44. Sayı: "Kur'ân 1400"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiKur'ân 1400
İnsan

Bu sene Kur’ân-ı Kerim’in nâzil oluşunun 1400. yılı. Bu sene Kur’ân Yılı. Diyanet İşleri Başkanlığı hayırlı bir hizmete öncülük etti, bu yılın Kur’ân Yılı olarak ihya edilmesi için önemli bir adım attı. Ardından İslâm Konferansı Teşkilatı (İKT), Mayıs ayında Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’de gerçekleştirilen dışişleri bakanları toplantısında 2010 ve 2011 yıllarını kapsayacak şekilde bütün İslâm ülkelerinde Kur’ân Yılı olarak idrak ve ihya edilmesi kararını aldı. Aynı tarihlerde 22-25 Mayıs’ta Kuala Lumpur’da toplanan İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) Konsey’i, 2010 ve 2011 yıllarında, bütün İslâm dünyasında Kur’ân-ı Kerim’i anlamaya ve mukaddes kitabımızı tanıtmaya yönelik etkinlikler yapma kararı aldı. Sivil toplum kuruluşları, müftülükler, üniversiteler, belediyeler ve dergiler bereketli ‘üç aylar’ın da girmesiyle tatlı bir telaşla çalışmalarını bu cihette yoğunlaştırıyorlar. Her kesim, “Ne yaparız da bu senenin hakkını veririz?” heyecanını yaşıyor. Birkaç aydır bizler de malumunuz bu heyecanı sizlerle paylaşmaya çalışıyoruz. Önce ikincisini düzenlediğimiz “Kalemler Yarışıyor” başlıklı yarışmamızın konusunu Kur’ân-ı Kerim olarak belirledik. Daha sonra sizleri de bu konuda düşünmeye yazmaya davet ettik. Bu ay da yazarlarımızın birbirinden önemli araştırma ve yazılarını Kur’ân-ı Kerim’e hasrettik. Sizlere dopdolu bir Kur’ân özel sayısı hazırladık. Önümüzdeki aylarda bu konuyu taze tutmaya devam edeceğiz. Zira Kur’ân-ı Kerim’le irtibatımızı artırmaktan başka ilacımız, çâremiz yok! Kur’ân’ın hakîkatleriyle… Lisanıyla… Harfleriyle… Ve artan bu irtibatı, kuvveden fiile çıkartarak, her sahada ve her ölçekte hayatımıza aksettirmekten başka kurtuluş reçetemiz mevcut değil. Bunun için bu yılı iyi değerlendirmek istiyoruz. Bu sayıda Kur’ân-ı Kerim’i her yönüyle tahlil etmeye çalıştık. Nâzil oluşunun 1400. yılında Kur’ân’ın hakîkatlerinin taptaze olduğunu, sanki bu sene nâzil oluyormuş gibi yepyeni olduğunu göstermeye gayret ettik. Ümit ediyorum istifâdeli bir çalışma olmuştur. “Mukaddes Pazar”, üç ayların hakkımızda hayırlı olmasını temenni ederek, sizleri İrfan Mektebi’nin Kur’ân kokulu sayfalarında seyâhate davet ediyorum.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Temmuz
Konu resmi40 Ambar
Tarih

Vahiy Kâtibliği Peygamber Efendimiz (asm) ümmî olduğu için nâzil olan âyetleri okuma yazma bilen sahâbelerine yazdırmıştır. Âyetleri Peygamber Efendimiz’den (asm) duyarak yazan bu sahâbelere vahiy kâtibi denilmektedir. Mekke’de ilk vahiy kâtibliğini Abdullah bin Sa’d bin Ebi Sarh (ra), Medine’de ise, Ubey bin Ka’b (ra) yapmıştır. Ondan sonra Zeyd bin Sabit (ra) bu görevi devam ettirmiştir. Zamanla sayıları kırka kadar varan vahiy kâtiblerinden bazıları; Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer bin Hattab, Hz. Osman bin Affan, Hz. Ali bin Ebi Tâlib, Amr bin el-As, Muâviye, Şurahbil bin Hasene, Muğire bin Şu’be, Muaz bin Cebel, Hanzele bin er-Rebi’, Cehm bin es-Salt, Hüseyin en-Nemerî, Zübeyr bin Avvam, Amir bin Füheyre, Ebân bin Said, Abdullah bin Erkâm, Said bin Kays, Abdullah bin Zeyd, Hâlid bin Velid, Alâ bin Hadremî, Abdullah bin Revâha, Huzeyfe bin el-Yemân, Muhammed bin el-Mesleme (ra ecmain) vd. Kur’ân-ı Kerîm’in KitAP Hâline Getirilmesi Asr-ı Saâdette, nâzil olan âyet-i kerîmeler, vahiy kâtibleri tarafından deri, papirüs kâğıdı, kemik ve ağaç kabuğu gibi malzemelerin üzerine yazılmaktaydı. Hâfızların sayısının azalması ve İslâmiyet’in daha geniş topraklara yayılması gibi sebeblerin de etkisiyle, Hz. Ebû Bekir’in (ra) hilâfeti döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in kitap hâline getirilebilmesi için, Zeyd bin Sâbit (ra) başkanlığında bir heyet oluşturuldu. Bu heyet, gayet itinalı bir çalışma yürüttü. Her âyet, Peygamber Efendimiz’in (asm) huzurunda yazıldığına dâir şehâdet eden iki şâhid ile birlikte kabul ediliyordu. Heyetin çalışmaları bittikten sonra Kur’ân-ı Kerîm’in sûreleri, Peygamber Efendimiz’in (asm) koyduğu sıraya göre sıralanmış ve kitap hâline getirilmiştir. Bu ilk nüsha Kur’ân-ı Kerîm ise Peygamber Efendimizin (asm) hanımı Hz. Hafsa’ya (ra) emânet edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in Çoğaltılması İslâmiyet’in fetihlerle her geçen sene daha geniş topraklara yayılması ve Müslüman sayısının günden güne artmasıyla birlikte Kur’ân-ı Kerîm’in çoğaltılması ve fethedilen bu yeni topraklara dağıtılması ihtiyacı doğmuştur. Bu sebeble, Hz. Osman’ın (ra) hilâfeti döneminde elde var olan Kur’ân mushafı çoğaltılarak, Mekke, Basra, Kufe, Yemen ve Bahreyn gibi merkezî şehirlere gönderilmiştir. Bu sâyede, Arabça’nın lehçe farklılıklarından doğabilecek ihtilâfların da önüne geçilmiştir. Kayışzâde Hafız Osman Nuri Efendi Kayışzade lakabıyla şöhret bulan Hafız Osman Nuri Efendi, aslen Burdur’ludur. Kazasker Mustafa İzzet Efendi’den sülüs ve nesih yazılarını öğrenip icâzet almış, onun vefatından sonra da talebesi Muhsinzâde Abdullah Hamdi Bey’in derslerine devam etmiştir. Devrinin büyük hattatları arasına giren Kayışzâde, hayatını mushaf yazmakla geçirmiştir. Nitekim 107. mushafını yazdığı bir dönemde, 4 Ramazan 1311 (11 Mart 1894) tarihinde İstanbul’da vefat etmiş ve Merkez Efendi Kabristanına defnedilmiştir. Kayışzâde’nin, mushaf yazmada ve nesih hattının güzelleşmesinde çok büyük katkıları olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in âyetberkenar mucizesinin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Âyetberkenar tertibinde, Kur’ân-ı Kerîm’in her sayfasının sonunda âyet yarım kalmayıp bitmektedir. Âyetberkenar mucizesinin ortaya çıkması, Kur’ân-ı Kerîm’in tevâfuk mucizesine de zemin hazırlamıştır. Osman Gazi'nin Kur’ân’a Hürmeti Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin, Şeyh Edebali’nin evinde misafir kaldığı bir gün kendisine geceyi geçirmesi için verilen odaya girdiğinde tam yatağa yatacakken gözüne odada bulunan bir Kur’ân-ı Kerîm takılır. Osman Gazi, Kur’ân’a olan hürmetinden dolayı ayağını uzatarak yatamaz. Odanın bir köşesine çekilir, duâ ve evrada başlar. Oturduğu yerde bir ara içi geçer ve rüyasında Şeyh Edebali Hazretlerinin göğsünden çıkan bir hilalin kendisini sardığını ve kendisinin de her tarafı kuşatan bir çınar ağacına dönüştüğünü görür. İşte Osman Gazi’nin Kur’ân’a olan bu hürmeti, Abbasî Devleti’nin yıkılmasından sonra boşalan Müslümanların ve dünyanın idaresinin Osmanlılar’a verilmesine vesile olan sâiklerden biri olarak tarihe geçmiştir. 24 Saat Kesintisiz Kur’ân Kırâati Yavuz Sultan Selim’in Mercidabık ve Ridâniye Zaferleriyle Suriye ve Mısır’ı fethetmesiyle birlikte, Hicaz’ın idaresi de Osmanlı’nın eline geçmişti. Bu fetihler neticesinde Hilâfet de Osmanlı’ya geçmiş, Hicaz’da bulunan bir kısım Mukaddes Emânetler de İstanbul’a getirtilmiştir. İşte başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere; birçok Peygamber ve Ashâb-ı Kirâm’a âit olan eşyalar yaklaşık 5 asırdır, Topkapı Sarayında muhâfaza edilmektedir. Bu emânetlerin hürmetine, arada bazı fâsıla ve kesintiler olmakla birlikte 5 asırdır, Topkapı Sarayında Kur’ân-ı Kerîm okuma geleneği devâm ettirilmiştir. Günümüzde ise bu güzel geleneği devam ettirebilmek için 12 hafız görevlendirilmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmiKur'ân'daki Belağatın Fevkalâde Tesiri
İbadet

Belâgat, güzel, etkili ve yerinde söz söylemek demektir. Kur’ân’ın en büyük mucizesi sözlerindeki insanüstü belâgattir. Nâzil oluşundan günümüze kadar hiç bir insan onun kısa bir sûresinin dahi benzerini söyleyememiştir. Çünkü onun sözleri gibi güzel söz söylemek insan kudretinin üzerindedir. İşte bu durum Kur’ân’ın en açık mucizesidir. İnsanoğlu Kur’ân’ın sözlerinin benzerini söylemekten âcizdir. Öyleyse Kur’ân Allah kelamıdır. Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın indiği dönemde, böyle hârika, insanüstü sözlerle ilk defa karşılaşan Arapların onun büyüleyici güzelliği karşısında nasıl hayretler içerisinde kaldıklarını şöyle anlatır: “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan geldiği zaman, bu dört nevi malûmat sâhiblerine karşı meydan okudu: Başta ehl-i belâgate birden diz çöktürdü. Hayretle Kur’ân’ı dinlediler. İkincisi ehl-i şiir ve hitâbet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altın ile yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına medar-ı iftihar için (övünç kaynağı diye) asılan meşhur “Muallakat-ı Seb’a” (yedi asılı) larını indirtti, kıymetten düşürdü.” (Şualar) Bu yazımızda Kur’ân’ın belâgatli güzel sözleri karşısında o dönemde ve daha sonrasında insanların içine düştükleri şaşkınlıklarını, hayret ve takdirlerini gösteren bazı tarihî hâdiseleri sizlerle paylaşacağız. MÜŞRİKLERİN KUR’ÂN’IN BelâgATİNDEKİ GÜZELLİĞİ İTİRAFLARI ŞAİR LEBİD’İN KIZI Kâbe duvarına asılan en meşhur yedi şiirden biri meşhur şair Lebid’e âitti. Kur’ân âyetlerini duyan Lebid’in kızı, babasının altın yaldızla yazılıp Kâbe duvarına asılan şiirini oradan indirmiş, “Âyetlerin karşısında bunun kıymeti kalmadı” diyerek Kur’ân’ın üstünlüğünü ve en güzel bir insan sözünün onun yanında sönük kaldığını ilan etmiştir. (Bkz. Şualar, 7. Şua) VELİD B. MUĞÎRE Mekke müşriklerinin reislerinden Velid b. Mugire, Resûlullah (asm)’ın yanına geldiğinde Hz. Peygamber (asm) ona Kur’ân okumuştu ve sanki kalbi yumuşamış gibiydi. Bu haber Ebu Cehil’in kulağına gidince Ebu Cehil derhal Velid’e geldi ve şöyle dedi:  - Muhammed hakkında bir şey söyle ki kavmin işitsin de senin Muhammed’i sevmediğini anlasınlar” Velid: - Onun hakkında ne diyeyim? Allah’a yemin ederim, hiçbiriniz benden daha fazla şiiri bilmez. Şiirin recezini (aruzun bir vezni) bilmez. Şiirin kasidelerini de bilmez. Cinlerin şiirini benden daha iyi bileniniz yoktur. Ama yemin olsun ki onun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Yine yemin olsun ki onun söylediklerinde bir güzellik, bir tatlılık vardır. O sözün üstü meyvelidir, altı çoktur, bereketlidir. Kesinlikle o gâlib olur, hiç kimse ona gâlib olmaz. Kesinlikle o altında kalanı paramparça eder” diye cevap verdi.” (Hayatü’s-Sahâbe) UTBE BİN REBİA Yine Mekke’nin müşrik reislerinden Utbe Bin Rebia, Resûlullah (asm)’ın yanına giderek onu tebliğinden vazgeçirmek için epeyce dil döktükten sonra Hz. Peygamber (asm) ona Fussilet Sûresi’nin ilk âyetlerini okudu. Dinlediği sözler karşısında âdeta şok olan Utbe geri dönüp evine kapandı. Bunun üzerine Ebu Cehil yanına giderek hâlini anlamak istedi. Utbe şöyle dedi: - Muhammed bana öyle bir cevab verdi ki, vallahi o ne sihirdir, ne şiirdir, ne de kâhinliktir. Muhammed, “Buna rağmen yüz çevirirlerse, artık de ki: (Ben) sizi Âd ve Semûd’un (başına gelen) yıldırımlar gibi bir yıldırım (azâbıy)la korkuttum!” âyetini okuyunca ben onun ağzını elimle kapattım. Sıla-i rahimle yemin verdirdim ki bizim başımıza böyle bir şey getirmesin. Biliyorsunuz ki Muhammed bir şey söylediği zaman yalan söylemez. Korktum ki azab size de isabet eder.” (Hayatü’s-Sahâbe) BENÎ ŞEYBAN KABİLESİNDEN MEFRUK Resûl-ü Ekrem (asm) Benî Şeyban Kabilesi’ni İslâm’a davet edince kabile reislerinden Mefruk, Resûl-i Ekrem’e “Sen neye davet ediyorsun?” diye sordu. Resûl-i Ekrem, En’am Sûresi’nin 151-153. âyetlerini okudu.  Bunun üzerine Mefruk: “Allah’a and içerim ki senin bu sözlerin yeryüzündeki kimselerin kelâmı değildir. Eğer onların sözlerinden olsaydı onu tanırdık” dedi.” (Hayatü’s-Sahâbe) EBU CEHİL, EBU SÜFYAN VE AHNES Kureyş’in reislerinden Ebu Cehil, Ebu Süfyan ve Ahnes birbirlerinden habersiz aynı gece gizlice Resûlullah’ın evi yakınına gizlenerek onun namazda Kur’ân okuyuşunu dinlediler. Tanyeri ağarıp giderken birbirlerinin farkına vararak bir daha böyle yapmamak üzere sözleştiler. Fakat daha sonra Kur’ân’ın câzibesine dayanamayarak iki gece daha gittiler ve birbirlerini aynı halde yakaladılar. Bunun üzerine diğer ikisi, Ebu Cehil’e Muhammed’den işittiklerin hakkında fikrin nedir diye sordular. O da: - Bizler ve onun kabilesi bugüne kadar at başı giden bir şeref yarışı yaptık. Şimdi onlar kendisine vahiy gelen bir peygamber çıkardılar. Biz onun gibisine nasıl erişebiliriz. Vallahi ona asla inanmayız ve asla tasdik etmeyiz dedi. (Kur’ân-ı Kerim Bilgileri, Osman Keskioğlu) NADR BİN HÂRİS Bir gün Mekke müşriklerinden Nadr bin el-Hâris ayağa kalkıp: “Ey Kureyş, vallahi başınıza gelen çok büyük bir iştir! Daha önce bunun benzeri bir şeyle karşılaşmış değildiniz. Muhammed sizin aranızda büyüdü, içinizde en çok beğenilip râzı olunan idi, en doğru sözlünüz idi, emânete en çok riâyet edeninizdi. Nihâyet büyüyüp size yeni bir din getirdi. Başladınız “Muhammed bir büyücüdür!” demeğe... Vallahi O’nun size getirdiği sihir değildir. Çünkü bizler sihrin ne olduğunu gördük. O kâhindir, diyorsunuz. Bu da doğru değildir. Biz kâhinleri de gördük, onların kehânetlerini de... Şairdir diyorsunuz. Vallahi bu da doğru değildir. Biz bütün çeşitleri ile şiirin ne olduğunu da biliyoruz. Ve Muhammed’in getirdiğinin şiirle bir ilgisi olmadığı da meydandadır. O bir delidir diyorsunuz. Ne delisi? Yine Allah’a yemin ederek söylüyorum ki, Muhammed bir deli de değildir. Deliliğin saçmalarından, hezeyanlarından, vesveselerinden O’nda eser yok! Ey Kureyş, başınıza gelen şu iş üzerinde ciddi olarak düşününüz! Vallahi sizin başınıza çok büyük bir iş gelmiştir” (Suyûtî) BEDEVÎNİN SECDESİ Çöl Arabı olan bedevî bir zât “Şimdi sen, sana emrolunanı açığa vur! Müşriklerden yüz çevir!” (Hicr, 94) âyetini işitince, hemen secdeye kapandı ve sen Müslüman mı oldun diye sorulunca: - Ben, onun fesâhatindan (sözün güzelliğinden) dolayı secde ettim!” dedi.” (Suyûtî) BAŞKA BİR ZAT Başka birisi de, “Vaktâ ki, ondan umutlarını kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler” (Yusuf, 80) âyetini bir adamdan işitince: - Ben şehâdet ederim ki; bu sözün benzerini bir yaratık söylemeye güç yetiremez!” demiştir.” (İslâm Tarihi, Asım Köksal) KUR’ÂN’IN GÜZEL SÖZLERİNİN TESİRİ İLE İMANA GELENLER HZ. ÖMER (ra) Peygamber (asm)’ı öldürmek niyeti ile yola çıkan Hz. Ömer (ra) yolda kız kardeşi ve eniştesinin de Müslüman olduğunu öğrenmiş ve yolunu değiştirerek hışımla kardeşinin evine gitmişti. Fakat evde yazılı Kur’ân sayfasını ele alınca âyetlerin ifade ettiği mânâlar karşısında hayretlere düşmüş ve şöyle demişti: “Bu söz ne kadar güzel ve ne kadar şereflidir”. Böylece kalbi İslâm’a ısınan Hz. Ömer kalkıp Resûlullah (asm)’ın huzuruna gider ve İslâm’la şereflenir. (İbnu’l-Esir) Hz. Cübeyr b. Mut’ım (ra) Cübeyr b. Mut’ım (ra) iman etmezden evvel Peygamberimizin (asm) Tûr Sûresi’ni okuduğunu işitmiş ve daha sonraları, “Kur’ân’ı işittiğim zaman sanki kalbim parçalanacaktı.” demiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned) MEDİNELİ ENSAR Akabe Biatı'nda Medine’den İslâm’a giren ilk altı kişiye Hz. Peygamber (asm) İbrahim Sûresi’ni 35. âyetten sûrenin sonuna kadar okudu. Onların kalpleri titredi. Bunu dinlediklerinde hemen Allah’a itaat ve Peygambere icâbet ettiler. (Hayatü’s-Sahâbe) ŞAİR TUFEYL B. AMR (ra) Devs kabilesinin şairi olan Amir Bin Tufeyl Kur’ân’ı dinlemekle nasıl Müslüman olduğunu şöyle anlatır: -Mekke’ye gittiğimde Kureyş’ten bazı kimseler Hz. Peygamber (asm) aleyhinde o kadar propaganda yaptılar ki ben, Muhammed’in sözünü dinlememeye ve onunla konuşmamaya karar verdim. Hatta mescide gittiğim zamanlar sözlerini işitmemek için kulaklarımı tıkıyordum. Ertesi gün mescide gittim, baktım ki Hz. Peygamber, Kâbe’nin yanında ayakta ibâdet ediyor. Ona yakın bir yerde durdum. Bütün tedbirlerime rağmen Allahu Teâlâ onun sözlerinin bir kısmını bana duyurdu. Duyduklarım çok güzel şeylerdi. Kendi kendime şöyle dedim: “Ben akıllı ve şair bir kişiyim. Çirkin ile güzeli ayırt edebilirim. Niçin ben bu kişi ile konuşup da ne söylüyorsa anlamayayım. Eğer getirdikleri güzelse kabul ederim, çirkinse atarım.” Bu karar üzerine Hz. Peygamber’in gitmesini bekledim. O doğruca evine gitti. Ben de arkasından giderek evine girdim ve “Ey Muhammed! Kavmin bana senin hakkında şunları şunları söyledi. Andolsun ki onlar seni bana korkunç göstermek için çok çaba sarf ettiler. Öyle ki seni işitmemek için kulaklarıma pamuk bile doldurdum. Fakat Allahu Teâlâ ille de bana senden bir şeyler dinletmek istedi. Senden duyduklarım çok güzel şeylerdi. Görüşlerini bana da anlatır mısın?’ dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber bana İslâm’ı anlattı ve Kur’ân okudu. Allah’a yemin ederim ki o güne kadar bundan daha güzel bir söz duymamış ve bundan (İslâm’dan) daha âdil bir durumla da karşılaşmamıştım. Bunun üzerine şehâdet getirdim.” (Hayatü’s-Sahâbe) DIMÂD BİN SALEBE Cinlenmiş hastaları tedavi etmekle tanınan Dımâd Bin Salebe’ye Resûlullah’ın mecnun olduğunu söylemişlerdi. O da yanına gelip bana müsâade edersen seni tedavi edebilirim diye teklifte bulunmuştu. Peygamberimiz (asm) da ona Kur’ân’dan âyetler okudu. Âyetlerin ifadeleri karşısında şaşkına dönen Dımad Resûlullah’tan (asm) bir daha okumasını rica etti. Aynı âyetleri bir kez daha dinledikten sonra büyük bir heyecanla şöyle dedi: - Ben kâhinleri, sihirbazları ve şairleri çok dinledim, fakat onların sözlerinde bunun benzerini görmedim. Bu sözler onların bütün laflarının üstündedir. Bunlar denizlerin derinliklerini coşturacak sözlerdir. Bana elini ver sana biat edeyim dedi ve biat etti. (Hayatü’s-Sahâbe) EBU ZERR’İN KARDEŞİ ÜNEYS Müslim’in rivâyetine göre Ebû Zerr şöyle demiştir: “Kardeşim Üneys Mekke’ye gidip gelmişti. Bana: “Mekke’de bir adamla karşılaştım, kendisinin Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu söyledi” diye bahsetti. Ben Üneys’e: “Peki insanlar bu hususta ne diyor?” dedim. Üneys de bana: “İnsanlar: “Bu bir şairdir, bir kâhindir” diyorlar” dedi. Ben kendisine: “Ey Üneys, aslında sen de bir şairsin, O’nun söyledikleri şiire benziyor mu?” dedim. Üneys: “Ben O’ndan duyduklarımı şiirle kıyas ettim, açıkça şiir olmadığını gördüm. Kâhinlerden işittiğim şeylerle de kıyasladım, kehânete benzer bir tarafı olmadığını da gördüm... Vallahi aslında Muhammed doğru söylüyor; kendisine şair veya kâhin diyenler ise yalan söylüyor” dedi. Kardeşimin bu sözlerinden sonra Mekke’ye gittim.” (Suyûtî, Peygamberimizin Mucizeleri) AMR BİN CEMÛH “Seleme Oğullarının gençleri müslümanlığı kabul ettikleri zaman, Amr bin Cemûh oğluna hitâben: “Git Muhammed’i dinle, O’ndan duyduklarını bana gelip aynen haber ver!” dedi. O da gidip Hz. Peygamberi dinledi. Peygamber kendisine Fâtiha Sûresi’ni okudu. Gelip aynen babasına tekrarladı. Amr, Fâtiha Sûresi’ni dinledikten sonra: - Allah Allah, bu ne kadar hoş ve ne kadar güzel bir kelam! Muhammed’in okudukları, hep böyle güzel midir?” demekten kendisini alamadı. Oğlu da: - Evet babacığım, karşılığını verdi.” (Suyûtî, Peygamberimizin Mucizeleri) KAYS BİN NESÎBE Bir gün Süleym Kabilesin’den bir adam, Peygamber’i (asm) ziyâret edip O’ndan bazı sözler dinlemiş, O’na bazı şeyler sorup cevaplar almış. Kays bin Nesîbe adındaki bu adam kabilesine döndüğü zaman, bir Müslüman olarak dönmüştür ve onlara hitâben demiştir ki: - Ey kavmim! Beni dinleyiniz, ben, bundan önce Diyâr-ı Rum’un âlimlerinin söylediklerini de dinledim, İranlılar’ın iniltilerini de işittim, Arapların şiirlerini de duydum! Emin olunuz ki, Muhammed’in okuyup söyledikleri, bunların hiç birine asla benzememektedir. Haydi bana itaat ediniz ve O’nun getirdiği haktan nasibinizi alınız!” (Suyûtî, Peygamberimizn Mucizeleri) SAHÂBELERİN VE SONRAKİ MÜSLÜMANLARIN SÖZLERİ İnsan Sûresi nâzil olduğunda Hz. Peygamber (asm) bunu sahâbîlerine okudular. Cennetin vasıflarından bahsedilen kısma gelindiğinde orada bulunanlardan siyah bir kişi bir çığlık atarak cansız yere düştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Arkadaşınızın ölümüne cennete karşı duyduğu iştiyak ve arzu sebep oldu” buyurdular. (Taberânî) Halifeliği döneminde Hz. Ömer Arab’ın en meşhur şairlerinden Lebid’den şiir okumasını istemişti. O da Bakara Sûresi’ni okuyunca Hz. Ömer: “Ben senden kendi şiirinden okumanı istemiştim.” dedi. Bunun üzerine Şair Lebid Kur’ân’a olan hayranlığını şu sözlerle ifade etmiştir: - Yüce Allah bana Bakara ve Al-i İmran sûrelerini öğrenmeyi nasip ettikten sonra bir beyit olsun şiir söylemedim. (İbn-i Abdilberr) Arab Dili âlimlerinden olan Asmâî, bir câriyeden dinlediği sözün güzelliğine hayran olarak: “Allah aşkına, sen ne kadar da fesahatlısın! (akıcı ve güzel sözlüsün)” demekten kendini alamadı. Bunun üzerine câriye: “Mûsâ’nın anasına: ‘Onu, emzir. Sana onun hakkında bir tehlike gelince, kendisini denize bırak. Korkma. Kederlenme. Çünkü Biz, onu yine sana geri döndüreceğiz. Hem onu peygamberlerden biri de yapacağız diye vahyettik.” (Kasas, 7) âyetinden sonra, şu benimki, bir fesahat mi sayılır?” diye cevab verdi. (İslâm Tarihi, Asım Köksal) “İlm-i belâgatın dâhilerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhi imamlar ve mütefennin edibler icma’ ve ittifakla karar vermişler ki: “Kur’ân’ın belâgatı, tâkat-ı beşerin fevkindedir (insan gücünün üstündedir), yetişilmez.” (7. Şua) Üstad Bedîüzzaman Hazretleri de “edebiyatın mucize-i kübrası” dediği Kur’ân’ın ifadelerindeki tatlılığa şu mealdeki sözleriyle işâret etmiştir: “Kalbi bozuk olmayan, aklı doğru çalışan, vicdanı marazsız, zevk-i selim sâhibi her adam Kur’ân’ın ifadelerinde güzel bir akıcılık, latif bir uyum, hoş bir ahenk, benzersiz bir fesahat görür.” (25. Söz) 

Cemal ERŞEN 01 Temmuz
Konu resmiAllah, Kur'ânı Muhâfaza Edenleri Muhâfaza Eder
İbadet

Allah (cc), “Kur’ân’ı biz indirdik ve muhakkak onu elbette yine biz muhâfaza edeceğiz.”1 diye vaad eder. Evet, Rabbimiz; Kur’ân için, hem indirilmesi hem de muhâfaza edilmesi cihetiyle biz zamirini kullanır. Kur’ân’ın indirilmesi ve korunması cihetleri ki; daha ziyâdesiyle Allah’ın rububiyetinin yani terbiye ediciliğinin bir neticesidir. Kur’ân’da rububiyete bakan yerlerde biz zamiri tercih edilir. Zira rububiyette sebepler, âyineler, perdeler ve vasıtalar bulunabilir. Evet, Rabbimiz insanlara hak yolunu göstermek ve dünyaya niçin gönderildiklerini bildirmek ve hakîkî insanlığı öğretmek gibi gâyeler için Cebrâil (as) vâsıtasıyla Kur’ân-ı Azimüşşanı Efendimiz (asm)’a indirmiştir. Kur’ân’ı indirme esnasında Rabbimiz inen âyetleri önce Peygamberimizin (asm) kalbine nakşetmiş, hemen sonra Efendimizin (asm) mübârek dudaklarından dökülen âyetleri vahiy kâtipleri kaydetmiş, arkasından da hâfız sahâbeler bir harfini dahi unutmadan, karıştırmadan Allah’ın izniyle Kur’ân’ı hıfz etmişler ve gelecek nesillere ulaştırmışlardır. Rabbimiz, Kur’ân’ı kâinat namına kâinatın halifesi olan insanlara indirmiş ve Kur’ân’ı da özellikle mevcudatın reisi olan insanlar vâsıtasıyla muhâfaza ettirmiştir. O, Kur’ân’ı muhâfaza için; en başta Resûlünü (asm), sonra sahâbeleri, sonra tâbiîn ve tebe-i tâbiîn neslini, sonra müctehidleri ve müceddidleri ve sonra pek çok devletleri Kur’ân’a kale yapmıştır. Öyle ki Cenâb-ı Hak Kur’ân’ı muhâfaza yolunda en başta Kur’ân’ın ete kemiğe bürünmüş hâli olan ve her şeyiyle Kur’ân’ı yaşayan ve yaşatan Efendimiz (asm)’ı vazifelendirmiştir. Onun yanına da bu davada onunla el ele, baş başa, omuz omuza verecek başta dört halife gibi, muhâcirler gibi, ensâr gibi ashâb-ı suffa gibi Sahâbe Efendilerimizi yardıma göndermiştir. O sahâbeler ki; Kur’ân’ı tahriften korumak için onu iki kapak arasına alan Hz. Ebubekirler, yüzlerce hâfız yetiştirip her tarafa gönderen Hz. Ömerler, Kur’ân okurken şehid edilen Hz. Osmanlar, “Ben Kur’ân’ın tenzili için harbettim, sen de te’vili için harb edeceksin.”2 emr-i Nebevîsini alan Hz. Aliler, Kur’ân’ın tercümanı sıfatıyla bizlere tanıtılan Abdullah bin Abbaslar, “Kur’ân’ı öğrenmek isteyen onlardan öğrensin”3 diye ümmete muallim olarak gösterilen Abdullah bin Mesudlar, Muaz bin Cebeller, Übey bin Kaablar ve Hz. Sâlimler gibi nice kahraman sahâbeler. Allah hepsinden razı olsun. Daha sonra ise Kur’ân’ı muhâfaza hizmeti yolunda, kendilerini Kur’ân’ı anlamak ve yaşamak yoluna adayan Said bin Cübeyr gibi, Said bin Müseyyib gibi, Hasan-ı Basrî gibi kahramanları bu hizmete koşturmuştur. Hilâfet cihetiyle Resûlulah’ın yaşadığı Kur’ân yoluna baş koyan, Ömer bin Abdülaziz gibi halifeleri yardıma yollamıştır. Kur’ân’ı fıkıh cihetiyle muhâfaza eden İmam-ı A’zamlar, İmam-ı Mâlikler, İmam-ı Şâfiler, İmam-ı Ahmed bin Hanbeller gibi müctehid imamları muhâfaza davasına sevk etmiştir. Kur’ân’ın bir tercümanı olan hadisleri muhâfaza yolunda ise Buhârîleri, Ebu Dâvudları, Tirmizîleri ümmetin yardımına göndermiştir. Yine Kur’ân’ı tefsirleri ile ümmete sevdiren İmam-ı Taberîleri, İmam Fahreddin-i Râzileri, İmam-ı Beyzavîleri Kur’ân’a hâdim kılmıştır. Sonraki asırlarda ise ümmeti irşâd için, Müslümanları ikaz için, Kur’ânî bir hayatı yeniden ihyâ için her asır başında hadisçe geleceği müjdelenen4 Abdülkâdir Geylânîleri, İmam-ı Gazâlîleri, Mevlânâları, Şah-ı Nakşibendleri, İmam-ı Rabbanîleri, Şah Veliyullah Dehlevîleri, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadîleri, İmam Bedîüzzamanları ümmetin imdadına göndermiştir. Saltanat ve devlet olarak ise asr-ı saâdetten sonra, önce Emevîlere arkasından Abbasîlere, Gaznelilere, Eyyubîlere, Selçuklulara, sonra Osmanlılara Kur’ân’a hizmetkârlık şerefini bahşetmiştir. Ve bu devletleri istikamette gittikleri müddetçe bu vazifede dâim kılmış, devletlerini ve milletlerini Kur’ân’ın bereketine mazhar etmiştir. Rabbimiz; bu muhâfaza anında hem Kur’ân’ı muhâfaza etmiş hem de Kur’ân’ı muhâfaza edenleri muhâfaza etmiştir. En başta Efendimiz (asm)’ı küffârın, müşriklerin, münâfıkların şerrinden ve ihânetlerinden muhâfaza etmiştir. Sahâbe Efendilerimizi Mekke’de, hicrette, Bedir’de, Uhud’da ve sâir gazâvâtta kâh rahmetiyle kâh inâyetiyle muhâfaza etmiştir. Sonraki asırlarda ise mesela; Kur’ân’ı muhâfaza etmeye hayatını adayan İmam-ı A’zamları zâlim sultanlara karşı muhâfaza etmiş. Kur’ân’ı muhâfaza yolunda 18 ay kırbaç yediği halde eğilmeyen, Kur’ân’ın mahluk olmadığını acımasız idarecilere karşı haykıran Ahmed bin Hanbelleri muhâfaza etmiş.5 Yeni din icad eden Ekber Şahların karşısına Kur’ân namına çıkan İmam-ı Rabbanîleri muhâfaza etmiş. Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispat eden, Kur’ân fedaîsi Bedîüzzamanları Divan-ı Harplerde, esâretlerde, sürgünlerde, zindanlarda muhâfaza etmiştir.6 Bu hususta örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Ve bu örnek muhâfazalar sâdece İslâm büyüklerine mahsus değildir. Çünkü Kur’ân çok büyük bir kaledir. Ve pek sağlam surlarıyla ehl-i imanı kuşatmıştır.  Kur’ân’a gönül veren ve onun davasına bir parça hizmeti geçen herkes kendi hayatında değil sâdece Kur’ân’ın bu himâyetini, eğer dikkatli baksa Kur’ân’ın himâyetiyle beraber hem hidâyetini hem inâyetini, hem merhametini, hem bereketini, hem kerâmetini, hem şerâfetini, hem de fazîletini görebilir. Diğer bir mühim nokta ise; Kur’ân’ı muhâfaza edenleri muhâfaza nimeti, sâdece dünya hayatı ile sınırlı değildir. Kur’ân’ı muhâfaza edenler, asıl vatanımız olan ebed âlemlerinde de Kur’ân’ın bu himâyesine mazhardırlar. Zira Kur’ân nasıl ki dünyada arkadaşımız ve muhâfızımızdır. Aynen öyle de o Kur’ân-ı Azimüşşan ki; kabirde yarânımız ve yoldaşımız, kıyamette refikimiz ve şefâatçimiz, sırat köprüsünde nurumuz ve burağımız, cehennem ateşine karşı siperimiz ve kalkanımız olacaktır inşaallah. Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle madem “Bu kâinatta ve her asırda en büyük makam Kur’ân’ındır.”7 Ve “Kur’ân’a ve imana âit herşey kıymetlidir, zâhiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür. Zira saâdet-i ebediyeye yardım eden küçük değildir.”8 Öyleyse bir mü’minin Kur’ân’a hizmetkâr olması ve Kur’ân’ın onu kendi hizmetinde istihdam etmesi tarifi mümkün olmayan bir nimettir, bir devlettir. Böyle bir nimete mazhar olmak için ne kadar gayret etsek yeridir. Eğer Kur’ân bizi hizmetine kabul etse, ne kadar hamd etsek azdır. Belki çoğumuz Kur’ân’ı baştan sona hıfzederek Kur’ân’ın hâfızı olmak gibi bir nimete, bir şerefe nâil olmamış veya olamamış olabiliriz. Her şeye rağmen Kur’ân’ın hâfızı olamasak bile, ümitsizliğe düşmeyerek ve tembellik etmeyerek Kur’ân’ın muhâfızı olmamız mümkündür. Evet, büyük bir gayretle ve şevk dolu bir ciddiyetle, özellikle Kur’ân’ın nüzulünün 1400. senesi olan bu günlerde en başta Kur’ân’ı hayatımızın merkezine alarak ve onun davasına sâhip çıkarak ve onun hakîkatlerini ailemize ve çevremize anlatarak ve onun ahlâkını hayatımızın her anında yaşayarak, bilhassa ama bilhassa Kur’ân medeniyetine sâhip nesiller yetiştirerek de Kur’ân’ın muhâfızı pekâlâ olabiliriz.  Hicr, 9İbn-i HibbanBuhârîEbu DâvudKütüb-i Sitte Muhtasarı, c.1, s.164Tarihçe-i Hayat, s.388Kastamonu Lahikası, s.46Mektûbât, s.108  

Mirza AKMESCİDLİ 01 Temmuz
Konu resmiKur'ân'ın Dilinden Kur'ân
İbadet

Asr-ı Saâdetten günümüze kadar, yüz binlerce Kur’ân âşığı, Kur’ân hakkında tefsirler, kitaplar, şiirler, makâleler yazmışlar. Hepsi Kur’ân’ı tarife çalışmışlar. Fakat Kur’ân’ı en iyi yine Kur’ân’ın sâhibi tarif etmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in, bizzat kendisi için kullandığı bazı isimler ve bir takım sıfatlar, onun mâhiyetini daha iyi tanıtmakta ve dolayısıyla anlaşılmasını da kolaylaştırmış olmaktadır. Allah kendi kelâmına Kur’ân ismini vermiştir. Bununla beraber Allah kendi kelâmına daha başka isimler de vermiştir.  İmam Suyûtî (ra) İtkan adlı eserinde, Kur’ân’da geçen bu isimlerin 50 aded olduğunu yerleriyle beraber zikreder. Onlardan bir kaçının ismi şöyledir:  “Kitab-ı Mübin, Kur’ân-ı Kerim, Nur, Huda, Rahmet, Furkan, Şifa, Mev’ıza, Zikir, Mübârek, Hikmet, Müheymin, Sırat-ı Müstakim, Hâdi, Aziz, Büşra, Urvetü’l Vüska.” Kur’ân’ın bu isimlerinden bir kaçını izah etmeye çalışalım: 1- Kur’ân Kur’ân-ı Kerim’in en çok kullanılan isimlerinden birisi “el–Kur’ân”dır. Bu isim Kur’ân’da 68 defa geçer. Mesela: “Kaf, şerefli Kur’ân’a yemin olsun ki” (Kaf, 1) “Şüphe yok ki, bu Kur’ân (insanları) en doğru yola hidâyet eder.” (İsra, 9) Bu isim âdeta yüce kitabımıza özel bir ad olmuştur. Bazı âlimler, Kur’ân-ı Kerim’e böyle bir ismin alem olmasını, onun kırâatine yani okunmasına dayandırmışlardır. “Kur’ân, isim olarak kullanıldığı gibi, “kırâat/okuma” kelimesinin masdarı olarak da kullanılır.” demişler. Kur’ân-ı Kerim’in kendine has özelliklerinden birisi de onun okunmasıdır. Bazı âlimler de, “Kur’ân” kelimesinin Arapçada “toplamak, cem etmek” mânâsına geldiğini ve “Kur’ân daha önceki kutsal kitapları kendi bünyesinde cem etmiş, toplamış olduğundan dolayı ona Kur’ân denildiğini” söylemişlerdir. 2- Kitap Allahu Teâlâ Hazretleri, Kur’ân’ın değişik yerlerinde Kur’ân’dan “kitap” diye bahseder. Bu isim Kur’ân-ı Kerim’de 262 defa geçmektedir. Mesela: “Şübhesiz ki biz, bu Kitabı sana hak olarak ile indirdik.” (Nisâ, 105) “Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku.” (Kehf, 27) “İşte bu (Kur’ân) da kendisini indirdiğimiz mübârek bir Kitap’tır.” (En’âm, 155) İmam Suyûtî “kitap” kelimesinin “cem etmek, toplamak” mânâsına geldiğini ve Kur’ân’a kitap denmesinin Kur’ân’ın çeşitli ilimleri, kıssaları, haberleri kendi bünyesinde toplamasından dolayı olduğunu söyler. Kur’ân-ı Kerim’in elimizdeki tertibine göre, kendisi için kullandığı ilk isim “el–Kitap’tır. “İşte bu, o Kitap’tır ki, onda şüphe yoktur.” (Bakara, 2) Bu âyete göre Kur’ân, henüz indirilmekte iken, kendisine kitap demiştir. Bu adlandırma, o dönem için düşünürsek, hem vahyin devam edeceğine, hem âyetlerin yazıya geçirilerek, sonunda okunan bir kitap olacağına, hem de hükme bağlandığını ve artık hiç değiştirilmeyeceğine işâret ediyor. 3- Furkan Kur’ân’ın bir ismi de Furkan’dır. Hak ile bâtılı, helal ile haramı birbirinden iyice tefrik edip ayırt ettiği için, Kur’ân’a bu isim verilmiştir. Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de,  birçok âyet-i kerime ile Furkan’ın mânâsını nazara vermektedir. Mesela: “Daha önce de, insanlara hidâyet olarak olarak Tevrat ve İncil’i indirdi, böylece Furkan’ı (Hak ile bâtılı ayıran Kur’ân’ı) indirdi.” (Âl-i İmrân, 3) Furkan, Kur’ân-ı Kerim’e isim olmasının yanında, aynı zamanda bir sûrenin de ismidir. Bu sûrenin ilk âyetinde: “Âlemlere bir uyarıcı olsun diye, Furkan’ı (hak ile bâtılı ayıran Kur’ân’ı) kuluna indiren (Allah) ne yücedir”. buyurulmuş. (Furkan, 1) Bu âyetler gibi daha birçok âyette, Kur’ân-ı Kerim’e Furkan denilmesi, onun fark (ayırt) edici özelliğindendir. Şu kâinatta, hayır şer, güzel çirkin, nef’ zarar, kemal noksan, ziya zulmet, hidâyet dalâlet, nur nâr, iman küfür, taat isyan, havf muhabbet gibi ezdad beraber bulunuyor. İşte Kur’ân, Furkan olma özelliği ile bütün bu zıtları birbirinden ayırt edecek bir muhtevaya sâhiptir. 5- Zikir Kur’ân-ı Kerim, kendini “Zikir” olarak da adlandırır. Kitab ve Kur’ân’dan sonra kendisi için en çok kullandığı isim Zikir’dir. Bunlardan bir kaçı şöyledir: “Muhakkak ki, Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik, muhakkak onu biz koruyacağız.” (Hicr, 9) “Sana da, kendilerine indirileni (helal ve haramı) insanlara açıklayasın diye Zikr’i (Kur'ân’ı) indirdik; tâ ki düşünsünler.” (Nahl, 44) “İşte bu (Kur’ân) da, mübârek bir Zikir’dir ki onu biz indirdik. Şimdi siz onu inkâr edenler misiniz?” ( Enbiya Suresi, 50) Bazı âyetlerde de Kur’ân’dan, Zikru’l-Hakîm (Hikmetli ifadelerle dolu zikir) diye bahsedilir. Mesela: “(Ey Resûlüm!) Bu (anlatılanlar) ki, onu sana âyetlerden ve hikmetli olan Zikir’den (Kur’ân’dan) okuyoruz.” (Âl-i İmrân, 58) Zikrin kelime mânâsı, hatırlamak, anmak, bildirmek, haber vermek, gibi anlamlara gelir. Kendini “Zikir” diye tesmiye eden Kur’ân, önceki peygamberlerin unutulan talimlerini ve mâzi kıtasına geçen insanların başlarına gelen felâketleri hikâye ederek yeniden hatırlatarak muhâtaplarının ibret nazarlarına sunar. Kur’ân insana, ruhlar âleminde verdiği sözü hatırlatır. Sanatkârını, Hâlıkını, var ediliş gâyesini hatırlatır. Neci olduğunu, nereden geldiğini, nereye gideceğini ve ne ile emrolunduğunu hatırlatır. Onu, yaratılışına uygun bir hayat çizgisine çeker. Bu mânâda Kur’ân’ın  “Zikir” ismi karşılığını bulmaktadır. 5- Hudâ Kur’ân-ı Kerim’in kendisi için en çok kullandığı isimlerden biri de “Hudâ”dır. Hudâ ve hidâyet aynı fiilin mastarlarıdır. İkisi de aynı anlama gelir. Kur’ân doğru yola hidâyet veren en mukaddes bir rehber olduğu için, onun bir isminin de Hudâ olması pek anlamlıdır. Cenâb-ı Hak birçok âyet-i kerimede kitabından bu isimle bahseder. Mesela: “O Ramazan ayıdır ki, insanlara doğru yolu göstermek ve Hidâyet ile Furkân’dan (hak ile bâtılı ayıran hükümlerden)  apaçık deliller olmak üzere, Kur’ân onda indirilmiştir.” (Bakara, 185) “İşte bu, o Kitab’dır ki, onda şüphe yoktur. Takvâ sahipleri için bir Hidâyet’tir.” (Bakara, 2) Birinci âyetin mânâsına göre Kur’ân, “Huden li’n-nâs” vasfıyla bütün insanlara hakkı ve hakîkati gösterir ve doğru yola hidâyet eder. İkinci âyetin mânâsına göre de, “Huden li’l-muttekîn” vasfıyla, onun gösterdiği yolda yürüme gayretinde olan insanları, hakîkate ve saâdete ulaştırır. 6- Şifâ Kur’ân’ın bir ismi de Şifâ’dır. Bu isim şu âyetlerde gelmiştir: “Ey insanlar! Muhakkak ki size Rabbinizden bir nasihat, gönüllerde olana bir Şifâ ve mü’minler için bir hidâyet ve bir rahmet (olan Kur’ân) gelmiştir.” (Yunus, 57) “De ki: O, iman edenler için bir hidâyet ve Şifâ’dır.” (Fussilet, 44) Kur’ân’ın maddî hastalıklarımıza şifa olmasının yanında, asıl mânevî hastalıklarımıza şifa olması söz konusudur. Peygamberimiz (asm), “Kur’ân, ölü kalplere şifadır.” der. İşte âyetlerde de geçen mânâ da budur. Kur’ân, Allah’ı unutan, haramların, günahların, gaflet ve dalâletlerin istilasına uğrayan kalplere birer şifa kaynağı olduğu için bu isim kullanılmıştır. 7- Nur Kur’ân, Tevrat’a ve İncil’e Nur dediği gibi, kendini de, Nur diye isimlendirir. Mesela: “Doğrusu size Allah’dan bir Nur ve apaçık bir kitap (Kur’ân) gelmiştir. (Mâide, 15) “O halde Allah’a ve Resûlüne ve indirdiğimiz o Nur'a (Kur’ân’a) iman edin!” (Teğâbün, 8) Kur’ân, kalbleri, fikirleri nurlandırdığı için ona nur denilmiştir. Bir kısım âlimler dünyadaki nuru, iki kısma ayırır. Bunlardan biri, gözle görülen ve gözün görmesini sağlayan nurdur. Öbürü ise, basîret gözüyle (gönül gözüyle) akledilen, fark edilen nurdur. Bunlar da, aklın ve Kur’ân’ın nurudur. Şu halde Kur’ân’ın nuru, manevî, tevhidî ve ahlâkî anlamda insanların körlüğünü gideren bir nurdur. Rabbimizin, Hatemü’l-Enbiya’sı için ebedî bir mucize olsun diye indirmiş olduğu Kur’ân, sûrelerinin nerdeyse hepsinde parlak ve şanlı vasıflarla övülmüştür. Biz bunlardan sâdece bir kaçını istifâdelerinize arzedebildik. Cenâb-ı Hakk, insanlar ve mü’minler için bir rahmet, bir ihsan ve bir rehber olarak gönderdiği bu aziz kitabından azamî derecede istifâde etmek için, onu sıhhatli anlamayı ve yorumlamayı bizlere nasip etsin. 

Feridun ŞAMİL 01 Temmuz
Konu resmiKur'ân'ın Allah'ın Kelamı Olduğuna Dair Deliller
İtikad

Kur’ân’ın hak kelamullah (Allah’ın kelamı) olduğuna âit deliller çoktur. Biz teferruatına girmeden bu delillerden bir kısmını bahsedip sıralayacağız. 1. BELÂGATİ VE TAKLİT EDİLEMEMESİ Belâgat: Sözün fasih, akıcı, etkili, güzel, pürüzsüz olmasıyla birlikte, hitap edilen kimseye, içinde bulunulan duruma uygun düşecek şekilde söylenmesidir. Kur’ân, meydana çıktığı vakit bütün âleme meydan okudu. Ve insanlarda iki şiddetli his uyandırdı. Dostlarında taklit, yani Kur’ân’ın üslubuna benzemek ve onun gibi konuşmak hissi. Düşmanlarında ise, tenkit ve karşı çıkma, yani Kur’ân’ın üslubuna karşı çıkmak ve onun mucizeliğini kırmak hissi. Bu zamana kadar yazılan milyonlar kitaplar meydandadır. İnsanların fikirlerinin birbirine eklenmesiyle beraber hiç birisi Kur’ân’a yetişemiyor. Çünkü o zamandan beri devamlı meydan okuyarak Kur'ân’ın benzerini getirmeye davet edip, kendini beğenmiş ve edebî konuşan ediplerin ve söz sanatlarını bilen beliğlerin damarlarına dokundurup gururlarını kıracak bir tarzda: “Ya bir tek sûrenin mislini getiriniz. Ya da dünyada ve âhirette felâket ve aşağılanmayı kabul ediniz.” diye ilan ettiği halde o asrın inatçı belâgatçileri, bir tek sûrenin mislini yani benzerini getirememekle savaş yolunu seçmeleri ispat eder ki, o yolda gitmek mümkün değildir. Çünkü en kolay yol bir sûrenin benzerini getirip işi bitirmekti. Fakat yapamadılar. Eğer yapılsa idi, kâfir ve münâfıklar bunu her tarafa yayacak ve tarihlere şaşaalı bir şekilde geçireceklerdi. Asırlar geçtiği halde hâlâ da yapılamadı ve yapılamayacak da. Hâlbuki, Kur'ân meydan okuma devam ediyor! Buna dâir iki misal. Şöyle ki, o zamanda yapılan şiir yarışmalarında dereceye giren yedi şiiri altın harflerle yazıp Kâbe’nin duvarına asıyorlardı. Ortak isimleri ise Muallakât-ı Seb’a diyorlardı. O şiirlerden birisi de meşhur Lebid’in şiiri idi. Kur’ân geldikten sonra Lebid’in kızı babasının şiirini indirmiş. Ona sorduklarında o demiş: “Âyetlere karşı bunun kıymeti kalmadı.” Hem bedevî bir edip (فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرْ)  (Öyle ise emrolunduğun şeyi çatlatırcasına anlat) âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen Müslüman mı oldun?” O demiş: “Hayır, ben bu âyetin belâgatine secde ettim.” Hem bu kitapların en güzelleri Kur’ân ile beraber okunduğu zaman, kim dinlese, kesinlikle diyecek ki: “Kur’ân, bunların hiçbirine benzemiyor. Demek Kur’ân bu kitapların derecesinde değildir.” Öyle ise ya hepsinin altında olacak ya da hepsinin üstünde olacak. Altında olan şık ise hiçbir fert, hiçbir kâfir, hiçbir ahmak hatta şeytan dahi bunu diyemez. Öyle ise umum o yazılan kitapların üstündedir. Öyle ise mucizedir. Öyle ise kelamullahtır. Hem belâgatin dâhi imamlarından Abdülkahir Cürcanî, Sekkakî ve Zemahşerî gibi birçok âlimler ittifakla karar vermişler ki, Kur’ân’ın belâgati insanların gücünün üzerindedir, yetişilmez. 2. GAYBDEN HABER VERMESİ Her hangi bir insan, böyle bir kitap yazmaya çalışsa, hem geçmişten hem gelecekten doğru olarak bahsedemez. Belki, hurâfeler suretinde bazı şeylerden bahseder. Bizler için hem geçmiş hem gelecek hem de bilmediğimiz şeyler gaybdır. Kur’ân’ın gelecekten verdiği haberlerin doğru çıkması, geçmiş ümmetlerin hallerini görürcesine haber vermesi ve verdiği haberlerin vâkıa mutâbık olması ve sonradan yapılan araştırmalarla doğrulanması, gösteriyor ki, insan sözü değildir. Mesela, Hazret-i Musa’ya (as) uyanların denizin yarılması ile kurtulması ve Firavun ile askerlerinin suda boğulmasını anlattığı yerde Firavun’un cesedini koruyacağını ve sonra insanlara ibret olması için ortaya çıkaracağını ifade eden “(Ey Firavun!) Bugün artık senin (boğulan) cesedine necat (kurtuluş) vereceğiz (sâhile atacağız) ki arkandan gelenlere bir ibret olasın!” (Yunus, 92) sözü sonra gerçek olmuştur. Kızıldeniz’de 20. yüzyılda secde hâlinde bir ceset bulunmuştur. Şu anda İngiltere’de british muzeum da bulunmaktadır. Kur’ân’ın gelecekten verdiği haberler de doğru çıkmış ve çıkmaya devam ediyor. Mesela, Mekke’nin ve Hayber’in fethini, Rumlarla İranlıların yapacağı savaşta Rumların gâlip geleceğini, Bedir savaşından önce müşriklerin mağlup olacaklarını, Peygamberimiz (asm) ile sahâbelerin korkmadan Mekke’yi ziyâret edip umre yapacaklarını önceden bildirmiş ve daha sonra bunlar aynen çıkmıştır. İslâm’ın kuvvetlenerek bütün dinlere üstün geleceğini, daha Mekke fetholmadan önce haber vermiş ve bir asır geçmeden İslâmiyet, batıda Fransa içlerinden doğuda Hindistan’a kadar yayılarak bu haber gerçekleşmiştir. Daha bunun gibi pek çok gelecek haberleri Kur’ân’ın haber verdiği gibi çıkması onun hak olduğuna önemli bir delildir. 3. GENÇLİĞİ VE ESKİMEMESİ Hiçbir beşer sözü veya kitabı her yönden 1400 sene kendisine mürâcaat edilen bir kaynak olmaz. Çünkü insanların yazdığı kitaplar, kendileri gibi yaşlanıp eskimeye mahkûmdur. Fakat üzerinden 1400 sene geçtiği halde her gruptan insanlar, çeşitli sebeplerle her devirde, her asırda, her zamanda Kur’ân’ı okuyup ona mürâcaat ediyorlar. Kur’ân, bütün zamanlardaki insanların ihtiyaçlarına cevap veriyor. Ortaya koyduğu hükümler, meseleler eskimiyor, vakti geçmiyor. Her asırda bütün insanların ihtiyacı olan hayatî mevzuları ders veriyor. Vakti geldikçe, o asrın ihtiyaçları ortaya çıktıkça Kur’ân’ın o ihtiyaçlara cevap olacak işâretleri de taşıdığı fark edilerek o devalar Kur’ân’dan alınabiliyor. Âlimler, ilimlerini ondan alıyorlar ve almaya devam ediyorlar. Müçtehitler içtihat hükümlerini ona bina ediyorlar ve hükümleri ondan çıkarmaya devam ediyorlar. Vâizler vaazlarını ve nasihatlerini ondan yapıyorlar ve yapmaya devam ediyorlar. Duâ edecek kimseler duâsını Kur’ân’dan öğreniyorlar. Hastalar şifaları için ona mürâcaat edip okuyorlar veya okutuyorlar. Hatta bilim adamları dahi bazı buluşlar için Kur’ân’dan istifâde ediyorlar. Bütün bunlar, Kur’ân’ın gençliğini ve tazeliğini gösterir. Bu da onun hak olduğuna delil olur. Evet, zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşiyor. 4. KUR’ÂN’DAKİ İLİMLERİN İNSANÜSTÜ OLMASI Kur’ân şu kâinattan ve içindekilerden ve yaratılışın başlangıcından öyle bahseder ki bütün âlemleri yaratmayan ve şu kâinat binasının ustası olup her an her şeyi göremeyen birisi o şekilde bahsedemez. Hem Cenâb-ı Hak, kendi kitabında kendi zâtını, sıfatlarını ve isimlerini ve icrâatlarını öyle bir tarzda anlatıyor ki, ancak, Allahu Teâlâ Hazretleri kendini öyle mükemmel surette anlatıp ders verebilir. Âciz ve küçücük bir insanın gayb perdesi arkasındaki âlemlerin Rabbini sönük akıl feneriyle bu şekilde tanıyıp keşfetmesi mümkün değildir. Hem Kur’ân imanın altı esasını ve bunlardan çıkan pek çok imanî meseleleri öyle anlatmıştır ki, tarih boyunca pek çok felsefe cereyanları bazen o meselelerin en küçükleri içinde boğulup çıkamamışlardır. Hem Kur'ân’da öyle bir şeriat var ki, bir insanın, üstelik ümmi olduğu halde, miras, eşya, ceza, aile, idare hukuku gibi hukukun bütün çeşitlerini asırlarca insanlığı saâdet, adâlet ve hakkaniyetle yönetecek bir şeriatı tek başına yapması mümkün değildir. Hâlbuki diğer beşerî hukuk sistemlerinin her birisi asırlar boyu süren çalışmaların neticesidir ve hiçbir insanın tek başına yaptığı bir çalışmanın mahsulü değildir. Kur'ân’ın nâzil olduğu yirmi üç sene gibi çok kısa bir süre içerisinde bütün hukuk çeşitlerini adâletle ortaya koyması onun bir insan sözü değil, Allah sözü olduğunu açıkça ispat eder. Hem Kur'ân cennet ve cehennemden öyle bahseder ki, insan okuyunca gerçekten çok etkileniyor. Cennetle alâkalı âyetleri okurken sanki yaşıyor gibi lezzet alıyor ve oraya olan şevki artıyor. Cehennemle ilgili âyetleri okurken de ciddi şekilde korkuyor ve endişeleniyor. Bir insanın hiç görmediği âhiret âlemlerini bu şekilde bilmesi ve anlatması mümkün değildir. Hem ancak fenlerin gelişmesi ile ortaya çıkan; denizlerde tatlı ve tuzlu suyun birleşmemesi, ana rahminde ceninin üç karanlık içinde yaratılması, göklerin devamlı genişletilmesi ve dünya semasının koruyucu bir tavan olması gibi Kur’ân’ın bin beş yüz sene evvelden bahsettiği öyle fennî konular var ki, o dönemdeki bir insanın kendi başına onları bilmesi imkânsızdır. Demek Kur’ân Yüce Yaratıcının kelamıdır. İşte Kur’ân, bunlar gibi daha pek çok öyle yüksek ilim ve hakîkatlerden ve o kadar çok çeşit meselelerden bahsediyor ki, bir insanın onları kendiliğinden bilmesi ve bu şekilde ifade etmesi imkânsızdır. Hem bu kadar farklı meseleler bulunmasına rağmen içinde hiçbir çelişki bulunmaması gösteriyor ki Kur’ân insan kelamı değil, Allah kelamıdır. 5. GERÇEKLEŞTİRDİĞİ BÜYÜK İNKILAB Kur’ân’ın nâzil olmasından önce başta Arab Yarımadası olmak üzere dünyada koyu bir cehâlet ve zulüm hüküm sürüyordu. Zayıf insanlar, kuvvetlilerin zulmü altında azab çekiyor, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek gibi son derece çirkin âdetler ve ahlâksızlıklar almış başını gidiyordu. Kur’ân’ın nâzil olmasından sonra bütün bu insanlık dışı çirkinlikler mucizâne bir şekilde sona erdi. Teşbihte hata olmasın, sanki Kur’ân’ın sihirli değneğinin dokunduğu toplumların üzerindeki karanlıklar birden bire dağılıyor ve güneş doğuyordu. Çok kısa zamanda, önce Arab toplumu bütün kötü âdetlerinden arındı. Câhiliyet devri asr-ı saâdete dönmüştü. Ardından bir asır geçmeden Kur’ân’ın nuru bütün Ortadoğu, Kuzey Afrika, Endülüs (İspanya), Orta Asya gibi hâkim olduğu çok geniş topraklarda ve toplumlarda aynı büyük inkılabı gerçekleştirdi. Üstelik bu değişim yalnız siyasî-sosyal hayatta değil, insanların akılları, kalb ve ruhları dahi tamamen değişiyor, Hz. Ömer gibi kendi kızlarını acımasızca gömen o katı kalpli insanlar, karıncayı incitmeyecek derecede merhamet sâhibi oluyor ve eşsiz adâletleri ile dünyaya nam salıyordu. Bir toplumdan sigara gibi bir âdeti dahi tamamen kaldırmaktan günümüz yönetimleri âciz kaldığı hâle Kur’ân’ın pek çok büyük kötü ahlâkları kaldırıp onların yerine en güzel ahlâkları, kan ve damarlarına işleyecek şekilde insanların ruhlarına nakşetmesi katiyen ispat eder ki Kur’ân insan sözü olamaz, ancak insanların Rabbi’nin sözüdür ki böyle büyük bir inkılabı gerçekleştirmiştir. 6. BAŞTA HZ. MUHAMMED (ASM) OLARAK YETİŞTİRDİĞİ İNSANLAR Kur’ân’ın Allah kelamı olduğunun en büyük bir delili Hz. Muhammed (asm)’dır. Çünkü O zat (asm)’ın hak peygamber olduğunu gösteren bine ulaşan mucizeleri ve bütün güzel huylarda insanların en üstünü olması gibi o kadar sağlam ve sarsılmaz delilleri vardır ki saymakla bitmez. Onun peygamberliğini ispat eden bütün bu deliller, aynı zamanda elindeki kitabın da Allah kelamı olduğunun delilleridir. Peygamberimizden sonra başta sahâbeler olmak üzere âlimler, evliyalar, asfiyalar ve sâlih insanlar Kur’ân’a uyarak bu vasıfları almışlardır. Sahâbelere peygamberlerden sonra en büyük makamı kazandıran Kur’ân’dır. Âlimler ilimlerini Kur’ân’dan almışlar. Evliyalar Kur’ân’a uyarak Allah’ın dostu olmuşlar. Hatta fen âlimleri dahi bazı buluşlarını Kur’ân’dan istifâdeyle yapmışlardır. Kur’ân, bütün insan tabakalarının ihtiyaçlarını karşılamış, onlar için ilim, hikmet ve hakîkat kaynağı olmuştur. Böylece yetiştirdiği insanlar cihetiyle de Kur’ân’ın hak kelamullah olduğu ortaya çıkar. 7. USANDIRMAMASI İnsan, çok sevdiği bir yemeği her gün yese belli bir zaman sonra bıkar. Onun için “Bal yiyen baldan usanır” denilmiştir. Bunun gibi çok sevdiği bir müziği devamlı dinlese belli bir zaman sonra o müzikten usanır. Çok güzel ve sevdiği bir kitabı birkaç defa okur. Daha okumaz. Fakat Kur’ân böyle değildir. Kur’ân’ı ne zaman açıp okusak bıkmıyoruz. Başkalarından dinliyoruz. Yine usandırmıyor. Belki lezzeti artıyor. Hatta radyolarda, televizyonlarda, câmilerde okunuyor ve insanlar bıkmadan dinlemeye devam ediyor. Bu kadar zaman geçtiği halde asırlardan beri tazeliğini ve tatlılığını koruyor. Mesela, bir Müslüman sâdece namazlarında, günde 40 defa Fâtiha Sûresi'ni okur. Bir yılda aynı sûreyi 14.600 defa, bir ömürde ise 1.000.000 küsur defa okur, ama bıkmaz ve usanmaz. Her okuyuşta, sanki yeni nâzil olmuş ve ilk defa okuyormuş gibi heyecanla okur.  Kur’ân’dan başka hiçbir kitapta bu özellik yoktur. Eğer Kur’ân, beşer sözü olsaydı, insanlar ondan belli bir zaman sonra usanır ve bu kadar lezzet almazdı. Bu da Kur’ân’ın hak olduğuna bir delildir. 8. ÇABUK EZBERLENMESİ Öyle bir kitap düşünelim ki, bizim lisanımızda olmayıp başka bir dilde olsun. Hem karıştırmaya sebep olabilecek, birbirine benzeyen çok ibâreleri olsun. Hem 600 sayfadan fazla olsun. Elbette böyle bir kitabı ezberlemek çok zordur. Küçük çocukların ezberlemesi ise daha da zordur. Çünkü bazen kolay ezberlenecek bir sayfayı ezberleyemiyoruz. Ezberlesek bile her kelimesine kadar sağlıklı bir ezber olmuyor. Sonra hemen unutuyoruz. Fakat binlerce kişinin, husûsen çocukların bazen altı ayda, birbirine karıştırmadan, kelime kelime Kur’ân’ı ezberleyip hâfız olması ve baştan sona kadar ezberden okuması gerçekten çok dikkat çekicidir.  Dünyada bu büyüklükte ve bu kadar çok ezberlenen başka bir kitap yoktur. İşte küçücük çocukların başka kitapları değil; sâdece Kur’ân’ı bu şekilde kolayca ezberlemesi, Kur’ân’ın mucizeliğine ve kelamullah olmasına ayrı bir delildir. 9. HASTALARA ŞİFA OLMASI Şu âyetlerde Kur’ân’ın şifa olduğuna işâret edilmiştir. “Hem Kur’ân’dan öyle şeyler indiriyoruz ki, O mü’minler için bir şifa ve bir rahmettir.” (İsrâ, 82), “Ey insanlar! Muhakkak ki, size Rabbinizden bir nasihat, gönüllerde olana bir şifa ve mü’minler için bir hidâyet ve bir rahmet (olan Kur’ân) gelmiştir.” (Yunus, 57), “De ki O (Kur’ân) iman edenler için bir hidâyet ve şifadır.” (Fussilet, 44) Peygamberimizin hem kendisine hem de bazı rahatsız ve hasta olan kimselere Kur’ân’dan Âyete’l-Kürsî, Felak, Nâs, Fâtiha gibi bazı sûre ve âyetleri şifa için okuduğuna dâir rivâyetler vardır. Ayrıca buna dâir pek çok kıssa ve hâtıralar anlatılır. Bir hadiste, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) yatağına girdiği zaman, ellerine üfleyip Kul hüvallahu Ehad’i ve Muavvizateyn’i (Felak ve Nâs sûreleri) okur ellerini yüzüne ve vücuduna sürer ve bunu üç kere tekrar ederdi. Hastalandığı zaman aynı şeyi kendisine yapmamı emrederdi”. (Buharî, Fedâilu’l-Kur’ân, 14; Müslim, Selâm, 50) Bedîüzzaman Hazretleri buna işâreten 28. Lem’a’da: “Demek o hurufların (harflerin) okunmasıyla ve yazılmasıyla maddî ilaç gibi şifa ve başka maksatlar hâsıl olabilir.” diyor. Hatta bizler de bazen bunu tecrübe ediyoruz. Ve faydasını müşâhede ediyoruz. Kur’ân, beden ve cisim için şifa olmasıyla birlikte aynı zamanda ruhî ve mânevî şifadır ki, o da, kişinin sağlam bir iman üzere olup ruhî hastalıklardan ve sapkınlıktan uzak, istikâmet ve hidâyet üzere olmasıdır. Ayrıca, hasta olan veya ölüm döşeğinde olan birisinin yanında az bir ses dahi onları rahatsız ettiği halde; Kur’ân okunduğu zaman onlara tatlı gelmesi ve rahatlamaları da başka bir delildir. Hâşâ Kur’ân, insan sözü olsaydı, hastalara böyle tatlı ve hoş gelmezdi. Onlara şifa olmazdı. Ölüm döşeğindeki kişilere okunduğu zaman büyük bir azap gibi olurdu. Demek Kur’ân, beşer kelamı değildir. 10. YAZISINDAKİ MUCİZELER Kur’ân’ın lafızları, mânâları mucize olduğu gibi yazısında dahi mucizeleri vardır. Bunlardan birisi bütün sayfalarının âyetle başlayıp âyetle bitmesidir. Hâlbuki âyetlerin uzunlukları farklı farklıdır. Tek kelimelik, birkaç kelimelik âyetler olduğu gibi, yarım sayfalık hatta bir sayfalık âyetlere kadar pek çok uzunlukları vardır. Buna rağmen hiçbir sayfanın sonunda bir âyet bölünerek diğer sayfaya geçmez. Muhakkak sayfa ile beraber âyet de sona erer. Kur’ân’ın âyet-berkenar denilen bu özelliği onun bir mucizesidir. Çünkü sayfa ölçüsü Kur’ân’dan alındığı zaman bu hârikalık ortaya çıkmıştır. Kur’ân’ın en kısa sûresi olan İhlâs Sûresi’nin bir satırlık uzunluğu satır genişliği için, en uzun âyet olan ve bir sayfa tutan Müdayene Âyetinin (sh. 47) boyu sayfa boyu için ölçü alındığında bütün sayfalar âyetle başlayıp âyetle bitmektedir. Günümüzde Mushaflar bu ölçü ile yazılmaktadır. Yazısındaki diğer bir hârikası ise Tevâfuk mucizesidir. Tevâfuk, birbirine denk gelme veya uygun olma mânâsındadır. Bedîüzzaman Hazretleri’nin emriyle talebelerinden Ahmet Hüsrev Altınbaşak Efendi'nin yazdığı Kur’ân’da bu ortaya çıkmıştır. Mesela, başta Allah ve Rab isimleri olmak üzere aynı kökten gelen kelimelerinin alt alta, karşı karşıya veya sayfalar arasında sırt sırta gelerek güzel ve mânidar şekilde diziler oluştururlar. Tüm Kur’ân’da bulunan 2806 âdet Allah lafzı ve 846 âdet Rab lafzı ile aynı kökten gelen kelimeler bütün sayfalarda çok kesretli bir şekilde tevâfuk ediyorlar. Bu da bu işin tesâdüf olmadığını gösteren ve Kur’ân’ın hak olduğuna başka bir delildir. Bedîüzzaman Hazretleri 25. Söz Mucizat-ı Kur’âniye Risâlesi’nde Kur’ân’ın kırk ayrı yönden mucize olduğunu âyetlerden numuneler vererek ispat eder. Cenâb-ı Hak bizleri Kur’ân’a hizmetkâr eylesin. Ve bütün mü’minlere Kur’ân’ın hidâyet,  istikamet ve şefâatini nasip eylesin. Âmîn. 

İlyas BUÇAKÇI 01 Temmuz
Konu resmiDünden Bugüne Kur'ân
Tarih

Kur’ân-ı Kerim, Allah tarafından Cibril-i Emin vasıtasıyla Arapça olarak Hz. Muhammed’e (asm) yirmi üç senede âyet âyet, sûre sûre; ilk olarak mübârek bir zamanda (Ramazan ayında), mübârek bir mekânda (Mekke’de) indirilmiştir. Zaman ve mekân şerefi Kur’ân için birleşmiştir. Bu kitabın nazmı da mânâsı da İlâhîdir. Allah’tan bir âyet/sûre nâzil olduğunda Peygamberimiz yanındaki kâtiblerine yazdırırdı. Kâtipler o günkü imkânların elverdiği nisbette bu vahiyleri ince taş levhalara, kürek kemiklerine, deve semerlerine, hurma dallarına, deri parçalarına yazarlardı. Yazılan bu vahyi kâtiplerinden dinleyerek ilk kontrolünü bizzat kendileri yaparlardı. Bununla birlikte büyük sayıda sahâbeler gelen bu âyetleri hemen ezberlerlerdi. Kur’ân-ı Kerim böylelikle hem Allah Resûlünün kontrolünden geçerek yazıyla kayıt altına alınmış hem de hâfızalarda ezberlenerek korunmuş oluyordu. Hz. Muhammmed (asm) âyetleri Allah’tan nasıl geldiyse ashâb-ı kiramına da aynen okumuş ve talim ettirmiştir. Hem mânâsını hem de okunuş şekillerini sahâbesine öğretmiştir. Sahâbeler de kendilerinden sonraki nesillere aynen aktarmışlardır. Çünkü sahâbeler emânetleri yerli yerine ulaştırma konusunda çok hırslı kimselerdi. Kur’ân’ın metni ise en büyük emânettir. Çünkü Resûlullah (asm) onlara kendilerinden sonra gelecek nesillere tebliğ etmeleri için Kur’ân’ı emânet olarak bırakmıştır. “Benden velev ki bir âyet olsun tebliğ ediniz.”(1) buyurmuştur. İşte sahâbîler Peygamberin kendilerine emrettiği şeyi tebliğ ettiler. Sahâbeler Kur’ân’ı Kur’ân olarak, sünneti de sünnet olarak yani bunları karıştırmaksızın hakkıyla tebliğ ettiler. CEBRAİL’İN (AS) KUR’ÂN’I PEYGAMBERLE MUKÂBELE YAPMASI İmam Buharî (ra) şöyle dedi: Cibril Kur’ân’ı Peygambere arz ederdi. Mesrûk, Âişe’den (ra), O da Fâtıma’dan (ra) söyledi: “Her sene Cibril, Kur’ân’ı benimle bir kere mukâbele ederdi. Bu sene iki defa mukâbele etti. Bunu başka değil, ancak ecelim yaklaşmıştır zannediyorum.”(2) Bu ve başka hadislerden anlaşıldığı üzere Hz. Muhammed (asm) Kur’ân-ı Kerim’i Cebrâil’e her Ramazan o güne kadar inen Kur’ân âyetlerini arz ederdi. Buna arza denirdi. Ömrünün son Ramazanında ise sahâbelerin huzurunda şimdiki tertip üzere Kur’ân’ı başından sonuna kadar iki sefer okumuştur. Bu okumaya sahâbeler de şâhit olmuşlardır. İşte bu son okuyuş aslında Peygamberimiz tarafından bir bütün olarak Kur’ân’ın sözlü olarak ilk toplanmasıdır denilebilir. Böylelikle Kur’ân âyetleri yazı ile kayıt altına alınmış, alınan bu âyetler bizzat Peygamberimizin kontrolünden geçmiş, sahâbeler tarafından ezberlenmiş, her Ramazanda Cebrâil’e o güne kadar inen âyetler Peygamberimiz tarafından arz edilmiş, bu mukâbeleler sahâbelerin huzurunda gerçekleşerek birçok nuranî eleklerden, kontrollerden geçerek günümüze kadar gelmiştir. Şükredilmesi gereken bir diğer husus da her asırda yüzbinlerce insanın kadın-erkek, büyük-küçük herkes tarafından Kur’ân’ın ezberlenmesidir. Bu mümtaz özellik yalnız Kur’ân-ı Kerim’e mahsustur. İnsanların hâfızalarını tamamının ezberlenmesiyle bu kadar süsleyen bir başka semavî kitap gösterilebilir mi? KUR’ÂN ÂYET VE SÛRELERİNİN TERTİBİ Kur’ân-ı Kerim âyet ve sûrelerinin şimdiki tertip üzere tertibi tamamıyla Resûlullah (asm) tarafından yapılmış tevkîfî bir iştir. Yani Allah’ın emriyle Cebrâil (as), getirdiği âyet ve sûrelerin yerlerini Peygamberimize söyler. Peygamberimiz de kâtiplerine söylerdi. Kur’ân ancak sahâbelerin Peygamberden sürekli işitip durdukları sıraya göre tertip edilmiştir. Böylelikle sûre ve âyetlerin dizilişi İlâhî bir emirle meydana gelmiştir. HZ. EBUBEKİR’İN (RA) KUR’ÂN’I TOPLAMASI Hz. Ebubekir’in (ra) halifeliği sırasında yaptığı işlerin en hayırlısı, en büyüğü, en azametlisi Kur’ân’ı bir araya toplamak olmuştur. Hz. Ali (ra) “Mushaflar hususunda insanların en büyük ecirlisi Ebubekir’dir (ra). Çünkü Ebubekir (ra) Kur’ân’ı iki levha arasına toplayanların ilkidir.” (3) Yemâme savaşında beşyüze yakın hâfız sahâbe şehit düştü. Hz. Ömer (ra) hâfızların şehâdeti sebebiyle Kur’ân’ın korunması hakkında endişe etti. Hz. Ebubekir’e (ra) gelerek Kur’ân’ın toplanmasını tavsiye etti. Zira Kur’ân yazılı olduğu ve ezbere bilindiği takdirde tamamen korunmuş olacağından onu tebliğ edenin hayatta olması veya ölmesi arasında bir fark olmayacaktı. Hz. Ebubekir (ra) Kur’ân toplama işini hâfız olan Zeyd İbn Sâbit’e (ra) verdi. Hz. Ebubekir (ra), Hz. Ömer ve Hz. Zeyd’e şöyle emretti: “Kim size Allah’ın kitabından bir metin üzerine iki şâhit getirirse, o getirilen metni mushafa yazınız.” Heyetin bir araya topladığı Kur’ân-ı Kerim’i Hz. Ömer (ra), sahâbeleri toplayarak onlara okudu. Böylece ilim heyetinin önünde, bütün sahâbelerin ittifakı ile topladıkları Kur’ân-ı Kerim’i teyid etti. Böylece toplanmış olan Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir hata olmadığı konusunda fikir birliği meydana geldi. Büyük bir titizlikle toplanan bu Kur’ân Hz. Ebubekir’e (ra) teslim edildi. Hz. Ebubekir de (ra) kendisinden sonra halife olacak zâta, Hz. Ömer’e (ra) emânet etti. Hz. Ömer’den (ra) sonra kızı ve mü’minlerin annesi olan Hz. Hafsa’ya intikal etti. Sonuç olarak, Hz. Ebubekir (ra) değişik yerlerde yazılı bulunan ve insanların hâfızalarında ezberle kayıtlı olan Kur’ân âyet ve sûrelerinin bir araya getirilmesine hizmet etmiştir. HZ. OSMAN’IN (RA) MUSHAFLARI YAZDIRMASI VE ÇOĞALTMASI Hz. Osman (ra) zamanında Ermenistan ve Azerbaycan fethinde Irak ve Suriye askerleri arasında bazı kırâat farkları ortaya çıktı. Bundan dolayı okuma konusunda ihtilafa düşülmesi üzerine Huzeyfetu’bnu’l Yemâni’nin (ra) ikazıyla Hz. Osman (ra) hemen faâliyete geçti. Hz. Zeyd’in (ra) başkanlığında bir ilim heyeti oluşturuldu. Hz. Osman (ra), Hz. Hafsa’ya haberci gönderip, yanında bulunan Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer’in (ra) topladığı sahifeleri göndermesini, çünkü o sayfaları bir mushaf içinde yazdıracağını, bu tek mushafı her tarafa gönderip onu geçerli kılacağını, insanları bunu okumak ve bundan başkasını terk üzerinde toplayacağını bildirdi. Hz. Hafsa da (ra) yanındaki sahifeleri gönderdi. Bu ilim heyetine suhuflar getirtildi. Hz. Osman (ra) “Kur’ân Kureyş lisanı üzerine nâzil olmuştur.”(4) diyerek Kureyş lehçesi esas tutularak yazılması kararlaştırıldı. Heyet vazifesini bitirince asıl nüsha Hz. Hafsa’ya (ra) iâde edildi. Çoğaltılan bu nüshalar Medine, Mekke, Basra, Kûfe diğer rivâyette Yemen ve Bahreyn'e de gönderilmiştir. Bu Kur’ân-ı Kerim kitap şeklinde olduğu için “Mushaf” denmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in kendisine âit bir yazı şekli vardır. Buna resm-i hat, hatt-ı Osmanî, resm-i Osmanî de denir. Bundan sonra yazılan bütün Kur’ân-ı Kerimler Hz. Osman’ın (ra) yazdırdığı suhuflar şeklinde olmuştur. Yazılacak ve basılacak mushafların bu esasa uygun olması şarttır. Netice olarak, Hz. Osman (ra) Kur’ân’ın okunuşu hususunda bir birlik sağlamıştır. KUR’ÂN-I KERİM’E HAREKE VE NOKTALAMANIN KONULMASI Okuma yazma oranı az olan bir toplumda ilk inen âyetin “oku” emriyle başlaması, İslâm Dini okuma ve yazmaya verdiği değeri göstermesi açısından dikkate değer bir noktadır. Sahâbelerin Medine’ye hicret etmelerinin ardından hummalı bir okuma-yazma faâliyeti başlamıştır. Yazı, yaygınlaşmasına rağmen henüz mükemmel bir hâle gelmiş değildi. Şeklen birbirine benzeyen harfleri birbirinden ayırmak için bilinen noktalar henüz yoktu. Gerçi o gün sahâbeler bunları okuyabiliyorlardı. Çünkü anadilleri Arapçaydı. Fakat Arap olmayan milletlerin Müslüman olmaları ve Arapça bilmemeleri sebebiyle Kur’ân-ı Kerim’i yanlış okuma hâdiselerine rastlanır oldu. Bunun üzerine Ebu’l- Esved Ed-düeli Kur’ân âyetlerine hareke koydu. Noktalama işini ise Nasr bin Âsım veya Yahya b. Ya’mer yapmıştır. Noktalama ve hareke koyma zarurî bir ihtiyaçtan kaynaklanmıştı.

Muhlis KÖRPE 01 Temmuz
Konu resmiKur'ân-ı Kerim'e ve Hattata Saygı
İbadet

Bir gün Yıldırım Bâyezid Han, ilim erbabından ileri gelenlerle beraber Hattat Şeyh Hamdullah’ı da davet eder. Davet olunanların daha evvel yazıp takdim ettikleri eserleri yanındaki çekmecesi üzerine hazır etmiştir. Padişah herkese yer gösterip oturmasını ister. Şeyh Hamdullah’a ise daha çok iltifat ederek yanında yer verir. Diğerleri ise buna şaşırırlar. Hâtırlarının padişah yanında azaldığını düşünürler. Daha sonra padişah, Şeyh Hamdullah’ın yazdığı Kur’ân-ı Kerim’i getirip oradaki ulemaya: Kur’ân-ı Kerim’i böyle yazabilen muhterem hattata şimdiye kadar hiçbir hükümdar kavuşamamıştır dediğinde, ulema da tasdik ederler. Sultan Yıldırım Bayezid Han, ulemanın yazdığı diğer kitapları üst üste koyup: Bu Kelam-ı Kadim’i, kitapların üstüne mi koyalım, yoksa altına koymak da câiz midir,  diye ulemaya hitap edince: Kelamullah’ın yüce şanında “La yemessühu ille’l mutahherun (Onu ancak temiz olanlar tutabilirler.)” buyrulduğundan üstüne başka kitap veya başka bir şey koymak asla câiz olmaz, diye cevap verirler. Sultan Bâyezid Han ulemasını latife yollu susturmak için: Şeyh Hamdullah’ın kıymetini takdir etmek lazımdır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in yazılışını bu kadar ihya eden bir kişi yoktur. Öyleyse bu zâtı sizden sonraya nasıl oturtalım, deyince, ulema padişahın kinaye yollu kendilerini ikaz ettiğini anlayıp, ilimleri sebebiyle kapıldıkları gururlarından dolayı pişman olup istiğfar ederler. 

İrfan MEKTEBİ 01 Temmuz
Konu resmiMektubunuz Var
İbadet

Hiçbir şey yoktu. Ne varlık vardı, ne yokluk; sadece O vardı; Allah azze ve celle. Diledi ve yarattı, yarattı kün emriyle dilediği her şeyi. Gizli bir hazineyken bilinmek, takdir ve tahsin edilmek için akıl ve şuur sâhibi olan biz âdemoğlunu halk etti ve imtihana tâbi tuttu. İnsanlığa yol gösteren elçiler gönderdi. Unutmayalım diye, kendi kelamı olan ve yazılı emirler mesâbesinde kitaplar indirdi; her insana hitap eden İlâhî mektuplar. Son Peygambere (asm) gönderilen Son Kitap; kurtuluş reçetemiz, Yüce Kur’ân-ı Kerim’dir. Bir dostumuzun uzaklardan bize gönderdiği mektubu nasıl da heyecanla ve sabırsızlıkla açıp okuruz, değil mi? Peki, Allah’ın kullarından arzusunun ne olduğunu bildirmek amacıyla gönderdiği 600 sayfalık bu Kitab’ı hiç mi merak etmiyor ve açıp neden meram-ı İlâhîyi öğrenme zahmetine girişmiyoruz? Meşakkatli olduğundan mı, yoksa nefis ve şeytanın bendesi olduğumuzdan mı? Hayatımızın her karesiyle ilgili İlâhî hükümlerin olduğu sıradan bir mektup değil, Yaradan’dan yaratılana gönderilen bir pusula bu. Sonsuz azaptan korunmak, sonsuz vuslata ve mutluluğa kavuşmak için… Ey Kelam-ı Kadim! Zaman-ı Âdemden beri, sonsuzluğun yaratıcısı, varlığın ve yokluğun sâhibi olan Allah’ın beşere en güzel ikramısın. Nice insanlar Senin pusulanla dünyanın boğucu dalgalarından sâhil-i selâmete ulaştı. Seni tanımayanların niceleri de karanlık ve kirli sularda boğulup gitti. “Yârân istersen Kur’ân yeter.” denilmesi belki de bu yüzdendi. Bir imtihan -âhiret yolculuğu- var ki herkesin en büyük meselesi. Öyle ki dünya saltanatına dahi değiştirilmeyecek büyüklük ve ehemmiyette. Ebedî huzura kavuşmak için bu seferde Sen gereklisin, harf harf Seni yaşayan insanlar, ancak bu güçlü, bu dişli yolda nihaî saâdete erebilir. Seni yaşayanlar kavuşur sonsuz refaha ve vaat ettiğin “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de kalb-i beşere hutur etmiş.” cennete girebilir. Ey Kitab-ı Mukaddes! Sen ki en büyük mucizesi idin Hazret-i Resûl’ün (asm). O ümmîydi –okuma yazması yoktu- ancak Allah, ümmî Zâta (asm), Senin gibi bir nimeti ihsan buyurmuştu. Seni dinleyenler-okuyanlar âcizliklerini itirafa mecbur olurdu. Bu yüzden hiçbir kimse Senin taklidini yapmaya yanaşamadı. Müseyleme-i Kezzab gibi birkaç safsatacıdan başka, tarihte Sana karşı kimse meydan okumadı, okuyamadı da. Zaten onlar da, çocukların maskarası olmuşlardı. Ve anlaşıldı ki Yusuf peygamberle güzellik yarışına kim girerse, çirkin görünecekti! Bütün ilimlerin menbaıydın ve Senden istifâde edilmeyen her şey yarımdı, eksikti. Sen ki gizli ilimlerin hazinesi ve dahi keşşafıydın. En bilinmeyenler dahi Seninle bilinir ve Seninle çözülür her girift mesele. “Devemi kaybetsem onu Kur’ân'da bulurum.” dememişler miydi Ashâb-ı Güzin? Ey İlâhînâme! Ecnebîler bile Sana hayran ve meftun olmuşlardı -ki Batı Kur’ân’a yöneliyor- ve şöyle itiraflarda bulunmaktan kendilerini alıkoyamamışlardı: Kaptan Kusto: “Modern ilmin on dört asır geriden takip ettiği Kur’ân, ben şehâdet ederim ki, Allah kelâmıdır.” derken, Gaston Karl: “İslâm dininin kaynağı olan Kur’ân’da cihan medeniyetinin dayandığı bütün temeller bulunmaktadır. O kadar ki, bugün bizim uygarlığımızın, Kur’ân’ın bildirdiği temel kâideler üzerine kurulduğunu kabul etmemiz gerekir.” demiştir. Ve daha nice mudakkik nazarlı Batılı şahsiyetler, Kur’ân’ın insanlığa insanlığı talim ettirdiğini kabul etmişlerdir. Ecnebîler Kur’ân üzerinde bu kadar çok mütâlaa ederken biz Müslümanlar kendi Kitabımıza hâlâ mı yabancı, hâlâ mı tozlu raflarda bulundururuz? Elbette en evvel, Kur’ân-ı Kerim’in insanlıktan ve bilhassa Müslümanlardan ne meramı olduğunu öğrenme mecburiyetindeyiz. Her Müslüman’ın günde bir defa bu İlâhî mektubu açıp okuması gerekmez mi? Peygamber (asm) şöyle buyurur: “Kur’ân okuyan mü’min kimsenin benzeri, tadı güzel, kokusu güzel turunç -portakal- meyvesi gibidir. Kur’ân okumayan mü’minin benzeri, tadı güzel ve fakat kokusu olmayan hurma gibidir. Kur’ân okuyan fâcir kimsenin benzeri, kokusu güzel, tadı acı reyhan otu gibidir. Kur’ân okumayan fâcir kişinin benzeri ise tadı acı, kokusu olmayan Ebû Cehil karpuzu gibidir.” (Buharî) Ey gözlerin nuru, ruhların süruru Kitap! Senden uzak bütün yollarda fitne ve cinnet, zulüm ve adâletsizlik var. Yüce Rabbin kelamısın, ama bizler bu kutsal sözleri okumaktan âciziz. Her gün çeşitli gazete ve dergileri okumayı bilgi, kültür ve medeniyet sayıp, Seni okuyanlara irticacı nazarıyla bakıyoruz. Evlerimizde duvara asmak için bulunduruyor ve ancak çok yakınımızdan biri öldüğünde Seni açmayı hatırlıyoruz. Hem Senin hurufuna Arap harfleri demeye başladık. Oysa Sen bütün beşeriyeti hidâyete davet eden Son Elçi’nin eline verilmiş en büyük mucizesin. Sana yabancı -ecnebî!- bir nesil olarak yetiştirildiğimizden ya okumayı bilmiyor ya da elimizde Kur’ân taşımaktan utançlık duyuyoruz. İşte Kur’ân ikliminin eksik kaldığı 20. asır geldi geçti. Şimdi 21. asırdayız! Ne kadar medenî bir millet ve teknoloji devi bir devlet oluverdik! Savaşlarda düşmana dahi merhamet eden necip bir millet iken, kendi vatandaşımızın canına kıyar hâle geldik! İşte 20. ve 21. asrın insanlığa sunduğu gıpta edilecek medeniyet! Sendeki nizamı rehber edinen büyük Osmanlı Devleti, üç kıtada at sürmüş ve gittiği topraklara Senin gül iklimini götürmüştü. Ne yazık ki onlar da Senden uzaklaştıkça ellerinde sâdece bir “yarımada” kaldı. Seni yaşayanlar maddî-mânevî inkişaf ettiler. Hem dünyaları kurtuldu, hem de âhiretleri. Zindanlardan saâdet saraylarına ulaşmak için Seni hakkıyla yaşamak istiyoruz. Seni hakkıyla yaşamak da Server-i Kâinatı (asm) rehber edinmekle mümkün olur, biliyoruz. Kâinatın Efendisi (asm) Seni rehber edinmişti. Bundadır “O (asm), yürüyen Kur’ân’dı.” buyurmuştu Hz. Aişe validemiz. Ve O (asm) Senin en güzel aynandı. Ey Ümmü’l-Kitap! Sende Seni anlatan Rabbe yemin olsun! En güzel övgüler Rabbimizden Sanadır. Bunun hâricindeki bütün sözler nâkıs ve kusurlu. Sâhib-i kaf ve nûn şöyle buyurur kutsal fermanında: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır; onları ancak O bilir. Karada ve denizde ne varsa bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin; ne yerin karanlıklarında bir dâne, ne yaş ne de kuru (hiçbir şey) yoktur ki, apaçık bir Kitap’ta (Kur’ân’da) bulunmasın!” (En’am, 59) Karanlık dehlizlerde nur oldun bize, yol oldun. Seninle temizlendi kirli ruhlar, seninle sermest oldu hakîkati arayanlar. Dünya Kur’ân’a koşarken, biz Müslümanlar elimizdeki paha biçilemeyen hazinenin kıymetini bir an evvel idrak edip Peygamber (asm) ümmetine yaraşır tarzda Kitab’ımızı okumalı ve yaşayarak sâhip çıkmalıyız; her Müslüman’ın birinci vazifesi işte budur. Artık Kitap okuma zamanı… Kur’ân’da nâzil olan ilk âyetler, bizim son sözümüz olsun: Yaratan Rabbinin adıyla oku! (O,) insanı bir “alak”tan yarattı. Oku! Çünkü Rabbin, en büyük kerem sâhibidir. O, kalemle öğretendir. İnsana bilmediği şeyleri öğretti. (Alak, 1-5) 

Zafer ŞIK 01 Temmuz
Konu resmiEn Faydalı İlaç Kur'ân
İbadet

Tıbb-ı Nebevî’nin en bâriz husûsiyetlerinden biri tedâvide Kur’ân-ı Kerim’e müstesna bir yer vermiş olmasıdır. Mezkûr Mevâhib-i Ledünniye mütercimi bu hususu “Hak Teâlâ Hazretleri izale-i emrazda (hastalıkların tedâvisinde) Kur’ân-ı Azim’den eam ve enfa’ (bütün hastalıklarda geçerli daha müessir) bir deva inzal etmemiştir. Kur’ân-ı Azim marazlara şifa ve ayine-i kuluba ciladır.” diyerek ifade eder. Yani hem maddî ve hem de mânevî hastalıkların en faydalı ilacıdır. Kur’ân’ın bu yönünü tesbit eden âyetler vardır: “Biz Kur’ân’dan mü’minler için bir şifa ve rahmet olan şeyi indiriyoruz” (İsra, 82). Kur’ân’ın mânevî hastalıklarla ilgili tedavisi iki suretle olmaktadır. Zira mânevî hastalıklar ikidir: Bir kısmı bâtıl itikadlardır. Bunlar yaratılış, insanın bidâyeti, akıbeti, kader, ulûhiyet, nübüvvet gibi iman esaslarına giren meselelerdir. Bu hususlarda Islâm’ın tebligatına uymayan her inanış tarzı mânevî bir hastalıktır. Şu halde bu meselelerde Kur’ân gerçek olanı delilleriyle birlikte zikrederek bâtıl mezhepleri iptal etmiş, mü’minlerini sapıklıklarından korumuştur. İkinci kısım mânevî marazları kötü ahlâklar teşkil eder. Kur’ân-ı Kerim onları da açıklayarak mü’minleri ahlâksızlara düşmemeleri için uyarmış, ahlâk-ı hamide denen faziletlere mânevî kemallere irşad buyurmuştur. Resûlullah’ın “Mekârim-i ahlâk’ı tamamlamaya geldim” derken kasdettiği  mekârim Kur’ânî ahlâktır. Kur’ân-ı Kerim’in maddî hastalıklara şifa olmasına gelince, bu da inkârı mümkün olmayan bir durumdur. Müteâkiben bir kısım rivâyetlerde görüleceği üzere, bizzat Resûlullah Kur’ân’la rukyede bulunmuş, maddî hastalıkların tedâvisinde Kur’ân-ı Kerim’den istifâde etmeleri için Ashâb-ı Güzin’i teşvik etmiştir. Hatta bazı hadislerinde Kur’ân’dan şifa aramamayı eksiklik ilan etmiştir: “Kim Kur’ân’la şifa taleb etmezse, Allah ona şifa vermez” buyurmuştur. Bu hadis şu şekilde de anlaşılmıştır: “Kur’ân’la şifa taleb etmeyene Allah şifa vermesin.” Kur’ân’da en az altı tane şifa âyeti vardır. “Onlarla muhârebe edin ki, Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın, onları rüsva etsin, size onlara karşı nusret versin, mü’minler zümresinin göğüslerini ferahlandırsın” (Tevbe,14)“Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerde olan (derd)lere bir şifa, mü’minler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir” (Yunus, 57) “Kur’ân’dan mü’minlere rahmet ve şifa olan şeyler indiriyoruz. O zâlimlerin ise sâdece kaybını artırır” (İsra, 82) “De ki: Bu, mü’minlere doğruluk rehberi ve gönüllerine şifadır” (Fussılet, 44) 

İrfan MEKTEBİ 01 Temmuz
Konu resmiPeygamber Mucizeleriyle Medeniyetlere Yön Veren Kur'ân
İtikad

Hz. Âdem’le insanlığa sayfalar şeklinde gönderilen İlahî mesajlar, medeniyetler ilerledikçe; Tevrat, Zebur, İncil gibi büyük kitaplarla insanların ihtiyacı nispetinde inkişaf ediyordu. Fakat bu kitaplar, belli bir zaman ve mekânla sınırlıydı ve ancak bazı kavimlerin ihtiyaçlarını tatmin eder nitelikteydi. Aslında onlar tüm zamanlarda hükmü geçecek olan bir kitaba fihrist oluyorlardı. İstikbale dalları uzanacak olan bir ağacın çekirdeği gibiydiler. O “Kur’ân-ı Kerim” öyle bir ağaçtı ki; hem bütün o suhufların, kitapların özünü hem de onlara tâbi olan fedakâr kavimleri anlatıyordu. Ve en güzel meyvelerini açtığı asr-ı saâdette geçmiş ve geleceği buluşturduğu gibi, nihâyeten âhirzamanda gelen insanlara dahi her bir âyet ve kıssalarıyla kendi zamanlarına ve yaşam şartlarına uygun, sanki o asırda yeni nâzil olmuş gibi dersini veriyordu. Asr-ı saâdette kabul etmeseler de onun hârika üslubuna secde edenler, asırlardır ve özellikle de son asrın her çeyreğinde yenilenen bilimin, keşif ve icatlarının en zirve noktalarının 14 asır önce Kur’ân’da bahsedildiğini görenler, iman edip secde etmeseler de beşer kelamı olmadığını kabul ediyorlar. Ve bu asrın en büyük putu olan bilim ve icatlar; aynı Hz. Musa’nın kıssasında anlatılan, o kavmin tapar derecede kıymet verdikleri buzağının kesilmesi hâdisesi gibi, Kur’ân’ın mucizevî kılıncıyla kesiliyor. Nasıl ki buzağı o zamanın insanı için tarım ve hayvancılığın, en büyük zenginliklerinin kaynağıydı. Bu asırda ise dünyanın hareket merkezi, bilim ve teknoloji etrafında dönüyor. İşte o kıssa dahi bu asırdaki insanlığa aynı dersi verip onları putlarını kesmeye davet ediyor. Kur’ân’da anlatılan bir kavim de “Uhdud Ashabı”: Bir rivâyete göre Hz. İsa’dan sonra yaşanmış bir hâdise; Allah’a inanmayan kâfir bir kral, mü’minleri dinlerinden döndürmek için, uzunlamasına ve derin hendekler, kanallar (Uhdud) kazdırır. Bu hendeklerin içine büyük ateşler yakılır. Allah’a inananlar hendeğin başına getirilir, imanında ısrar edenler ateşe atılır, küfre dönenler ateşten kurtarılır. Âyet-i kerimede şöyle bahsedilir: “Uhdud Ashabı’na lânet olundu. Tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü’minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O mü’minlerden intikam almalarının sebebi, onların, kudreti her şeye gâlip olan ve her türlü övgüye lâyık bulunan Allah’a iman etmiş olmalarından başka bir şey değildi”. (Bürûc, 4-8) “Dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamız”. (Yâsin, 41-42) Burada daha nice binekler diyerek gemilerden başka bineklerin de icat edileceğine işaret ediyor. Gemiden sonra ilk icat edilen binek buharlı trenlerdir. 19. yüzyılın başlarında İngiltere’de en gelişmiş hâliyle icat edilmiştir. Ne ilginçtir ki; uzun hendeklere benzeyen bu trenler de altında yakılan ateşin üzerindeki kazanlardan çıkan su buharıyla çalışıyor ve aynı âyette anlatılan kanal ve hendek tabirine benzeyen derin bacasından dumanı tütüyordu. Ve nasıl Uhdud Ashabı’nın hendekleri onları öldürüyordu, aynı bunun gibi İngiltere’de Darwin gibi bilim adamlarının, dinsizliğe bilim adını verdikleri akımların mânevî yangınları ve sonra da “hayat bir cidaldir” felsefesiyle çıkardıkları dünya savaşlarının yangınları İslâm âlemini sarmıştı. Ve trenler de bu savaşlarda asker ve erzak sevkiyatında kullanılıyor ve İslâm ülkelerini ekonomik olarak da esâretleri altına alıyorlardı. İşte milyonlarca Müslüman’ın mânen ve maddeten yenilmelerine sebep olan bir icada Kur’ân-ı Kerim asırlar öncesinden işâret etmiştir. Ve âhirzaman ümmetine Uhdud Ashabı’ndan ders vermiştir. Şu asırda dinsizlik ateşiyle mücâdele edenler de aynı hendek ashabının zulümlerine aldırmadan mücâdele eden o fedakâr mü’minler gibi güzel neticelere vâsıl olabilir. Trenle aynı asırda 19. yüzyılın ortalarında teknolojik ve ekonomik noktada, dünyanın kaderini değiştiren elektrik akımının kullanımına ve ampulün icadına çok belirgin işâretlerden Nur Sûresi’nde şöyle bahsedilir: Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misâli, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fânus içindedir. Cam fânus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya âit olmayan mübârek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kâbiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. (Nur, 35) Allah’ın Nur ismine güneş bir ayna olduğu gibi, elektrik vasıtasıyla ışık veren lambanın yaydığı ışık da bir aynadır. “Onun yakıtı ateş dokunmasa bile ışık verebilir” denilmesi; sudan dahi elektrik üretilebilir ve bir kibrit bile yakmadan, bir düğmeyle ya da bir temasla o ışık bize hizmet eder. O ışık her türlü enerji kaynağından (madenler vs..) elde edilebildiği için onun  kaynağı bir yere de âit değildir.Ve cam fânusun yani ampulün içindeki tel, elektrik akımıyla temas etiğinde tıpkı inci gibi parlayan bir yıldızı andırır. Bu âyet, hem ampulü hem de kaynağı olan elektriği ne güzel anlatır. Ve bu tasvirler “Biz ezelî bir ilimden geliyoruz” derler. Âyetin “O nur üstüne nurdur” kısmı da; nurun, yani ışığın kaynağı olan elektrik vâsıtasıyla çalışan tüm iletişim cihazlarının İslâm nurunun yayılmasına hizmet etmesine de latif bir işâret var. Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlerin mucizeleri anlatılırken; onların insanları ve toplumu sâdece mânevî olgunluğa ulaştırmalarından değil, maddeten yükselişin de onların rehberlikleriyle olduğundan bahseder. Gemiyi ilk inşa eden Hz. Nuh Hz. Nuh (as)’ın gemisinin, tarihî kaynaklarda üç katlı bir gemi olduğu anlatılmaktadır. Ayrıca bu hâdiseyle ilgili Kur’ân-ı Kerim’de; “Nihâyet emrimiz gelip, tandır kaynamaya başlayınca…” (Hud, 40) âyetinde geçen ‘tennure’ kelimesi, kaynayan kazan ya da ocak tabirinde kullanılır. O kazanlar da gemiye güç olan buhar gücü için ısı oluşturmuştur. Demek ki; üç katlı ve buharlı bir gemiden bahsediliyor. Bu özelliklere sâhip bir gemiyi, insanoğlu ancak 20. yüzyılda Titanik adlı bir gemide uygulayabilmiştir. Böylelikle; Hz. Nuh gemicilik sanatında, Hz. İdris (as)’ın terzilik sanatında,  Hz. Yusuf ise saatçilikte sanatkârlara üstad olmuşlardır. Ayrıca, Kur’ân’da geçen Hz. Yusuf kıssasında; Hz Yusuf Mısır’da Maliye Bakanlığı vazifesindeyken, ekinleri başaklarıyla muhâfaza etmesi ona vahyedilir ve böylelikle büyük bir kıtlığı engelleyen mucizesiyle insanlığa gıdaları muhâfaza sanatını öğretir. Süleyman (as)’ın mucizelerinde ise çok garipsanatlara işÂretler vardır “Rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik ki, sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol alırdı.” (Sebe, 12)  “Semavî kitapların esrarına vâkıf bir âlim ise, “Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm,” dedi. Süleyman Belkıs’ın tahtını yanında hazır görünce. (Neml, 40) Hz. Süleyman’ın emrine verilen rüzgârdan bahseder bu âyetler. Bununla bir günde iki aylık yol almaktan bahsedilir ki; bu âyetlerle Cenâb-ı Hak beşeriyete; siz de çalışırsanız yolculuklarınızı kısa zamanda yapacağınız binekler bulabilirsiniz diyerek o mucizeyle bu yolu insanlığa açmış. Ve hepimizce malum olan uçağın icadıyla bu yolculuklar gerçekleşiyor. Ayrıca Hz. Süleyman ziyârete gelen Belkıs’ın Yemen'deki tahtının Şam’da yanında hazır görünmesi de çok daha ileri bir teknolojiye işâret eder. Bunun şu an gerçekleşen tarzı üç boyutlu görüntüyle insanların canlı yayında sesleriyle ve suretleriyle görüşebilmesi. Allah bilir ki; bunun daha ileri bir boyutu olan ışınlanmaya da işâretler olabilir. Çünkü Kur’ân’ın kıyâmete kadar hükmü geçerli olduğundan, bizden sonraki keşiflere de mutlaka işâretleri vardır. Nasıl Hz. Süleyman rüzgârın emrine verilmesiyle memleketinin her yerini kontrol altında tutabiliyordu. Şimdiki zamanda da radyoaktif, elektromanyetik dalgalanmalarla hareket eden iletişim ağlarıyla her an her yerden haberdar olabiliyoruz. Nasıl Hz. Süleyman dünyaya bu mucizeler vâsıtasıyla adâletle hükmediyordu, kâinatın bir halifesi olan insan da bu vasıtalarla dünyada adâleti sağlayabilir. Günümüzde bu yöntemlerle zâlim insanların suçları tespit edilebiliyor ve onların şâhitliğiyle birçok dava çözülebiliyor. Hz. Musa’nın mucizesi bu asra tam on ikidenisâbet etmiştir “Biz ona “Asânı taşa vur” demiştik. Asâsını vurduğu yerden on iki pınar fışkırdı.” (Bakara, 60) Hz. Musa’nın asâsını taşa vurarak on iki pınar fışkırtma mucizesiyle, hem o asrın insanına imanın ab-ı hayatını sunuyor, hem de istikbalde buna benzer makinelerle yerin kilometrelerce derinlerinden su çıkarabilmeleri için teşvik ediyor. Sondaj makinelerinin uç kısımları da bir asâ gibi sivri olup derinlerden su çıkardığı gibi bu asrın insanı için ab-ı hayat hükmünde olan petrolü çıkartmalarıyla da o mucizenin bu asırdaki şâhitleri oluyorlar. Hz. İsa tıbba öncülük yapıyor “Allah’ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” (Âl-i İmrân, 49) Hz. İsa (as)’ın bu mucizesiyle; “Ey insan! Ümitsizliğe kapılma! Sen de çaresiz zannettiğin hastalıkların çaresini bulabilirsin” diyerek insanoğlunu araştırmaya teşvik ediyor. Nitekim kök hücre nakliyle son dönemlerde felçli insanların yürüyebildiğini hatta bazı körlerin dahi şifa bulabildiğini görüyoruz. Hz. Davud sanayinin mimarı “Demiri onun için yumuşattık.” (Sebe, 10)  Ona ilim ve hikmet ile hakkı ve bâtılı açıkça ayırt eden bir ifade gücü verdik. (Sâd, 20) “Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık.” (Sebe, 12) Demir ve bakırı eriterek zırh yapan Hz. Davud (as)’a demir ve bakırı ince tel gibi yapma sanatı verilmiş. Bundan anlaşılıyor ki; hem bu madenleri bulma sanatı hem de onları işleme sanatı öğretilmiş ki; şu asırda bütün sanayinin temeli budur. Zülkarneyn kıssasında da demir ve eritilmiş bakırdan surlar inşa edildiği anlatılır. Bu sistemdeki yapılar ancak bu asrın ‘Metalürji’ ve ‘Konstrüksiyon’ teknolojisiyle yapılabilmektedir. Yani cevher ve metalin kullanımı ve taşıyıcı sistemleri çelikten üretilen inşâatlardır. “Ey dağlar ve kuşlar, onunla beraber tesbih edin” dedik. “Demiri de onun için yumuşattık.” (Sebe, 10) Hz. Davud’un Zebur’u okurken çıkardığı Davudî sesinin dağlar ve kuşlar tarafından tekrar edilmesi mucizesiyle bu asırdaki ilk fonografla icadı başlayan ses kayıt cihazlarına işâret ediyor. Nasıl cansız veya kuşlar gibi akılsız şuursuz mahlûklar konuşur diyenlere, şu asırda demirden ve çelikten icat edilen, sesi kaydedip tekrar eden nice cihazlar delildir. Zamanımızdaki radyo, cd çalar gibi cihazlar vâsıtasıyla okunan Kur’ân âyetleri de aynı Hz. Davud’un sesinin akisleri gibi kâinatın her yerinde çoğalıp aks-i seda ediyor. Ateşi, imanıyla emrine alan peygamber “Dedik: Ey ateş, İbrahim için serin ve selâmetli ol.” (Enbiyâ, 69) Hz. İbrahim’in, Nemrut’un yaktırdığı devasa ateşte yanmayıp etrafının gül bahçesine döndüğü mucizesidir. Bu,  iman nurunun cehennem ateşini söndüreceğine bir delil olduğu gibi, Hz İbrahim’in ateşe atıldığında üzerindeki gömleğin bile yanmaması, ilerde ateşin yakmadığı gömlekler icat edileceğine işârettir. Aynı buna benzer yanmayan, itfaiyecilerin kullandığı bir kısım gömlekler de şu asrımızda icat edilmiştir. Bizler, eğer bu keşif, icat ve sanatların asıl sâhibinin Rabbimiz olduğunu görürsek, ancak o zaman dinsizlerin esâretinden kurtulabiliriz. Bizi asıl terakki ettirenin; batı medeniyetini taklit etmek değil, Kur’ân’a uymak olduğunu anlayabiliriz. Elbette her şeyde isâbet eden ezelî nazar, bizim hayat tarzımızın nizamında da isâbetli olacaktır. İşte ey bu asrın üzerinde durup mâzi ve müstakbeli Kur’ân dürbünüyle seyreden insan! Nasıl; Kur’ân’ın tüm asırlarda hükmünün geçtiğini ve her asırda tazelendiğini bunun gibi nice âyetlerle görüyorsun. Demek ki; zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşiyor. Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı

Asuman CİHAN 01 Temmuz
Konu resmiKur'ân Kıssaları ve Hayata Kattıkları Anlam
İbadet

KUR’ÂN KISSALARI Kıssa, Kur’ân-ı Kerim’de tarihî kişilere, olaylara dâir yer alan haberler ve bunlardan bahseden ilme denir. Sözlükte “bir kimsenin izini sürmek, ardınca gitmek; bir kimseye bir haber veya sözü bildirmek” gibi mânâlara gelir. Asıl anlamı “nakil” olan hikâye gerçekçi-hayalî, önemli-önemsiz başkalarına aktarılıp anlatabilecek her tür olayı kapsar. Kur’ân’da yer alan kıssalar için hikâye kelimesinin kullanılmaması bundandır. Zira Kur’ân kıssaları ibret alınacak olan, tarihî doğruluk ve gerçeklik niteliği taşıyan olaylardır.1 Kur’ân’da geçen kıssaların bir kısmı tarihî gerçeklik içerisinde değerlendirilir. Nuh ve Lut Aleyhimesselamların yaşadıkları hâdiseler, Ad kavminin helaki, Firavun’un hâdisesi, Âdem ve İsa Aleyhimesselamların yaratılma hâdiseleri, İsrailoğullarının inek kesme meselesi bu nevi kıssalara örnek teşkil ederler. Diğer bir kısmı da sembolik anlatım ve farazî nitelikte ve bir kısım sanatları kullanmakla bir hakîkati anlatmak babındadırlar. Güneşin balçıklı bir suda batması, amellerin çöldeki serap hâline gelmesi nevinden anlatılan kıssalar da bu ikinci kısma örnek olarak gösterilebilir. MÂHİYET CİHETİYLE KUR’ÂN KISSALARI 1. Tarihî kıssalar: Kur’ân kıssaları içerisinde en geniş yer tutan peygamberlerin kıssalarıdır. Bu kıssalardan bazıları üzerinde daha fazla durulmuştur. Mesela, Hazret-i İbrahim’in (as) tevhid inancı çerçevesinde babası, içerisinde bulunduğu toplum ve Nemrut ile mücâdeleleri. Musa (as)’ın doğumu, Firavun’un sarayına getirilmesi, Firavun'la olan mücâdelesi gibi kıssalar Kur’ân’da önemli yer tutan kıssalardandır. Peygamber Efendimizin hayatıyla ilgili kıssalar da oldukça mühim yer tutmaktadır. Bazı şahıslara dâir kıssalar da tarihî kıssalar başlığında değerlendirilir. Firavun, Nemrut, Kârun, Ashab-ı Kehf, Ashab-ı Fîl, Ashab-ı Uhdud gibi. 2. Kur’ân’ın nüzulü esnasında meydana gelen olaylar: Bu olaylar da Kur’ân’da kıssa formunda anlatılmıştır. İsra ve miraç hâdisesi; Medine’ye hicret; Bedir, Uhud, Hendek savaşları ve seferleri; Rıdvan Biati ve Hudeybiye Antlaşması gibi. 3. Gaybî kıssalar: Hazret-i Âdem’in yaratılışı, kıyâmet sahneleri, âhiret, cennet, cehennem, buralara girecek olanların durumu ve haberleri de ibret amaçlı olarak kıssa formunda anlatılmıştır. Kur’ân’daki kıssaların bir kısmı, bir sûreyi baştan sona kaplayacak şekilde zikredilmiştir. Yusuf, Nuh, Hud, İbrahim, Musa ve İsa Aleyhimüsselamların kıssaları gibi. Bazıları da ya başka yerde uzunca anlatıldığı için veya Kur’ân’ın indirilişi sırasında meydana gelmesi sebebiyle bilindiğinden ibret hatırlatması kabilinden kısaca zikredilmiştir. Fil ve Uhdud kıssaları gibi. Bazıları da ibret için ard arda zikredilmişlerdir. Fecr Sûresi’nde Ad, Semud ve Firavun; Kamer Sûresi’nde Nuh ve kavmi, Ad, Semud, Lut ve Firavun kıssaları gibi.2 KUR’ÂN KISSALARININ HEDEFLERİ 1- Hz. Muhammed (asm)’in peygamberliğini isbat. Peygamberimiz ve kavmi, geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerin durumlarından tam anlamıyla haberdar değillerdi. Peygamber Efendimiz ümmî bir zât olmakla birlikte, kendine gayb olan hâdiselerden Allah’ın izniyle doğru haber vermiştir. Ki bu konuda Kur’ân’da şöyle denilmiştir: “Ve (o, nefsinin) arzu(sun)dan konuşmuyor! O (söyledikleri) bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm, 3-4) “(Ehl-i kitabın bir kısmı:) (Onlar) üç (kişi)dir, dördüncüleri köpekleridir” diyecekler. Yine (bir kısmı): “(Onlar) beş (kişi)dir, altıncıları köpekleridir” diyecekler. (Hâlbuki bunlar) gayba (karanlığa) taş atmak kabilindendir ve (mü’minler ise): “(Onlar) yedi (kişi)dir, sekizincileri köpekleridir” diyecekler. De ki: “Rabbim, onların sayılarını en iyi bilendir! Onları ancak pek az kimseler bilir.” Öyle ise onlar hakkında (Kur’ân’da bildirilen) açık delillerin dışında münâkaşaya girme ve onlar hakkında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma!” (Kehf, 22) 2- Sâir bütün peygamberlerin İslâm’ı tebliğ ettiklerini göstermek. “Şanım hakkı için, Nuh’u kavmine (peygamber olarak) gönderdik; bunun üzerine (onlara) dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin; sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur!” (A’raf, 59) 3- İbret. “Hem O, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderendir. Nihâyet (o rüzgârlar,) ağır (yağmur) bulutlar(ını) yüklendiği zaman, onu ölü bir memlekete sevk ederiz; böylece oraya su indiririz de onunla her çeşit meyvelerden çıkarırız. İşte ölüleri (de kabirlerinden) böyle çıkarırız; ta ki ibret alasınız!” (A’raf, 57) 4- İman edenlerin kalblerini takviye. “Musa kavmine şöyle dedi: Allah’tan yardım isteyin ve sabredin! Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır; ona kullarından dilediğini vâris kılar. Hem (güzel) âkıbet, takva sâhiplerinindir.” (A’raf, 128) 5- Nimeti bildirip hatırlatmak. Allah’ın, peygamberlerine mucize olarak ihsan ettiği nimetler kıssalarla anlatılmış ve Allah’a bağlılığın ve itaatin neticesiz bırakılmayacağı bildirilmiş ve insanlar da onlara benzemeye özendirilmiştir. Peygamberlerin mucizelerinde iki gâye ve hikmet takib edilmiştir Birincisi: Peygamber olduklarını halka tasdik ve kabul ettirmektir. İkincisi: İnsanlığın maddeten terakki edip ilerleyebilmesi adına gerekli olan örneklemeyi yapıp insanoğluna peygamberlerin mucizelerini kıssalar nevinden Kur’ân’da zikretmekle insanları cesâretlendirmiş ve şevklendirmiştir. Âdeta insanoğluna “Ey beşer! Şu gördüğün mucizeler, bir takım örnek ve numunelerdir. Fikir birliğinizle, çalışmalarınızla şu örneklerin benzerlerini yapacaksınız.” demiştir. Evet, mâzi, istikbalin aynasıdır. İstikbalde ortaya çıkacak icatlar, mâzide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Günümüz medeniyeti de Kur’ân’da bahsedilen bu esaslar üzerine kurulmuştur. Mesela; - İlk saat ve gemi, mucize eliyle beşere verilmiştir. - Beşerin fikirlerinin birleşmesiyle meydana gelen binlerce fenler,  kâinatın ihtiva ettiği bütün nevilerin isimlerini, sıfatlarını, özelliklerini açıklama anlamında olup ilk defa Hazret-i Âdem (as)’ın mucizesinde gözükmüştür. - Bütün sanatların medarı olan demirin yumuşatılıp kullanılması terakkinin önemli bir basamağı olmuştur. Bu durum öncelikle Davut (as)’ın mucizesinde gösterilmiştir. - Bugün uzakları yakın eden hava taşımacılığı, Hazret-i Süleyman (as)’ın mucizesine ancak yaklaşıyor. - Beşer, kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrifüj âletini, Hazret-i Musa’nın (as) asâsından ders almıştır. - Tecrübeler sâyesinde ortaya çıkan tıp alanındaki ilerlemeler, Hazret-i İsa’nın (as) mucizesinin ilhamlarındandır. - Bugün cep telefonlarına kadar her tarafta görüp âşina olduğumuz ses ve görüntü nakli, Yusuf (as) ve Belkıs hâdiselerinde anlatılmaktadır. - Hazret-i Süleyman’a kuşdilinin öğretilmesi, insanlık adına başka ayrı bir ufuktur. İnsanlık çalışır ve keşfedebilirse, birçok hayvanları birçok işlerde çalıştırması muhtemeldir. Ki bugün artık farelerin depremlerde kullanılması, köpeklerin uyuşturucu ve kurtarma gibi faâliyetlerde kullanılması bir başlangıç olarak görülebilir. Bu kabilden çok meseleler vardır. İnsanoğlunun bunlara ulaşması ise, bütün onların sâhibi olan Zât’a, yani Allah’a sâlih bir kul olmakla mümkündür. Ta ki mahlukat da insanoğluna ram olsun.3 Günümüz ve sonraki zamanların medeniyetinin inşası da, Kur’ân’da bahsedilen bu kıssalardan gerçek hisse alabilmekle mümkün olduğu âşikârdır. Dert bizim, deva Kur’ân’ındır. 6- İkaz. Kıssaların gâyelerinden biri de, insanları, Allah’ın yolundan çevirmek isteyenlere karşı uyarmaktır. Bunların başında şeytan gelmektedir. Bu mesele, Hz. Âdem ile İblis kıssasında anlatılmıştır. Âdem (as)’ın şahsında şekillenen şeytan ile insanoğlu arasındaki adâvet, kıyâmete kadar devam edeceği ihtar edilmiştir. “Derken şeytan onları(n ayaklarını) oradan kaydırdı da içinde bulundukları şeyden (o nimetten) onları çıkardı. Bunun üzerine (biz onlara) şöyle dedik: ‘(Ey Âdem, Havva ve Şeytan!) Birbirinize düşman olarak inin! Artık sizin için yeryüzünde bir zamana kadar bir yerleşme ve bir faydalanma vardır.” (Bakara, 36) “Ey iman edenler! İslâm’a tamâmen girin; ve şeytanın adımlarına uymayın! Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (Bakara, 208) 7- Umumî bir düsturun fertleri olarak her asra bakarlar. Kur’ân-ı Azimüşşan, Allah’ın rubûbiyetine, her bir mahlûkun idaresine, bütün insanların irşadı çerçevesinde en geniş makamdan ve ihâtalı nazarla bakar. Hâlbuki Kur’ân’ın muhâtaplarının çoğu avamdır. Bahsedilen hakîkatleri o çerçevede anlamaları zordur. İşte Kur’ân’ın öyle yüksek bir icaz yönü vardır ki, en kesretli olan avam tabakasının dahi anlayışlarına hitap eder ve onların da istifâde etmesini temin eder. Mesela, geçmiş asırlarda zâlim kavimlerin başına gelen hâdiseleri, musibetleri zikretmek ve peygamberlerin hârika surette kurtuluşlarını bahsetmekle, bu asrın mazlumlarını teselli edip, kurtuluşlarını müjdeliyor. Zâlimleri de tehdid ediyor. Gaflet ve dalâletin verdiği yanlış bakış açısıyla geçmiş ve gelecek zamanı yok hükmünde gören nazarları, iman nuruyla kâh evvele, kâh sonraya götürmekle nurlandırıp ünsiyete sebep olmakta ve insanı vehmî korkularından kurtarmaktadır. Kur’ân’da bazı küçük hâdiseleri tarihvârî bir surette ısrarla tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir küçük vâkıayı çok önemli bir hâdise gibi tavsif etmek ve anlatmak neden? Kur’ân-ı Hakîm’de çok cüzî hâdiseler vardır ki, her birisinin arkasında bir düstur-u küllî, umuma bakan kâide ve kurallar saklanmıştır. Bu hâdiseler küçük olmakla birlikte, herkesi ilgilendiren kanunların bir ucu olarak gösterilmiştir. Mesela, İsrailoğullarına kesilmesi emredilen inek (bakara) meselesi. Kur’ân-ı Kerim bu ‘bakara’nın ayrıntıları üzerinde o kadar durmuştur ki, Kur’ân’daki en uzun sûre ismini bu hâdiseden almıştır. (Bakara Sûresi). Bedîüzzaman Hazretleri bu olayın Kur’ân’da bu kadar tafsilatla yer tutmuş olmasıyla ilgili olarak şunları söylemektedir: Mısır Kıtası Büyük Çöl’ün bir parçasıdır, yani çöldür. Nil nehrinin varlığıyla gâyet verimli bir tarla hükmüne geçmiştir. Bu anlamda çiftçilik ve ziraat önem kazanmış ve insanların çok rağbet ettiği bir meşgale olmuştur. Hatta o dereceye gelmiş ki, ziraat kutsanmaya, ineğe tapılmaya başlanmış. Yahudiler de bu fikrî ve hissî durumdan çokça etkilendikleri Kur’ân’da zikredilen bu ‘inek kesme’ hâdisesinden anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı Azimüşşanın, Musa Aleyhisselama peygamberlik gelmesi ve ‘inek kesme’ hâdisesinin emredilmesiyle bahsettiği konu, sâdece basit bir ‘inek kesme’ hâdisesi değildir. Belki o milletin seciyelerine işleyen bakarperestlik (ineğe tapma) düşüncesinin ortadan kaldırılma hâdisesidir.4 Ki değişik asırlarda yaşayan herkes, putlaştırdığı maddelerden bu hâdisenin ikazıyla ders alsın ve uyansın. Aklını, kalbini Allah’a yöneltsin. SÖZÜN KISASI Kur’ân, kıssa anlatmıştır. Fakat bu kıssalar sırf tarihî bir olayı, hâdiseyi zikretmekten ibâret değildir. Her ne kadar bu meselelere itirazlar gelmiş olsa da, Bedîüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur eserlerinde bu mevzuları izah etmiş, hikmetlerini, asrın insanları olan bizlere ders vermiştir. Bir de bu gözle Yirmi Beşinci Söz olan Mucizat-ı Kur’âniye Risâlesi’ni okumanızı tavsiye ediyoruz. Kur’ân’ın nüzulünün 1400. yılı münâsebetiyle Kur’ân adına bir efkârın oluşturulmaya çalışıldığı böyle bir zamanda biz Müslümanların da Kur’ân’dan hakkıyla istifâde etmemizi Rabbim cümlemize nasib eylesin. Âmin. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 25, s. 498.A.g.e. s. 499.Bedîüzzaman Said Nursi, Zülfikar Mecmuası, s. 89.Bedîüzzaman Said Nursi, Zülfikar Mecmuası, s. 77.

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Temmuz
Konu resmiKur'ân'ın Belağat Mucizesi
İtikad

Rabbimiz buyurur ki: [ لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ ] yani “Sen olmasa idin, kâinatı yaratmazdım.” Kâinatın hürmetine yaratıldığı Muhammed (asm)’ a sahâbeler sorarlar: Ya Resûlallah, siz mi daha faziletlisiniz, yoksa Kur’ân mı daha faziletlidir? Peygamberimiz (asm): “Kur’ân’ın tamamı değil; bir harfi dahi benden üstündür, daha faziletlidir.” der. Bir harfinin bile Allah’ın Habibi’nden daha faziletli olduğu Kur’ân-ı Azimüşşan, bu özelliği ile Resûl-i Ekrem (asm)’ın da en büyük mucizesidir. Kur’ân, Peygamberimiz (asm)’ın en büyük mucizesi olduğu gibi, Peygamberimiz (asm) da, Kur’ân’ın bir mucizesidir. Yani Kur’ân’ın bahsettiği bütün ahlâkî güzellikler ve faziletlerin en güzel ve mükemmel misali Muhammed (asm)’dır. Başka bir ifade ile söyleyecek olursak, Kur’ân’ın emir ve yasaklarına riâyet eden bir insan, düşmanlarının bile faziletini inkâr edemediği ahlâk timsali bir insan hâline gelir. Âdeta o Zât (asm), Kur’ân’ın emirlerine itaat cihetiyle yürüyen, canlı bir Kur’ân gibi idi. İşte bu Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın katında da şüphesiz o kadar kıymetlidir ki, Rabbimiz onun indirildiği geceyi, günler ve geceler içerisinde en mübârek ve kıymetli gece ilan etmiş ve bin aydan daha hayırlı kılmıştır. Bu ne demektir? Bir kimse o geceyi yani Kadir Gecesini ihya ettiğinde yaklaşık seksen dört sene ibâdet etmiş gibi Cenâb-ı Hakk’ın ecir ve sevabına nâil olmaktadır. Başka bir ifade ile o gece yapılan ibâdet ve taata bire otuz bin sevap verilmektedir. Yani insan o gece bir rek’at namaz kılsa otuz bin rek’at, bir sayfa Kur’ân okusa otuz bin sayfa Kur’ân okumuşçasına ecir ve sevap yazılmaktadır. Biz burada Muhammed (asm)’ın en büyük mucizesi olan Kur’ân-ı Azimüşşan’ın birkaç hususiyetinden bahsetmeye çalışacağız. Evet, Kur’ân Resûl-i Ekrem (asm)’ın en büyük mucizesi olduğu gibi Kur’ân’ın da en parlak mucizesi “belâgatıdır”. Yani bir sözün ve kelamın kusursuz olmakla beraber yerli yerince olması, başka bir ifade ile yerine ve adamına göre konuşma sanatıdır. Hz. Musa (as) zamanında sihre ilgi çok fazla olduğundan, Musa (as)’ın mucizeleri o sihirleri yok edecek türden zuhur etmişti. Hz. İsa (as) zamanında ise tıp ilmi çok yaygın olduğundan İsa (as)’ın mucizeleri o tıp cihetinde geldiği gibi; Peygamberimiz (asm) zamanında ise dört şey çok meşhur idi: 1- Belâgat ve fesâhat 2- Şiir ve hitâbet 3- Kâhinlik ve gaybdan haber vermek 4- Tarihî olayları ve yer ile göklerdeki olayları bilebilmek. İşte Kur’ân nâzil olduğunda bu dört gurup meslek erbabını hayretlerle diz çöktürdü ve Kur’ân’ın büyüklüğünü itiraf ettirdi. Kur’ân nâzil olmazdan evvel Arap yarımadasında okuma yazması olmayan insanlar çoğunlukta idi. Bu durumda olan Araplar, unutmak istemedikleri övünülecek hâl ve hikâyeleri ile ahlâkî terbiyeye yardımcı olacak ifade ve sözleri yazı ile muhâfaza edemedikleri için sözlü muhâfaza etmek mecburiyetinde idiler. Bu muhâfaza işini daha güzel ve kolay yapabilmek ve kalıcı olmasını sağlamak için de şiir ve hitâbete çok büyük bir önem vermekte idiler. Ta ki bu birikimleri nesilden nesile zevkle nakledilsin. Bu sebepten dolayı, o zamana kadar hiçbir millet, edebiyatta Arapların seviyesine ulaşamamıştır. Allahu Teâlâ onlara başka hiç bir kimsenin sâhip olamadığı derecede bir dil kıvraklığı, akıllara durgunluk verecek bir ifade gücü vermiş ve bunu onların tabiatı ve karakteri hâline getirmiştir. Dil bir güçtü ve silahtı; insanlar dilleriyle diğer insanlara her şeyi yaptırabiliyorlardı. Onlar bu konuşma ve ifade özellikleri ile güç işleri kolaylaştırır, kinleri ortadan kaldırır, kötülükleri tahrik eder, korkakları cesâretlendirir; cimrileri cömertliğe, zayıf karakterlileri olgunluğa sevkeder, ayıkları âdeta sarhoş hâle getirirlerdi. Yine bu belâgat hayranlıklarının eseri olarak her türlü hazırlıkları yapılmış bir savaş, bir edîbin konuşması sâyesinde durur ve yine başka bir edîbin konuşması neticesinde de iki kavim birbirleriyle harbe girerlerdi. O zamandaki edebiyata ve güzel konuşmaya hayranlığı anlatan bir örnek meşhur bir hâdisedir: Ebrehe Yemen San’a’da bir mabed yaptırır; fakat hiç gelen gideni yoktur. Etrafındakilere sorar: “Benim mabedime neden kimse gelmez?” Etrafındakiler cevaben: “Efendim, Arapların kadîm mabedi Mekke’dedir, oraya giderler.” derler. Bu cevabı alan Ebrehe bilindiği gibi fillerden müteşekkil muazzam bir ordu ile Mekke’ye doğru yola çıkar ve gelip Mekke’yi kuşatır. Mekkelilerin develerini gasp eder. O zaman Mekke’nin emîri olan Peygamberimiz (asm)’in dedesi Abdulmuttalib, Ebrehe’ye gelir, bir konuşma yaparak develeri ister. Fakat bu isteme esnasında öyle mükemmel bir hitâbetle konuşur ki Ebrehe hayran hayran bu konuşmayı dinler ve der ki : “Ey adam, ben zannettim ki bu konuşmanın neticesinde benden bu kuşatmayı kaldırıp geri dönmemi isteyeceksin ve ben buna hazırdım, bu konuşmanın hürmetine dönerdim; fakat sen benden develeri istiyorsun!” Cevaben Abdulmuttalib: “Ben develerin sâhibiyim, Kâbe’nin sâhibi başkadır ve onun sâhibi onu korur.” cevabını verir. İşte böyle belâgatın en yaygın kabul gördüğü bir zamanda Kur’ân-ı Azimüşşan nâzil oldu. Başta belâgat ehline birden diz çöktürdü. Hayretle Kur'ân’ı dinlediler. İkincisi şâir ve hatiblere öyle hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altın ile yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına iftihar için asılan meşhur Muallakat-ı Seb'alarını indirtti, kıymetten düşürdü ve  [اِنْ كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ] gibi âyetlerle onlara meydan okudu. Ve muârazaya yani mücâdele etmeye davet ettiği halde hiçbir Arap edebiyatçı buna cesâret edememiş; eden birkaç kişi ise rezil olmuştur. Gönülleri okşayan hoş üslubu karşısında en büyük düşmanları bile onu, yani Kur’ân’ı dinlemekten kendilerini alamamışlardır. Velid b. Muğire, Ahnes b. Kays, Ebu Cehl b. Hişam birbirlerine söz verdikleri halde yine de dinlemeye devam etmişlerdir. Necm Sûresi’nin sonunda secdeyi emreden âyeti, mü’minlerle beraber müşriklerinde bulunduğu bir topluluğa Peygamberimiz (asm) okuduğunda mü’minler secdeye gittiler, müşrikler de dayanamayıp onlarla birlikte secdeye kapandılar. Secde yapmayı gururuna yediremeyen müşriklerin ileri gelenlerinden Ümeyye b. Halef yerden bir avuç toprak alıp alnına götürdü. Bir gün yine müşriklerin ileri gelenlerinden Velid B. Muğire Kureyş’in ileri gelenlerini toplayıp: “Muhammed (asm) hakkında ağız birliği yapalım, farklı farklı şeyler söylemeyelim” der. “Peki ne söyleyelim? Kâhin? Hayır olmaz! Onun sözlerinde kâhine benzer ifadeler yok. Mecnun diyelim. Hayır, onun hallerinde mecnunluk hâli yok! Şâir diyelim. Hayır, şâir olamaz! Sihirbaz diyelim. Hayır, o ne üfürmesini ne de düğüm vurmasını bilir; peki o halde ne diyeceğiz? O’na söylenecek en uygun söz yine sihirbaz demektir; çünkü onun sözleri sihir gibi insanları büyülüyor. Kişiyi oğlundan, kardeşinden eşinden ve aşiretinden ayırıyor.” Yine Mekke’nin ileri gelenlerinden Utbe B. Rebia, Peygamberimiz (asm)’ın huzuruna gelerek onu davasından vazgeçirmek ister. Bunun üzerine Peygamberimiz (asm) Fussilet Sûresi’ni okumaya başlar. Nihâyet on üçüncü âyete geldiğinde Utbe, Peygamberimiz (asm)’ın mübârek ağzını eli ile kapatır ve “Allah aşkına sus” der, süratle oradan uzaklaşır. Evine kapanır, birkaç gün evinden çıkmaz, Mekkeliler merak edip gelirler, ne olduğunu sorarlar. Utbe: “O sözlerin etkisini üzerimden atmak için böyle yaptım” der. Ve yine hayranlığını ifadeden kendini alamaz ve der ki: “Vallahi Muhammed (asm) bana öyle sözler söyledi ki şu kulaklar onların benzerlerini hiç duymadı. O'na karşı söyleyecek bir şey bulamadım. O’nu kendi hâline bırakmanızı tavsiye ederim.” Meşhur bir şair ve Devs kabilesi ileri gelenlerinden olan Tufeyl B. Amr Mekke’ye geldiğinde Kureyşliler ona: “Ey Tufeyl, Muhammed (asm)’ı dinleyenlere bir şeyler oluyor, akraba arasını açıyor, sakın dinleme” demişler. Tufeyl bu sözlerden o kadar etkilenmiştir ki Kâbe’ye her gelişinde kulağına bir şeyler tıkardı. Fakat bir gün kendi kendine şöyle der: “Ben ne kadar bâtıl itikatlı bir insanım, Muhammed (asm)’ın söylediklerini işitmek bana ne zarar verebilir ki? Ben doğru ve yanlışı ayırt edebilecek bir insanım” diyerek Kur’ân’ı dinler ve hidâyetle müşerref olur. Kur’ân-ı Kerim’in insanlığı âciz bırakan üslubundaki bu mükemmellik sâdece asr- ı saâdette Araplar tarafından övülmüş bir gerçek değildir. Her asır bu hususu belirtmiş, hatta günümüzde Kur’ân’ı inceleyen gayr-ı müslimler dahi ister istemez bu güzelliği itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Mesela, Kur’ân’ı Fransızca’ya çeviren Sorbon Üniversitesi’nden bir Fransız profesör şöyle demiştir: “Hatta Arapça bilmeyen bir Avrupalı, bazı sûrelerin okunmasından hisleniyor. Ya Muhammed’(asm)in muasırları hakkında neler düşünülmez.” Arapça bilmeyen insanların bile yine Kur’ân’dan etkilenmeleri ile alâkalı bir dostumuzun anlattığı hâdise de çok anlamlı idi. Dostumuz, Türkçe ve Arapça bilmeyen bir Amerikalıya: “Sana bir şey okuyacağım, dinledikten sonra hissettiklerini bana söyle” der. Önce sâkinleşmesini ve dikkatini okuyacağı şeye vermesini söyler ve Felak Sûresi’ni okur. Dinleyen şahıs: “Birilerinin birilerine bir oyun ve hile yaptıklarını hissettim” der. Hayret edilecek bir şekilde o şahsın ruhu bu sûrenin özet mealini hissetmiştir. Yine İslâmiyet aleyhtarı eserleri ile tanınmış bir papaz bile: “Filolojik bakımdan (yani kısaca dilbilimi) bakımdan Kur’ân’ın üslubu dikkate değer bir mükemmelliyettedir” demek mecburiyetinde kalmıştır. Daha bunlar gibi pek çok örnekler verebiliriz, burada kısa kesip Kur’ân-ı Azimüşşan’ın bazı hususiyetlerinden örnekler vererek konumuzu başka cihetten delillendirmiş olalım. Kur’ân’ın belâgatını kuvvetlendiren bir hususiyet de sûreler, âyetler, kelimeler hatta harfleri arasında bir münâsebet ve irtibat bulunması ve bunların dizilişlerinin de belli düzen, gâye ve mantıkla dizilmiş olmalarıdır. Ayrıca aynı veya yakın mânâya gelen kelimelerin içinden en münâsibi seçilmiştir, o tercih edilen kelimenin yerine daha güzelinin bulunup yerleştirilmesi ise mümkün değildir. Bu sözlerimizi örneklerle açıklamaya çalışalım: [İla âhir ...² ثُمَّ أَنزَلَ عَلَيْكُم مِّن بَعْدِ الْغَمِّ أَمَنَةً نُّعَاسًا يَغْشَى طَآئِفَةً مِّنكُمْ] (Âl-i İmran, 154) - Bu âyette elifbadaki 29 harften hepsi yer almıştır; - "يا" ile "الف" en hafif ve birbirinin yerine kullanılabilecek kadar iki kardeş gibi her birisi yirmi birer defa tekrar edilmiş. - "ميم" ile "نون" birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için her birisi otuz üçer defa zikredilmiştir. - [ص س ش] ağızda telaffuz ediliş şekli itibariyle kardeş harfler oldukları için her biri üç defa, - [ع غ] kardeş oldukları halde [ع] daha hafif altı defa, [غ] teleffuzu ağır olduğu için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir. - [ط ظ ذ ز] ağızda telaffuz ediliş şekli itibariyle, sesçe kardeş oldukları için her birisi ikişer defa zikredilmiştir. Beş özelliğini zikrettiğimiz bu âyetteki harflerin, daha pek çok diziliş hârikalığı mevcuttur ki gören gözlere “Bunu bir beşerin yapması mümkün değil,  Allah’tan başkası yapamaz!” dedirtir. Bir başka örnek: وَلَئِن مَّسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِّنْ عَذَابِ رَبِّكَ (Enbiya, 46) (And olsun ki, onlara Rabbinin azabından hafif bir kokucuk, azıcık dokunsa elbette: “Eyvah bize!...) bu âyette Cenâb-ı Hak, azabın şiddetini anlatıyor. Fakat azabın şiddetini en az azabı zikrederek anlatıyor. Yani “Allah’ın en az azabını bile görseniz “Eyvah” dersiniz, nasıl Allah’ın şiddetli azabına tahammül edebileceksiniz” diyor. Bu âyette öyle muazzam bir kelime intizamı var ki hârikulâdedir. Şöyle ki: Âyet umumen Allah’ın azabının en hafifini zikrederek Azab-ı İlahînin şiddetini anlatıyor; fakat bu hakîkati anlattığı âyette kullandığı kelimelerin tümü “azlığı” ifade eden kelimelerden tercih edilmiştir. Mesela: [مَسَّ] kelimesi azlığı ifade eden bir kelimedir ki azıcık dokunmaktır. [نَفْحَةٌ] kelimesi yine azlığı anlatır ki bir defa kokucuk demektir. Bu iki örnekte olduğu gibi bütün kelimeler hepsi de azlığı ifade eden kelimelerdir. Başka bir örnek: Nas Sûresi’dir. De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine, İnsanların hükümdârına, İnsanların İlâhına, O sinsi vesvesecinin şerrinden. O ki, insanların göğüslerine vesveseler fısıldar. Gerek cinlerden, gerek insanlardan. Yukarıda mealini de verdiğimiz bu sûrede Cenâb-ı Hak (sin) yani (s) sesini tercih etmiştir. Dedikodu yapan insanlara “Fıs fıs ne dedikodu yapıyorsun?” denildiği gibi, bu âyette de bunu hissettirir tarzda bir üslub kullanılmıştır. Âdeta bu âyetin mânâsını bilmeyen bir insan bile bu sesten bu âyetin dedikoduculardan bahsettiğini hissedebilecektir. Son olarak Bedîüzzaman Hazretlerinin İşârâtü’l-İ’caz adlı tefsirinden ve bu tefsir vesilesi ile Kur’ân-ı Azimüşşan’ın hârikalarının birkaçından bahsedelim. Bedîüzzaman Hazretleri'nin 1915 yılında Birinci Dünya Savaşı’nda Harb Meydanı’nda yazdığı İşârâtü’l-İ’caz tefsiri sahasında eşsiz bir tefsirdir. Altmış yetmiş cilt olarak tasarlanan bu tefsir, savaş şartları ve ondan sonraki durumlar tefsirin tamamlanmasına engel olmuş; ancak birinci cildi tamamlanabilmiştir. (Said Nursî Hazretleri ileride bahtiyar bir heyet tarafından bu tefsirin tamamlanacağı ümidindedir). Fâtiha Sûresi ile otuz üç âyetin iki yüz altmış sayfada izah edildiği bu tefsirde Bedîüzzaman Hazretleri bütün âyetleri ve kelimeleri tek tek inceleyip içerisindeki ince zarif mânâları ortaya koymakla beraber; yine bütün âyet ve kelimelerin önceki âyet ve kelimelerle olan münâsebetlerini ortaya koyarak tefsir yapmıştır. Bir başka ifade ile “Bir kelimenin bir önceki kelime ile ve bir sonraki kelime ile münâsebeti nedir? Neden bu kelime bu arada yer almıştır?” Sorularına cevap vererek bütün âyetleri incelemiştir. Hatta bazen bu inceleme harflere kadar inmiştir. Yani harflerin yerlerindeki münâsebetlerde izah edilmişlerdir. Mesela: “Besmeledeki Allah, Rahman, Rahîm isimleri neden arka arkaya gelmişlerdir ve neden başka Esma-i Hüsna değil de bu isimler tercih edilmişlerdir?” gibi pek ince hakîkat hârika bir şekilde izah edilmiştir. Bunun yanında âyetlerde kullanılan kelimelerin yerine aynı ve yakın mânâya gelen başka kelimelerin neden kullanılmayıp da bu kelimelerin kullanıldıkları da mükemmel bir şekilde tefsir edilmiştir. Mesela:  اِهْدِنَا الصِّرَا الْمُسْتَقِيمَ ‘deki sırat kelimesinin tercih edilmesi ile alâkalı Bedîüzzaman Hazretleri şöyle der: “Tarik” veya “sebil” kelimelerine “sırat” kelimesinin tercihi, mesleklerinin etrafı mahdud ve işlek bir cadde olduğuna ve o caddeye girenlerin bir daha çıkmamalarına işârettir. Netice olarak, gerek İşârâtü’l-İ'caz tefsirindeki hârikulâde izahlar, gerek diğer misaller ve daha buraya kaydedemediğimiz binlerce misaller var ki “Bunlar bir beşerin eseri olamaz, bir insan böyle bir şeyi yapamaz!” demeye herkesi mecbur ediyor. Allahım, bize Kur’ân’ın sırlarını anlamayı nasip eyle. Bize nurlarından elbiseler giydir. Bizi lütuflar deryasına daldır. Üzerimize marifet nurlarının en güzellerini yağdır.

Said YAVUZ 01 Temmuz
Konu resmiKur'ân Niçin Arapça?
İtikad

Yüzyıla yakın bir zamandır bazı şahıs veya gruplar tarafından Kur'ân'ın Arapça olması sorgulanmakta ve ibâdetlerin Türkçe yapılması savunulmaktadır. Fakat bu görüşü savunanlar nedense pek de ibâdet yapan kesimler değildir. Onlar Türkçe ibâdeti kendileri için değil de başkaları için istemektedirler. Halkımızın ekseriyeti zâten bu tür iddialara pek kıymet vermemektedir. “Kur'ân'ı niçin Arapça okuyoruz?”, “Namazı niçin Arapça kılıyoruz?” gibi çok da iyi niyet taşımayan bu sorular -maksadının aksine- bugüne kadar Müslümanları Kur'ân okutmaktan vazgeçirememiştir. Bu mevzuu öncelikle iki görüş olarak ele almak gerekirse: İlk görüşe göre; Kur’ân – bir ibâdet olarak aslî, Arabî haliyle-  okunmalı, tüm ibâdetler Kur'ân'ın Arapça aslıyla yapılmalı ve Kur'ân’ın mânâlarından haberdar olunmak için meal ve tefsir okunmalıdır. Buna zıt olan Kur’ân’ın sâdece anlamını öğrenmeye odaklı görüşe göre ise; meal okunmalı ve Kur'ân'ın Arapça aslî şekli bütünüyle terk edilerek ibâdetler Kur'ân'ın tercümesiyle yapmalıdır. Birinci kısım ehl-i sünnetin görüşü olup zâten olması gerekendir. Fakat ikinci görüş Kur'ân ve sünnet ölçülerine göre oldukça zıt olduğu kanaatindeyiz. Çünkü: KUR'ÂN'IN ARAPÇA OLMASINI ALLAH DİLEMİŞTİR “Apaçık beyan eden Kitab’a and olsun ki şüphesiz biz, (anlayıp) akıl erdiresiniz diye onu Arapça bir Kur’ân kıldık.” (Zuhruf, 3) “Hiçbir eğriliği bulunmayan Arapça bir Kur’ân olarak (indirdik) tâ ki sakınsınlar.” (Zümer, 28) Allah, insanlar için pek çok dil yaratmış, fakat kullarıyla konuşmak için bu diller arasından Arapçayı seçmiştir. Evrensel bir kitabın Arap bir peygamberle ilk olarak Arap bir kavme gönderilmesinde elbette çok hikmetler vardır. İmam Zerkanî; “Âyetlerden de anlaşılıyor ki; Kur’ân’ın Arapça olması Allah’ın takdiridir. Çünkü aziz Kitab’ın, arşını terk etmesi mümkün değildir. Onun arşı Arapçadır. Kur’ân’ı o arşa oturtan da Yüce Allah’tır. Kur’ân’ı Allah, sözlerin en güzeli yapmış, ona i’caz tacını giydirmiş, onun Arapçasını da bu i’caz ve i’tizaza (izzetine) bir ayna yapmıştır” diyerek Kur’ân’ın arşının Arapça olduğuna dikkat çekmiştir. Kur'ân aleyhine şartlanmamış her insan aşağıdaki izahlarla “Evrensel bir kitabın Arapça nâzil olmasının kaçınılmaz olduğunu” kolaylıkla idrak edebilecektir. ARAPÇAYI DİĞER DİLLERDEN ÜSTÜN KILAN ÖZELLİKLER Tarihe bakıldığında her dil doğduktan sonra gelişmiş, zamanla dönüşüme uğramıştır. Bir kısım diller ise zaman içerisinde kaybolup gitmişlerdir. İşte, Arapçayı diğer dillerden farklı kılan belki de en önemli özellik; “tekâmül süreci” olmamasıdır. Arapça, ilâve ya da eksiltmeye müsâit bir yapısı olmayarak, sâbit ve mükemmel kurallarıyla baştan sona hudutları belli, gelişmeye ihtiyacı olmayan dünyadaki tek dildir. Bu suretle de İlâhî tebliğin vâsıtası olmaya en lâyık lisan olmuştur. Arapçanın vasfı; “Lisan-ı nahvî”dir. Yani Arapça gramer kuralları bakımından hiçbir dille mukâyese edilemez. Mânâda hiçbir kayıp olmadan en kısa bir şekilde anlatım sâdece Arapçaya hastır. Belâgat, edebiyat ve fesâhat bakımından da dünya dilleri içinde en gelişmiş dildir. Bu sebeple Arapçadaki ifadeleri hiçbir dil tam anlamıyla karşılayamamaktadır. Kelime açısından en zengin dil, yine Arapçadır. Her eylem için farklı bir kelimesi vardır. Bir kökten farklı birçok kelime türetilmektedir. Ayrıca Arapçada kelimelerin anlamı ile sesleri arasında uyum bulunmaktadır. Mesela; “zelzele” denildiğinde anlamdaki “sarsıntı” sanki dilde de hissedilmektedir. Bu sebeple ruhun, kalbin, aklın tercümanlığını yapabilen en mükemmel dil Arapça olduğu gibi akla, ruha, kalbe ve insanın tüm latifelerine İlahî hakîkatleri hissettirebilecek tek dil yine Arapçadır. Allah dileseydi başka bir lisana aynı husûsiyetleri vererek bu vazifeyi gördürebilirdi. Fakat hikmet-i İlahiye Lisan-ı Arabîyi iktiza etmiştir. Arapça, Arap toplumunu Kur’ân’ı anlamaya hazırladı Arap toplumunda şâir ve hatipler belâgatli şiirler ve fesâhatli hutbelerle halka tesirli nasihatler verirdi. Câhiliye döneminde kitâbî olmayan bir Arapçayla Arapların fesâhat ve belâgatte bu derece ilerlemeleri ibrete şâyân bir durumdur. Çok geri, câhil ve bedevî bir toplum olmalarına rağmen bu toplumu Allah, Arapça ile fesâhat ve belâgate yönlendirerek Kur'ân’ı anlamaya ve Kur'ân kültürüne hazırladığı anlaşılmaktadır. KUR'ÂN ARAPÇASI MUCİZEDİR Kur'ân-ı Azimüşşan indirilmeden Arapça henüz kitabî değildi. Yani çoğunluğu ümmî olan câhiliye Arapları Arapçayı kurallarına en uygun bir şekilde konuşuyor, fakat yazıyı neredeyse hiç kullanmıyorlardı. Kur'ân-ı Kerim, fesâhat ve belâgatin son haddine çıktığı bir devirde Arapça yazılmış ilk kitaptır ve Arapçanın nahivdeki en yüksek derecesiyle nâzil olmuştur. Arapça, Kur'ân'ın gelmesiyle kitabîleşmiş, âdeta yeniden doğmuş ve anlam kazanmıştır. Kur'ân Kerim’in gelmesiyle Arapça başta İslâm toplumlarının dilleri olmak üzere dünya üzerindeki tüm dilleri de etkilemiştir. Arap edip ve hatipler Kur'ân'ı dinlediklerinde hayrete düşmüş, o hudutsuz, nihâyetsiz, emansız fesâhat ve belâgat karşısında üdeba ve büleganın eserleri kıymetten düşmüştür. İmam Zerkanî şöyle bir örnek vermektedir: “Padişah tahtını boşaltırsa izzet ve kuvvetten padişah için ne kalır? İşte bu Kur'ân'ı  Allah, sözlerin padişahı yapmış, ona i’caz tâcını giydirmiş, onun Arapçasını da bu i`caz ve i`tizaza bir ayna yapmıştır.” Evet, Arapça nahivde, belâgatte emsali olmayan ve her mânâyı en iyi bir şekilde anlatan tek lisan olmasına rağmen Kur'ân onu en yüksek bir anlaşılırlık ve açıklık ile parlatmıştır.  Bundan anlaşılıyor ki; mukaddes ve mucize olan, Kur'ân Arapçasıdır. SEMA EHLİNİN DİLİ ARAPÇADIR “Onu Rûhu’l-Emîn (Cebrâîl), korkutuculardan olman için, apaçık Arabça bir lisân ile senin kalbine indirmiştir.” (Şuara, 193–195) İmam Kurtubî tefsirinde: “Âyette geçen “Arapça” kelimesi onu Arap dili ile indirdik demektir. Çünkü sema ehlinin dili Arapçadır” demiştir. İmam Suyûtî ise İtkan’da; “Bütün semavî kitaplar Arapça olarak indirilmiştir. Her vahiy Arap diliyle gelmiş, her peygamber bunu kendi diline çevirerek ümmetine tebliğ etmiştir”, der. Ömer Nasûhî Bilmen ise mezkûr âyet-i kerime hakkında şöyle der: Öyle bir lisan ki mânâsı âşikâr, anlamı açıktır. Nitekim Hûd, Sâlih, Şuayb, İsmail Aleyhimüsselam da ümmetlerini bu pek geniş, fasih -anlam ve hakîkatleri akıcı ve ahenkli bir uslûbla ifade eden lisan ile Hak Dine davet etmişler, muhâlefet edenleri korkutmuşlardır. KUR'ÂN, LAFIZ VE MÂNÂSIYLA MUCİZEDİR Kur’ân’ın “i’caz”, “belâgat” ve “usandırmama” mucizeleri Arapçasıyla ortaya çıkar. Hz. Cebrail’in (as) Kur’ân’ın belâgati hakkında: “Levh-i mahfuzdaki Kur’ân harflerinin her biri Kafdağı büyüklüğündedir. Her harfin çeşitli mânâları vardır. Bunları ancak Allahu Teâlâ bilir” dediği rivâyet edilmiştir. (İtkan, 103) Kur’ân’ın i’cazı, benzerinin getirilememesidir. Böyle bir eseri ortaya koymaktan tüm mahlûkat âcizdir. Belâgati ise; her kelimesi ve her âyetinin bütün zamanlara, bütün kesimlere en uygun ve en yerinde olan hakîkati söylemesidir. İşte Kur’ân’ın i’caz ve belâgatinin anlaşılması lafız ve mânâ bütünlüğü ile mümkündür. Üstad Bediüzzaman Hazretleri “İ'cazın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder ve en parlak i'caz, Kur'ân’ın nazmındaki nakışlardan ibârettir” der. Üstad'ın nazımdan kastı; kelimelerin, cümlelerin, âyetlerin dizilişidir. Nasıl Mimar Sinan alelâde taşları alıp Selimiye’de kullanmış ve alelâde taşlar bir araya gelmekle mimarî bir hârika vücuda gelmişse, Kur’ân da daha önce alelâde olan kelimeleri alıp nazmetmekle -onları dizmekle- ortaya mucize olan bir kitap çıkmıştır. Dolayısıyla Kur'ân mânâsıyla, lafzıyla ve harfleriyle mucizedir. Değil bütün Kur’ân, bir sûre, yahut bir âyet, belki her bir kelimesi dahi birer mucize hükmündedir. Belki tek bir harf olan “na’büdü”nün “nun”u sayfalarca anlatılabilecek hakîkatlerin nurlu anahtarıdır. Kur'ân tercüme edilse onun mânâsı ile lafzı birbirinden ayrılmış olur. Mânâsı ile lafzı birbirinden ayrıldığında i’caz ve belâgati kaybolur. Usandırmamasına gelince: İnsan akılının gıdası mânâdır. Fakat daha pek çok hissimiz var ki; mânâyı düşünmek bir müddet sonra onları yorar ve usandırır. Letâif denilen bu hislerimizin gıdası İlâhî ve nebevî kelimelerdir. Kur’ân’ın yine bir mucizesidir ki;  akıl mânâyı idrak etmese de o letâif Kur'ân'ı okumaktan ve dinlemekten hiç usanmaz ve feyz almaya devam ederler. Arapça hâricindeki lisanların –farz-ı muhal olarak- Kur'ân’daki mânâları akla bildirebileceği düşünülse bile sâir lisanlar Kur’ân’ın lafız ve harfleri gibi hayatdar olmadıkları için aklın hâricindeki hislerin gıdalarını temin etmekten âcizdirler. KUR’ÂN GÜNÜMÜZ HARFLERİYLE OKUNABİLİR Mİ? Allah’ın (cc), kelâmına zarf olarak Arapçayı seçmesiyle Arapça ve Arap harfleri İslâm’a mal olmuştur. Diğer taraftan Arap yazısının iptidaî tarzda kalmayıp tekâmül etmesinin yegâne sebebi İslâm Dinidir. O halde bu harflere, Arap harfleri değil “Kur’ân harfleri” ve “İslâm harfleri” denilmesi doğru sayılacaktır. İslâm harfleri, İlâhî kelâmın kutsiyet ve ulviyetini dâima taze tutan mübârek mahfazalar hükmündedir. İmam Süyûtî; “Kur’ân, Kur’ân harflerinden başka bir alfabeyle yazıldığında âyetler vahiy olma özelliğini kaybeder.  Çünkü vahiy lafız ve mânâdan müteşekkildir. Zira Cebrail (as) da Kur’ân’ı lafzıyla getirmiş ve Peygambere Arapça olarak vahyetmiştir” demiştir. (İtkan, 103) Kur’ân’ın lafızları ve harfleri Kur'ân'ın hayatdar cildi hükmündedir Kur’ân’ın lafızları ve harfleri, İslâm’ın ismi ve alâmetleridir. Âyetlerin hakîkî mânâlarını muhâfaza eden onun hayatdar lafızları ve harfleridir. Dolayısıyla değişmesi şer’an mümkün olamaz. Hem Kur'ân’ın lafız ve harfleri mânâsına hayatdar bir cilt hükmüne geçmiş. Lafız ve harfleri değiştirilse, okunan Kur'ân olmaz. Mânâ ruhtur, İlâhî lafız ve nebevî kelimeler ise mânâya giydirilen cansız elbiseler değil, cesedin hayatdar cildi hükmündedirler. Elbise değişir, fakat cilt değişse vücuda zarardır. Hatta namaz ve ezandaki mübârek lafızlar mânâlarına isim olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilemez. En câhil bir mü’min dahi her gün söylediği “Lailaheillallah”ın, günde beş defa okunan Ezan-ı Muhammedî’nin, şükür için söylenen “Elhamdülillah”ın, namazda okuduğu “Fâtiha”nın mânâsını öğrenebilir. Hem “Sübhânallah” diyen insan, hangi milletten olursa olsun, Cenâb-ı Hakk'ı takdis ettiğini anlar. İşte bu yeterlidir. Dünyevî rütbeler için günde yüz kelime ezberleyenler için ebedî hayatın anahtarı olacak kelimeler, bu kudsî lafızlar değiştirilemez. Kur'ân’ın lafız ve harfleri mü’minlere muallimdir Bilindiği gibi bir şeyin başka bir şeyi hatırlatmasına çağrışım diyoruz. İslâm memleketlerinde de Ezan, Elhamdülillah, Sübhânallah, Lâilâheillallah gibi kudsî, Arabî, İlahî kelimeler hatta mezar taşlarındaki Kur’ân harfleri dahi ehl-i imana lisan-ı hâl ile pek çok mânevî mânâların özetini hatırlatan muallimler hükmündedirler. KUR’ÂN VE İslâm BÜTÜN MİLLETLERİNDİR Her milletin kendi milliyetini ve kültürünü sevmesi fıtrîdir. Fakat Kur'ân'ın muhâtapları tüm insanlıktır. Müslümanların ırkları ne olursa olsun onların hakîkî milliyetleri MİLLİYET-İ İSLÂMİYEDİR. Hiçbir millet Kur'ân'ı tek bir ırka âit kılamaz; Türkleştiremez, Araplaştıramaz… Hâl böyleyken Kur'ân’ın aslî lisanından uzaklaştırma fetvaları hiç de masum değildir. Kur’ân’ın Arapça okunmasına muhâlefet edenler genellikle câminin içindekiler değil dışındakilerdir. Câmi dışındakilerin câmi içine karışmaya çalışması garip olmakla beraber, bu tür düşünceler Kur’ân’ı tahrif etmeye yönelik bir teşebbüsü ima etmektedir. Zira Kur’ân asırlar boyunca Arapça özelliğiyle tahriften korunmuştur. Dolayısıyla bu durum, bu düşünceyi savunanların daha çok Kur’ân’ı tahrif etme düşüncesini taşıyanlar olduğunu göstermektedir. Ayrıca iman zayıflığı ile ortaya çıkan arzî ve ârızî bu görüşler Âlem-i İslâm’ın tek bir dille tek bir millet olarak ibâdet etmesine muhâlefet etmek ve dolayısıyla Müslümanların birlik ve beraberliğine engel olmak anlamı taşımaktadır. KUR'ÂN LAFIZ VE MÂNÂSIYLA KALBE TESİR EDER Kur'ân-ı Azimüşşan insan aklını hayrette bırakacak en büyük hakîkatleri gösterirken her insanın kulağına ve nefsine de hârika bir haz verir. Kur’ân’ın üslubuna dikkat edilerek güzel bir şekilde okunduğunda, kalplerdeki tesiri muhteşemdir. Müşriklerin “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin. O okunurken yaygara koparın, belki o zaman baskın çıkarsınız.” (Fussılet, 26) demeleri bu endişeleri sebebiyleydi. Belâgat sanatında ileri olan câhiliye Arabı Kur’ân’ın edebî ve tesirli üslubuna hayran kalıyor ve etkilenme korkusuyla kulaklarını kapatıyorlardı. Henüz iman etmediği dönemde Cübeyr b. Mut’ım (ra) Peygamberimizin (asm) Tûr Sûresi’ni okuduğunu duyduğunda “Kur’ân’ı işittiğim zaman sanki kalbim parçalanacaktı.” demiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned) Kur'ân, kırk tabakadan her tabakaya karşı bir pencere açar, i’câzını gösterir. Kur'ân'ın mânâsını anlamadan dinleyen avam insanlar, Kur'ân'ı büyük bir hazla dinlerler. Az sözle dahi müteessir olan hastalara Kur'ân’ın sesi, zemzem suyu gibi tatlı gelir. Kur'ân’da harflerin, cümle içerisinde kendilerine âit ses musikîlerine göre mucizevî olarak tertip edilmiş olması kalbi ve ruhu etkileyecek nağmeleri oluşturmaktadır. Ve Kur'ân'daki bu musikî sırrına, Kur'ân’la boy ölçüşmek isteyen hiçbir Arap edibinin eseri güç yetirememiştir. (Sâir dillerde bu zâten söz konusu bile olamamıştır) Bir harfinin dahi yanlış okunmasıyla – ya da değiştirilmeyle- onun sesindeki ruhî duygulara hitap eden mucizevî tınısının bozulduğunu anlamak mümkündür. Mânâların akla telkinine engel olmadan tüm ruhî duyguların haz alması… İşte bu husûsiyet Kur’ân’dan başka hiçbir kitapta yoktur. “Kur’ân-ı Kerim’in harflerinden ve bu harflerin oluşturduğu kelimelerden ortaya çıkan mükemmel ve muazzam nazım, indirilmesinden itibaren insanları kendine hayran bırakmaktadır. Kur’ân aleyhinde şartlanmamış her insan onun insicamındaki, telifindeki ve insanın ruhuna yaptığı derin tesirdeki dile âit bu musikîyi duymamazlıktan gelemez.” İslâm olmayan kimseler dahi bu gerçeği inkâr edemeyerek Kur’ân-ı Kerim’in insan ruhu ve belleği üzerindeki derin tesirini itiraf etmek durumunda kalmışlardır. KUR'ÂN HER ASR HER TOPLUMA HİTAP EDER Kur'ân’ın muhâtapları, insanlar ve cinlerdir. Kur'ân'ın hitabı, bunların ayrı ayrı tabakalarının ayrı ayrı anlayışlarını tatmin edecek şekildedir. Mesela siz her yaş ve meslekten insanın olduğu karışık bir topluma herkesi muhâtap alarak konuşmak isteseniz, oldukça zor bir durumla karşı karşıya kalırsınız. Çocukların ve ihtiyarların, akademisyenlerin ve câhillerin, zekilerin ve safların aynı anda muhâtabınız olması ve hepsinin sizi anlaması imkânsız gibidir. İşte, Allah kelamı için böyle bir zorluk söz konusu değildir. Kur’ân’da Rabbimiz, bütün zaman ve bütün mekânları muhâtap kabul etmektedir. Muhâtaplar 40, 50 kişi değil, geçmiş ve gelecek zamanlar ve milletlerdir. Zaman değiştikçe ve mekânlar farklılaştıkça muhâtapların ne kadar farklılaştığını anlamak zor değildir. İşte Kur'ân, hiçbir zorluk olmaksızın bütün zamanlara, bütün milletlere ve tüm beşeriyet tabakalarına hitap etmiş ve onun mesajını tüm muhâtapları alabilmiştir. Kur'ân'ın kendini kabul ettirmesi, okutturması, meşgul etmesi ve hâla yaşaması hârikulâde bir olaydır. Bu hârikulâde olayın gerçekleşmesinde Kur’ân’ın Arapça olmasının büyük bir rolü vardır. Kur’ân, başka kelamlarla kıyas edilemez. Her tabakaya hitap eden başka bir kitap yoktur. KUR'ÂN'I HER MİLLET KOLAYCA OKUR VE EZBERLEYEBİLİR Kur’ân Arapça olmasına rağmen Arap olmayan mü’minler Kur'ân'ı telaffuzda zorluk çekmezler. Kadı İyaz şöyle diyor: “Onu öğrenenlerin hıfzetmelerindeki kolaylıkla, hıfzetmeye elverişlilik hakkında Allahu Teala şöyle buyurmaktadır; “And olsun ki düşünülmesi, anlaşılması ve ezberlenmesi için Biz Kur'ân'ı kolaylaştırdık.” (Kamer;17, 22, 32, 40) Kur'ân büyüklüğüyle beraber ezberlerken karıştırmaya sebep olacak derecede içerisinde benzer âyetlerin bulunmasına rağmen çocuların bile hâfızasına kolaylıkla yerleşmesi Kur’ân’ın bir mucizesidir. İSLÂM’IN İBÂDET DİLİ ARAPÇADIR “Kim Allah`ın kitabından bir harf okursa onun için bir hasene vardır. Bir haseneye on misli sevap verilir. Ben Elif Lam Mim bir harftir demiyorum. Elif bir harftir, Lam bir harftir, Mim bir harftir diyorum.” (Tirmizi) Namazda ya da başka bir ibâdette -Arapça bilinsin ya da bilinmesin- Kur’ân’ın nâzil olduğu dilin dışında Kur'ân okumak câiz değildir. Peygamber Efendimiz (asm) hadisinde; Kur’ân bizzat Arapçasından okunmak şartıyla ibâdet sevabı kazandıracağını bildirmektedir. Kur'ân; lafızları ve harfleri ibâdet olan tek İlahî kitaptır. Diğer semavî kitaplar ise sâdece içindeki İlahî hükümler öğrenilmesi için okunur. Kur'ân, her harfiyle Müslümanlara binler sevap kazandırır. Bedîzüzzaman Hazretleri de; “Şeriattendir ki; Kur'ân kelimatı ve harfleri Kur'ân'dan olmak cihetiyle her birinin on sevabından tut tâ binler sevaba kadar uhrevî meyveler verir. Gafletle okunsa dahi sevab verir” diyerek Kur'ân'ın lafız ve harfleriyle Kur'ân olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca burada ifade etmemiz gereken önemli bir husus daha var ki; Müslümanların ibâdet dilinin Arapça olması birlik ve beraberlik dini olan İslâm’ın bir gereğidir. Bunun en açık örneği Mescid-i Haram’da görülür. Her dilden Müslüman bir arada olduğu ve birbirlerinin konuşmalarını anlamadıkları halde Allah’ın seçtiği tek bir dille yapılan bir çağrı ile ittifak ederler ve uyum içinde namaz kılarlar. Müslümanların en önemli birlik sebeplerinden biri aynı dille ibâdet ediyor olmalarıdır. Bunlarla beraber Müslüman için Kur'ân'ın mânâsının anlaşılması elbette elzemdir. Fakat ibâdette esas olan aklın mekanik olarak Kur’ân’ın kelime mânâlarını anlaması değil, Kur'ân'ın maksadının anlaşılması ve kulun şuur ile Yaratıcısına yönelmesidir. İtkanHak Dini Kur’ân Diliİşaratül-İ’cazMektubatEz-Zerkânî- Menâhilu`l-İrfan fi Ulûmi`l-Kur’ânEl-Câmiu li-ahkâmi’l- Kur’ânFarukî, İslâm Kültür AtlasıKısas-ı EnbiyaProf. Dr. Muhammed Hamidullah, Kur’ân-ı Kerim Tarihi, İslâm PeygamberiEl-Câmiu li-ahkâmi’l- Kur’ân

Mehlika YAĞMUR 01 Temmuz
Konu resmiAşure
Kültür ve Medeniyet

KUR’ÂN-I KERİM’İN BELÂGATİ Nazmındaki cezâlet ve sağlamlık. Mânâsındaki belâgat ve kuvvet. Üslûbundaki eşsiz güzellik. Lafzındaki mükemmel fesâhat. Beyan ve ifadesindeki üstünlük ve sağlamlık. MUSHAF-I ŞERİF Kur’ân bütün problemlere çözüm getirir. Dinî konuları mezceder. Hurâfelerin, şiddetin, fakirliğin azaltılmasına çalışır. Zayıfların elinden tutulmasına teşvik eder. İyiliği tavsiye edip merhameti emreder. Hukukun bütün bölümlerine bir nizam verdiği gibi günlük hayattaki yardımlaşmanın en ince tafsilatının esaslarını koyar. J.S. RESTLER                         KUR’ÂN Kur’ân’da yüksek bir selâset vardır. Bundan dolayı dillere ağır gelmez. Kur’ân her türlü hatadan ve kusurdan uzaktır. Âyetler, cümleler arasında mükemmel bir tenâsüb ve dayanışma âyetler ve maksatları arasında bir uyum vardır. Kur’ân’ın beyanında bir birlik ve bütünlük vardır. Kur’ân farklı zamanlarda inzal olmuş, farklı sebeb-i nüzullerle gelmiş, farklı suallere ve farklı hâdiselere cevap vermiş, farklı asırlara ve çeşitli seviyelere hitap etmiş olmasına rağmen bütün bunlar bir birliği ve ahengi gösterir. Kur’ân’da birçok hikmet ve sırlarla dolu olan tekrarlar vardır. Bu tekrarlar sâir eserlerde olduğu gibi usanç vermez. KAYBEDİLEN HAZİNE Sokullu’nun evladına bıraktığı miras arasında bir tespih vardı. Devrin hattatı, tespihin imâmesinden başlayarak bu tespihin üzerine Kur’ân-ı Kerim’i tam olarak yazdı. Fakat ne hazindir ki, üzerinde Kur’ân-ı Kerim’in tamamı yazılı bulunan tespih Sokulluzâde yalısı yangınında yok oldu. HAZRET-İ OSMAN’IN YAZDIĞI KUR’ÂN-I KERİM Gülzar-ı Savab’ın yazarı anlatıyor: “Hz. Osman yedi Mushaf-ı Şerif yazmıştır. Birini Humus Kalesi’nde gördüm. Bu mushafın da buraya gönderilmesini şöyle rivâyet ediliyor: Hz. Osman zamanında bir kere kuraklık olmuş. Ahali Hz. Osman’a vaziyeti bildirmeye geldiklerinde onlara bir Mushaf-ı Şerif göndermiş. Her ne zaman kale ahalisi yağmura muhtaç olsa, Kur’ân-ı Kerim’i kale surlarının dışına çıkarıp duâ ederler ve hemen yağmur yağarmış. Çerkezler zamanında Mısır beylerinden bazıları o Mushaf-ı Şerif’i almak istemişlerse de ziyana uğramış ve almaya muvaffak olamamışlardır.

Zeynep EREN 01 Temmuz
Konu resmiKur'ân Nedir?
İtikad

Genellikle âlimler Kur’ân’ı şöyle tarif edegelmişlerdir: “Allah tarafından Cebrail (as) aracılığıyla son peygamber Hz. Muhammed (asm)’e indirilen, mushaflarda yazılı olup, nesilden nesile bize kadar bozulmadan, tevâtür yoluyla nakledilmiş, okunması ibâdet olan, insanlığın benzerini getirmekten âciz kaldığı en son İlâhî kelâmdır.” Bu tarif genel bir tariftir. Bu tarifte Kur’ân’ın muhtevası üzerinde durulmamıştır. Üstad Bedîüzzaman 25. Söz, “Mucizat-ı Kur’âniye” adlı risâlesinin giriş kısmında Kur’ân’ı üç kısımda ele alarak muhtevası yönünden tarifler sunar. Birinci kısım 25 maddedir. Burada Üstad’ın mücmel olarak zikrettiği bu maddeleri kısaca açmaya çalışalım: Sual: Kur'ân nedir? Tarifi nasıldır? Elcevab: 1. Kur'ân, şu büyük kâinat kitabının bir tercüme-i ezeliyesi.. Elimizde çok kıymetli bir kitap var, fakat kitap bilmediğimiz bir dilde yazılmışsa onu anlamamız mümkün olmaz. Eğer bir mütercim kitabı tercüme ederse, bu tercümeyle kitabı anlamamız mümkün olur. Kâinat Allah’ın kudret kalemiyle yazılmış mücessem -cisimleşmiş- bir kitaptır. Allah bu kitapta yine kendisinden bahseder. Fakat bu kitabı ancak lisan-ı hâli bilenler okuyabilir. Her insan bu dili anlayamadığı için, Allah Kâinat kitabını tercüme eden Kur’ân kitabını bize göndermiştir. Kur’ân sâyesinde kâinatın ne olduğu, nelerden bahsettiği anlaşılır. (Veya Kur’ân sâyesinde kâinatın dilini öğrenip, kâinatın ne söylediğini anlayabiliriz.) 2. Tekvinî âyetleri okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi.. Âyet; delil, alâmet, nişan mânâlarına gelmektedir. Kur’ân’da âyet kelimesi üç anlamda kullanılmıştır. A) Kur’ân âyetleri, “Sana çok açık âyetler indirdik. Fâsıklardan başkası onları inkâr etmez.” (Bakara, 99). B) Mucizeler. “Musa’ya dokuz âyet (mucize) verdik. (İsra, 101). C) Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan bütün varlıklar –ki onlara Üstad kevnî âyet der. “Arzda yakin sâhipleri için âyetler (deliller) vardır.” (Zâriyat, 20) Kâinattaki her varlık Allah’ın varlığına, birliğine, isim ve sıfatlarına bir delildir. Bu yüzden onlara âyet denilmiştir. Kur'ân’da “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı tesbih ederler. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini anlamazsınız. (İsra, 44) âyetiyle canlı cansız her varlığın kendine mahsus bir dille Allah’ı zikrettiği haber verilir. Üstad kâinattaki her varlığın birer âyet-i tekviniye olduğunu ve onların bizimle kendilerine mahsus bir dille konuştuğunu söyler. İşte Kur’ân kâinattaki her varlığın kendine mahsus bir dille anlattıkları hakîkatları bize tercüme eder. 3. Şu âlem-i gayb ve âlem-i şehâdet kitabının müfessiri... Âlem; kendisiyle Allah’ın bilindiği şey demektir. Allah’ı bilmemize vesile olan her şey demek de mümkündür. Şehâdet âlemi gözlerimizle gördüğümüz bu âlemdir. Gayb âlemi ise, var olan, fakat görünmeyen âlem demektir. Kur’ân gözümüzle gördüğümüz şehâdet âleminin ihtiva ettiği bütün varlıkları, -yıldızları, dağları, denizleri, bitki ve hayvanları- tefsir ederek Allah’ı tanımamıza vesile olur. Keza gözümüzle göremediğimiz gayb âlemindeki ruhları, melekleri, cinleri, şeytanları, kabri, cennet ve cehennemi de bize öğretir. 4. Âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisanı.. Bir devletin elçisi başka bir devlette kendi devletinin sözcülüğünü yapar. Kur’ân gayb âleminden şehâdet âlemine gelmiş bir elçidir. O bize âlem-i gaybın sözcülüğünü yapar bize onu tanıtır ve bizden isteklerini tebliğ eder. 5. Sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakîkatların miftahı (anahtarı).. Meydana gelen olaylar beşerî olsun, kevnî olsun hepsi Allah’ın izni, dilemesi ve yaratmasıyla meydana gelir. İşte bu meydana gelen olayların altındaki hikmetler Kur’ân’da tafsil edilmiştir. Fert, aile ve toplum hayatında meydana gelen pek çok olayların hikmetleri, sebepleri Kur’ân’da mevcuttur. 6. Âlem-i şehâdet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyyenin hazinesi.. Üstad “Her bahar, erzak deposu gibi bir vagondur. Gâibden gelir” der. Buğday tarlalarından her yıl tonlarca ürün kaldırılır, fakat tarlalar çukurlaşmaz, oldukları gibi dururlar. Her yıl kaldırılan tonlarca ürün nereden gelmektedir? Her insan ferdinin her gün iki ekmek yediğini farz etsek, 7 milyar insan ortalama günde 14 milyar ekmek yemiş olur. 10 günde ise 140 milyar ekmek. Bir yılda ise daha yüksek bir rakam ortaya çıkacaktır. Diğer nimetleri ekmeğe kıyas edelim. Kur’ân Allah’ın gayb âleminden beşere gönderilen lütuflarını, ihsanlarını, maddî ve mânevî nimetlerini çoklukla zikreder. Keza Allah, insana türlü türlü nimetler göndermenin yanında, onu muhâtap kabul etmiş, ona kıymet vermiş, ona hitap ederek onunla konuşmuştur. Bütün kutsal kitaplar, evliyaya yönelik ilhamlar bunun açık örneğidir. Kur’ân hem nimetleri, iltifatları beşere ihtar eden, hem de bu hitaplarla ona kıymet verdiğini gösteren bir hazine olma özelliğine sahiptir. 7. Uhrevî âlemlerin mukaddes haritası... Uhrevî âlemlerden kasıt dünya hayatının bitmesinden sonra başlayacak olan âlemlerdir. Bunları kısaca özetlersek: Kıyâmetin kopması, kıyâmet hâlinin dehşeti, berzah âlemi, yeniden dirilme, yeniden dirilmenin ispatları, mahşer meydanı, mahşerdeki haller ve mahşer meydanının dehşeti, araf, cennet ve cennetin tabakaları, cennetteki nimetler ve cennetliklerin halleri, cehennem ve cehennemin tabakaları, cehennem zebanîleri, cehennem azapları, cehennemliklerin birbirlerini suçlamaları, onların üzüntüleri, pişmanlıkları. 8. Zât ve Sıfât ve Esmâ ve şuun-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhân-ı kâtıı, tercüman-ı sâtıı... Kutsî bir hadiste “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek için bu mahlukatı yarattım” buyrulur. Bu hadise göre insanların yaratılmalarının sebebi marifetullahtır, yani Allah’ı tanımaktır. Bu yüzden bir kısım âlimler ve mutasavvıflar “İlimler içinde en şerefli ilim marifetullahtır” demişlerdir. Bu marifetullahtan (Allah’ı tanımaktan) kasıt Allah’ı fiilleriyle, isim ve sıfatlarıyla, bütün yönleriyle tafsilatlı bir şekilde bilmektir. İşte Kur’ân Allah’ı bütün yönleriyle tanımamız için en birinci, en büyük kaynak olma özelliğine sahiptir. Diğer ifadeyle Kur’ân, Allah’ın isim ve sıfatlarını şerheden en güzel söz, en kuvvetli delil ve en açık tefsiridir. (Kavl-i şârih (şerh edici söz) mantıkta tarif için kullanılan bir terimdir. Burhan-ı kâtı, Farsça bir lügattir. Tefsir-i vâzıh, bir tefsir kitabıdır. Burada telmih sanatı yapılmıştır.) 9. Zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşâfı.. Üstad, Allah’ın isimleri için “künüz-i mahfiye” (gizli hazineler) tabirini kullanır. Allah’ın isimleri sebepler perdesiyle gizlenmişlerdir. İşte dedektörler yer altındaki hazineleri gösterdiği gibi, Kur’ân da zeminde ve gökte sebepler perdesiyle gizlenmiş Allah’ın isimlerini izhar ederek, ortaya çıkararak insanın marifetullahı öğrenmesine, mânevî hazineleri keşfetmesine vesile olur. 10. Şu âlem-i insâniyetin mürebbisi.. Peygamberimizden önce, bedevî, câhil insanların yaşadığı Arap yarımadasında her türlü zulüm, ahlâksızlık icra ediliyordu. Bu yüzden o döneme Câhiliye Dönemi denmiştir. Peygamberimiz 23 yıl gibi kısa bir zamanda Kur’ân’la câhiliye dönemi insanlarını terbiye ederek onları asr-ı saâdet insanları hâline dönüştürdü. Putlara tapan insanları gece namaz kılıp, gündüz oruç tutan, çocuklarını bile diri diri toprağa gömen vahşî tabiatlı insanları karıncaya bile basamayacak kadar şefkatli insanlara, câhil, bedevî insanları kendilerinden daha bilgili, medenî insanlara –hatta bütün insanlık âlemine- öncü, rehber, muallim hâline getirmiştir. Bu inkılab ancak Kur’ân’ın yol göstericiliğiyle gerçekleşmiştir. Bugün de modern bir câhiliye yaşanmaktadır. Ümmetçe Kur’ân’a sarıldığımız takdirde bu modern câhiliyeyi, yeni bir asr-ı saâdet toplumu hâline dönüştürebiliriz. Bu potansiyel Kur’ân’da mevcuttur. 11. Nev-i beşerin hikmet-i hakîkiyesi.. Hikmet eşyanın hakîkatını bilmek diye tarif edilmiştir. Kur’ân bize eşyanın hakîkatını en güzel şekliyle ders veren bir kitaptır. Âlimler, evliyalar onun sâyesinde eşyanın hakîkatını öğrenmişlerdir. Felsefe de hakîkatı araştırdığı için ona da hikmet denilmiştir. Fakat felsefe hakîkatı keşfedememiştir. Bir kitap lafız ve mânâlardan oluşur. Ama asıl olan lafız değil, mânâdır. Modern felsefe kâinat kitabının lafızları ile; Kur’ân ise mânâları ile meşgul olmuştur. Bu yüzden felsefe hakîkî hikmeti bulamamış, dalâlete gitmiş, insanı hakîkate ulaştıramamıştır. (Üstad 30. Söz adlı risâlesinde bunu anlatır). Kur’ân ise, kâinat kitabının mânâları üzerinde durmuş, hakîkî hikmeti bulmuş, insana ders vermiş, onun dünya ve âhiret saâdetini temin etmesine vesile olmuştur. 12. İnsâniyeti saâdete sevkeden hakîkî mürşidi ve hâdisi... Mürşid ve hâdi doğru yolu gösteren demektir. Çölde yolculuk yapan bir kimse yolu bilmiyor ise ve ona yolu gösteren kimse de yoksa yolu kaybeder. Eşkiyaların zulmüne maruz kalabilir, ihtiyacını temin edemez. Mürşidi olan kimse ise tehlikelerden korunup, ihtiyacını kolayca temin eder. Hayat yolculuğunda bizim için tehlikeli ve zararlı olan şeyleri bize öğretecek birine muhtacız. Fert, aile ve toplum hayatında huzurlu olabilmemiz buna bağlıdır. İşte Kur’ân bize dünya ve âhiret saâdetini kazanmanın yollarını göstererek dünya ve âhiret saâdetini kazanmamızı sağlar. Bugün beşeriyet doğru yolu kaybetmiş bir durumdadır. Fert, aile, toplum ve milletler arası karışıklıklar, fitneler insanlık âlemini huzursuz etmektedir. Kur’ân’a uyulduğu takdirde bütün felâketlerden ancak kurtulabiliriz. 13. Şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi.. Âlemi aydınlatan güneş ne ise, âlem-i İslâm için de Kur’ân öyledir. Keza İslâm âlemini büyük bir saraya benzetirsek, bu sarayın temeli, plan ve projesi Kur’ân’dır. 14. İnsâniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyâsı.. Canlı varlıklar -bitkiler, hayvanlar, insanlar- hayatlarını sürdürebilmek nasıl ışığa ve suya muhtaçlarsa, âlem-i İslâmın da hayatını sürdürebilmesi ancak Kur’ân’la mümkündür. Kur’ân âlemi aydınlatan güneş, gökten yere inen su gibidir. Üstad Bedîüzzaman insanın diğer varlıklardan farklı iki yönüne işâret eder: Biri maddî hayata bakan yönü, diğeri de mânevî tarafa bakan yönüdür. İnsan çeşitli fenleri, teknolojik âletleri yapmakla diğer varlıklardan ayrılır. Bugünkü medeniyet insanın bu yönüyle inşa edilmiştir. Üstad insanın bu yönüne yani medeniyetin güzelliklerini ortaya çıkaran yönüne “İnsaniyet-i suğra” yani küçük insanlık der. Fakat insanı asıl diğer varlıklardan ayıran özelliği onun mânevî yönüdür. O mânevî yönden terakki ettiğinde melekleri bile geçebilecek bir potansiyele sahiptir. İnsanın bu yönü “İnsaniyet-i kübra”dır. İnsanın insaniyet-i kübra makamına çıkması ancak İslâmiyetle mümkündür. İşte büyük insanlık (insaniyet-i kübra) olan İslâmiyet ise ancak Kur’ân’la ortaya çıkmakta ve onunla kâim olmaktadır. 15. İnsana hem bir kitab-ı şeriat, Kur’ân’ın değişik yerlerinde Hak Teâlâ Kur’ân’dan “kitap” diye bahseder. İmam Suyûtî “kitap” kelimesinin “cem etmek, toplamak” manasına geldiğini ve Kur’ân’a kitap denmesinin Kur’ân’ın çeşitli ilimleri, kıssaları, haberleri kendi bünyesinde toplamasından dolayı olduğunu söyler. Keza bazı âlimler “Kur’ân” kelimesinin de Arapçada “toplamak, cem etmek” manasına geldiğini ve “Kur’ân daha önceki kutsal kitapları kendi bünyesinde cem etmiş, toplamış olduğundan dolayı ona Kur’ân denildiğini” söylemişlerdir. Üstad Bedîüzzaman yukarıdaki ve aşağıda gelecek bütün tariflerde kısaca Kur’ân’ın bir kitap olmakla beraber, pek çok kitapları cem etmiş, toplamış olduğunu nazara vermektedir. Kur’ân bir şeriat, yani kanun kitabıdır. (Şeriat “din” mânasına gelmekle beraber, daha çok hukuk sistemi olarak meşhur olmuştur). İslâm hukukunun birinci kaynağı Kur’ân’dır. Sünnet Kur’ân’ın tefsiri, ictihad ise Kur’ân ve sünnetten hüküm çıkarma faâliyetidir. Dolayısıyla İslâm şeriatı Kur’ân’a istinat eder. Kur’ân’dan çıkmış olan ve insanlar arası münâsebetleri düzenleyen İslâm hukuku yüzyıllar boyunca milyonlarca insanı âdilâne idare etmiştir. Günümüz medeniyeti 1400 sene önce tesis edilen İslâm hukukuna hâla yetişememiştir. Bu yönüyle Kur’ân ve İslâm şeriatı ümmî bir zâtın eseri değil, İlâhî bir makamın eseri olma özelliğine sahiptir. 16. Hem bir kitab-ı duâ, Allah kendi kitabında bize “Bana duâ edin!” diye emretmekle beraber, nasıl duâ etmemiz gerektiğini, duânın âdablarını da öğretmiştir. Kur’ân’da Âdem (as)’dan, Peygamberimize kadar pek çok peygamberin ve sâlih zâtların duâları çoklukla geçer. Keza her namazda okuduğumuz Fâtiha Sûresi bile bir duâdır. Hatta namazın Arapçası olan “salat” da duâ demektir. Bu yönüyle namaz bütünüyle bir duâdır. 17. Hem bir kitab-ı hikmet, Hikmetin değişik tarifleri yapılmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır “(Allah) hikmeti dilediğine verir, kime de hikmet verilmişse ona pek çok hayır verilmiş demektir.” (Bakara, 269) âyetini tefsir ederken değişik 23 görüş aktarır. Kur’ân’ın pek çok yerin Allah’ın hakîm olduğu zikredilir. Allah’ın hakîm olması, O'nun boş, lüzumsuz faydasız iş yapmaması, yaptığı her işte mutlaka bir maksat, bir gâye, bir fayda bulunması, her şeyi yerli yerinde –eksiksiz ve fazlasız- yapması mânâsına gelir. Allah hakîm olduğu gibi, Kur’ân’ın da bir ismi hakîmdir. Yâsin Sûresi'nde “Hakîm olan Kur’ân’a yemin olsun ki..” buyrulmuştur. Kur’ân’ın hakîm olması, Allah’ın icrâatlarındaki hikmetleri, kâinatta meydana gelen olayların sebep ve neticelerini bize ders verdiği içindir. Kur’ân’dan ders alan bir şahıs Allah’ın icrâatlarındaki maksatları, gâyeleri keşfeder, anlar, hikmet sâhibi bir kimse olur. 18. Hem bir kitab-ı ubûdiyet, Allah insanları kendine ibâdet etmeleri için yaratmıştır. Bu ibâdetlerin neler olduğu ve nasıl yapılacağı Kur’ân tarafından beyan edilmiştir. Namaz, oruç, zekat, hac, zikir, duâ, sabır, şükür vs. bütün ibâdetler tafsilatla ortaya konulur. 19. Hem bir kitab-ı emir ve davet, Müslümanlar hem Müslüman olmayanları İslâm’a davet etmekle, hem de Müslümanlar arasında meydana gelen kötülüklere emr-i bi’l-marufla mukâbele etmekle mükelleftirler. Bu daveti ve emr-i bi’l-marufu niçin yapacağız, nasıl yapacağız gibi konular tafsilatla Kur’ân’da ele alınmıştır. Daha önceki peygamberlerin müşrik kavimleri hakka davet etmeleri, onların kendi ümmetleri içinde meydana gelen problemler ve bu problemleri çözme yolları tafsilatla anlatılır. 20. Hem bir kitab-ı zikir, Kur’ân’ın bir ismi de zikirdir. Örneğin “Zikr'i biz indirdik” âyeti buna delildir. Buna binâen onu okuyan Allah’ı zikretmiş olur. Hatta Kur’ân için en üstün zikir demek bile mümkündür. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: Rab Tebâreke ve Teâlâ buyurdu ki; “Kimi Kur’ân okumak, Beni zikretmekten ve Benden bir şey istemekten alıkoyarsa, Ben ona isteyenlere verilenlerden daha üstününü veririm”. Allah kelamının, diğer kelamlara, sözlere olan üstünlüğü, Allah’ın yarattığı mahlukatına üstünlüğü gibidir. (Darimî) Zikrin bir mânâsı da öğüttür. Bu yönüyle Kur’ân için bir öğüt kitabıdır da denilebilir. 21. Hem bir kitab-ı fikir, Fikir, bilinenlerden yola çıkarak bilinmeyeni bulmak diye tarif edilir. Kur’ân bize bilmediklerimizi öğrettiği gibi, bilinmeyenleri bulabilmemiz için de, aklı çalıştırarak, muhâkemeyi güçlendirerek, tefekkürün prensiplerini öğreterek elimize meçhullerin ipuçlarını da verir. Şöyle buyrulmuştur: “Biz bu misalleri düşünsünler diye insanlara veriyoruz.” (Haşr, 21) Varlıklar bizim için malumdur. Allah ise mechulümüzdür. Kur’ân varlıkları delil yaparak bize mechulümüz olan Allah’ı tanıtır. Kur’ân’ın kâinattan bahsi bu yüzdendir. 22. Hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci' olacak çok kitabları tazammun eden tek, câmi' bir KİTAB-I MUKADDES'tir.  23. 24. 25. Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefâ ve muhakkikînin muhtelif meşreblerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvâfık ve onu tasvir edecek birer risâle ibraz eden mukaddes bir kütübhane hükmünde bir Kitab-ı Semâvî'dir. İnsanın DNA’sında insanın bütün özellikleri, ağacın çekirdeğinde ağacın bütün özellikleri nasıl derc edilmişse, Kur’ân’a da bütün kâinatın hakîkatları derc edilmiştir. Bir âyette “Yaş ve kuru hiçbir şey yok ki, kitab-ı mübinde olmasın” buyrulmuştur. Bir kısım âlimler kitab-ı mübinden maksat Kur’ân’dır demişlerdir. Bu yönüyle Kur’ân, kâinat ağacının çekirdeği, büyük insan olan kâinatın DNA’sıdır. Allah bütün peygamberlerin kitaplarını, bütün evliya ve asfiyanın risâlelerini Kur’ân’da cem etmiş, bir araya getirmiştir. Bu yönüyle bütün insanların mânevî ihtiyaçlarına cevap verebilecek hakîkatlar, düsturlar onda mevcuttur. 

İdris TÜZÜN 01 Temmuz