayım buyurdu. Müşriklerin aldıkları öldürme kararı, Peygamberimize bildirildi Beyhakî İbn-i Abbas´tan (ra) rivayet eder: Kureyş ileri gelecileri Darün-Nedve denilen yerde toplandı. Peygamberimizin öldürülmesi üzerine ittifaka vardı. Cibril gelip durumu Hz. Peygambere haber verdi. O gece şimdiye kadar yatmakta olduğu yatağında yatmamasını emretti. Peygamber Efendimize Mekke´yi terk etmesi hakkında izin verdi. Peygamberimiz bir avuç toprağı yüzlerine serperek, iki yüz kadar katilin arasından görünmeden çıktı gitti Bu hususta İbn-i Sa´d'ın da (ra) bir haberi var: İbni Abbas (ra), Ali (ra), Aişe (ra), Süraka bin Caşüm (ra) ve Aişe binti Kudame'den (ra)... şöyle demişler. Peygamber Efendimiz hicret etmek için evinden çıktığı zaman, kiralık adamlar kapının önünde oturuyorlardı. Yerden bir avuç toprak alıp onların başlarına saçtı ve bu sırada Yasin suresinin baş tarafındaki ayetleri okudu. Sonra devam etti. Birisi kapının önünde bekleşenlere: Burada niçin bekleşiyorsunuz? dedi. Onlar da: Muhammed´in çıkmasını dediler, O da: Vallahi Muhammed çoktan çıkıp yanınızdan geçerek gitti dedi. Adamlar: Vallahi biz görmedik dediler. Bu sırada her biri başlarındaki toprağı silkelemekle meşgul idi. Resulullah ise çoktan gitmişti… Allah bir örümcek ağıyla, müşriklerden Resulünü gizledi ..Yanında Ebu Bekir de bulunduğu halde Sevr dağındaki mağaraya girdiler. Onlar içeri girdikten sonra hemen Örümcek, ağını üst üste örüp mağaranın ağzını kapattı. Kureyş çok sıkı bir arama yapıyordu. Nihayet mağaranın kapısı önüne kadar geldiler. İçlerinden bazısı dedi ki: Vallahi mağaranın kapısına örümcek ağını öyle bir örmüş ki, bu örümcek, Muhammed doğmadan burada imiş. Onun bu sözü üzerine, hepsi orayı terk etti. Mağaranın kapısında bir ağaç bitti ve güvercinler yuva yaptı İbni Sad, îbni Merduye, Beyhakî ve Ebu Nuaym Ebu Mus´ab el-Mekki´den şöyle rivayet ederler: Ben Enes bin Malik´e, Zeyd bin Erkam´a, Mugira bin Şube´ye yetiştim ve onların şu şekilde konuştuklarını duydum: Peygamberimiz ve arkadaşı mağarada saklanırken, Allah´ın emriyle mağaranın kapısında bir ağaç bitmiş ve onları örtmüş, yine Allah emredip örümcek ağını örmüş ve onları gizlemiş. Yine Allah´ın emriyle iki vahşi güvercin gelip mağaranın ağzında durmuş. Kureyş gençleri de aramayı şiddetle sürdürüp bütün silahlarını kuşanmış vaziyette mağaranın yakınına kadar gelmişler, o kadar ki mağaraya kırk adım yaklaştıklarında içlerinden birini, mağaraya girip kontrol etmesi için göndermişler, bu genç mağaranın kapısına geldiğinde içeri girmeden dönmüş, ilerideki arkadaşları: Niçin içeri girmeden dönüyorsun? diyerek ona bağırmışlar. O da şu karşılığı vermiş: Mağaranın ağzında iki güvercin bulunmakta, eğer içeride kimse olsaydı, bunlar burada bulunmazdı. Hz. Peygamber, onların bu konuşmalarını duymuş. Demek ki Allah bizi bu iki güvercin sayesinde düşmanlardan gizledi ve onları def etti, diye düşünüp hamd etmiş. Ayrıca bu güvercinler için hayır duada bulunmuş. Onlar da ehlileşip Harem´e uçmuşlar; biri dişi biri de erkek olduğu için orada yumurtlayıp üremişler. Peygamberimizin (asm) duasıyla, Hz. Ebubekir'in (ra) içindeki telaş ve tasa yok oldu  Müşrikler, Efendimiz'in (asm) ve Hz. Ebu Bekir'in (ra) hicret esnasında, bulundukları mağaraya -biri eğilip de bir bakıverse onları görecek kadar- yakınlaşmışlardı. Hz. Ebu Bekir, Peygamberimize (sav) zarar verecekler endişesiyle çok telaş ve üzüntüye düştü. Allah Resulü: Üzülme! Allah bizimle beraberdir dedi. İki kişinin üçüncüsü Allah olursa sen akıbetin ne olacağını zannediyorsun, yakalanacağımızı mı sanırsın? buyurdu ve Hz. Ebu Bekir iç ferahlığına kavuştu. Beyhakî, İbni Şihab (ra) ile Urve bin Zübeyr´den (ra) şu haberi nakletmiştir: Kureyş, atlarına ve develerine binerek her tarafı şiddetle kontrol edip Peygamberimizi arıyordu. Her tarafa haber salıp Peygamberimizin ve Ebu Bekir'in dirisini veya ölüsünü getirenlere yüz deve vaat ediyordu. Bir ara Sevr Dağının mağarasının kapısına kadar geldiler. Mağaranın üst tarafına da çıktılar. Konuşmalarını Peygamber Efendimiz ve Ebu Bekir duyuyordu, Bu sırada Ebu Bekir korkuya kapıldı. Varlığını büyük bir korku ve tasa kapladı. İşte bu sırada Peygamber (asm) kendisine: Korkma! Allah bizimle beraberdir! buyurdu. Ayrıca sevgili ve büyük Peygamberimiz dua buyurdular da bunun üzerine Allah´tan büyük bir sekine inerek, korku ve tasası zail oldu. Müşriklerden biri, mağaranın kapısına bakıyor olduğu halde melekler Peygamberimizi (asm) ve Hz. Ebu Bekir'i ona göstermedi Ebu Nuaym, Esma binti Ebu Bekir´den (ra) nakletmiştir: Ebu Bekr; mağaranın kapısına doğru dönmüş bir adam görür: Ya Resulallah! Bu adam bizi görecek der ve endişe eder. Resulullah da şu karşılığı verir: Asla! Şu anda melekler onun gözünü kör etmiştir. Çok geçmez, adam bulunduğu yere küçük abdestini yapmak için oturur, Peygamberimiz de bunun üzerine der ki: Gördün mü ya Eba Bekir, eğer bu adam bizi görüyor olsa idi, bize karşı bu şekilde yapmazdı. İz süren Süraka'nın atı Peygamberimizin duasıyla kumlara saplandı, yine Peygamberimizin duasıyla kurtuldu ve Süraka (ra) Müslüman oldu Buhari Süraka'dan (ra) şöyle rivayet eder: Ben Peygamberi ve arkadaşını bulmak üzere peşlerine takıldım. Onlara yaklaştığım zaman atım tökezledi ve ben kendimi yerde buldum. Kalkıp tekrar bindim, bu sırada Resulullah'ın Kur´ân okumakta olduğunu duydum. Hiç dönüp de bakmıyordu. Ebu Bekir ise sık sık geri bakıyordu. Derken atım bir kere daha tökezledi ve ben yere yuvarlandım. Baktım atımın ön ayakları iyice kuma gömülmüş, çıkarmaya çalışıyor fakat çıkaramıyor. Nihayet doğrulabildi. Dizlerinden direklenen duman, sanki ta semalara yükseliyordu. Ben peygambere nida edip eman istedim. Onlar durup beklediler. (Ben atımdan atlayarak onlara yaklaştım ve ondan eman aldım). Çünkü başıma gelenlerden anlamıştım ki, ben asla onlara bir şey yapamayacağım ve Resulullah'ın davası, pek yakında iyice ortaya çıkacak ve kuvvetlenecektir. Peygamberimiz (asm) hicretinde, zayıflıktan yürüyemeyen bir koyunu mesh etti ve ondan herkes kanıncaya kadar süt içti. Koyun kıtlık zamanında dahi her gün süt vermeye devam etti. Begavi, İbn-i Şahin, İbn-i Seken, İbn-i Mende, Taberânî, sahihtir kaydıyla Hakim, Beyhaki ve Ebu Nuaym; Hizam bin Hişam´dan (ra) şöyle nakleder: Peygamberimiz hicret maksadı ile Mekke´den çıktığı zaman yanında Ebu Bekir ve Ebu Bekir'in azatlısı Amir bin Füheyre de vardı. Yol kılavuzları ise Abdullah bin Uraykıd idi. Bunlar yolda giderlerken Ümmü Mabed´in çadırı önüne geldiler. Ümmü Mabed, kahraman bir kadındı. Çadırının yanı başında nöbet tutar, gerektiğinde de yedirir içirirdi. Peygamberimiz kendisinden bir miktar et ve hurma satın almak istedi. O sırada onun yanında bunlar yoktu. Peygamberimiz, çadırın kenarında bağlı bulunan bir dişi kuzu görür ve Bu nedir, ey Ümmü Mabed? der. O da Bu, zayıflığından dolayı yayılmaya gidemeyen bir kuzudur der. Peygamberimiz: Onu sağmama izin verir misin? diye sorar. O da Eğer onda sağılacak süt görüyorsan sağ! der. Peygamberimiz bu kuzunun getirilmesini söyler. Getirirler ve kendi eli ile onu sağar. Mübarek eliyle göğsünü mesh eder ve besmele çeker, bu kuzusu hakkında Ümmü Mabed´e de hayır ve bereketler niyaz eder. Kuzu iki bacaklarını ayırır ve sütünü verir. Peygamberimiz derhal kendisine on kişilik bir süt kabı verilmesini ister. Kap getirilir ve doluncaya kadar ona süt sağar. Önce Ümmü Mabed´e verir o da kanıncaya kadar içer, sonra ashabına verir onlar da kanıncaya kadar içerler. Bu sütten en son içen Peygamberimiz olmuştur. Sonra sırayla tekrar içerler ve kaptaki sütü bitirirler, sonra Peygamber efendimiz, bu kap doluncaya kadar ikinci defa kuzuyu sağar. Bu sefer sütü, Ümmü Mabed´e mübarek kudümünün bereket bakiyyesi olarak bırakır. İçtikleri sütün de bedelini ödeyerek oradan ayrılırlar. İbn-i Sa´d ve Ebu Nuaym, Hizam bin Hişam´dan, o da babası vasıtasıyla Ümmü Mabed´den (ra) nakleder: Peygamber efendimizin mübarek eliyle göğsünü mesh ettiği kuzu Hz. Ömer zamanındaki kıtlık zamanında da yanımızda idi. Ortalık kurumuş, hiç bir yerde az veya çok hayvan yiyeceği diye bir şey yoktu. Fakat bu mübarek kuzu, her günün sabahında ve akşamında süt vermeye devam etti. Kaynak: İmam-ı Suyuti - Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri

Abdullah MESUD 01 Ocak
Konu resmiYevm-i Âşurâ
İbadet

www.sorusorcevapbul.com Herkese duyurun! Bugün bir şey yiyen, akşama kadar yemesin, oruçlu gibi dursun! Bir şey yemeyen de oruç tutsun! Çünkü bugün Aşurâ günüdür. (BUHARİ, MÜSLİM, EBU DAVUD) Aşurâ gününün hususiyeti nedir? (عشوراء / عاشوراء) Arapça'da onuncu gün manasındaki Aşurâ; İslamiyet'ten sonra yerini Arapça'ya bırakmış olan Arâmîce kökenli bir kelimedir. Bu sebeple Aşurâ'nın tüm Sâmî diller arasında ortak kullanıldığı düşünülmektedir. Aşurâ günü, hicri yılın ilk ayı olan Muharrem ayının onuncu gününe denk geldiği için bu ismi almıştır. Bu güne Aşurâ isminin verilmesinin bir sebebi de, Allahü Teâlâ'nın on peygamberine on çeşit ikramda bulunması olduğu rivayet edilmektedir. İnsanlık tarihini alakadar eden mühim hadiselerin gerçekleştiği Aşurâ günü, bütün Sâmî dinlerde (Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam'da) önem arz etmektedir. Hz. Musa Firavunun zulmünden Aşurâ gününde kurtulduğu için Yahudiler bu günde oruç tutmakla yükümlüdürler. Aşurâ günü, İslam'dan önce de Arap toplumunda Hz. İbrahim'den (as) beri hürmet gösterilen bir gündü. Peygamber Efendimiz (asm) Ramazan-ı Şerifteki oruç farz kılınmazdan evvel Aşurâ gününün orucunu hiç terk etmemişti. İslam'da Aşurâ gününde oruç tutma yükümlülüğü bulunmayıp yüksek faziletine binaen bu güne hürmet gösterilerek oruç tutulmaktadır. Peygamberimizin sünneti olan Aşurâ orucu, Yahudilere benzememek için sadece 10. gün tutulmayıp Muharremin 10. ve 11. ya da 9. ve 10. günlerinde olmak üzere iki gün veya üç gün olarak tutulmaktadır. Âşurâ'nın İslam tarihindeki diğer bir önemi de Peygamber Efendimiz'in mübarek torunu, Cennet gençlerinin iki efendisinden biri olan Hz. Hüseyin'in (ra), Yezîd'in emriyle şehid edildiği gün olmasıdır. Yezid'in zâlim saltanatının karşısında duran Hz. Hüseyin (ra) ve beraberinde bulunan efradı, 10 Muharrem Hicri 61 yılında (Miladi 10 Ekim 680'de) Aşurâ günü gaddarca ve merhametsizce Kerbelâ'da şehid edilmişlerdir. Allah (cc), yaşadıkları ve müdafaa ettikleri hakikatler uğruna yüksek şehadete mazhar ettiği Kerbelâ şehidlerine dünya saltanatına bedel uhrevî sultanlığı münasip görmüş, bu faciayla dünyaya küsen ehl-i beyti de manevi karanlıkları dağıtan Kur'ân'ın bayraktarları kılmakla her asırda ümmete manevi sultanlar yapmıştır. Aşurâ gününün fazileti nedir? Aşurâ günü Hz. Nuh'un (as) gemisi, Cudi Dağına indirildi. O gün Nuh (as) ve yanındakiler, Allahü Teâlâ'ya şükür için oruçlu idiler. Hayvanlar da hiç bir şey yememişti. Allahü Teâlâ denizi, Benî İsrail için, aşurâ günü yardı. Yine Aşurâ günü Allahü Teâlâ Hz. Âdem'in (as) ve Hz. Yunus'un (as) kavminin tevbesini kabul etti. Hz. İbrahim de (as) o gün doğdu. (Taberani) Medine'de aşurâ günü oruç tutan Peygamber Efendimiz, Yahudilerin de oruç tuttuklarını gördü. Niye oruç tutuyorsunuz? diye sordu. Onlar da; Allah'ın İsrail oğullarını düşmanından kurtardığı bir gündür, Musa bu günde oruç tuttuğu için dediler. Resulullah Efendimiz de (asm), Müslümanların bugün oruç tutmalarının sebebini anlatmak için; Ben Musa'ya (as) sizden daha layığım buyurdu. (Buhari, Müslim, Ebu Davud) Allah (cc) Aşurâ gününde on peygamberine kurtuluş ihsan etmiştir ● Allah'ü Teâlâ hazretleri, Hz. Musa'ya (as) Aşurâ gününde mucize ihsan etmiş, denizi yararak firavun ile askerlerini sulara gark etmiştir. ● Hz. Nuh'un gemisi, Cudi Dağının üzerine Aşurâ gününde oturmuştur. ● Hz. Yunus (as) balığın karnından Aşurâ günü kurtulmuştur. ● Hz. Âdem'in (as) tövbesi Aşurâ günü kabul buyrulmuştur. ● Hz. Yusuf (as) kuyudan Aşurâ günü çıkarılmıştır. ● Hz. İsa (as) o gün doğmuş ve o gün göklere kaldırılmıştır. ● Hz. İbrahim (as) o günde doğmuş ve o gün ateş Onu yakmamıştır. ● Hz. Davut'un (as) tövbesi o gün kabul buyrulmuştur. ● Hz. Yakup'un (as) gözleri o gün açılmış ve oğlu Yusuf'a (as) kavuşmuştur. ● Peygamber Efendimizin (asm) gelmiş geçmiş bütün günahları o gün affolunmuştur. Aşurâ günü vuku' bulan diğer mühim hadiseler Peygamber Efendimiz (asm) Aşurâ günüyle ilgili şunları söylemiştir. ● Allahü Teâlâ yedi kat gök semasını Aşurâ günü yarattı. ● Dağları Aşurâ günü yarattı. ● Denizleri Aşurâ günü yarattı. ● Kalemi Aşurâ günü yarattı. ● Levh'i Aşurâ günü yarattı. ● Yıldızları Aşurâ günü yarattı. ● Kürsi'yi Aşurâ günü yarattı. ● Hz. Cebrail'i (as) ve diğer melekleri Aşurâ günü yarattı. ● Semadan ilk yağmur Aşurâ günü yağmıştır. ● Kıyamet Aşurâ günü kopacaktır. ● İlk rahmet Aşurâ günü nazil olmuştur. Aşurâ günü nasıl değerlendirilmeli? Nebilerin, salihlerin ve şehidlerin sevabını kazandıran Efendimizin sünneti AŞÃ›R ORUCUNU unutmayın! Peygamber Efendimiz bir gün öğleye doğru buyurdu ki: Herkese duyurun! Bugün bir şey yiyen, akşama kadar yemesin, oruçlu gibi dursun! Bir şey yemeyen de oruç tutsun! Çünkü bugün Aşurâ günüdür. (Buhari, Müslim, Ebu Davud) Ramazan-ı Şeriften sonra en faziletli oruç, Muharrem ayında tutulan oruçtur. (Müslim) Aşurâ günü oruç tutanın, bir yıllık günahları affolur. (Müslim, Tirmizi, İ. Ahmed, Taberani) Aşurâ günü oruç tutan, o yıl tutamadığı (nafile) oruçlarının sevabına kavuşur. [Deylemi] Aşurâ gününün faziletine kavuşmaya bakınız. Çünkü o gün Allah'ü Teâlâ'nın, günler arasında seçtiği mübarek bir gündür. Bu gün oruç tutan kimseye Allah'ü Teâlâ, nezdinde bulunan meleklerin, peygamberlerin, şehidlerin ve salihlerin ibadetleri kadar sevap verir. Aşurâ günü orucunu Yahudilere benzemeden tutun! Aşurâ günü oruç tutun, fakat Yahudilere muhalefet edin. Ondan bir gün önce veya sonrayı da oruçlu geçirin.(Müslim) Aşurâ gecesini ihya edin! Ebu Hureyre' den (ra) gelen rivayette ise Resul-ü Ekrem (asm) şöyle buyurmuştur: Bir kimse Aşurâ gecesini ihya eder de gündüzünü dahi oruçlu geçirir ise ölüm acısını anlamadan ölür. Aşurâ gününü ihya edin! Hz. Ali  (ra) tarafından rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte Resul-ü Ekrem (asm) şöyle buyurmuştur: Bir kimse Aşurâ gününü ihya ederse Allahü Teâlâ onu dilediği gibi diriltir. Aşurâ günü mutlaka bir yetime yardımda bulunun! Aşurâ Günü bir yetimin başını okşayan kimseyi, Allahü Teâlâ o yetimin saçındaki her kılı için cennette bir derece yükseltir. Aşurâ günü bir kişiye bile olsa iftar verin! Bir kimse Aşurâ günü oruçlu bir mümine iftar ziyafeti verirse, Muhammed (asm) ümmetinin tümüne iftar ziyafeti vermiş ve hepsinin karnını doyurmuş kadar olur. Aşurâ günü gözlerinize sürme çekin ki, göz ağrısı çekmeyesiniz! Aşurâ Günü her kim sırma taşından sürme çekerse gözleri katiyen ağrımaz. (Hakîm, Müstedrek) Aşurâ günü sadaka vermeyi unutmayın ki;  Uhud dağı kadar sevap alasınız! Her kim Aşurâ günü malından bolca harcarsa, Allahü Teâlâ senenin diğer günlerinde ona bolluk ihsan eyler. (Beyhâkî) Aşurâ günü zerre kadar sadaka veren kimseye Allahü Teâlâ Uhud Dağı kadar sevap verir, bu sevap kıyamet gününde terazide, mizanda yer alır. Aşurâ günü bir ilim meclisine uğramayı ihmal etmeyin! Bir kimse, bir âlimin meclisine veya Allahü Teâlâ'nın zikredildiği yere Aşurâ Günü gelip onlarla bir saat (bir müddet) oturursa (onlara iştirak ederse), o kimseyi cennete koymayı Allahü Teâlâ üzerine almıştır. Aşurâ günü bol bol selâmlaşın! Aşurâ günü on Müslüman'a selam veren, bütün Müslümanlara selam vermiş gibi olur. (Şira't'ül-İslam) Kaynaklar: Kütüb-i Sitte, Gunyet'üt Talibin, Camiü's- Sağır, Şir'atü'l İslam, Kalplerin Keşfi, Sahih-i Müslim) Aşurâ günü oruç tutanın, bir yıllık günahları affolur. (Müslim, Tirmizi, İ. Ahmed, Taberani) Aşurâ Günü her kim sırma taşından sürme çekerse gözleri katiyen ağrımaz. (Hakîm, Müstedrek) Aşurâ günü oruç tutun, fakat Yahudilere muhalefet edin. Ondan bir gün önce veya sonrayı da oruçlu geçirin. (Müslim)

İdare İdare 01 Ocak
Konu resmiOku-Yorum

Zaman kısıtlı bir kaynağımızdır ve hayatımızda hiçbir şekilde yenilenemeyecek bir kaynaktır. Bir gün, ya da yıl içinde kullanabileceğiniz zaman miktarını, para tasarrufu, eleman istihdamı gibi diğer kaynaklarda yapabileceğimiz gibi arttıramayız. Zamanımızı yönetemediğimiz sürece başka hiçbir şeyi yönetemeyiz. Zamanı yönetmek faaliyetlerimizin temelidir. Zamanı verimli kullanmayı, pratik ve sürekli çabayla iyileştirmemiz mümkündür.Kış mevsiminde gündüzlerin kısa olup çabucak geçtiği, gecelerin ise uzun olup kendine zaman ayıramamaktan yakınanlar için büyük fırsatlar sunuyor. Akşam 19:00 a kadar akşam yemeği ve yatsı namazının eda edilmesi bir çoğumuz için mümkün. Düşünmek, yaradılışta bizlere ihsan edilmiş en büyük nimet. İlk çağlarda insanlar konakladıkları yerde veya toplu halde yaşadıkları ilk komünlerde duygularını, düşüncelerini, emellerini yaktıkları ateş etrafında toplanarak paylaşıyorlardı. Ateşin ışığından ve ısısından istifade ediyorlar,  hayat şartlarının içlerine saldığı zayıflık ve yalnızlık duygusunu bertaraf ediyor, beraberliğin kattığı güven duygusu, yarınları için ümit kaynağı oluyordu. Dini ve örfi manada aile ve komşuluk münasebetlerinde eski çağlarda birlikte yaşamak ve ortak değerlerin paylaşımında sadece araç gereçlerin farklılaştığını fark ediyoruz. Herkes tarafından malumdur ki TV, internet, mobil telefon ve mobil iletişim ve eğlence araçları münferit yaşanan hayat tarzlarının benimsenmesini özendiriyor. İrfan Mektebi sütunlarında sizlerle paylaşmak istediğim şu canım kış gecelerinin çok daha verimli geçmesi için nazarlarınızı, sıhhat nimetinden sonraki en değerli nimet olan boş vakitlerimizi daha fazla OKUYARAK verimli kılınması arzusudur. Okumak hem de aile efradı ve komşular, yakın dostlarımız ile birlikte okumak hepimizin, faydasına %100 rey verdiğimiz okumak. Şu an bildiklerinizin  % kaçını okuyarak veya okuyanı dinleyerek öğrendiniz? Şu an bilmek istediklerinizin  % kaçını okuyarak veya okuyanı dinleyerek öğrenebilirsiniz? Mutlak okuyarak öğreneceklerin dahi okumayı ihmal ettiklerini veya değerini henüz idrak etmediklerini bir eğitim sendikasının yaptırdığı anketten öğrendim: Ankete 18-30 yaş arası 1.831 genç katılırken, bu gençlerin yüzde 67.2`si ortaöğretim, yüzde 22.7`si üniversite, yüzde 4,3`ü yüksek lisans mezunu, yüzde 5,8`i ise okur yazar. Ankete göre, gençliğin yüzde 11.2`si düzenli olarak kitap okurken yüzde 17.4`ü aralıklarla, yüzde 63.9`u ise düzensiz olarak ara sıra kitap okuyor. Gençler, kitap okumalarına engel olarak ise iş yoğunluğu, dersler ve televizyonu gösteriyor. Bu anket gençlerle yapılmış, yeni bir anket yapılarak hayatını kazanırken okumak zorunda olmayanlara sorulsa sonuçlar sanırım çok daha iç karartıcı çıkacaktır. Okumaya olan iştahsızlığa kendi ruh halimize göre sebepler tanımlayıp okumamaya bahane gösteriyor olabilirsiniz. Bu nedenle uzmanların okuma engelleri ve İdeal okuma için tavsiyelerini sizlere aktarmak istiyorum. Okuma Engellerimiz; Okumaya engel teşkil eden sebepleri 5 ayrı başlıkta toplayabiliriz. Ne kadar problem bir araya gelirse okumak o kadar zor oluyor. Çevre, fizyoloji, psikoloji, okuma tarzı, okunan kitaptan kaynaklanan problemler olarak isimlendirebiliriz. Okuma ortamını iyi okuduğunuz ortamdaki gibi düzenleyin, gürültü ve aydınlatmayı kontrol edin. Unutkanlıktan, yorgunluktan, soğuk ve sıcağın etkisinden, bedensel rahatsızlıklardan şikâyetçi olmadığınız anlarda okumayı tercih edin. Okuduğunuzu anlama kaygısı, dikkat ve odaklanma problemi, okurken geri dönüşler yapmak,  gerginlik, zihnen dağınıklık, erteleme alışkanlığı, isteksizlik, dalgınlık, ilgi eksikliği, okurken hayal kurmak, uykunun gelmesi, metin üzerinde oyalanmak okuma motivasyonunu düşürür. Okurken içten seslendirmek, okurken gözün yorulması, okurken kelime kelime okuma, dudak kıpırdatma, plansız okuma, ritim eksikliği, okuma hızı ile anlama ilişkilerini kuramama kötü okuma tarzı örnekleridir. Okunacak kitabın baskı kalitesi olarak iyi hazırlanmış olması önemlidir. Anlaşılmaz dil, yazarın akıcı üslup kullanmaması okumayı zorlaştıran faktörlerdendir. İdeal Okuma; okuyucunun okuma amacını belirleyebilmesi ile başlar. Kendinize şu soruları sorun: Bunu niçin okuyorum? Bu okuma ile ulaşmak istediğim sonuç ne olmalıdır? Okuyunca neyi öğrenmiş (hatırlamış) olmalıyım? Okuyacağınız metnin türünü, açık okuma hedefinizi, amacınıza uygun okuma stilinizi ve hızınızı seçerek ideal okuma stratejinizi belirleyebilirsiniz. Birlik olmaya, beraberce öğrenmeye, birbirimizle hem hâl olmaya, birbirimizin boyasıyla boyanmaya ihtiyacımız fıtraten var. İlk çağlarda olduğu gibi şimdi de birlikte öğrenmeye, sınırlarımızı birlikte genişletmeye ihtiyacımız var. İşte ilk çağlardaki aileyi, kabileyi, hatta kabileleri etrafında toplayan kamp ateşinin ve bilge kişinin yerinde, şimdi dünyanın birçok yerinde ev ve toplantı salonlarında okunan çok değerli eserlerimiz, ilkel kabilelerin kamp ateşinden daha parlak, o kamp ateşinden sıcaklığı daha tesirli, ruhumuzun derinliklerine tesir eden kaynaklarımız var. Teşbihinden çok tesir aldığım Eyüp (as) ve Yunus (as) kıssalarında izah edilen kalp ve akıl uyanıklığına çok ihtiyacımız var. Madem her an her şey değişiyor ve madem hadiste İki günü bir olanın zararda olduğu bildirilmiş. Öyleyse, Allah'ın (cc) (OKU) emrini hatırlayarak okuma azim ve kararlılığımızı sürekli arttırmalıyız. Ben okumayı tercih ediyorum, okuyorum.

Ahmed Nuri EREN 01 Ocak
Konu resmiYeryüzünü İlimle Dolduran Kureyşli Âlim: İmâm-ı Şafiî

Cadde-i Kübra-yı Kur'âniye olan Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'in dört mezhebinden biri olan, Şafiî Mezhebinin İmamı ve hicri ikinci asrın Müceddidi İmam-ı Şafiî Hazretleri, İmam-ı A'zam Ebu Hanife Hazretlerinin vefat ettiği yıl olan hicri 150 senesinde, Filistin'in Gazze şehrinde dünyaya gelmiştir. Asıl adı Muhammed bin İdris, künyesi ise Ebu Abdullah'tır. Soyu, anne ve baba tarafından Abd-i Menâf'ta Peygamber Efendimizin (asm) soyuyla birleşmektedir. İmam-ı Şafiî Hazretlerinin dedesinin dedesi olan Şafiî İbn es-Sâib'e nisbeten Şafiî adı ile meşhur olmuştur. Şerefli bir soya mensup olan İmam-ı Şafiî Hazretleri, henüz küçük yaşta iken babasını kaybetmiş. Fakir bir şekilde yaşayan annesi, oğlunu alıp asıl memleketleri olan Mekke'ye götürmüş ve burada birçok zorluklara mücadele ederek fakir ve yetim bir şekilde büyütmüştür. Daha küçük yaşta kendisini ilme veren İmam Şafiî Hazretleri, Mekke'de bulunan zamanın meşhur âlimlerinin derslerine ve sohbetlerine devam etmiştir.  Mesela, Dört yaşında Kur'ân'ı hıfzeden, on yaşında içtihad yapmaya başlayan, Süfyan bin Uyeyne Hazretlerinden fıkıh ve hadis ilmi tahsil etmiştir. Yedi yaşında Kur'ân-ı Kerîm'i; on yaşında da İmam Mâlik Hazretlerinin el-Muvatta' adlı hadis kitabını ezberlemiş ve on beş yaşına geldiğinde, fetva verebilecek bir seviyeye ulaşmıştı. Halis talebe-i ulumun rızkına ben kefilim diyen İmam-ı Şafiî Hazretleri, ilim tahsiline başladığı ilk günlerini şöyle anlatır: Kur'ân-ı Kerîm'i ezberledikten sonra, devamlı Mescid-i Haram'a gidip, fıkıh ve hadis âlimlerinden pek çok istifade ettim. Fakat çok fakir idik, bir yaprak kâğıt almaya bile gücümüz yoktu. Derslerimi ve öğrendiğim meseleleri yazmakta çok sıkıntı çekerdim. Mekke'deki bu ilk tahsilinden sonra, Arapçanın inceliklerini ve edebiyatını öğrenmek için, Huzeyl Kabilesine gitmiştir. On yıl kadar süren bu çöl hayatında, dil öğreniminin yanı sıra ok atmayı da öğrenmiştir. Bu hususta: Ben Mekke'den çıktım. Çölde Huzeyl Kabilesinin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arapların dil bakımından en fasihi (güzeli) idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım, ok atmayı öğrendim. Mekke'ye döndüğüm zaman, birçok rivayet ve edebiyat bilgilerine sahip olmuştum. demiştir. İmam-ı Şafiî Hazretlerinin ilim tahsilinde en önemli dönem, Ehl-i Sünnetin dört mezhebinden Maliki Mezhebinin imamı, büyük müçtehit İmam-ı Malik Hazretlerine talebe olmasıyla başlamıştır.  İmam-ı Malik Hazretlerinin yanına geldiği zaman, yirmi yaşlarında bulunan Şafi Hazretleri, yirmi dokuz yaşına kadar, tam dokuz yıl İmam-ı Malik Hazretlerinin himayesinde ilim tahsil etmiştir. İmam Malik Hazretleri vefat edince, ilimden yeteri kadarı nasiplendiğini düşünen İmam-ı Şafii Hazretleri, o zamana kadar çok fakir bir hayat sürdüğünden, geçimini temin edebilmek için bir iş aramaya başlamıştır. O sıralarda Mekke'ye gelen Yemen Kadısı Mus'ab b. Abdillah el-Kureyşî onu yanında götürerek, Yemende kendisine resmî bir iş bulmuştur. İmam Şafiî Hazretleri söz konusu vazifesine devam ettiği sıralarda, Yemen'e zalim ve gaddar bir vali tayin olmuştu. Bu vali, kendi idaresi altındakilere zulüm yapmaya başlayınca, İmam-ı Şafiî Hazretleri onu ikaz etmeye çalıştı. Fakat onun bu tavrı valinin, aleyhine harekete geçmesine sebep oldu. Vali ona kin bağlayarak, -Şiilik propagandası yapıyor diye- hakkında iftiralar uydurdu. Harun Reşîd'e mektup göndererek İmam-ı Şafiî Hazretlerine karşı kışkırttı. Halîfe Hârun Reşîd, Hz. Ali taraftarlarının bir harekâtından korkuyordu. Bunun için Şiî olmadığı halde İmam-ı Şâfiî Hazretleri eli kelepçeli olarak Medîne'de Halîfe'nin huzuruna çıkarıldı. Suçsuzluğu anlaşılınca Halife onu serbest bıraktırdı ve maddî yardımlarda bulundu. İmam-ı Şafiî Hazretleri, başına gelen bu hadiseden sonra Yemendeki işini bırakıp, kendisini yeniden ilme verdi. Hicri 183'te Bağdat'a giderek, ilmini ilerletmek için İmam-ı A'zam Hazretlerinin talebesi olan İmam-ı Muhammed Hazretlerinden ders almaya başladı. İmam-ı Muhammed Hazretleri onu kendi himayesine alıp, yazmış olduğu kitaplarını okutmak suretiyle, Irak'ta tedvin edilen fıkıh ilmini ve Irak'ta meşhur olan rivayetleri öğretti. Ayrıca İmam-ı Muhammed, İmam-ı Şafii Hazretlerinin üvey babası idi. İmam-ı Şafii onun ilminden ve kitaplarından çok istifade etmiştir. Bu hakikati kendisi şöyle ifade etmektedir: İmam-ı Muhammed'den öğrendiğim ilimle, bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Küfe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da Ebu Hanife'nin çocuklarıdır. Yani bir babanın çocukları için lazım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi, İmam-ı A'zam Ebu Hanife Hazretleri de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur. İmam-ı Malik, İmam-ı Muhammed, Süfyan ibni Uyeyne, Fudayl b. İyâz ve Müslim ibni Halid Zencî gibi, âlemce meşhur olan imamlardan ders alan İmam-ı Şafii Hazretleri, ilim noktasında asrındaki ulemanın fevkinde bir makama sahip olmuştur. On üç yaşında iken, Harem-i şerif de Bana istediğinizi sorunuz demiştir. On beş yaşında iken fetva vermeye başlamıştır. Hanbelî mezhebinin kurucusu ve bir milyon hadisin hafızı ve râvîsi olan Ahmed İbni Hanbel Hazretleri İmam-ı Şafiî'den ders almaya gelir, çok kimseler ona: Sen de büyük bir âlim iken, onun önünde nasıl diz çöküyorsun? dediklerinde; Bizim ezberlediklerimizin manalarını o biliyor. Eğer onu görmeseydim, ilmin kapısında kalacaktım. O, dünyayı aydınlatan bir güneştir, ruhlara gıdadır. demiştir. Yine Ahmed b. Hanbel Hazretleri onun için; Allah'ın kitabı ve Resulünün sünnetinde insanların en fakîhi idi; Eli hokka ve kalem tutup da, boynunda Şâfiî'nin minneti olmayan kimse yoktur demiştir. Kureyş'e sövmeyiniz. Zira Kureyşli bir âlim, yeryüzünü ilimle doldurur. hadis-i şerifine mazhar olan İmam-ı Şafiî Hazretleri, ilimde olduğu gibi maneviyatta da birçok mertebeyi kat etmiştir. Bu hakikati teyiden, Abdullah-ı Ensarî namında bir zat şöyle buyurmuşlar: İmam-ı Şafiî'yi çok severim. Çünkü evliyalıkta hangi makama baksam, onu herkesin önünde görüyorum. Bedîüzzaman Hazretlerinin, şahların ve aktabların fevkindedirler dediği dört imamdan biri olan İmam-ı Şafiî Hazretleri, birçok keşif ve keramete de mazhar olmuş bir zattı. Mesela: Abbasi Halifelerinden Harun Reşit, her sene Bizans İmparatorundan yüklü miktarda vergi alırdı. Bir seferinde İmparator, âlimlerle münazara etmek için dört yüz ruhban gönderdi: Eğer onlar bizi yenerlerse onlara vergilerimizi vermeye devam edeceğiz. Yok, biz onları yenersek vermeyiz dedi. Dört yüz Hıristiyan ile bazı İslam âlimleri Dicle Nehrinin kenarında toplandı. Halife, İmam-ı Şafii'yi çağırarak, Hıristiyan ruhbanlara sen cevap ver dedi. İmam-ı Şafiî Hazretleri, seccadesini omzuna alıp nehre doğru gitti. Seccadeyi nehre atıp üzerine oturdu ve Benimle münazara etmek isteyenler buraya gelsin dedi. Bu hali gören ruhbanların hepsi Müslüman oldu. Bizans İmparatoru, adamlarının İmam-ı Şafii Hazretlerinin elinde Müslüman olduğunu öğrenince; İyi ki, o buraya gelmedi. Yoksa buradakilerin hepsi Müslüman olurdu, kendi dinlerini bırakırlardı dedi. Yıllarca Hicaz ve Bağdat arasında gidip gelen İmam-ı Şafiî Hazretleri, asrındaki büyük üstadlarından almış olduğu emsalsiz ilimle, kendi üstün zekâsını da kullanarak, hem Irak'ın, hem de Hicaz'ın fıkhını birleştirmiş ve yeni bir fıkıh ortaya koymuştur. Böylece Müslümanlara ibadetlerinde ve işlerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun kendi usulüne göre şer'i delillerden çıkardığı hükümlere, yani gösterdiği bu yola, Şafiî Mezhebi denilmiş. Ehl-i Sünnet itikadında olan Müslümanlardan amellerini, yani ibadet ve işlerini bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara da Şafiî denilmiştir. Elli dört yıllık çok bereketli bir hayatın neticesinde, arkasında yüzlerce talebe ve çok kıymetli eserler bırakan büyük İmam, hicri 204, miladi 820 senesinde, hemoroit rahatsızlığına bağlı şiddetli bir kanama neticesinde, Mısır'da vefat etti. Vefatı, İslam Âlemi için büyük bir kayıp oldu. Duyulduğu her yerde, derin üzüntü ve gözyaşları ile karşılandı. Kabri kazılırken etrafa misk kokusu yayıldı. Orada bulunanlar bu kokunun tesirinde kalıp kendilerinden geçtiler. Kahire'de el-Mukattam dağının eteğinde Kurafe Kabristanına defnedildi. Eyyubi sultanlarından El-Melik El-Kâim kabri üzerine, 1211 yılında çok güzel kubbeli bir türbe yaptırmıştır. Daha sonra Kudüs Fatihi Selahaddin-i Eyyubi de türbenin yanına büyük bir medrese yaptırmıştır. İmam-ı Muhammed'den öğrendiğim ilimle, bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım… İmam-ı Şafiî Yedi yaşında Kur'ân-ı Kerîm'i; on yaşında da İmam Mâlik Hazretlerinin el-Muvatta' adlı hadis kitabını ezberlemiş ve on beş yaşına geldiğinde, fetva verebilecek bir seviyeye ulaşmıştı.

İdare İdare 01 Ocak
Konu resmi"Şükürsüz nimet zâildir"

KEL, ALATENLİ VE ÂMÂNIN KISSASI Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Resulullah (asm) buyurdular ki: Benî İsrail'den üç kişi vardı: Biri alatenli, biri kel, biri de âmâ. Allah bunları imtihan etmek istedi. Bu maksatla onlara (insan suretinde) bir melek gönderdi. Melek önce Alatenli'ye geldi. Ve: En çok neyi seversin? dedi. Adam:  Güzel bir renk, güzel bir cild, insanları benden tiksindiren halin gitmesini! dedi. Melek onu mesh etti. Derken çirkinliği gitti, güzel bir renk, güzel bir cild sahibi oldu. Melek ona tekrar sordu: Hangi mala kavuşmayı seversin? Deveye! dedi, adam. Anında ona on aylık hamile bir deve verildi. Melek: Allah bunları sana mübarek kılsın! deyip (kayboldu) ve kelin yanına geldi. En ziyade istediğin şey nedir? dedi. Adam: Güzel bir saç ve halkı tiksindiren şu halin benden gitmesi dedi. Melek, kelin başını elleriyle mesh etti, adamın keli gitti. Kendisine güzel bir saç verildi. Melek tekrar: En çok hangi malı seversin? diye sordu. Adam: Sığırı! dedi. Hemen kendisine hamile bir inek verildi. Melek: Allah bu sığırı sana mübarek kılsın! diye dua etti ve âmânın yanına gitti. Ona da: En çok neyi seversin? diye sordu. Adam: Allah'ın bana gözümü vermesini ve insanları görmeyi! dedi. Melek onu mesh etti ve Allah da gözlerini anında iade etti. Melek ona da: En çok hangi malı seversin? diye sordu. Adam:Koyun! dedi. Derhal doğurgan bir koyun verildi. Derken sığır ve deve yavruladılar, koyun da kuzuladı. Çok geçmeden birinin bir vadi dolusu devesi, diğerinin bir vadi dolusu sığırı, öbürünün de bir vadi dolusu koyunu oldu. Sonra melek, alatenliye, onun eski haline bürünmüş olarak geldi ve: Ben fakir bir kimseyim, yola devam imkânlarım kesildi. Şu anda Allah ve senden başka bana yardım edecek kimse yok! Sana şu güzel rengi, şu güzel cildi ve şu malı veren Allah aşkına bana bir deve vermeni talep ediyorum! Ta ki onunla yoluma devam edebileyim! dedi. Adam: Olmaz öyle şey, onda nicelerinin hakları var! dedi ve yardım talebini reddetti. Melek de: Sanki seni tanıyor gibiyim! Sen alatenli, herkesin tiksindiği, fakir birisi değil miydin? Allah sana (sıhhat ve mal) verdi dedi. Ama adam: (Çok konuştun!) Ben bu malı büyüklerimden miras yoluyla elde ettim! diyerek onu tersledi. Melek de: Eğer yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin! dedi ve onu bırakarak Kel'in yanına geldi. Buna da onun eski halinde kel birisi olarak göründü. Ona da öbürüne söylediklerini söyleyerek yardım talep etti. Bu da önceki gibi talebi reddetti. Melek buna da: Eğer yalancıysan Allah seni eski haline çevirsin! deyip, Âmâ'ya uğradı. Buna da onun eski hali üzere (yani bir âmâ olarak) göründü. Aynı şekilde: Ben fakir bir adamım, yolcuyum, yola devam etme imkânı kalmadı. Bugün, evvel Allah sonra senden başka bana yardım edecek yok! Sana gözünü iade eden Allah aşkına senden bir koyun istiyorum; ta ki yolculuğuma devam edebileyim! dedi. Âmâ cevaben:Ben de âmâ idim. Allah gözümü iade etti, fakirdim (mal verip) zengin etti. İstediğini al, istediğini bırak! Vallahi, bugün Allah adına her ne alırsan, sana zorluk çıkarmayacağım! dedi. Melek de: Malın hep senin olsun! Sizler imtihan olundunuz. Senden memnun kalındı ama diğer iki arkadaşına gadap edildi dedi (ve gözden kayboldu). [Buhârî, Enbiya 50, Müslim, Zühd 10, (2964).] Yukarıda anlatılan kıssadan çıkarılabilecek pek çok hisse vardır. Bunlardan bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum. 1.    Nimeti inkâr bir cinayettir. Cezası ise nimetten mahrumiyettir. Yaratılan her mahluk, yokluk âleminden varlık sahnesine çıkmakla büyük bir nimete nâil olmuş demektir. Yokluktan varlığa çıkmak ve varlık içinde sayısız nimetlere erişmek, paha biçilemeyecek bir lütuftur. İnsan gaflet ve dalaleti sebebiyle sahip olduğu nimetleri ve onları vereni unutur. Nimeti, kendi malı zanneder. Karun gibi Ben bunları ilmimle kazandım, demeye başlar. İşte bu hal nimeti inkârdır. Nimete ve onu verene karşı bir nankörlüktür, bir cinayettir. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Azîmüşşan'da 31 defa Şimdi Rabbinizin ni‘metlerinden hangisini ya­lan­larsınız? (Rahman, 21) demekle, şükürsüzlüğü nimetleri inkâr ve yalanlamak suretinde gösteriyor. İşte bu büyük cinayetin cezası, nimetten mahrum bırakılmaktır. Bu, Allah'ın nankörler hakkında değişmez bir kanunudur. Eninde sonunda bu cinayetin sahipleri ellerindekini kaybederler. Dünyada olmasa da (bazen imtihan sırrı gereği dünyada ceza verilmeyebilir) ahirette mutlaka bu kanun kendilerine tatbik edilecektir. Yüce Rabbimiz bu hususu Bir vakit de Rabbiniz: ‘Celâlim hakkı için, eğer şükrederseniz, muhakkak size (ni‘metimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz, şübhesiz ki azâbım pek şiddetlidir!' diye bildirmişti.(İbrahim, 7) ayetiyle ifade etmektedir. 2.    Nimet şükür için verilir. Şükür nimeti ziyadeleştirir. Şükürle karşılanan nimet zâil (yok olan) olmaz. İnsana verilen nimetlerden maksat şükürdür. Nimet şükür için verilir. Şükürle karşılanan nimet zâil olmaz. Şükür nimeti muhafaza eder. Bilakis onu ziyadeleştirir, artırır. Sahip olunan nimetin in'am yani verilme olduğunu bilmek ve bunu, nimeti verene ifade etmek, hamd ve şükürdür. Nimeti vereni bilmek şükürdür. Nimeti, onu verenin razı olacağı şekilde kullanmak şükürdür. Şükür, nimetin kadrini kıymetini bilip onu başkalarına da (ilan ederek) göstermektir. 3.    Zekât ve sadaka gibi hayırlar hem belayı def eder, hem de mal ve canı korur. Peygamberimiz (asm): Mallarınızı zekâtla koruyun, hastalarınızı sadaka ile tedâvi edin, belaya dua ile karşı koyun. diye buyuruyor. Bir başka hadis-i şerifte ise Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Resulullah (asm) buyurdular ki: Sadaka Rabbin öfkesini söndürür ve kötü ölümü bertaraf eder. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/24-25.)  Bir diğer hadiste ise Hz. Ali (ra) anlatıyor: Resulullah (asm) buyurdular ki: Sadaka vermede acele edin. Çünkü belâ sadakanın önüne geçemez. (Ebu Dâvud, Zekât: 41, (1679-1680); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/35.) Görüldüğü gibi zekât ve sadaka hem malı, hem de canı korur. Aksi halde mala, cana bela ve musibetin gelmesi kaçı(nı)lmaz olur. Kıssada her iki neticede görülmektedir. 4.    Zekât ve sadaka Allah hesabına layık olana verilmelidir. Hayır olarak yapılan şeyler Allah için olmalıdır. Allah adına yapılmayan şeylerde (dinen) hiçbir hayır yoktur. Zekât ve sadaka gerçekten muhtaç olana verilmelidir. Onların mallarında, dilenen ve (iffetinden dolayı dilenmeyen) yoksul için bir hak vardır (verirler)! (Zariyat 19). İslâm âlimleri, çeşitli meşru sebepler göstererek, kapıya gelenlerin boş çevrilmemesi gerektiğini ifade ederler. 5.    Cimrilik ve yalan kötü hasletlerdir. İnsana her zaman kaybettirir. Cimrilik dinen kötü hasletten sayılmıştır. Ebu Saîd el-Hudrî (ra) anlatıyor: Resulullah (asm) buyurdular ki: İki haslet vardır ki bir Mü'minde asla beraber bulunmazlar: Cimrilik ve kötü ahlâk. (Tirmizî, Bir 41, (1963). H. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/167.) Cimriliğin kendisi kötü olduğu gibi başka kötü ahlâklara da kapı açar. Sahibini her türlü kötülüğe (b)ulaştırır. Mü'min cömerd olmalıdır. Malı tükenir diye Allah yolunda infak etmekten kaçınmaz. Cimrilik, dünya ve ahirette insanı zarara uğratır. Cimrilik eden hakikatte kendine cimrilik etmiş olur. Kıssadaki iki şahsı yalana götüren sebep cimrilikleridir. Cimri oldukları için yalan söylemek zorunda kaldılar. Yalan ile Rablerinin nimetini inkâr ettiler. Bu da onları dünya ve ahiret nimetlerinden mahrum bıraktı. 6.    İnsan, her hal üzere imtihan edileceğini bilip ona göre hazırlanmalıdır. Cenâb-ı Hak insanı her türlü imtihana tabi tutar. Varlıkta, yoklukta, hastalıkta, sıhhatte, fakirlik ve zenginlikte imtihan eder. Önemli olan buna hazırlıklı olmaktır. Sahip olduğumuz her nimetin mutlaka bir imtihanı olacaktır. Ve bunların hesabı bizden sorulacaktır. Amelimizin karşılığını dünya ve ahirette iyi ya da kötü bir şekilde mutlaka göreceğiz. Nimetin varlığına sevinmekle beraber imtihan için verildiği unutulmamalıdır.

İdare İdare 01 Ocak
Konu resmiŞeytanın En Tehlikeli Bir Hilesi
İnsan

Çirkin şeyleri hayal etmek çirkin olmadığı gibi, dalaleti de hayal etmek dalalet değildir.Bedîüzzaman Hz. Birçok endişelerin, sıkıntıların, korkuların kaynağına inilmesini ve orada çözülmesi gerektiğini düşünüyorum. Bakış açılarımızı değiştirecek bir hakikatten bahsetmek istiyorum. Şeytanın bu hilesi özellikle hassas ve safi bir kalbe sahip bulunan insanlarda daha etkili oluyor. İnsanın düşmanı olan şeytanın işi: 1- İnsanın hayalinden geçirdiği veya zihninde canlandırıp tasarladığı bir şeyin o kişi tarafından kabul ve tasdik edildiği zannını vermesidir. Yani Hayal ettiğimiz ve tasarladığımız her şeyi kabul etmişizdir. Tasdik olunmayan bir şey hayal edilmez. Benimsenmeyen bir şeyin hayali kurulmaz. gibi yanlış bir inancı insanlara aşılamak ister. 2- Bazı mübarek ve mukaddes bildiğimiz veya Allah katında büyük olan zatlar hakkında edebe uygun olmayan şeyleri hayal ettirmek. 3- Bir şeyin zatı hakkında düşündüğümüz bir ihtimali/ihtimalleri, deliller sonucunda elde edilmiş bir bilgi sanarak şüpheye düşürmek. Peki bunların hepsi niçin? İnsana dalalete düştüğü, iman noktasında bir zaafiyetinin olduğu zannını verebilirse ümitsizliğe düşürür. Şeytan bu ümitsizlikten çok yararlanır. Hem bu hassas damarını çok işler. Neticede insan, ya divane olur veya ne olursa olsun diyerek kendisini dalalet bataklıklarına atar. Şeytana maskara olur. Onun da zaten istediği budur. İnsanın hayali bir aynaya benzer. Ayna eşyayı göstermeye yarar. Aynada görünen yılan ısırmaz.  Görünen pislik de insanı kirletmez. Aynadaki ateş yakmaz. Çünkü bunlar sadece birer görüntüdürler. İnsanın da hayali ve fikri birer aynadır. Ayna görevi görürler. Bizdeki düşüncelerin görüntü merkezidirler. Haliyle dışarıdan veya içeriden şeytanın telkîniyle, müdahalesiyle hoş olmayan düşünceler, çirkin sözler hayal aynamızda görünebilir. Bunlar sadece hayalde yansımalardan ibarettir. Akıl ve kalp tarafından kabul edildiğini göstermez. İtikadımıza zarar vermez. İmanımızı zedelemez. Hürmetli olan edebimizi bozmaz. Çünkü: Meşhur bir düstur vardır: (Anlamak için) Çirkin şeyleri hayal etmek çirkin olmadığı gibi, dalaleti de hayal etmek dalalet değildir. Hayal etmede, tasarlamada, zihinde canlandırmada, tefekkürde tasdik etmek yoktur. Sadece araştırmak, işin aslını öğrenmek, içyüzünü anlamak, kötü sonuçlarını görebilmekten ibarettir. Kötü sözün insanlara ne kadar zarar verdiğini bir an olsun düşünmek, kötü söz söylemek veya kötü düşünmek anlamına gelmez. Yalanın insan hayatını mahveden bir zehir olduğunu tefekkür etmek veya bunu hayal etmek insanı yalancı kılmaz. Demek bu durumlarda kalbin tasdik etmesi söz konusu değildir. Onun için endişe etmeye gerek yok. Elhamdülillah Müslüman'ız. İslamiyet'in bütün emirlerini kabul ve tasdik ediyoruz. Kalbimiz, fikrimiz ve duygularımız bu iman üzeredir. Kelâm ilminde meşhur bir kaide vardır: İmkân-ı zatî yakîn-i ilmiye zıt değildir.(1) Herhangi bir delilden çıkmayan bir ihtimalin hiçbir kıymeti yoktur. İhtimaller bir delile dayanırsa değer kazanır. Yoksa hiçbir değeri olmayan yığınla ihtimalleri her şey hakkında düşünebiliriz. Mesela şu anda uzakta bulunan anne-babamız zengin olmuş olabilir. Sevinç çığlıkları attınız mı? Aslında olmuş olabilirler. Ama şu ana kadar olmadıklarını kesin olarak biliyoruz. Hiçbir delile dayanmayan bu ihtimalden dolayı hiç birimiz sevinç çığlıkları atmıyoruz. Şu anda bütün yakınlarımızı kaybetmiş olabiliriz. Elleriniz ve ayaklarınız cansız kesildi mi? Yere yığılıp baygınlık geçirmek üzere misiniz? Elbette hayır. Çünkü yaşadıklarını biliyoruz.. Aksine bir delil olmadıkça böyle ihtimallerin hiçbir değeri olamaz. Endişeye hiç gerek yok. Çünkü delilden ortaya çıkmayan bir ihtimal insanın kesin inancına zarar vermez. Eğer kesin olmayan delilden ortaya çıkarsa şüphe edilir. Araştırılır, sonuca göre hüküm verilir. Mesela: Öldükten sonra dirilme olmayabilir. İnsan hesaba çekilmeyebilir. Cennet ve Cehennem olmayabilir. Onun için neden çalışayım ki? Gibi ihtimalleri çok şey hakkında düşünebiliriz/hatırımıza gelebilir. İnsanların kendi hevesleri, istekleri delil olamaz. Hâlbuki bunların olacağına dair - Bütün ilâhi kitaplar, - Asırları, zamanları, şeriatleri, mekânları birbirinden farklı olan bütün peygamberler fikir birliği ederek âhiretin olacağını, - Milyonlarca evliyanın âhiretin işaretlerini görmeleriyle verdikleri haberleri, - Milyonlarca âlimlerin binlerce delille ispat ettikleri âhireti (ki öldükten sonra dirilmeye iki kere iki dört eder kesinliğinde inanmak isteyen 10. Söz ve 29. söz isimli risalelere baksa yeter) çürütemeyen bir ihtimalin hiçbir kıymeti yoktur. Hem şeytan, (manevi) kalbin üstünde bulunan lümme-i şeytaniye denilen şeytanın vesvese aletinden bazen insanoğluna şüpheler verir. Çirkin hatıraları hayale getirtir. Malum, hayal de çok kontrol edilebilen bir duygu değildir. Sonra insana der ki: Eğer sen iyi birisi olsaydın böyle çirkin şeyleri düşünmezdin. Demek senin kalbin bozulmuş. Senin kaderin bu. Sen zaten iyi bir Müslüman olamazsın! diyerek ümitsizliğe atıp helak eder. Bu düşüncelerin insanı rahatsız etmesi, onların kendisine ait olmadığına bir göstergedir. Özellikle köy yerlerinde çok olur. Siz geçerken bağlı bir köpek havlamaya başlar. Eğer daha önce orada köpeğin olduğunu biliyorsanız çoğu zaman dönüp bakmazsınız bile. Aynen bunun gibi şeytan da sürekli kalbe şüphe atar. Atmak ister. Onun bu şüphelerine dönüp bakmak, onlarla ilgilenmek, onlara değer vermek, kurtulmaya çalışmak doğru değildir. Geldikleri gibi giderler. Çünkü yerleşecek yer bulamazlar. Sonuç olarak bu tür sıkıntılardan kurtulmamızın çaresi islam alimlerinin Kur'an ve sünnetten çıkardığı ölçülere göre hareket etmek. Cenab-ı hakka sığınarak şeytanın vesveselerine karşı lakayt kalmak ve kıymet vermemektir. (1) Taftazâni, Şerh-ul Akâid, s:62 [highlight]İmkân-ı zatî[/highlight]: Hiçbir işaret veya delilden kaynaklanmayan bir ihtimali, bir şeyin zatı hakkında mümkün görmek. Böyle bir ihtimalin hiçbir kıymeti yoktur. [highlight]Yakîn[/highlight]: Şeksiz, şüphesiz, doğru bir inançla vakıaya uygun bilmektir. [highlight]İmkân-ı aklî[/highlight]: Bazı delil ve emareler sebebiyle olması mümkün görülen ihtimal. Meselâ gök gürlemesinin ardından yağmurun gelme ihtimalidir.

Cavid SARAÇOĞLU 01 Ocak
Konu resmiBir Hastalık, Bir İkram

Gözlerine bakıyorum… Babam biraz hasta da efendim, dua buyursanız. Vaziyeti biraz ciddi! Galiba kanser! Amel cihetinde de çok eksikleri var. Yani namaz kılmıyor... Yok, yok onu söylemeyeyim… gibi kurgularla geçen hafta mübarek bir zatın huzurunda idik. Tam karşısına oturmuştum ve gözlerinin içine bakıyordum. Hazırladığım cümleleri de herkes çıktıktan sonra sormaktı niyetim. Yalçın baban nasıl? sorusuyla gözler Yalçın'a yöneldi. - İyi efendim ama namaz kılmıyor. -  Namazlarını kılsalar inşaallah kurtulurlar. Ben içimden diyorum, Benimki de namaz kılmıyor. Hatta itikatları sağlam olsun Rabbimin izniyle yine de kurtulurlar. Bir taraftan yüreğime su serpiliyor. Fakat fikrim yine sorularla doluyor. Neden ben bu iman hakîkatleriyle bunca zamandır meşgul iken babama bir tesirim olmadı? Neden ona anlatamadım? Cevap yine Yalçın'a geliyor: - Anne babanın gözünde çocuklar hiç büyümezler. Sizlerin sözlü olarak yapacağınız nasihatler onlara tesir etmez. Ancak güzel davranışlarınızla onları etkileyebilirsiniz. Onlara hürmette kusur etmeyin. Her türlü ihtiyaçlarını sorun ve gidermeye çalışın. Tıp fakültesi hastanesi mi yahut falanca hastaneyi mi istersin? diyerek, tedavilerini yaptırın. Cevaplar Yalçın'a geliyordu ama neredeyse bütün cümleler benim sorularımı cevaplıyordu. Fakat ilginç tarafı şu ki; henüz sormadığım soruların cevaplarıydı. Evet, kalpten kalbe bir yol varmış gerçekten. Şimdi bir üniversite hastanesinin, ortopedi kliniğinde dört kişilik bir odadayım. Yataklardan üçü dolu. Bense babamın tedavisi için bekliyorum. Bacağındaki kisti bir operasyonla alacaklar. Babam az önce uyumak istedi ve uzandı. Diğer iki hastadan biri dokuz yaşında bir çocuk. Bacağındaki ağrı yüzünden getirmişler. On gün olmuş. Tetkikler, tahliller devam ediyor. Ama yavrucak sıkılmış burada olmaktan. Babası etrafında pervane. Masası cips, meyve suyu, oyuncaklarla dolu. Diğeri otuz yaşlarında bir genç. Belediye işçisi imiş. İş kazasıyla gelmiş. Her üçünün de bugün ameliyatı var. Hiçbir şey yemesinler ihtarına uyuyorlar. Gencin refakatçisi babası. Oğlunun şifa bulması için dua ediyor. Evine ekmek getiren, üç baş horantanın babası, evinin direği, oğlu için duada. Aczi tam olarak anlamışçasına. Acz. İşin aslı; ne zaman âciz değiliz ki? Kadir olan Allah'dır. Gani-i Mutlak odur, fakiriz biz. Ne kadar büyük bir hakîkat ama nedense hiç normal zamanlarda hatırlamayız bu hakîkatı. Hastalıklar yahut musibetler hatırlatır. Belli ki bu da onların en mühim vazifesi. Her şeyin bizim etrafımızda döndüğünü sandığımız, biz olmasak hayat duracakmış kadar kendimizi beğendiğimiz bir anda, küçücük bir mikroba yenik düşmek, bir hastalıkla yatağa mahkum olmak. Kudret O'nun elindedir, her şey O'nun emriyle hallolunur, gerçeğini zerrelerimize kadar hissettirmek. Bu tarafından bakılınca kârı zararından çok görünüyor. Sıkıntılara gelince, onlar da Rahmet-i Rahmân'a kavuşmamıza vesile olur inşallah. Maddî, manevî hastalıklarımızın hayırlı şifalarla son bulması ümidiyle…

Feridun IŞIKLI 01 Ocak
Konu resmi"Kalplere hâkim, hiss-i dinîdir"

VE İNSANIN SERÜVENİ BAŞLADI… Ve Şübhesiz insanı, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.1 ferman-ı kudsisi ile insanoğlu varlık sahasına çıkmış ve Âdem ismini almıştı. Ondan sonra gelecek ve ona benzeyecek olan diğer varlıklar ise, Âdemoğlu diye anılacaktı… Rabbimiz meleklere: ‘Şübhesiz ki ben, yeryüzünde (insanı) bir halîfe kılacak olanım' buyurmuştu; (melekler:) ‘Orada fesad çıkaracak ve orada kanlar dökecek bir kimse mi kılacaksın? Hâlbuki biz, hamdin ile (seni) tesbîh ediyoruz ve seni takdîs ediyoruz' dediler. (Rabbin de onlara:) ‘Sizin bilemeyeceğiniz şeyleri, şübhesiz ki ben bilirim!' buyurdu. Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere arzederek: ‘Eğer (iddiânızda) doğru kimseler iseniz, haydi şunların isimlerini bana bildirin!' buyurdu.2 Meleklerin masum fıtratlarına mukabil Allah (cc): Ve and olsun ki sizi (babanız Âdem'i) yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: ‘Âdem'e secde edin!' buyurduk. Hemen secde ettiler. (Cinlerden olan) İblis hâriç! (O,) secde edenlerden olmadı. (Allah, ona) şöyle buyurdu: ‘Sana emrettiğimde, secde etmekten seni men‘ eden nedir?' (İblis) dedi ki: ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın!'3 Adem(oğlu) böylece şeytandan ilk dersini almış oldu… Ve böylece insanın serüveni ve imtihanı da başlamış oldu… Hem de kendisini ateşten yaratılmış olmakla insandan üstün sayma cüretini gösteren şeytanın Rabbine karşı: Bana (insanların) diriltilecekleri güne kadar mühlet ver! … Sonra elbette onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve (sen) onların çoğunu şükredici kimseler bulmayacaksın!4 sözleriyle. IRK NEDİR? Rabbimizin Ey insanlar! Şübhesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havvâ'dan) yarattık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabîleler kıldık. buyurmasıyla insanlar, farklı dil, renk ve özelliklerde yaratılmışlardır.  FARKLILIKLARIN SEBEBİ Ey insanlar! Şüphesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havvâ'dan) yarattık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabîleler kıldık. Doğrusu Allah katında sizin en üstün olanınız, en takvâlı olanınızdır. Muhakkak ki Allah, Alîm (her şeyi hakkıyla bilen)dir, Habîr (her şeyden haberdâr olan)dır.5 Sosyal hayattaki farklılıkların insan hayatına katkısı göz ardı edilemez. Bu farklılıklar, yardımlaşma ve dayanışmaya sebeptir. Her bir ferdin umum adına hizmet etmesine vesiledir. Ta ki, hem kendilerini ayakta tutsun, hem de hariçten gelecek sıkıntılara karşı kendisini ve toplumu korusun. -İnsan dâhil- bütün mahlukat Allah'ın esmasına aynadırlar. Elbette çok renkler ve farklılıklar gözükecektir. FARKLILIKLAR ÜSTÜNLÜK SEBEBİ OLABİLİR Mİ? İnsanların birbirlerine karşı herhangi bir üstünlüğü söz konusu olamaz. Zira Mahlukat (yaratılmışlar) mabudiyet (ibadet edilme) noktasında birbirinden uzaklık noktasında müsavi (eşit) oldukları gibi, mahlukiyet (yaratılmışlık) nisbetinde de birdirler.6 Üstünlük aranacaksa, o ancak takvadadır. Bu konuda Elmalılı Hamdi Yazır, Bir erkekle bir dişiden yaratılıp da şuub ve kabilelere ayırış, daralıp daralıp dağılmak ve döğüşmek söğüşmek için değil, tanışıp yardımlaşarak sevişmek ve güzel ahlakları tatbik ederek daha büyük daha güzel toplumlar meydana getirip korunmak içindir. Zira muhakkak ki Allah indinde en itibarlınız, en takvalınızdır, nefislerin olgunlaşmasının ve şahısların mertebe ve derecelerinin bütün medarı takvadır. Şu veya bu kimsenin nesebinden veya filan kavmin soyundan olmak değildir. ‘Sura üfürülünce artık aralarında neseb yoktur.' (Mü'minun, 23/101) Allah yanında yüksek derecelere ulaşmak isteyenler takvaya sarılmalıdırlar.7 demektedir. RUHUN IRKI VAR MIDIR? (Allah, ruhlar âleminde sizden) sağlam sözünüzü almıştı; eğer (gerçek) mü'minler oldu iseniz (ahdinize uyun ve samîmâne îmân edin)!8 buyuran Rabbimiz, (Ben) cinleri ve insanları, ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım!9 buyurmakla insanın yaratılışından maksadın ne olduğunu tayin etmiştir. Allah kıyamet günü sizin soyunuzdan-sopunuzdan sormayacaktır. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız kötülüklerden en çok sakınanlarınızdır buyurmuştur. Aynı anlamda diğer bir hadis-i şerifte de şöyle dile getirir: Allah sizin mallarınıza ve şekillerinize bakmaz; fakat O sizin kalplerinize ve amellerinize bakar. (Müslim) Bu manada insanın sorumluluğu ve dikkate alması gereken şey; iman edip sözüne sadık mı kalacak, yoksa sözünden çıkıp isyan edenlerden mi olacak? Ruhun ırkı yoktur. Hususan üstün ırk diye bir şey hiç yoktur. Üstünlük ancak takvadadır. İnsanlar, ya cennetliktir, ya cehennemliktir. Köyünüzün, kasabanızın, soyunuzun mezardan sonra kıymeti yoktur. IRKÇILIK NEDİR? Peygamber Efendimiz, ırkçılığı şöyle tarif etmektedir: Asabiyet, zulümde kavmine yardım etmendir.10 Her insan doğduğundan itibaren ben i öğrenmekte ve tefsir etmektedir. Bu, zaman ilerledikçe biz e değişmekte, ben kendinden bildiği diğer ben'lerle oluşturduğu biz kümesiyle -güya- kuvvet kazanmaktadır. Aslında benliğini pekiştirmektedir. Eğer bu benlik çerçevesinde gelişen ahlak istikameti bulamazsa, kendisi ve kendisi ile alakalı her şeyi kutsayacak derecelere taşıyabilmektedir. Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır unsuriyet asrı değil! Bolşevizm, sosyalizm mes'eleleri istilâ ediyor; unsuriyet fikrini kırıyor, unsuriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti; muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Bedîüzzaman Said Nursi (rh) İSLAM MİLLİYETÇİLİĞE NASIL BAKIYOR? Hz. Nuh'un oğullarından biri iman etmemiş ve inanmayanları boğan suda o da kaybolup gitmişti. Bunun üzerine Hz. Nuh, Rabbim! Şübhesiz ki oğlum benim âilemdendir (sen bana âilemin kurtulacağını va‘d etmiştin); muhakkak ki senin va‘din haktır ve sen hükmedenlerin en hâkimisin! der. Allah şöyle buyurur: Ey Nuh! Şübhesiz o, senin âilenden değildir! Çünki o(nun yaptığı), sâlih olmayan bir ameldir.11 Resulullah (sav)'den şöyle rivayet edilmiştir: Irkçılığa (asabiyeye) çağıran bizden değildir. Irkçılık için savaşan bizden değildir. Irkçılık üzere, asabiye uğruna ölen bizden değildir. (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebu Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28) Resulullah (sav)'e soruldu: Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı? Peygamberimiz şöyle cevap verdi: Hayır! Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir (kavmiyetçiliktir). (Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949) Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir. (Ebu Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117) Müslüman olduklarında Kureyşli bir efendiyle Habeşli bir köle arasında bir fark yoktur. (Ahmed B. Hanbel, II, 488) MÜ'MİNLER KARDEŞTİR İmansızlığın, baba oğul ilişkisini bile kaldırdığını yukarıda zikretmiştik. Hâlbuki Mü'minler ancak kardeştirler.12 Rabbimizin hükmü böyledir. Aynı Allah'a, aynı peygambere, aynı kitaba inanan insanlar kardeştirler. Peygamber Efendimiz: MÜ'MİNLER! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslümanın kardeşidir, böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğerki gönül hoşluğu ile kendisine vermiş olsun... İNSANLAR! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'na en çok saygı göstereninizdir. Arap'ın Arap olmayana -Allah saygısı ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur. cümleleriyle, insanlığın en önemli insan hakları beyannamesi sıfatına layık son hutbesinde Mü'minlere ve insanlara ayrı ayrı hitap etmiştir. İslamiyet'in ölçüsünün ancak kardeşlik itibariyle olduğunu özellikle vurgulamıştır. Bu gün İslamiyet'i ve Müslümanları terör ve terörist gibi göstermeye çalışanların kulakları çınlasın! Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur'ân ve imandır. (Said Nursi, Münazarat, 99) MİLLİYETÇİLİK İKİ KISIMDIR Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, milliyetçiliği ikiye ayırmıştır. Zira milliyetimiz inkâr edilemez. Herkes belirli bir ana-babadan dünyaya geldiği gibi; belirli bir toprak parçasında, belirli bir ırka mensubiyetle dünyaya gelmiştir. Milliyetçilik reddedilmez, fakat yanlış da anlaşılmamalıdır. Yanlış anlaşılırsa ne gibi zararlara müncer olduğuna, bütün tarih ve bu gün yaşadığımız olaylar şahittir. MENFİ MİLLİYETÇİLİK Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfîdir, şeametlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet (düşmanlığa) ve keşmekeşe (karışıklığa) sebeptir. Onun içindir ki, hadîs-i şerifte ferman etmiş:  اَلْاِسْلَامِيَّةُ جَبَّتُ اْلعَصَبِيَّتَ الْجَاهِلِيَّةَ [İslam cahiliye milliyetini kökünden kazımıştır. Keşfü'l-Hafa 1:127] Ve Kur'ân da ferman etmiş: [O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyet taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve mü'minlere sükunet ve güvenini indirdi. Onları takva sözü üzerinde durdurdu. Zaten onlar buna pek layık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir. Fetih 26] İşte şu hadîs-i şerif ve şu âyet-i kerime; kat'î bir surette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti (kavmiyetçiliği) kabul etmiyorlar. Çünki müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor. Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon [Şimdi bir buçuk milyar] vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın?13 MÜSBET MİLLİYETÇİLİK Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dâhilîsinden ileri geliyor; teavüne (yardımlaşmaya), tesanüde (dayanışmaya) sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder; uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur. Şu müsbet fikr-i milliyet İslâmiyet'e hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünki İslâmiyet'in verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek; aynı kalenin taşlarını, kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nevinden ahmakane bir cinayettir.14 Türk milleti anasır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi, Müslim ve Gayr-ı Müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Hâlbuki küçük unsurlarda dahi, hem Müslim ve hem de Gayr-ı Müslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş. Ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mazideki mefahirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme! (Bediüzzaman Said Nursi (rh), Mektubat 123) KAOS VE ÇÖZÜM Dessas Avrupa, emperyalist arzularına ulaşmak için, milliyetçilik hissiyatını kullanmıştır. Bin senedir İslâmiyet'e kardeşâne hizmet eden çok unsurları, milliyetçilik hissiyatıyla birbirinden koparmış ve kaos ortamını körüklemiştir. İslam ülkeleri birbirine adeta düşman edilmiştir. Her ülke kendi içinde birçok kamplara ayrıştırılmıştır. Tesbihin ipi kopmasıyla taneleri dağıldığı gibi; İslâmiyet bağlarının koparılmasıyla, Müslümanlar tesbih taneleri gibi dağılmışlardır. Ya da Müslümanların arasındaki kuvvetli bağın koparılması için, kavmiyet hisleri öne çıkarılmış, İslâmiyet ötelenmiştir. Kudretli Osmanlı padişahları Ermeni, Rum mühendisleri çalıştırmaktan gocunmamışlar; aynı mahallede cami, sinagog, kilise yan yana durup bağlıları ibadetlerini hürce yapabilmişlerdir. Endülüs İslâm Devleti'nin kalıntıları, Avrupa medeniyetini tesise yetmiştir ve Avrupa, menfaatleri doğrultusunda bütün mezhep ve ırk farklılıklarına rağmen bir araya gelebilmektedirler. Ya şimdi doğuda yaşanan hadiseler… Hangi hümanist gevezelikler yaraya merhem olabilir? Dün Pakistanlı kadın, Osmanlı payidar olsun, İslamiyet ayaklar altına düşmesin diye çocuğunu pazara çıkarmışken; bugün, Arabistan Arapların olsun demek hangi milli hissin muvazenelerine sığar? Lütfen dikkat edelim! Müslüman'ın Müslüman'dan başka dostu olamaz. Çözüm ise, Avrupa'nın kokuşmuş, kendilerinin bile artık dışlamaya başladıkları sefih medeniyetinde olamaz. Çözüm, İslamiyet'tedir. Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, İçimizde kalblere hâkim, hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî ekser enbiyayı Şark'ta göndermesi işaret ediyor ki; yalnız hiss-i dinî Şark'ı uyandırır, terakkiye sevkeder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn, bunun bir bürhan-ı kat'îsidir.15 Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenk eder, kavmiyetçiliğe (asabiyet) çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, cahiliye ölümü üzere (kâfir olarak) ölür. (İbn Mâce, Fiten 7) MİLLİYETİMİZ YALNIZ İSLAMİYET'TİR Bu ülkenin ırklarını, tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslamiyet olmuş. Biyolojik bir vahdet değil bu. Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla. Vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi. İster siyah derili, ister sarı... inananlar kardeştir. Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için yaşamak ve ölmek. Türk'ü, Arap'ı, Arnavut'u düğüne koşar gibi gazaya koşturan bir inanç; gazaya, yani irşada. Altı yüz yıl beraber ağlayıp, beraber gülmek. Sonra bu muhteşem rüyayı korkunç bir kâbusa kalb eden meşum bir salgın: Maddecilik. Tarihin dışına çıkan Anadolu, tarihin ve hayatın. Heyhat, bu çöküşte kıyametlerin ihtişamı da yok, şiirsiz ve şikâyetsiz. (Cemil Meriç) Kaynaklar: 1- http://www.risaleonline.com/ 2- Hayrat Neşriyat Muhtasar Meali, Hicr 26 3- A.g.e, Bakara 30-31 4- A.g.e, A'raf 11-12 5- A.g.e, A'raf 14, 17 6- Hucurat 13 7- Said Nursi, Lemalar Mecmuası I, Altınbaşak Neşriyat, Osmanlıca Nüsha, s. 117 8- Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c.7, s. 212. 9- Hadid 8 10- Zariyat 56 11- Ravi: Vasile İbnu`l-Eska, Hadis No: 4800 12- Hud, 45- 46 13- Hucurat 10 14- Said Nursi, Mektubat Mecmuası I, Osmanlıca Nüsha, s. 121 15- Said Nursi, Mektubat Mecmuası I, Osmanlıca Nüsha, s. 123 Said Nursi, Mektubat Mecmuası II, Osmanlıca Nüsha, s. 424

İdare İdare 01 Ocak
Konu resmiHayatı Gökkuşağı Renginde Yaşamak

Dünyanın bütün renkleri bir gün bir araya toplanmışlar ve hangi rengin en önemli, en özel olduğunu tartışmaya başlamışlar. Yeşil demiş ki: Elbette en önemli renk benim... Ben hayatın ve umudun rengiyim.  Çimenler, ağaçlar, yapraklar için seçilmişim. Şöyle bir yeryüzüne bakın, her taraf benim rengimle kaplı. Mavi hemen atılmış: Sen sadece yeryüzünün rengisin, ya ben? Ben hem gökyüzünün hem denizin rengiyim. Gökyüzünün mavisi insanlara huzur verir ve huzur olmadan siz hiçbir işe yaramazsınız Sarı söz almış: Siz dalga mı geçiyorsunuz? Ben bu dünyaya sıcaklık veren rengim. Güneşin rengiyim. Ben olmazsam soğuktan donarsınız hepiniz. Turuncu onun sözünü kesmiş: Ya ben? Ben sağlık ve direncin rengiyim. İnsan yaşamı için gerekli vitaminler hep benim rengimde bulunur. Portakalı, havucu düşünün. Ben pek ortalarda görünen bir renk olmayabilirim, ama güneş doğarken ve batarken gökyüzüne o güzel rengi veren de benim unutmayın. Kırmızı daha fazla dayanamamış: Ben hepinizden üstünüm! Ben kan rengiyim! Kan olmadan hayat olur mu? Ben tehlike ve cesaretin rengiyim! Savaşın ve ateşin rengiyim! Aşkın ve tutkunun rengiyim! Bensiz bu dünya bomboş olurdu! Mor ayağa kalkmış: Hepinizden üstün benim... Ben asalet ve gücün rengiyim. Bütün krallar, liderler beni seçmişlerdir... Ben otorite ve bilgeliğin rengiyim, insanlar beni sorgulamaz, dinler ve itaat ederler. Ve bütün renkler hep bir ağızdan kavgaya tutuşmuşlar. Her biri diğerini itip kakıyor; En büyük benim! diyormuşâ€¦ Derken bir anda şimşekler çakmış ve yağmur damlacıkları gökten düşmeye başlamış. Bütün renkler neye uğradıklarını şaşırmış, korkuyla birbirlerine sarılmışlar. Ve Yağmurun sesi duyulmuş. Ey renkler! Bu  kavganızın anlamı ne? Bu üstünlük çabanız neden? Siz bilmiyor musunuz ki, her biriniz farklı bir görev için yaratıldınız, birbirinizden farklısınız ve her biriniz kendinize özelsiniz. Şimdi el ele tutuşun ve bana gelin. Renkler bunun üzerine kendilerinden çok utanmışlar. El ele tutuşup birlikte gökyüzüne havalanarak bir yay şeklini almışlar ve gökkuşağı olmuşlar... Yağmur onlara; Bundan böyle demiş,     Her yağmur yağdığında siz birleşip bir renk cümbüşü halinde gökyüzünden yeryüzüne uzanacaksınız ve insanlar sizi gördükçe huzur duyacaklar, güç bulacaklar. İnsanlara yarınlar için umut olacaksınız...

İdare İdare 01 Ocak
Konu resmiMüsbet ve Menfi Milliyetçilik

İslamiyet kendinden önceki cahiliye denilen şirk ve küfür dönemine ait ırkçılığı kökünden kesip atmıştır. Hadîs-i Şerif Birbirinizi tanımanız ve sosyal hayata ait olan ilişkilerinizi bilmeniz için sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yarattım. Yoksa birbirinizi inkâr ederek yabancı gibi bakmak ve düşmanlık etmeniz için sizi kabile kabile yaratmadım. (Hucurat Suresi, 13) Bu âyet-i kerimenin ifade ettiği tanışma ve yardımlaşma düsturunu Risale-i Nur'lardaki açıklamalara göre şöyle ifade edebiliriz: Nasıl ki bir ordu kolordulara, tümenlere, tugaylara, alaylara, taburlara, bölüklere, takımlara, mangalara ayrılır. Ta ki her askerin ayrı ayrı ve birçok ilişkileri ve o ilişkilere göre görevleri tanınsın ve bilinsin. Ve o ordunun fertleri yardımlaşma düsturuyla devleti için gerçek bir vazifeyi yerine getirsin. Bu sayede toplum hayatı düşmanın saldırısından kurtulsun. Yoksa ordunun böylece kısımlara ayrılması, bir bölüğün diğer bir bölüğe karşı rekabet etmesi ve bir taburun diğer bir tabura düşmanlık etmesi için değildir. Aynen bunun gibi, İslamî toplum, milletlere ve kabilelere ayrılmış büyük bir ordudur. O orduyu birbirine bağlayan birlik ve beraberliklerini oluşturan, Hâlık'ı (yaratanı), Râzık'ı (rızık vereni) ve Cenâb-ı Hakk'ın bin bir esması, peygamberi, kitabı, kıblesi, memleketi gibi binden fazla birlik bağları vardır. Bütün bu bağlar, Müslümanların kardeşlik ve muhabbetlerini, birlik ve beraberliklerini gerektirmektedir. İşte bu kadar ortak noktaları oluşturan birler, müminler arasındaki kardeşliği, muhabbeti ve birliği gerektiriyorlar. Demek Müslümanların kabile ve taifelere ayrılmaları, yukarıdaki ayetin ilan ettiği gibi tanışmak ve yardımlaşmak içindir. Birbirini inkâr etmek ve birbirine düşman olmak için değildir. Evet, ihtilaf ve düşmanlığı netice veren, çakıl taşları gibi ehemmiyetsiz sebeplere binaen, müminler arasındaki muhabbeti, birlik ve beraberliği ve din kardeşliğini bozmak, bütün bu birlik bağlarını hiçe saymaktır. Aynı zamanda ehemmiyetsiz olan sebepleri, iman ve İslamiyet gibi birlik ve beraberliği gerektiren sebeplerden üstün tutarak o bağlara karşı bir hürmetsizlik ve isyan etmektir. Maalesef bu zamanda milliyetçilik fikri çok ileri gitmiştir. Özellikle aldatıcı Avrupa zalimleri, bu fikri Müslümanlar arasında menfi bir şekilde çokça uyandırıyorlar. Ta ki Müslümanları parçalayıp yutsunlar. Milliyetçilik fikri iki kısma ayrılmaktadır. Birisi, İslamiyet'in kabul etmediği ırkçılıktan ibaret olan menfi milliyetçiliktir. Bu kısım, uğursuz ve zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenip kuvvet alır. Diğer milletlere düşmanlık ederek hayatını devam ettirir. Uyanık davranır. Böylesine bir milliyetçilik ihtilafa ve karışıklığa sebep olur. Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman edilmiş:  Yani İslamiyet kendinden önceki cahiliye denilen şirk ve küfür dönemine ait [highlight]ırkçılığı kökünden kesip atmıştır[/highlight]. (Buhârî, ahkâm:4) Irkçılığa davet eden bizden değildir. (Ebu Davud) Irkçılık üzere savaşan bizden değildir. (Ebu Davud) Irkçılık üzere ölen bizden değildir. (Ebu Davud) Bu hadislere dair âlimler: Buradaki ırkçılıktan maksat kişinin kavmine, ister haklı ister haksız olsun, yardım etmesidir. Haksızlık noktasında yardım etmek haram olduğundan, o haramı helal kabul ederek ırkçılık yaparsa dinden çıkar. Haram olduğunu bile bile yaparsa, günaha girer.  Peygamberimizin yolundan hakkıyla gitmemiş olur. demişlerdir. Yine Peygamberimiz ferman etmiş: En hayırlınız kavmi günaha girmedikçe (İslamiyeti yaşamaları için) onları müdafaa edendir. (Ebu Davud) Kur'ân-ı Kerim de ferman etmiş: Kâfirler, kalplerine cahiliyet taassubundan (menfi milliyetçilikten) ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve Mü'minlerin üzerine (kalplere huzur veren) sükunet ve emniyetini indirdi ve onları takvâ sözüne (kelime-i şehadete) bağlı kıldı. Zaten onlar buna çok lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise her şeyi hakkıyla bilendir. (Fetih Suresi, 26) İşte yukarıdaki hadis-i şerifler ve ayet-i kerîme kesin bir şekilde menfi milliyeti ve ırkçılık fikrini reddederek kabul etmiyorlar. Çünki ikinci kısım milliyetçilik olan yüce İslamî milliyetçilik ona ihtiyaç bırakmıyor. Evet, hangi ırk var ki, bir buçuk milyar ferdi bulunsun? Ve o ırkçılık fikri İslamiyet yerine, fikir sahibine bu kadar kardeşi, hem ebedi kardeşi, kazandırsın? Bir zaman tıp fakültesinde okuyan Ali isminde bir kardeşimiz, arkadaşlarıyla birlikte bize misafir olarak geldi. Sohbet esnasında: Ağabey ben süper bir ülkücüyüm. Ona göre konuşup sohbet edelim.dedi. Mert konuşmasından dolayı takdir ederek: Dine, vatana ve millete düşman birisi de olabilirdin. Allah'a şükür ki böyle birisi değilsin. dedim. Sohbetimize devam ederken dedim ki: Ali kardeş, pazarcılık yapan bir ticaret erbabını düşünelim. Aynı günde iki semtte pazar var. İkisinden birisine gitmek mecburiyetinde. Birisine gitse günde ancak 300 milyon kazanabilecek. Diğerine gitse bir buçuk milyar kazanabilecek bir durum var. İkisinden birisini tercih etmeye mecburdur. Sen o pazarcının yerinde olsan ne yaparsın. dedi ki: Ağabey akıl var mantık var.  Elbette bir buçuk milyar kar getiren pazar tercih edilir. ben de: Aklı başında olan bir kimse 300 milyon kârı bir buçuk milyara hiç tercih eder mi? dedim. Hayır, asla etmez. dedi. Acaba Dünya'da safkan Türk olarak kaç milyon insan vardır? dedim. O da: 300 milyon civarında vardır. dedi. Pekâlâ, Dünya'da ne kadar Müslüman bulunur? dedim. Türklerin de içinde bulundukları, yaklaşık bir buçuk milyar Müslüman vardır.dedi. Aynen bu misal gibi milliyetçiliğin kazandırdığı kâr olarak bir insan topluluğu vardır. O topluluğun sağlamış olduğu kardeşlik ve muhabbetten kaynaklanan bir lezzet ve zevk vardır. Eğer o milliyetçilik dinle ve maneviyatla alakası olmayan menfi milliyetçilik denilen ırkçılıktan ibaret bir durumda olursa, bütün o topluma karşı sahibine kazandırdığı kardeşlik ve muhabbet ancak kabir kapısına kadar devam eder. Fakat dine ve maneviyata dayanan müsbet olan İslamî milliyetçilik ise, bir buçuk milyar insanın kardeşliğini ve muhabbetini sahibine kazandırır. Hem kabir kapısına kadar değil, Cennette ebedi olarak devam edecek bir kardeşlik ve muhabbeti ve onlara şefaatçi olmak, şefaatlerinden istifade etmek ve âhirete gitse bile geride kalan müminlerin dua ve sevablarından kazanmak gibi daha birçok faydaları kazandırır. Üstelik bu müsbet milliyetçiliği yaptığın takdirde, o Müslümanların arasında Türkler de bulunduğundan, onlara karşı muhabbet ve kardeşliğini kaybetmediğin gibi muhabbetini sonsuzlaştırıyorsun. Şimdi düşün. Aklı başında olan bir insan bu ikisinden hangisini tercih etmelidir? Kararı sen ver. O samimi olan arkadaşımız sohbetimizden sonra ayrılıp gitti. Ertesi gün sohbete tekrar geldi. Nerelisin diye sordum. İlini söyledi. Hangi milletten olduğunu sordum. Hemen ellerini kaldırarak: Elhamdülillah ben Müslümanım! dedikten sonra: Hani dün anlatmıştınız ya, onun için bu cevabı verdim. dedi ve Çerkezlerden olduğunu söyledi. Bu hâdise, düşünen her Müslüman için geçerli bir hakikattir. Rabbim bizi hissiyatımıza mağlup eylemesin. Hak ve hakikati yaşayan kullarından eylesin. Âmin.

Fatih KIRAR 01 Ocak
Konu resmiBir İttihad-ı İslam Projesi: Hicaz Demiryolu

Hicaz Demiryolu, Şam'dan başlayarak Medine-i Münevvere'ye kadar uzanan demiryolu ağının adıdır. Hicaz Demiryolunun inşasına Sultan 2. Abdülhamid'in 2 Mayıs 1900 tarihli iradesiyle başlanmıştır. Rayların Medine'ye vardığı 1 Eylül 1908 tarihinde resmî bir törenle tamamı işletmeye açılmıştır. 31 Ağustos 1908'de 1464 km.ye ulaşan Hicaz Demiryolu, Hicaz'ın Osmanlı'nın elinden çıktığı 1919 senesine kadar toplamda 1900 km.yi geçmiştir. HİCAZ DEMİRYOLU PROJESİ 1891 senesinde Hicaz Komutanı Osman Nuri Paşa, Cidde ile Mekke-i Mükerreme arasında inşa edilecek bir demiryolu hattının ehemmiyeti hakkında Sultan 2. Abdülhamid'e bir mektup gönderir. Yine aynı sıralarda, Cidde Evkaf Müdürü Ahmed İzzet Paşa, gerek Hac ibadeti açısından, gerekse de çıkabilecek bir iç isyana karşı ciddi bir müdafaa vasıtası olabileceği noktasından Medine ve Şam arasında inşa edilebilecek bir demiryolu hattının lüzumu hakkında bir teklif layihası hazırlar ve Padişaha sunar. Sultan 2. Abdülhamid, bu teklifleri değerlendirmiş ve Ferik Mehmed Şakir Paşa'ya havale etmiştir. Mehmed Şakir Paşa, sunulan teklif ve layihalarla alakalı yaptığı tetkikler neticesinde, hazırladığı yapılabilirlik proje ve planlarını Padişaha sunar. Padişahın da meseleye müsbet bakması neticesinde, 2 Mayıs 1900 tarihinde yayınlanan irade ile birlikte hattın inşasına başlanır. İstanbul-Mekke Arası 120 Saat Sultan 2. Abdülhamid'in uzun zamandan beri hayal ettiğini söylediği Hicaz Demiryolu ile, yapılan hesaplara göre İstanbul - Mekke arası ulaşım 120 saate kadar inecekti. Hicaz Demiryolunu diğer projelerden ayıran en mühim özelliklerinden biri de, bütün giderlerinin iç kaynaklardan sağlanmasıydı. Hattın inşası için hiçbir bankadan veya batılı devletten borç ya da kredi alınmamıştı. Tahminî maliyeti 4 milyon lira olarak tesbit edilmiş olup, bu meblağ 1901 senesi devlet bütçesinin %18'ine tekabül etmekteydi. Hicaz Demiryolu, inşa edildiği devrin şartlarına göre çok büyük ve zor bir projeydi. Avrupalılar, iktisadi hayatında büyük sıkıntılar yaşayan Osmanlı'nın bu projeyi tamamlayabileceğine inanmıyorlardı. Hatta Alman Büyükelçisi Marshall Von Bieberstein, hariciyeye gönderdiği raporunda Aklı başında olan hiçbir insan, bu dini amaçlı 1200 kilometrelik demiryolunun yapılabileceğine inanmaz diyordu. İslâm Dünyasının Hattın İnşasına Katkıları Hicaz Demiryolu inşaatının çok maliyetli olması ve Osmanlı'nın iktisadi hayatındaki sıkıntılar sebebiyle, hattın inşası için yardım kampanyası başlatıldı. İlk yardımı bizzat Padişah yaptı ve 50.000 lira bağışladı. Padişahı devlet erkânı ve memurlar izledi. Birçok memur, birer maaşlarını seve seve bağışladılar. Devlet memurlarını vatandaşların bağışları takip etti. Genç - yaşlı, kadın - erkek birçok kişi hattın inşası için yardımda bulundular. Hindistan ve Mısır başta olmak üzere; Fas, Tunus, Cezayir, Rusya, Çin, Singapur, Hollanda, Güney Afrika, Ümit Burnu, Cava, Sudan, Pretorya, Bosna-Hersek, Üsküp, Filibe, Köstence, Kıbrıs, Viyana, İngiltere, Almanya ve Amerika'daki Müslümanlar Hicaz Demiryolu için bağışta bulundular. Sadece Hindistan'dan gelen yardım 40.000 lirayı bulmuştu. Hattın inşasının tamamlandığı 1908 senesinde toplanan yardım 1.127.893 liraya ulaştı. Bu miktar toplam harcamaların %29'unu oluşturmaktaydı. Bağışta bulunanlar, yaptıkları bağışın miktarına göre, nikel, gümüş ve altın Hicaz Demiryolu Madalyalarıyla ödüllendirildiler. Hicaz Demiryolunu Diğer Hatlardan Ayıran Özellikler İngiliz yazar R. Tourret, ‘Hicaz Demiryolu' isimli kitabında Dünyada belki de borçsuz, faiz ödemesi olmayan ve tamamlandığında kâra geçmiş tek demiryolu… demektedir. Bu noktada niyetin, yapılan bir ameli nasıl değiştirdiğine şahit olmaktayız. İşin içine ihlâs ve samimiyet girince, dünyevi bir inşa faaliyeti Cenâb-ı Hakk'ın hususi ikramlarına mazhar olmakta. Hicaz Demiryolu hattının inşasının 8 sene gibi kısa bir zamanda tamamlanması da bunun en güzel göstergesi olsa gerek. Hat döşenirken 1.05 metre açıklıklı dar hatlı raylar kullanılmıştır. İstanbul'dan Şam'a kadar zaten mevcut olan demiryolunda, geniş açıklıklı raylar döşendiği için, Hicaz Demiryolu tren vagonları sadece Şam-Medine arasında kullanılmıştır. Demiryolunun teknik idaresi Alman Mühendis Meissner'e verilmiştir. Meissner'e daha sonradan paşa ünvanı da verilmiştir. 17'si Türk, 12'si Alman, 5'i İtalyan, 5'i Fransız, 2'si Avusturyalı, 1'i Belçikalı ve 1'i de Rum olmak üzere 43 mühendis hattın inşasında çalışmışlardır. İnşaat, Medine'ye doğru yaklaştıkça Müslüman mühendislerin sayısı artmış, gayr-ı Müslim mühendislerin sayısı azalmıştır. 1 Eylül 1906 tarihinde Medâyin-i Sâlih'e ulaşılmış olup, bu noktadan sonraki inşaatın tamamı Müslüman mühendisler tarafından gerçekleştirilmiştir. Hattın inşasında 7500'e yakın da asker çalışmıştır. İnşaatta çalışan askerler, askerden bir sene erken terhis edilmişlerdir. Demiryolu hattı inşa edilirken, demiryolu dışında da inşaat faaliyetleri yapılmıştır: - Şam'da lokomotif, vagon tamir ve bakım atölyesi, - Medine tren ve lokomotif bakım atölyesi, - 2666 adet kârgir köprü ve menfez, - 7 adet demir köprü, - 9 adet tünel, - 96 adet istasyon, - 7 adet gölet, - Hayfa, Der'a ve Maan'da fabrika, - Hayfa'da iskele, ambarlar, dökümhane, boruhane, - Maan'da otel ve hastane, - Tebük'de hastane, - 7 adet su deposu. Demiryolu Hattının Kullanılması Demiryolu hattında ilk defa 1 Eylül 1905'te yolcu ve eşya taşınmaya başlanmıştır. Hicaz Demiryolu, 1. Cihan Harbine kadar yoğun bir şekilde kullanıldı. Şam'dan Amman'a her gün, Medine'ye ise haftada üç gün seferler yapılıyordu. Trenler, Pazartesi, Çarşamba ve Cumartesi günleri sabah 7:30'da Şam'dan hareket ediyor ve 4. gün öğleden sonra saat 3'te Medine'ye ulaşıyordu. Medine'den dönüş günleri ise Salı, Perşembe ve Pazar günleri idi. Ayrıca haftada bir Şam'dan ve Hayfa'dan yemekli ve yataklı ekspres seferi düzenleniyordu. Bu özel trenin Medine'ye varış süresi sadece 48 saatti. Bu seferlerin dışında Medine'ye yük ve su taşıyan programlı ve programsız tren seferleri bulunmaktaydı. Hattın Hayfa Şubesinden ise, Şam'a her gün yaklaşık 12 saat süren düzenli tren seferleri yapılmaktaydı. Gerektiğinde ek seferler düzenleniyor, hareket saatleri namaz vakitlerine göre ayarlanıyordu. Namaz vakitlerinde yolcular her birlikte cemaatle namazlarını eda ediyorlardı. Hicaz Demiryolunun Günümüzdeki Hâli 1919'da Hicaz'ın ve Arabistan Yarımadasının Osmanlı Devletinin elinden çıkmasıyla birlikte, Hicaz Demiryolu tren seferleri tamamen durmuştur. 1. Cihan Harbi esnasında isyan eden Bedeviler, Hicaz Demiryoluna da zarar vermişlerdir. O sebeple özellikle Arabistan topraklarındaki raylar çok büyük zarar görmüştür. Ancak, Hicaz Demiryolunun Suriye'de kalan kısmı muhafaza edilmiştir. Suriye Hicaz Demiryolları Genel Müdürlüğü ismiyle bir genel müdürlük kurulmuş ve turizm amaçlı olarak kullanılmaya devam etmiştir. Ürdün'de kalan kısım da günümüzde hâlâ kullanılmaktadır. Bir İttihâd-ı İslâm Projesi Hicaz Demiryolu'nda 1908-1913 arasında toplam 968.000 sivil yolcu taşınmıştır. Ayrıca senede ortalama 16.000 Hacı, Hacca gidip gelmek için Hicaz Demiryolunu kullanmıştır. İnşaat, Medine topraklarına girdikten sonra rayların altına keçe konulmak suretiyle tren sesinin mukaddes toprakları ve bu toprakların ahalisini rahatsız etmemesi sağlanmaya çalışılmıştır. İslâm âleminin tarihinin en sıkıntılı devrini yaşadığı bir dönemde, böylesine büyük bir projenin bitirilmesi ve etkin bir şekilde kullanılması dünya Müslümanları arasında büyük bir şevk ve coşkuyla karşılandı. Mısır ve Hindistan Müslümanlarının İngilizlere karşı ayaklanmaları noktasında da Hicaz Demiryolunun manevi açıdan büyük desteği olmuştur. Hicaz Demiryolu, hem askerî hem dînî açıdan Osmanlı'nın elini güçlendirmiş, dünyanın her tarafındaki Müslümanların tekrar İstanbul'daki Halife'ye yüzlerini çevirmelerini sağlamıştır. Kaybedilen harpler ve topraklar ve İslam dünyasının içinde bulunduğu zor zamanlar yüzünden kopmaya yüz tutan irtibat tekrar sağlanmaya çalışılmıştır. Her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz İttihâd-ı İslâm'ın tesisine, bu gibi projelerin maddi ve manevi katkıları olacaktır. Yüz yıl önce en sıkıntılı ve zor zamanlarda büyük fedâkârlıklar yapılarak inşa edilen ve büyük hizmetler yapan Hicaz Demiryolu gibi projelere, imkân ve kaynaklarımızın arttığı bu devirde daha çok ihtiyacımız var. Kısacası Âlem-i İslâm'ı birleştirecek, madden ve manen terakki etmesine yardım edecek her türlü faaliyeti elimizden geldiğince desteklemeli ve yardımcı olmalıyız.

İdare İdare 01 Ocak
Konu resmiKur'ân'ın bozulmadığını nerden bilebiliriz, nasıl ispat ederiz?

Kur'ân'ın bozulmadığını nerden bilebiliriz, nasıl ispat ederiz? www.risaleonline.com Soru: Kur'ân'ın bozulmadığını nerden bilebiliriz? Daha doğrusu nasıl ispat ederiz? Cevap: Cenâb-ı Hakk Kur'ân'ı koruyacağını şöyle vaat etmiştir:  Doğrusu Kur'ân'ı biz indirdik, onun koruyucusu elbette biziz.. (Hicr, 9) Madem Allah-ü zül Celâl Hazretleri koruyacağını vaat etmiştir, bütün dünya bir araya gelse yine bozamazlar. Kur'ân'ın bu güne kadar korunarak gelmesi ise şöyle olmuştur: Kur'ân âyetleri her nâzil olduğunda, Sevgili Peygamberimiz (sav) hemen vahiy kâtiplerine yazdırırdı. Onlardan da diğer sahabeler alır, çoğaltır ve ezberlerdi. Ayrıca sahabelerden pek çoğu Kur'ân'ın tamamını ezberleyerek hâfız olmuşlardı. Hz. Osman'ın halife olduğu, daha İslamiyetin ilk dönemlerinde Kur'ân-ı Kerimler çoğaltılarak İslam ülkelerine gönderilmiştir. Bugün yeryüzünde bulunan bütün Kur'ân mushafları onlardan aynen çoğalarak bu günlere gelmiştir. O günden sonra da gerek Kur'ân yazmak ve gerekse ezberlemek en büyük ibadetlerden sayılmıştır. Bu şekilde her asırda bütün İslam âleminde milyonlarca hâfız yetişmiş ve milyonlarca Kur'ân yazılmıştır. Bugün yeryüzünde bulunan eski-yeni, bütün Kur'ân Mushaflarının tamamı aynı olduğu gibi, üçüncü halife olan Hz. Osman döneminde yazılıp çoğaltılan Kur'ânlar da bu gün mevcuttur ve şimdiki Mushaflarla tamamen aynıdır. Yani Kur'ân bozulmuştur demeye sebep olacak hiçbir farklı Kur'ân yeryüzünde yoktur. Zaten böyle bir iddia da yoktur. Hâlbuki diğer kitaplarda durum böyle değildir. Kur'ân-ı Kerim'in dışındaki ilahi kitaplar, insanlar tarafından sonradan değiştirilmiş ve asılları kaybolmuş ve pek çok batıl fikirler karışmıştır. Meselâ günümüzde Hıristiyanların elinde, birbirinden epeyce farklı, hatta birbirine zıt hükümleri olan dört ayrı İncil vardır. Lâkin yeryüzünde ikinci farklı bir Kur'ân ise yoktur. Kur'ân'ın bozulmadığını anlamanın en güzel yolu onu okuyarak manalarından ve mucizelerinden haberdar olmaktır. Bu yönden söylenebilecek o kadar çok mucizeli özellikleri vardır ki, saymakla bitmez. Meselâ, kâinattaki bütün ilimlerin ve bütün gerçeklerin özleri Kur'ân'da vardır. Bu kadar bilgi bolluğuna rağmen, ne ayetler arasında çelişki, ne de kâinattaki gerçeklerle bir çelişki vardır. Bu da onun Allah kelamı olduğunun ve bozulmadığının en önemli delillerinden biridir. Bu delile Kur'ân şöyle işaret eder: Kur'ân'ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah'tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı. (Nisa, 82) Ayrıca, insan aklına ters düşen hiçbir şeyin bulunmaması da Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğunu açıkça göstermektedir. Aksine Kur'ân devamlı insanları akıllarını çalıştırmaya, düşünmeye ve ayetlerini anlamaya teşvik eder. Mesela, bir Kur'ân ayeti şöyle buyurur: Allah, ayetlerini düşünesiniz diye böylece açıklamaktadır. (Bakara, 242) Kur'ân'ın bozulmadığının en bariz delillerinden biri de sözlerindeki insan üstü belağattır. Yani bir insanın yetişemeyeceği kadar yüksek bir edebî seviyede olmasıdır. İnsanların onun benzerini söyleyemeyeceklerini Kur'ân şöyle ilan eder. De ki: İnsanlar ve cinler, birbirine yardımcı olarak bu Kur'ân'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, and olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar. (İsra, 88) Üstelik belağati O'nu bozulmaktan korumuştur. Kur'ânın mucizeliğinin onun bozulmasını engelleyen bir set vazifesi gördüğünü Üstad Bediüzzaman şöyle anlatır: Kur'ân'ın i'cazı (ifadelerindeki mucizelik) tahrifine (bozulmasına) bir seddir. Evet madem Kur'ân mu'cizedir, beşer onun taklidini yapamaz. Âyetleri başka kelâmlar (sözler) ile tebdil edilmekle (değiştirilerek) tahrif ve tağyiri mümkün değildir. Çünkü müfessir, müellif ve mütercimlerin muharrif (bozucu) üslublarının kisvelerini (lafızlarını) âyâtın (ayetlerin) kisvesiyle iltibas ettiremezler (karıştıramazlar). Âyetlerde i'caz damgası vardır. O damganın altında olmayan kelâmlar âyet addedilemez (sayılamaz). Öyle ise i'caz, tahrif ve tağyiri kabul etmez. (Mesnevî, Habab) Doğrusu Kur'ân'ı biz indirdik, onun koruyucusu elbette biziz.. Hicr, 9

İdare İdare 01 Ocak
Konu resmiDin, bedenî zevkleri yasaklar mı?
İbadet

Din, bedenî zevkleri  yasaklar mı? Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ www.risaleonline.com Bir insanın dünya hayatında mutlu olması hem bedensel zevklerinin hem de ruhsal yönden tatminiyle mümkün olabilecekken, bedensel zevkleri yasaklayan din, nasıl olur da hem dünyada hem ahirette mutluluğu vadediyor olabilir? Sorunuzun içerisinde cevabın kendisi de var. Evet, İslam dini diğer bütün dinlerden farklı olarak insanı hem bedenî, hem de ruhî yönlerden tatmin edecek özelliklere sahiptir. Fakat bedensel zevkleri yasaklayan din cümlesi İslamiyet açısından gerçeği yansıtmıyor. Bakınız Kur'an'da Allahu Teala nasıl buyuruyor: Yeyiniz içiniz. Fakat israf etmeyiniz. Muhakkak ki Allah israf edenleri sevmez (Araf, 31) İçinizden bekâr olanları evlendirin (Nur, 32) Bu gibi pek çok ayetlerde Allahü Teala, insanın en temel maddî zevk ve ihtiyaçlarının önünü açmış, hatta teşvik etmiştir. Yani yasaklama diye bir şey söz konusu değildir. Fakat umumî yasaklama olmamakla beraber, çok faydalı olacak bazı sınırlarlamalar da getirmiştir. Dinimiz, insanların hem kendilerinin, hem ailelerinin, hem toplumlarının zararına olan ve bunları temellerinden göçerten ve insanı ahlaken hayvandan da aşağı seviyelere düşmesine sebep olan içki ve zina gibi zararlı bazı zevkleri yasaklamıştır. Hergün medyada yer alan birçok sosyal facia haberlerinin arkasında en çok bulunan sebeplerin başında bu gibi zevklerin olduğu ortadadır. Meşru sınırlar içinde olan zevkler ise, insanın mutlu bir hayat sürebilmesi için kâfidir. Bu gerçeği Bediüzzaman Said Nursî hazretleri şöyle ifade etmiştir: Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. (6. Söz) Dinimiz insanın bedeni zevklerin esiri olmasını da istemez. Buna yönelik olarak da insanı terbiye eden bazı kuralları vardır. Ramazan'da bir ay orucun emredilmesi, israfın haram kılınması, zekâtın farz kılınması gibi emirler bunlardandır. Eğer iman eder ve günahlardan korunursanız, sizin için büyük bir mükafat vardır. (Âl-i İmran, 179) gibi ayetler de bizleri günahlardan ve aşırılıklardan sakınmaya davet ve teşvik eder. Bütün bu izahların temelinde, âhiret ve dünya hayatlarının dengesinin kurulması düşüncesi vardır. İslamiyet bütün kurallarını, bu dengeyi kurma ve dünya hayatının geçiciliği ve âhiret hayatının ebedîliği esası üzerine bina etmiştir. Şu ayet, bu dengenin nasıl kurulması gerektiğini bize tarif eder: Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının bir geçimliği ve süsüdür. Allah katında olan (âhirettekiler) daha iyi ve devamlıdır. Akletmez misiniz? (Kasas, 60) Bu sebeple, İslamiyetin dünya hayatını düzenleyen kurallarının doğru anlaşılabilmesi için ebedî bir ahiret hayatı inancının dikkate alınması şarttır. Siz de aklınıza takılan sorulara www.risaleonline.com adresinden cevap bulabilir, arşivimizdeki soru-cevaplardan stifade edebilirsiniz.

İdare İdare 01 Ocak
Konu resmiSağlık
İnsan

Bunları • Yemeğe tuz ile başlanırsa beyin tarafından gönderilen bir uyarı sayesinde, midede mukus denilen sindirimi kolaylaştırıcı bir tabaka oluşturduğunu ve midenin sindirime hazırlıksız yakalanmasını önlediğini… • Yemek yerken yerde oturarak sol ayağı katlayıp sağ ayağı karna çekerek oturulup yenildiğinde, su ile doldurulmuş balon şeklinde olan midenin çıkış kısmını kapatarak yenilen gıdanın tam sindirilmeden bağırsaklara kaçmasını önleyeceğini ve mide dolunca da doygunluk hissi vererek çok fazla yemeden kalkılacağını… • Yemek yerken yemeğin ortasında su içildiğinde içilen suyun yenilen gıdaların sindirilmesine, gerekli vitaminlerin emilmesine katkıda bulunduğunu ve midede doygunluk hissi vererek az yemeye vesile olduğunu… • Oturularak ve en az 3 yudumda içilen su, dil ve ağız bölgesinde daha fazla duraksadığından tükürük bezleri için gerekli olan suyun emilimini artırıp anti bakteriyel ve antioksidan etkiye sahip tükürüğün salınımını artırarak ağız ve diş sağlığına katkıda bulunduğunu.. • Uyurken sağ yana dönüp yatıldığında solda olan kalbimizin daha rahat çalışmasına neden olarak, kalbi yormadan dinlenmiş bir vaziyette kalkılabileceğini… • Tuvalete girerken sol ayakla ilk adım atıldığında kaygan olan zeminde ayağın kayması durumunda sola göre daha güçlü olan sağ ayağın düşmeyi engelleyerek vücudu dengelediğini.. • Ayakta ihtiyaç gidermenin mesanenin fizyolojisine zıt bir şekilde idrarın tam boşalmasını sağlayamadığından asidik olan idrarın mesanede enfeksiyonlara ve ileri yaşlarda görülen BPH (Benign Prostat Hiperplazisi) hastalığına erken yaşta yol açabileceğini… • Büyük abdesti yaparken sola meyilli bir şekilde oturulduğunda ihtiyaç gidermenin daha kolay olabileceğini ve yaygın olan kabızlık ve hemoroid rahatsızlıkları riskini en aza indirilebileceğini… • Banyo yaptıktan sonra ayaklara soğuk su dökmenin kan dolaşımını hızlandırıp sıcak sudan dolayı genleşmiş olan damarların içindeki kanın aktivasyonunu artırarak tansiyon düşüklüğünü önlediğini ve savunma mekanizmasını güçlendirdiğini… • Kesintisiz uyunan uzun gece uykularının, damarlarda vazodilatasyona neden olduğunu, uyku ortalarında kalkıp el yüz yıkamak (ör: abdest almak) az yorucu egzersizler yapmanın (ör: teheccüd namazı) vazodilatasyonu engellediğini ve daha zinde kalkılabileceğini… • Bütün bunların, 1600 sene evvel Peygamberimiz (sav) in yaptığı ve ümmeti için de tavsiye ettiği sünnet-i seniyyeler olduğunu... biliyor muydunuz?

İdare İdare 01 Ocak
Konu resmiAşure

Kişi akıllı ve çalışkansa takdir et. Akıllı değil ama çalışkansa dikkat et. Akıllı olup da tembelse ikaz et. Bazı insanlar ellerine geçen bütün fırsatlarda zorluğu, bazı insanlarsa her zorlukta fırsatları görürler. Akıllı insanlar yeni fikirleri tartışırlar. Normal insanlar sonuçları tartışırlar. Küçük insanlarsa başka insanları tartışırlar. Asla birilerinin umudunu kırma. Belki de sahip oldukları tek şey odur. ÜSTÜN VARLIK İNSAN'IN İLGİNÇ YÖNLERİ İnsan 6 dakika su altında kalabilir, 20 dakika nefesini tutabilir. Sıfırın altında 103 derecelik soğuğa karşı koyabilir. İleri doğru adım atıldığında insan vücudundaki 54 kas harekete geçer. Hapşırma anında insanın kalbi dâhil bütün fonksiyonları bir an için durur. İnsan hayat boyu 6 fil ağırlığına eşit miktarda yiyecek tüketir. İnsanın midesi 2 haftada bir iç zarını yenilemek durumunda; yoksa kendini sindirebilir.    KOMŞU HAKKI Karşılıksız veren el olun. Komşunuza ikramda cimrilik etmeyin. Dualarınızda komşularınızı unutmayın. Onların başarı ve mutluluklarına ismen dua edin. Komşu hakkının ana baba hakkından sonra geldiği şuuruyla bu hususta milimetrik hassasiyet gösterin. Onları rahatsız etmeyin, üzmeyin, helalleşin. Problem halinde özür dilemeyi bilin. Sırlarını, olumsuz taraflarını hiçbir yerde anlatmayın. Gıybete girmeyin. YAŞAMDAN KEYİF ALMANIN YOLU Kendini, insanları ve hayatı keşfetmeye çalışmak. Her gün yeni bir şeyler öğrenmeye çalışmak. Paylaşmak. Hayatı dolu dolu yaşamaya çalışmak. Affetmek ve hoş görmek. Tebessümle yaşamayı öğrenmek. Olumlu düşünmek. Yazmak. Hayattan ne istediğini bilmek. Sahip olmadığından çok, sahip olduklarını düşünmek. İnsanlara keyif ve mutluluk verecek hal ve hareketlerde bulunmak. CENNET HANIMLARI Dört büyük vâlidemizin sabırları Asiye Validemiz: Asiye validemiz Firavunun hanımı idi. Rab'lik iddiasında olan zalim ve haddini bilmez bir adama hanımlık yapmak az mı sabır ister. Basit bir tahammülle yürütülür mi bu aile hayatı? Elbette mükemmel bir hanım sabır gösterebilirdi. O da Asiye validemizdir. Meryem Validemiz: Rabbimiz ana-babasız Adem (as)'ı yarattığı gibi, babasız olarak da İsa (as)'ı göndermiştir. Bu mesajı alamayan çevre, Meryem validemizi itham ve iftira fırtınasına boğmuş, Nereden peydahladın bu çocuğu diyecek kadar da ileri gitmişlerdir. Bu zulme sabredip tahammül gösteren Meryem validemiz olmuştur. Hatice Validemiz: Efendimiz (asm) uğruna bütün servetini feda etmekle kalmamış; bu yüzden senelerce açlık çekmiş, ekonomik sıkıntı yaşamıştır. Buna rağmen asla şikâyetçi olmayıp sabrı tercih etmiştir. Fatıma Validemiz: Hayatı boyunca arpa ekmeğiyle bile karnı doymamış, hep yokluk ve darlık içinde hayat sürdürmüştür. Hayatı hayli zorluk içinde geçmiştir validemizin. Arpa ekmeğinin ununu el değirmeninde hep kendi hazırladığı gibi, kuyudan çektiği suyu da omzunda hep kendi taşımak zorunda kalmıştır. Cenabı Hak hiç kimsenin sabrını fedakârlığını ve tahammülünü karşılıksız bırakmaz. Ne mutlu onlara! İLK EZAN Her sabah dünyada ilk ezanın nerede okunduğunu biliyor musunuz? İlk kameti kimin getirdiğini ve ilk namazı kimlerin kıldığını biliyor musunuz? İşte cevabı: Milyonlarca yıldır güneş ilk defa oraya doğuyor her sabah. Japonya'nın doğusuna, Rusya'dan okyanusa bir çengel gibi sarkan Kamçatka'ya. Dünyada güneşi ilk görenler Kamçatkalılar. Kâinatın deveranına eşlik etmeye ilk onlar davet ediliyor. Ne kutlu bir davet!

Halil İbrahim PİRAHMEDOĞU 01 Ocak
Konu resmiBedesten

Hz. Mevlâna vefatının 735. yılında törenlerle anıldı Ölüm, onun için yok oluş değil, yeniden dirilişti, en sevdiğine kavuşmanın manevi bileti, düğün gecesiydi… İslam'ın hoşgörü, sevgi, kardeşlik, gibi birçok mesajını yaşarken iletti Hz. Mevlâna  "Gel, gel, ne olursan ol yine gel. Bin kere tövbeni bozsan da yine gel" diyerek Allah'ın sonsuz rahmetinin resmini çizerken, ölümü bile bu resmi tamamlamasına engel olamadı. Halen bu çağrıya kulak veren binlerce insan bu yıl da Konya'da Hz, Mevlâna'nın mesajını dünyaya iletti. 1-17 Aralık tarihleri arasında düzenlenen Mevlâna'nın 735. Vuslat Yıldönümü törenleri hoşgörü ve sevgi yürüyüşü ile başladı.  Tasavvuf müziği konserlerinin yanı sıra bu yıl 20 sema gösterisi icra edildi ve çeşitli sergiler açıldı. Törenlere yerli ve yabancı binlerce ziyaretçi katılırken, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü yetkilileri, yabancı turistlerin büyük bölümünü İran'lıların oluşturduğunu söyledi. Etkinlikler Mevlâna Kültür Merkezi'nde düzenlenen Şeb-i Arus törenleri ile son bulurken gecede, Türk tasavvuf müziği sanatçısı Ahmet Özhan sahne aldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın gösteri grubu da sema gösterileriyle geceye renk kattı. NE ZAMAN? 1-17 Aralık NEREDE? Mevlânâ Kültür Merkezi, Konya 10 yıl sonra gerçekleşen vasiyet Beni Mevlâna'nın maneviyatının gölgesine gömün dedi, vasiyeti 10 yıl sonra 17 Aralık günü Mevlana'nın vefat yıl dönümünde gerçekleşti. Fransız yazar Eva de Vitray-Meyerovitch 1909 yılında aristokrat ve Katolik bir Fransız ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesinin inancı ve gelenekleri ile yetişen Meyerovitch cevaplarını bulamadığı soruların içinde yorulurken karşısına Hz Mevlana ve Mesnevi çıktı. Manevi yolculuğuna böyle başlayan Meyerovitch Müslümanlığı tercih etti. Meyerovitch'in, en büyük isteği Mevlana'nın yanına gömülmekti 26 Mayıs 1998 yılında Konya'da yaptığı bir sempozyumda da Benim gibi yaşlı bünyesi, hasta kalbiyle kilometreler kat etmek bile Hz. Mevlana'nın huzurunda yorgunluk değil, mutluluk verir. Onun maneviyatının gölgesinde kıyamete kadar kalabilmek için beni Konya'ya gömün diyerek dile getirmişti. Vasiyeti 10 yıl sonra yerini buldu. Meyerovitch Mevlana Müzesi yanındaki Sultan Selim Camii'nde düzenlenen törenle, Mevlana Müzesi karşısındaki Üçler Mezarlığı'na defnedildi. Konya Valisi Osman Aydın, Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek, milletvekilleri, eski bakanlardan Agah Oktay Güner, Mevlana'yı tanıdıktan sonra Müslüman olan İtalyan Profesör Gabriel Mandell, Profesör Meyerovitch'in Fransız dostları, İranlı ve Bosna Hersekli turistler ile çok sayıda vatandaş da O'nu yalnız bırakmadı. Çeyiziniz hazır mı? Bilinçli, eğitimli, ahlaklı ve sağlıklı bireylerin yetişmesinde ilk adımdır evlilik. Hanımların ahlakı, sevecenliği ve şefkati; beylerin cömertliği ve koruyuculuğu ile bir bütünü tamamlar evlilikler. Erdem Derneği, evliliğin yapı taşı genç kızları bu konuda aydınlatmak ve ileride kurulacak ailelerin sorunlarını en aza indirmek için Çeyiziniz Hazır mı? adı altında bir kampanya başlattı. 05 Ocak-05 Mart tarihleri arasında düzenlenecek programlarda evlilik çağındaki genç kızlar ve evli hanımlar için evlilik hazırlıklarından tutunda, aile içi iletişim modellerine, sofra düzenine kadar aradığınız her şey bulunuyor. Psikiyatrist Dr. Hamdi Kalyoncu, Habibe Keleş, Hacer Gündüz, İmran Boztaş, Dr. Yıldız Tanrıseven, Nezahat Oğuz, Av. Müzeyyen Kartı gibi isimlerin katılımıyla sunulacak olan programlar mutlu ve sorunsuz evliliklerin ipuçlarını veriyor. Ben de bu programa katılmak ve bilgilenmek istiyorum diyorsanız, Erdem Derneği'ne 0212 428 37 57 no'lu telefondan ulaşabilirsiniz. NE ZAMAN? 05 Ocak - 05 Mart TELEFON? 0212 428 37 57 NEREDE? M. Kemal Paşa Mh. Mimar Sinan Cd. Ümit Sk. No:88 Parseller, Avcılar, İstanbul Yüz yıllık seçim sandıkları tekrar açılıyor Yüz yıllık seçim serüveni İstanbul Maksem'de izleyiciyle buluşuyor. Türkiye'nin seçim deneyimlerinin ilk defa görsel olarak sunulduğu bir sergi Sine-i Millet. Tanzimat'la başlayan demokratikleşme sürecinin 110 yıllık öyküsünün anlatıldığı sergi, alanında uzman birçok kültür ve bilim insanının danışmanlığında, özel ve kamu koleksiyonlarından seçilen nadide belgeleri içeriyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Daire Başkanlığı tarafından hazırlanan sergi 20 Aralık 2008- 30 Ocak 2009 tarihleri arasında Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi'nde görülebilir. Dört ana başlık ile izleyiciye sunulan sergide bir de sembolik seçim gerçekleştirilecek. Bu seçimde Cumhuriyetin kültürel değerleri oylanacak. Sergi sonunda ise seçimi kazanan adaylara özel tasarlanmış ödüller sunulacak. Serginin sunumu için seçilen mekân ise eski bir su deposu. 1732 yılında Padişah Birinci Mahmut tarafından Pera ve civarının su ihtiyacını karşılamak ve Maksem su deposunda toplanan suyun taksim edilmesi için yaptırılmış olan bu mekân Taksim adının da menşei. Bölge sakinlerinin yüzyıllar boyunca hayati su ihtiyacını karşılayan bu muhteşem Osmanlı yapımı bina 20 Aralık'tan sonra da yine hayati önemini su yerine kültür depolayarak sürdürecek. "Sine-i Millet" ile ilgili daha fazla fotoğraf için lütfen bu yazının internet versiyonuna bakınız. NE ZAMAN? 20 Aralık 2008- 30 Ocak 2009 NEREDE ? Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi, İstanbul Kitap dünyasının nabzı Kahire'de atıyor Mısır'ın başkenti Kahire, dünyanın ikinci, Arap Âlemininse en büyük kitap fuarına 41. kez ev sahipliği yapacak. Her yıl 22 Ocak – 4 Şubat tarihlerinde GEBO (Mısır Kitap Organizasyonu) tarafından düzenlenen Kahire Kitap Fuarı geçen yıl, 522'si Mısır'dan, 178'i Arap ülkelerinden, 43'ü de diğer yabancı ülkelerden olmak üzere 28 ülkeden toplam 743 yayımcıyı ağırlarken, 2 milyonun üzerinde de ziyaretçi kabul etti. Katılımcı ve ziyaretçi sayısı kadar, kültürel seminerler, şiir okumaları,  sanat geceleri ve Kültür Kafe'de yapılan sohbetler gibi, içerdiği diğer sanat etkinlikleriyle de ilgi odağı olan fuar, dünyanın sayılı kültür organizasyonları arasında yerini alıyor. 66.000 m² lik bir alanda 34 ayrı salonda gerçekleştirilecek olan fuarda bu sene konuk ülke olarak İngiltere onurlandırılacak. Salonların içindeki stantlar 10:00 – 19:00 saatleri arasında ziyaretçilere hizmet verirken açık alanda bulunan stantlar geç saatlere kadar gezilebilecek. NE ZAMAN ? 22 Ocak – 4 Şubat NEREDE ? Kâhire, Mısır Sudan'da Türkoloji bölümü Sudan'ın en saygın üniversitelerinden biri olan Hartum Omdurman Kur'ân-ı Kerîm ve İslâm İlimleri Üniversitesi Diller Fakültesi bünyesinde Türk Dili Bölümü açılıyor. Konuyla ilgili olarak görüştüğümüz üniversite rektörü Prof. Dr. Süleyman Osman Muhammed, insanlar arası ilişkilerde olduğu gibi toplumlar ve devletlerarası ilişkiler açısından da dilin hayati bir önemi olduğunu, üniversitelerindeki diller Fakültesinin kuruluş amacının da Sudan'ın uluslararası ilişkilerini kuvvetlendirmek olduğunu söyledi. Başta Sudan olmak üzere, birçok ülkenin kültür ve tarih arşivinin Türkiye'deki Türkçe kaynaklarda mevcut olduğuna dikkat çeken Rektör Muhammed, çok yakında açılacak bu bölümün Türkiye – Sudan ilişkilerini kuvvetlendirmek için güzel bir vasıta olduğunu düşündüklerini belirtti. Rektör Muhammed ayrıca, günümüz modern Türkiye'sinin kalkınmada ve gelişmede oldukça hızlı ilerlediğini hatırlatarak, Türkiye ile tarihi, dini ve kültürel bağları olan ülkelerin de Türkiye'yi örnek almak istediklerini, Sudan'ın da bu ülkelerin başında geldiğini vurguladı.

İdris FERİD 01 Ocak
Konu resmi26. Sayı Fihristi

İdare İdare 01 Ocak