43. Sayı: "Risale-i Nur'da Meleklerin Varlık Delilleri"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiHer Ev Kur'ân Kursu Olacak!
Eğitim

Haziran ayında bir yandan dünya için ‘hasat’ hazırlıkları yaparken bir taraftan âhiret için ‘ekim’ heyecanı yaşıyoruz. Receb-i Şerif’te ekim, Şabân-ı Şerif’te sulama yapıp Ramazân-ı Şerif’te harman kaldıracağız inşâallah. Zira ‘Mukaddes Pazar’ olan Üç Aylar’a “merhaba!” diyoruz bu ayın on üçünde. Hayırlı, mübârek olsun! İrfan Mektebi, bu bereketli mevsimi taze bir şevkle, ‘Meleklere İman’ kapağı ile karşılıyor. Kapak çalışmamız ve birbirinden zengin yazılarımızla bu ay sizlere Haziran boyunca elinizden düşüremeyeceğiniz bir dergi takdim ediyoruz hamdolsun. Hemen fark edeceksiniz; elimizdeki kaliteli çalışmaları bekletmemek için bazı köşelerimizi bu ay yayınlamadık. Bununla birlikte bu sayımızda, yepyeni bir köşeyi de istifâdenize sunuyoruz. Bir başka ifadeyle, İrfan Mektebi’nde yeni bir ders daha başlatıyoruz. Metin Uçar’ın hazırladığı Osmanlıca Öğreniyorum köşesi ve bu köşe için hazırlanan internet sitesi ile kadim irfanımızın zengin hazinelerini açacak yegâne anahtar olan Osmanlıcayı bilmeyenler kolaylıkla öğrenebileceği gibi, bilenler de dilin inceliklerini çok daha iyi fark edebilecekler inşâallah. Bildiğiniz gibi bu yıl, Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil oluşunun 1400. Yılı olması münâsebetiyle Kur’ân Yılı olarak ilan edildi. Bu itibarla, tüm Türkiye’de istişâre heyetleri kuruldu ve birbirinden önemli faaliyetler planlanmaya ve icrâ edilmeye başlandı. İrfan Mektebi olarak geçen ay ilân ettiğimiz gibi biz de bu önemli hizmete Kalemler Yarışıyor yarışmamızın konusunu Kur’ân-ı Kerîm olarak belirleyerek ve birincilere Umre seyâhati vereceğimizi ilân ederek katıldık. Ayrıca, Temmuz sayımızı da ‘Kur’ân 1400’ özel sayısı olarak hazırlıyoruz. Bu sayımızı Türkiye’deki bu konuda yapılacak toplantıları, faaliyetleri organizasyonları dikkate alarak normal baskımızdan daha fazla basacağız. Sizler de bu sayımızdan çokça sipariş edip, sevdiklerinizin Mukaddes Kitabımızla buluşmasını, O’nu tanımasını ve daha çok sevmesini sağlayabilirsiniz. Yine bu yıl için İstanbul’da başlatılan bir kampanyadan da bahsetmek ve bu kampanyaya tüm İrfan Mektebi okurlarını dâhil etmek istiyoruz. “Siz de bu yıl en az bir kişiye Kur’ân okumasını öğretin!” Hâtıralarınızı, fikirlerinizi, projelerinizi de lütfen bizimle paylaşın. İrfan Mektebi’nin mümtaz okurları evlerini birer İrfan Mektebi haline getirdikleri gibi aynı zamanda birer Kur’ân kursu hâline getirecekler ümidindeyiz. İçinde Kur’ân okunan ve okutulan evler, sema ehline bize yıldızların gözüktüğü gibi gözükür. Kur’ân’ı bu yıl daha çok okuyalım, okutalım, anlayalım, anlatalım! “Siz de bu yıl en az bir kişiye Kur’ân okumasını öğretin!” Bir kez daha mübârek Üç Aylar’ın İslâm âlemi hakkında hayırlara vesile olmasını niyaz ediyor, hepinizi İrfan Mektebi’nin sayfaları arasında seyâhate davet ediyorum. Allah’a emânet olunuz efendim.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Haziran
Konu resmiRisâle-i Nur'da Meleklerin Varlık Delilleri
Risale-i Nur

Bedîüzzaman Hazretleri, meleklerin varlık delillerini 29. Söz Risâlesi’nde on esâs üzerinden ispât eder. 1- ‘Hakikat’, meleklerinvarlığını gerektirir Yeryüzü, göklere nispetle gayet küçük olmakla beraber, insan ve cin gibi şuûrlu canlılarla doldurulmuştur. Zaman zaman boşaltılıp, sonra yeniden şenlendirilen yeryüzünün bu hâli açıkça işâret ediyor ki, süslü saraylar gibi gözüken göklerde de, hayat ve şuûr sâhibi varlıklar elbette vardır. Bu varlıklara Kur’ân lisânında “melekler” ve “rûhânîler” denilir. Bunların da, tıpkı yeryüzünün sâkinleri olan insanlar ve cinler gibi, dört vazifeleri vardır. Birincisi, âlem sarayını hayretle seyretmek. İkincisi, kâinat kitabını dikkatle inceleyip okumak. Üçüncüsü, Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyet saltanatının şuûrla ilâncılığını yapmak. Dördüncüsü, umumî ve küllî ibâdetleriyle, kâinatın ve büyük varlıkların tesbihâtlarını bilerek temsîl etmek. 2- Kâinatın hâli ve içyüzü meleklerin varlığını ispât eder Her cemâl ve kemâl sâhibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek ister. Rabb’imiz de kâinatı, sayısız inceden inceye san’atlı ziynetlerle, anlamlı güzelliklerle ve hikmetli nakışlarla süslü olarak yaratmış. Elbette bu sayısız, ziynetler, güzellikler ve nakışlar, ona göre tefekkür eden, hayran olan âşıkların varlığını ve seyrini gerektirir. Nasıl ki güzellik bir âşık ister, yemek ise aç olana verilir. Aynen öyle de şu nihayetsiz güzel sanatlar da, gıdası ve rızkı, san’at güzelliğinin bizzat kendisi olan kalpleri ve rûhları ister. İşte o kalpler ve o rûhlar da melâikelerdir. Nihâyetsiz ziynetler, san’atlar ve nakışlar, nihâyetsiz ibâdet ve tefekkür isterler. İnsanlar ve cinler ise, nefis sâhibi olmaları ve gafletin de bir neticesi olarak, bu nihâyetsiz ibâdet ve tefekkür vazifelerinin milyonda birisini ancak yapabiliyorlar. Demek ki, şu nihâyetsiz ibâdet ve tefekkür vazifelerini yapabilecek, hadsiz melek türleri lâzımdır. 3- ‘Hikmet’, meleklerinvarlığını gerektirir Çünkü rûh ve hayattan çok uzak ve alâkaları da pek az olan topraktan ve sudan, devamlı bir sûrette hayatı ve şuûrlu canlıları yaratan Allah, elbette rûha ve hayata çok uygun ve lâyık olan nûr ve karanlık denizlerinden, havadan ve elektrik gibi diğer latîf maddelerden de bir kısım şuûrlu varlıkları çoklukta vardır. Bu hakikatı, Bedîüzzaman Hazretleri ‘hayat’ ve ‘şuûr’un kıymet ve lüzûmlarından yola çıkarak bir misâl ile şöyle nazara verir: “Hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa, gariptir, yalnızdır. İrtibâtı yalnız oturduğu mekân ile ve kendisine karışan şeylerle vardır. Kendisi dışında kâinatta ne varsa, o dağa nisbetle âdetâ yoktur. Çünkü hayatı ve şuûru olmadığından, hayat ve canlılarla bir alâka ve irtibâtı yoktur. Şimdi de küçük ama canlı bir cisme bakalım, meselâ bir bal arısına... Hayat, o bal arısına girdiği anda bütün kâinatla öyle bir münâsebet ve alâka kazanır, özellikle de yeryüzündeki çiçek ve bitkilerle öyle bir ‘ticâret sözleşmesi’ imzalar ki, “Şu yeryüzü benim bahçemdir. Ticârethânemdir.” diyebilir. Bal arısı, bütün canlılarda olan duyu organlarına ilâveten, çok da meşhûr olmayan ‘sâika’ (sevedici) ve ‘şâika’ (şevk verici) denilen duyuları ile, yeryüzünün çoğu varlıklarıyla bir alış-veriş, dostluk ve alâka kurar, ve onlar üstünde âdetâ bir kullanım hakkına sâhip olur. Bu misâlden de anlaşılıyor ki, hayat, en küçük bir canlıda bile böyle büyük bir tesir gösteriyor. Özellikle hayat, en yüksek hayat mertebesi olan, insan hayatı mertebesine çıktıkça, muazzam bir genişlik ve açılım gösterir. İnsan, âdetâ hayatın ışığı hükmünde olan şuûr ve akıl ile, kendi evinin odalarında gezdiği gibi, yüksek, rûhî ve cismânî âlemlere de manevi olarak misâfir gider ve gezer. O âlemler dahi, insanın ‘rûh aynası’na misâfir olarak gelebilirler.” Özetle söylenebilir ki, hayat olmazsa, varlık, varlık değildir. Yokluktan âdeta farkı olmaz. Hayat ve şuûrun önemini bu şekilde ifâde eden Bedîüzzaman Hazretleri, buradan yola çıkarak,  hikmeten melâikenin olması gerektiğini şöyle anlatır: “Mademki, hayat ve şuûr bu kadar önemlidir. Ve madem, şu âlemde bizzat görüyoruz ki, mükemmel bir intizâm, kusursuz, sağlam bir yapı görünüyor. Ve yine madem, şu üstünde yaşadığımız dâima başı dönen perişan ve küçücük yerküremiz, bu kadar sayısız hayat, rûh ve idrak sâhibi varlıklarla dolmuştur. Bütün bu izâhlardan sonra, akıl ve kalbe şu hakikat, gayet süratle intikâl eder ve şüphesiz bir itikad ile yerleşir ki: Şu ışıl ışıl saraylar ve azametli burçlar gibi gözüken gökler dahi, hayatsız, ruhsuz, bomboş değil; kendilerine uygun canlı ve şuûrlu sâkinleriyle elbette doludur. Balık, suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi o nûrânî sâkinler bulunurlar. Uzaklık sebebiyle veya gözümüzün kabiliyetsizliği sebebiyle veya gizlenmelerinden dolayı onların gözükmemeleri, hiç bir vakit olmamalarına delil olamaz. Çünkü görünmemek, olmamağa delil olamaz. Mademki ezelî kudret-i İlâhiye, gözümüzle görüyoruz ki, en âdi, basit, hayat ve rûhtan en uzak ve hiç de şeffaf ve latîf olmayan toprak ve su gibi maddelerden, hesapsız canlı ve rûhlu mahlûklarını çoklukla yaratıyor. Ve gâyet ehemmiyetle koyu ve mat olan maddeleri (toprak ve su gibi), hayat vasıtasıyla, latîf ve şeffâf maddelere çeviriyor. Ve hayat nûrunu herşeyde çoklukla serpiyor. Ve şuûr ışığıyla çoğu şeyleri yaldızlıyor. Elbette ki nihayetsiz hikmet ve kudret sâhibi olan Allah, o kusursuz kudretiyle, noksansız hikmetiyle nûr gibi esîr maddesi gibi, rûha yakın ve münâsip olan diğer akışkan şeffâf ve latîf maddeleri, ihmâl edip hayatsız bırakmaz. Cansız bırakmaz. Şuûrsuz bırakmaz. Elbette nûrdan, karanlıktan, esîr maddesinden, havadan, hattâ mânâlardan, hattâ kelimelerden canlı ve şuûrlu mahlûkları çoklukla yaratır. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı rûhânî, bir kısmı da cin nev’leridir.” 4- Madde ile mânâ arasındakiilişki,  melâike ve rûhânîlerinvarlığına işâret eder Bedîüzzaman Hazretleri, melâikenin varlığını ispât ederken madde ile mânâyı birbiriyle kıyaslar. Şöyle ki: “Madde, kendi başına ayakta durmaz. Bir mânâ ile ayakta kalır. O mânâ hayattır, rûhtur. Madde, kendisine hizmet edilen değil, hizmetkârdır. Bir hakikatin olgunlaşmasına hizmet eder. O hakikat da, hayattır. Hayatın esâsı da, rûhtur. Açıkça anlaşılıyor ki, madde, hâkim olmadığından, ‘mürâcâtlar’ ona yapılmaz. Mükemmellikler ondan istenilmez. Tam aksine madde, mahkûmdur. Bir esâsın hükmüne bakar. O esâsın gösterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esâs, hayattır, rûhtur, şuûrdur. Gerçek o ki madde, yarılmaya, erimeye, yırtılmaya, bozulmaya, dağılmaya her an hazır bir ‘kabuk’, bir ‘köpük’, bir ‘sûret’tir.” Bu hakikati şöyle bir misâlle anlatır Bedîüzzaman: “Gözle görülmeyen mikroskobik bir hayvanın çok keskin duyguları var. Öyle keskin ve hassâs duygular ki, arkadaşınının sesini işitir, rızkını görür. Şu hayvanın bu hâli gösterir ki, maddenin küçülüp incelmesi nisbetinde hayatın belirtileri, alâmetleri ve eserleri artıyor. Rûhun nûru şiddetleniyor. Sanki, madde inceldikçe, bizim maddi âlemimizden uzaklaştıkça, rûh âlemine, hayat âlemine, şuûr âlemine yaklaşıyor gibi rûhun harâreti, hayatın nûru daha da şiddetli kendini gösteriyor.” Hiç mümkün müdür ki, madde perdesinde bu kadar hayat ve rûh ve şuûrun belirtisi ve sızıntısı bulunsun da, madde perdesinin altında olan bâtın âlemi, melekût âlemi, ruhlar âlemi, rûh ve şuûr sâhibi varlıklarla, yani melâike ve rûhânîlerle dolu olmasın? 5- Bütün felsefî akımların ve dinlerin meleklerin mânâsında ittifâk etmeleri, meleklerin varlığını ispat eden çok kuvvetli bir delildir Melâikenin varlığında, ehl-i akıl denilen bütün felsefi ekoller ve ehl-i nakil denilen bütün dinler fikir birliği ile ismini farklı koysalar da, ittifâk etmişler denilebilir. Meselâ, maddede çok ileri giden, sadece akıl ile hakikate ulaşılabileceğini savunan ve vahyi kabul etmeyen Meşşâiyyûn ekolünün felsefecileri, melâikenin mânâsını inkâr etmeyerek, “Her bir varlık türünün, içinde cismânî yapısından farklı rûhânî bir hakikat vardır.” demişlerdir. Melâikeyi bu şekilde ta’bir etmişler. Yine eski İşrâkiyyûn ekolünün felsefecileri de, melâikenin mânâsını kabûle mecbûr kalarak, yanlış olarak, kâinatın yaratılışında ve idâresinde etkili olduğu ve birbirinden türediği iddia edilen ‘on akıl’ ve ‘türlerin terbiye edicileri, idârecileri’ anlamında ‘melek’ karşılığı olarak kullandıkları kavramlarla isim vermişler. Yine, bütün dinler, ‘dağlara vekil kılınmış melek’, denizlere vekil kılınmış melek’, ‘yağmurlara vekil kılınmış melek’ gibi, herbir varlık türüne vekil bir meleğin bulunduğunu, vahyin ilhâmı ve irşâdıyla kabul ederek, o şekilde isimlendirmişler. Hattâ, akılları gözlerine inmiş materyalistler ve tabiatçılar dahi, melâikenin mânâsını inkâr edemeyerek, ‘engel tanımayan yayılan kuvvetler’ diyerek, bir mânâda melek hakikatini kabûle mecbûr kalmışlar. 6- Kâinatta hükmeden kanunlar, meleklerin varlığını gösterir Kâinatta hükmeden ve pozitif ilimlerin de ifâde ettiği kanunlar, hayatın ortaya çıkması için kâfi değildirler. Çünkü cereyân eden bu kanunların vücûdu yoktur, ilmî vücudları vardır. Bundan dolayı âdetâ ‘yok’ sayılırlar. O kanunları temsîl edecek, gösterecek, dizginlerini ellerinde tutacak melâike denilen Allah’ın kulları olmazsa, o kanunlar meydana çıkamaz, belirgin olamaz. Sâbit bir ‘hakikat’ olamazlar. Hâlbuki hayat bir sâbit hakikattir. Vehmî bir düstur (kanun), sâbit bir hakikati üstlenemez. Meselâ, kâinattaki kanunları, bir devletin yasalarına benzetirsek, melekler de o yasaların uygulayıcısı olan hükûmeti gibi olur. Hükûmet olmazsa, yasalar kendi başına bir devleti idâre edemezler. Çünkü yasanın vücudu yoktur. İlmî bir kâidedir. Ancak, bir güç, bir otorite yani bir hükûmet ile o yasalar anlaşılır, tatbik edilir, ortaya çıkar. Nasıl ki, beşer bir ümmettir. Cenâb-ı Hakk’ın kelâm sıfatından gelen şerîat-i İlâhiye’nin taşıyıcısı ve temsilcisidir. Aynen öyle de, melâike dahi, muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı, irade sıfatından gelen ve yanlış olarak ‘tabîat’ ismi verilen kanûnların taşıyıcısı ve mümessilidirler. Hakiki tesîr sâhibi olan kudret ve irade-i İlâhiye’nin emirlerine tâbi’ bir nevi ibâdullahtırlar ki, semadaki yıldızlar ve büyük gök cisimlerinin her biri, onların birer mescidi, birer ma’bedi hükmündedirler. 7- İnsanlık târihinde meleklerden tek bir ferdin bile görülmesi, onların umûmen varlığınıispât eder bir delildir Melâikeden bir ferdin varlığının ispât edilmesiyle, bütün meleklerin varlığı ispât edilmiş olur. Bir tek ferdin görünmesiyle, bütün meleklerin varlıkları da bilinmiş olur. Çünkü melâikeyi inkâr edenler, tamâmen inkâr eder. Bir tekini kabûl eden, bütün hepsini de kabûl etmeye mecbûrdur. Hakikat böyle ise, şu söylenebilir ki: Bütün zamanlarda, bütün din mensûpları, Âdem Aleyhisselâm’dan şimdiye kadar, melâikelerin varlığında ittifâk etmişler. İnsan sınıflarının birbirlerinden bahsi, nakli, birbirleriyle konuşmaları, görüşmeleri gibi meleklerle konuşulmasında ve onların görünmesinde ve onlardan rivâyet edilmesinde ittifâk etmişler. Acaba, meleklerden hiç bir fert açıkça görünmeseydi, varlıkları kesin olarak hissedilmeseydi, hiç mümkün müdür ki bu konudaki ittifâk devâm etsin. Hiç mümkün müdür ki, hakikatsiz bir vehim, bütün beşer inkılâpları içinde, bütün fikir inkılâpları arasında hiç bozulmadan devâm etsin de bekâ bulsun. 8- Bütün enbiyâ ve evliyânın, melekler husûsunda ittifâk etmeleri bu mes’eleyi ispât eder İnsanlık semasının güzel ahlâk, doğruluk, fazilet ve hakikat güneşleri, ayları, yıldızları gibi olan enbiya ve evliyalanın, farklı zaman ve mekânlarda gelip, manen ittifâk etmeleriyle, söz ve fikir birliği ile haber verdikleri ve şehâdet ettikleri meleklerin varlığı ve onları görmeleri hiç şüphe kabul etmez bir hakikattir. Çünkü onlar, bu meselede “ehl-i ihtisas”, yani bu işin “uzman”ı ve “bilirkişi”sidirler. Bir meselede uzman olan iki kişinin söylediği sözler, uzman olmayan binlerce kişilerin, aynı konudaki sözlerinden çok daha kıymetli ve üstündür. Enbiya ve evliya, melâike meselesinde ‘ispatlayan’ konumundadırlar. Bir ispat edici, binlerce inkâr edicilerin inkârlarını hiçe indirir. Özellikle de, Kur’ân-ı Kerîm ve onun tebliğcisi ve tercümânı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şehâdetleri ve müşâhedeleri hiç mümkün müdür ki bir şüphe kabul etsin. 9- Her bir varlığın, hâl diliyle yaptığı tesbihâtını, şuûrla ve söz diliyle temsîl etmek hikmeti, melâikeyi gösterir ve ispât eder İsrâ Sûresi 44. Âyette Rabb’imiz mealen şöyle buyuruyor: “Ve O’na hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur.” Evet, bir çiçek kendi üzerindeki san’atlı nakışların diliyle Yaratıcı’sının tesbîhâtını yaptığı gibi, koca yeryüzü bahçesi de bir büyük çiçek gibi, muntazam ve küllî tesbîh vazifesini yerine getiriyor. Bir ağacın yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimeleri ile bir tesbîhâtı olduğu gibi, koca semâvât denizi de, kelimeleri hükmünde olan güneşleri, yıldızları ve ayları ile, Rabb’ine tesbîhât yapar ve hamd eder. Bu misaller gibi, bütün cansız varlıkların her biri, sûreten cansız ve şuûrsuzken, gâyet şuurlu ve canlı gibi vazîfeleri ve tesbîhâtları var. Melâikeler, bunların âlem-i melekûtte (melekler âleminde) temsilcisidirler, tesbîhâtlarını ifâde ediyorlar. Aynen öyle de bunlar da, meleklerin, şu cismânî şehâdet âleminde timsâlleri, hâneleri ve mescidleri hükmündedirler. İşte, bütün varlıkların hâl dilleriyle ifâde ve ilân ettikleri İlâhî isimleri ve kudsî mânâları, bilen, bilerek söz diliyle ifâde eden, kâinata ilân eden, İlâhî dergâha takdîm eden, onlara uygun âdetâ ruhları hükmünde bir müekkel (vekil) melekleri vardır. Yani hikmet-i İlâhîye, her bir varlığın lisân-ı hâliyle zaten yaptığı ibâdet ve tesbîhât vazifesinin, şuûrla ve lisân-ı kâl ile de olmasını gerektirmiştir. Bu hikmet de meleklerin varlığını ve küllî vazifelerini gerekli kılmıştır. 10- Hikmet-i İlâhiye, kâinat sarayında, bilerek ve ücret beklentisinde olmadan çalışacak hizmetkârları gerektiriyor Cenâb-ı Hakk’ın, kâinat sarayında çalıştırdığı dört kısım hizmetkârı vardır. Bitkiler ve cansız varlıklar, bilmeyerek, fakat bir bilenin emrinde gâyet mühim vazîfelerde ücretsiz hizmet ediyorlar. Hayvanlar, cüzî bir ücret karşılığında, bilmeyerek, gâyet küllî geniş maksatlara hizmet ediyorlar. İnsanlar ve cinler ise, birisi peşin diğeri sonra verilecek olan iki ücret karşılığında, İlâhî maksatlara, bilerek uygun hareket etmek ve her şeyde kendi nefslerine de bir hisse çıkarmak ve diğer hademelere reislik ve gözlemcilik yapmak gibi vazifelerle hizmet ediyorlar. Hikmeten buradan anlaşılır ki, dördüncü bir kısım hizmetkârlar da bulunacaktır. Bu hizmetkârlar hem, bir cihette insana benzer ki, Cenâb-ı Hakk’ın küllî maksatlarını bilir bir ubûdiyetle uygun hareket etsinler. Hem, insanın zıttına olarak nefsânî hazlardan ve peşin cüzî ücretlerden tecerrüd etmiş olsunlar. Yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın nazarı ile, emri ile, teveccühüyle, hesâbıyla, namıyla, yakınlığıyla ve Allah’a olan bağlılıklarıyla ortaya çıkan lezzeti, saadeti, kemâli, zevki kâfi görüp hâlisen çalışıyorlar. Onların ücretleri, itâat ve hizmetlerinin bizzat içindedir. NETİCE OLARAK ‘Hakikat’, meleklerin varlığını gerektirir. Kâinatın hâli ve içyüzü meleklerin varlığını ispât eder. ‘Hikmet’, meleklerin varlığını gerektirir. Madde ile mânâ arasındaki ilişki,  melâike ve rûhânîlerin varlığına işâret eder. Bütün felsefî akımların ve dinlerin meleklerin mânâsında ittifâk etmeleri, meleklerin varlığını ispat eden çok kuvvetli bir delildir. Kâinatta hükmeden kanunlar,  meleklerin varlığını gösterir. İnsanlık târihinde meleklerden tek bir ferdin bile görülmesi,  onların umûmen varlığını ispât eder bir delildir. Bütün enbiyâ ve evliyânın,  melekler husûsunda ittifâk etmeleri bu mes’eleyi ispat eder. Her bir varlığın, hâl diliyle yaptığı tesbihatını,  şuûrla ve söz diliyle temsîl etmek hikmeti,  melâikeyi gösterir ve ispât eder. Hikmet-i İlâhiye, kâinat sarayında, bilerek ve ücret beklentisinde olmadan çalışacak hizmetkârları gerektiriyor. Asrın imâmı, gerek aklî gerekse naklî delillerle, meleklerin varlığına dâir delilleri bu şekilde on esâs üzerinden izah ve ispat etmektedir. Cenâb-ı Hakk’tan niyazımız odur ki, bizlere, imân esâslarını asrın insanına iki kere iki dört eder kat’iyyetinde izah ve ispat eden Risâle-i Nûr’u okuyup anlamayı, önce kendi imanını kuvvetlendirip sonra, başkalarının da imânına kuvvet verecek şekilde çalışıp, hizmet etmeyi nasib eylesin. Âmin! Vesselâmü aleyküm ve rahmetüllâhi ve berekâtühü.

Mustafa TOPÖZ 01 Haziran
Konu resmi40 Ambar
Tarih

Kamerayı keşfeden İslâm âlimi: İbn-i Heysem 965 senesinde Basra’da dünyaya gelen İbn-i Heysem, 1040 senesinde Kahire’de vefat etmiştir. Geometri ve matematiğin inşaatçılık alanında uygulanmasında katkıda bulundu. Eski medeniyetlerden intikal eden matematik, geometri ve astronomiyi tetkik ederek ilmî tenkitlerini ortaya koydu ve bu sahalarda kendi nazariyelerini geliştirerek ilim dünyasına sundu. Bir gün odasında otururken duvardaki delikten gelen güneş ışığının, dışarıdaki görüntüyü karşı duvara ters biçimde yansıttığını keşfeden matematikçi İbn-i Heysem’in kâşifi olduğu ‘camera obscura’ (karanlık oda), bugünkü kameraların atası sayılıyor. İbn-i Heysem’in çalışmaları daha sonra Latince’ye çevrildi ve Leonardo da Vinci de dâhil olmak üzere pek çok ilim adamına ilham kaynağı oldu. Malatya Ulu Camii Malatya’nın Battalgazi ilçesinde yer alan câmi, 1224 yılında, Selçuklu Hükümdarı I. Alaaddin Keykubat zamanında yapılmış olup, mimarı Mansur bin Yakub’dur. Plan ve yapımında kullanılan malzeme bakımından İran’daki Büyük Selçuklu camilerinin Anadolu’daki en güzel örneği olan caminin kitabesi, bugün Malatya Şehir Müzesinde bulunmaktadır. Eyvanlı cami planlarının Anadolu’daki tek örneğidir. Mihrab önü kubbesi, buna bağlı eyvan ve ortası havuzlu iç avlu; yapının özünü oluşturmaktadır. Eyvanın ön yüzü patlıcan moru çiniler ve tuğlanın çeşitli şekillerde dizilişiyle elde edilen geometrik motiflerle süslenmiştir. Tamamen tuğladan yapılan minarenin gövde kısmı ayakta bulunmaktadır. Mute Seriyyesi Hicret’in 8. Senesinde 3000 mücahidden meydana gelen İslâm ordusu ile 100.000 kişilik Bizans ordusu arasında Mute meydanında meydana gelmiştir. Peygamber Efendimiz’in (asm) talimatıyla İslâm ordusunun başına önce Zeyd bin Harise (ra) geçmiş. O şehid edilince, Cafer bin Ebu Talib (ra), Cafer bin Ebu Talib şehid edilince o da Abdullah bin Revaha (ra) geçmiştir. Abdullah bin Revaha (ra) da şehid edilince Müslümanlar aralarında istişâre ile Halid bin Velid’i (ra) kumandan olarak seçmişlerdir. Halid bin Velid (ra) kumandasındaki İslâm ordusu, kendisinden 30-40 kat daha kalabalık Bizans ordusuna karşı çok kuvvetli mukâvemet göstermiş ve çok şiddetli çarpışmalara rağmen 15 şehid vermiştir. Harbin neticesinde dünyanın en güçlü devletine Müslümanların gücü gösterilmiştir. Aynı zamanda Bizans tarafından gelebilecek tehdidlere karşı da önemli bir tedbir niteliğinde olmuştur.  Medresetü’z-Zehra Bedîüzzaman Hazretleri’nin fen ve din ilimlerini birleştirilerek okutulduğu bir programın uygulanacağı ve Van Gölünün kenarında inşa etmeyi düşündüğü bir üniversite projesidir. Sultan 5. Mehmed Reşad’dan gerekli desteği alan Üstad Hazretleri, Medresetü’z-Zehra’nın inşasına başlar ancak 1. Dünya Savaşı sebebiyle inşaat yarıda kalır. 1. Dünya Savaşından sonra TBMM’de 163 milletvekilinin reyiyle çıkan kanun ile Medresetü’z-Zehra’nın inşasına tekrar başlamak isteyen Üstad Hazretleri’nin önüne yine engeller çıkar ve projesini hayata geçiremez. Ama Üstad Hazretleri Risâle-i Nûr Külliyâtını yazarak adeta Medresetü’z-Zehra Üniversitesinin ders programını hazırlamıştır. Kızıl Elma Kızıl Elma, dünyanın iki önemli başşehri olan Roma ve Viyana için Osmanlılar tarafından kullanılan bir tabirdir. İstanbul’un ve Belgrad’ın fethinin ardından Roma ve Viyana’nın fethi ile bütün dünyaya tam hâkimiyet kurarak i’lây-ı kelîmetullâh davasının götürülmediği bir yer bırakmak istemeyen ecdâdımızın bir hedef parolasıdır bir manada da… Hâtem-i Tâî Hâtem-i Tâî, Tay kabilesinin reisi olup Arab kabileleri arasında cömertliğiyle şöhret bulmuştur. Hâtem-i Tâî’den sonra birisinin çok cömerd olduğunu belirtmek için Hâtem-i Tâî kadar cömerd ifadesi kullanılmaya başlanmıştır. İktisâd Risâlesinde de Hâtem-i Tâî’nin başından geçen bir hadise anlatılmaktadır. Peygamber Efendimiz (asm) zamanında yaşamış ise de Peygamberliğine yetişememiştir. Bir gazvede Müslümanların eline esir düşen kızı, babasının cömertliği sebebiyle serbest bırakılmış ve Müslüman olmuştur. Hatice Turhan Valide Sultan Türbesi İstanbul’un Fatih ilçesinde Yeni Cami’nin arka tarafında yer alan türbede, Hatice Turhan Valide Sultan’ın yanı sıra altı Osmanlı Sultanı ve çok sayıda hanedan mensubu yatmaktadır. Hatice Turhan Valide Sultan, Sultan 4. Mehmed’in annesi olup, 1648-1683 seneleri arasında Valide Sultanlık yapmıştır. İnşasına 1597 senesinde başlandığı hâlde bir türlü bitirilemeyen Yeni Cami’yi kendi parasıyla tamamlatmıştır. Türbenin biraz ilerisinde de bugün hâlâ hizmet vermeye devam eden Hatice Turhan Valide Sultan Sebili bulunmaktadır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiAteizmin Mantıksızlığı
İtikad

Yüzyıllardır ateistlerle Allah’a inananlar birbiriyle münakaşa ederler. “Allah var mıdır, yok mudur?” diye. Bunu ortaya koymak için; her iki tarafın da delillerle konuşması, davasını isbat etmeye çalışması, karşı tarafın da ortaya koyduğu delilleri çürütmesi gerekmez mi? Bu tür tartışmalarda maalesef mantık dışı durumlar da devreye girebiliyor. Bu yüzden tartışmalar neticelenmeden bitiyor. Daha sonra yine neticelenmeyecek başka tartışmalar başlıyor. Münazara ilminde tahakküm ve mükabere denilen iki terim vardır. Tahakküm; delilsiz bir davayı baskıyla kabul ettirmeye çalışmaktır. Mükabere ise; delille isbat edilmiş bir şeyi demagojiyle reddetmektir. Bu iki durum da münazara ilmi âlimlerince münazaranın usulüne uymayan ve dikkate alınmayacak iki durum olarak kabul edilmiştir. Şahsen ben, ateistlerin tartışmalarda hem tahakküm, hem de mükabere yolunu tercih ettiklerini düşünüyorum. Şöyle ki: Allah’ın varlığını ispat için biz “Bir harf kâtipsiz, bir ev ustasız, bir köy muhtarsız olmaz” dediğimiz zaman, ateistlerin kızdıklarını görürüz. “Bu ne biçim delil?”, “Bu çok basit!” gibi sözlerle, bizim söylediğimiz sözün delil olamayacağını, bununla onları ikna edemediğimizi ve edemeyeceğimizi iddia ederler. “Bir harf kâtipsiz, bir ev ustasız, bir köy muhtarsız olmaz” cümlesi gerçekten basittir. Fakat mantıklıdır. Tartışmada delilin basit olması veya fevkalade acayip olması önemli değildir. Mantıklı olması önemlidir. Ateist olanların bu delili “basittir” diyerek reddetmesi yanlıştır. Yapmaları gereken bu sözü delil ve ispatla çürütmektir. Eğer bu sözü çürütemezlerse kendi davalarının bu kadar basit bir delille yıkıldığını, yıkılacağını kabul etmek zorundadırlar. Aslında onları kızdıran, rahatsız eden de budur. Onların bu hali mükabereye, yani delile delille değil, baskıyla demagojiyle karşılık vermeye örnek gösterilebilir. Keza ateistler, tahakküm yolunu da ustalıkla kullanmışlardır. Şöyle ki: Ateizm akla, mantığa, ispata değil, bir kabule istinad eder. Örneğin evrimciler “Dünyada ilk defa hayat nasıl oluştu?” sorusuna “tesadüfen” derler. “Bir tek hücreden diğer varlıklar mutasyon yoluyla evrimleşerek nasıl oluştu?” bu da “tesadüfen”. Peki, bu tesadüflerin bir ispatı var mı? Tabii ki yok. Tesadüf, adı üstünde, tesadüfün kuralı, kaidesi, ispatı olmaz. Burada tesadüfün, olasılık (ihtimal) hesapları açısından durumunu ele alalım: Elimizde 1’den 10’a kadar rakamlanmış pullar olsun. Bu pulları bir torbaya koyup, rastgele çektiğimizde 1 rakamının gelme ihtimali 10’da birdir. Fakat pulların birden ona kadar sırayla çıkma ihtimali ise 10 milyarda bir ihtimaldir. (10.000.000.000). Üstelik bu bir ihtimaldir. Yani 10 milyar defa pulları çekme işini tekrarladığımız zaman 10 milyara geldiğimizde bu pullar sırayla muhakkak çıkacak diye bir kural da yoktur. Eğer yalnızca 1’den 10’a kadar pulların sırayla çıkması 10 milyarda 1 ihtimal ise, vücudumuzdaki had ve hesaba gelmez atomların, hücrelerin, organların oldukça karmaşık, ama intizamlı bir şekilde dizilmeleri kaçta kaç ihtimaldir. Bunu bütün bitki, hayvan ve insan vücutları için bir düşünün. Bütün bunların tesadüfe havale edilmesi yalnızca önyargı ve şartlanmışlıktan kaynaklanmaktadır. Yani ateistler bir kabulle hareket ediyorlar. Onlar “Ben böyle diyorum ve bu böyledir” iddiasındalar. Martin Lings “Antik İnançlar ve Modern Hurafeler” adlı kitabında şunları anlatır: Sarbonne Üniversitesi zooloji eski profesörlerinden Yves Delage şöyle der: “Bugüne kadar bir başka türün atası olan her hangi bir türe rastlanmadığını, böyle bir şeyin bir kerecik olsun gerçekleştiğini gösteren hiçbir kanıt bulunmadığını kabul ediyorum. Ama yine de evrimin nesnel olarak kanıtlanmışçasına doğru olduğuna inanıyorum. Sözün kısası bu konuda bilimin bizden beklediği, kendisine iman etmemizdir. Ve gerçekten de evrim düşüncesi, genel olarak bir tür ilham edilmiş gerçek kılığında ileri sürülmektedir.”1 Encyclopedie Française’in (canlı organizmalarla ilgili) 5. cildini hazırlayan Fransız jeoloji uzmanı Paul Lemoine çeşitli yazarların makalelerinden sonra, sonuçta şunları söylüyor: “Bütün bunlar gösteriyor ki, evrim kuramı imkânsızdır. Aslında dış görünüşe rağmen, artık hiçbir kimse evrim kuramına inanmamaktadır... Evrim, artık çobanların inanmadığı, ama sürülerinin selameti bakımından savunmayı sürdürdükleri bir tür dogmadır.”2 Bu yönüyle ateistlerin evrimi kabul ettirmek için, tahakküm yaptıklarını söyleyebiliriz. Yani delilsiz bir iddia, sanki ispat edilmiş gibi büyük bir yaygarayla herkese kabul ettirilmek isteniyor. Şu fıkrayı bilirsiniz, ama ben yine de anlatayım: Temel arkadaşlarına bilmece sormuş “Saridur, kafeste durur, cik, cik öter, bilün bakayum bu nedir?”. Arkadaşları “Kanarya, bülbül” falan deyip bütün öten kuş cinslerini saymışlar, nafile Temel hep “Yanlış” demiş. “Bilemedük, sen söyle!” demişler. Temel “Hamsidur” demiş. Arkadaşları kızmışlar “Hamsi sarı olur mu?” demişler, Temel “Boyadim oni” demiş. “Kafeste olur mu?” demişler. “Koydum oni” demiş. “Cik cik öter mi?” demişler. Temel gülmüş “Bu da bilmecenin şaşırtmacasidur” demiş. Ateizm, Temel’in bilmecesi gibi bir bilmecedir. Martin Lings, Antik İnançlar ve Modern Hurafeler, Ağaç Yay., İst., 1991, s. 10a.g.e., s. 11

İdris TÜZÜN 01 Haziran
Konu resmiEn Büyük İnkılâb
Tarih

Hz. Ömer (ra) bir orduyu İran’ın fethine yollar. Ordu, büyük bir İran ordusuyla karşılaşır. İranlı komutan bir elçi taleb eder. Elçi olarak Muğîre bin Şu’be (ra) uygun görülür. Vâli, tercüman vâsıtasıyla Hz. Muğîre’ye (ra) istiskal edici bazı sözler sarf ederek şöyle sorar: “Siz nesiniz? Siz Arablar, yine açlık ve yokluğa uğradınız da onun için geldi iseniz, size gıdâ yardımı yapalım da dönün! Siz Arablar, en çok açlık çeken, her çeşit hayırdan en uzak olan kimseler değil misiniz? Ben şu esirlere emrederek sizi oklarla düzene sokmalarını da isteyebilirdim, ama leşlerinizden iğrendiğim için bunu yapmadım.” Hz. Muğîre (ra) Allah’a hamd ve senâdan sonra şu cevâbı verir: “Bizim sıfatlarımızla ilgili olarak söylediklerinizde hiçbir hata yapmadınız. Gerçekten biz öyleydik. Ama Allah, bize Resûlünü (asm) gönderince iş değişti. Doğru, biz Arab kavminden kimseleriz. Daha önce şiddetli sefâletler, dehşetli derbederlikler içindeydik. Açlıktan derileri ve hurmâ çekirdeklerini emerdik. Giydiklerimiz deri ve kıl, taptıklarımız taş ve ağaçlardı. Ancak biz bu halde yaşayıp giderken, göklerin ve yerlerin Rabbi olan Allah, aramızdan atasını ve annesini tanıdığımız birisini peygamber olarak yolladı. Rabbimizin elçisi olan Peygamberimiz (asm), bize bir olan Allah’a ibâdet etmenize veya cizye ödemenize kadar sizinle harb etmemizi emretti. Hem Peygamberimiz (asm) bize, Rabbimizin risâletini bildirdi. Buna göre, bizden kim öldürülürse cennete gidecek, benzeri görülmemiş ni‘metlere kavuşacaktır.  Bu sebeple biz ölümü, sizin hayatı sevdiğinizden daha çok seviyoruz. Sağ kalanlarımız da sizleri esîr alacaktır.” 

İrfan MEKTEBİ 01 Haziran
Konu resmi2010 Kur'ân Yılı Ve Haziran Ayı
İbadet

Tarihler 571’i gösterdiğinde sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) dünyayı teşrif etmişlerdi. O nurun gelmesiyle kötülükler kalkmaya, iyilikler her tarafı kuşatmaya başlamıştı. Kâinatın var olduğu günden bu yana ismi her lisanla yankılanan Efendimiz, nihayet âlem-i şahadette mühim yer işgal eden meydan-ı imtihana, küre-i arza gelmişlerdi. Takvimler 610 tarihini gösterdiğinde ise, Hıra mağarasında başka bir nur parlamıştı. Ki o nur, kelam-ı ezeli olan Kur’ân-ı Azîmüşşan’dır. Günümüzden on dört asır önce kâinatın nurunun ağzından dökülüp bütün kalplere ışık salan o nur, elhamdülillah şimdi yeniden parlamaya başladı. Binaenaleyh Diyanet İşleri Başkanlığı, dinimizin temel kaynağı Kur’ân-ı Kerim’in, Peygamber Efendimiz (sav)’e vahy edilmeye başlanmasının 1400. yılı münasebetiyle 2010 yılını  ‘Kur’ân Yılı’ ilan etmiştir. Ve toplumu Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz konusunda daha etkili bir şekilde bilgilendirmeyi planlamış ve bu çerçevede bir dizi program düzenlemiştir. Bu meyanda Mart ayında, 2010 Kur’ân yılı etkinlikleri tanıtım toplantısı açılış konuşmasında şu açıklamalar yapılmıştır:  “Planlanan bu faaliyetler ve yapılan ‘Kur’ân’la buluşma’ çağrısı, modern insanın sadece Kur’ân’la bilgilenmesi imkânı değil, aynı zamanda Kur’ân ikliminde soluklanması, Kur’ân ahlâkı kazanması, ilahî kelâmın esintisi ile üzerindeki ölü toprağı silkeleyerek dirilmesi, varoluşa hikmetle bakarak ve kalp gözünü açarak huzur bulması fırsatıdır. Bunun için de herkesi, bu vesileyle, başta Yüce Kitabımız olmak üzere insanı ve varlık âlemini konu edinen, insanı yücelten ve hayatı anlamlı kılan her şeyi okumaya ve anlamaya davet ediyoruz.”1 TOPLUM HAREKETİ Diyanet İşleri Başkanlığı söyleminde şekillenen bu hareket, esasında bir toplum hareketidir. Herkesin kendisine vazife bilmesi gereken bir konudur. Gerçi Müslümanlar İslâmiyet adına en kötü hareketlerin ve hakaretlerin yapıldığı dönemlerde de bu vazifeden geri durmamışlardır. Fakat şimdi durum biraz daha farklıdır. Hem kendi adımıza hem de bütün dünya insanlığı adına bu hizmet ehemmiyet kazanmaktadır. İslâmiyet’te misyonerlik müessesi yoktur. Her bir Müslüman fert, kendisini her zaman ve yerde tebliğle mükellef bilmek durumundadır. Şimdi devlet bünyesinde başlatılan bu harekette her bir İslâm ferdi gayret etmeli, bildiğini aktarmak konusunda şuurlu davranmalıdır. Kendi eksiklerini gidermekle birlikte, etrafındakilere yardımcı olmanın çabasında olmalıdır. Kimse işi bir başkasına bırakmadan, kendi vazifesi bilerekten Kur’ân nurunun her zemine, her kalbe, her zamana taşınmasına gayret göstermelidir. HAZİRAN AYI: KUR’ÂN AYI Malumunuz memleketimizde Haziran ayı ilköğretim okullarının yaz tatiline girdiği dönemdir. Yine memleketimiz adına Haziran ayı, yazın çiftçilerin bütün çabalarının karşılığını alacakları hasat aylarından daha kıymetli zamanlardır. Çünkü geleceğimiz olan yavrularımızın Kur’ân’la buluştuğu zamanlardır. Madem bu yıl Kur’ân yılı, o zaman öncelikle çocuklarımızın Kur’ân’la buluşmasını temin etmeliyiz. Bütün maddî manevî varlığımızın gelecek asırlara taşıyıcıları olan yavrularımızın -Sn. Bardakoğlu’nun açılış konuşmasında da belirttiği- Kur’ân iklimine girmesi ve Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanması konusunda duyarlı davranmalıyız. Nazarlarını Kur’ân’a çevirecek yollar aramalıyız. Ahir zaman oyuncaklarının dehşetli ağına ve zehrine kapılmış veya kapılma tehlikesinde olan gözbebeğimiz evlatlarımızı, Kur’ân’ın dünyasında ve zemininde büyütmenin erdemini hep beraber tatmaya çalışmalıyız. NELER YAPILABİLİR? Öncelikle etrafımızdaki insanlar bu konuda uyarılmalı. Bu konuda engel olabilecek şeyler ortadan kaldırılmaya çalışılmalı. Çocukları özendirmeli, önceden beri devam eden başarılı öğrencilere hediye verme işinde elimizi taşın altına sokmalıyız. Bu konuda zengin Müslümanlar daha duyarlı olmalı, bu konuda yetkililere destek vermelidir. Diyanet kadrosu her ne kadar kalabalık olsa da sadece onların gayretiyle de olmaz. Her mahalle, her apartman, her toplumsal mekân bu işler için düzenlenmeli. Din görevlilerine yardım etmenin planları yapılmalı. Gerekiyorsa izinler İmam-Hatipler ile görüşülüp bu tarihlere kaydırılmalı. Dernekler, lokaller, sosyal bütün inisiyatif sahipleri bu konuda kendilerini vazifeli bilmeli, kendi bünyelerinde bu amaçlı faaliyetler planlamalı. Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan bilgi alınmalı; hatta mevzubahis Kur’ân ise, sivil hareket olarak başkanlığın kapısı aşındırılmalıdır. Camiler sadece namaz kılınan mekânlar olmaktan çıkarılıp, sosyal etkinliklerin yapılmasında tercih edilen mekânlar haline getirilmeli. Hatta çocukların ilgisini çekmek ve camiye gelmelerini temin etmek cihetinde oyun alanları, parklar vb. yapılmalı. Belediyeler bu konuda destek vermelidir. DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI’NA TEŞEKKÜR Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Kur’ân’ın manevî ikliminde yüz ağartıcı bir hayat yaşamamızı ve tüm insanlığın O’nun evrensel davetinin hedeflediği birlik, beraberlik, kardeşlik, sevgi, huzur ve barış içinde bir hayat sürmesini Yüce Allah’tan niyaz ederim.” Duasına bütün mümin kalpler adedince “Âmin!” diyoruz. Böylesine anlamlı bir hareket ve planlanan faaliyetlerden dolayı başkanın şahsında bütün Diyanet camiasına teşekkür ediyoruz. Lütfen sizler de halka bigâne kalmayınız. Bu süreçte, bütün insanlarımızın yardımlarından istifade ediniz. İyiye, hayra ve güzele talip ve hizmetkâr olan bütün herkesin Allah’ın yar ve yardımcısı olması niyazıyla, Ferd, Hay, Kayyum, Adl, Hakem ve Kuddüs olan Rabbimden muvaffakiyetler diliyorum. Her anımız ve halimiz Kur’ân’la olsun! Geniş bilgi için bkz: http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/Diyanet-Isleri-Baskanligi-Duyuru-5761.aspx

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Haziran
Konu resmiKur'ân'dan Alıp ilhamı, Asrın İdrakine Söyletmeliyiz İslâm'ı*
İbadet

“Ortada hakikati en güzel şekilde ortaya koyan kutsal bir kitap varken ve o kitap 1400 yıl boyunca muhafaza edilmişken nasıl olup da böyle birbirinden çok zıt yorumların ortaya çıktığını, bu mesaja uygun olmayan durumların yaşandığını emin olun anlamakta zorlandım ve zorlanıyorum. Elbette farklı yorumlar, farklı tefsirler olacak, bunu yadırgamıyorum. Hatta farklı fakat birbiriyle çatışmayan yorumları, tefsirleri gördüğümüz zaman Kur’ân’ın büyüklüğünü ve zenginliğini daha iyi anlıyoruz. Ama eğer Kur’ân bir kesim tarafından hayat veren kitap olarak algılanıyor diğer bir kesim tarafından bunun tam tersi bir şekilde algılanıyorsa, burada biz Müslümanları ilgilendiren çok ciddi bir mesele olduğu kaçınılmaz bir gerçektir. Kur’ân’ın özellikle Batı dünyasında ve toplumlarında farklı şekillerde algılanmasında elbette art niyetin ve propagandanın etkisi var. Ama bu ön yargıları gidermek için ne yaptık? Hatta bu ön yargıları oluşturacak ne yaptık? Bunu da kendimize sormamız ve öz eleştiriyi artık gecikmeden yapmamız gerekiyor. Merhum Mehmet Akif ne güzel ifade etmiş; ‘İbret olmaz bize, her gün okuruz ezberde/Yoksa bir maksat aranmaz mı ayetlerde?/Lafz-ı muhkem yalnız, anlaşılan, Kur’ân’ın/Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz mananın/Ya açar Nazm-ı Celil’in, bakarız yaprağına/ Yahut üfler geçeriz, bir ölünün toprağına’. Esasen Akif’in gönül ve hikmet diliyle ortaya koyduğu bu dizeler, benim bahsettiğim o farklı algılamaların sebebini de gayet açık bir şekilde ortaya koyuyor. Evlerimizin odalarında, duvarlarında asılı durur ama bunun için değil tabii hikmeti nüzulü... Safahat’ın bir başka yerinde de şunları söylüyor Akif, bu hele bizim için çok daha önemli; ‘Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı’. İşte bunun üzerinde ısrarla durmamız gerekiyor. 1400 yıl önce ‘Oku’ emriyle nazil olmaya başlayan ve Akif’in dediği gibi idraki kuşatması gereken bu ilahî kitabın müntesiplerine, açık söylüyorum, böyle bir manzara yakışmıyor. Aydınların, yazarların, bilim adamlarının özellikle de din âlimlerimizin bu soruyu çok daha yüksek sesle, çok daha gayretli biçimde sormaları ve sorgulamaları gerektiğine inanıyorum.’’  *Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (3 Mart 2010, Kur’ân Yılı açılış konuşmasından)

İrfan MEKTEBİ 01 Haziran
Konu resmiİstiğfar, İtirfa, İstikrar
İtikad

Bir kabahat ne kadar büyük olursa olsun itiraf edilmesi onu işleyene karşı merhamet nazarının uyanmasına sebebiyet verir. İnsan ilişkilerinde bu durum o kadar kıymetli bir davranıştır ki, adalet kavramında da yerini alır ve her zaman suçun itiraf edilmesi adli makamlarca suçlu lehine bir davranış olarak yorumlanır. Bu mesele bizim hanelerimizin saadetleri olan evlatlarımızla da çokça yaşadığımız bir meseledir. Evlatların bazı küçük kusurlarına hiddetle sinirlenip “kim yaptı” dediğimizde bize cevaben açıkça “suç bende” dediklerinde bizdeki hiddet gider, yerine şefkat gelir. Zira bir itiraf söz konusudur ve bu da erdemli bir davranıştır.  İşte Rabbimiz de biz kullarına karşı nihayetsiz şefkatlidir. Yeter ki yaptığımız hataları ve kusurları idrak edip onun dergâhına itiraf edelim. İşte o zaman “Bana arz dolusu hata ile gelsen, seni arz dolusu mağfiretimle karşılarım1” müjdesi ile karşılaşırız. Efendimiz (asm) de istiğfarların Efendisi diye bildiğimiz “Seyyidü’l-İstiğfar” duasında bize böyle dua etmeyi tavsiye ediyor. “Üzerime olan nimetini kabul ediyor ve günahlarımı itiraf ediyorum”.  Hem tevbe öyle bir hakikattir ki Cenâb-ı Hakk’ın varlığına, büyüklüğüne apaçık bir delildir. Ancak ve ancak O’nun (cc) günahları af edebileceğini bilerek günahları itiraf edip tevbe etmek Allah’a (cc) ve Resulüne (asm) iman eden bir mü’min için ne kadar izzetli ve şereflidir. Bir ciheti de bu olmalıdır ki sevgili Peygamberimiz (asm) “Ey insanlar! Rabbinize tevbe edin. Allah’a kasem olsun, ben, Rabbim Tebârek ve Teâlâ Hazretlerine günde yüz kere tevbe ederim2” buyuruyor. Efendimizin ifade şekli çok anlamlıdır “Rabbim Tebârek ve Teâlâ Hazretlerine” diye ifade buyurmuş, sanki bu tevbelerden ne kadar mutluluk duyduğunu ifade eder gibi.  Önemli bir konu da itirafdan sonra bir daha günaha dönmeme konusundaki istikrardır. Zira izzetli bir Müslümana yakışan odur ki, Allah’a söz verdikten sonra sözünü tutsun ve istikrar göstersin. Yoksa bu kadar kıymetli olan tevbe ibadeti ciddiyetten uzaklaşır. İtiraf ile Cenâb-ı Hakk’ın dergâhında elde edilen güzellik, sürekli günahların tekrar edilmesiyle kaybedilebilir. Günâhlara tevbe etmeyi gecik­tirmenin, Allahü Teâlâ’ya karşı mağrûr olmak, kibirli olmak anlamına geleceğini idrak ederek3, Günahlarımıza tevbe etmememizin, işlediğimiz günahlardan daha büyük bir günah olduğunu bilerek4,  Tevbe, istiğfarın bir hazine olduğunu unutmayarak5, Rabbimizle dertleşerek, itiraflarımızı arz ederek, ıssız gecelerimiz ve kimsesiz saatlerimizi tevbelerle süslemeliyiz.  Sevgili Üstadımızın bizlere esaslı bir nasihati ile bitirelim.  Bizler lâyık-ı vechile (hakkını vererek) eda-yı ibâdette (ibâdetlerimizi yerine getirmekte) aczimizi itiraf ederek istiğfar ile tazarru ile (tevazuu göstererek), merhamet-i İlahîye dehalet ediyoruz (Allah’ın merhametine sığınıyoruz). Aczimiz, kusurumuzun af olunması ve kasır (kusurlu, eksik) amellerimizin kabul olunması için bir vesilemiz olur inşallah6. İtiraf ve istikrar ile daima istiğfar da kalınız.  İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 11/537-538.İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 7/124.İslâm Kültürü Ansiklopedisi, 3. cilt, İstiğfar-tevbe bahsi.Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Günâhlara tevbe etmeyi gecik­tirmek, Allahü Teâlâ’ya karşı mağrûr olmak, kibirli olmaktır.”İslâm Kültürü Ansiklopedisi, 3. cilt, İstiğfar-tevbe bahsi.Büyük velîlerden Ebû Câfer bin Sinan (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: “Bir kimsenin işlediği günahlara tevbe etmemesi, o günahı işlemesinden daha kötüdür.”İslâm Kültürü Ansiklopedisi, 3. cilt, İstiğfar-tevbe bahsi.Horasan’ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki:TEVBE BİR HAZÎNEDİRNURSİ, Said (Bediüzzaman), Risâle-i Nur Külliyatı, Nurun ilk kapısı, sayfa 162.

H. Sabri COŞKUN 01 Haziran
Konu resmiDuâm Niçin Kabul Olmuyor?
İbadet

Duâ lügatte, Allah’a (cc) karşı rağbet, niyaz, tazarru, yalvarmak,  Cenâb-ı Hak’tan hayır ve rahmet dilemek. Allah’ın rızasını talep etmek, Allah’tan hidâyet ve istikamete muvaffakiyeti dilemek,  Peygamber (asm)’a salâvat getirmek gibi mânâlara gelmektedir. Furkan Sûresi 77. âyette Cenâb-ı Hak buyuruyor ki; (Ey Resûlüm!) De ki: “Eğer duânız olmasa, Rabbim size ne diye ehemmiyet versin?” Yine Mü’min Sûresi 60. âyette mealen şöyle buyrulmaktadır: “Bana duâ edin, size icabet edeyim (duânıza cevap vereyim)!” “Eğer denilse: ‘Birçok defa dûa ediyoruz, kabul olmuyor. Hâlbuki âyet-i kerime umumidir, her dûaya cevap verileceğini ifade ediyor?” Bu suale karşı denilebilir ki: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dûa için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem aynı matlubu vermek, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine tâbidir. Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: Yâ Hekim! Bana bak. Hekim karşılık verir: Lebbeyk (buyur), Ne istersin? Çocuk: Şu ilâcı ver bana der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hâzır ve nâzır olduğu için, abdin dûasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevaperestâne ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizâsıyla ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.  Eğer çokça dûa ettiğimiz halde arzu ettiğimiz netice hâsıl olmuyorsa; dûam kabul olmadı deyip böylesine mühim bir ibadet terk edil(e)mez. Bilakis, dûa bir ubûdiyet olması itibariyle bu ibadete devam edilir ve inşâallah daha güzel bir surette kabul edilmiştir denilir. Zira bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Eğer bir kul, Cenâb-ı Hakk’a bir hususta duâ eder de icâbet olunmazsa onun yerine bir hasene, yani bir sevâb yazılır.” (Kenzû’l-irfân, 57) Yine bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Bir farz namazını huşû’ ile eda eden kimsenin o namazın akabinde vaki’ olacak bir dûası müstecâb olur.” (Buhârî, Cihâd, 180) Enfâl Sûresi, 9. âyette şöyle buyrulmaktadır: “Hani Rabbinizden yardım istiyordunuz da: Şüphesiz ben size ardı ardına (gelen) bin melekle yardım ediciyim! diye duânızı kabûl etmişti.” Resul-i Ekrem (asm), Bedir Harbi başlamadan evvel ashâbının azlığı, müşrik kuvvetlerin çokluğu sebebiyle kıbleye dönüp, mübarek ellerini açarak: “Yâ Rab! Bana vaat ettiğin zaferi ihsan eyle! Eğer şu cemaati helak edecek olursan, artık yeryüzünde sana ibâdet edecek kimse kalmaz!” diye devamlı olarak niyaz ediyordu. Cenâb-ı Hakk, Habîbinin bu dûasını kabul etti ve yardım için bin melek gönderdi. Bu melekler atlar üzerinde, beyaz elbiseli ve beyaz sarıklı insanlar şeklinde görülmüştü. Rivayetlerde sarıklarının, omuzlarından aşağı sarkan taylasanları da olduğu bildirilmektedir. Sarığın, Allah’ın hoşnut olduğu İslâmî bir giyecek olduğu bu rivayetten de anlaşılmaktadır. (Kurtubî, c.2/4, 193–196) Ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dûa gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış, a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık. Bir sultan gibi bütün kâinatın dûalarını, kendi dûan içine al! Ey insan! Eğer yalnız ona abd olsan, bütün mahlûkat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubudiyetten istinkâf etsen, âciz mahlûkata zelil bir abd olursun. Eğer enâniyetine ve iktidarına güvenip tevekkül ve dûayı bırakıp, tekebbür ve davaya sapsan; o vakit iyilik ve icad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zayıf düşersin. Şer ve tahrib cihetinde; dağdan daha ağır, taundan daha muzır olursun. Ey nefis! Ubûdiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Hâlbuki buna da tembellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem niçin dûam kabul olmadı diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hakk Cennet’i ve saadet-i ebediyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen, daima rahmet ve keremine ilticâ et. Ona güven ve fermânını dinle!

Ali CİRİT 01 Haziran
Konu resmiMezar Kitabeleri
Kültür ve Medeniyet

En büyük nasihatci ölümdür. Bu yüzden ‘Nasihat istersen ölüm yeter’ sözü darb-ı mesel olmuştur. Ölüm, vurdumduymaz hayatımızı dizginleyen ilahî bir ikâzdır. Ölüm, gençlerin sefâhatte gitmemesi gerektiğinin ilk dersidir ve dünyaya neden gönderildiğimizin sırrını barındırır içinde. Hayat meşgalesinde bazen kafamıza inen bir tokat olur ve ayağımızı düzgün atmamız gerektiğini harf harf hatırlatır cümlemize. Ama biz insanlar yine gaflet sarhoşluğunda ilerlemeye devam ediyoruz ve yakın çevremizde ölen birileri oldukça hayatımızı biraz düzeltiyor daha sonra acısı dinince de devam diyoruz eskiye! Bir gün apansızın gelen kararla ‘mühlet tamam’ denilecek, biliyor ama yine de kırık cam parçalarını elmasa tercih etmeye devam ediyoruz. Ellerimize batan, ruhumuzu kanatan ve gözlerimizi karartan cam kırıkları… Yarım kalan hayallerle son nefesimizi verdiğimizde, hiç bitmeyecek zannettiğimiz hayatımız sönüp bittiğinde ve nefsimizin sadece kendine yakıştıramadığı ölümün nihayetinde bize de yakışacağı o gün de,  çare kimde, kaçış nereye? Şairin dediği gibi: Bak gök mavi, ummân mavi, gülyüzlü terâneDünyâda yetim kim, kime kalmış ki bu hâne.Fermanla gidip bir daha dünyâya dönüş yokHasmın mı ölüm şimdi, yarın gelse kaçış yok.Yâr olmadı nemrûda cihân, sır; iki perdeBin yıl yaşayanlar ne bırakmış, izi nerde.Vuslat gelecek çünkü nebîler de mezardaDünyâ ebedî olsa bu hicran niye var da.Üç gün yaşadık, kış gelecek sonrası nîsanArtık yumuşak sînede cân vermeli insan.Yollar kısa hem pek de çetin, âhiri toprakSultanları bilmez ki ölüm, her diriliş hak. Dünyaya ölmek için geldiğimizi ve hatta dünyanın dahi ölümlü olduğunu unutmamak gerek. Dünya bizi içinden çıkarıp atmadan biz onun muhabbetini kalbimizden çıkarmalı ve dünyaya ait hiçbir şeyi hakiki manada kalbimize bağlamamamız lazım. Yoksa manevî fillerimiz kalbimizi tatmin edemez ve eksik kalır. Kabristanlar ah-u figan eden kitabelerle dolu. Ölülerin başuçlarındaki o kitabeler dünya hayatının bütün cazibesine ve doyumsuzluğuna rağmen ne kadar aldatıcı olduğunu öğretir bize. Biraz da onlardan dinlemek lazım hayatı. Elimden geldiği kadar gitmeye çalıştığım Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesinde bu defa ilginç bir eserle karşılaştım; Mezar ve Şiir Kitabeleri. İbrahim Aczi KENDİ (1883-1965) tarafından kaleme alınan bu eser 12 Nisan 1335 (1917)’de Konya Hatunsaray’da telif edilmiş, sonradan yer yer ilaveler de yapıldığı görülmekte. Müellifin ilk paragrafı: ‘1314 (1896) tarihinden beri pür merak neticesi ziyaret ettiğim kabristanlarda görüp okuduğum, her biri hazin fakat insanı, hayatı, halleri ifade eden şiirleri mezar taşlarından istinsah ederek not ederdim. Yıllardan beri perakende (dağınık) cep defterimde olduğu için, hepsini bir yere alarak toplu bulundurmayı düşündüğümden bu mecmuayı yazdım. Acı, tatlı geçen insan hayatı neticede toprak altına girip yatmak olduğundan, onların başuçlarındaki bu garip şiirler, canlı ve manalı mahiyet altındadır.’ Bütünü 54 varak (108 sayfa) olan bu eserden birkaç kitabeyi paylaşmak istiyorum; Bir gonca idim, tez soldum ahVermedi ecel mühlet nâgâhBeka yok, ey zail ibret alHayat bir zıll-ı hayal her gâhBinbaşı El-hac Hasan AğaDefteridir bu mühr ü mâhBahşedip bir Fatiha sen de Ruhuna âmin hâh. h.1274 (m.1858)Bütün ömrüm naz ve naîm içindeGeçti fakat cümlesi de yalanmışNihayet mesken bu toprak içindeKibir, gurur, ihtişamlar ziyanmış. h.1313 (m.1897)İlâhi! Rûz-u mahşerdeBana güna gün ecir eyleNe dertlerle hela oldumŞühedâ ile haşr eyleSana kurban edip cânımEyledim türab meskeniRahimsin, ab-ı rahmetinleKülli isyanım affeyle. h.1235(m.1820)Ömrünün baharı tez geldi geçtiEcel genç yaşta Güzide’yi seçtiEzeli mukadder bu emr-i haktırRuhuna Fâtiha çünkü o paktır. (1944)Sürdüm bunca ömür; acı, tatlıGörmedim bir vefa fani cihandaMeğer zıll-ı hayalmiş sürdüğüm demlerSebat yokmuş asla rütbe nişanda. h.1261(m.1845)Gece derse bakarken odamdaPencereden taca kurşun kıydı hayatımaBilmem neden bî günahtım o demdeHainler sebep oldu genç iken memâtıma. h.1316 (m.1899) (Bozkır’ın Tahtalı köyünden ve talebe-i ulûm Hasan Efendi ruhuna…) Sebepler ne olursa olsun ölümün belirli bir yaşı yok ve ecel, genç ihtiyar dinlemiyor. Bize âhireti hatırlatan mevte hazırlıklı olmak herkesin en birinci vazifesi. Nefsimize biraz daha gem vurmak için ölümü ölenlerden dinlemek lazım sanırım. Kabristanlar ürktüğümüz mekânlar değil,  bize ders verir, birer muallim olur her mezar taşı. Bu nazarla gitmeli oralara ve bir Fatiha yollanmalı mümin kullara. Zira âkıbet bu. Ki unutulmamak için unutmamak lazım değil mi!  

Zafer ŞIK 01 Haziran
Konu resmiBereket Ayları
İbadet

Çalışmadan hasat (netice) alınılmıyor. Ancak şartlarına riâyet ederek çalışıp, neticeyi Allah (cc)’den beklemek gerekiyor. Bir de gayretleri ziynetlendirecek/bereketlendirecek öyle zamanlar vardır ki, hazîne-i rahmetten (Cenâb-ı Hakk’ın rahmet hazînesinden) ihsân edilir. İşte Üç Aylar bu kıymetli zaman dilimlerinden bir tanesi ve en önemlisidir. Bu husus sevgili Üstadımız Bedîüzzaman Hazretleri (ra) tarafından da bir “cülûs merasimi”ne benzetilir.1 Üç Aylar’ın en dikkate alınacak noktası şudur ki; Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti bu zamanlarda sümbüllenir ve az ile çok kazanılır. Hâlbuki insan hayatı çok kısadır ve dünya hayatına nispeten nihâyetsiz uzun olan âhiret hayatının bu kısa hayatta kazanılması zordur. Bu hakîkati de en iyi bilen ve takdîr eden Rabbimizdir ki bu takdîrin neticesinde bu gibi hususî zamanlar bizlere ihsân edilmiş ve değerlendirilmelerini beklemektedirler. Resûlullah Efendimiz (asm) hakikaten eşsiz anlamlar yüklediği bir hadîs-i şerîfinde “Âhiret için orada sonsuz kalacağına göre çalış”2 buyurmaktadır. İşte Üç Aylar, mübarek geceleri, Ramazan Ayı, Kadir Gecesi, hatimler bu sonsuz kalınacak âhiret için azımızın çokça kabul edileceği zamanlardır. Daha doğrusu bizlere fırsatlar verilmektedir. 1’e on, 1’e bin, 1’e on bin, 1’e 20-30 bin gibi kazançları elde edebilecek fırsatlar. Öyle ki 1000 aydan daha hayırlı bir gece vardır ki, bir insanın yaklaşık 83,3 sene ömrüne karşılık gelir. Peygamberî bir ahlâk üzere ömr-ü hayatında sadece bu geceyi 40 defa hakkını edâ ederek geçiren bir insanın kazancı, takriben 3332 yıllık bir zaman dilimine karşılık gelir. Bu hâsılat da sonsuz kalınacak âhiret zamanı için Cenâb-ı Hakk’ı memnun edecek bir gayret sayılabilir. Bir de işin başka bir tarafı vardır ki, bu kadar ihsâna karşı lâkayt kalmak, yokmuş gibi davranmak ihsânı verene karşı bir hürmetsizliktir. İhsânı verenin bu cömertliğine karşı hürmetsizlik etmekten ciddiyetle kaçınılması gerekmektedir. Evet, önümüzde Üç Aylar gibi azamî bir ciddiyet ile hazırlanılması gereken bir zaman dilimi var. Kapımızı çalmak üzere. Her günü, her saati ve her dakikası çok kıymetli. Şimdiden rûhen ve bedenen hazırlık yapılması gereken ve planlamaların önceden hazırlanılacağı bir zaman dilimi. Azimle, kararlılıkla ruhî ve bedenî bir terbiye zamanı. Gıybetten, dedikodudan, çok konuşmakdan uzak her türlü günahtan kaçınarak, Cenâb-ı Hakk’a nihâyetsiz derecede muhtaç olduğumuzun bilinci ile istiğfar ile zamanı çok iyi planlayıp değerlendirerek Kur’ân ile ibâdet ile ilim öğrenmek ile Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetini kazanmak ile geçirilecek bir zaman dilimi. Unutulmamalıdır ki, beklenen gelir ve geçer, önemli olan geldiğinde nasıl karşılandığı ve ne kadar istifâde edildiğidir. Giden geri gelmez, bir sonra gelecek Üç Aylar’ın ise bize kavuşacağının hiçbir senedi yoktur. Âcizâne bütün Müslümanların mübârek Üç Aylarını tebrik ederek, olabilecek en üst seviyede bir istifâdeyi Cenâb-ı Hakk’ın hepimize fazlından, kereminden ihsân etmesini niyâz ederiz. Allah’a emânet olunuz.  Risâle-i Nur Külliyatı, Mektubat II, Osmanlıca nüsha, sayfa 252. İmam-ı Gazali, Hadîs-i Şerîf, Eyyühe’l-Veled

Yusuf Bahadır DEREN 01 Haziran
Konu resmiTevâfukatın Böylesi
Risale-i Nur

Şu misâfirhânenin şuurlu akıllı seyircisi insanoğludur. Fakat bu dünyaya câhil ve eğitilmek için geldiğinden her şeyi anlama süreci hemen doğduğunda paket program gibi kalbine yerleştirilmiyor. Belki kendisine lâzım olan bilgileri son nefesine kadar devam eden bir ta’lim ve terbiyenin neticesinde elde ediyor. Nihâyetsiz merhamet sâhibi olan Rabbimiz bizi lütuf ve güzellikler ile terbiye etmektedir. Çünkü O’nun rahmeti gazabını geçmiştir. Bu terbiye; bazen bir hakîkati hayat dersleri şeklinde öğretmek, bazen de tasarrufu bize âit olmayan işlere -akılsızlığımızdan parmak karıştırmamız sebebiyle-  başımıza vurmak şeklinde tezâhür etmektedir. Bütün tasarrufunda Cemîl ve Latîf olan Rabbimiz bu öğrenmeyi daha da güzelleştirmek ve mânidâr kılmak için bir kısım tevâfukât ile bu terbiye dönemini tezyin etmektedir. Mevzumuzu bir arkadaşımızın başından geçen iki hâdise ile pekiştirelim. Anlatımın orijinalliğini korumak için iki misali de arkadaşımızın ağzından anlatacağım: “TILSIMLI İŞÂRET” “Bir Pazar günü Manisa’nın meşhur Sultan Camii’nde (Nisan ayındaki mesir macunu şenlikleriyle bilinir.) cemâat ile namaz kılmak maksadıyla ikindi ezanıyla birlikte câmiye girmiştim. Sünnet ve farzın bitiminde müezzinin nağmeli sadasının eşliğinde tesbihâtımızı, duâmızı ve aşır kırâatini tamamladık. “Huzur, sükûnet ve mağfiret vesîlesi” olan Tercüman-ı İsm-i A’zam duasını okumaya başlamıştım ki sağ tarafımda seksen yaşlarında sakallı, nurânî yüzlü, kaşkolunu sarık haline getirmiş bir ihtiyarın bana doğru yöneldiğini hissettim. Hakîkaten ağır ağır adımlarla geldi ve yanımda durdu. Oturur vaziyette olduğumdan eli yüzümün önündeydi. Gayr-ı ihtiyarî hürmeten elini öptüm ve aramızda şöyle bir konuşma geçti: “İnsanların kalplerinin İslam’a ısınmaları için her gün 27 İhlâs oku” dedi nur yüzlü zât. “Her gün 27 İhlâs mı?” diye teyit etmek istedim. “Evet, 27 İhlâs” diyerek tekrarladı. “Tamam, inşâallah” dedim. Sözünü daha da pekiştirmek için şöyle devam etti: “Bak! Bunu ben söylemiyorum. Büyükler söylüyor” Bu cümle ile birlikte ağır ve vakarlı adımlarla yanımdan ayrıldı. Ben de tesbîhâtımı bitirip eve döndüm.” Buraya kadar olanlar her gün başımıza gelen alelâde hâdiseler sırasında görünmüştü bana. Ama onun mânidâr ve tevâfuk ciheti, geceleyin eski nüsha “Tılsımlar” eserinin 109. sahîfesini yazarken ortaya çıktı. Sayfamı itina ile tamamlarken son satırında kalemim “bir ihtiyar” yazacakken aklıma âniden ikindideki konuşmaları zihnim(e) hatırla(tıl)dı.  Cümle şöyle devam etmekteydi: “Bir ihtiyar bir hikmetin cilvelerini gösterir.”  Yazı sayfam böyle son bulduğu gibi ihtiyar da bir hikmeti tebliğ edip konuşmamızı bitirmişti. Ne acayip bir ders ve tevâfuk! Aslında cümlenin bütünü düşünüldüğünde “bizim ihtiyarı” uyanık bir akılla cımbızlamak mümkün değildi. Yani eğer o “bir ihtiyar” kelimesinin öncesinde konuşmaları düşünseydim; bu dersi almak mümkün olmayacaktı. Evveli şöyleydi: “ O tavırların her birisinin… Öyle harekât-ı muttarideleri vardır ki: Cam gibi altında bir kasıt, bir irade, bir ihtiyar, bir hikmetin cilvelerini gösterir.” “SORGUYA IŞIK VEREN LEM’A” Yine bir Pazar günü 17. Lem’a’nın 13. Noktası’nın medar-ı iltibas olan beş meseleden birincisini yazarken Celâleddin Harzemşah’ın söylediği “Ben Allah’ın emriyle cihat yolunda hareket etmekle vazîfedârım. Cenâb-ı Hakk’ın vazîfesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlup etmek onun vazîfesidir.” cümlesine zihnim takıl(dıttırıl)dı. Kendi kendime dedim ki “Bu hakîkati aslında birçok peygamber, evliya ve hatta nâmdar padişahlar ve komutanlar söylemiş olabilir. Üstadımız neden bu sözü Celâleddin Harzemşah üzerinden nakil etmiştir? Eğer bu risâlede ismi geçmeseydi, Nur Talebeleri belki çoklukla onu bilmeyeceklerdi.” Sorular silsilesi daha bitmemişti ki; -âdetim olmadığı halde- radyoyu açtım. Kanallar arasında gezmeye başladım. Bir ara bir “anlatım sesi” duydum ve o kanalda karar kıldım. İlk cümlesi zihnime şimşek gibi çaktı: “Celaleddin Harzemşah çoğu kez Moğol ordusunu az kuvvetiyle mağlup etmiştir. Savaş öncesi vezirlerine şöyle öğütte bulunurmuş: “Biliyorsunuz ki Cengiz’in ordusu çok güçlü; fakat bizim vazifemiz cihattır. Mağlûbiyet ve gâlibiyet Allah’ın işidir. Biz O’na karışmayız, ancak netîceye tevekkül ederiz.” İnanın çarpılmışa döndüm. Anlatılabilecek o kadar çok konu varken sorularıma karşılık, tarihimizde çok da bilinmeyen birisinden hem de bir az önce yazdığım satırların aynısını işitmiş olmam tesâdüfün her türlüsünü reddeden bir tevâfuktu. Şunu da anladım ki: Eğer Üstadımız bir şeyden bahsediyorsa; sebepsiz ve lüzumsuz değil. “Bir el” var ki yol gösteriyor. Kendi kendime de dedim ki: “Hiçbir söz tesadüfî değil, haddini aşıp karıştırma!” İşte; iki hâdise burada bitti. Dinleyenin hissesi olarak da içlerindeki bir iki tevâfuku ben söylemiş olayım. Birinci olay; Tılsımların 109. sahifesi ile alakalıydı. O sahifede dokuzuncu ve onuncu medarlar geçmektedir ki; sahife numarası da 10-9 dur. Ayrıca bu konu 29. Sözün 2. maksadıdır. O da 29-2=27 yapar ki 27 İhlâs’a latîfâne işâret etmektedir. İkinci olayı alâkadar eden sahîfenin sonrasında Üstadımızın “Ne mutlu o kimseye ki; kendini bilip haddinden tecâvüz etmez!” sözü bu hâdiseden alınması gereken derse güzel bir tevâfuk eserini göstermektedir. Hayatımıza ait güzel cilvelerle ve tevâfuklarla terbiye olabilmemiz temennisiyle…

Kudret UĞUR 01 Haziran
Konu resmiGüller Diyarından Güller Ülkesine
İbadet

Semâyı yıldızlarla donatıp, gecelerimizi aydınlatan, gök kubbemize türlü manzaralar ile süsleyen Rabbimiz, zeminin yüzünü de türlü renk ve kokularda çiçeklerle bezeyen, gözümüze ve gönlümüze ziyafet sofraları sermiş. Yıldızsız semâ düşünülemeyeceği gibi, çiçeksiz zemin de hayal bile edilemez. Çiçekler; güzelliğin, safiliğin, temizliğin ve nakşın simgesi. Ancak içlerinden öyle biri var ki; o, çiçeklerin sultanı. Belki bu yüzden âlemlerin Sultanının simgesi olmuş. Bütün felekler gibi o da, Onun (asm) nurundan yaratılmış. Güzelliğini ondan, kokusunu teninden ve tebessümünü dudaklarından almış. Adı onunla anılır olmuş. Onu görenler, O güzeli (asm) görür gibi olmuşlar. Bu çiçeğin adını gül koymuşlar, yüzü hep gülsün diye. Gülümsemeyi ondan öğrenmişler. Gönül bahçeleri gibi yeryüzü bahçelerini de onunla süslemişler.  Şimdi gül üstüne bir öykü var yüreklerde. Yaşanmış değil yaşanıyor. Dillerden değil gözlerden dökülenler anlatıyor, kalemse sadece karalıyor. Bu öykü, güller diyarında başlıyor ve gülün saltanatına doğru devam ediyor. Diyarlar içinde bir diyar. Adı güller diyarı. Yeryüzünde birçok diyar var ama burası başka. Zeminin her yerinde güller var ama bu diyarın gülleri bambaşka. Çünkü bu güller bedi’ gözlerin tefekkürüne mazhar olmuş. Said bir zâtın nazarıyla, yaradılış gayelerine ermekle mesut olmuşlar. Bu zâtın gözleri, âdeta mübarek bir arı gibi bu diyarın gülleri üzerinde gezip, nârin kalplerinde işliyor. Dili en tılsımlı zikirleri, en tesirli duaları ve ism-i azamı fısıldıyor latif kulaklarına.  Böylece bu diyarın gülleri güzelliklerine güzellik katmış, elvan elvan kokular yaymışlar. Fakat bu dünya dâr-ı fenâdır. Fenâda ise bekâ yoktur. Her canlı ölmeye, her gül de solmaya mahkûmdur. Mademki devamı olmayan şeyde lezzet yoktur. Öyleyse güller diyarının bahçıvanı öyle güller dikmeliydi ki, bir tek yaprağına bile hazan rüzgârının eli dokunmasın. Zamanın dönmesi baharını güze çevirmesin. Bu diyar yalnız fani âlemin güller diyarı değil, baki âlemin güllerinin fidanlığı olsun. Toprağı ebed toprağından, tohumu Tubâ ağacından, kokusu cennet bağlarının kokusundan olsun. Bahçıvanın samimi duâsı, Rabbimizin de inâyetiyle böylece kurulmuş gülistan. Kapısı Bismillâh ile açılan, girenlerin üzerine misk-i amber saçılan bu gülistana, bir giren bir daha çıkmak istememiş. Bu gülistanda gül yüzlü, güle talip nice talebeler, pek çok fedâiler yetişmiş. İçlerinden birisi, altın başlı elmas kalemiyle gül fabrikasına kâtip tayin edilmiş. Bu müstesna kâtip harikalar saçan kaleminin ucuyla nur bahçelerine siyah güller nakşetmiş. Sonra bütün bir memleketi gülistana çevirmek için ülkenin dört bir tarafına bu güllerden göndermiş. Ancak zâlim eller, vatanı bataklığa çevirmek isteyenler, parçalamak istemişler bu gülleri. Kelepçeler takmışlar latif ellerine. Güneşli bahçeler yerine karanlık zindanlara atmışlar. Her türlü zulmü ve işkenceyi nâşirlerine revâ görmüşler. Fakat beklenmedik bir şey olmuş. Bir zamanlar taşları şak edip filizlenen bu nazik bedenler, zulmün demir parmaklıklarını da öylece parçalayıp, inat ve sabırla elden ele gönülden gönüle yayılmaya, bataklıkları tek tek kurutmaya başlamışlar. Bütün bir memleket baştan sona gül bahçesi olmaya hazırlanırken, zalimler kendi karanlık elleriyle kara bedenlerini parçalamaya başlamışlar. Şimdi güller diyarından güller ülkesine serüven devam ediyor. Yer ve gök ehli bu kervandakilere selâm ediyor. Selâm gül sevdalılarına! Selâm güller diyarının gül kahramanlarına! İşte geldi gül mevsimi ve artık her yer gül bahçesi… 

Afra Betül IŞIKLI 01 Haziran
Konu resmiBir Tevhid Dersi: Ehadiyet-Vâhidiyet
İtikad

Cenâb-ı Hakk’ın birliğini ifade eden aşağıdaki tabirleri, kaynaklardan ve bilhassa Risâle-i Nurlardan istifade ederek, haddimizin fevkinde âcizane, izah etmeye gayret edeceğiz. “Vahdet, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatıdır. Ehad ile vâhid, vahdetten alınan isimlerdir. Vahdaniyet ise, vahdetin Vâhid’e mensub olarak, ona bağlı ve onunla kaim olmasıdır. Vahdaniyette, Vâhid’e nisbet vardır. Bu nisbet tenzih içindir. Yani zâtî olan gerçek vahdet, ancak Vâhid olan Allah’a mahsustur. Çünki başkalarına ait olan vahdetler, ârızidir.” (Keşşaf-ü Istılahatü’l-Fünûni ve’l-Ulûm) Vâhid, vahdeti yani birlik ve tekliği ifade ettiğinden, hakîkatte tek olup cüz’ü bulunmayan varlık demektir. Bu kelime tek olan her varlık için kullanılabilir. Yalnız, Cenâb-ı Hak için Vâhid vasfı kullanıldığında, O’nun adedlerden cüzlerden ve ferdlerden teşekkül etmediği, çokluktan münezzeh olarak şerîki reddettiği ifade edilir. Vâhid’in ifade ettiği vahdet, yani birlik, Cenâb-ı Hak için zâtî; ondan başkası için ârızîdir. Ehad ismi de vahdeti ifade etmekle, bölünüp parçalanmayı kabul etmez. Bu isim, yalnız Cenâb-ı Hakk’a mahsustur, O’ndan başkası için kullanılmaz. “Nasıl ki, güneşin ziyası, mukabilindeki (karşısındaki) umum eşyayı  ihâta etmesiyle (kuşatmasıyla) vâhidiyete bir misal olduğu gibi… Elbette o ihâtalı ziyayı gören adam: ‘arzın güneşi Vâhid’dir. Bir tektir.’ diye hükmeder. Aynen öyle de Rahmân’ı Zülcemâl’in rahmeti dahi ziya gibi umum eşyayı ihâta etmesi o Rahmân’ın vâhidiyetini ve hiçbir cihette şerîki bulunmadığını gösterdiği gibi…” (7. Şuâ‘) Ehadiyetin ifade ettiği mânâ ile vâhidiyetin ifade ettiği mânâ aynı değildir. Şöyle ki, Hak olan Allah (cc) Vâhid’dir. Yani bütün isim ve sıfatlarıyla, tek olarak, her şeye tecellî eder. Bu itibarla, onun varlığı her şeyle bilindiği ve isbat edildiği halde; mahiyeti, yani ne ve nasıl olduğu ciheti ise, ilim ve idrak ile bilinmez. Zira izzet perdesinde saklıdır. Ehad kelimesi ise, Cenâb-ı Hakk’ın zâtı itibariyle, bölünüp parçalanmadan her bir varlığa, bütün isim ve sıfatlarıyla tecellî etmesidir. Yani o varlıkların hepsinin aynı anda perdesiz olarak onun huzurunda bulunmasından ibarettir. Asıl dikkat etmemiz gereken husus, Risâle-i Nurlarda vâhidiyet ve ehadiyete yüklenilen mânâlardır. Risâle-i Nur’da bu tabirler hakkıyla gerektiği yerde, en mükemmel mânâ ile ifade edilmektedir. Şöyle ki: “Her bir şeffaf cüzde ve su katrelerinde güneşin ziyası ve harâreti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması ehadiyet misalini gösterir. Ve her bir şeyde husûsan zihayatta ve bilhassa her bir insanda, o Sâni’in  ekser esmâsı onda tecelli ettiği cihetle (yine) ehadiyeti gösterir.” (20. Mektub) “Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân, hadsiz kesret-i mahlûkâtta te­zâ­hür eden vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak için, dâimâ o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ nasıl ki güneş, ziyâsıyla hadsiz eşyâyı ihâta ediyor. Mecmû‘-u ziyâsındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için, gayet geniş bir tasavvur ve ihâtalı bir nazar lâzım olduğundan; güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde, güneşin zâtını aksi vâsıtasıyla gösteriyor ve her parlak şey, kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtiyesi ile beraber ziyâsı, harâreti gibi hâssalarını da gösteriyor ve her parlak şey, güneşi bütün sıfâtıyla kabiliyetine göre gösterdiği gibi, güneşin ziyâ ve harâret ve ziyâdaki elvân-ı seb‘a gibi keyfiyâtlarının herbirisi dahi, umum mukabilindeki şeyleri ihâta ediyor.” Bu misali biraz tahlil edecek olursak; güneşin bütün ziyasında güneşi düşünmek ve bulmak, afakî tefekküre benzer ki, çok müşkilatlıdır. Çünki güneşin bütün ziyasını kuşatıp anlamakla, güneşin zâtını bulmaya çalışmak müşkildir. Zira o ışığı anlamaya çalışırken asıl maksadımız olan güneşi bulmayı bize unutturabilir. Fakat enfüsî tefekkür gibi vâhidiyette boğulmamak için, ehadiyet noktasında her bir parlak şeyde güneşin zâtını bulmak ve dolayısıyla ziya, hararet gibi bütün özelliklerini anlamak daha selametli bir yoldur. Hem ehadiyetle güneşin aksini gösteren parlak bir ayna vasıtasıyla, güneşi bulmak neticesinde; onun zâtıyla beraber ziya, harâret, yedi rengi gibi bütün sıfat ve özelliklerinin her şeyi kuşattığını görmek, vâhidiyetin anlaşılmasına da vesile olur. “Öyle de : وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْأَعْلٰي -temsîlde hatâ olmasın- ehadiyet ve samediyet-i İlâhiyenin, herbir şeyde, hususan zîhayatta, hususan insanın mâhiyet aynasında bütün esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi, vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcûdâtla alâkadâr herbir ismi, bütün mevcûdâtı ihâta ediyor. İşte vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdes’i unutmamak için, dâimâ vâhidiyette sikke-i ehadiyeti (yani bütün varlıklara olan Cenâb-ı Hakk’ın birlik tecellîsi içinde, insanın siması gibi, tek bir fertte, birliğini ifade eden tecellîyi göstermesini ) nazara veriyor.” (14. Lem‘a) “İ’lem eyyühe’l-aziz! İsm-i Celâl, alelekser nev‘lerde, külliyatta tecellî eder. İsm-i Cemal ise, mevcudatın cüz’iyatına tecellî eder. Bu itibarla, nev‘lerdeki cüd-u mutlak, celâlin tecellîsidir. Cüz’iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri cemalin tecellîyatındandır. Ve kezâ celâl, vâhidiyetin tecellîsinden, cemal dahi ehadiyetin tecellîsinden zahir olur. Bazen de cemal, celâlden tecellî eder. Evet, cemalin gözünde celâl ne kadar cemildir; celâlin gözünde dahi cemal o kadar celildir.” (Mesnevî-i Nûriye) “Vâhidiyet, Cenâb-ı Hakk’ın zâtıyla beraber isim ve sıfatlarını; isim ve sıfatlarıyla beraber zatını da gösteren bir ayna ve mazhar olmaktan ibarettir. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk’ın Celâlî olan her bir isim ve sıfatı, Cemalî olan diğer bir isim ve sıfatın aynısı olur. Öyle ise Celâlî bir isim olan Müntekım’in (intikam almanın) içinde, Cemalî olan Mün‘im (nimeti veren) ismi de bulunur. Yani Mün‘im ismi, Müntekım isminin aynısı olur. Müntekım ismi de, Mün’im isminin aynısıdır. Böylece vâhidiyet; nimet ve nikmetin ikisinde de tecellî ederek ortaya çıkar. Rahmetten ibaret olan nimet, azabtan ibaret olan nikmetin aynısı olduğu gibi; azabtan ibaret olan nikmet de, rahmetten ibaret olan nimetin ta kendisi olur. Bütün bunlar zâtın, sıfatlarda ve onların eserlerinde tecellî edip ortaya çıkmasına binâendir. Vâhidiyetin hükmüyle zât, hangi varlıkta zuhur ederse o varlık aynı itibarla zâtın zuhur ettiği başka bir varlığın aynısı olur. Mesela, vâhidiyet itibarıyla bütün varlıkları öldüren zât, aynı vâhidiyet ile de varlıklara hayat verir. Yani Mümit ismi, aynı zamanda Muhyi isminin aynısı olur. Çünki hayat ve ölümün ikisi de, bütün sıfatlarıyla birlikte Zat-ı Zü’l Celâl ve’l-Cemalin eseridir. Böylece Cemal, Celâl’in içinde; Celâl de, Cemâl’in içinde tecellî eder. Ancak, Celâlî ve Cemalî isimlerin birbirinden ayrılması, ulûhiyet noktasında yalnız isim ve sıfatların tecellîsiyle mümkün olur. Cenâb-ı Hakk’ın celâli, nasıl ise o şekilde, isim ve sıfatları içinde zuhur eden zâtından ibarettir. Yani Celâl-i İlâhî, azamet ve Kibriyâ, mecd (şeref, üstünlük) ve senâ (övmek) sıfatlarından oluşur. Nasıl ki, bütün celâller ona âittir; o celâl ilk olarak mahlûkat aynalarında zuhur edince, o tecelliye cemal denilir. Öyle de her cemal O’na âittir. O cemal mahlûkata kuvvetli ve şiddeti bir şekilde zuhur edip tecellisi artınca, ona celâl denilir. Buna binaen her cemal için bir celâl mertebesi olduğu gibi, her celâl için de bir cemal mertebesi vardır. Ancak insanların idrak edebileceği, celâlde bulunan cemal ve cemalde bulunan celâldir. Yoksa Cenâb-ı Hakk’ın mutlak olan celâl ve cemalini müşahede etmek, insan takatinin fevkinde olup, ancak O Zât-ı Zü’l Celâl ve’l Cemâle mahsustur.1” “Bazen iki kelimede, meselâ  (âlemlerin Rabbi) ve  (senin Rabbin) de,  tabiriyle ehadiyeti ve  ile vâhidiyeti bildirir; ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder.” (25.söz) Evet, umum âlemi rubûbiyetiyle yaratıp besleyip terbiye edemeyen; tek bir ferdi de yaratıp, besleyip, terbiye edip, idare edemez. İşte bu, ehadiyet içinde vâhidiyet tecellîsidir. Aynı zamanda  in vâhidiyet tecellîsinde  denilen ehadiyet tecellîsi de vardır. Zira âlemlerin Rabbi kim ise, senin de Rabbin odur. Çünki sen de o âlemden bir ferdsin. Hem mesela, herşeyin halk edilip yaratılması, vâhidiyeti ifade ettiği gibi senin yaratılış ve icadın da ehadiyeti ifade eder. Zira bir insanın yaratılışından tut ta umum âlemin yaratılışına kadar hâlıkıyet mertebeleri vardır. Her bir varlığı ayrı ayrı yaratmak, ehadiyeti gösterdiği gibi, o vesile ile bütün âlemi de aynı zâtın yarattığını anlamak, ehadiyet içinde vâhidiyetin tecellîsidir. Öyle de bütün mahlûkatı yaratmak, her bir mahlûkun da ayrı ayrı yaratıldığını ifade ettiğinden, vâhidiyet içinde ehadiyetin tecellîsini gösterir. Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, hususi lütuf, ihsan ve tecellîler, cemal ile ehadiyeti; umumi lütuf, ihsan, kahır ve tecellîler ise, celâl ile vâhidiyeti ifade eder. Şu kâinatta görünen icraat ile hükmeden yaratıcının kudretine nisbeten, en büyük varlığın yaratılması en küçük varlık kadar kolaydır. Fertleri gayet çok olan bir nev‘in icadı, bir tek ferdin yaratılması kadar suhuletlidir. Ve en basit bir varlıkta da, sanat itibariyle, en yüksek bir kıymet bulunabilir. Şu ehemmiyetli hakîkat üç kaynaktan ortaya çıkar: “1) İmdad-ı vâhidiyet (bir olmaktan gelen yardım): Yani her şey bir tek zâtın mülkü olsa, o vakit o zât, vâhidiyet cihetiyle her bir şeyin arkasında, bütün eşyanın kuvvetini toplayabilir. Ve bütün eşyayı, bir tek şey gibi kolayca idare edebilir. Yani sultan ve idareci bir olursa, o birlikten gelen yardım, icraatı kolaylaştırır.  Demek vâhidiyet, icraatı yapanın birliğini gösterip, ortaklığı reddeder. 2) Yüsr-ü vahdet (birliğin getirdiği kolaylık): Yani birlik usulüyle bir merkezde, bir elde, bir kanun ile olan işler, gayet derecede kolaylık sağlar. Eğer o işler çok merkezlere, kanunlara ve ellere dağılsa, zorluk çıkar. Buna binâen vahdet, daha ziyade, merkezin bir olduğunu ifade eder.  Bu ise kolaylığa vesiledir. 3) Tecellî-i ehadiyet (bir olarak her şeye tecellî etme): Yani Sâni-i Zülcelâl, cisim ve cismanî olmadığı için, yer ve zaman onu kayıt altına alamaz. Hiçbir şey onun huzuruna ve görmesine müdahale edemez. Vâsıtalar ve cisimler, onun fiillerine perde çekemez. O’nun mahlûkata yönelmesinde parçalanmalar ve bölünmeler olmaz. Her an her şeyi beraber görür; bir varlık başka bir varlığı görmesine engel olamaz. Böylelikle ehadiyet; teveccüh-ü İlahînin bir olduğunu, bölünüp parçalanmadığını ve her şeyin onun huzurunda olduğunu ifade eder. Bu üç kaynak; icraatı yapanın birliğini, herşeyin tek bir merkezden geldiğini ve tecelli-i ehadiyetle, en basit bir varlığın dahi en kıymetli bir sanata sahip olduğunu netice verir.2” Bu izahlarda cehl ve kusurum oldu ise, Cenâb-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarını şefaatçi yaparak affımı talep ve niyaz ederim. Çünkü O, bolca affeden ve affetmeyi sevendir. İnsan-ı Kâmil, Abdülkerim Cîlî, sh 54Bu kısmın geniş izahı, Mektûbat Osmanlıca nüsha sh.78 dedir.

Zakir ÇETİN 01 Haziran
Konu resmiİrade İle Nefsin Akıl İle Duygunun Savaşı
Eğitim

İnsan beyninin ön kısmı ön lob (frontal lob) olarak adlandırılır ve ön lob iradenin, düşüncenin ve aklın merkezidir. Beynimizin ortasında yer alan hipotalamus ise duygunun merkezidir. Herhangi bir olay karşısında az ya da çok hipotolamus uyarılır ve duygular harekete geçer. Örneğin birisi size hakâret ettiğinde içinizden o kişiye kızarsınız. Bu duygu hiptalamusta oluşur. Kızma duygusunun sonucunda siz karşınızdaki kişiye bağırmak ya da ona vurmak isteyebilirsiniz. Duygu merkezi, siz öfkenizi ifâde edene ya da onu kontrol edene kadar rahat durmaz ve o duyguyu üretmeye devam eder. Tam siz karşınızdaki kişiye vuracakken ön lob devreye girer ve duyguyu kontrol altına almaya çalışır. Toplum içinde birisine vurmanın kabalık olacağını, bu davranışın size yakışmayacağını, uzun vâdede size zarar getireceğini söyleyerek duygunun isteğini bastırır ve durdurur. Bir başka örnek verelim: Arkadaşınız size bir hediye paketi verdi ve içinde size özel güzel bir hediye bulunduğunu belirtti. Ancak hediye paketini akşam saatinde açmanız için sizden söz aldı. İşte akıl ile duygunun savaşı burada başlar. Merak duygusu sizi dürter ve bir an önce paketi açmanızı söyler. Duygunun bu isteğine akıl karşı çıkar ve verdiğiniz sözü size hatırlatır. İşte bu noktada akıl ile duygunun savaşı başlar. Güçlü olan kimse savaşı o kazanır ve hükmünü o icra eder. İşte insanın hayat serüveni aklı temsil eden ön beyin ile duyguyu temsil eden orta beynin mücadelesi ile geçer. İrade ve nefis bu iki bölgeyi kullanarak birbiri ile mücadele eder.  Tabi bu ikili arasındaki mücadele bu kadar sâde değildir. İşin içinde şeytan, kader, ilim, takva gibi değişkenler de vardır. 3. Söz’de yol ayrımına gelen iki arkadaşın kararı akıl ile duygunun, irade ile nefsin savaşına örnektir. Bir yanda selametli bir yol ancak koca çantayı ve silahı taşıma zorunluluğu, diğer tarafta ise çok riskli bir yol ancak yüksüz, rahat bir yolculuk bulunmaktadır. Akıl, mantıklı olarak sağ yolun tercîh edilmesini ister. Ancak duygu merkezi, nefsin de dürtmesiyle rahatlıktan yana tavır almak ister. Ya da zorluğu görüp ondan uzaklaşmayı arzu eder. Çünkü insan nefsi olumsuz duyguları hiç ama hiç yaşamak istemez. Ayrıca duygular uzun vâdeli değildir. Yani ileride çekeceği daha büyük sıkıntıyı tasavvur edemez orta beyin. Hazır olan olumsuz duygudan kaçınmak ister. İşte burada akıl ile duygu savaşmaya başlar. Eğer kişinin akletme ve düşünme yetisi gelişmişse ya da insan duygularını dizginlemeyi öğrenmişse sağ yolu seçecektir. 3. Söz okuyana der ki, anlık duygunun peşinden gittiğin takdirde kısa vâdede rahat edebilirsin, ancak uzun vâdede zarar edersin. Bu nedenle nefsin ve duygularının anlık isteklerine kapılma! İradeni ve aklını kullan. İrade ve aklını güçlendir, duygularını ve nefsini dizginle. Peki, insan iradesini nasıl güçlendirecek, nefsini nasıl dizginleyecektir? Üstad, bunun yolu olarak imanı gösterir. Tüm güzel hasletlerin olduğu gibi cesaretin dahi membaı imandır der. İradeyi güçlendirmenin yolu yine imandan geçer. Üstad bu sözde yine imanın insana kattığı dört faktörden bahseder ki bu dört faktör aynı zamanda irade güçlendirici ve duyguları terbiye edicidir. Bu faktörler ibâdet, tevekkül, tevhid ve teslimdir. Gerçekten de ibâdet sabrı ve zorluğu içinde barındırarak iradeyi güçlendirirken nefsi terbiye eder. Namaz, oruç, zekât gibi ibâdetler duyguları ve istekleri dizginlemeyi insana öğretir. Namaz kıldığında insan vücudunu meşakkete atar, meşakkati istemeyen rahatlık duygusu törpülenir. Çeşitli zaman dilimlerinde namaza durmak insana disiplin kazandırır. Oruç tutan insan açlık hissinin bastırmasına rağmen duygusunu öteler. Böylece insanın nefsi ve duyguları ötelemeyi ve beklemeyi öğrenir. Tevekkül ise sabrı öğretir. Elinden geleni yaptıktan sonra sana sabretmek düşer, der. Aceleci olma, Rabbine güven ve beklemesini bil, diye telkin verir. Tevhid, bir olanı kabul etmeyi, ona bağlanmayı ve yaşantını onun istekleri çerçevesinde şekillendirmeyi insana hatırlatır. Nefsin isteklerine, duyguların aşırılıklarına sınır çekmesi gerektiğini tekrar edip durur. Teslim ise kadere rıza göstermeyi, hayattaki tüm zorlukları metânetle karşılamayı insana kazandırır. İnsanın her iki cihandaki saadeti iradesinin ve aklının nefis ve duygusunu dizginlemesine bağlıdır. Bunun yolu ise imandan geçmektedir. Çünkü iman tevhîdi, teslîmi, tevekkülü ve ibâdeti ile insan ruhunu terbiye eder. 

Yunus ERDEM 01 Haziran
Konu resmiBedîüzzaman Hazretleri'nin Üstadları
Risale-i Nur

Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, hayatı boyunca ilminin büyüklüğü ile kendinden söz ettirmiş büyük bir İslâm âlimidir. Müthiş bir zekâ ve hâfızaya sahipti. Sorulan en ağır suallere dahi hiç tereddütsüz anında cevap verebiliyordu. Zekâsındaki bu olağanüstülüğü gören hocası Molla Fethullah, hâfızasını merak ederek, kendisinden iki satırı bir okuyuşta ezberlemesini ister. O ise sayfanın tamamını bir kere de ezberleyerek hocasını hayretler içinde bırakır. Bunun üzerine Molla Fethullah, “Zekâ ile hâfızanın aşırı derecede bir kişide bulunması tarihte çok nâdirdir” diyerek ona Bedîüzzaman ismini verir.  Said Nursî Hazretleri, kendisine “zamanın eşsiz hârikası” mânâsında Bedîüzzaman denilmesine sebep olan bu olağanüstü kabiliyetiyle ömrü boyunca pek çok zâtlardan ders almış, pek çok üstadları olmuştur. Bu hocalarından ilki, çocukluğunda ders aldığı annesi Nûriye Hanım’dır: “Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem (yemin) ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinât (telkinler) ve manevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda (yaradılışımda), âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sâir (diğer) derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum.” (Hanımlar Rehberi) Dokuz yaşında Arapça tahsiline başladığında ilk hocası ağabeyi Molla Abdullah olmuştur. Üç sene kadar kendisinden sarf ve nahiv dersi almıştır. Medrese eğitimine başladığı dönemdeki ilk hocasının Şeyh Seyyid Nur Muhammed olduğu Tarihçe-i Hayat'taki ifadelerden anlaşılmaktadır. Meşhur Nakşî evliyâlarından Gavs-ı Hizânî Hazretleri'nin oğlu olan bu zât için kendisinin Nakşî üstadı olduğunu söyler ve aynı dönemdeki diğer iki üstadının isimlerini şöyle zikreder: “Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir. Kadirî üstadlarımdan Nureddin, Kur’ân üstadlarımdan Nûri…” (Barla Lâhikası) Yine ders aldığı üstadları arasında, Târihçe-i Hayat kitabında bahisleri geçen, Molla Abdülkerim Efendi, Şeyh Mehmed Emin ve Molla Fethullah efendileri sayabiliriz. Üç sene kadar süren Arabca öğrenimini tamamladıktan sonra, henüz on dört yaşında iken Doğu Beyazıt’ta Şeyh Muhammed Celâlî Hazretlerinin medresesinde, normal şartlarda on beş sene süren medrese tahsilini tarihte görülmemiş bir şekilde üç ay içinde bitirerek İslâmî ilimlerden icâzet (medrese diploması) almıştır.  Çocukluk ve gençlik devresinde en son ders aldığı hocası büyük evliyâdan olan Muhammed Küfrevî Hazretleri’dir. Şöyle bahseder: “Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübârek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren, Hazret-i Şeyh Muhammedü’l Küfrevî (Kuddise sırruhu)…” (Barla Lâhikası) Bedîüzzaman Hazretleri’nin hayatı boyunca devamlı ruhânî himmet ve tasarrufunu gördüğü ve onun sayesinde Eski Said’den Yeni Said’e geçtiği Üstadı Şeyh Abdulkâdir-i Geylânî Hazretleri’dir. “Hazret-i Şeyhin (Abdulkadir-i Geylâni’nin) himmet ve irşadiyle eski Said (ra) yeni Saide inkılâb etmiş.” (8. Lem’a) “Sergüzeşt-i (mâcera-i) hayatımda geçen ve çoğunu gizlediğim çok hârika vâkıalar vardı. Kendimi hiç bir vecihle kerâmete lâyık görmediğim için onları bâzan tesadüfe, bazen da başka sebeblere isnad ediyordum. Şimdi kanaatim geliyor ki, o hârikalar, Gavs-ı A’zamın (Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî’nin) bir silsile-i kerâmetini teşkil ederler (kerâmetler zinciridir). Demek onun duâsıyla, himmetiyle, ona kerâmeten ve bize ikram nev’inden, bir nevi inâyet-i İlâhiyyeye mazhar olmuşuz.” (8. Lem’a) Yeni Said döneminde kalbine gelen bir ilham ile hakîkî üstadı olarak Kur’ân’ı rehber edinmiştir:  “Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: “Bu muhtelif tarikatlerin başı ve bu cedvellerin (yolların) menbaı ve şu seyyarelerin (gezegenlerin) güneşi,  Kur’ân-ı Hakîm’dir. Hakîkî tevhid-i kıble (kıbleyi birlemek) bunda olur. Öyle ise, en a’lâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım.” (28. Mektub) Bununla birlikte Yeni Said döneminde de, İslâm büyüklerinin en meşhurlarından başta Hazret-i İmam-ı Ali, Şeyh Abdulkadir-i Geylâni, İmam-ı Gazâlî, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ve İmam-ı Rabbânî gibi zatların manevî ve ruhanî üstadlıklarından istifade etmiştir:   “Yeni Said’in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbânî, Gavs-ı A’zam ve İmam-ı Gazâlî, Zeynelâbidîn (ra) (hususan Cevşenü'l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım) ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali’den (Kerremallahü Vechehu) aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü'l-Kebir’le daima onlara manevî irtibatımda, geçmiş hakîkatı ve şimdiki Risâle-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.” (Emirdağ Lâhikası) Yine aynı isimlerden aldığı, manevî - üveysî derslere işaret ederek şöyle der: “Ben üveysî bir tarzda bir kısım ilm-i hakîkati Hüccetü’l-İslâm olan İmam-ı Gazâlî’den almıştım.” (28. Lem’a) “Üstadlarımdan Mevlânâ Celâleddin’in nefsine dediği gibi dedim…” (6. Mektub) “Bir üstadım olan İmam-ı Rabbânî…” (8. Mektub) Kabri Süleymaniye Câmii avlusunda bulunan ve Osmanlı son dönem meşhur Nakşî evliyâlarından olan Ahmed Ziyâeddin Gümüşhanevi Hazretleri’ni de has üstadları arasında sayması dikkate şayandır: “Has üstadlarımın dairesinde, Gümüşhaneli ve Mecmuatü’l-Ahzab sahibi Ahmed Ziyâeddin…” (13. Şuâ)  Bu mübârek zât, Üstad Bedîüzzaman henüz 16 yaşında iken İstanbul’da vefât etmişti. Yani dünya gözü ile görüşmüş değillerdi. Yukarıda bahsedilen isimlerden Hz. Üstad’ın talebeliği dönemindekilerin Üstad’a etkileri, bizzat kendisine hocalık yapmaları cihetiyle olmuştur. Fakat “Yeni Said’in üstadları” dediği zâtlardan etkisi ise, hem kitapları ile hem üveysî bir tarzda olmuştur. Uzak mesafelerden veya farklı asırlardan bir velinin diğerini terbiye etmesine üveysîlik denir. Yani Hz. Üstad onlarla farklı zamanlarda yaşadığı halde onlardan manevî ders ve feyizler almıştır, manevî tasarruflarına mazhar olmuştur.  Yukarıda Emirdağ Lâhikasından yaptığımız alıntı bunu açıkça ifade ettiği gibi, “Ben üveysî bir tarzda bir kısım ilm-i hakîkati Hüccetü’l-İslâm olan İmam-ı Gazâli’den almıştım.” sözü de bunu gösteriyor. Bu büyük zâtların ortak özellikleri ve Üstad’a benzeyen yönleri akıl ve kalp birlikteliğiyle hakîkate ulaşmış kimseler olmalarıdır. Hz. Üstad, Mesnevî-i Nûriye’de bunu şöyle anlatır: “(Eski Said) Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazâlî (ra), Mevlâna Celâleddin (ra) ve İmam-ı Rabbânî (ra) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrâkın (feyizlerle coşanların) akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın dersiyle, irşadıyla hakîkata bir yol bulmuş, girmiş.” Üstad Hazretleri Hakîm ismine mazhar olduğu için her şeyden ve her hadiseden kendine ders çıkarırdı. Bu yüzden pek çok zâtlardan istifade etmiş, “Seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldım” demiştir.  Muhammed Küfrevî (1775 - 1898) Nakşî şeyhi Muhammed Küfrevî, Siirt’in Küfre köyünde l775’te dünyaya geldi. Hocası Seyyid Tâhâ Hakkarî, asrının müceddidi olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin hâlifelerindendir. 1898 yılında, yüz yirmi üç yaşlarında vefât ettiği zaman, Sultan Abdülhamit Han onun için bir türbe yaptırmıştı. Muhammed Küfrevî Hazretleri’nin yukarıda görünen Kabri Bitlis’in Kızıl Mescid Mahallesindedir. Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî (1813 - 1893) 1813 târihinde Gümüşhâne’de doğup 1893 yılında İstanbul’da vefât eden Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî Hazretleri, İstanbul’da yetişmiş büyük Nakşî evliyâlardandır. Müceddid Mevlânâ Halid-i Bağdadî Hazretleri bir halifesini, sırf Gümüşhanevî Hazretleri’ni irşad etmek üzere İstanbul’a göndermiştir. Ahmed Ziyâeddin Gümüşhanevî Hazretleri’nin yukarıda resmi görünen kabri İstanbul Süleymaniye Câmii avlusundadır. Nûriye Hanım (v. 1913) Bedîüzzaman’ın annesi olan Nûriye Hanım, Nurs Köyünün yakınlarında bulunan Bilkan Köyünde doğdu. Aslen Hz. Hüseyin’in neslinden gelen bir Seyyide olan bu mübârek hanım, Birinci Dünya Savaşı sırasında vefât etmiştir. Nûriye Hanım’ın kabri, eşi Sofi Mirza ve oğlu Molla Abdullah ile birlikte Nurs Kabristanındadır. Molla Fethullah (v. 1899) Nakşî şeyhlerinden Abdurrahman-ı Tâğî Hazretleri’nin talebelerindendir. Vefâtından sonra onun yerine geçmiş ilim ve tarikat yoluyla dine hizmet etmiştir. Üstteki resim Molla Fethullah Efendi’nin Bitlis’teki kabridir.

Cemal ERŞEN 01 Haziran
Konu resmiPeygamberimiz (asm)'in Beşerî Kemâlâtı
İnsan

De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım (şu var ki) bana, İlahınızın ancak tek bir İlah olduğu vahyediliyor. (Kehf, 110; Fussilet, 6) Kur’ân-ı Azîmüşşanın nassıyla yani açık ve kesin hükmüyle Muhammed (asm)in iki temel vasfı açıkça zikredilmiştir. Yani Biri peygamberliği diğeri ise insanî cihetidir. Şair öyle demiş:  مُحَمَّدٌ بَشَرٌ لَا كَالْبَشَرْبَلْ هُوَ كَالْيَاقُوتُ بَيْنَ الْحَجَرْ Muhammed (asm) bir insandır, insanlar gibi değil, Bilakis O (asm), taşlar arasında yâkut gibidir. Peygamberimiz (sav)’in insanî cihetini de iki şekilde anlamak mümkündür. Birinci cihet, Rabbine karşı kulluğu; ikinci cihet ise insanlara karşı olan muamelesidir.  Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bine ulaşan peygamberlik delilleri vardır. Bu mucizeler içinde en büyüğü ve dâimisi Kur’ân’dır. Kur’ân’dan sonra en büyük mu’cizesi ise, kendi zâtıdır. Yani onda toplanmış yüksek ahlâktır ki; her bir huy ve karakterde en yüksek seviyede olduğuna, dost ve düşman ittifak etmişlerdir. Diğer bir ifâde ile bütün ahlâk-ı hamîdede; yani övülen, sevilen ahlâkta en yüksek ve yetişilmeyecek bir dereceye mâlik idi. Hem getirdiği dine herkesten ziyâde itâat etmiş, Yaratıcısına karşı herkesten ziyâde kulluk göstermiş, hem de yasaklarından da herkesten ziyâde kaçınmıştır. Bu hâliyle O, Âlemlerin Sultanı’nın elçisi ve yine O’nun en hâlis kuludur.  Biz burada peygamberlik delillerinden ziyâde ahlâkındaki beşerî noktaları ve güzelliklerin bazı inceliklerine temas etmeye çalışacağız. Evet, Peygamberimiz (sav)’in ulvî, yüce ahlâkına baktığımızda birkaç mühim noktayı tesbit etmek mümkündür: 1. Sâhip olduğu yüksek ahlâkta istikrarlı olması, 2. Birbirine zıt olan huyları, şahsında birbirleriyle çelişmeyecek şekilde mükemmel birleştirmiş olması, 3. Bütün ahlâkî sıfatların en yüksek seviyelerine kendi iradesiyle ulaşmış olmasıdır. Bunları şimdi sırasıyla kısaca izah etmeye çalışalım: 1- SÂHİP OLDUĞU YÜKSEK AHLÂKTA İSTİKRARLI OLMASI Resûl-i Ekrem (sav)’in sâhip olduğu bütün ulvî ve güzel ahlâkı, başlangıçtan sona kadar götürebilme başarısını gösterebilmiş yegâne insandır. Hatta bu düzenlilik ve istikrar O’nda o kadar köklü ve esaslıdır ki, peygamberliğin öncesi ve sonrası bile bu hükmümüzü değiştirmemektedir. Bir başka deyişle peygamberliğinden sonrası için söylediğimiz ve saydığımız ne kadar ahlâkî vasıflar kendisinde mevcut ise bu özellikler peygamberliğinden önce de kendisinde var idi. Ta çocukluk yaşlarından itibaren taşıya geldiği ve muttasıf olduğu bütün vasıflar ömrünün sonuna kadar kendisini takip etmiş ve Rabbinin huzuruna böylece çıkmıştır. Sâhip olduğu bu meziyet ve fazîletlerde bir eksilme ve azalma söz konusu olmadığı gibi, buna ilâve olarak ömr-ü saadetlerinde bu huy ve ahlâkların yaşanmasında zikzaklar olmamış, inişli çıkışlı bir seyir takip etmemiştir.  Doğruluğu, merhameti, ağırbaşlılığı, tevâzuu, cömertliği, affediciliği, sabrı, cesâreti, metâneti vs. gibi daha buraya sığdıramayacağımız bütün huy ve ahlâklar başlangıçta ne ise sonunda da öyle olmuştur. Daha çocuk denilebilecek yaşlarda ne kadar mütevâzi ise devlet başkanı olduğu zaman da aynı tevâzuyu muhâfaza etmiştir. Bunun yanında, bugün biraz sabırlı, yarın biraz daha az sabırlı veya sabırsız ve tahammülsüz; bugün merhametli, diğer bir gün merhametsiz gibi farklı muâmelelere Resûlullah (sav)’in hayatında rastlamak mümkün değildir. Bu istikrarlı hâl o kadar kuvvet peyda etmişti ki, peygamberliğinin delillerin bir tanesi olmuştu. 2- BİRBİRİNE ZIT OLAN HUYLARI, ŞAHSINDA BİRBİRLERİYLE ÇELİŞMEYECEK ŞEKİLDE MÜKEMMEL BİRLEŞTİRMİŞ OLMASI Güzel ahlâk gerçi birbirine zıt değildir, lakin bütün ahlâkî değerlerin en üst seviyede bir şahısta bulunması ve birbirine zarar vermemesi mümkün değildir. Bir sıfat bazen bir gâlip gelse başka bir sıfatı zayıflaştırır. Mesela:  Hilm ile şecâat (yumuşak huylulukla, haksızlığa en küçük bir tahammül göstermeme)  Tevâzu ile şehâmet (yani alçak gönüllülük ile dik durmak)   Adâlet ile merhamet   İktisad ile cömertlik  Vakar ile hayâ  Şefkat ile Allah için buğz etmek  Affedici olmak ile hakkını başkalarına kaptırmamak   Tevekkül ile içtihad (yani kuvvet ve kudretini tamamen kullanarak çalışmak) gibi ahlâkların tümünün bir şahısta toplanması ve en üst düzeyde olması ve aynı zamanda birinin diğerini hiç bastırmaması ve susturmaması mucizelerin mucizesi bir hâldir ki, bu hâl sâdece ve sâdece Muhammed (asm)’de görülmüş; ondan başka hiçbir fâniye nasip olmamıştır. Yani bir insan hem mükemmel mânâda iktisadlı olacak hem de hiçbir kimseyi geri çevirmeyecek derecede cömert olacak; yine bir insan hem hârika bir merhamete sahip olacak hem de adâletten en küçük bir taviz vermeyecek; bu huylar olağanüstü bir uyum içerisinde bulunacaklar ve hâkeza. Bu mükemmeliyet ve uyum Resûlullah (sav )’de ve sâdece O’nda mevcut idi. 3- BÜTÜN AHLÂKÎ SIFATLARIN EN YÜKSEK SEVİYELERİNE KENDİ iradeSİYLE ULAŞMIŞ OLMASI Üçüncüsü ve belki de en mühimi bütün ahlâkî sıfatların en yüksek seviyelerine kendi iradesiyle ulaşmış olmasıdır, dedik. Bundan şunu kasdediyoruz: Cenâb-ı Hak “İbâdet et, affet”, “Tebliğ et,  sabret” gibi pek çok emirleri Kur’ân-ı Kerim’de emir buyurmaktadır. Bu emirleri bizlere Muhammed (asm) bildirmektedir ki bu onun risâlet; yani peygamberlik cihetidir. Bunları tebliğ ettikten sonra ashabı ile birlikte o emirleri uygulamaya başlıyor ki bu yönü onun beşerî yönünü; yani insanî, diğer bir ifâde ile kulluk yönünü teşkil ediyor ki bizler Hz. Peygamber (asm)’ın asıl bu yönüne yetişemiyoruz. Bu hükmümüzü birkaç misalle açıklamaya çalışalım: Allahu Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde İslâmiyet’in tebliğini, insanlara ulaştırılmasını emretmiştir. Bütün mü’minler bu emirle mükelleftir. Bununla birlikte tebliğin nihaî hududu Kur’an’da açıkça belirtilmemiş, ucu açık bırakılmıştır. Her bir mü’min dinini kendince tebliğ eder veya ediyor, fakat Peygamberimiz (asm) insanüstü bir gayret ve fedâkârlıkla tebliğ yapıyor ki kendini âdeta harap ediyor. O kadar ki bu hususta âyet nâzil oluyor:  “Şübhesiz ki inkâr edenleri, korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir, iman etmezler” (Bakara, 6) Yine başka âyet-i kerimelerde Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Ey Resûlüm, sen onlar mü’min olmayacaklar diye neredeyse kendini helak edeceksin”. (Şuara, 3) “Şimdi bu söze (Kur’ân’a) iman etmezlerse belki sen arkalarından kendini harap edeceksin”. (Kehf,  6)  Acaba yeryüzünde kaç kişi vardır ki insanların hidâyeti için kendini helak ve harap eder derecede tebliğ etsin ve Cenâb-ı Hak kendisini teselli etsin? Bununla da yetinmeyen Peygamberimiz (asm) hayatının son anlarında veda haccında yine ashabına topluca tebliğ yapar ve sorar:  “Tebliğ ettim mi?”  Ashabı  “evet”  dedikten sonra ise üç kere: ” Şâhid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab! “diye Rabbine yalvarır.    Rabbinin emrine itâatte bir insan bundan daha fazla, başka ne yapabilir ki?      Bir başka örneğimiz Resûlullah’ın kulluğudur. Yine yukarı da zikrettiğimiz gibi Rabbimiz, kendisine ibâdet edilmesini Kur’ân da pek çok yerde emir buyurmaktadır. Bu hususta da Resûlullah’ın kulluğu ulaşılamayacak bir zirve idi. O’nun geçmiş ve gelecek bütün günahları affolunduğu halde, Hz. Âişe vâlidemiz buyuruyorlar ki: “Resûlullah’ın ameli hiç kesintisiz yağan yağmur gibiydi. Buna hanginizin gücü yeter?” Yine bir gün secdeye kapandıklarında Hz. Âişe vâlidemiz, secdenin uzunluğundan (ki vâlidelerimiz böyle uzun ibâdetlere alışık olmalarına rağmen) Peygamberimiz (sav)’in vefat ettiğinden endişe duyarlar.  Dinimizin mühim bir emri de “Affedici olmaktır.” Her güzel ahlâkta olduğu affedicilikte de Resûl-i Ekrem (asm) muazzam bir kemâlâta ve yüksekliğe sâhip idi.  Taif’te taşlandıktan sonra Cebrâil (as) gelir ve dilerse Taif’i yok edeceklerini söyler ve izin ister. Peygamberimiz (asm) değil izin vermek, Taif halkının affolunması için Rabbine niyazda bulunur. Uhud’da emrinin aksine hareket etmelerine rağmen okçu sahâbelere, hiçbir şekilde sert ve azarlayıcı davranmamış ve bu hâli Cenâb-ı Hak tarafından gönderilen bir âyetle takdir edilmiştir.     Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.  HULÂSA: Allahu Teâlâ Kur’ân’da mü’minlerin uymakla mükellef olduğu hükümleri bildirmiş, bu hükümlerin ne kadar ve ne miktar yapılacağı hususunu ise insanların kendi tercihlerine bırakmıştır. İşte bütün bu emirlerin icrasında Resûl-ü Ekrem (asm)’a yetişmek hiçbir insana nasip olmamıştır. Ancak insanlık O’nun yüksek ahlâkına yaklaşma nisbetinde kendilerini bahtiyar hissetmektedirler. Resûl-i Ekrem (asm)’ın yukarıda arz etmeye çalıştığımız ve tamâmen kendi beşerî iradesiyle sâhip olmuş olduğu ve kazandığı makama “Velâyet-i Muhammediye (asm)” ve yine kendi şahsî dirâyetiyle tesbit ettiği ve geliştirdiği bilumum duâ, tazarru ve niyazlarının bütününe ise “Tarîkat-ı Muhammediye (asm)” diyoruz.    Cenâb-ı Erhamürrahim, Resûl-i Ekrem (asm)’in ulvî ahlâkından a’zamî istifâdeyi cümlemize nasip eylesin. 

Said YAVUZ 01 Haziran
Konu resmiYalnızlığın İki İklimi
İnsan

Yalnızlık! İnsanı en çok acıtan şey. “Tek olma” manasındaki yalnızlık değil bahsettiğim. Bir duygu hâli: Kimsesizlik hissi! İniyor muyuz çıkıyor muyuz anlayamadığımız; boşluk! Bazen çok derin, bazen çok gizli yaşadığımız! Kendi kendimize yabancılaşmamız, kendimizi aramamız. Ana rahmi! Özlediklerimize kavuşamadıkça, sâhiplendiklerimiz terk ettikçe bizi, kendimize sürgün oluşumuz. En güçlüleri bile âciz bırakan, dizinde ağlanacak Leylaları aratan. Leylaların deva olamadığı… İfrat ve tefritlerimizde kendimizi içinde bulduğumuz dehliz. Allah için olmayan sevgi ve nefretlerimizde, labirent. Çıkış noktası ararken ruhlarımızın nefessiz kaldığı... Acaba Allah (cc) kullarına bu hissi niçin yaşatıyor? Kimsesizlik hissi! Kimseye âit olmadığımızın ilanı; Allah’tan başka! İnsanoğlu için kaçınılmaz bir his olan yalnızlık, kimileri için ruhsal gelişme olurken, kimileri için yoldan çıkış oluyor. Yani yalnızlık iki şekilde yaşanıyor. Biri olduruyor insanı, diğeri öldürüyor! MÜNBİT YALNIZLIKLARIMIZ İnsan için kendini bilmek, kendine gelmek süreci. Enfüsî tefekkür de diyebiliriz buna. Bu anlamda yalnızlık, kemâlât mektebinde bir muallim. “Hiç” olduğumuzu anlatan! Ve gerçek bir dost: Hakîkati en şeffaf hâliyle sessizce haykıran! Sancılı muhasebelerle yanılgılarımızı idrak ettiğimiz, yanlışlarımızı hayatımızdan ayıkladığımız anlar… Mahcûbiyetle ama daha çok acziyetle Hakk’a yönelişimiz. Derin tefekkür iklimlerinde ruhun istirahat bulması. Ve usul usul kemâlâtı adımlaması. Resûlullah Efendimiz’e (asm) vahiy sürecinde sevdirilen yalnızlık buydu! Büyük zâtlara yüksek dağları, tenhaları sevdiren, Medrese-i Yusufiyeleri tercih ettiren… Hakk’ı ve halkı sevenlerin yalnızlığı. Aklı kavileştiren, ruhu latifleştiren… KURAK YALNIZLIKLARIMIZ Egoyu besleme süreci. “Ben” ve “diğerleri”, “Kıymetimi bilen yok!” sendromlarından ibâret. İlkellik, zafiyet ve egoizm! İnsanın iç dünyasında oluşturduğu hayalî mahkemelerde kendini masumlaştırıp başkalarını suçlayıp durması… “Kendini sevenler”in yalnızlığı. Medeniyete uzak, bedeviyete yakın. Cemiyete, birlikteliğe ruhen başlatılmış bir aykırılık. İnsanın kendisine Rabbinden daha çok şefkat ettiği, üzüntülerini tevekkülsüzlükle besleyip büyüttüğü anlar! Kaderin âdil ve âli akislerine intibaksızlık hamâkatı. Halka olduğu kadar Hâlık’a da ruhen baş kaldırış. Ruhun gizlice isyanı! Daha çok sosyal ilişkileri (ülfeti) beceremeyenler, yalnızlığı da (uzleti de) beceremiyorlar. Kişilikleri oturmuş insanlar yalnızlıkta sessizce tenezzüh ederken zayıf insanlar bir o kadar gürültü koparıyorlar. Sâdece kendilerinin değil beraberindekilerin de kimyalarını bozuyorlar! Eşlerinin, çocuklarının, dostlarının… Pek çok kişinin içine düşüp kaybolduğu bu çeşit yalnızlıklar birçok psikolojik hastalığın da sebebi oluyor. Kendinden başkasını sevmeyenler – ve bilmediğini bilmeyenler - hayat yolunda yalnızlık virajını alamayıp yoldan çıkıyorlar. Evlilikleri bile “çift kişilik yalnızlık”tan ibâret oluyor. Bu yalnızlık, zehir! Dünyada da âhirette de bedbaht kılan. Maddî-manevî terakkinin mânisi. Ayak bileğine bağlanmış bir gülle misali insanı hayat boyu dibe çekiyor. Allah da kullar da sevmiyor bu yalnızlığı. Kendine acıyan, ama insanlara merhameti az olanlar bu yalnızlığı tercih ediyor. YALNIZLIĞI BAŞARABİLMENİN SIRRI! İman! Allah’a ve meleklere iman etmek, yalnızlıkları meclis-i ahbaba çeviriyor. Her şeyde, her işte, her histe Allah’ın isimlerini okuyabilen mütefekkir insanlar yalnızlıkta marifet nurunu buluyorlar. Kadere rıza! Çırpınmak çoğu zaman batmaktır. İsyan; boğulmak. Teslimiyetin ulvî lezzetini tatmaktan inatla kaçan insanlar, yalnızlık denizinde çırpınarak batıp gitmeyi tercih ediyorlar. Kadere teslimiyet! Selâmet sâhilinin olmazsa olmazı. Bırakın, acı çekmemiz gerekiyorsa çekelim! Kendine acımakla çekilebilir pek çok acıyı çekilemez kılıyor insan. Bir düşünün! Bahtiyarlık için hüzne muhtaç olmayan insan acaba hiç olmuş mudur ki?  Nefis terbiyesi! Bir kul, aklının kemalini, nefsinin tasaffisini ve ruhunun terakkisini gerçekten istiyorsa; yalnızlıkta kurduğu hayalî mahkemelerdeki sanık sandalyesine –başkalarını değil- her gün aynada gördüğü kişiyi oturtmalı. İdealist olmak! Kişilikli insanların idealleri oluyor. Zayıf insanların hevesleri! İdealist insanlar, yalnızlıkta güçleniyor. Zayıf insanlar, yok oluyor. Âlemi de âdemi de ayakta idealler tutuyor.  En güçlü kılan ideal ise: Rıza-yı İlâhî! Programlı yaşamak! Zamanı iyi değerlendiremediğimizde hayatımızdaki boşlukları yalnızlıklar dolduruveriyor. Programlı yaşayan insanlar kendileri için üzülmeye vakit bile bulamıyorlar. Allah için sevmek! Sevdiklerinizi bir şeylerinizi kaybettiğinizde ya da terk edildiğinizde neler hissediyorsunuz? Yakan ve yıkan bir yalnızlık mı? Fakat yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevenler yıkılmıyorlar! Onlar için her kavuşma ve her ayrılık, Rableriyle daha çok yakınlaşmalarına vesile oluyor. SÜNNET-İ SENİYYE! Sünnet-i seniyye: İlâhi terbiye… Dünya ve ahiret saadetinin pusulası. Ruhlarımızı yalnızlık boşluğuna düşüren şey, hakîkî sâhibinden uzaklaşması değil midir? Peygamber Efendimiz’in (asm) her derde deva sünnetleri ruhlarımızın yalnızlığına da kesin çözüm oluyor: İşlediğimiz her bir sünnetle, Peygamberimiz’i (asm) düşünüyoruz önce. Sonra Rasulullah’a (asm) bu güzel terbiyeyi veren Rabbimiz (cc) geliyor aklımıza. Sünneti rehber ettikçe hayatımıza, Rabbimiz’in (cc) ve Peygamberimiz’in (asm) aklımızdan, kalbimizden çıkması imkânsızlaşıyor. Sünneti yaşamakla daima Allah’ın (cc) huzurunda olduğunu hisseden ruhlarımız, yalnızlık vahşetine hiç düşmüyor. İnsanoğlu, sünneti yaşamadığı kadar yalnız, yaşadığı kadar Rabbiyle… Pusulası sünnet-i seniyye olan kullar; hiç bir zaman Allahtan uzak kalmayanlar, kurak yalnızlıklar yaşamayanlar! Onlar hem ehl-i ülfet hem ehl-i uzlettirler. Dualar beraberinde geçirdikleri yalnızlıkları onlar için mümbit araziler gibidir. İman ve dehalarını güçlendiren ahlâklarını güzelleştiren…

Mehlika YAĞMUR 01 Haziran
Konu resmiKonuşmalarınıza Hazırlık Yapıyor Musunuz?
Eğitim

Beş on dakikada bir konuşma hazırlanmaz. Birçoğumuz ne yazık ki bu hataya düşüyoruz.  Yani derslerimize hazırlanmayı ihmal ediyoruz. Günlük konuşmalarımızın büyük bir kısmı husûsî bir ön hazırlık gerektirmez. Fakat panel, sempozyum, konferans ve haftalık dersler gibi husûsî bir günde, muayyen bir mevzûda, belirli bir maksat için bir topluluk karşısında konuşma yapacaksak, ön hazırlık yapmamız zarûrîdir. Bir konuşma hazırlanırken en az şu üç nokta nazara alınmalıdır Konunun seçilmesi Konuşma planının hazırlanması Sesli provalar 1- KONU SEÇİMİ Güzel ve etkili konuşmanın ilk şartı, konuyu iyi seçmektir. Çoklarımız konuşma bittikten sonra, ah iyi bir mevzû seçebilseydim daha güzel olacaktı deriz.  Birçok hatibin de yakındığı ortak nokta, güzel bir konu seçememek ve bu konuyla alâkalı doyurucu, dikkat çekici ve eğitici malumâtlar toplayamamaktır. BİR KONU SEÇİLİRKEN ŞU HUSUSLARA DİKKAT EDİLMELİDİR Muhâtaplarımız kimlerden oluşuyor? Bıçak doktorun elinde hayat kurtarmak için; kâtilin elinde ise, öldürmek için kullanılır. Ağzımızdan çıkan söz de aynen bunun gibi hem faydası, hem de zararı bulunan, insanın kesbine göre şekil alan bir âlettir. Söz ile gönülleri fethetmek de, tahrip etmek de mümkündür. Onun için, senin her söylediğin doğru olsun, ama her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir, düsturunca bizler aynı hakîkatleri her mecliste söyleyemeyiz. Hâlin gereğine uygun söz söylemeliyiz. Konumuzu belirlerken de, muhataplarımızın inançlarını, ihtiyaçlarını, kültürlerini, yaşantılarını ve psikolojilerini nazar-ı dikkate almalıyız. Şirk ehli birine; Allah’ı ve Peygamber (asm)’i ispat etmeden miraçtan bahsedilemeyeceği gibi, daha Osmanlıca düsturu okuyan birine de çok ilmî mevzûlardan bahsedilmez. Seçtiğimiz mevzû muhataplarımızın dikkatlerini çekiyor mu? Mevzûnun belirlenmesinde muhâtabın dikkati de nazara alınmalıdır. Birçok insan kendi mesleğine ve alâkadar olduğu işlere dair mevzûlara dikkat kesilir. Onu daha iyi dinler ve daha iyi anlar. Bu olaya psikolojide, algıda seçicilik denir. Elbette bir çiftçiye ziraattan ve hayvanlardan, bir tamirciye arabaların motorlarından bahsetmek daha güzeldir. Anlatacaklarımız muhataplarımızın seviyelerine uygun mu? Muhataplarımızın ilmî seviyeleri mevzûumuzun tercihinde göz önünde bulundurulması gereken mühim bir meseledir. Hiçbir lügat ve ıstılah bilgisi olmayan birisine ilmî bir meseleden bahsetmek doğru olmaz. Bedîüzzaman Hazretleri: “Âlim-i mürşid koyun olmalı kuş olmamalı, çünkü koyun yavrusuna süt, kuş yavrusuna kay verir.” buyururlar. Bizler de, koyunun yeşil otları yiyip çamurlu suyu içip, onları hazım ederek yavrusuna âb-ı hayat gibi bir gıdayı, yani sütü takdim ettiği gibi, konumuzu hazmedip muhataplarımıza öylece takdim etmeliyiz. Bakınız bu meseleyi Peygamberimiz (asm)’in şu hadisleri ne güzel özetliyor: “İnsanlara akıllarının alacağı derecede söz söyleme emri aldık.” 4-  Tercih ettiğimiz mevzû hakkında yeterli malûmâtımız var mı? Bir konuyu tercih ederken o konuyla alâkalı yeterli malûmâtımız var mı? O konuya hâkim miyiz? Muhataplarımıza kolayca takdim edebilir miyiz? Bu durumları da göz önüne almalıyız. İyice bilmediğimiz mevzûlardan ziyâde, hâkim olduğumuz mevzûları tercih etmeliyiz. Yoksa konuşma vaktine kadar birçok konu değiştirir, en sonunda da yarım yamalak hazırlandığımız bir konuyu anlatmak zorunda kalırız. Sonra da topluluk karşısında diken üzerinde durur gibi dururuz. En başından isâbetli bir karar verirsek, hem hazırlanma şevkimiz artar, hem de rahat oluruz. 2- KONUŞMA PLANININ HAZIRLANMASI Konumuzu tayin ettik, gâyemizi belirledik, mevzûmuz ile alâkalı olan malzemeleri de topladık, dersimizi hazırlamış sayılır mıyız? Şüphesiz ki hayır! Buraya kadar yaptığımız iş bir ev inşa ettirecek birisinin, ön hazırlığına benzer. Evvela evi inşa ettireceği yeri tespit eder. Evin inşasında kullanılacak, kum, taş, çakıl, tuğla, çimento, demir gibi malzemeleri de hazırlamıştır. Ama evi yaptırabilmek için bu hazırlık kâfi değildir.  Evin kaç katlı olacağını, her katta kaç oda olacağını odaların büyüklük ve küçüklüğünü, odalar arasındaki geçişleri bilmesi gerekir. Elbette bunları da bir mimara yaptıracağı plan gösterecektir. Eğer böyle bir plan yaptırmadan evin yapımına teşebbüs ederse, belki arzusuna muhâlif bir eser çıkacaktır meydana. Kullanımsız, güzellikten mahrum bir eser olacaktır bu. Aklı başında birisi plansız bir ev yapmaya kalkmıyorsa, elinde yarım yamalak bile olsa bir plan olmayan biri de ders yapmaya kalkışmamalıdır. Ders belirli bir hedefe giden bir yolculuktur. Ve planlanması gerekir. Hiçbir yerden başlamayan biri umûmiyetle hiçbir yere vâsıl olamaz. Eskiler: “Söylemek istediklerini bir sürü lâfla anlatmak isteyen biri, hedefine bir taşla nişan almak yerine, bir avuç taş atarak bir tanesinin isâbet edeceğini ümit eden kötü bir nişancı gibidir.” demişler. 3- PROVA Zihnimizde sağlam fikirler teşekkül ettikten sonra, dersimizi başından sonuna kadar prova yapmalıyız. Bir kısım hatipler, derslerini hazırlayıp nizama sokarlar, bir kere bile prova yapmadan, birkaç hakîkatle birkaç misal ve hikâyecik ile çıkarlar meydana. Daha sonra ders zamanı geldiğinde bunu uçurmak için kanatlandırmaya çalışırlar. Bir dersi “irticâlen” yapmak, hiç kimsenin ikinci kez yapamayacağı bir hatadır. Her tecrübeli hatip, yapacağı dersin provasını yapmanın ne kadar ehemmiyetli olduğunu bilir. Provamızı nasıl ve nerede yapacağız? Bu sualin en kestirme cevabı: Rahatsız olmayacağınız her yerde. Ders yapacağınız salonda, çalışma odanızda, mutfakta, bahçede, dere kenarında yani uygun bulduğunuz her mekânda dersinizin provasını yapabilirsiniz. Provamızı yaparken şöyle bir sıra takip edebiliriz: Konuşma metnini birkaç kez sessizce okumalıyız. Konuşma metnini en az bir kere de sesli okumalıyız. Okumamızı bölmemeli, her hangi bir noktada duraklama yapmamalıyız. Metne bakmadan konuşmamızı yapmaya çalışmalıyız. Belirli noktaları hatırlayamıyorsak, esere veya metne bakmadan hatırlamaya çalışmalıyız. Takıldığımız yerlerden dolayı korku ve ümitsizliğe düşmemeliyiz. Bu denemeyi birkaç kez tekrarlamalıyız. Konuşma metnini tekrar baştan sessiz olarak bir kere daha okumalıyız. Okurken ana noktalar üzerinde düşünmeliyiz. İmkânımız varsa, bir arkadaşımızın önünde konuşmalıyız. Arkadaşımızın konuşmamızla ilgili tenkitlerini dinlemeli, buna göre kendi konuşmamızı değerlendirmeliyiz. Konuşmamızı prova ederken kendimizi kürsüde, mikrofon ve kamerası önünde hayal etmeli, karşımızda sanki dinleyicilerimiz varmış gibi konuşmalıyız. İmkânımız olursa, bir boy aynasının karşısında konuşmamızı yapmalıyız.  Konuşmamızı yaparken yüz ifadelerimize,  jest ve mimiklerimize dikkat etmeliyiz. Konuşmamızı bir kayıt cihazına kaydetmeli, tenkidî bir tavırla kendi konuşmamızı dinlemeliyiz. Özellikle üslûbumuzu, ana noktaları ifâde edişimizi, ses perdemizi denetlemeliyiz. Prova süresince şu sualleri kendimize sormalıyız: “Konuşma hızım normal mi?  Sesim, söylemek istediğim duygu ve düşüncelerimi aksettirebiliyor mu? Cümleleri, söz öbeklerini sesimle belirtebiliyor muyum?  Kelimeleri, yumuşak, doğal ve anlaşılır bir biçimde ifâde edebiliyor muyum? Vurguları tam olarak yapabiliyor muyum? Sesim işitilebilir bir husûsiyette mi? Sonuç olarak, hazırlanmadan konuşma yapmaya kalkışırsak, ekseriyetle muvaffak olamayız. Muvaffak olamadığımız zaman da kendimize olan itimadımızı kaybederiz. Cesâretimiz kırılır. Eğer hazırlıksız söz söylerken geçirdiğimiz sıkıntılardan dolayı şimdi bütün cesâretimiz kırılıyorsa, özellikle bu dakikadan sonra hazırlanmadan hiç söz söylememeliyiz.

Feridun ŞAMİL 01 Haziran
Konu resmiThe Pen Magazine
Risale-i Nur

Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri Risâle-i Nur hizmeti ile bu ülkenin sarsılan manevî dinamiklerini tekrar sağlam temeller üzerine oturtmuştur. Peki,  “Kur’ân’ımız yeryüzünde cemâatsiz kalırsa Cenneti de istemem orası da bana zindan olur” diyen Üstadımızın takipçileri olan bizler, yeryüzünün diğer coğrafyalarındaki insanlar için neler yapabiliyoruz? İslâm’ın mesajını oralara kadar ulaştırdığımızdan emin miyiz? Kur’ân’ın diriltici nefhasını ne zaman ve nasıl Avrupa’ya ve Amerika’ya ulaştıracağız? Orada yaşayan sıradan bir insanın Müslümanlarla ilgili kafasındaki bir önyargıyı yıkma hususunda biz de katkıda bulunamaz mıyız? İşte bu gâyelerle başladı İngilizce yayınlanan The Pen dergisinin mâcerası. İstedik ki İngiltere’deki bir Müslüman radikalizmle suçlandığı zaman ve ona İslâm’ın şiddet ve terörden başka bir şey üretmediği söylendiği zaman bunu çürütecek bir kaynak olarak The Pen’i gösterebilsin. İstedik ki New York’ta, Harlem’de ırkçı saldırılardan bunalan, cesareti kırılmış siyahî bir kardeşimiz The Pen’i eline aldığında parçalanmış yüreği ısınsın. Afganistan’da, yıllardır süren savaş ve iç çatışmalardan dolayı “çığlığımıza cevap verecek vicdan sahibi yok mu yeryüzünde?” diyen Afganlının The Pen’i gördüğünde umutları dirilsin. Yahudî dipçiği altında onurumuz Kudüs için direnen Filistinli kardeşimiz bu dergiyle birlikte “İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor (sünûhat)” hikmetini idrak edince  “bir gün geri gelecekler, biliyorum” desin. “Haccın bâhusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teâvünle teşrik-i mesaîyi tazammun eden içindeki siyâset-i âliye-i İslâmiye ve maslâhat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâm’ı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.” çığlığını duyan Malezyalı, Endonezyalı Müslüman’ın kalbi heyecandan yerinden fırlayacakmış gibi çarpsın. İhtiyacımız olan tek şey ciddi ve samîmî bir şekilde çalışmak ve gayret etmektir. Ümmetin dertlerini kendi derdimiz olarak telakki etmezsek muvaffak olmamız zor görünüyor. Cenâb-ı Hak, bizi ümmetin dertleriyle hemhâl etsin. Bu hususta duâlarınıza tâlibiz. Kavlî duâlarınızla birlikte fiilen de desteklerinizi bekliyoruz. The Pen dergisine İngilizce bilen veya İngilizce hazırlık eğitimi alan, kursa giden, İngilizceye başlamaya niyet eden herkesin abone olmasını arzu ediyoruz. Peygamber Efendimizin yabancı dil öğrenmeyi teşvik ettiğini hatırda tutarak, öğreneceğimiz dille tek bir kişinin hidâyetine vesîle olmak durumunda nâil olacağımız sevabın büyüklüğünü de düşünerek bu gâye doğrultusunda The Pen ile bir adım daha ileriye gidebilirsiniz. Gayret bizden Tevfik Allah’tandır. The Pen dergisi hangi amaçla yayınlanmaktadır? The Pen dergisi inançsızlık veya seküler ideolojilerin maneviyattan uzaklaştırdığı günümüz insanına unuttuğu şeyi hatırlatmak, kula kulluğun, eşyaya esaretin hâkim olduğu dünyada modern insana gerçek özgürlüğün kapısını yeniden göstermek için üç yıl önce yayın hayatına başladı. Bu dergi İrfan Mektebi’nin Türkçede ifa ettiği vazifeyi küresel ölçekte İngilizce olarak yürütmektedir. Genel Yayın Yönetmenimiz Cihangir İşbilir’in idaresinde ve işinin ehli editörlerimiz ve zengin yazar kadromuzla her iki dilde de ciddi bir hizmetin zemini tesis edilmektedir. The Pen dergisindeki yazılar nasıl telif edilmektedir? İrfan Mektebi’nin değerli yazarları tarafından yayınlanmış olan bir kısım kıymetli ilmî makâleler deneyimli bir çeviri ekibi tarafından İngilizceye çevrilmektedir. İngilizceye çevrilen bu makâleler İngiltere’de yaşayan İngilizceye vakıf başka bir ekip tarafından tashih edilmektedir. Son olarak, aynı makâleler bu defa İngiliz asıllı bir musahhih tarafından İngiliz dil mantığı ve kültürü açısından incelenmekte ve düzeltilmektedir. Kimler The Pen dergisi için yazı yazabilir? The Pen dergisine İslâmî ilmî konulara vakıf, Risâle-i Nur’daki ilmî meselelerde uzmanlaşmış, tercihen sosyal veya fennî bir ilim dalında mütehassıs ve İngilizce bilen yazarlar makâlelerini gönderebilirler. Türkçe yazılmış değerli makâleler de İngilizceye çevrilmek üzere kabul edilir. Gönderilen yazılar yayın kurulunda onaylandıktan sonra dergide yayınlanır. The Pen dergisinde İngilizce olarak telif edilen yazılar yer almakta mıdır? The Pen dergisinde İngilizce olarak telif edilen yazılar da yayınlanmaktadır. Türkiye, Amerika,  İngiltere ve Malezya’da yaşayan yazarlarımız tarafından çeşitli ilmî konulara dâir makâleler, güncel meseleler, Müslüman dünyanın sorunlarını ele alan yazılar, uzman isimlerle yapılmış mülâkatlar neşredilmektedir. The Pen dergisine nasıl abone olabiliriz? The Pen dergisine telefon veya internet yoluyla abone olabilirsiniz:Telefon: 0212 4726032Faks: 0212 6961386E-posta: info@thepenmagazine.netWeb: www.thepenmagazine.net   

Selahattin ÖZEL 01 Haziran
Konu resmiSevgili Peygamberim
Kültür ve Medeniyet

İstanbul’da faaliyet gösteren Tomurcuk Yuva, Kutlu Doğum programını 16 Nisan Cuma günü Bahçelievler Necip Fazıl Kısakürek tiyatro salonunda büyük bir coşku ve manevî bir atmosfer içerisinde kutladı. Önce Kur’ân-ı Kerimimizin kalbi olan Yasin-i Şerîf’in 1. sahifesini üç minik tomurcuktan dinledik. Üstadımızın inci taneleri olan vecizeler ise o miniklerimizin ağzından dinlenilmeğe değerdi. Peygamberimizin sevgisini anlatan koroda minik gonca şekline giren tomurcuklar yürekleriyle söyledikleri “Minik bir goncayım ben” ve “Peygamberim, sen benim” adlı çocuk ezgileriyle gözümüzü ve gönlümüzü kendilerine hayran bıraktılar. Gönüller Sultanı’nın yeryüzünü şereflendirmesiyle birçok mûcizeler meydana gelmişti. İşte bu mûcizeleri anlatan bir şiiri, Tomurcuk kızlarından dinledik. O muhteşem mûcizeleri dinlerken bir sevgilinin dünyaya teşrifinin ne kadar önemli olduğunu hissettik ve bu sevgilinin sevgisine layık olabilmeyi bu uğurda çocuklarımızı yetiştirmenin önemini bir kere daha fark ettik. Teberânî’nin rivayetine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur. “Ümmetimden din işlerinde fâideli olacak 40 hadis ezberleyen, âlimlerle haşrolur.” Bu hadîs-i şerîfin ehemmiyetini bilip bu uğurda minik tomurcuklarını da bilgilendiren tomurcuk yuva öğretmenleri, tomurcuklarına 40 hadis-i şerifi öğretmiş. Muhtelif aralarda çıkarak söylenilen bu 40 hadîs-i şerîf, bizlerin de hayatlarına yön vermeli diye düşündük. Bu çocukları dinlerken duygulandık ve gözlerimizden birkaç damla yaş düşmedi değil. Rabbim sevdin Habîbini yarattın Rabbim sevdin kâinatı yarattın Rabbim sevdin insanlığı yarattın Bizler Senin bu sevgine ve Habîbinin sevgisine layık olabilmek uğruna çalışıyoruz. Kalplerimizde yeşeren bu sevginin gül bahçesine dönmesi duâsıyla… Bu duâyı minik tomurcuklarda yapmış olmalı ki, SEVGİLİ PEYGAMBERİM yazılı levhalarıyla bizleri duygulandırdılar. Peygamber Efendimizin hayatından önemli bir kesit olan ‘Hicret’i bir de miniklerimizin dilinden dinledik. Bir nebze de olsa o zamana hayalen gittik. Belki mübârek Peygamberimizi o kutlu mağarada koruyan bir kuş olduk. Belki Medine’ye hicret eden bir sahâbî ya da O’nu coşku içinde karşılamak için bekleyenlerden birisi… Ama en güzeli o zamana gitmekti… Programın sonlarına doğru bir ziyâfet verildi. Bu bildiğimiz yemek ziyâfeti değil. Rabbimizin bize en büyük ikramı, nimeti olan Kur’ân-ı Kerim ziyafeti. Bu tomurcuklar bizlere Fil Sûresi’nden başlayıp da Nas Sûresi’nde son bulan güzel bir duâ ziyâfeti hazırlamışlar. Sonunda da 3 tomurcuk Âmenerrasûlu ve mealini sundular. Eeee, bize düşen de o ziyâfetten nasiplenmek oldu tabii ki. Programın en güzel yanı şüphesiz başarılı tomurcukların aldıkları madalya ve taç töreni oldu. Salavatlarla gelen çocukların ellerinde bulunan çiçeklerin yapıştırılmasıyla oluşan “MUHAMMED” tablosu ise güne son noktayı koymuş oldu. Bir günün ardından dudaklarımızda tatlı bir tebessüm, kalplerimizde manevî bir haz, dimağlarımızda ise o minik tomurcukların bizlere sundukları ile ayrıldık salondan. Tomurcuk Yuva’yı yaptıkları bu güzel mâneviyatlı gösteri ve fâaliyetleri için takdir ve tebrik eder muvaffakiyetlerinin devamını Cenâb-ı Hak’tan dileriz.  

Gülefşan NUR 01 Haziran
Konu resmiAşure
Kültür ve Medeniyet

NAMAZ EĞİTİMİ ESNASINDA YAPILMAMASI GEREKENLER Çocuğun vazgeçmesi zor zevkleri ile namazı karşı karşıya getirmeyiniz. Çocuğu ikiyüzlülüğe itecek zorluklar çıkarmayınız. Çocuğun yaşı ve birikimine uygun olmayan bilgiyi ve uygulamayı ondan istemeyiniz. Konuşmalarınıza dikkat ediniz. Yaşına ve kapasitesine uygun konuşunuz. Azarlama hakkınız sâdece, on yaşından sonradır. Namaz konusunda eksiklerini bir dedektif gibi izlediğiniz hissi vermeyiniz. Namaz teknikleri esnasında, namaz kılınmaması durumunda nelerin olacağına dair âyet- hadis ve diğer bilgilerden başlamayın. Kılanın neler elde edeceğini konuşunuz. Namaz bilgisi ve eğitimine âit konuşmalarınız tartışma şeklinde olmasın.  Bir güne de sıkıştırılmasın. Aralara serpiştirilmiş konuşmalar daha etkilidir. EFDAL İSLÂM Peygamber Efendimiz (sav)’ e sordular: “Ey Allah’ın Resûlü, hangi İslâm daha efdaldir (hayırlıdır).” Peygamber Efendimiz buyurdular ki: “Elinden ve dilinden mü’minin emin olduğu kimse” “Yemek yediren, tanıyıp tanımadığına selam veren kimse” “Müslümanların elinden ve dilinden selâmet bulduğu kimse” “Ahlâkça en üstün olan kimsedir.” EL-MUKSİT (cc) Hükmünde ve işlerinde adâletli olan. Ku’rân’da zikredilmeyip, sâdece meşhur Esma’ül Hüsnâ hadisesinde yer alan bu isim mazlumu zâlimin zulmünden koruyan Cenâb-ı Hakk’ın, en üstün adâlet ve merhamete sahip bulunduğunu, O’nun bütün ef’alinin denk, birbirine uygun ve yerli yerince olduğunu ifâde etmek için kullanılan isimlerdendir. YA SECDEYE KAPANIRSA? Adam ev kiraladı, ama tavanın direkleri çatırdıyordu. Kiracı ev sâhibine yakındı: “Bu tavanı tamir et, çünkü çatırdıyor!” Ev sahibi “Korkma!” dedi, “Allah’ı tesbih ediyor!” Adam cevapladı: “Mesele değil de, cezbeye gelip secdeye kapanmasından korkuyorum!” İLİM ADAMI Birûnî astronomi üzerine yaptığı en iyi çalışmayı Gazneli Mahmud’un oğlu Mesud’a sundu. Sultan Mesud da bunun üzerine kendisine bir fil yükü hediye gönderdi. Birûnî “Bu hediye beni baştan çıkarır, ilimden uzaklaştırır!” diyerek hediyeyi geri çevirdi. KRİTİK KELİME Adam çiftliği için inek almaya gidiyormuş. Yolda gördüğü arkadaşıyla aralarında şu konuşma geçmiş: “Hayrola, nereye?” “Çiftlik için inek almaya gidiyorum!” “Neden öyle diyorsun? İnşâallah (Allah’ın izniyle) desene!” “Ne alâka canım? Cebimde para var mı? Var! Gideceğim yer belli mi? Belli!” Adama dönüşte tekrar arkadaşını görmüş ve eli boşmuş. Arkadaşı “Ne oldu, alamadın mı ineğini?” demiş. Adam üzüntüyle cevaplamış: “Allah’ın izniyle paramı çaldırdım!” ÜÇ AYLAR Recep cefâyı terk ayıdır; Şaban amel ve vefâ ayıdır; Ramazan ise, sadâkat ve safâ ayıdır. Recep tevbe ayıdır; Şaban muhabbet ayıdır; Ramazan Hakk’a yakınlık bulma ayıdır. Recep hürmet ayıdır; Şaban hizmet ayıdır; Ramazan nimet ayıdır. Recep ibâdet ayıdır; Şaban zâhidlik ayıdır; Ramazan ise ziyâdesiyle nimetlere ermek ayıdır. Recep ayında, iyilikler kat kat artar; Şaban ayında kötülükler kalkar; Ramazan ayında ikramlar gelmeye başlar. Recep, önce gidenlerin ayıdır; Şaban ortadakilerin ayıdır; Ramazan ise âsilerin ayıdır. Recep âfetlerin geri bırakıldığı, Şaban tatların yapıldığı, Ramazan ikramların beklendiği aydır.

Zeynep EREN 01 Haziran