29. Sayı: "O (asm) En Güzel Örnek"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiTarih Penceresinden

01 Nisan 1924: Topkapı Sarayı'nın müzeye dönüştürülmesine Bakanlar Kurulunca karar verildi.01 Nisan 1950: BM, Kudüs'ün ikiye bölünmesi planını kabul etti.03 Nisan 1900: Gazi Osman Paşa'nın vefatı06 Nisan 1453: İstanbul kuşatmasının başlaması05 Nisan 1453: Fatih Sultan Mehmed'in donanması İstanbul sularına geldi.17 Nisan 1453: İstanbul adaları fethedildi. 1 Nisan 1924 Topkapı Sarayı'nın müzeye dönüştürülmesi Topkapı Sarayı'nın müzeye dönüştürülmesine Bakanlar Kurulunca karar verildi. Fatih Sultan Mehmed tarafından 1478'de yaptırılan Topkapı Sarayı, Sultan Abdülmecid'in Dolmabahçe Sarayı'nı yaptırmasına kadar yaklaşık 380 sene devletin idare merkezi ve Osmanlı sultanlarının resmî ikametgâhı olmuştur. Kuruluş yıllarında yaklaşık 700.000 m.² lik bir alanda yer alan sarayın bugünkü alanı 80.000 m.² dir. Topkapı Sarayı, saray halkının Dolmabahçe, Yıldız ve diğer saraylarda yaşamaya başlaması ile birlikte boşaltılmıştır. Padişahlar tarafından terk edildikten sonra da içinde birçok görevlinin yaşadığı Topkapı Sarayı önemini hiç kaybetmemiştir. Saray zaman zaman onarılmıştır. Ramazan ayında padişah ve ailesi tarafından ziyaret edilen Mukaddes Emanetler Dairesi'nin her yıl bakımının yapılmasına ayrı bir özen gösterilmiştir. (www.topkapisarayi.gov.tr) 20 Nisan 571 Peygamber Efendimiz (asm) 'ın dünyayı teşrifleri Peygamber Efendimiz (asm), Miladî takvime göre 20 Nisan 571 Pazartesi gecesinde doğdu. O gece olanlar: 1. Annesi ve yanında hazır bulunan 2 hanım doğu ve batıyı aydınlatan büyük bir nur gördüler. 2. İran Kisrası'nın Medayin şehrindeki sarayının 14 burcu yıkıldı. 3. Mecusîlerin İran'ın İstahrabat şehrinde bin seneden beri yaktıkları ateşleri söndü. 4. Save Gölü yere battı. 5. Bin seneden beri kuru olan Semave Nehri taştı. 6. Ka'be'deki putlar yüz üstü devrildiler… 6 Nisan 1326 Bursa'nın fethi Bursa önlerine gelen Orhan Gazi, Pınarbaşı mevkiinde karargâhını kurup kaleyi kuşatır. Bizans'tan ümidini kesen kale beyi, Bursa'yı Orhan Gazi'ye teslim eder. Fetihten sonra, Kale muhafızı olan ve ileride büyük hizmetler edecek olan Evrenos Bey ve çok sayıda Bursalı, Müslüman olur. Fetihten sonra başşehir olan Bursa'da, ilk altı Osmanlı Padişahının türbeleri bulunmaktadır. 9 Nisan 1588 Mimar Sinan'ın vefatı 1489'da Kayseri'ye bağlı Ağırnas köyünde dünyaya geldi. Yavuz Sultan Selim döneminde devşirilerek Enderun'da eğitim görmüştür. Yavuz, bir ilki gerçekleştirerek Müslüman Türkler arasından devşirilmek üzere Anadolu'da seçilen gençleri saraya getirtmiş ve ileride devletin önemli kadrolarına yerleştirilmek üzere Enderun'da eğitmiştir. Mimar Sinan da bu şekilde devşirilen ilk kafilede bulunmaktadır. Gerek Yavuz, gerekse Kanunî döneminde birçok seferlere katılmış ve büyük hizmetler etmiştir. 1538'de, bugün Bayındırlık ve İskân Bakanlığına tekâbül eden Sermimârân-ı Hassalığa getirilmiştir. Yaklaşık 50 sene bu vazifede kalmıştır. Selimiye ve Süleymaniye Camileri başta olmak üzere Osmanlı coğrafyasının birçok yerlerinde 400'e yakın eserde imzası bulunmaktadır. İslâm mimarîsine getirdiği yenilikler ve kullandığı mimarî teknikler ile dünya tarihinin en önemli mimarı olmuştur. 21 Nisan 1996 Çeçenistan Devlet Başkanı Cevher Dudayev şehid edildi 15 Nisan 1944'de Çeçenistan'da dünyaya geldi. 1974'de Gagarin Hava Harb Akademisini bitirerek 1. Sınıf Pilot ve Mühendis oldu. Sovyet ordusunda Tümgeneralliğe kadar yükseldi. Sovyet Hava Kuvvetlerinde tümen komutanı olan ilk Müslümandır. Kasım 1990'da Çeçen Millî Kongresinde İcra Kurulu Başkanı seçildi. 27 Ekim 1991'de %85 oyla Çeçenistan Devlet Başkanı seçilen Cevher Dudayev, 21 Nisan 1996'da bir suikast sonucu şehid oldu.

İdare İdare 01 Nisan
Konu resmiDeğişim nereden başlayacak?

Hayatımızda hep önce ve sonralar vardır. Nice insanlar ciddi değişimler göstererek hayatlarının öncelerini, sonralarına inkılab ettirmişlerdir. İnsan gibi, her zaman kendisini değiştirecek, iyiye veya daha kötüye götürecek cihazlara sahip olan bir varlık için de bu hep olacaktır. İnsanlık tarihinde önce ve sonraların en güzel örneklerini Peygamber Efendimiz'in (a.s.v) arkadaşları olan Ashâbı Kiram'da görüyoruz. Onlar ehl-i küfür ve putperest olan anne ve babaların çocukları olarak yaşarken bu değişimin en güzel misallerini bizzat üzerlerinde göstererek, iman nurunun güzelliği ile Allah (c.c) ve Resulü'nün (a.s.v) ziyade övgülerine kavuşmuşlar, vasıfları Kur'ân-ı Kerim'de anlatılmış ve peygamberlerinin (a.s.v) diliyle gökdeki yıldızlar olmuşlardır. Bu değişim yaşanırken çok ciddi, seviyeli bir metod izlenmiş ve neticede hayırlı muvaffakiyetler de gelmiştir. Öncelikle Ashab-ı Kiram, Habîb-i Ekrem Efendimiz'in (a.s.v) tebliğ ettiği Kur'ân-ı Kerim'in kendilerine hitab ettiği hakîkatini çok iyi anlamışlar. Her biri bu hitap banadır, Rabbim benimle konuşuyor, beni muhatab alıyor mantığıyla çok değişik meslek guruplarında olmalarına rağmen, Kur'ân âyetlerine canlarından daha kıymetli olarak sahip çıkmışlar ve Kur'ân'da Cenâb-ı Hakk'ın hayırlı ümmet diye vasıflandırdığı öğrenir, beller ve başkasına öğretir mantığıyla yaşamışlar. Bugün bizim sormakta ve cevabını bildiğimiz halde yaşamakta zorlandığımız soruyu onlar ta başta sormuşlar: Acaba Kur'ân sadece Peygamber Efendimize (a.s.v) mi inmiştir? Bugün asırlar sonra bu soru şu şekli alabilir. Acaba Kur'ân sadece Efendimize, ashâba, evliyâya sâlihlere, ecdadımıza ve bugünkü din görevlilerine mi inmiştir? Yani onlara inmekle, mesuliyet bizim üzerimizden düşmüş müdür? Hadisenin bize bakan ciheti nedir? Yaşadığımız şu asır bu muhasebenin sayısız numunelerini taşımaktadır. İnsanlar neden bu hale düştüğümüzün hesaplarını yaparken bir türlü kendilerine Kur'ân'ın bir emri olarak verilen bu vazifenin neresinde olduklarını sorgulamamışlardır ve sorgulamamaktadırlar. Cenâb-ı Hak hitap buyurmuş (Ey ümmet-i Muhammed!) Siz insanlar (ın iyiliği) için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. (1) Cenâb-ı Hak ümmet-i Muhammed'e bütün insanlığın iyiliği için azim bir vazife yüklemiş. Bu vazife öyle büyük bir vazifedir ki hiç bir beşerî cereyana âlet edilemez ve hiç bir beşerî cereyan tarafından da tenkit edilemez. Cenâb-ı Hak (c.c) âyet-i kerimenin devamında bu hayırlı ümmete yüklediği vazifeyi şöyle ifade eder iyiliği emreder, kötülüğü nehyeder ve Allah'a iman edersiniz. (2) Kendisine Müslüman diyen herkese hitap eden bu emir asırlardır değişimin menbaı olmuş ve çok hayırlı neticeler vermiştir. Müslümanın eliti, sosyetesi, zengini, makamlısı olmaz. Herkes Kur'ân'a talebedir. Üstünlük ancak Allah (c.c) katında ve takvadadır. (3) O da başkalarına gösterilecek bir üstünlük değil, Allah'ın (c.c) hoşnut olacağı bir üstünlüktür. İyiliği emir eden ve kötülükten nehiy eden hayırlı bir topluluk, Kur'ân'ın şu müjdesine muhatabdır: İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır (2) Şimdi,  Nereden nereye geldik? değil de Kendimizi nereden nereye getirdik? sorusunu biraz düşünebiliriz. Üzerimize düşen vazifeleri ne kadar yaptık ve yapmaktayız? Etrafımızı, kendi yakınlarımızdan başlayarak usulune göre ne kadar uyardık? Ve bundan sonraki programımız nedir? Acaba birileri, bizim yerimize yaşadığımız toplumu değiştirebilir mi? Hep duâ etsek ama hayatımızla bu duâların gereğini yerine getirmesek, bir gün kalktığımızda bu yaşadığımız hayatı, insanları değişmiş bulabilirmiyiz? Yoksa değişime başlayacağımız yer önce kendimiz midir? Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de meâlen Bir kavim kendilerinde bulunan iyi hali değiştirmedikçe Allah onlarda bulunan nimeti değiştirmez. (4) buyuruyor. Bu hal içimizde bulunan hal için de geçerlidir. Biz halimizden memnunsak, bu böyle devam etmez. Aynı kararda da kalmaz. Ancak daha kötüye gider. O zaman yazımıza başlık olarak attığımız sorunun cevabı kendimiz olmalıdır. Aslında reçete de bellidir, hastalık da. Değişen sadece zemin ve insanlardır. Bugüne kadar bu reçeteyi her kim uygulamış ise hastalık iyi olmuş. İnsan olmanın, herkese adil davranmanın, yaradılış gayesinin iyi bilinmesinin ve bunun herkese anlatılmasının reçetesi. Model insanların oldukça azaldığı, modellerin reçeteye göre değil, reçetenin modellere göre uygulandığı bir toplumda elbette ki önce kendimizle başlayacağız. İyiliği emir etmek kötülükten nehy etmek için önce iyiliği ve kötülüğü öğreneceğiz. Bu eğitim kısa süreli sertifika eğitimlerine benzemeyen bir eğitimdir. Son nefese kadar sürer. Zira nefis ve şeytan insan nefes aldıkça onlarla beraberdir. İnsan ve İslâm okulunun her sınıfında ayrı yüzleri ile ortaya çıkarlar. Kur'ân öğrenmeye kesin kararlılık gösterdi iseniz bunu anlar ve itiraz etmez. Siz öğrenirsiniz ama onu size okutmaz, yaşatmaz. Sizi bir ömür boyu ana sınıfında okutur ve ecel ile mezun eder. İkinci sınıfa geçirtmez. İkinci sınıfa geçseniz dahi oyunlar başkadır ve böyle devam eder. Hazır işe kendimizden başlamışken şu sorunun sorulması çok çok elzemdir. Kısa bir dünya hayatı için sınıf sınıf okunur ve maddi hayatımızın refahı gözetilirken, ebedi bir hayat için verilmiş hesaba sığmayan hissiyatlarımız, ruhumuz neden doldurulmaz (?) Neden anaokulu, 1. sınıf, 5. sınıf ile yetinilir? Eğer bu yetinme bu hayat için yetiyorsa toplumun bu hali nedendir? Örneğimiz yok! Bize kim örnek olacak? Sorularına bakın Kur'ân nasıl cevap veriyor Yemin olsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok ananlar için Allah'ın Resulünde güzel bir örnek vardır. (5) Zira bütün ahlak-ı hamîdenin en yüksekleri o zat (a.s.v.)'da ictima etmiş olduğuna bütün âlem şehadet ediyor. (6) Asırların, gidişatın rengini ve şeklini değiştiren, sohbetinin asırlar sonra insibağ ve inikâsıyla bile kurumuş toprakları yeşillendiren, karanlıkları nura çeviren bir örnek elbette ve hiç şüphesiz bizlerin hayatını da en makbul bir şekilde değiştirecek numunelerle doludur. İşte bu cihetledir ki Sünnet-i seniyye saadet-i dareynin (her iki dünya saadetinin) temel taşıdır. Kemâlâtın madeni ve menbaıdır. (7) Önce kendi nefsimizi olmak üzere bütün ehl-i irfanı Kur'ân ve Sünnet ışığında Gevşemeyin, üzülmeyin!, (8) ikazları ile Kur'ân'ın tereşşuhatı olan iman ve Kur'ân hakîkatleri ile değişime ve değiştirme vazifesine davet ediyoruz. Biliyoruz ki son nefesimize kadar insanlık, hak ve hakîkat yolunda değişecek ve değiştirecek birçok hallerimiz vardır ve olacaktır. Hallerimiz ve ahvallerimizin halıkı olan Allahımızın, bu hallerimizi daha güzel hallere inkılab ettirmesini, ziyadesiyle duâ ederek, Muhabbetle kalınız. [1] Âl-i İmrân Suresi 110. âyet [2] Âl-i İmrân Suresi 104. âyet [3] Veda Hutbesi [4] Ra'd Suresi 11. âyet [5] Ahzab Suresi 21. âyet [6] Mesnevi-i Nuriye, Osmanlıca nüsha, Reşhalar, 3. Reşha [7] Lem'alar, Osmanlıca nüsha, 11. Lema, 9. nükte [8] Âl-i İmrân Suresi 134. âyet

Ayhan Mirza İNAK 01 Nisan
Konu resmiSevgi(siz) Çocuklar

Ey çocukların da peygamberi olan Sevgili! Çocuklar; senden evvel ölüme mahkum suçlular gibi doğuyordu. Ve bir babanın en büyük utancı kız çocuklarıydı. Ya Rasulâllah! Senin Ömer yüzlü Mekke'nde, senin güller şehri Medine'nde çocuk olmak… Evvel ve âhir asırların bütün insanları ne çok isterdi senin devrinde başı okşanan çocuk olmayı. Zeyd bin Hâris gibi, Enes gibi, Betül'ün (radiyallahüanhâ) yavrucakları cennetin efendileri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi… Bir başka güzellikti Asr-ı Saadet'in çocuğu olmak. En acılı günleri gülistana çeviren sen vardın sultanım. Senin o günlerinde Medine'nde yürüyen bir yavrucak da biz olsaydık… Seninle beraber Mescid-i Nebevî'de yürüyen minnacık bir ayak da biz olsaydık. Bir bayram sabahı yüzü gülmeyen bir çocuğa Efendimiz: Baban Hz. Muhammed (sav), annen Hz. Âişe-i Hümeyrâ, ablan Fâtımat'üz Zehra, Hasan ve Hüseyin'in de kardeşlerin olmasını ister misin dediği çocuğun yerinde biz olsaydık… Şimdi, senin nurunla hayat bulmak gerekirken, sünnetini unuttuk. Sekiz yaşındaki Ebu Mahzure, Bilâl-i Habeşî ezan okurken o dalga geçmişti ya hani. Sen ise hiç kızmadan onu yanına çağırıp ona ezan okutup başını okşamıştın ve Ebu Mahzure Kâbe'de müezzinimdir buyurmuştun. Ebu Mahzure, sen onun başını okşadın diye, dokunduğun saçları ölünceye kadar kestirmekten utanmıştı. Kâbe, on iki yaşındaki günahsız bir çocuğun Ebu Kubeys dağından getirdiği taşlarla inşâ edilmedi mi? Son peygamber, âlemlere rahmet olarak gönderilen yüce nebî vefat edince cenaze namazını önce erkekler sonra kadınlar sırayla kılınmıştı da günahsız diye en son çocuklar tarafından kılınmamış mıydı? Peygamberimiz Miraçta cennetti gezerken başı göklere kadar yükselmiş mübarek bir zata rastladım. Yüzü Elleri ayakları nurdu, hayran kaldım. Etrafında küçücük çocuklar vardı. Sordum, Cebrâîl'e; Kimdir bu? Cebrâîl: Deden İbrahim (as) Ya etrafındaki çocuklar? Onlar da buluğa ermeden ölen çocuklardır. Amel defteri açılmadan vefat eden çocuklar cennetin yeşil kuşları olduğunu Kur'ân beyan ediyor. Efendimiz (sav) Hz. Hasan'ı severken yanına bedevî bir âdem geldi. Peygamberimizi bu halde görünce benim 10 çocuğu var, bir gün olsun onları öpmedim deyince Kâinatın Sultanı: Senin kalbinden Allah merhameti almışsa ben ne yapabilirim, insanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez buyurur. Bir çocuğun anne-baba üzerindeki haklarından olan; güzel isim, güzel ahlâktan sonra çocuklarını birbirinden ayırt etmeksizin onlara merhamet etmesi ve öpüp okşamasıdır. Veledini öpmeyen, okşayıp koklamayan ve sevgisizlik çölüne atan ebeveyn sanmasınlar ki başkaları bu çocukları sevecektir. Günümüzde hep çocuğun anne babasına hak ve hukukundan bahsedilirken nedense çocuğun ebeveyn üzerindeki hakkı göz ardı edilir. Unutmayalım ki bir anne-baba çocuğunun hukukuna riayet etmemişse, o evladından kendilerine hukuk aramaları düşündürücüdür. Bilinmeli ki herkes ektiğini biçer!

Zafer ŞIK 01 Nisan
Konu resmiCERN Deneyi: Zerrenin derununda neler var?

CERN deneyinin yapıla gelen deneylerin bir halkası olduğunu biliyordum; vaktiyle Amerika'da böyle bir laboratuarda  (Fermi Lab) bulunmuştum.  Yine de bilmediğim olabilir diye yazılanları okudum.  Hadron, proton çarpıştırıcı, Higgs alanı ve parçacıkları, temel kuvvetler, standart model, birleşik alanlar teoremi gibi birçok şeyi yazmışlar.  Bu kavramlar anlaşılmadan deneyi ihata etmek zordur. Elbette teknik detayları olan bir konu; onlara girmeden, konu etrafında oluşan fikirler, suâller ve cevaplar üzerinde durmak umumi istifadeye açık olabilir.  Dikkatleri çekmek için, iddialı fakat hakîkati olan bir cümle kuracağım: Deney Risâle-i Nur'un birkaç tezini tasdik edecek mahiyette (önceki yapılan deneyler nispeten doğruladı).  Yanlış anlaşılmasın, Risâle-i Nur aynı teknik lisanı konuşuyor ve böyle bir vazifesi de var demiyorum, sadece fikirlerde paralellikler var.  Bu iddiayı tespit etmeden ifadenin bir kıymeti, faydası olmayacağı aşikârdır. Bu yazıda neden böyle düşündüğümü bulacaksınız. Mesela tevhid tezi: Kâinatta var olan kuvvetlerin aslında tek bir kuvvet olduğunu göstermeyi hedefleyen bir deneydir.  Bazı ilim adamlarının esir demeyip, fakat esir anlamına yakın gördüğü parçacıkların, Higgs parçacıklarının tespitine yönelik deney olması.  Lem'alarda geçen: Madde-i esiriye, esir kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet, nasıl ki buhar, su, buz gibi havâî, mâyi, câmid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de, madde-i esiriyeden dahi yedi nevî tabakat olmasına hiçbir mâni-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olmaz. (12. Lem'a)  Nasıl lâtif esirden kesif kütleli cisimler var olmuştur? suâline, hâl geçişi ile letâfet kesâfete dönüşerek, yani maddenin kütle kazanacağını Üstad Hazretleri'nin izah ettiğini, düşünüyorum. Bu hâl geçişlerine teknik olarak ‘simetri (tenâsüp, tenâzür) kırılması' deniyor.  Esir için dediği yedi hal ne acaba?  Hal geçişi, modern fizik açısından çok temel ve ihatalı bir fikirdir, hatta ‘standart model' buna dayanmaktadır.  Mesela Higgs parçacıklarının varlığı benzer fikirle gösterildi.  Bu sene Nobel ödülü alan Nambu ve arkadaşları ve daha önce Nobel ödüllü Abdüsselam ve arkadaşları simetri kırılması fikrini kullanarak temel kuvvetlerin ikisini birleştirmeyi başardılar. Eski atom enerji kurumu başkanı Prof. Dr. Cengiz Yalçın bu Nobel mükâfatı hakkında şöyle diyor: Yoiçiro Nambu temel parçacıklarda simetrinin kendiliğinden kırılmasının matematiksel modellemesini yapmıştır. Evrenin anlaşılmaz gibi görünen karmaşık gizemlerinin bir kısmı kendiliğinden simetri kırılması ile açıklığa kavuşturulmuştur. Özellikle Nambu'nun geliştirdiği matematiksel teknikler, standart modelin geliştirilmesinde başrol oynamışlardır. Standart Model temel parçacıklar ve aralarındaki zayıf, kuvvetli nükleer etkileşmeler ile elektromanyetik etkileşmeleri bir bütün olarak verir. CERN'de büyük hadron hızlandırıcısında gerçekleştirilecek deney, Standart modelin var olduğunu ileri sürdüğü ancak varlığı deneysel olarak gösterilemeyen HİGGS parçacığını bulmayı hedeflemektedir. Kendiliğinden simetri kırılımı, büyük patlamanın ardından, temel parçacıkların, yani evrenin nasıl kütle kazandığını açıklayan HİGGS mekanizmasının matematiksel temelini oluşturur. Son günlerde, bilim özürlü ülkemizin bile gündemini bir süre meşgul eden CERN deneyi, bu modelin evrenin ilk dönemindeki fiziği yansıtıp yansıtmadığın ortaya koyacaktır. HİGGS kuramının temel parçacıklara kütle kazandırması tümü ile kendiliğinden simetri kırılması mantığı üzerine kurgulanmıştır. Maddenin en küçük bölünmeyen parçası nedir?  Bu suâli bilim adamları ancak şimdilerde kısmen vuzuha kavuşturabildiler. Önce periyodik tabloda tasnif edilen elementler (unsurlar), hidrojen, karbon, demir vesaire atom denildi.  Ancak bu unsurlar elektron ve proton/nötron denilen parçacıklardan oluşan, bölünebilen yapılardı.  Mesela, hidrojen bir proton bir elektrondan oluşurken, karbon altışar tane proton, nötron ve elektrondan oluşmaktadır.  Elektronlar protona göre iki bin kat daha hafiftir.  Proton ve nötron atomun çekirdeğinde olup oldukça küçük yer işgal ederler.  Atomun elektronları metrenin milyarda biri kadar çekirdek merkezinden uzakta dolaşırlarken, proton ve nötronlar merkeze bu mesafeden yüz bin kat daha yakındırlar.  Hiçbir mikroskobun gösteremeyeceği kadar küçücük ölçekler. Evet, nasıl oluyor da aynı proton, nötron ve elektron sayılarını değiştirerek bu kadar birbirinden farklı unsuru, onlardan da çok farklı hususiyetleri olan terkipler oluşuyor?  Yani elektron aynı elektron, aynı proton fakat karbon farklı demir farklı, bir terkip olan su çok daha farklıdır.  Bir şeyden her şeyi yapmak bu olsa gerek!  Bu atomlar nasıl oluyor da kararlıdırlar, yani içlerindeki elektronlar bir pile bağlı olmadan, bitmeyen akım oluşturuyorlar?  Hayret vericidir!  Bu kararlılık elektrik kuvveti ve kuantum denen acayip usulle, atomların davranışı kısmen anlaşılmıştır.  Yani artı yüklü proton negatif elektronu elektrik kuvvetiyle çekmekte, fakat bu çekiş elektronu çekirdeğe yapıştıramaz çünkü başka bir emir (kuantum kaidesi) devreye girerek, elektronun çekirdeğin bölgesinde bulunmasını önler, elektronlar belli mesafenin altına girdiklerinde şiddetle itilirler, hâsılı hassas denge vardır. Atomun çekirdeği de acip kanunlarla dengelenerek ekseriyeti kararlı haldedir (hikmet eseri olarak bazı çekirdekler radyoaktivite göstererek bozulurlar).  Çekirdekte bulunan protonlar gayet daracık bölgede dağılmaları gerekirken, nasıl orada durmaktalar?  Çünkü aynı işaretli elektrik yükleri, bazen seksen yüz artı yüklü protonlar, yakın mesafede birbirlerini akıl almaz şekilde iterler.  Çekirdeğin kararlı olabilmesi, bambaşka fakat kavî bir câzibe kuvvetiyle olmalıydı (çekirdek kuvveti).  Araştırıldığında böyle kavî bir kuvvetin var olduğu ortaya çıktı, hem de öyle özellikteki tam istenilen hususiyette (ayrı bir yazıyı hak ediyor).  Fizik, Bundan sonra temel kuvvetler ve temel tanecikler neler? suâlini sordu. Yol boyunca dört tane temel kuvvet keşfedildi: Evrensel (yer) çekim, elektrik/manyetizma, kavî çekirdek, zayıf çekirdek kuvvetleri. Temel taneciklerde durum daha farklı gelişti. Başta temel tanecik sanılan bazıların içyapıları olduğu anlaşıldı, yani bölünebilirlerdi.  Mesela protonların içyapısı varken elektronun içyapısı gözlenmedi. Dünyanın değişik yerlerinde CERN gibi hızlandırıcılarda parçacıklar keşfedilmeye başlandı, öyle hal aldı ki listede iki yüzden fazla tanecik belirdi. Bu başta büyük kafa karışıklığına neden oldu.  Mesela bütün özelliği aynı sadece kütlesi elektrondan iki yüz kat fazla olan ‘Muon' bulundu, bulan adam: Kim ısmarladı bunu?  diyerek şaşa kaldı.  Neticede atomlarda, unsurlarda kullanılan yalnızca elektron, proton ve nötron gibi parçacıklardı.  Niye öbürleri mesela Muon kullanılmadı (bu simetri kırılmasıdır, bir tercihtir), bu bilinmiyor. Sonunda ilim adamları bu parçacıkları tasnif edebildi ve bunun adına standart model dendi.  Keşfedilen parçacıkları etkileştikleri kuvvetlere göre tasnif ettiler.  Bu kuvvetlerin kendine mahsus hususiyetleri var:  Mesela elektrik/manyetik kuvvetler uzun mesafelere kadar etkileşirken, zayıf çekirdek ve kavî çekirdek kuvvet çok kısa mesafede etki ederler, o mesafenin ötesinde gözükmezler (kısa kesilmeseydi ne olurdu?).  N ükleer kuvvetle etkileşen parçacıklara hadronlar, elektron türü hafiflere leptonlar, protonların içyapısın oluşturan kuarklara da baryonlar denir.  Bu ince yapıları deneyle müşahade için her basamakta enerjiyi artırmak gerekir.  Yani atomlardaki elektronu etkilemek için eV (elektron Volt, bir enerji türü) mertebesinde enerji gerekirken, atomun kendi bölgesini keV (kilo bin eV) mertebesindeki X-ışınlarıyla çözülebiliyor, çekirdeği incelemek için MeV (milyon eV) lazımdır.  Daha ince detaylar için GeV (Giga, milyar eV) lazım. CERN 1984 yılında bu enerji seviyesine çıkabildi ve Abdüsselam'ın teorisini doğrulayan (W, Z bozonları) parçacıklarını buldu.  Daha sonra TeV (tera, trilyon eV) mertebesine çıkılacak.  Son CERN deneyi bu seviyede olacak ve maddenin bir basamak daha derununa inecek, belki Higgs parçacıklarını veya başka şeyleri bulacak.  Dikkat ederseniz beş basamak saydım, acaba iki basamak daha küçük ölçekte (enerji olarak çıkınca) Üstad Bedîüzzaman Hazretleri'nin Yedi hal var dediği tamamen gözlenecek mi?  Fakat enerji seviyesini yükseltmek çok zor, ancak üstün teknoloji, ekonomik güç ve beynelmilel işbirliği ile gerçekleşebilmektedir. Meselenin en az duyulan ve can alıcı kısmı simetri kırılması ve kuvvetlerin vahdeti (birleşik alan nazariyesi, standart model).  Fizik olabildiğince hâdiseleri tek bir prensip ile açıklamak ister.  Bir biriyle ilgisi olmayan birçok olayın tek bir mekanizmayla açıklamak, derin düşünme ve ilhama mazhariyetle olmaktadır.  Mesela hareketi açıklayan Newton prensipleri, aydan tutun, yere düşen taşı ve birçok farklı hareketi tek çatı altında açıklayabiliyor.  Bu hareket prensipleri, Newton'un mantıken onları keşfinden ziyade, onun bir teklifi, kabulü idi.  Belli sınırlar içinde (ışık hızından yavaş, atomdan büyük ölçeklerde) iş görmektedir. Sonra ısı diye farklı bilinen dal, Newton mekaniğine irca edildi, birleştirildi.  Işığı inceleyen optik, elektrik ve manyetik kanunlar yine başka tek çatıda birleşti.  Hulâsa fizik, bütün kâinattaki hâdiseleri tek bir mekanizmayla açıklamayı hayal etmektedir.  Biz bunu ‘kesretten vahdete' eşyanın bir elden yönetilmesine inanmak diye okuyabiliriz.  Bu hayal, temel kuvvetlerden biri hariç, diğer üçü birleştirilerek, tek kuvvetin farklı tezahürleri olduğu bulundu. İşte bu, standart modeldir.  Bu teorinin önemli tahminlerinden birini tespit için CERN deneyi yapılmaktadır. Bu birleştirme, nasıl başarıldı? İlk önce zayıf kuvvet ile elektromanyetik kuvvet birleştirildi.  Elektromanyetik kuvvet iki elektrik yükün etkileşmesi, yani bu yükler bir biriyle standart modele göre bizim ölçemeyeceğimiz zaman diliminde foton (ışığın zerresi) alışverişi yaparak haberleşirler, kısaca birinden diğerine bir foton gider ve etkileşme olur.  Bu kuvvetin taşıyıcısı fotondur. Foton ise hem kütlesiz, latif, hem de uzun mesafe kat edebilir.  Zayıf kuvvetin habercileri ise, çok ağır kütleli yüz GeV (kütleyi enerji diye alıyorum) yani protondan elli kat yüksek kütleli ve kısa mesafe haberleşebilen, W ve Z bozonlarıdır.  Bu iki farklı, hatta zıt durum nasıl vahdet gösterecekti?  Üstadında muhtemelen esir için düşündüğü: nasıl latif, kütlesi olmayan şeyden, kütlesi olan kesif maddi eşya yaratılmış suâline verilebilecek zekice cevabı olan maddenin hal değişimi ile açıklanabilirdi.  Teknik olarak aynı mefhumlardan bahis edilmese de, ele alınan problemler ortak, çözümde aynı olmalıydı. Ve öyle de oldu, onlar buna simetri kırılması dediler, hal geçişlerini açıklayan denklemlere benzeyen, kuantum alan denklemleri yazdılar.  Simetri kırılması ne demek? Bir miktar havayı alalım. Konduğu kabın her yerini doldurur.  Mesela odamızdaki hava odanın yarısına doluşup diğer yarısında havasızlık gibi bir hal göstermezler.  Bu ise, gaz halindeki hava zerrelerinin her yönde, her türlü hareketi yapan fertlerinin muhakkak bulunmasından dolayıdır.  Bu tam simetrik bir haldir.  Bu gazı soğutarak sıvı yaparsanız, hareketinde önemli kısıtlama yapılmış olur. Bu da kısmen simetrinin kırılmasıdır.  Eğer donacak olursa, hareket iyice sınırlandığından dolayı simetri iyice kırılmıştır.  Başka bir misal ise kâinatta ne kadar parçacık varsa o kadar da anti-parçacığı olmalıydı (yani negatif yüklü elektronun artı yüklü pozitronu gibi ve bir parçacık antisiyle birleşse ikisi de yok olarak elektromanyetik gama ışığına dönüşürler), ama gerçek öyle değildi. Mesela canlı dokular yirmi tane amino asitten yapılmaktadır.  Bu asitlerin iki tipi vardır (asiti oluşturan atomların diziliş deseni), sağ ve sol el tipi: sağ tip sol elin ayna görüntüsü gibidir.  Hiçbir canlıda bütün hususiyetleri aynı olmasına rağmen sağ el tipli aminoasitler kullanılmamıştır.  Bu son iki misal nasıl birinin tercih ettiğini gösteren misaldirler ve bunlar simetri kırılmasıdır.  Buna benzer çok ve daha mücerret simetri kırılması denecek durumlar mevcuttur. Kısaca donarak kesafet kesp etmeyi (simetri kırılmasını), kütle kazanmaya eşdeğer görme standart modelin temel tekniğidir.  Bu görüş 1984 CERN'de ispatlandı. Bu son deney neyi gösterecek? Çekirdek kuvveti diğer elektrik ve zayıf kuvvetle ittihadı esnasında ortaya çıkması beklenen parçacıkları teşhis etmek için yapılmaktadır.  Bu deneyle artık çekirdeğin zerreleri olan proton/nötronları oluşturan ‘kuark' denen parçacıkları ve onların derinliklerine nüfuz etmek için yapılmaktadır.  Standart Modele göre parçacıklarla etkileşime girerek onlara kütle kazandıran Higgs bozonlarıdır; bunlar maddenin en küçük birimini veren parçacıktır (bazıları esir diyor).  Ancak sıkça aranmasına rağmen, şimdiye dek müşahede edilemedi. Standart modelin tahmin ettiği zerreler halkasının en temel gözlenmeyen son üyesidir. Deney öngörülen bu parçacığı ortaya çıkarmak için yapılıyor.  Bu Higgs alanı nasıl bir şeydir?  Fizik World diyor ki: Kâinatın ta başında (saniyenin milyarda biri kadar sonra) bu alan uzayın her yönünde aynı tavrı gösteriyordu, fakat sonradan bu simetri aniden kırıldı, aynen dik duran bir kalemin mükemmel simetrisi (kalem her yöne eşit ihtimalle düşerek yönelebilir), kalem yere düşüp belli bir yönü gösterdiğinde kırıldığı gibidir. Bu parçacığı üreten alan, uzay zamanın her yerini doldurmaktadır. Evet, uzay zamanın boşluğu aslında boş değil; bu alanla dolu.  Higgs alanını tahrik ederek bu parçacıkların üretileceği düşünülüyor. Mesela ışık, onun zerresi fotonların bir elektromanyetik alanın tahrikiyle üretilmesi gibi, Higgs alanındaki tahrik/ihtizaz ile Higgs zerreleri var olacaktır.  Yani standart modele göre zerreler; elektron, proton, kuark vesaire, mücerret alanlardan, o alanların ihtizazından oluşurlar. Nasıl oluyor da mesela elektron her yerde aynı/misil oluyor? Çünkü tek alan (tek el) ile her yerdeki elektronlar veya diğerleri oluşturulurlar. Her parçacığı üreten alan başka olabilir, fakat bahsedildiği gibi bunlar tek alanın farklı tezahürleridir. İsterseniz kaderin imlası ile kudret kaleminin bu mücerret alanıları tahriki ile zerreleri sevk etmesi diyelim. Bu tahrik seviye seviye idi, Higgs parçacıklarını tahrik etmek için ise çok yüksek enerji seviyesi iktiza eder, yapılacak CERN deneyiyle buna ulaşılacağı zan edilmektedir.   Mevzuyu toparlayan, Nobel ödüllü Prof. F. Wilzeck'in Fantastic Realities kitabından alıntıyla bitirelim: Neden elektronlar kâinatın her yerinde hassasiyetle aynı hususiyetleri var—aynı kütle, elektrik yükü ve mıknatıslık?  Cevap: çünkü onlar tek, temel bir şeyin—yani bir elektron alanı, bir nevi esir ki bütün zaman ve uzayın her yanını aynı tarzda ihata eden--yüzey yansımasından başka bir şey değildir… Evrensel esir ve kütlenin kaynağı—Bizim elektromanyetik ve zayıf kuvvet nazariyemizin, normalde boş zan edilen uzayın her yerini kaplayan bir vasat, yani esirle ile dolu olduğu kabulüne dayanır.  Ancak bu esirle etkileştikten sonra birçok parçacıklar, bilhassa zayıf kuvvetin habercileri olan W, Z bozonları kütle kazanırlar.  Bu nazariye çok muvaffakiyetli olmasına rağmen, bu ana cihet henüz doğrudan doğruya test edilemedi.  Bu esiri uyarmayı, tahrik etmeyi umuyoruz ki, bu Higgs parçacıklarını veya başka girift yapıları üretecek (bu alana esir, onun ihtizazı/tahrikiyle üretilen elektron, proton ve kuarklara, esirin zerreleri diyor). Risâle-i Nur ile kıyas edelim: Fennen ve hikmeten sabittir ki, bu haddi yok fezâ-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil, belki ‘esir' dedikleri madde ile doludur. İkincisi: Fennen ve aklen, belki müşâhedeten sabittir ki, ecrâm-ı ulviyenin câzibe ve dâfia gibi kanunlarının râbıtası ve ziyâ ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuttur. (12. Lem'a)  Bu ifadeler şimdi daha iyi anlaşılmadı mı?

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Nisan
Konu resmi"Hayırda israf yoktur, israfta hayır yoktur"

İktisat, kısaca tutum, biriktirme, her hususta îtidal üzere olma, lüzumundan fazla ve noksan sarfiyattan kaçınma mânâsına gelmektedir. İktisadın boyutlarından biri tutumlu olmaktır. Âyet-i kerimede meâlen şöyle buyrulmaktadır: Hem onlar ki harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler. (Harcamaları) bu (ikisi)'nin arasında orta bir yolda olur. (Furkan, 67) Âyet-i kerimede tutumlu olma kavramının en veciz ifadesini görmekteyiz, şöyle ki: Harcamada israf yoluna girmek yasaklanmaktadır. Zîra bu yola giren insan çok yönlü zararlara davetiye çıkarmış olmaktadır ki bunlardan birine, Yoksa kınanmış ve pişman olmuş bir halde oturup kalırsın! (İsrâ, 29) buyrularak dikkat çekilmiştir. İsraf yolunda bir başka zarar, veren el olmaktan alan el durumuna düşmektir. Büyüklerden birine sorulmuş: Efendim! Çok sayıda dilencilerle karşılaşıyoruz. Hepsini gönüllemeye kalksak zamanla biz onların durumuna düşeceğiz; bu durumda ne yapalım? Hazret demiş ki: Hangisi daha çok merhametinizi celbediyorsa ona verin, diğerlerini de güzel sözlerle hoşnut etmeye bakın! Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, hapishanede kendisine zekât verme teklifinde bulunan zengin ağalara Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var. cevabını hatırlamaya, mezkur zenginlerin iktisatsızlık yüzünden borçlanmak zorunda kaldıklarını, Üstadın ise kanaati sayesinde az parayla hiç kimseye muhtaç olmadan hayatını idame ettirdiğini düşünmeye her zamankinden daha çok muhtaç olduğumuzda şüphe yoktur. Kur'ân'da cimrilik de yasaklanmıştır. Cimrilik lüzumlu olan yerde harcama yapmaktan sarf-ı nazar etmektir ki çok mezmum bir haslettir. İcap eden yerde harcama yapmaktan geri durmak, insanı hayra yönelik harcama yapmaktan alıkoyma gayesine bağlı olarak fakirlikle korkutma (Bakara, 268) gayretlerinin sonucu olarak ortaya çıkan bir kötülüktür. Baştaki tanımda ‘itidal üzere olmak' ifadesi var. Kur'ân ve sünnete dikkat ettiğimiz zaman insanın maddî-manevî hayatının müvâzeneli bir hayata kavuşturulmasının hedeflendiğini görmekteyiz. Mesela: O halde yürüyüşünde mu'tedil ol; sesini de alçalt! (Lokman, 19) âyet-i kerimesinde davranışların itidal üzere olması tavsiye edilirken, yazının başında geçen Furkan Suresi, 67 âyet-i kerimesinde harcamada orta yolun takip edilmesi emredilmektedir. İktisadın karşılığı olan ifadeler arasında ‘lüzumundan fazla harcamamak' ve ‘gereken yerde harcama yapmaktan imtina etmek' ifadeleri var. Unutmamak ki ne cömertlik israftır ne de tutumlu olmak cimriliktir. Tersinden alırsak israf cömertlik olmadığı gibi cimrilik de tutumlu olmak değildir. Bu mevzudaki hassas ölçü ve sınırları İmam-ı A'zam şu meşhur sözüyle ayrıştırmıştır: Hayırda israf yoktur, israfta hayır yoktur. İktisat Risâlesi'nin başlangıç paragrafında da iktisadın bütün düsturları gâyet veciz şekilde ortaya konmaktadır. Halık-ı Rahîm nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır. Nimete karşı hasaretli bir istahfaftır. (zira israf nimete değer vermemenin neticesi olarak ortaya çıkan bir kötülüktür.) İktisat ise nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır. (İktisat yoluyla hem çok yönlü kazançlar elde edilmiş hem de nimete hürmet yoluyla şükredilmiş olur) evet! İktisat hem bir şükr-ü manevî, hem nimetlerde Rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat'î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem manevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nîmet içindeki lezzeti hissetmeye ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmaya kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise mezkur hikmetlere muhalif olduğundan vahim neticeleri vardır. Netice olarak: a) İktisat yolunu tutmakta manevî şükür mânâsı vardır. b) İktisat yolunda nimetlerdeki Rahmet-i İlâhiyeyi görüp, işbu Rahmet-i Rahman'a hürmetle mukabelede bulunma mânâsı vardır. c) İktisat, kat'î bir sebeb-i berekettir. Hadiste: İktisat eden fakir olmaz. (Keşfü'l-Hafâ) buyrulmuştur. d) İktisadın ayaklarından biri de yiyip içme fiilini disipline etmek, gelişi güzel saldırmak yerine perhizkâr davranmaktır. Sıhhatin başı perhizkârlıktır. buyrulmuştur. e) İktisat yolunda izzet vardır. Zira muktesit adam aza kanaat eder.  Mevcutla iktifa etmesini bilir. Dolayısıyla manen beklenti içinde yaşama zilletinden kurtulmuş olur. f) İktisadın müştemilatından biri de acıkmadan sofraya oturmamak ve iştahı varken yemeğe son vermek olduğundan muktesit kişi yediğini daima iştahla yemiş olur. Bu da zahiren en lezzetsiz görünen yiyeceklerin dahi tam lezzet alarak yenmesine imkân sağlar.

İsmail ALINMAZ 01 Nisan
Konu resmiEskiden zengin şimdi fakir Müslüman

Müslümanlar tarihte büyük devletler hatta imparatorluklar kurmuşlar, kıtalara hükmetmişlerdir. Ekonomik anlamda çok ciddi bir seviyeye ulaşmışlardır. Son birkaç asırdır gerileme olmuş ve fakir hale düşmüşlerdir. Bunun başlıca sebepleri şunlardır: İLÂHÎ SEVKİN VE PEYGAMBER TEŞVİĞİNİN KIRILMASI İnsan çalışacak/çalışabilecek, faaliyet gösterecek bir donanımla yaratılmıştır. Âlemde faaliyet esastır. Atâlete (boş durmaya) yer yoktur. Bundan dolayıdır ki âtıl (boş, tembel) adamın sefil ve rezil hale düştüğü çoğu zaman görülmektedir. Yaratılışımızda çalışmaya meyil, kabiliyet ve yetenek vardır. Nitekim Kur'ân'da meâlen [highlight]Şüphesiz insan için çalıştığından başkası yoktur.[/highlight] (Necm Suresi, 39) buyrularak insanlar çalışmaya teşvik edilmişlerdir. Hazret-i Peygamber (sav) "Çalışıp kazanan Allah'ın sevgilisidir." buyurarak İlâhi sevki sözleriyle destekleyip bizleri çalışmaya teşvik etmiştir. Ne yazık ki ilâhî sevkin ve peygamber teşvikinin olduğu yerde bir kısım insanlar bu çalışma şevk ve gayretini bazı yanlış telkinlerle kırmışlardır. Hak olan çalışmayı terk ettiğimizden batıl olan atâlet, tembellik bizleri istilâ etmiştir. Fakirlik bizi esir almıştır. Bundan kurtulmanın çaresi ise: İlâhi sevk ve peygamber teşvikine sıkı sarılıp bunlara tamamen zıt olan ve bizleri tembellik zindanlarına atan telkinlere kulaklarımızı tıkamalıyız. MADDÎ TERAKKÎNİN FARKINA VARAMAMAK Her zamanın bir hükmü vardır. Tarihin geçmiş sayfalarındaki hadiselere misafir olduğumuzda başta peygamberler olmak üzere (Nuh (as)'ın gemi yapmasından, Davut (as)'ın zırh yapmasına, demiri yumuşatmasına, Fâtih'in topları döktürmesine varıncaya kadar) maddî terakkiye hassasiyetle önem verdiklerine şahit olacağız. Şu zamanda Allah'ın dinine hizmet etmenin en önemli sırlarından birisi maddî terakkinin farkına varmak ve buna uymaktır. Bu terakki ilim, medeniyet, teknik, ekonomik, kültür vb. sahalarda olmalıdır. Bu hakîkati görmeyen/göremeyenler kendilerini tembellik zindanlarına attılar. Çünkü zamana uygun bir hizmet modeli geliştiremeyerek hizmetten mahrum kaldılar. Bu günün maddî terakkisi İslâmiyet'in ve sünnetin esaslarını beğenmemek, eksik görmek, tenkit etmek gibi duygulardan doğmamıştır. Bunların esasları insanlığa hizmettir. (İnsanlığı ahlâksızlığa, sefâhate, huzursuzluğa atan gelişmeler mevzumuzun hâricindedir ki bunlar dahi maddî terakkide ileri giderek bu yanlışları yapıyorlar.) Eski ümmetlerin bir ömürde yaptıkları hizmetler, Allah'ın izniyle maddî terakki ile çok kısa bir sürede yapılabilir. Her iki âlemin saadeti, emniyet ve asayişin temini, çok uzun zamanda yapılacak hizmetleri kısa bir zamanda yapmaya muvaffak olmanın sırrı bu zamanda maddî terakkiye ehemmiyet vermekle doğru orantılıdır. TEVEKKÜL VE KANAATİN YANLIŞ DEĞERLENDİRİLMESİ İslâmiyet emeği, alın terini övmüştür. Mubah olan bütün işleri ibâdet saymıştır. Kanaati ise mahsulde yapmamızı emretmiştir. Emeğe kanaat kötülenmiştir. Bir kısım Müslümanlar neticeye, mahsule, ürüne bedel emeğe kanaat edince işlere karşı olan gayretleri, çalışma şevkleri azaldı. Bu çalıştığım bana ve çocuklarıma yeter diyerek az bir emekle yetinip vakitlerinin diğer kısmını tembellikle geçirerek tembellik döşeğine düştüler. Çare ise: Sebeplere riayet ettikten sonra, neticesini Allah'tan bekleyerek mahsule kanaat etmektir. VESÎLELERİN HAK OLMASINI UNUTMAK İnsanın gönül verdiği, uğruna çalıştığı davasının hak ve meşru oluşu ne kadar önemli ise kullandığı vesîlelerin, yolların, usullerin de o kadar hak ve meşru olması gerekmektedir. Âlemde kazanmanın, başarmanın doğru yolları kullanmakla, hak olan vesileleri yapışmakla mümkün olacağı gerçeği reddedilemez.  Başarı için doğru sebeplere yapışmakta sabırlı olmalıyız. Bir neticeye kavuşmak ancak doğru usullerle mümkündür. Eğri kılıcın doğru gölgesi olmaz. Bunu Bedîüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir: Vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir Eğer çalıştığımız halde bir şeyler elde edemiyorsak, istediklerimize kavuşamıyorsak, elimizdeki değerleri kaybediyorsak bunlar usulsüzlüğümüzden kaynaklanmaktadır. Son birkaç asırda doğru usulleri terk eden Müslümanlar işlerinde muvaffak olamadılar. Fakir hale düştüler. Çare: Doğru yolları, usulleri tespit edip sabırla bunları uygulamaktır. EŞYANIN TABİATINA ZID HAREKET ETME Allah'ın âleme ve eşyanın yaratılışına koyduğu kanunlara bizler âdetullah diyoruz. Varlıklardaki kanunlara (tabiat kanunlarına) uygun hareket etmek başarı için oldukça önemlidir. Yani oyunu kuralına göre oynamak. Bu kurala uymanın mükâfatı veya uymamanın cezası bu dünyada verilir. Müslim-gayrimüslim fark etmez. İş yaparken işi kurallarına uygun olarak yapmak Allah'ın bu âleme koyduğu bir kanunudur. Çalışmakta servet, zehir içmekte ölüm, ilaç almakta şifâ gibi... Gayrimüslimler bilmeyerek Allah'ın iradesinin eseri olan tabiat kanunlarına, eşyanın yaratılışına, işin kurallarına uymakla mükâfatlarını bu dünyada almaktadırlar. Bu dünyada İlahi inayet Allah'ın koyduğu bu kanunlara uyanlarla beraberdir. Buna uymayanlar ret cevabı alacaklardır. ÜMMETÎ, ÜMMETÎ SIRRINDAN GÂFİL OLMAK İnsanın kıymeti himmeti (gayreti) ile ölçülür. Himmet ne derece yüksek ise kıymette o kadar artmaktadır. Eğer bir kişinin gayreti milleti ise o tek başına bir millettir. Eğer himmeti, ümmet ise o tek başına bir ümmettir. İnsanın içindeki azim, gayret, çalışma aşkı himmetiyle doğru orantılıdır. Herkesin içinde koca bir insanlığı kurtuluşa götürebilecek bir gayret mevcuttur. Bu mevcut gayreti tahrik ancak himmetini yüksek tutmakla mümkündür. Bununla beraber ümmete olan şefkat, ümmetin her bir ferdini ümmet için çalışmaya sevk etmesi gerekirken bu sır anlaşılmamasından, Son asırlarda himmetler yalnız şahsi ihtiyaçları görmeye yoğunlaştığından, Müslümanlar fakir hale düşmüşlerdir. Çünkü içlerindeki dağlar gibi olan gayreti azaltmışlardır. İşte peygamberimiz bu hakikati hem hayatıyla ispat etmiş hem de ümmetine güzel bir ders vererek Ümmetî! Ümmetî! diyerek bütün insanlık için çalışmamız gerektiğini buyurmuşlardır. DEVLET KAPISINA GÖZ DİKMEK Bir milletin zenginlik kaynağı ticaret, sanat, ziraat vb. şeyler iken bizler nefse hoş gelen, gururu okşayan, bir yönden tembelliğe müsait olan, devlet kapısına göz diktik. Devlete hizmet elbette olmalı. Fakat millete ciddi hizmet için olmalı. Yoksa yalnızca bir geçim kaynağı olarak görmek bence hatalıdır. Bizler üretimi netice veren ticaret, sanat ve ziraata vb şeylere ağırlık vermeliyiz.

Cavid SARAÇOĞLU 01 Nisan
Konu resmi"Yerinde sarf edilmeyen nimet, israftır"

Şüfeyyü'l-Esbâhî, Hz. Ebu Hureyre'den (ra) naklediyor: "Resulullah (asm) buyurdular ki: "Kıyamet günü ilk çağrılacaklar: Kur'ân'ı ezberleyen biri, Allah yolunda öldürülen biri ve bir de çok malı olan biridir. Allah Teâlâ Hazretleri Kur'ân okuyana: "Ben Resulüme inzal buyurduğum şeyi sana öğretmedim mi?" diye soracak. Adam: "Evet, yâ Rabbi!" diyecek. "Bildiklerinle ne amelde bulundun?" diye Rabb Teâlâ tekrar soracak. Adam: "Ben onu gündüz ve gece boyunca okurdum" diyecek. Allâhu Teâlâ Hazretleri: "Yalan söylüyorsun!" diyecek. Melekler de ona: Yalan söylüyorsun! diye çıkışacaklar. Allahu Teâlâ Hazretleri ona: Bilakis sen, Falanca Kur'ân okuyor densin diye okudun ve bu da söylendi der. Sonra, mal sahibi getirilir. Allah Teâlâ Hazretleri: Ben sana bolca mal vermedim mi? Hatta o kadar bol verdim ki kimseye muhtaç olmadın der. Zengin adam, Evet yâ Rabbi der. Sana verdiğimle ne amelde bulundun? diye Rabb Teâlâ sorar. Adam: Sıla-i rahimde bulunur ve tasadduk ederdim der. Allâhu Teâlâ Hazretleri: Bilakis sen, Falanca cömerttir desinler diye bunu yaptın ve bu da denildi der. Sonra Allah yolunda öldürülen getirilir. Allah Teâlâ Hazretleri: Niçin öldürüldün? diye sorar. Adam: Senin yolunda cihadla emrolundum. Ben de öldürülünceye kadar savaştım der. Hakk Teâlâ ona: Yalan söylüyorsun! der. Ona melekler de: Yalan söylüyorsun! diye çıkışırlar. Allah Teâlâ Hazretleri ona tekrar: Bilakis sen Falanca cesurdur desinler diye düşündün ve bu da söylendi buyurur. Sonra (Resulullah (asm) Ebu Hureyre'nin (ra) dizine vurup): Ey Ebu Hureyre! (r.a) Bu üç kimse, Kıyamet günü, cehennemin aleyhlerinde kabaracağı, Allah'ın ilk üç mahlukudur! dedi. - Müslim, İmâret 152, (1905)] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 7/307,308 Her şeyi hakkıyla gören/işiten/bilen Rabbimiz için geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman şu an gibi görünür. Cenâb-ı Hak bu hadîs-i şerîfte kıyamet manzaralarından birini Resulullah (asm) vasıtasıyla bizlere bildiriyor. Bu güne kadar yaşadığımız ve bundan sonra yaşayacağımız hayatı doğru değerlendirip iyi bir rota belirleyelim diye. Şimdi bu kıssadan çıkardığımız bir kaç hisseyi sizlere takdim etmek istiyorum: 1. İhlâs (Allah rızasını esas tutma, samimiyet) amelin ruhudur. Cesed için ruh ne ise amel için de ihlâs odur. Ruhsuz cesed nasıl kıymetini yitirirse, ihlâssız amel de değerini öyle kaybeder. İhlâssız amelin dünya hayatında bir parça getirisi olabilir; fakat âhiret hayatında hiçbir faydası olmaz. Bilakis âhireti kaybettirir. Allah'ın rızasını dünyevî ve fani şeyler için terk eden kişi âhiretten hiçbir nasîb alamaz. ‘‘İsteyene dünyadan, isteyene de âhiretten nâsib veririz'' diyor Cenâb-ı Hak. Sahi siz hangisinden isterdiniz? Her ikisini de isteriz dediğinizi duyar gibiyim. Evet, doğrusu da budur. Bedîüzzaman Hazretleri Umumun malumu olsun ki: İki elimde iki hayatımı tutmuşum, iki hasım için iki meydan-ı mübarezede iki harb ile meşgulüm. Tek hayatlı olan âdem meydanıma çıkmasın. (1) derken iki hayatı da istemenin gereğine işaret etmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken şey; dünyayı isterken âhireti, âhireti kazanayım derken dünyayı kaybetmemektir. Bazen dinini rüşvet verip dünyayı kazanamayanlar olduğu gibi, ihlâssızlıkla hem dünya hem de âhirette hüsrana uğrayanlar da vardır. Burada düsturumuz şu olmalı: Âhirete ihlâsla çalış, dünyadan da nasîbini (helâl dâiresinde olmak kaydıyla) unutna! 2. Dünyevî muvaffakiyet ve insanların beğenisi Rızâ-yı İlâhinin göstergesi olmayabilir. Allahu Teâlâ Hazretleri meydan-ı imtihan olan şu dünyada her vesile ile kullarını dener. Herkese iste(di)ğini bu maksadla verir. Hadiste kıssaları anlatılan kişilere istedikleri verilmiştir; fakat imtihanı kaybedip Rızâ-yı İlâhiyi kazanamamışlardır. Dolayısıyla elde ettikleri şeyler de onlar için nimet değil, belki birer âfet olmuştur. Görünüş bazen aldatır. Halkın nazarında makbul olan Hakk'ın yanında beş para etmeyebilir. Halkın beğenmediği, Hakk'ın hoşnut olduğu nice ameller vardır. Onun için Allah dostları, insanların medh-ü senalarını ve dünyevî makamları istememiş, elden geldiği kadar bunlardan kaçmaya çalışmışlardır. Çünkü dünyevî rütbeler ve makamlar kabir kapısına kadar ışık verse de kabirden itibaren sönmeye mahkumdur. 3. Her nimetin bir külfeti vardır. Yerinde sarf edilmeyen nimet, isrâftır. İnsana verilen her nimetin bir imtihanı, bir hesabı vardır. Onun için her nimetin bir külfeti vardır denilmiştir. Yani her nimet beraberinde bir yük, bir zahmet, bir zorluk taşır. Elbette ücret de külfet mukabilindedir. Nimetin külfeti onu Cenâb-ı Hakk'ın istediği şekilde kullanmaktır. Aslında zorluk, onu yerinde kullanmakta değildir. Zorluk, insanın nefsinden kaynaklanmaktadır. Zira her biri birer emanet olan nimetleri, sahibinin istediği şekilde sarf etmek istemez insanın nefsi. Nefse ağır gelen budur işte. Bu mücadelenin zorluğu nisbetinde de ücreti olacaktır. Peki, yerinde sarf edil(e)meyen nimet ne olacak? Yerinde sarf edilmeyen nimet, isrâftır. O nimete ve onu veren zata karşı bir hürmetsizliktir. Nimetin kıymetini düşürmektir. Nimeti boşa harcamakla verilmesindeki hikmeti hebâ etmektir. Bundandır ki yüce Rabb'imiz bizi Kur'ân'ında şöyle uyarmaktadır: Sonra o gün, (size dünyada verilmiş olan) ni‘metlerden (teker teker) mutlakā sorulacaksınız!(2) Cenâb-ı Vâhib-ül atâyâ hazretlerinin bizlere ihsan ettiği hadsiz nimetleri rızası yolunda harcamayı cümlemize nasîb ve müyesser eylemesi dileğiyle. Kaynak: 1- Mektubât, 381 2- Tekâsür, 8

İdare İdare 01 Nisan
Konu resmiEfendimiz (asm) bizim için 'en güzel örnek'

Peygamber Efendimiz'in (asm) ilme verdiği önemi nasıl anlamalıyız? [highlight]Zakir Çetin[/highlight]: Resul-i Ekrem (asm), ilme verdiği büyük önemi pek çok hadis-i şerifler ile dile getirmiştir. Başta ashâbını ve bütün ümmetini ilme teşvik ederek İslâm medeniyetinin ilmî temeller üzerinde yükselmesinde en büyük sebep olmuştur. Resul-i Ekrem (asm), ilmin faziletine binâen, âlimleri kendi yerinde kabul ederek ferman buyurmuş ki: Bir âlimi ziyaret eden beni ziyaret etmiş gibidir. Bir âlimle musafaha eden benimle musafaha etmiş gibidir. Bir âlimle oturan benimle oturmuş gibidir. Dünyada benimle oturanı, Allah kıyamet gününde cennette benimle oturtur.  (İanetü't-Talibîn) Bir saat ilimle meşgul olmak yüz bin rekât nafile namaz kılmaktan, yüz bin tespih çekmekten ve on bin savaş atını Allah yolunda tasadduk etmekten daha hayırlıdır.(Tarikat-ı Muhammediye) Evet, bir insan öğrendiği ilimle başka birisinin hidâyetine vesîle olursa, hadiste ifade edildiği gibi, Güneşin üzerine doğup battığı her şeyden daha hayırlı bir kazanç elde etmiş olur. Resul-ü Ekrem (asm) her türlü gerçek bilgiyi ihtivâ eden ve âlemlere rahmet olan İslâmiyet'le göstermiştir ki, insanları hakka ve doğru yola davet etmek ve kötülüklerden uzaklaştırmak ancak ilimle olur. Küfür ve dalaletin temelinde cehâlet bulunduğu gibi iman ve hidayet ise ilim esasları üzerine bina edilmiştir. Dünya ve âhiret saadeti ancak ilimle kazanıldığı gibi, insanı en yüce kemalâta çıkaran Allah'ı tanımak da ilim ile mümkün olabilir. En ufak bir işin düzenli olabilmesi ilimle olduğu gibi sonsuz bir genişliğe sahip olan umum âlemin de düzeninin sağlanması ilmî düsturlar iledir. Hulâsa olarak diyebiliriz ki, her şeyin güzellik ve mükemmelliği hikmet ve israfsızlığı ancak ilmî düsturlarla gerçekleşebilir. Her işin boş ve faydasız olması ise cehâletin ve bilgisizliğin zararlı birer meyvesidir. Peygamber Efendimizin (asm) Allah katındaki değerini nasıl anlamalıyız? [highlight]Hasan Gürdal[/highlight]: Resul-ü Ekrem (asm) efendimiz çok yüce bir makam sahibidir. Bütün varlıkların en yüksek mertebesindedir. Kâinatın iftihar kaynağıdır. Rabbimizin Ey Habîbim seni yaratmasaydım, kâinatı yaratmazdım. buyruğuna mazhar olmuştur. Bu buyruk ile Rabbimiz katında bütün mahlukatın üstünde bir kıymeti olduğu ilan edilmiş, en yüce bir kul ve sevgili olmuştur. Çünkü Resul-ü Ekrem (asm) yüce Rabbimizin kâinatı yaratmaktaki maksatlarının kendisinde toplandığı bir merkez olmuştur. Yine Resul-ü Ekrem (asm) Efendimiz kâinat ağacının meyveleri hükmündeki insanların ebedî saadetlerine yegâne vesile olan bir mürşid-i ekmeldir. Yaratılmışların mânâları Onun sayesinde anlaşılmış ve kemâle ermiştir. Hem bu kâinatın nuru, esası, en kuvvetli bağı olan muhabbet-i ilâhiyyenin de en büyük merkezi ve mazharıdır. Peygamber Efendimiz (asm) Allah'a (cc) karşı nasıl bir kulluk gerçekleştirmiştir? [highlight]Ahmet Erem[/highlight]: Allah (cc) her şeyi bir kemal noktasına göre programlamıştır. Her bir şeyin kemal-i vücudu ve lezzet-i hayatı yaradılış yörüngesinde uygun hareket etmekle olur. Efendimiz (asm) insan fıtratının izzet ve kemalinin saadet ve lezzetinin kulluk vazifesi içinde olduğunu bütün insanlara öğretmiştir. Emanet-i Kübra'nın, kulluk vazifesinin yerine getirilmesi olduğunu bildirmiştir. Efendimiz (asm) yüce Allah'tan (cc) kral peygamber olmak değil, kul peygamber olmayı talep etmiştir. Kendisi de bütün hayatında tam bir kul olmanın azamet ve vakarını ortaya koymuştur. İnsanda gizlenen Esma-i ilâhiyyenin maddî ve manevî nakışlarının kulluk programında tezahür ettiğini göstermiştir. Efendimiz (asm) kulluğu Kim Allah (cc) için tevazu gösterirse Yüce Allah'ta (cc) onu yükseltir hadis-i şerifiyle özetlemiştir. Efendimizin (asm) tevazusu önünde çok mütekebbirler diz çökmüş, yalancı ve riyakâr insan nefsi emaresi Efendimizin (asm) sergilediği kulluk ihtişamı karşısında hata ve yanlışını anlayarak utanmış, erimiştir ve yüce Allah (cc) önünde secdeye kapanarak gerçek hüviyetini öğrenmiştir. Efendimiz (asm) geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılar, gün aşırı oruç tutar, az yer, az uyur ve az konuşurdu. Elinde ne varsa insanlara dağıtırdı. Kendisine özel muamele yapılmasını asla kabul etmezdi. Fakir-zengin, hür-köle ayrımı yapmaz bütün insanlara eşit muamele yapardı. Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere geldim. buyururdu. Tebessümü yüzünden eksik etmez, asla ümitsizliğe düşmezdi. Yüce Allah'ı (cc) çok çok zikrederdi. Cenab-ı Hak hepimize böyle bir kulluk vazifesi yerine getirmeyi nasip eylesin. Âmin.  Peygamber Efendimizin (asm) inkılâpçılığı hakkında neler söyleyebiliriz? [highlight]Cemal Erşen[/highlight]: Peygamber Efendimiz'in (asm) gönderildiği kavim Arab çölleri içinde, o zamanın medeniyetlerinden uzak, cahil, bedevî, kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşi ve inatçı bir toplum idi. Hatta inat ve taassupları sebebiyle kavminden hicret etmek zorunda kalmıştı. Fakat toplam 23 sene gibi çok kısa bir zaman sonra o vahşi toplum 180 derece tersine döndü. O zamana kadarki bütün kötü ahlâklarını ve vahşi adetlerini terk ederek gayet nurlu ve güzel ahlâklı insanlardan oluşan, dünya tarihinde emsali bulunmayan bir fazîlet toplumuna dönüştüler. Az evvel cahiliyet asrı denen o asır, artık saadet asrı olmuştu. Üstelik peygamber terbiyesinden geçen bu kavim, O'nun vefatından sonra, aldıkları bu terbiyeyi, dünyanın hemen hemen yarısına da hâkim kıldılar. Bir zamanın bedevî toplumu, şimdi Bizans, İran gibi medenî milletlere hocalık ve idarecilik yapar bir duruma yükseldiler. İşte bu toplumsal inkılab dahi tek başına, Hz. Muhammed (asm)'ın en büyük delillerinden biridir. Çünkü hiçbir insan Allah'ın büyük yardımları olmadan böyle bir inkılabı gerçekleştiremez. Bu hâlin O'ndan önce misli olmadığı gibi, O'ndan sonra da vâki olmamıştır. Peygamber Efendimiz (asm) gençlerle nasıl bir diyalog içindeydi?  [highlight]Süreyya Saltık[/highlight]: Peygamber Efendimiz Cenâb-ı Hakk'ın kendisini Kurân-ı Kerim'de Rauf ve Rahîm sıfatlarıyla vasıflandırdığı yüce bir şahsiyettir. Yani, O, ümmetine karşı çok şefkatli ve çok merhametliydi. O engin şefkatiyle her kesimden insanla çok yakından ilgilenir, dertlerini dinler onlara karşı haris davranır, korur ve kollardı. Çocuklar, büyükler, gençler ve ihtiyarlarla öyle alakadar olurdu ki bu sıcak ilgiye nâil olmuş bir sahâbe efendimiz kendisinin peygamberimizin en çok sevdiği kişi olduğu zannına kapılmıştı. Gençlerin değerini çok iyi bilen ve onların geleceğin teminatı olduklarını tatbikatıyla gösteren Peygamber Efendimiz (asm) on sekiz yirmi yaşlarındaki Üsame (ra) gibi genç bir sahâbeyi Hz. Ebu Bekir (ra)  ve Hz. Ömer (ra)  gibi büyük sahâbelerin bulunduğu bir orduya kumandan tayin etmiştir. Yine genç yaştaki Muaz b. Cebel'in (ra) dirayetini de test ettikten sonra Yemen'e vali nasbetmiştir. Özellikle dinimizin en önemli kaynağı olan sünnet-i seniyyenin bize kadar ulaşmasında en mühim vazifeyi yine genç sahâbeler üstlenmiştir. Hz. Ayşe'ler, Enesler, Abdullah b. Ömerler, İbn-i Abbaslar gibi hadis nakli konusunda  muksirun  mertebesine ulaşmış sahâbeler bu konuya parlak delillerdir. Resul-i Ekrem (asm) Efendimizin gençlerin içinde bulunduğu hâlet-i ruhiyeyi çok iyi anlamak ve onların iç dünyalarına hitap edip, pervane gibi ateşe düşmelerini engellemek konusunda da eşsiz bir şefkat güneşidir. Kedisine Ey Allah'ın Elçisi benim zina etmeme izin ver! diye gelen genç bir sahâbeye şefkatle yaklaşmış ve yapmak istediği şeyin ne kadar hoş olmayan bir fiil olduğunu onu kırmadan izah etmiştir. Artık o günden sonra bu delikanlı bir daha böyle kötü fiillerle asla ilgilenmedi. Peygamber Efendimizin (asm) ümmetine karşı şefkati denince aklımıza ilk gelen ne olmalıdır? [highlight]Muhammed Yumurtacı[/highlight]: Peygamberimizin hak peygamber olduğunun en büyük delillerinden biri de hayatı boyunca ümmetine karşı göstermiş olduğu şefkat ve merhamettir. Ashâb-ı kiram, O'nun bu yüce şefkati ve kendilerine olan düşkünlüğü sebebiyle, gözlerini kırpmadan ve seve seve canlarını O'na feda edecek dereceye gelmişlerdir. En çok kullandıkları sevgi cümlelerinin başında, Anam, babam ve canım sana feda olsun yâ Resulallah ifadesi geliyordu. Her birisine Resulullah en çok beni seviyor dedirtecek kadar sevgi ve merhamet gösteriyordu. Cenâb-ı Mevlâ Hazretleri de kelâmında onun bu hâline şu ayetlerle işaret etmiştir: Şanım hakkı için, size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir; size düşkündür, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir. Sahih rivâyetlere göre, doğar doğmaz mübarek lisanından ilk olarak Ümmetim! Ümmetim! kelimeleri dökülmüştür. Hatta mahşer yerinin dehşetinden bütün insanlar ve peygamberler nefislerinin derdine düşmüşken; O, cehennemle ümmeti arasına girerek Ümmetim! Ümmetim! diyerek engel olacağını bizzat haber vermiştir. İşte böyle şefkatli bir Resule ümmet olmak, bizler için en büyük bir bahtiyarlıktır. O büyük şefkat karşısında bize düşen vazife ise; sünnetine uyarak ve O'nun ahlâkı ile ahlâklanarak peşinden gitmektir. Cenâb-ı Hak hepimizi hesap gününde şefaatine mazhar olanlardan eylesin. Âmin. Peygamber Efendimizin (asm) güvenilirliği deyince neler aklımıza gelmeli? [highlight]İdris Tüzün[/highlight]: Peygamberimiz (asv) peygamberlik öncesi hayatında halk içinde güzel ahlâkıyla ve güvenilirliğiyle temayüz etmişti. O, putlara tapmıyor, içki içmiyor, câhiliyenin çirkin adetlerinden uzak duruyordu. Sözünde durur, emanete hıyanet etmez, herkese yardım elini uzatırdı. Peygamberimizin yalan söylemediğinde, güvenilir olduğunda, güzel ahlâkında bütün Kureyş'in ittifakı vardı. Ondan Muhammed isminden ziyade El-Emin diye bahsederlerdi. Kureyş'in büyükleri bile aralarındaki anlaşmazlıklarda ve ciddi meselelerde onun hakemliğine müracaat ederlerdi. Bir hadis-i şeriflerinde Allah'a yemin olsun ki, ben semada da güvenilir, emin bir kimseyim, yerde de. buyurmuştur. Efendimiz (asm) 23 sene gibi kısa bir zamanda Arap toplum hayatının her alanında, bir inanç ve davranış değişikliği meydana getirdi. Bu davranış değişikliğinin temelinde onun insanların güven ve muhabbetlerini kazanmış olması vardır. Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ için gönderilen diğer bütün peygamberler de toplumları tarafından güvenilen ve sevilen şahsiyetlerdi. Peygamberler tebliğde insanlara imam ve rehber olduklarına göre bizim de peygamberlere benzemeye çalışmamız ve güvenilir insanlar olmamız lazım gelir. Peygamber Efendimiz (asm) nasıl duâ ederdi?  [highlight]Said Yavuz[/highlight]: Fahr-i Âlem (asm) Efendimiz insanlara tebliğ etmiş olduğu iman, ibâdet ve duâ gibi bütün kulluk vazifelerine kendisi dahi muhatab idi. Üstelik bu vazifelerin yerine getirilmesinde ümmetinden hiçbir kimse Resul-i Ekrem (asm)'a yetişememiştir. Ancak onun yüksek mertebesini taklid ve o muazzam makamına yaklaşma nispetinde şeref kazanmışlardır. Ne imandaki seviyesi ne marifetullah ne de kulluk vazifelerinde onun misli olmamış, bundan sonra da olmayacaktır. Mesela imandan sonra kulluğunun temeli olan duâda ona yetişmek mümkün değildir. Yaratıcısına karşı öyle duâ ve münâcatlarda bulunmuş ki Hz. Âdem (as)'dan bu zamana kadar milyonlarca kâmil ve mübarek zatlar ne şahsen ne de birbirlerinin duâlarından istifade ettikleri hâlde O Zat (asm)'ın duâdaki mertebesine yetişememişlerdir. Peygamberimiz (asm) duâda o kadar kâmil bir noktada idi ki âhiretin yaratılmasını gerektiren hesapsız sebepler ve hallerden farz-ı muhal hiçbir tanesi olmasaydı bile Cenâb-ı Hakk O Zat (asm)'ın bir tek duâsı için âhireti yaratacaktı. Son olarak maksadımızın izahına vesile olur ümidiyle Asr-ı Saadetten duâsında görünen bir mucizeyi nakletmek istiyorum: Resul-i Ekrem (asm), Hz. Abbas'ı ve dört oğlunu (Abdullah, Ubeydullah, Fazl, Kusem) beraber, mülâet denilen bir perde altına alarak, üzerlerine örttü ve dedi ki: Yâ Rabbî, bu benim amcam ve babamın öz kardeşidir. Bunlar da onun oğullarıdır. Örtüm ile benim onları örttüğüm gibi sen de onları ateşten ört deyip, dua etti. Birden evin damı ve kapısı ve duvarları, Âmin, Âmin diyerek duâya iştirak ettiler. Peygamber Efendimizin (asm) cesâretinden biraz bahsedebilir misiniz? [highlight]Cuma Yüksel[/highlight]: Bedîüzzaman Hazretleri'nin şöyle bir tespiti var: Her hakîkî hasenât (iyilik) gibi cesâretin dahi menbaı (kaynağı) imandır, ubudiyettir (kulluktur). Mademki Peygamberimiz'in imanı emsalsiz bir iman ve kulluğu dahi emsalsiz bir kulluktur. Öyleyse cesâreti dahi emsalsizdir. Kendisi de emsalsiz bir cesâret kahramanıdır. Allah'ın aslanı Hz. Ali (ra) O'nun bu emsalsiz cesâretini şöyle bildiriyor: Biz savaşın şiddetlendiği ve korkulu bir hal aldığı zamanlarda Peygamberimizin arkasına sığınıyorduk. Yine Peygamberimiz'in (asm) emsalsiz cesâretinin bir numunesini Huneyn Savaşı'nda görüyoruz. İslâm ordusu Huneyn vadisinde bozguna uğrayıp telaşla kaçışmaya başladığında Hz. Peygamber (asm) sahâbelerine seslenmiş ve onların tekrar toparlanarak düşmana galip gelmelerine sebep olmuştur. Denilebilir ki, Huneyn savaşındaki galibiyet, Peygamberimizin, o bozgun anında gösterdiği cesâretin bir meyvesidir. Yine bir gece vakti Medîne'de düşman hücum ediyor gibi bir haber yayıldı. Cesur atlılar hemen araştırmaya çıktıklarında baktılar ki karşıdan sevgili Peygamberimiz geliyor. Kudsî kahramanlık damarıyla herkesten önce koşmuş, araştırmış, dönüyordu. Herhangi bir tehlike olmadığı haberini O'ndan öğrendiler. Hz. Peygamber'in (asm)  bu emsalsiz cesâreti hiçbir zaman O'nu ne aşırılığa sevk etmiş ve ne de kimseye öfkesine mağlup olarak bir muamelede bulunmamıştır. Bütün diğer huylarında olduğu gibi daima istikameti koruyarak, ifrat ve tefritten uzak durmuştur. Rabbimiz O'nun bu emsalsiz cesâreti hürmetine hepimize cesâretler ihsan eylesin.

İdare İdare 01 Nisan
Konu resmiYeryüzünü Teşrif Etmiş En Güzel Ahlâklı İnsan

Peygamber Efendimiz (asm) mü'minlere karşı çok şefkatli, kâfirlere karşı ise çok heybetliydi. Hiçbir övgüyü kabul etmeyecek kadar mütevazı fakat bütün insanlardan daha vakurdu. Başkalarına karşı çok cömert, kendisine ise muktesitti. O kadar cesurdu ki, savaşta düşmana en yakın çarpışan hep O olurdu. Fakat Allah'dan en çok korkan insan, yine Oydu. Kendisine yapılan her kötülüğü affeder ama bir başkası zulme uğradığında kılı kırk yaran bir adâletle muamele ederdi. O öyle bir Zattı ki; cömertlik-iktisat, cesaret-havf gibi bir arada bulunması neredeyse imkânsız olan birbirine zıt hasletler, en yüksek derecede ve en güzel halleriyle Onda bulunabiliyor, bu da O'nun ahlâkını mucize yapıyordu. EN GÜVENİLİR insan: HZ. MUHAMMED (asm) Peygamberimizin güvenilir oluşunu düşmanları bile kabul etmişler, daha peygamberlik gelmeden önce O'na El-Emin demişlerdir. Abdullah bin Abbas'tan rivayetle: Ebu Cehil Hz. Muhammed'e (asm) dedi ki: Biz seni yalanlamıyoruz, biz sana gelen kitabı yalanlıyoruz. Bunun üzerine Allah: Şüphesiz onlar seni yalanlamıyorlar mealindeki ayeti indirmiştir. (İmam-ı Tirmizî) Bizans kralı Hirakliyus Ebu Süfyan'a sordu: Hz. Muhammed peygamberlik iddiasında bulunmadan önce kendisini yalanla suçlar mıydınız? Ebu Süfyan: Hayır diye cevap verdi. (İmam-ı Buharî) EN ŞEFKATLİ insan: HZ. MUHAMMED (asm) Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de Peygamber Efendimiz'in (asm) şefkat ve merhameti hakkında şöyle buyurmuştur: Şânım hakkı için, size kendinizden öyle (izzetli) bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir; size düşkündür, mü'minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.(Tevbe Suresi 128) O'nun (asm) merhameti bütün insanlara olduğu gibi ihsan ve iyiliği de inanan-inanmayan herkese ulaşmıştır. Hz. Muhammed'in (asm) Uhud Savaşı'nda mübarek dişi şehit edilip yüzünden de yaralandığı zaman bu durum ashabın çok gücüne gitti ve dediler ki: Onlara bedduâ etseniz ya! Hz Muhammed de (asm) Ben lanetleyici olarak gönderilmedim. Ben ancak Hakk'a çağırıcı ve rahmet olarak gönderildim diyerek şu duâda bulundu: Allah'ım kavmime hidâyet et, çünkü onlar bilmiyorlar. (İmam-ı suyuti Menahilü's-Safa shf 16) En halîm, EN YUMUŞAK HUYLU insan: HZ. MUHAMMED (asm) İşte Allah'tan bir rahmet iledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, elbette (onlar) etrafından dağılırlardı. (Âl-i İmran, 159) Peygamberimiz (asm), peygamberliğinden önce de, sonra da insanların en halimi, en yumuşak huylusuydu. Hayatı boyunca bu meziyetini devam ettirmiştir. Cenâb-ı Hak da kendisini korumuş ve bu sıfatından dolayı övmüştür. Hz. Enes'den (ra): Resulullah (asm) ile birlikte idim. Üstünde yünden yapılmış kaba ve sert bir cübbe vardı. Bir bedevi gelip cübbesini öyle bir çekti ki, mübarek boynu tahriş oldu. Sonra bedevi ona: Haydi şu iki deveme, yanında bulunan ganimet mallarından mal yüklet! Sen babanın ve kendi malından yükletmiyorsun ya! Bunun karşısında Resulullah (asm) sükut buluyordu. Biraz sonra bedeviye sordu: Şimdi söyle bakalım bana yaptığın bu kötülüğüne kısas yapılacak mı? Bedevi: Hayır dedi. Resulullah (asm) niçin diye sordu. Bedevi şöyle cevap verdi: Çünkü sen kötülüğe kötülükle mukabele etmezsin de ondan. Resulullah (asm) bu söz karşısında sadece güldü ve bir deveye arpa, diğerine de hurma yüklenmesini emretti. (Sahih-i Buharî Kitabü'l-Libas) En hayâlı, EN EDEBLİ insan: HZ. MUHAMMED (asm) Peygamber Efendimiz (asm) son derece hayâ sahibi idi. Ayıp olan şeylere karşı adeta gözleri yumuktu. Cenâb-ı Hak Kuran-ı Kerimde mealen şöyle buyurmuştur: Çünkü bu haliniz, peygambere eziyet veriyor, fakat (o) sizden utanıyor. Allah ise Hak(kı söylemek)'ten çekinmez. (Ahzab  53) İbnu Mes'ud (ra) anlatıyor: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): Allah'tan hakkıyla hayâ edin! buyurdular. Biz: Ey Allah'ın Resul'ü, elhamdülillah, biz Allah'tan hayâ ediyoruz dedik. Ancak O, şu açıklamayı yaptı: Söylemek istediğim bu (sizin anladığınız hayâ) değil. Allah'tan hakkıyla hayâ etmek, başı ve onun taşıdıklarını, batnı ve onun ihtivâ ettiklerini muhâfaza etmen, ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim âhireti dilerse dünya hayatının zinetini  terketmeli, âhireti bu hayata tercih etmelidir. Kim bu söylenenleri yerine getirirse, Allah'tan hakkıyla hayâ etmiş olur. (Tirmizî) Hz. Aişe'den (ra): Kendilerine bir kimsenin, hoşlanmadığı bir şeyi yaptığı haber verilince: Neden falan kimse böyle diyor, böyle yapıyor? demezdi. Umumi manada şöyle buyururlardı: Niçin böyle yapıyorlar veya diyorlar? derdi. (İmam Ebu Dâvut Sünen, Kitabü'l-Edeb) Bu şekilde o adamı yaptığı veya söylediği işten alıkoyardı ve adını vermezdi. Hz. Enes (ra) anlatmıştır: Yanına, yüzünde sarı renkte bulaşmış bir adam girdi. Ona hiçbir şey demedi. Kişiye üzülecek bir şey söylemezdi. O dışarı çıkınca şöyle buyurdu: Söyleseydiniz de yüzündekini yıkasaydı ya! (İmam-ı Tirmizî) EN CESUR, en yiğit insan: HZ. MUHAMMED (asm) Savaşa gidecek gönüllüler yazılmaya başladığında hiç değişmeyen bir adet vardı. O'nun (sav) ismi daima ilk sırada olurdu. Fakat cesareti hiçbir zaman galibin zulmüne dönüşmezdi. Düşmanını yenince af ederdi. Hz. Ali (ra) anlatıyor: Biz savaş kızıştığında gözler öfkeden kıpkırmızı kesildiğinde O'nun (asm) arkasına sığınırdık. Çünkü düşmana ondan daha yakın kimse olmazdı. Bedir günü kendimi gördüm; hepimiz Resulullah (asm) ile korunuyorduk. Zira o gün O (asm) düşmana hepimizden daha yakındı ve hepimizden hızlı ve cesur hücum ediyordu. Denildi ki, cesur ve çok güzel harp eden kişi, düşman yaklaştığı zaman, hemen Hz Muhammed'in (asm) yanı başında yer alırdı. Çünkü düşmana en yakın o olurdu. (İmam-ı Beyhaki Delail-in Nübüvve) EN CÖMERT insan: HZ. MUHAMMED (asm) Cömertlik bakımından da Peygamber Efendimize  (asm) kimse yetişemezdi. Sahabeler O'nun (asm) cömertliğini denizin dalgalarına benzeterek anlatırlardı. Abdullah bin Cabir (ra) O'nun (asm) bu özelliğini Kendisinden bir şey istenip de ‘hayır' dediği görülmemiştir diyerek ifade etmiştir. Hz. Ebu Hureyre'den (ra): Bir adam gelip Resulullah'dan (asm) bir şey istedi. Bunun üzerine Allah'ın Resulü (asm) başka bir adamdan onun için otuz ölçek ödünç alıp verdi. Sonra alacaklı borcunu istemeye gelince ona tam altmış ölçek verdi ve sebebini izah ederek şöyle buyurdu: Verdiğimin yarısı alacağındır. Diğer yarısı ise bizden sana olan bir ihsandır. (İmam-ı Tirmizî) Hz. Enes (ra) dedi ki: Allah'ın Resulü (asm) yarına hiç bir şey saklamazlardı. (İmam-ı Tirmizî) O'nun (asm) cömertliğine dair olan haberler ve hadiseler kitaplarda sayılamayacak kadar çokça bulunmaktadır. EN MÜTEVAZI insan: HZ.MUHAMMED (asm) Peygamber Efendimiz'in (asm) tevazusu kimsede bulunmayacak kadar büyük ve emsalsizdi. Zira O (asm) o kadar alçak gönüllü idi ki; kendisinin övülmesinden hiçbir zaman hoşlanmadı. İbn-i Abbas'tan rivayet edilmiştir: Hz. Muhammed (asm), kral bir peygamber olmakla, kul bir peygamber olmak arasında bırakıldı da O, kul bir peygamber olmayı tercih etti. (İmam-ı Beyhaki, Delaili'n-Nübüvve) Hz. Ömer'in (ra) naklettiği bir hadis-i şerifte: Nasranîlerin Meryem oğlu İsa'yı (as) övdükleri gibi beni övmeyin. Ben ancak bir kulum. Allah'ın kulu ve Resulü deyiniz bana yeter. (İmam-ı Buharî, Kütübü'l-Enbiya) Bir defasında kendisine: Ey kâinatın hayırlısı diye hitap eden kişiye: İşte o İbrahim'dir demiştir. (İmam-ı Müslim, Kitabü'l- Fadail) EN ADÂLETLİ lider: HZ. MUHAMMED (asm) Resulullah (asm) kimseyi suçundan ötürü eleştirmezdi. Yahut birinin iftirasıyla diğerini cezalandırmazdı. Birinin aleyhine konuşan kimseyi iyice tetkik etmeden doğrulamazdı. (İmam-ı Tirmizî) Huneyn Savaşı'na katılan bir sahâbî anlatır: Ben devemin üzerinde Hz. Peygamber'in (asm) yanında ilerliyordum. Ayağımda sert pabuç vardı. Devem Peygamber'in (asm) devesini sıkıştırdığında pabucumun kenarı Resulüllah'ın (asm) baldırına dokunarak rahatsız ediyordu. Bunun üzerine Resulüllah (asm) ayağıma kamçı ile vurarak Canımı yakıyorsun, arkamdan yürü! dedi. Ben de onun yanından savuştum. Ertesi gün Resulüllah (asm) beni istemiş. Kendi kendime Beni dün ayağını incittiğim için aramıştır dedim. Yanına geldim. Bana Sen dün benim ayağımı incitmiş, canımı yakmıştın. Ben de senin ayağına kamçı ile vurmuştum. Seni bunun karşılığını ödemek için çağırdım dedi ve bana seksen koyun verdi. (Taberi 3, 93) RABBİNE EN ÇOK GÜVENEN insan: HZ. MUHAMMED (asm) Kim Allah'a tevekkül ederse, artık O ona yeter! (Talâk-3) Resulullâh Efendimiz ‘in (asm) her adımında tevekkül eseri görmek mümkündür. O (asm), evine girip çıkarken, yatıp kalkarken, hülasa her türlü işinde bu hâlet-i ruhiye ile hareket ederdi. İbn-i Abbas der ki, Hasbünallahü ve ni'mel-vekil (Allah bize yeter) cümlesini Hz. İbrahim (as) ateşe atıldığı zaman söyledi. Aynı sözü Hz. Muhammed (asm) de söyledi. Şöyle ki, kendisine; İnsanlar size karşı ordu hazırladılar. O halde onlardan korkunuz dedikleri zaman, bu söz onların imanını artırdı ve Allah bize yeter, o ne güzel vekildir dediler. (Buharî, Nesai) RS 1/129 Hz. Peygamber Necid'in Nahl denilen mevkiinde Gatafan ve Muhacir kabileleriyle savaştı. Bir ara Müslümanların bir gaflet anından yararlanan Gavres bin Haris isimli bir kişi elinde kılıcı olduğu halde gelip, Hz. Peygamberin tepesine dikildi ve: Seni benim elimden kim kurtarabilir! diye haykırdı. Hz. Peygamber (asm); Allah kurtarabilir dediler. Bunun üzerine adamın kılıcı birdenbire elinden düştü. Hz. Peygamber (asm) bu düşen kılıcı alarak, ona; Peki şimdi sen söyle bakalım, seni benim elimden kim kurtarabilir? buyurdular. Gavres; Bana merhamet et dedi. Hz. Peygamber de ona; Sen Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet eder misin? diye sordular. O ise, Hayır, fakat sana söz veriyorum ki, bundan böyle seninle savaşmayacağım ve seninle savaşanların yanında yer almayacağım dedi. Gavres'ten bu sözü alan Hz. Peygamber (asm) onu serbest bıraktı. Arkadaşlarının yanına dönen Gavres onlara; Ben şuanda insanların en hayırlısının yanından geliyorum dedi. (Hayatü's-Sahabe, 3/166) EN SABIRLI insan: HZ.MUHAMMED (asm)  Allah Resulü'nün (asm) tarif ve tavsiye ettiği sabır, bütün peygamberlerin ortak vasfıdır. Allah'ın (cc) dinini tebliğ ederken, hepsi de çeşitli sıkıntılara ve eziyetlere uğramış, yurtlarından çıkarılmış, hükümdarlar tarafından zindanlara atılmıştır. Hatta birçoğu da bu uğurda şehit edilmiştir. Ancak onlar sabrederek vazifelerini yapmaya devam etmişlerdir. Resul-ü Ekrem Efendimiz'in (asm) hayatı ise, baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Sevgili Peygamberimiz'in (asm) İslâm dinini tebliğ yolunda katlandığı zorluklarla alakalı olarak Târık bin Abdullah el-Muhâribî, bir müşahedesini şöyle anlatır: Resulullah'ı (asm) Zülmecaz Panayırı'nda üzerinde kırmızı bir elbise olduğu hâlde görmüştüm: – Ey insanlar! Lâ ilâhe illâllah, deyiniz de kurtulunuz! diye yüksek sesle hitap ediyordu. Bir adam da elindeki taşla onu takip ediyor ve: – Ey insanlar, sakın ona inanmayınız, itaat etmeyiniz. Çünkü o yalancıdır, diyerek bağırıyordu. Attığı taşlarla Efendimiz'in (asm) ayak bileklerini kanatmıştı. Oradakilere: – Kimdir bu zat, diye sordum. – Bu, Abdulmuttalib oğullarından bir gençtir, dediler. – Ya onun ardına düşüp taş atan kimdir, diye sordum. – O da O'nun amcası Ebu Leheb'dir, dediler. (Dârekutnî, III, 44-45) Hz. Muhammed İslâmiyet'i tebliğ ederken birçok sıkıntılara maruz kalmıştır. Fakat bunların hepsine mucizevî bir sabır göstermiştir. EN KANATKÂR insan: Hz. MUHAMMED (asm)  Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) her hususta olduğu gibi kanaat mevzuunda da bizim için en güzel örnektir. O (asm), eline geçen yığın yığın malları vakit geçirmeden Allah yolunda harcamış, ihtiyacından fazlasını yanında alıkoymamıştır. Bu sebeple sık sık; Allah'ım! Muhammed ailesinin rızkını ihtiyaç miktarı kadar ver. diye duâ etmiştir. (Müslim, Zekât, 126) Ebu Derdâ şöyle demiştir: Rasulullah (asm) için un elenmezdi ve onun tek bir gömleği vardı. (Taberânî) (Tarîkat-i Muhammediye, 238) Peygamberimiz hayatı boyunca beyaz ekmek yememiştir. Resulullahın (asm) mübarek hanelerinde et ile ekmek bir arada bulunmazdı. Bir arada bulunduğu zaman da yemekte bulunanlar çok olurdu. (Şemail-i Şerif) Peygamber Efendimizin (asm) vefatından sonra Abdurrahman bin Avf Hazretleri, bir gün misafirlerine et ve ekmek bulunan bir sofra getirdi. Bu arada ağlamaya başladı. Sebebi sorulunca buyurdu ki:  Peygamber Efendimiz (asm) ve ailesi, dünyadan arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yiyemeden ayrıldılar. Biz şimdi et ile ekmeği bir arada yer olduk. İşte bunun için ağlıyorum.  (Şemâil-i şerîf: 2/289) EN VAKUR insanı:  Hz. MUHAMMED (asm) Resulullah (asm) bulunduğu meclislerde son derece derli toplu oturur, vakara yakışmayacak herhangi bir durumu görülmezdi. Çoğu zaman sükut hâlinde bulunur, gereksiz hiçbir söz sarf etmezdi. Ebu Mâlik el-Eşcaî babasının şöyle dediğini rivâyet eder; Bizler delikanlı iken sık sık Resulullah'ın (asm) huzurunda otururduk. Allah Resulü'nden (asm) daha uzun süre sükut hâlinde duran birini görmedim. Sahabeleri konuşup lâfa daldıklarında kendisi tebessüm ederdi. (Heysemî, 298) Ebu Sais el-Hudri'den (ra): Resulullah (asm) mecliste oturduklarında, cübbesiyle ayaklarını ve dizlerini örter, elleriyle kendilerine çeki düzen verirlerdi. (İmam Ebu Davud, Kitabu'l Edeb) Ya İlahi! Bizi Peygamber Efendimizin ahlâkıyla ahlâklanan hakiki müslümanlardan eyle… Âmin.

Abdullah MESUD 01 Nisan
Konu resmiDünya Tarihinin En Büyük İnsanı: Hz. Muhammed (sav)

Bu ayki yazımızda sizlerle gayr-i müslim bir batılı yazarın, Peygamber Efendimiz (sav) hakkındaki tesbitlerini paylaşacağız. Üstad Bediüzzaman der ki; Fazilet odur ki, düşmanları dahi tasdik etsin. İşte bu zat da bir gayr-i müslim olduğu halde, sırf insafla bakınca, sevgili Peygamberimiz'in (sav) faziletini çok açık bir şekilde görmüş ve kitabında herkesin anlayabileceği açıklıkta göstermiştir. Dünya Tarihine yön veren en etkin yüz adındaki kitabında, Hz. Muhammed'e (asm) ilk sırayı vererek çok doğru ve çok önemli bir tesbiti dünyaya duyurmuştur. Yazıda ilgi çeken diğer bir nokta da, en büyük insan olmanın delili olarak zikredilen hususiyetlerin,  Üstad Bediüzzaman'ın Resul-ü Ekrem (asm)'ın hak peygamber olduğunu isbat ettiği Reşhalar Risalesinin Yedinci Reşhasındaki tesbitlerle birebir örtüşmesidir. Orada Üstad mealen şöyle diyor: İşte bak: Şu geniş Arab yarımadasında, vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inadçı pekçok kabileleri, ne çabuk vahşi ve kötü adetlerini kaldırarak bütün güzel ahlaklarla donatıp bütün âleme muallim ve medenî milletlere üstad eyledi. Bak! Değil zahirî bir baskı, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih edip emri altına aldı. Kalblerin sevgilisi, akılların hocası, nefislerin terbiyecisi ve ruhların sultanı oldu. (Sözler, 19.Söz) Mihael Hart'ın kitabında Peygamberimize ayırdığı 5 sayfalık kısmın en dikkat çekici yerlerini aşağıya aldık. HZ. MUHAMMED (571 - 632) Dünyanın en etkili kişilerinin listesinde başı çeken kişi olarak Muhammed'i seçmem bazı okurları şaşırtabilir, bazıları da bu konuyu sorgulayabilirler ancak; O, tarihte hem dini hem de din dışı alanlarda üstün başarı göstermiş tek kişiydi. Mütevazı kökenlerden gelen Muhammed, dünyanın en büyük dinlerinden birini kurdu, yaydı ve son derece etkili bir siyasal lider oldu. Bugün, ölümünden on üç yüzyıl sonra, etkisinin gücü ve yaygınlığı hâlâ sürmektedir. Bu kitaptaki insanların çoğunluğu, uygarlık merkezlerinde, kültür düzeyi yüksek ya da büyük siyasal önem taşıyan ulusların üyesi olarak doğmuş ve bu ortamlarda yetiştirilmiş olmanın getirdiği üstünlüğe sahiptirler. Muhammed ise 571 yılında Arabistan'ın güneyindeki Mekke şehrinde, o zamanlar ticaret, sanat ve bilim merkezlerinin çok uzağında olan, dünyanın geri kalmış bir yerinde doğmuştu. Altı yaşında öksüz kaldı ve mütevazı koşullarda büyüdü. İslam geleneği bize, okuması yazması olmadığını söyler. Yirmi beş yaşındayken zengin bir dulla evlenmesinin ardından ekonomik durumu iyileşti. Yine de kırk yaşına yaklaşıncaya kadar, sıra dışı bir insan olduğu konusunda çok az gösterge vardı. (…) Arap Bedevileri çetin savaşçılar olmalarıyla tanınırlardı. Ancak sayıları azdı; aralarındaki çatışmalar ve yıkıcı savaş hali ortalığı kasıp kavuruyordu. Kuzeydeki tarım alanlarında yerleşmiş krallıkların büyük ordularıyla denk değildiler. Ama tarihte ilk kez Muhammed tarafından birleştirildikten ve yüreklerine Tanrı inancının coşkusu dolduktan sonra bu küçük Arap orduları, insanlık tarihindeki en şaşırtıcı fetihlere girişiyorlardı. Arabistan'ın kuzey doğusunda Sasanilerin büyük Pers imparatorluğu, kuzey batısında merkezi Konstantinopolis olan Bizans ya da Doğu Roma imparatorluğu yer almaktaydı. Sayısal olarak Araplar karşılarındakilerin hiç dengi değildi. Ama savaş alanında her şey bambaşkaydı ve coşku dolu Araplar, Mezopotamya, Suriye ve Filistin'in tamamını süratle fethettiler. 642 yılma kadar; Pers orduları Kadisiye (637) ve Nihavent (642) savaşlarında yenilgiye uğratılmış, Mısır da Bizans İmparatorluğu'ndan alınmıştı. Muhammed'in yakın arkadaşları ve halefleri olan Ebubekir ve Ömer ibn-ül Hattab'ın komuta ettiği bu büyük fetihler bile Arap ordularına yeterli gelmedi. 711'e kadar, Kuzey Afrika'yı bir baştan bir başa geçerek Atlas okyanusuna kadar indiler. Buradan kuzeye yöneldiler; Cebelitarık boğazını aşarak İspanya'daki Vizigot krallığını yendiler. (…) Peygamberlerinin söylemiyle coşmuş bu Bedeviler, bir yüzyılı bulmayan bir savaş dönemi içinde, Hindistan sınırından Atlas okyanusuna uzanan bir imparatorluk; dünyanın o güne dek gördüğü en büyük imparatorluğu kurmuşlardı. Orduların fethettiği her yerde, yeni inanca büyük ölçüde yöneliş eninde sonunda gerçekleşiyordu. (…) Yeni din geçen yıllar içinde ilk Müslüman fetihlerinin ulaştığı sınırların çok ötesine doğru yayılmaya devam etti. Günümüzde Afrika ve Orta Asya'da on milyonlarca; Pakistan, Kuzey Hindistan ve Endonezya'da ise daha fazla sayıda mümini vardır. (…) O halde Muhammed'in insanlık tarihi üzerindeki etkisinin kapsamı nasıl değerlendirilmelidir? Bütün dinler gibi İslam da müminlerinin hayatları üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Dünyadaki büyük dinlerin kurucularının bu kitapta öne çıkmalarının nedeni budur. Dünya üzerinde Müslümanların yaklaşık iki katı Hıristiyan yaşadığına göre, Muhammed'in İsa'dan daha üst sırada yer alması başlangıçta tuhaf görünebilir. Bu kararın iki temel sebebi vardır. Öncelikle; Muhammed İslam'ın gelişiminde, İsa'nın Hıristiyanlığın gelişiminde oynadığından daha önemli bir rol oynamıştır. İsa Hıristiyanlığın temel ahlaksal ve manevi akidelerini (bunların Yahudilikteki akidelerden farklı olanlarını) ortaya atmış olmakla birlikte, Hıristiyan teolojisini geliştiren, yayılmasını sağlayan esas kişi ve Yeni Ahit'in büyük bir bölümünün yazarı Aziz Paul (Pavlus)'dur. Muhammed ise İslam'ın hem teolojisini hem de temel ahlaki ve manevi ilkelerini ortaya koymuştur. Buna ek olarak yeni inancın kabul görmesinde ve İslami ibadetlerin yerleşmesinde en önemli rolü oynamıştır. Dahası; kendisine vahiy yoluyla gelen ve O'nun söyleminin bir arada toplanmasından oluşan Müslümanlığın kutsal kitabı Kuran'ın yazarıdır. Söylediklerinin çoğu sağlığında aşağı yukarı aslına sadık kalınarak kayda alınmış ve ölümünün üzerinden fazla zaman geçmeden, hüküm niteliği taşıyacak şekilde bir araya getirilmiş hadisler de çok etkili olmuştur. Dolayısıyla Kuran, Muhammed'in fikir ve öğretisini temsil eder. İsa'nın öğretisinin bu şekilde derlenmiş hali elimizde bulunmamaktadır. Müslümanlar için Kuran, en az İncil'in Hıristiyanlar için taşıdığı önemi taşıdığından, Muhammed'in Kuran yoluyla yarattığı etki çok büyük olmuştur. Muhammed'in İslam üzerindeki göreceli etkisinin, İsa Mesih ve Aziz Paul'ün Hıristiyanlık üzerinde birlikte bırakmış oldukları etkiden daha büyük olması muhtemeldir. O halde, salt din düzeyinde bakıldığında Muhammed'in insanlık tarihi üzerinde İsa kadar etkili olduğunu söylemek mümkündür. Bunun ötesinde, Muhammed (İsa'dan farklı olarak) dinsel olduğu kadar din dışı alanlarda da bir liderdi. Hatta Arap fetihlerinin arkasındaki itici güç olarak, tüm zamanların en etkili siyasal lideri olarak değerlendirilse yeridir. (…) O halde görüyoruz ki yedinci yüzyıldaki Arap fetihleri insanlık tarihi üzerinde günümüze kadar önemli bir rol oynamaya devam etmiştir. Dinsel ve din dışı etkilerin bu emsalsiz karışımı, Muhammed'in insanlık tarihindeki en etkili kişi unvanını hak ettiğine inanmama yol açmaktadır.

İdare İdare 01 Nisan
Konu resmiO (asm)

Abdulvasi ZÜLFİKAR Karanlığı delen nuru gönderince o ezelî Zât İkra! kelâmıyla titredi bir anda, bütün kâinat. Şirkin çürük perdesi altında, örtülüydü tabiat Getirdiği nur ile inkişaf etti, ilâhî san'at. Sarmıştı vicdanları ihtirasla, o süflî menfaat Meydan okundu küfre, kardeşliğin başladığı saat Boğulmaktaydı bataklığında zulmün, âciz mahlukat Çırpınıp duracaktı eğer, gelmeseydi o yetim zât Issız çöllerde susamıştı beşer, o gelmeden heyhat! Can çekişip kurumuş nesle, kim sunardı âb-ı hayat Cehâletin pençesinde, bütün ulum ederken feryat Zulmat-ı âleme, nur-u irfanı saçtı, o ümmî zât Hapsedilmişti heveslerine İncil, Zebur, Tevrat Parçalandı zincirleri, Kur'ân ile buldular necat Asrın belleğine vurulunca, unutulmaz bu hitab Her dâim gönüllerde saklanır, kaldırılmaz bu kitab Küfrün perdesi yırtılırda doğar nurlu bir hakîkat Bir daha dirilmez, inşallah, ölür bu hâin zulümât Koysalardı bir eline güneşi, bir eline ayı Terk etmeyecekti asla, bu nurlu, mukaddes dâvâyı Örünce şirkin gözüne çelik perdesini örümcek Bilmediler mi ki, saklı gerçek ebediyen sürecek

İdare İdare 01 Nisan
Konu resmiHırka-i Şerif Camii

İslâm kaynaklarında Hayrü't-Tâbîin veya Reisü't-Tâbîin olarak anılan Üveys el Karanî‘nin vefatından sonra kardeşinden devam eden Üveysî Sülalesi elinde kalan Hırka-i Şerif 17. Yüz yılın başlarında, sülalenin o tarihteki reisi Şükrullah Üveysî tarafından Sultan I. Ahmed'in fermanı gereğince İstanbul'a getirilmiştir. İstanbula yerleşen Üveysî ailesinin, Hırka-i Şerif caminin kuzey yönünde, az ilerisinde bulunan Akseki Kemâleddin Mescidi'nin karşısındaki bir evde ikamet ettiği, hırkanın bu evde ziyaret edilmeye başlandığı, Sadrazam Çorlulu Ali Paşa'nın (ö. 1711) hırkanın muhafazası için kâgir bir hücre ile bitişiğinde bir çeşme ve imaret inşa ettirdiği, daha sonra Şeyh Osman Üveysî zamanında 1138/1725te ilk defa bir vakfın tesis edildiği bilinmektedir. İslâm kaynaklarında Hayrü't-Tâbîin veya Reisü't-Tâbîin olarak anılan Üveys el Karanî'nin vefatından sonra kardeşinden devam eden Üveysî Sülalesi elinde kalan Hırka-i Şerif 17. Yüz yılın başlarında, sülalenin o tarihteki reisi Şükrullah Üveysî tarafından Sultan I. Ahmed'in fermanı gereğince İstanbul'a getirilmiştir.  İstanbula yerleşen Üveysî ailesinin, Hırka-i Şerif caminin kuzey yönünde, az ilerisinde bulunan Akseki Kemâleddin Mescidi'nin karşısındaki bir evde ikamet ettiği, hırkanın bu evde ziyaret edilmeye başlandığı, Sadrazam Çorlulu Ali Paşa'nın (ö. 1711) hırkanın muhafazası için kâgir bir hücre ile bitişiğinde bir çeşme ve imaret inşa ettirdiği, daha sonra Şeyh Osman Üveysî zamanında 1138/1725te ilk defa bir vakfın tesis edildiği bilinmektedir. Sultan  I. Abdülhamid 1194/1780de, şimdiki caminin kuzeyinde, avlu üzerinde bulunan ufak kâgir hücreyi inşa ettirerek ziyaretlerin burada devam etmesini sağlamış, küçük Hırka-i Şerif dairesi veya eski Hırka-i Şerif odası olarak anılan bu hücre Sultan II. Mahmud tarafından 1227/1812de yenilenmiştir. Sultan Abdülmecid bu mukaddes emanetin şanına lâyık bir cami ve ziyaret mahalli yaptırmaya karar verince çevredeki birçok bina kamulaştırılarak yıktırılmış, 1263/1847de başlayan inşaat 1267/1851de sona ermiştir. Hırka-i Şerif'in muhafazasına ve ziyaretine mahsus birimlerle, ayrıca hünkâr mahfili ve geniş kapsamlı bir hünkâr kasrı ile donatılan camiden başka bu, yapının çevresinde, Üveysî ailesinin en yaşlı erkek bireyi (reisi) ile ailesi için bir meşruta, bu kişinin reşit olmaması halinde kendisine vekâlet edecek olana mahsus vekil dairesi, Hırka-i Şerif'i korumakla görevli bir bölük jandarma için kışla (halen Hırka-i Şerif ilkokulu olarak kullanılan bina) ve görevliler için çeşitli odalar da inşa edilmek suretiyle bir külliye meydana getirilmiştir. Camiyi kuşatan avluya, farklı yönlerde bulunan üç kapı ile girilebilmektedir. Kesme küfeki taşı ile örülmüş olan ve cami gibi ampir üslubunu yansıtan bu abidevi kapılardan, kuzeyde Akseki Caddesi üzerinde yer alan ile kıble tarafından Kadı Sokağı'na açılan ikisi basık kemerli, caminin batısında Keçeciler Caddesi üzerinde bulunan kapı ise yuvarlak kemerlidir. Bu sonuncu kapıyı izleyen kavisli rampa hünkâr kasrının ve mahfilinin batı girişine ulaşmaktadır. Basık kemerli girişler yanlardan pilastrlar ile yuvarlak kemerli hünkâr girişi ise dor nizamında gömme sütunlarla kuşatılmıştır. Her üçünde de, Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin (ö. 1876) sülüs hatlı mermer ayet levhaları ve içinde kaal allahü teâlâ (allah dedi ki) ibaresini barındıran beyzi tepelikler göze çarpar. Tepelikler kıvrık dal kabartmaları ile çerçevelenmiştir. Cami ile buna bağımlı olan Hırka-i Şerif dairesinin duvarları kesme küfeki taşı ile örülmüş, üst yapıyı oluşturan kubbe ve tonozlar tuğla ile örülerek kurşun kaplanmıştır. Caminin sahip olduğu, ziyaret ağırlıklı değişik fonksiyon şeması, tasarımına yansıtılmıştır. Yaklaşık 11 m çapında bir kubbenin örttüğü sekizgen planlı ve iki kat yüksekliğindeki harimin kıble tarafında, zemin katı Hırka-i Şerif'in korunmasına, üst katı ise ziyaretine tahsis edilmiş, yine sekizgen planlı bir kitle, kuzeyinde de 5 adet girişle donatılan iki katlı bir kanat bulunmaktadır. Hırka-i Şerif dairesine ziyarete Ramazan ayında izin verilmektedir. Görevlilerden aldığımız bilgilere göre avluda bulunan küçük türbedeki Mukaddes Emanetler her cuma günü namazdan sonra ziyarete açılmaktadır.

İdare İdare 01 Nisan
Konu resmi"Ben gitmedikçe tesellîci size gelmez!"

2005 senesinde Denizli'de tanıdığım birisinin Amerikalı bir misyonerle ailece dost olduklarını öğrendim. Bunun üzerine o arkadaşın iş yerine gittim. Kendisiyle şöyle bir görüşmemiz oldu. Bir misyonerle dost olduğunuzu duydum, doğru mu? diye sordum. O da: Doğru dedi. Ona: Eğer uygun görürsen ben de onunla görüşmek ve tanışmak istiyorum. dedim. Olur, ağabey, onunla çok samimiyiz. Hemen telefonla arayayım, müsaitse gelir. dedi ve aradı. Misyoner arkadaşı, o anda müsait olmadığını, müsait olduğunda geleceğini söyledi. Üç gün sonra bir kitapçı dükkânına girerken telefonum çaldı. O arkadaşım Ağabey, gelebilirsin dedi. Kitapçıdan Bedîüzzaman Hazretleri'ne ait Zülfikar mecmuasını sordum. Kitapçı, yalnız bir tane bulunduğunu söyleyerek bana verdi. Ben de Zülfikar mecmuasını misyonerin dikkatini çekmemesi için bir poşete sararak o arkadaşımın dükkânına gittim. Selamlaşmadan sonra, dükkân sahibi, arkadaşının Amerikalı bir misyoner olduğunu ve yaklaşık 17 seneden beri Denizli'de misyonerlik faaliyetinde bulunduğunu söyleyerek benimle tanıştırdı. Ben de kendimi tanıttıktan sonra aramızda müsbet bir sohbet oluşması için misyonere: Sizi tebrik ediyorum. Çünkü bu maddeperest asırda, ekseriyetle insanların maddiyat için çalıştıkları bir zamanda, siz maneviyat için çalışıyorsunuz. dedim. Benim bu iltifatım onun hoşuna gitti. Türkçeyi iyi biliyordu. Kendisine dedim ki: Biz Müslümanlar bütün peygamberlere inandığımız gibi Hazret-i Îsâ'nın da peygamber olduğuna inanıyoruz. Hatta dinimize göre Hazret-i Îsâ'yı peygamber olarak kabul etmeyen kâfir olur. O da: Doğru söylüyorsunuz. Fakat bizim Hazret-i Îsâ'ya inandığımız gibi inanmıyorsunuz. dedi. Cevaben, Siz Hazret-i Îsâ'ya nasıl inanıyorsunuz? diye sordum. O da: Biz Hazret-i Îsâ'nın Allah'ın oğlu olduğuna inanıyoruz. dedi. Ben de ona kendisinin oğlu olup olmadığını sordum. Oğlu olduğunu söyledi. Babasının var olup olmadığını sordum. Babasının da var olduğunu söyledi. Sonra, Madem oğlu olanın babası da oluyor. Hazret-i Îsâ Allah'ın oğlu ise acaba babası kimdir? Diye sordum. Sinirlenerek iki elini birden kaldırıp: Allah'ın babası olmaz! dedi. Ben de: Babası olmayanın oğlu da olmaz. deyince çok bozuldu. Hem onu yumuşatmak hem de kendisiyle hangi maksatla konuştuğumu bilmesi için dedim ki: Sizin şu hususu bilmenizi arzu ediyorum: Sizinle konuşurken inandığınız meselelerden hangisini bana ispat ederseniz ben onu kesinlikle kabul edeceğim. Benim söylediklerimden de hangisinin yanlış olduğunu gösterirseniz ondan da vaz geçeceğim. Daha doğrusu hak ve hakikatin ortaya çıkması için sizinle konuşuyorum. Yoksa sizi susturmak ve size karşı üstün gelmek gayesiyle sizinle konuşmuyorum. İnsanlığın ve aklın gereği olarak bunun aynısını da sizden bekliyorum. Yani benim de ispat ettiğim bütün inandıklarımı kabul etmenizi sizin dava ettiklerinden yanlış olduğunu gösterdiklerimden de vazgeçmenizi bekliyorum. Eğer bu doğru ölçülere göre konuşursak doğru neticelere varmamız mümkün olur. Yoksa aklı devreden çıkararak yalnız hissiyatımızla konuşursak bir sonuca varmamız mümkün değildir. Bu açıklamayı yaptıktan sonra oldukça yumuşadı. Yine ona dedim ki: Âdem (as)'dan Hz. Muhammed (asm)'a kadar hangi peygamber geldiyse o peygamberin ümmeti önceki peygamberlere de inanmıştır. O peygamber Rabbine kavuştuktan sonra yeni gelen peygamberi de kabul etmişlerdir. Ve bu şekilde imanlarını muhafaza etmişlerdir. Kendi peygamberlerine ve ondan önceki peygamberlere inanıp sonradan gelen peygamberlere inanmayanlar ise küfre gitmişlerdir. Mesela Hz. Musâ'ya inanan Yahudilerden, ondan sonra gelen Hz. Îsâ'ya da inananlar, imanlarını muhafaza etmişlerdir. Hz. Îsâ'yı kabul etmeyenler ise küfre sapmışlardır. Hz. Îsâ'dan sonra Hz. Muhammed (asm) peygamber olarak gönderilmiş. Onu kabul eden Hıristiyanlar Müslüman olarak imanlarını muhafaza ettikleri gibi Onu peygamber olarak kabul etmeyenler ise Hz. Îsâ'yı kabul etmeyen Yahudiler gibi küfür ve dalalete düşmüşlerdir. Doğrusu siz Hz. Îsâ'dan sonra Hz. Muhammed'i (asm) kabul etmemekte, Hz. Îsâ'yı kabul etmeyenler gibi hata etmişsiniz. Biz ise Hz. Îsâ'yı kabul ettiğimiz gibi Hz. Muhammed (asm)'ı da kabul etmekte Îsâbet etmişiz. Bu izahı dinledikten sonra dedi ki: Biz Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu kabul etmiyoruz ki ona iman edelim. Ben de ona: Peygamberlerin peygamberliğini ispat eden delil nedir? dedim. Gösterdikleri mucizelerdir. dedi. Bunun üzerine, Acaba her bir peygamberin gösterdiği 15-20 mucize onların peygamber olduklarını ispat eder de Hz. Muhammed'in gösterdiği binden fazla mucizeler onun peygamberliğini ispat için yetmiyor mu? dedim. O da: Ben o mucizeleri gösterdiğine inanmıyorum. dedi. Bu cevaba karşılık, Biraz insaflı olmak lazım! diyerek şu izahı yaptım: Mesela gündüz ortasında Güneş, ışığıyla bütün yeryüzünü aydınlattığı halde, birisinin gözlerini kapatıp gündüzü kendisi için geceye çevirerek her tarafın karanlıkla dolu olduğunu iddia etmesi, akıl ve mantığa uygun bir iş midir? Hem bu yaptığının insanlıkla bağdaşan bir yönü var mıdır? Şüphesiz ki olamaz. Aynen öyle de Hz. Muhammed'in gösterdiği binden fazla mucizelerini bütün ümmeti kabul ettiği gibi düşmanları bile kabul etmeye mecbur kaldıklarından kendilerini aldatmak için o mucizelere sihir diyerek bir cihette kabul etmişler.     O mucizelerden birisi, bin dört yüz seneden beri ışığından istifade ettiğimiz bir güneş olan mucizelerle dolu Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed (asm)'ın peygamberliğini isbat için yeter.  Çünki o Kur'ân-ı Kerîm varlıkların yaratılışından,  kâinattan ve onun içindeki her şeyden tut tâ bütün âlemin yaratıcısının varlığına ve birliğine kadar anlatıyor.  Aynı zamanda, âilenin huzur ve saadet düsturlarından, toplumların mutlu olarak bir arada yaşamalarından dünyadaki bütün olup bitenlerden, ta ahiretin her halinden ve ebedi saadeti kazanmanın bütün şartlarına kadar akla gelen ve gereken ne varsa her şeyi anlatıyor. Öylesine ki Yaş ve kuru ne varsa Ku'ran'da vardır.  İşte 6666 âyetiyle her şeyi anlatan bu Kur'ân-ı Kerîm'in, şimdiye kadar tek bir âyetinin bile yanlış olduğu ortaya çıkmamış ve o âyet geçerliliğini kaybetmemiştir. Demek Kur'ân her şeyi Yaratanın kelâmıdır ki, onları anlatırken doğru anlatıyor. Hâlbuki dünyanın en zeki, en dâhi insanları kabul edilen Eflâtun, Aristo, Sokrat gibilerin yazdıkları kitapların üzerinden elli-yüz sene geçtikten sonra, bu kitaplardaki bilgilerin birçoğunun geçerliliğini kaybettiği görülüyor. Bundan da anlaşılıyor ki, Hazret-i Muhammed (sav) Allah resulüdür. O nefsanî arzularıyla konuşmuyor. Kesinlikle onu Allah konuşturuyor; O da konuşuyor. Eğer o Kur'ân bir insan fikrinin neticesi olsaydı, insanların yazdıklarında hata ve yanlışlar olduğu gibi onda da birçok hata ve yanlış bulunacaktı. Madem elli-yüz sene değil, bin dört yüz sene geçtiği halde bu Kur'ân geçerliliğini kaybetmiyor; şüphesiz o Kur'ân Allah tarafından Hazret-i Muhammed (sav) vasıtasıyla bize geliyor ve onun peygamber olduğunu ispat ediyor. Sonra yine o misyonere dedim ki: Önceki semavi kitaplarda ve İncil'de, tahrif edildikleri halde birçok âyet peygamberimizin geleceğini müjdeliyor. Yanımda bulunan Bediüzzaman Hazretlerinin eseri olan Zülfikar mecmuasında, İncil'den naklettiği âyetleri açıp okudum.  O da yanında getirdiği İncil'den takip etti. Türkçe Yuhanna incilinin 14. Bab ve 20. âyeti şudur: ‘Artık sizinle çok söyleşmeyeceğim. Zira bu âlemin reisi geliyor. Ve bende onun nesnesi asla yoktur.' İşte âlemin reisi tabiri Fahr-ı Âlem demektir. Fahr-ı Âlem ismi ise Muhammed-i Arabî (asm)'ın en meşhur ismidir. Yine 16. Bab ve 7. âyeti şudur: ‘ama ben size hakkı söylüyorum benim gittiğim size faydalıdır. Zira ben gitmedikçe tesellîci size gelmez.' İşte bakınız reis-i âlem ve insanlara hakîkî tesellî veren Muhammed-i Arabî (asm)'dan başka kimdir. Evet, Fahr-ı Âlem odur. Ve fânî insanları idam-ı ebedîden (ölümle yok olmaktan) kurtarıp (cennet ve ebedî hayatla) tesellî veren odur. Bu bölümü okuduktan sonra dedim ki: Hz. Îsâ'nın söylediği bu tesellî veren kimdir? Hz. Muhammed (asm)'dan başka birisi var mıdır? O da: O tesellîci bir melektir. dedi. Sizden soruyorum, acaba  Hz. Îsâ (as)'dan evvel, peygamber olarak insanlara tesellî vermek için hiçbir melek gelmiş midir. dedim. Hayır dedi. Bunun üzerine şu cevabı verdim: Öyle ise Allah'ın âdet kanunlarına uygun olarak Hz. Îsâ (as)'dan sonra gelen tesellîci de meleklerden olmayacaktır. Ancak insanlar arasından peygamber olarak onlara gönderilen bir insan olacaktır. Madem peygamber olarak Hz. Îsâ (as)'dan sonra onun tarif ettiği özelliklere sahip  Hz. Muhammed (asm)'dan başkası gelmemiştir. Şüphesiz ki Hz. Îsâ'nın geleceğini müjdelediği tesellîci ve alemin reisi Hz. Muhammed (asm)'dır. Madem Hz. Îsâ'ya inanıyorsunuz, öyle ise onun dediklerine de uymanız icab eder. Ve Zülfikar mecmuasında İncil, Tevrat ve Zebur'dan nakledilen başka birçok âyetleri beraber okuduk.  Cenab-ı Hakk hidâyet versin, bunlara karşı bir itirazda bulunamamakla beraber, çok müspet bir hale geldi, ikna oldu ve şunu itiraf etti: Şimdiye kadar görüştüğüm Müslümanlardan hiç birisi, aklın kabul edeceği, ilmî delillerle sizin konuştuğunuz gibi benimle konuşmadı. Hep  ‘sen kâfirsin' diyerek susturmaya çalıştılar. Ben de ona dedim ki: Birbirimizden istifade için bundan sonra haftada bir gün bir araya gelelim, konuşalım. O da kabul etti ve: Sizin için duâ edeyim dedi.  Tamam, olur dedim. Ardından: İstersiziz ben duâ edeyim siz de âmin deyiniz dedim. Rabbimizden, hak dinine hidâyet ve hakîkati bize de ona da göstermesi için duâ ve niyaz ettik. O da dualarımıza  âmîn dedi. Maalesef, uzun zamandan beri misyoner olarak Denizli'de görev yaptığı halde, her halde arkadaşlarıyla görüşmüş olmalı ki, durumunu fark ettiklerinden, yaklaşık bir hafta sonra bir daha dönememek üzere onu Amerika'ya gönderdiler. Cenâb-ı Hakk ona da bize de hidâyet nasip etsin. Âmin…

Muhammed AYDIN 01 Nisan
Konu resmiCevşenü'l-Kebîr

Cevşenü'l-Kebîr, Peygamberimiz (asm)'ın, Cenâb-ı Hakk'a bin bir ismiyle yaptığı azîm ve çok şümullü bir münâcâttır. Farsça kökenli bir kelime olan Cevşen, bir tür zırh ve savaş elbisesi manasına gelmektedir. Cevşenü'l-Kebîr ve Cevşenü'l-Sağîr olarak iki kısma ayrılır. Fakat günümüzde meşhur olanı Cevşenü'l-Kebîr'dir. Cevşenü'l-Kebîr, Peygamberimiz (asm)'dan Musa-i Kazım, Cafer-i Sadık, Muhammed el-Bakır, Zeynelabidin, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali (r. anhüm) gibi Ehl-i Beyt'in büyük imamları tarikiyle rivâyet edilmiştir. Cevşenü'l-Kebîr'in fazilet ve hususiyetleri hakkında, Bedîüzzaman Hazretleri'nin de naklettiği bir rivâyet şöyledir: Gök kapıları açıldı. Cebrâil (as) nurlara bürünmüş olduğu halde nazil oldu. Dedi: ‘Sana Cenâb-ı Hak'tan selâm ve tahiyye ve ikram hediye getirdim.' Ben ta'zimen selamlarını aldım. Cebrâil (as) buyurdular: ‘Üzerindeki şu zırhı çıkar. Bu duâyı oku. Bu duâyı üzerinde taşır ve okursan zırhtan daha büyük tesiri vardır.' Peygamberimiz (asm) Cibrîl-i Emîn'e sordu: ‘Bu duânın tesiri ve hâssesi yalnız bana mıdır? Yoksa ümmetime de şâmil midir?' Cebrâil (as) dedi: ‘Ya Resulâllah! Bu duâ Allah-u Azîmüşşân tarafından sana ve ümmetine bir hediyedir. Bu duâ'nın sevâbını Allah-u Azîmüşşândan gayrı kimse bilmez' Osmanlı'nın son dönem büyük evliyalarından ve evvelki asrın müceddidi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin halifelerinden olan, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhânevi Hazretlerinin Mecmu'atü'l-Ahzab adlı meşhur duâ mecmuâsında, Hz. Zeynelabidin'den (ra) Hz. Ali'ye (ra) dayanan sağlam bir senetle Cevşenü'l-Kebîr'in tamamı rivâyet edilmiştir. Üstad Bedîüzzaman Said Nursi Hazretleri de, gâyet kesin ve net ifadelerle Cevşenü'l-Kebir'in, Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) kudsî bir münâcâtı olduğunu ve Kur'ân'dan sonra eşsiz ve misilsiz bir eser olduğunu bildirmiştir. Bununla birlikte Cevşenü'l-Kebîr duâsını, Türkiye Müslümanlarına tanıtan da Bedîüzzaman Hazretleri'dir. O, Cevşenü'l Kebîr duâsına seleflerine nispeten daha fazla ehemmiyet vermiş ve bu muazzam duâ-yı nebevîyi talebelerine de okutarak bilinmesini ve yayılmasını sağlamıştır. Bu hizmetin bir neticesi olarak, bu gün ülkemizde milyonlarca insan, Cevşenü'l-Kebîr duâsını okuyup manevî feyzinden istifade ediyorlar. Cevşenü'l-Kebîr duâsını okumak, büyük sevaplara medardır. Zira, Cevşen bir zikir ve münâcâttır. İçinde Kur'an'a ve sünnete muhalif hiçbir şey yoktur. Aksine, içinde zikri geçen bütün isimler ve marifetler, Kur'ân'a ve sünnette var olan ilâhî marifetlere istinad etmektedir. Cevşenü'l-Kebîr duâsı100 bölümden oluşur. Her bölümde Allah'ın isim ve sıfatlarıyla tavsif edildiği 10 parça bulunur. Böylece duâ'nın tamamı Allah'a ait 250 isim ile Rabbimizi tarif edici 750 sıfatları kapsar. Her bölümün sonunda, سُبْحَانَكَ يَالآَاِلَهَ اِلآَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ خَلِّصْنَا، اَجِرْنَا، نَجِّنَا مِنَ النَّارِ (Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin, ey kendisinden başka ilah olmayan zat! Aman diliyoruz. Bizleri cehennem ateşinden halas eyle / koru, kurtar) denilmektedir. Kur'ân-ı Kerim, hem şeriat, hem hikmet, hem ilim, hem hakikat, hem sadırlara şifâ, hem mü'minlere hidâyet ve rahmet kitabı olduğu gibi aynı zamanda bitmez tükenmez bir duâ kitabıdır. Çeşit çeşit duâ âyetleri, Kur'ân'ın her tarafına serpiştirilmiştir. Âyetlerden iktibas şeklinde, yani âyette de kullanılan ifadelerden yola çıkarak yeni yeni duâlar yapılabilir. İşte, Bedîüzzaman Hazretleri'nin: Bin bir esmâ-i ilâhiyeye sarîhan ve işâreten bakan ve bir cihette Kur'ân'dan çıkan bir harika münacat olan ve marifetullahta terakkî eden bütün ariflerin münacatlarının fevkinde… dediği Peygamber (asm) Efendimizin Cevşenü'l-Kebîr isimli duâsı, âyetlerden iktibas suretiyle terkib edilmiş bir sırlar hazinesidir. Hz. Peygamber (asm) bu duâsında, açıktan veya dolaylı bir şekilde, Kur'an'da geçen ifadeleri kullanarak cehennem ateşinden korunmayı Rabbinden niyaz etmiştir. Bir misal verecek olursak, Cevşenü'l-Kebîr'in 61. bölümünde yer alan her bir ifadenin, bir âyetten iktibas edildiğini müşâhede edeceğiz. Ey gece ve gündüzü çeviren. Allah gece ve gündüzü (ard arda) evirip çevirir. (Nur, 44) Ey karanlıkları ve nuru yaratan. Hamd, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. (En'am, 1) Ey gölge ve sıcaklığı var eden. Gölge ile sıcaklık bir olmaz. (Fatır, 21) Ey güneş ve ayı itaat ettiren. Allah, güneşi ve ayı emrine boyun eğdirendir. (Ra'd, 2) Ey ölüm ve hayatı yaratan. O Allah ki sizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı. (Mülk, 2) Ey yaratma ve emir O'na ait olan. Dikkat edin! Yaratmakta emretmekte O'na mahsustur. (A'raf, 54) Ey ne bir eş, ne de çocuk edinmeyen. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk! (Cin, 3) Ey mülkünde hiçbir ortağı bulunmayan. Hem mülkte kendisine hiçbir ortak olmamıştır.(İsra, 111) Ey zillet sebebi bir yardımcısı olmayan. Acizlikten (münezzeh olduğundan) dolayı O'nun için hiçbir yardımcı da olmamıştır. (İsra, 111) Ey havl ve kuvvet kendisinin olan. Bütün kuvvet Allah'ındır. (Bakara, 165) Bedîüzzaman Hazretleri, Cevşenü'l-Kebîr'in, Peygamberimiz (asm)'ın bir münacatı olduğunu, bu sebepten Peygamberimiz (asm)'ın kulluk yönüyle alakalı olduğunu ve Peygamberimiz (asm)'ın ubudiyetinin mertebesiyle beraber Cevşen'in değerlendirilmesi gerektiğini bildirmiştir. Ayrıca, Cevşen'e dair zikredilen faziletlerin, Peygamberimiz (asm)'ın sahip olduğu marifetle birleşmesi halinde mümkün olabileceğini söylemiş. Yani bu mükâfatlar, ancak Peygamberimiz (asm)'ın marifetiyle okunmuş olan Cevşen'e verilir. Bununla birlikte, bu mükafatlardan ümmet de mahrum edilmemiştir. Yukarıda Cebrâil (as)'ın: Yâ Resulâllah! Bu duâ Allah-u Azîmüşşân tarafından sana ve ümmetine bir hediyedir. Bu duâ'nın sevabını Allah-u Azîmüşşândan gayrı kimse bilmez… buyurduklarını söylemiştik. Demek her Müslüman'ın o mükafatları alması mümkün. Güneşin deniz yüzündeki ve katrenin göz bebeğindeki temessülü gibi, o acîp sevabın her ferde imkanı vardır. Fakat derecesine göre ve istidadına nispeten olur. Zırh anlamına gelen ve Cenâb-ı Hakk'ın bin bir ismini ihtiva eden Cevşenü'l-Kebîr duâsı, Allah'ın izniyle manevî bir koruyucudur. (Cevşen okumak suretiyle, Şeytan'ın maddî ve mânevî saldırı ve zararlarından korunmakla beraber, bir çok bela ve musibetlerden de Cenâb-ı Hakk'ın himayesiyle kurtuluruz.) Birçok ehl-i keşif ve İslâm âlimi, Cevşenü'l-Kebîr'in sürekli okunması halinde, okuyana birtakım maddî ve manevî faydaları temin edeceğine işaret etmişlerdir. Bu zatlardan birisi olarak Bedîüzzaman Hazretleri, Cevşenü'l-Kebîr'in bin hasiyeti bulunduğunu ve onu okuma neticesinde gördüğü faydalardan bir kaçını şöyle bahseder: [highlight]Münâfık düşmanlarımın maddî ve manevî zehirlerine karşı gerçi Cevşen ve Evrâd-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibend beni ölüm tehlikesinden, belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar...[/highlight] (Emirdağ Lâhikası (1) s.1738) Bedîüzzaman Hazretleri, Cevşenü'l-Kebîr, Celcelutiyye, Sekine gibi virdlere devam etmesiyle ve onların feyzi ile Risâle-i Nurların tezahür ettiğini söyler. Madem Risâle-i Nurların telifinde bu virdlerin feyzi mühim rol oynamıştır, aynı şekilde bu virdlere devam edenler de, bu virdlerin feyziyle Risâle-i Nurların, dolayısıyla onun membaı olan Kur'ân'ın pek çok hakîkatine vâkıf olabilirler. Cevşenü'l-Kebîr, sırf Allah rızası için, ihlasla okunması gerekir. Bu asrın Müslümanlarının en büyük hastalıklarından birisi de, duâya ve ibadetlere yanlış mânâ yüklemeleridir. Duâyı ve ibadetleri, hep arzu ve isteklerimizin yerine gelmesi için bir araç olarak görüyoruz. Bu da ibadette mutlaka bulunması gereken ihlas'ı ortadan kaldırıyor. Dünyaya ait netice ve faydalar, ibadetlerimizin asıl sebebi olamaz. Eğer ibadetler yapılırken bu dünyevi menfaatleri kazanmak niyet edilse, o ubudiyet kısmen iptal olur. İşte bu sırrı anlamayanlar, bin hasiyeti bulunan Cevşenü'l Kebîr'i, o faydaların bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faydaları göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur.

İdare İdare 01 Nisan
Konu resmiBedesten
İbadet

Filistin çizgi sinemaya aktarılıyorKültür ve medeniyetin anahtarı dilTarihi köprüler Osmanlı Türkçesi ile kuruluyor Filistin çizgi sinemaya aktarılıyor Filistin üzerine çok yorumlar yapıldı. TV programlarından tutun da gazete ve dergilere kadar bütün medya Filistin'i anlattı. Şimdi ise bir ilk gerçekleştiriliyor. Filistin gerçeği çizgi sinema tekniğiyle beyaz perdeye aktarılıyor. İstanbul'un Fethi ve Fatih Sultan Mehmet'in yapımcısı Ella, İstanbul animasyon stüdyolarında Filistin gerçeğini anlatan Zeytin'in Hayali adlı bir çizgi filmin yapımını gerçekleştirdi. Zeytin'in Hayali, 1940'lı yıllarda Kudüs'ün Ayn Karim köyünde doğan bir kızın gerçek hayat hikâyesinden uyarlandı. Filistin gerçeğini çizgi sinemaya aktaran yapım ilk kez Türkiye'de gösterime çıkacak. Film, 2002 yılında Filistin'in Cenin kentinde sokakta bilye oynayan Faris ve arkadaşlarının aralarında geçen olaylarla başlar. Faris'in Ninesi Meryem, yeri geldikçe küçükken başından geçen olayları hatırlayıp torununa anlatmaktadır… Kültür ve medeniyetin anahtarı dil Milletlerin kendi karakterlerini en iyi yansıttıkları ve medeniyetlerini gelecek nesillere en iyi şekilde aktarmak için kullandıkları bir alandır dil. Bir medeniyetin özelliklerini öğrenmek için dilini gözden geçirmek yeterlidir. Kubbealtı Akademisi kendi tarihÎ kültürümüzün izlerinden yola çıkarak okuyuculara başvuru niteliğinde bir eser sunuyor Misalli Büyük Türkçe Sözlük. Sadece yaşayan Türkçemizin değil, târihî seyri içinde Türk dilinin kazanmış olduğu kelime ve kullanımları belgeleyen 3 ciltlik eser, 13. yüzyıldan günümüze kadar farklı devirlerdeki yazılı ve sözlü dil örneklerini kapsıyor. Sözlükte, devirlerini tamamlayıp unutulmakta olan ve büyük bir gayretle dilimizden atılmak istenen kelimelere, yaşayan Türkçe kelimelere ve yeni türetilenlere de yer veriyor. 400'ü eser sahibi toplam 1,000 kişiden 100,000 misal 200'ü aşkın yazarın 350'ye yakın eseri taranarak, çeşitli sözlüklerde ve kaynaklarda geçen yaklaşık 250 eserden misaller alınarak hazırlanan sözlükte 800'ü aşkın yazar ve şairden de alıntılara yer veriliyor. 96,000 açıklamalı, kelime, madde başı ve ara madde olarak 61,000 kelime ve bu kelimelerle oluşturulan yaklaşık 35,000 deyim ve kelime açıklaması da sözlükte bulunmaktadır. Kısacası Türkçe ile ilgilenen ve Türkçenin tarihi sürecini öğrenmek isteyenler için başucu niteliğinde bir kaynak eser. Meraklılarına duyurulur. Osmanlı Türkçesî tarihi köprüler ile kuruluyor Geçmişinde tarihin kahramanlıklarını ve asaletini barındıran nesiller tarihi en tarafsız ve doğru olarak anlamanın yolunu kendi dillerindeki eserler ile sağlayabilirler. Bilim Sanat Vakfı, geçmişin aynasını parlatmak için Osmanlıca okuma kurslarına devam ediyor. Üç senedir başarı ile devam eden Osmanlıca okuma grubu, Türkiye tarihinin en önemli birincil kaynakları arasında yer alan yazma ve matbu Osmanlıca kaynakların genç araştırmacılar tarafından okunup anlaşılabilmesini amaçlıyor. İhtisas çalışmaları Birinci seviye (matbu), ikinci seviye (el yazması) ve üçüncü seviye (arşiv Osmanlıcası) olmak üzere üç seviyede Osmanlıca Seminerleri düzenleyen vakıf, bu seminerlerle Türkçeyi ve gerçek tarihimizi öğrenmenin yolunu sunuyor. 9 Mart - 22 Haziran 2009 tarihleri arasında on altı hafta sürecek seminerlere yoğun ilgi bekleniyor. Yine tarihe ışık tutan çalışmaların Bursa ayağını da Osmanlı Eğitim Ve Kültür Derneği yürütüyor. Dönemler halinde sunulan Osmanlıca kurslarının ilk kayıtlarının doluluğu nedeniyle kursiyerler bir sonraki döneme aktarılıyor.  Ördekli Kültür Merkezi (Osmangazi), Molla Yegan Kültür Merkezi (Yıldırım), Gökdere Kültür Merkezi (Osmangazi Medresesi - Osmangazi) olmak üzere 4 ayrı merkezde verilecek olan kurslara katılmak isteyenler  (0224)  221 00 88 numaralı telefondan ulaşabilirler.

İdris FERİD 01 Nisan
Konu resmiAşure

KÂİNATIN EFENDİSİ'NİN BİLİNMEYEN YÖNLERİ SAHABELERDEN İBRETLİK RİVAYETLER    ALLAH'IN SEVGİLİSİ PEYGAMBER EFENDİMİZİN BİR GÜNÜ MEDET KÂİNATIN EFENDİSİ'NİN BİLİNMEYEN YÖNLERİ Peygamber Efendimiz (asm)'ın babası Abdullah, Umm Hakîm adında bir ikiz kardeşe sahip idi. Peygamberimiz (asm) amcası Hz. Hamza ile sütkardeştiler. Ebu Leheb'in cariyesi Suveybe ilk olarak kısa bir süre Efendimize sütannelik yapmıştır. Peygamberimiz (asm) annesi vefat ettikten sonra Mekke'ye gelişinde, dedesi Abdülmuttalip 108 yaşında idi. Abdullah ibn Ebi'l Hemsa adında Mekkeli biri, Resulullah (asm)'dan kendisini şehrin bir sokağında beklemesini rica etmiş, sonra bu sözünü unutup, ancak üç gün sonra hatırlamıştı; hemen buluşma yerine koştuğunda, peygamberimizin hala orada beklediğini görmüş idi. Peygamberimiz (sav)'in gözleri çok keskin olduğu için, çıplak gözle yedi tane görülen Süreyya burcundaki on bir yıldızı sayabiliyordu. Parlak dişleri yakuttan bir kutu içindeki incileri andırıyordu. Peygamber efendimizin dedesi Abdülmuttalip Ramazan aylarında Hira mağarasında inzivaya çekilirdi. Peygamberimiz (sav) de zamanı gelince, çalkantılı ruhunu yatıştırmak için, her yıl Ramazan ayını Mekke yakınlarındaki Hira mağarasında zühd ve tefekkürle geçirir idi. SAHÂBELERDEN İBRETLİK RİVAYETLER Ebu Hazım, Urve'den, o da Aişe radıyallahu anha'dan; Şöyle rivayet etti: Bir ay geçerdi, ardından bir ay daha,  bir ay daha… Allah Resulü sallallahu aleyhi vessellem'in evinde ateş yanmazdı.(Urve anlatıyor) Dedim ki: Ey teyze ne yerdiniz, ne ile geçinirdiniz? Hurma ve sudan ibaret olan şu iki siyah ile geçinip yaşardık. *** El-Esved, Aişe radıyallahu anha'dan; dedi ki: Muhammed (sav)'in ailesi iki gün üst üste arpa ekmeğinden doymamıştır. *** Ebu Salih, Aişe radıyallahu anhâ'dan; dedi ki: Allah Resulu (sav), geride ne bir dinar, ne bir dirhem, ne bir koyun ne de bir deve bırakmıştır. *** İbn Ömer radıyallahu anh'dan; dedi ki: Allah Resulü (sav)'in yirmi tane ak (saç) teli vardı. *** Enes bin Mâlik radıyallahu anh'dan; dedi ki Allah Resulü (sav)'i gördüm, dişleri görünene kadar tebessüm etti. *** Enes radıyallahu anh'dan Allah Resulü (sav)'in gömleği bileklerine kadardı. *** Ümmü Seleme radıyallahu anhâ'dan; dedi ki: Resulullah (sav) kızdığı zaman yüzü kızarırdı. *** Aişe radıyallahu anhâ'dan; dedi ki: Peygamber sallallahu aleyhi vessellem karpuzu hurma ile yerdi. *** Ebu Hüreyre (ra)'dan: Sahabeleri, Allah Resulüne, ne vakit Peygamber olduğunu sordular. Buyruldu: Âdem, ruh ile ceset arasındayken. ALLAH'IN SEVGİLİSİ Düşünüyorum: Ondan evvel zaman var mıydı? Hakikatler, boşluğa bakan aynalar mıydı? N.F. KISAKÜREK PEYGAMBER EFENDİMİZİN BİR GÜNÜ Peygamber Efendimizin sabahtan akşama kadar yaptığı işleri kısaca şöyle sıralayabiliriz: Sabah namazını kıldıktan sonra namazını kıldığı seccadenin üzerine diz çökerek oturur, güneş iyice doğuncaya kadar öyle kalırdı.(1) İnsanlar Hz. Peygamber (sav)'in çevresine oturur, O'nun nasihat ve öğütlerini dinlerdi. (2) Peygamberimiz (sav) çoğunlukla sahâbeye: Rüya gören oldu mu? diye sorardı. Eğer biri rüya görmüşse anlatır, Peygamberimiz (sav) de onu yorumlardı. (3) Ara sıra kendi gördüğü rüyaları anlatır, bundan sonra her çeşit konuşma yapılırdı. İnsanlar cahiliye dönemine ait olayları anlatır, şiir okur, tatlı sözler konuşurlardı. Hz. Peygamber (sav) de sadece tebessüm ederdi. (4) Çoğu kez böyle zamanlarda ganimet mallarını ve çeşitli kişilere bir maaş gibi verilen yardımları dağıtırdı. (5) Hz. Peygamber (sav)'in güneş biraz yükselip de gün ilerleyince kuşluk namazı olarak bazen dört, bezen'de sekiz rekât kıldığı bildirilmiştir. Bundan sonra eve gider ev işleriyle meşgul olurdu. (6) İkindi namazını kıldıktan sonra mübarek eşlerinin her birinin yanına gider, azar azar oralarda kalır, hatırlarını sorardı. Bütün eşleri orada toplanır, görüşür sohbet ederdi. (7) Yatsı namazı için mescide gider, namazdan sonra odasına döner, mübarek eşleri de kendi odalarına gitmek üzere ayrılınca uykuya çekilirdi. Yatsı namazından sonra konuşmayı sevmezdi. (9) Uyumadan önce sürekli İsrâ, Zümer, Hadid, Haşir, Saf, Tegâbün ve Cum'a Surelerini okuyarak uyurdu. Gece yarısı veya üçte biri geçtikten sonra uyanır, misvakı daima başucunda durur, kalkınca önce dişini misvaklar, sonra abdest alır ve ibadetle meşgul olurdu. (10) 1 Müslim, Salât/98 2 Nesa'i, Mesacid/38 3 Müslim Ru'ya/13 4 Buhari Ta'bir/1 5 Nesa'i, İftitah/21 6 Buhari ve diğer hadis kitapları 7 İbn-i Hanbel,6/106, 242 8 Ebu Davud, Nikâh/38 9 Buhari, Mevakıt/23, 39 10 Tirmizi, Da'avat/18 MEDET Senden önce gelen tüm peygamberler Senin nurun ile doğrulttu kamet. Kur'ân sana indi, Sensin son elçi; Adilsin, cömertsin, âleme rahmet. Er geç kopacaktır kızıl kıyamet; Medet yâ Şefiü'l-Müznibin, medet! BAHATTİN KARAKOÇ

Halil İbrahim PİRAHMEDOĞU 01 Nisan
Konu resmiKur'an nuruyla bilim

İLK ONLAR BULDU UÇAK BUHARLI MOTORLAR DENİZALTI DÜNYA ATOM iLK ONLAR BULDU Günümüzde hayatımızı kolaylaştıran pek çok keşfin temelinde Kur'ân'dan ilham alan Müslüman bilim adamlarının çalışmaları yer almaktadır. Ibn-i Firnas Bilinenin aksine ilk uçma denemelerini 1903 yılında Wright Kardeşler değil, 880 yılında Endülüslü Müslüman âlim İbn-i Firnas tarafından yapılmıştır. Plânörlere benzeyen bir âletin üzerine kuş tüyleri ve kumaş geçiren İbn-i Firnas, bununla bir müddet havada kalmayı başarmıştır. İbn-i Firnas'ın bu faaliyeti, Batılı tarihçilerden Prof. Dr. Philip Hitti ve Dr. Sigrid Hunke tarafından ilk uçuş denemesi, kullandığı âlet de ilk uçak modeli olarak kabul edilir. El-Cezerî İlk buharlı otomatik sistemden bahseden bilim adamı 1100'lü yıllarda yaşamış olan El‑Cezerî'dir. Bir eserinde bir regülatörün detaylı resimlerine yer veren El-Cezeri, Bugünkü motorlar için bir vazgeçilmez olan supapdan da bahseder. Mimarbası Ibrahim Efendi İlk denizaltının 1776 yılında Amerikalı bilim adamı David Bushnell tarafından yapıldığı iddia edilmektedir. Hâlbuki 57 yıl önce 1719 yılında Sultan III. Ahmed Hân, şehzâdeleriyle birlikte İstanbul'da 5000 fakir çocuğu sünnet ettirmişti. Mimarbaşı İbrahim Efendi, şehzadelerin sünnet düğününde eğlence maksatlı kullanılmak üzere, insan taşıyabilen ve bir saatten fazla su altında kalabilen aynı zamanda su altında ilerleyebilen, timsah şeklinde çelikten bir denizaltı yapmıştır. Câbir Bin Hayyan Müslüman kimyacı Câbir Bin Hayyan (721-815), Atomla alakalı ilk çalışmaları yaptığı bilinen İngiliz fizikçi John Dalton'dan ve uranyum çekirdeğinin parçalanabileceği fikrini ilk ortaya attığı bilinen Alman fizikçi Otto Hahn'dan bin yıl önce şöyle demiştir: Maddenin en küçük parçası olan ‘cüz-ü la yetecezza'da (atom) yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin iddia ettiği gibi onun parçalanamayacağı söylenemez. Aksine parçalanabilir ve parçalanınca da öylesine bir güç ortaya çıkar ki, bu güç Bağdat'ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allah'ın bir kudret nişanıdır. El-Birunî Dünyanın yuvarlak olduğuna ve kendi etrafında döndüğüne dair ilmî hesaplamalar yapan El-Birunî (973-1048), bunları keşfettiği iddia edilen Kopernik'ten 500 yıl önce yaşamıştır.

İdare İdare 01 Nisan