53. Sayı: "Hz. Peygamber(asm) Ve Merhamet Eğitimi"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiHz. Peygamber (asm) ve Merhamet Eğitimi
Kültür ve Medeniyet

Sevgili Peygamberimizi anlatan en güzel kavram şüphesiz rahmettir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Resul-i Ekrem’e hitaben: “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107) buyrulmuştur. Sevgili Peygamberimiz de kendisinin rahmet Peygamberi olduğunu ve bu rahmeti yeryüzünde egemen kılmak için her türlü sıkıntı ve meşakkate katlanmaya razı olduğunu ifade etmiştir. Bugün Hz.Peygamber’in, merhamet etmeye ve müsamaha göstermeye yönelik insanlığa sunduğu zengin mirastan yararlanmak ve sosyal yapımızda aksayan unsurların çözümünde bu dinamik değeri harekete geçirmek gerekmektedir. Bu hareket, küçük yaşta minik omuzlarına hayatın tüm yükünün yüklendiği ve istismara açık çocukların gözetilmesini, her yaşta ve sosyal tabakada mağdur insanların insanlık onuruna yakışan bir şekilde saygınlıklarını yeniden kazanmasını ya da son zamanlarda artış gösteren ve hepimizi insanlığımızdan utandıran töre, şiddet, rant ve değişik gerekçelerle suiistimal edilen kadınların korunmasını ve çeşitli sıkıntılara maruz kalmış tüm insanların durumlarının iyileştirilmesini içine alacak bir merhamet seferberliğine dönüşebilir. Bu çerçevede bir merhamet eğitimi ve merhamet kültürü seferberliğine muhtacız. Onun bize öğrettiği merhamet içimizde bir yerlerde sönmeye yüz tutmuş insanlık kandilini yeniden tutuşturan ve bizi en temel halinde insanlığımıza geri çağıran bir duygu, düşünce, tutum ve davranışlar manzumesidir. İnsanın iç güzelliğini yansıtan ve merhamet duygusunun en somut tezahürlerinden olan hasbilik, isar ve diğerkâmlık gibi toplum dayanışmasının temel dinamiklerinin adlarının bile unutulduğu, bunların yerini, daha çok kazanmanın, daha çok tüketmenin, bencilliğin ve öğretilmiş bir şiddetin aldığı sosyal yapılar, insanları mutsuzluğa mahkûm etmektedir. Hâlbuki toplumsal yapı, ilke ve normların ruh ve maneviyattan uzak şekilde alelusul uygulandığı ve ahlaki değerlerin ancak müeyyidelere bağlı olarak sergilendiği bir vitrin değildir. Aksine, sevgi ve muhabbet hislerinin, merhamet ve hürmet tezahürleriyle insani ilişkilere yansıdığı bir yerdir. O bize öğretmiştir ki, hiçbir insan yaşadığı topluma kayıtsız kalamaz, inanan insan için ise yanı başında acı çeken bir insana, gözyaşı döken bir ihtiyaç sahibine, geleceğe dönük ümitlerini daha hayatının baharında kaybetmek üzere olan bir yetime sırt dönmek, Allah’ın rızasına, Rabbin vaat ettiği sonsuz güzellikteki cennet nimetlerine ve insanın yeryüzüne gönderiliş misyonuna yüz çevirmektir. Kur’an kendine has üslubu ile “Rabbimiz kendi üzerine merhameti yazdı” diyerek (En’am, 6/54) insanların aynı şekilde birbirlerine ve çevrelerinde bulunan tüm varlıklara acıma hissiyle yaklaşmalarını istemiştir. Sevgili Peygamberimizin tebliğinde yer alan merhamet vurgusu yeniden okunmayı, üzerinde düşünülmeyi ve şiddetin açtığı yaralara merhem olarak sunulmayı beklemektedir. “Merhametlilerin en merhametlisi” tarafından insanlığın son ümidi olarak gönderilen Hz. Peygamber, birbirlerini sevme, birbirlerine merhamet ve şefkat göstererek bütünleşme konusunda “bir vücudun organlarından farksız olan” bir toplum oluşturmakla görevlendirilmiştir. Dolayısıyla barbarlığın yaşam tarzı haline geldiği Câhiliye toplumunu şefkat, insaf ve adalet ile tanıştıran Rahmet Elçisi’nin izlediği yöntemler, belirlediği ilkeler, benimsediği tavırlar, aldığı kararlar kısacası merhameti öğretirken harcadığı çabalar modern zamanların insanı ile bir kez daha buluşturulmalıdır. Böyle bir amaca katkı sağlamak adına Başkanlığımız tarafından 2011 yılı Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinin ana başlığı “Hz. Peygamber ve Merhamet Eğitimi” olarak belirlenmiştir. Hafta boyunca gerçekleştirilecek etkinliklerde merhameti toplumumuzun gündemine taşımak, şefkati duygu dünyasından eylem boyutuna geçirebilmenin yollarını konuşmak, “ancak yeryüzündekilerle merhamete dayalı bir ilişki tarzı geliştiren kimsenin Rahmân’ın merhametine kavuşabileceği” konusunda bilinç oluşturmak, kısacası Hz. Peygamber’in izinde fiilî bir merhamet seferberliğinin başlatılması hedeflenmektedir. Böylelikle televizyon ekranlarından bilgisayar oyunlarına, anne-baba-evlat üçgeninden eşler arası iletişime, siyasetten sanata, spordan eğitime hayatın her alanında şiddetin en acı örnekleriyle yüzleşmek durumunda kalan insanımız için nübüvvetin merhamet pınarına başvurulacak; kirlenen gönüller arınacak, merhameti okulda, evde, iş yerinde, çarşıda, sokakta kısacası hayat nerede devam ediyorsa orada hâkim kılacak şekilde eğitim sürecine dâhil etmenin gereği ve imkânı tartışılacak ve bu çerçevede çabalara zemin hazırlanacaktır.

Mehmet GÖRMEZ 01 Nisan
Konu resmiKudüs Fâtihi Selahaddin-i Eyyübî
Tarih

 Âlem-i İslâm için Mekke ve Medine’den sonra üçüncü mukaddes belde olan Kudüs şehri, Hicretin 14. yılı, yani miladî 636’da, Hz. Ömer (ra)’in hilâfeti zamanında, Allah’ın kılıcı Hâlid b. Velid (ra) komutasındaki mücâhitler tarafından ilk olarak fethedilir ve İslâm’la şereflendirilir. Peygamberler şehri olan Kudüs, bu fetihten sonra takriben 460 yıl Müslümanların elinde kalır. 1099 yılında 1. Haçlı seferiyle, haçlıların eline geçer. Bu işgal esnasında, kana susamış vahşî haçlı sürüsü, tarihte bir benzeri daha görülmemiş katliamlar yaparlar. Bu zulümlerden yaklaşık 90 yıl sonra Kudüs'ün, Haçlıların tahakkümü altında bulunmasını bir türlü içine sindiremeyen efsane komutan, Allah’ın kılıçlarından bir kılıç, şarkın Sevgili Sultanı, Kudüs aşığı Selâhaddin-i Eyyubî ortaya çıkar. Tabir yerinde ise yemez, içmez, uyumaz ve canını dişine takarak Kudüs’ü kâfir elinden kurtarmak için gece gündüz çalışır. ‘Kim ihlâsla ne isterse Allah verir’ sırrınca Cenâb-ı Hak onun bu samimî arzusunu kabul eder ve Selâhaddin-i Eyyûbî 1187 tarihinde Kudüs’ü tekrar fetheder. Bu tarihten yaklaşık 330 yıl sonra, Yavuz Sultan Selim Han, İttihad-ı İslâm’ı temin etmek için bu mübârek beldeyi Osmanlı sınırlarına katar. Kudüs ve çevresi Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra tam 400 sene, yani 1918’e kadar huzurlu bir hayat sürer.  Birinci dünya savaşından sonra Osmanlı’nın parçalanmasıyla, İslâm'ın ilk kıblesi ve Kâinatın Efendisi Peygamberimiz (asm)’ın miraca yükseldiği mukaddes topraklar, artık bir daha eski huzur ve saadeti göremez. Hâl-i hazırdaki tabloyu tasvir etmeye lüzum yoktur. Peygamber kâtilleri siyonistlerin nasıl bir vahşet yaptıkları ortadadır. Doğrusu şu ki, bize vahşî haçlı sürülerini aratmayan cabbar, zâlim siyonistlerin tarihte görülmemiş bu vahşetlerine son verecek ve Kudüs’ü tekrar fethedecek Selâhaddin gibi bir komutan lâzımdır. Değerli okuyucularımız! Kur’ân’ın etrafındaki surların yıkıldığı, Kur’ân’ın hükümlerini tatbik edecek siyâsî otoritelerin ortadan kalktığı, herkesin, hatta âlimlerin bile dehşetli bir ümitsizliğin içine düştükleri bu zamanda; “Ey İslâm cemaati! Müjde veriyorum ki istikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacaktır. Ve hâkim; hakaik-i Kur’âniye ve îmaniye olacaktır.” diyen zâtın talebeleri olan bizler, asla ümidimizi kaybetmiyoruz. Allah’ın kendi lütfünden fazlından bir Selâhaddin’i veya Selâhaddinleri ümmetin imdadına göndereceğine bütün can-ı gönülden inanıyoruz. Söz buraya kadar gelmişken, ben bu yazımın mütebâkisinde, Kudüs Fâtihi Selâhaddin Eyyübî’nin, Doğu ve Batı Âlemi’nde efsaneleşen şahsiyetini, eşsiz kahramanlığını¸ Kudüs’e olan müthiş sevgisini¸ onu Haçlılardan kurtarmak için başlattığı büyük mücâdeleyi¸ ana hatlarıyla kaleme almaya çalışacağım. Selâhaddin-i Ey-yûbî, Eyyûbîler Dev-leti’nin kurucusudur. Künyesi, Melik Nasır Ebu Muzaffer Yusuf bin Eyyub bin Şâdi'dir. 1137'de Tikrit'te doğdu. Babası Necmeddin Eyyüb, Azerbaycan'da Erivan'ın Devin kasabasındaki Hazbanî kabilesine mensup olup Büyük Selçuklu Sultanı Mesud Şâh’ın Tikrit muhâfızıydı. Selâhaddin-i Eyyû-bî’nin çocukluğu babasının muhâfızlığını yaptığı Tikrit ve Baalbek'te geçti. Tikrit, Baalbek ve Şam’da yetişip, iyi bir tahsil ve terbiye gördü. Baalbek ve Şam’dayken babasıyla beraber, Selçuklu atabeylerinden Nûreddin Mahmud Zengi’nin yanında Haçlılara karşı yapılan savaşlara katıldı. Muhârebelerde cesâret ve yiğitliğiyle dikkat çekti. On yedi yaşındayken Nûreddin Mahmud Zengi’nin sarayına alındı. Böylece devlet teşkilatı ve idâresini de mükemmel bir şekilde öğrendi. Selâhaddin-i Eyyûbî, 1169'da Abbasî Halifesi El-Adid tarafından amcasının yerine Mısır’a vezir tayin edildi. Böylece bir taraftan Nureddin Zengi’nin ordu komutanı, diğer taraftan Fâtımî Devleti’nin veziri oluyordu. Fâtımî halifesine sâdece şeklen bağlı olmakla beraber, gerçekte emir aldığı makam ise Nûreddin Zengi idi. Selâhaddin-i Eyyûbî, Mısır’a vezir olduktan sonra gâyet siyâsî hareket edip, devlet kadrolarına işbilir ve kabiliyetli memurlar tayin etti. Devlet teşkilatı, memleket imarı, mektep ve medrese tahsilinin üzerinde durarak teşvik ve tatbikatını yaptırdı. İslâm devletleri ve diğer komşu devletlerle münâsebetlerini gâyet iyi tutmaya çalıştı. Bu arada buna benzer icraatları Mısırlı Şii askerlerinin isyanına sebep olduysa da bastırıldı. Böylece Fâtımî sarayında idâreye tam mânâsıyla hâkim olmaya başladı. Mısır’da Cuma hutbeleri Fâtımî Devleti namına değil de Abbasî halifesi adına okunmaya başlandı. Bu icraat diğer Müslümanları çok sevindirdi. 1171 de Fâtimî Halifesinin, 1174'de de Suriye Atabeği Nûreddin Mahmut Zengi’nin vefatı üzerine Mısır’ın ve İslâm ülkelerinin idâresi tamamen Selâhaddin-i Eyyûbî’nin hâkimiyetine geçti. Yaklaşık üçyüz yıldır devam eden Şii Fâtimî devletini ortadan kaldırdı. Fâtımîlerin bölgede yaydıkları sapık fikirlerin önüne geçip Ehl-i Sünnet itikadının yayılmasına hizmet etti. Tarihçilerin anlattığına göre Selâ-haddin-i Eyyûbî zamanını ya ilim ya cihad veya devlet işleriyle geçirirdi. Arapça, Türkçe, Farsça ve Kürtçe dilini bilen bu İslâm kahramanı, Kur’ân’ı ezberlemiş ve iyi bir eğitim görmüştü. Amelde Şâfiî, îtikadda Eş'arî idi. Selâhaddin-i Eyyûbî verdiği sözü ne pahasına olursa olsun tutar, affetmeyi çok severdi. İbn-i Cübeyr onun afv konusunda şu sözünü nakleder: ‘Afv konusunda hata etmek, haklı olarak cezalandırmaktan daha çok hoşuma gider.’ Aşırı derecede cömert olduğu, öldüğünde özel hazinesinden sâdece bir Mısır dinarıyla otuz altı veya kırk yedi Nâsırî dirhemi çıktığı kaydedilir. Mekke ve Medine'ye önem veren Sultan Selâhaddin, ‘Hâdimü’l-Haremeyn’ unvanını kullanan ilk hükümdar olmuştur. Kaynakların ittifakla belirttiğine göre dindar, merhametli, cömert, güler yüzlü, vakur, sağlam irâdeli, mert ve heybetli bir kişiydi. Sultan Selâhaddin cihada âşıktı. Cihad onun en büyük ibâdeti, en büyük zevki ve ruhunun gıdası idi. Cihad aşkı, âdeta onun kalp ve damarlarında çağlıyordu. Konuşmalarının konusu dâima cihaddı. Her an onun için hazırlıklar yapıyordu. Onun için gerekli olan malzemeler, silahlar, ihtiyaçlar tesbit edip ona cihadı hatırlatan ve teşvik eden kimselere yöneliyordu. İşte bu cihad uğruna çoluk çocuğundan, sülâlesinden, vatanından, yuvasından ve bütün mal ve mülkünden ayrılmaya râzı olmuş ve bir rüzgârın söküp savurabileceği kadar basit bir çadırda yaşamaya katlanmıştı. Selâhaddin-i Eyyûbî’deki tüm bu fedakârlık ve cihad aşkı bir hedefe yönelikti. Kudüs’ü zâlim hıristiyanların tasallutundan kurtarmak. Bu amaçla çalışmalarına hız veren Selâhaddin-i Eyyûbî, büyük bir ordu toplamaya başladı. Hıristiyanlar da bölgedeki tüm güçlerini bir araya getirerek M.1187 Temmuz ayında Hittin’de Müslümanlarla karşılaştılar. Savaş neticesinde Selâhaddin-i Eyyûbî büyük bir zafer kazandı. Bu zafer neticesinde Suriye ve Filistin bölgesinde birçok yer fethedildi. Selâhaddin-i Eyyûbî bu zaferden sonra durmadan Kudüs’e doğru harekete geçti. Şehrin batısında karargâh kurdu ve şehri muhâsara etti. İki ay kadar süren muhâsara sonucunda Kudüs’teki Haçlı orduları Eylül 1187 de teslim olmak zorunda kaldı. Hz. Pegamber (asm)’ın miraca çıktığı, bütün peygamberlere namaz kıldırdığı, İslâm'ın ilk kıblesi olan Kudüs, 90 sene sonra yeniden İslâm idâresine girdi. Ne güzel İlâhî bir tesâdüftür ki Sultan Selâhaddin, yine böyle bir miraç gecesine rast-layan günde Kudüs’e girdi. Yeniden cuma namazı kılındı. Kubbetü's-Sahra mescidine dikilen haç indirildi. Heyecan dolu müthiş bir manzara idi. Bu İslâm’ın gâlip gelişinin ve Allahu Teâlâ'nın yardım ve lütfunun gözle görülen bir manzarasıydı. Haçlıların 90 sene önce Kudüs'ü işgal ederlerken 70 bin Müslümanı kılıçtan geçirmesine rağmen, muzaffer bir komutan olarak karşılarına geçen Sultan Selâhaddin, intikam alma yerine onlara iyi muâmelede bulunmuştur. Kudüs’ün tekrar Müslümanların eline geçmesi, İslâm âlemini çok sevindirdi. Bu zaferden dolayı İslâm memleketlerinde şükran ifâdesi olarak dinî merâsimler yapıldı. Haçlıların tahrip ettiği şehri, yeniden imar etmeye başladı. Kudüs şehrinin mübârek makamları, evleri ve Mescid-i Aksa ile Kubbetü’s-Sahra’yı tamir ettirdi. Rivâyetlerde 25 yıl boyunca Kudüs’ü alıncaya kadar hiç gülmeyen, ‘Benim vasiyyetim, ümmetin saadet ve huzurunu dilemekten başka bir şey değildir’ diyen Sultan Selâhaddin, 4 Mart 1193 tarihinde, 56 yaşında Şam’da vefat etti. İslâm’ın bahadır bir evladı olan Sultan Selâhaddin toprağa verilirken, komutanlarından Mahmut Han elinde tuttuğu bir kılıcı havaya kaldırarak şöyle diyordu: ‘Ey Cemaat-ı Müslimîn! İşte hükümdarımızın bütün serveti bu kılıçtan ibârettir.’ Yirmi beş senelik vezirlik ve sultanlık hayatı, hep İslâmiyet’e hizmetle geçen bu kahraman insan, tarihte pek nadir yetişen şahsiyetlerden birisidir. Kabr-i şerifleri Şam’da Medresetü’l-Aziziye’dedir. Cenâb-ı Hak âlem-i İslâm’a böyle idâreciler nasip eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- İslâm Önderleri, Ebu’l-Hasan en-Nedvî2- Rehber Ansiklopedisi (Hayatı bölümü)3- İslâm Ansiklopedisi, Selâhaddin Eyyûbî md.4- Sızıntı Dergisi (Ek bilgi bölümü) 5- İbn Haldun, "Mukaddime", 2/622, Milli Eğitim Bakanlığı, 1996.

Faysal VURAN 01 Nisan
Konu resmiMerhamet Ve Saygı Medeniyeti
Kültür ve Medeniyet

Nisan ayı, kışın haşin ve soğuk tesirinden sonra ısınmaya başladığımız ve yepyeni fetihlere, faaliyetlere, hizmetlere yelken açmak için hazırlıkların gittikçe yoğunlaştığı bir mevsimin habercisi. Aynı zamanda nisan, baharın tazeliği ve kalplere ilham veren lâhutîliği, ruhlara neşe veren cıvıltısı ile birlikte Kutlu Doğum heyecanını da yaşadığımız bir ay. Bu sene, Diyanet İşleri Başkanlığı, Kutlu Doğum Haftası (14-20 Nisan) ana konusunu “Peygamber Efendimiz’in Merhamet Eğitimi” olarak belirledi. Hârika ve isâbetli bir seçim. Merhamet Edenlerin En Merhametlisi bize şefkat ve merhamette aşılmaz bir Peygamber gönderdi çünkü. O bir Merhamet Peygamberi idi. Merhamet medeniyetini kurdu.  Kendi nefsine Rahmeti yazan Yüce Yaratıcı, (En’am, 54 ) Habibini de merhametin her türlüsü ile donattı. En Güzel Örnek olan Sevgili Peygamberimizin merhamet ve şefkati çok özelliklerinin önüne geçer bunun için. Merhamette zirve olduğu gibi saygıda da fevkalâde. Onun için Efendimiz’in tesis ettiği medeniyete “merhamet ve saygı medeniyeti” diyebiliriz. Bizler de Kutlu Doğum münâsebetiyle bu ayki dosyamızı Diyânet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Mehmet Görmez’in Mevlid Kandili mesajı ile açtık. Bu vesileyle, bu ay, İrfan Mektebi’nin büyük bir kısmını, Peygamber Efendimiz (asm) hakkındaki çalışmalara ayırdık. Ümit ediyoruz, bu sayımız, sizi Merhamet Peygamberi’ne daha çok yakınlaştıracak. Dosyaya serpiştirilmiş salâvat mealleri ve merhamet hadisleri de asr-ı saadetten gelen nebevî kokuyu daha çok hissetmenizi sağlayacak inşaallah. Bu sayımızda ilk defa mazlum ve işgal altındaki bir coğrafyadan, Irak’tan mühim bir ilim adamı ile mülâkat yayınlıyoruz. Irak Müslüman Âlimler Heyeti resmi sözcüsü Prof. Dr. Beşşar Feyzi ile yapılan mülâkatı okuduğunuzda yanı başımızda, komşumuz Irak’ta vukubulan hâdiselere ne kadar ırak olduğumuzu yakından göreceksiniz. Yeni yılla birlikte başlattığımız köşelerimiz, gördüğünüz gibi gittikçe gelişerek devam ediyor. Önümüzdeki aylarda kadromuzu zenginleştirip yepyeni köşe ve çalışmalarla İrfan Mektebi’ni zenginleştireceğiz inşaallah. Geçen yıllarda bir süre yayında olan Bedesten köşemiz gelecek ay yeniden yayın hayatına dönüyor. Yılın ikinci yarısında buradan duyurusunu yaptığımız Genç Kalemler köşesini de açmayı ve böylelikle genç yazarlarımıza daha çok ve sürekli yer vermeyi planlıyoruz. Hâsılı, İrfan Mektebi, yeni sınıflarıyla, yeni dersleriyle, yeni yazar ve hocalarıyla canlı, dinamik ve gittikçe gelişen bir mektep gibi çalışıyor, çalışacak. Sizlerden istirhamımız, duânızı ve desteğinizi eksik etmemeniz. Allah’a emânet olunuz efendim.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Nisan
Konu resmiKalite Ayrıntılarda Gizlidir
İnsanİtikad

Hayırlı bir işi için, yani bir kardeşimizin nişan merâsimi için güngörmüş ağabeylerimizin de bulunduğu bir mekânda toplanmıştık. Böyle zamanların en güzel anları, tarihe şâhid olmuş ağabeylerden dinlenen hâtıralar oluyor. Nitekim bir ağabey Nurun kahramanı, serkâtibi ve Nurun şahs-ı mânevîsinin ehemmiyetli bir mümessili lakaplarıyla kıymet ve ehemmiyete hâiz Husrev Efendi’den (Altınbaşak) söz açtı. Devamla, “Bakın, ben duyduğumu aktarıyorum, yarın ind-i İlâhîde mesul olmak istemem.” kaydıyla şu cümleyi söyledi: “Ben Husrev Üstad’dan duydum, Risâle-i Nur’u yazmak, ondaki hakikatleri kalbe nakşeder.” ÜÇ BENZERLİK, ÖNEMLİ BİR FARK O ağabeyimizin yukarıdaki hatırlatması benim de aklıma aşağıya kaydedeceğim şu hikâyeyi getirdi. Tefekkürüme katkısından dolayı buraya aldım. Hikâye şöyle: İki komşu ülkenin hükümdarlarından biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. Ondan birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasını istedi. Aralarında bir fark olacak, ama bu farkı sâdece ikisi bilecekti. Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına konulan mektupta şöyle yazıyordu: "Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver." Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler, ama aralarında bir fark göremediler. Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı. Başka çâresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi. Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı. İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı. Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi, ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu. Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı: “Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim." KALBE İNEN YOL: YAZI Bu hikâyeyi dinlediğimde Risâle-i Nur’daki talebelik ile ilgili mevzûları tahattur ettim.  Zîra bu zamanda en önemli mesele îmanı kurtarmak meselesi idi, Risâle-i Nur’a göre. Îmanı kurtarmanın yolu ise tahkikî îmanı elde etmek ile mümkündür. Tahkikî îmanın kazanılması ise, Kur’ân’dan gelen bir feyiz ile akıl ve kalbin birlikteliği neticesinde îman hakikatlerinin doğruluğunu kabul etmeyi ifade etmektedir. Bugüne kadar dinlediğimiz veya okuduğumuz derslerden aklen çok istifâdeler ettik, elhamdülillah. Ya kalben? Evet, kalben de istifâde ettik. Fakat “Bu hakikatler kalbimizde tam anlamıyla nasıl yerleşebilir acaba, bunun yolu nedir?” derseniz, o mübârek cemiyette ağabeyimizin naklettiği o güzel cümle sadra şifa olacaktır inşallah. Zîra fiil, düşünceyi kökleştirir. Bedîüzzaman Hazretleri İşârâtü’l-İcaz tefsirinde, “Akaidî ve îmanî hükümleri kavî (kuvvetli) ve sâbit kılmakla meleke hâline getiren ancak ibâdettir. Evet, Allah'ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibâret olan ibâdetle, vicdanî ve aklî olan îmanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hâle, âlem-i İslâmın hâl-i hazırdaki vaziyeti şâhiddir.” demektedir. Şeker Mektubu’nda da yazının ilmî tahsile yardımcı olduğunu nazara vermektedir. Yani anlaşılan o ki Risâle-i Nur’da anlatılan îman hakikatlerinin kalpte kökleşmesi, yer etmesi için en kolay vâsıta, en önemli ameliye Risâle-i Nur’un yazısını yazmaktır. Risâle-i Nur’un yazısını Allah için yazan, îman hakikatlerini kalbe nakşetmesinden bahisle kıymet ve değer kazanabilir. Zâhiren hemcinslerine benzerdir; fakat içinde önemli bir farkı da taşımaktadır. DİKKATTEN KAÇA(BİLE)N BİR HUSUS Bedîüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur’daki mevzuların önemini vurgulamak ve iş’ar etmek babında Risâle-i Nurları kastederek On ikinci Mektup’ta “Gazete gibi okumayınız!” ikazında bulunur. Çünkü söz bazen bu kulaktan girer, öbür kulaktan çıkar gider. Bazen de kazanılan bilgi, insanı ancak geveze yapar. Tuti kuşu gibi duyduğunu konuşturur sâdece. Hâlbuki asıl olan, can kulağıyla, yani kalp kulağıyla dinlemek veya okumaktır. Kendi nefsini en muhtaç bilerek muhâtap olmaktır. Bazı ameliyelerle, çalışmalarla, gayretlerle duyduğunu veya okuduğunu kalbe indirebilmektedir. Bunun da yolu, her ilmî meselede olduğu gibi- kalemi işletmektir.

Metin UÇAR 01 Nisan
Konu resmiResulullah (Asm) Ruhlara Nasıl Sultan Olmuştur?
İbadet

Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (asm)’ı dünya ve âhiret saadetini kazandıracak bütün düstur ve hakikatlerle donatmış ve insanlara numune ve örnek olarak göndermiştir. O’nun donanımlı derslerinden istifâdeye binaendir ki, 1400 seneden beri Müslümanlar istifâdeleri nisbetinde mesudâne bir hayat yaşamıştır. O derslere uymak nisbetinde medenîleşip saadet bulmuşlardır. O hakkaniyetli düsturlara uymamak nisbetinde de medeniyetten uzaklaşıp geri kalmışlardır. İşte bak göz kamaştıran şimşek gibi, O’nun nuru şark ile garbı tuttu. Yeryüzünün yarısı ve insanların beşte biri O’nun hediye olarak getirdiği hidâyeti kabul etmekle canlarını kurtardı. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün dâvâlarının esası olan Lâ ilâhe illallah’ı, ifâde ettiği bütün hakikatleriyle ve mertebeleriyle, kabul etmesin. “Ey insanlar, ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden ve mânevî yaralarınızı, getirdiği ahkâm ve Sünnet-i Seniyesiyle merhem vurup tedâvî edip, çok şefkatli bir zâtın bedihî şefkatini inkâr etmek ve gözle görünen re'fetini itham etmek derecesinde O’nun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz.” Bu suâle en mükemmel cevap şu âyet-i kerimelerdir: “Şânım hakkı için, size kendinizden öyle (izzetli) bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz O’na ağır gelir; size (îman etmeniz ve salah bulmanız için) çok hırslı (isteklidir), mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe,128) “(Ey Resûlüm!) Sen (onlar) îman etmeyecekler diye, neredeyse kendi nefsini helâk edeceksin!” (Şuara, 3) Bu âyet-i kerimelerde ifâde edildiği gibi Peygamberimiz (asm) nübüvvetin gereği olan sonsuz şefkat ve merhametiyle insanların ateşten dünya ve âhiret sıkıntılarından kurtulmalarını istemiş ki, Cenâb-ı Hak, nass-ı âyet ile “insanlar îman etmeyecekler diye neredeyse kendisini helak edeceğini” ifâde ediyor. Diğer âyet-i kerime’de de insanların îman edip salah bulmalarını şiddetle istediğini, mü’minlere karşı sonsuz şefkat ve merhamet sâhibi olduğunu ifâde etmekle gösteriyor ki, Hz. Muhammed (asm) bütün duygularıyla, insanların kurtulmalarını sevmiş ve istemiştir. Öylesine ki, Hz. Ayşe vâlidemizden rivâyet edilen Tirmizi’de geçen bir hadis-i şerifte, Yahudilerden bir heyet Peygamberimizin yanına girdi. Selam yerine essamü aleyke (ölüm senin üzerine olsun) dediler. Ayşe vâlidemiz durumu anlayarak onlara cevaben: “ölüm ve Allah’ın laneti üzerinize olsun.” dedi. Peygamberimiz (asm): “Yâ Ayşe sâkin ol. Çünkü Allah bütün işlerde şefkatli olmayı sever.” Hz. Ayşe vâlidemiz: “Ya Resûlallah, onların ne dediklerini duymadın mı?” Peygamberimiz (asm) cevaben: Duyduğunu ifâde ederek “söyledikleriniz üzerinize olsun dedim” diye buyurdu. Görülüyor ki, insanlığın başına bela olan ve kendisine de kötülük ve düşmanlık yapan o Yahudi heyetine bile rıfk ve şefkatle muâmele etmeyi esas yapmıştır. Bu hakikatlerden anlaşılan şu ki, Peygamberimiz (asm) insanları sevmek ile ve sevginin gereği olan her türlü iyilik ve iyi muâmeleyi yapmakla kendini onlara sevdirmiş. Zâten bir insana kendimizi sevdirmedikçe, ona bir şey kabul ettirmek zor olur. Asr-ı saadette vuku bulan bir hâdisede, iki sahâbî bir arada oturup sohbet ederken, başka bir sahâbi selam vererek önlerinden geçip gidiyor. Oturan sahâbelerden birisi diğerine hitâben: Allah’a yemin ederim ki, buradan geçip giden sahâbe beni çok sevdi, dedi. Diğeri “Seni çok sevdiğini nereden biliyorsun?” o dedi ki: “Çünkü ben onu çok sevdim.” Bu hâdiseden de anlaşıldığı gibi, seven kişi, sevilir. Yine hadis-i şerifte “Ruhlar orduya alınmış askerler gibidir. Birbirleri ile uyumlu olanlar (ikisi de iyi veya ikisi de kötü ise) birbirleri ile kaynaşırlar, birbirleri ile uyumlu olmayanlar (aynı duyguları hissetmeyenler) birbirleri ile anlaşamazlar, ayrılığa düşerler.” (Buharî) buyrulmuştur. Demek insanlar arasındaki gerçek irtibatı temin eden esas, ruhların arasındaki münâsebettir. Eğer sen ruhen birisinin kurtulmasını ve saadetini sever ve istersen, o kişi de inad ve hissiyata kapılmamak şartıyla seni anladığı takdirde seni sever. Siyer kitaplarına baktığımızda görüyoruz ki, Resûlullah (asm) her şeyden evvel insanları sevmiş ve kendini onlara sevdirmiştir. Ve öyle bir sevgiyi husule getirmiş ki, o günden bu güne kadar O’nu seven ümmetinin bütün fertleri, o sevgi uğrunda mallarını, ana ve babalarını, evlatlarını ve tatlı olan canlarını, bütün hissiyat ve duygularıyla, feda etmeyi göze almışlardır. Hatta Peygamberimiz (asm), Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde, Hz. Enes (ra)’ın vâlidesi, küçük yaşlarda bulunan yavrusu Hz. Enes’in elinden tutarak Peygamberimize geliyor. “Yâ Resûlallah, sizin Medine’ye hicret edişiniz dokuz ay oluyor. Medineli Ensar, imkân sâhibi olduklarından sizlere ve hicret edenlere yardımda bulunuyorlar. Ben ise fakir bir âileyim. Elimde imkân olarak bir tek yavrum olan Enes var. Size hizmet etsin diye Allah rızası için onu size hibe ediyorum.” der. İşte görüldüğü gibi o kahraman vâlidemiz Resûlullah’a olan sevgisi uğruna evlat ve evlat muhabbetini feda ediyor. Şu anda da ümmetin Islâmî yaşantı olarak en zayıf olanına bile gitsek ve desek ki: “Allah’tan sonra en çok sevdiğin zât kimdir?” şüphesiz diyecek ki: “Hz. Muhammed (asm)dır.” Hâlbuki bir idârecinin, idâre ettiği her ferde kendini sevdirme hususiyeti, hiçbir idârecide görülmemiştir. Fakat Resûlullah (asm) bu hususta mümtaz bir şahsiyettir. Hatta bütün ümmetin Allah’tan sonra en çok sevdiği zâtın O olması, risâletine bir delildir. Kişiye bir şey anlatmak için her şeyden evvel kendimizi sevdirmek icap eder. Resûlullah (asm) da insanlarla ilk olarak tanışırken, onlara olan şefkat ve muhabbetiyle diyalog kurardı. Onları severek kendini onlara sevdirirdi. Bu sevgi neticesinde hak ve hakikati ders verip onların akıllarına kabul ettirirdi. Zîra insan sevdiğini dinler ve sevdiğinin dediklerini kabul eder. Sevmediklerinin dediklerini de kabul etmekte zorlanır. Sevgi nisbetinde dinlemek ve kabul etmek arttığı gibi, sevginin azalması nisbetinde de dinlemek ve kabul etmek azalır. Bunu da unutmamak lâzım ki, sevilen ve öğretenin de donanımlı olması gerekir. Zâten Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (asm)’ı dünya ve âhiret saadetini kazandıracak bütün düstur ve hakikatlerle donatmış ve insanlara numune ve örnek olarak göndermiştir. O’nun donanımlı derslerinden istifâdeye binaendir ki, 1400 seneden beri Müslümanlar istifâdeleri nisbetinde mesudâne bir hayat yaşamıştır. O derslere uymak nisbetinde medenîleşip saadet bulmuşlardır. O hakkaniyetli düsturlara uymamak nisbetinde de medeniyetten uzaklaşıp geri kalmışlardır. Hatta o asırda vahşî âdetlerine bağlı olan insanları, 23 sene gibi kısa bir zamanda medenî milletlere muallim ve diplomat hâline getirmiştir. Kızlarını diri diri toprağa gömen katı kalpli insanları, karıncaya bile basmayacak kadar şefkatli ve adâletli insanlar seviyesine yükseltmiştir.  Bu hakikat dersleriyle o asır insanlarının ve 1400 seneden beri yaşayan bütün ümmet-i Muhammediyenin nefislerinin terbiyecisi olmuştur. O ders ve terbiye ile sahâbeler, Peygamberlerden sonra en yüksek fazilet ve kemâlâta sâhip olmuştur. Hem Ehl-i Beytin aktapları ve imamları beşeriyetin istikamet yolunu aydınlatan nuranî birer ay olmuştur. Hem o derslerin terbiyesiyle milyonlarca ulema-yı İslâm, zulümat karanlıklarında bulunan beşeriyete, istikameti gösteren parlayan birer yıldız hâline gelmiştir. Hem her bir mü’min, O’nun hikmetli ve hakikatli dersinden istifâdesi nisbetinde, bir kemal kazanmıştır. Böylece baskı ile değil belki, kan ve damarlarına karışmış bir şekilde bütün ümmet, O’nun sonsuz muhabbet ve eksiksiz ders ve terbiyesinden istifâdeleri neticesinde, O’nu ruhlarına sultan kabul etmişler. Şüphesiz hiçbir fikir adamı, insanların uyması için söylediği ölçülerin yüzde yüzünü kendisi yaşamamıştır. Fakat bütün âlemin O’nunla iftihar ettiği mümtaz bir şahsiyet olan Peygamberimiz (asm), insanların saadeti için, onlara söylediklerinin tamamını yaşadığı gibi, ümmetine ağır gelmemesi için emretmediği hatta bir kısmını yasakladığı ibâdetleri dahi kendisi bizzat yaşamıştır. Mesela, teheccüd denilen gece namazı, bizim için sünnet iken, Peygamberimiz (asm) onu farz olarak kılmıştır. Hatta gece namazında bazen Fâtiha’dan sonra zammı sûre olarak altmış sahife Kur’ân’dan okumuştur. Buharî’de geçen bir hadis-i şerifte, bir gece Hz. Ayşe vâlidemiz Peygamberimiz (asm)’ın teheccüd namazını kılarken ayakta çok durduğundan dolayı, ayaklarının şiştiğini görünce Peygamberimize olan şefkatine binaen: “Yâ Resûlallah, Cenâb-ı Hak senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affettiği halde, neden bu kadar kendine sıkıntı veriyorsun?” diye sorunca: “Cenâb-ı Hakk’a şükreden bir kul olmak istemez miyim Yâ Ayşe!” diye buyurmuştur. Hem “Eğer ümmetime meşakkat ve sıkıntıya sebeb olmasaydı, her namaz ve abdesten önce misvak kullanmayı farz kılardım” buyurduğu halde, kendisi misvak kullanmayı ihmal etmemiştir. Hem İftar yapmadan iki gün üst üste oruç tutmayı ümmetine yasak ettiği halde, kendisi o orucu tutmuştur. Bunlar gibi daha pek çok ibâdeti ümmetine şefkaten yaptırmadığı halde, kendisi yapmıştır. İşte böylece Peygamberimiz (asm), bütün önderlere ve idârecilere muhâlif olarak, insanlara söylediklerinin yüzde yüzünden fazlasını yaşayan tek ve mümtaz bir şahsiyettir. Bu hususta O’nun bir benzeri olmamış ve olamayacaktır. Şüphesiz Peygamberimiz (asm)’da bulunan bu kemâlât, O’nun risâletinin hakkaniyetine bir delildir. İşte bu kemâlâta binaen, Bedîüzzaman Hazretleri’nin ifâde ettiği gibi, Hz. Muhammed (asm) “mahbub-u kulub, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah” olmuştur. İşte bak göz kamaştıran şimşek gibi, O’nun nuru şark ile garbı tuttu. Yeryüzünün yarısı ve insanların beşte biri O’nun hediye olarak getirdiği hidâyeti kabul etmekle canlarını kurtardı. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün dâvâlarının esası olan Lâ ilâhe illallah’ı, ifâde ettiği bütün hakikatleriyle ve mertebeleriyle, kabul etmesin. Netice olarak, لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا “And olsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Resûlünde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21) âyetinin ifâde ettiği gibi yukarıda geçen izahlardan şu neticeyi çıkarmak mümkündür.  İnsanlarla irtibat kurmak ve onlara faydalı olmak noktasında Peygamberimiz (asm) en güzel bir örnektir. Zîra bizlerin de başkalarına faydalı olabilmemiz için kendimizi yetiştirerek, donanımlı mânevî bir doktor olmamız icab eder. Ondan sonra insanlarla irtibata geçerken şefkat ve merhametle muâmele ederek onları sevmekle kendimizi sevdirmek ve bu sevgi neticesinde onların akıllarına, İlahî hükümler olan doğru bilgilerle ders verip onları yetiştirmek, hem saadet vesilesi olan o İlahî düsturlar ile nefsimizi terbiye edip, onların da nefislerinin terbiyesine vesile olmak gerekir. İrtibat kurduğumuz kişilere yapılan bu güzel hizmet neticesinde, her hayrı yapmalarına ve her şerden de kurtulmalarına vesile olmak gibi güzel neticeleri elde etmek mümkün olur. Cenâb-ı Hak Peygamber (asm)’ın bu sonsuz şefkat ve merhametine binaen beşeriyeti ikaz için âyetiyle der ki: “Ey insanlar, ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden ve mânevî yaralarınızı, getirdiği ahkâm ve Sünnet-i Seniyesiyle merhem vurup tedâvî edip, çok şefkatli bir zâtın bedihî şefkatini inkâr etmek ve gözle görünen re'fetini itham etmek derecesinde O’nun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz.”  Ve sevgili Habibine teselli mâhiyetinde der ki, "Ey şefkatli Resûl ve ey re'fetli Nebi! Eğer senin bu azim şefkatini ve büyük re'fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arkalarını çevirip seni dinlemezlerse, merak etme. Semâvat ve arzın cünudu (askerleri) emri altında olan ve her şeyi ihata eden Arş-ı Azîmin altında saltanat-ı rububiyeti hükmeden Zât-ı Zülcelâl sana kâfidir. Hakikî mûti taifeleri senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul ettirir.” (Onbirinci Lem’a)

Zakir ÇETİN 01 Nisan
Konu resmiRİsâle-İ Nur’dan Ölçüler
İtikad

ANARŞİZMDEN KURTULMAK İÇİN 5 ESÂS - Birincisi: Hürmet.- İkincisi: Merhamet.- Üçüncüsü: Haramlardan çekinmek.- Dördüncüsü: Emniyet.- Beşincisi: Serseriliği bırakıp, itaat etmek. YALANIN 9 ÖZELLİĞİ  - Birincisi: Küfrün esasıdır.- İkincisi: Münâfıklığın birinci alâmetidir.- Üçüncüsü: Cenâb- ı Hakk’ın kudretine bir iftiradır.- Dördüncüsü: Hikmet- i Rabbâniyeye zıttır.- Beşincisi: Yüksek ahlâkı tahrip eder.- Altıncısı: Âlem- i İslâmı zehirlendiririr.- Yedincisi: İnsanlık âleminin hâlini ve huzurunu bozar.- Sekizincisi: İnsanlığı, maddî ve mânevî ilerlemeden geri bırakır.- Dokuzuncusu: Müseylime- i Kezzâb (yalancı peygamber) ve onun gibileri âlemde rezil ve rüsvay eder.İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinâyetler içinde tel'ine (lânete), tehdide tahsis edilen, kizbdir. İMANIN 3 HUSUSİYETİ - Birincisi: Dayanak noktası olan Cenâb- ı Hakk’ın  kudretini bulmaktan ve O’na dayanmaktan gelen izzet- i nefistir. İzzet- i nefsi olan, başkalarına kendisini alçak ve zelil göstermeye tenezzül etmez.- İkincisi: Şefkattir. Şefkati olan, kimseyi tahkir edip alçaltmaz.- Üçüncüsü: Hakikatlere hürmet etmek ve yüksek şeylerin kıymetini bilmekle hafife almamaktır.  MÜNÂFIKLIĞIN  3 ÖZELLİĞİ       - Birincisi: Zillettir (aşağılık, horluk)- İkincisi: Bozgunculuğa meyletmektir.- Üçüncüsü: Başkalarını ‘tahkir’ etmekle gururlanıp zevk almaktır. ŞUUR SÂHİBİ BÜTÜN CANLILARIN ORTAK 4 MÜHİM VAZİFELERİ - Birincisi: Âlem sarayını hayretle seyretmek.- İkincisi: Kâinat kitabını dikkatle inceleyip okumak.- Üçüncüsü: Cenâb- ı Hakk’ın rubûbiyet (terbiye edicilik) saltanatının şuûrla ilâncılığını yapmak.- Dördüncüsü: Umûmî ve küllî (geniş) ibâdetleriyle, kâinatın ve büyük varlıkların tesbihâtlarını ve zikirlerini bilerek temsil etmek. İSLÂM ÂLEMİNİ MADDÎ CİHETTEN ORTA ÇAĞ SEVİYESİNDE DURDURAN  6 HASTALIK - Birincisi: Ümitsizliğin, içimizde hayat bulup dirilmesi. - İkincisi: Doğruluk ve dürüstlüğün toplum hayatında ve siyasî hayatta ölmesi. - Üçüncüsü: Düşmanlığı sevmek. - Dördüncüsü: Ehl- i îmanı birbirine bağlayan nuranî râbıtaları (bağları) bilmemek. - Beşincisi: Çeşit çeşit bulaşıcı hastalıklar gibi yayılan baskıcı ve diktatör yönetimler. - Altıncısı: Hedef ve maksadın, sâdece şahsî menfaatler olması. İHLÂSIN 9 SIRRI - Birincisi: En mühim bir esâstır.- İkincisi: En büyük bir kuvvettir.- Üçüncüsü: En makbûl bir şefaatçıdır.- Dördüncüsü: En sağlam bir dayanak noktasıdır.- Beşincisi: Hakikate ulaştıracak en kısa bir yoldur.- Altıncısı: En makbûl bir mânevî duâdır.- Yedincisi: Maksatlara ulaştıran en kerâmetli bir vesiledir.- Sekizincisi: Hasletlerin en yükseğidir.- Dokuzuncusu: En sâfi bir kulluktur.

Mustafa TOPÖZ 01 Nisan
Konu resmiİstişâre Hakkında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar
Eğitim

MEŞVERET NEDİR? Meşveret: Müşâvere, şivar, meşvüre, meşvere, meşure, danışıp işâret almak, yani fikir almak demektir. Toplanıp meşveret eden cemaate de şûrâ denilir. Arapçada işâret el veya göz, kaş ile îma mânâsına geldiği gibi emretmek, fikir vermek mânâsına da gelir. Müşâvere işte bu mânâda işâret almak içindir. Kelimenin kökeni ise arı kovanından bal almak veya satılık bir hayvanı göstermek veya anlamak için at pazarında atı koşturmak mânâlarını ifade etmektedir. (Elmalı, s. 1213) Kelimenin kökünden yola çıkarak âlimler istişâre hakkında demişlerdir ki: İstişâre: Sorulan veya açıklanması istenilen konu hakkında fikirlerin alınması veya görüşlerin beyan edilmesidir. Yoksa görüşlerin dikte edilmesi veya baskıyla, ısrarla kabul ettirilmeye çalışılması demek değildir. Bu nokta oldukça önemlidir. İŞTİŞÂRENİN LÜZÜMU Kur’ân-ı Kerîm Cenâb-ı Hakk’ın insanlara istişâreyi öğretmek için Âdem’i (as) yaratmasında müşâvere üslubuyla melekleriyle konuşmasını, Hz. İbrahim (as)’in, oğlu Hz.İsmail (as) ile ilgili rüyasından dolayı İsmail (as) ile yaptığı istişâreden, Hz. Süleyman (as)’ın mektubu üzerine takip edilecek yolun tesbiti konusunda Belkıs’ın yakınlarıyla yaptığı istişâreden, Firavun’un Hz. Musa’ya (as) karşı alınması gereken tedbirleri ortaya çıkarmak maksadıyla müşâvirleriyle yaptığı istişâreye varıncaya kadar verdiği misallerden başka iki ayrı âyetle de istişâreyi emrediyor: (ve emirde onlarla müşâvere et.) Âl-i İmran, 159      İstişâre İslâmiyet’in üzerinde durduğu ciddi bir prensipdir. Müslümanların şahsî, ailevî, siyasî meselelerinde ve idarî sistemin şekillenmesi gibi konularında uyulması gereken önemli bir esastır. İşlerin istişâre ile yürütülmesi Allah’ın emridir. Hz. Ali (ra), Hz. Peygamber’e (asm) sorar: “Ey Allah’ın Resûlü! Hakkında Kur’ân’da âyet gelmemiş, sizin sünnetinizde de bir benzeri hükme bağlanmamış (hakkında emir veya yasak beyan edilmemiş) bir hâdise ortaya çıkarsa ne yapmamızı irşad buyurursunuz?” Resûlüllah’ın (asm) cevabı şudur: “Onu (fukaha) ve mü’minlerden âbid olanlar arasında istişâre edin. Fakat asla hususî bir kimsenin re’yi ile hükme bağlamayın…” (K.Sitte, c. 17, s. 131) İmam-ı Suyutî Hz. Peygamber’in (asm) diğer insanlardan farklı olan özelliklerinden birinin de “İstişâre yapma mecburiyeti” olarak zikreder. Bu mecburiyeti delillendirme sadetinde Hz. Peygamber (asm) “Allah bana farzları yapmamı emrettiği gibi (istişâre yoluyla) insanları iyi idâre etmemi (müdâretu’n-nâs) dahi emretti” hadisini kaydeder.(K.Sitte, c.17, s. 127) Hadis-i şerifte: “Biliniz ki Allah ve Resûlü (asm) müşâvereden her halde müstağnidirler ve lâkin Allah bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı, onlardan her kim istişâre ederse rüşdden mahrum olmaz; her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz. (Elmalı, 1217) Müşâvere eden bir kavim her halde işlerinin en doğrusuna muvaffak olur. (Elmalı, 1217) Hz. Peygamber (asm): “Bir millet istişâre ettiği müddetçe zillete düşmez”. (K.Sitte, c.17, s. 127) “Allah ümmetimi dalalet üzere birleştirmez. Allah’ın eli cemaat üzerinedir” (K.Sitte, c.17, s. 127) Hz. Enes (ra): “Arkadaşları ile istişârede Hz. Peygamber (asm) kadar ileri giden bir başkasını görmedim” der. Hz. Ömer (ra), Peygamberimiz (asm) Müslümanlarla alâkalı bir meselenin istişâresi için Hz. Ebubekir (ra) ile birçok geceler boyu baş başa kaldıklarını, bazen de kendisinin de katıldığını belirtir. “Gelip geçen bütün peygamberlerin ikisi sema ehlinden, ikisi de arz ehlinden olmak üzere istişâre edeceği dört veziri olageldiğini ve kendisinin de aynı şekilde dört vezirle takviye edildiğini buyururlar.”. (K.Sitte, c.17, s. 127)  “Ümeranız hayırlılarınızdan, zenginleriniz de cömertlerinizden olur ve işleriniz de aranızda istişâre ile yürürse yerin üstü sizin için yerin altından daha hayırlıdır.”. (K.Sitte, c. 17, s. 127) İnsan için ihtiyatlı yol, nasihatçi görüşe sâhip kimselerle müşâvere etmeden, üstün akıl sahibi kimselerin mütalaasını almadan hiçbir işi ve kararı gerçekleştirmemektir. Zîra Allahu Teâlâ Peygamber Efendimize (asm) doğru yolu göstermeye kefil olduğu ve onu desteklemeyi vaat ettiği halde yine O’na müşâvereyi emretmiştir. Âyet-i kerimede: “îş hakkında onlarla müşâvere et!” (Âl-i İmran, 159) Katade diyor ki: Âyet-i kerimedeki müşâvere emri, Efendimiz (asm) ile Müslümanlar arasında ülfet hâsıl olması ve gönüllerin hoş tutulması içindir. Dahhak ise diyor ki: Müşâvere emri, müşâverenin bilinen fazileti içindir. Hasan Basrî (ra) diyor ki: Resûlüllah (asm) Müslümanlarla müşâvere  etmekten  müstağni olduğu halde bununla emroluması, Müslümanların müşâvereyi sünnet olarak kabul edip ona uymaları içindir. Peygamberimiz (asm) buyuruyor ki: “Müşâvere, pişmanlığa karşı kale ve kınanmaya karşı emniyettir.” Hz. Ali (ra) diyor ki: Müşâvere ne güzel vezir, istibdat (baskı) ise ne kötü hazırlıktır. Hz. Ömer (ra) diyor ki: İnsanlar üç sınıftır: Karşılaştığı işleri kendi görüşüyle halleder. Karşılaştığı müşkil işlerde danışmaya başvurur ve doğru görüşlü kimselerin tavsiyesine göre hareket eder. Tereddütlü ve şaşkındır; ne doğru tavsiyeyi dinler ne de yol gösterene itaat eder. (Edebü’d-dünya ve’d-din, 487) Bu konuda Bedîüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır: Fert hâricî tesirata karşı daha az mukavimdir (dayanıklıdır). Hâricî tesirlere kapılmakla dinin birçok hükümleri feda edilebilir. Böyle inceleşmiş ve çoğalmış münâsebetler içinde, içtihatlardaki müthiş karışıklık, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fâsid medeniyetin tedâhülüyle ahlâktaki müthiş tedenniyle beraber, meşihat cenahı bir şahsın içtihadına terk edilemez. Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhit idi. O hâkimin müftüsü de onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki şûrâlar o ruhu temsil eder. Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücânis olup bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs-ı mânevî olmak gerektir. Tâ ki sözünü ona işittirebilsin. Dine taallûk eden noktalardan, sırat-ı müstakîme sevk edebilsin. Yoksa fert dâhi de olsa cemaatin ferd-i mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye mâruz bırakıyor. Hattâ diyebiliriz, şimdiki zaaf-ı diyânet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaytlık ve içtihadattaki fevzâ, meşihatın zaafından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünkü hariçte bir adam reyini, ferdiyete istinat eden meşihata karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûrâya istinat eden bir şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhiyi de ya içtihadından vazgeçirir ya o içtihadı ona münhasır bırakır. İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûrâya ihtiyaç şedittir Bir şey mâ vudia lehinde istihdam edilmezse atâlete uğrar, matlup eseri göstermez. Neden şûrâya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya'nın, hususan İslâmiyet’in hayatı ve terakkisi nasıl o şûrâ ile olabilir? Elcevap: Nur’un Yirmi Birinci Lem'a-i İhlâsında izah edildiği gibi haklı şûrâ ihlâs ve tesânüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi ihlâs ve tesânüd-ü hakiki ile üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesânüd ve meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tarihiye (tarihî hâdiseler)  bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacâtı hadsiz ve düşmanları nihâyetsiz, ve kuvveti ve sermayesi pek cüz'î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihâyetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakâikinden gelen şûrâ-yı şer'î ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar. 

Muhlis KÖRPE 01 Nisan
Konu resmiBarnabas İncili ve Hz Muhammed (asm)
Kültür ve Medeniyet

Barnabas İsa (as)’ı görüp îman eden, hâtıra ve sohbetlerini bizzat işiterek kaleme alan biri idi. Kitabının giriş kısmına şu ifâdeleri yazmıştı: “İsa ile yaptığım konuşma ve görüşmelerde gördüğüm ve duyduğum gerçeği yazıyorum.” Bu cümleden de anlaşıldığı gibi, Barnabas İncili de diğer dört İncil gibi semadan inen asıl nüsha olmayıp fakat ondan kuvvetli izler taşıyan bir kitaptır. Romalılar döneminde, milattan sonra 325 yılında, önde gelen bazı Hıristiyan din adamları, İznik’te toplanarak birbirinden farklı yüzlerce İncil nüshası arasından, “Baba-Oğul” inancını esas alan bu günkü dört İncil’i seçmiş, bunun dışındakilerin tamamen yakılması ve yanında bulunanların idam edilmesi kararını almışlardı. O sırada yasaklananlardan biri de Barnabas İncili idi. Çünkü Barnabas, mevcut İnciller’e, İsa (as)’ın, (haşa) Allah’ın oğlu olduğu ve çarmıha gerildiği gibi en temel konularda karşı çıkıyor, üç ilah fikrini reddedip tevhid inancını savunuyordu. Bu İncil, İznik Konsülünce yasaklanıncaya kadar Mısır İskenderiye kiliselerinde kabul edilip okunan bir kitaptı. Barnabas İncili’nin diğerlerinden mühim bir farkı da Hz. Muhammed (asm)’dan çok daha açık bir şekilde bahsediyor olmasıydı. Barnabas’ın Ms. 478 yılında keşfedilen kendi kabrinde bulunan tarihî bir nüsha, kilisenin bütün yasaklama ve yok etme çabalarına rağmen, günümüze kadar ulaşmıştır. Vatikan’da bulunan bu asıl nüshanın İtalyanca eski bir tercümesi, Viyana Hofbibliothek Milli Kütüphanesi’nde ve daha sonra bu nüshadan 1907 yılında tercüme edilen iki İngilizce nüshadan biri İngiltere British Müzesi’nde, diğeri Washington'da Kongre Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. 1979 yılında Kongre Kütüphanesi'ndeki nüshanın mikrofilm kopyasını gizlice alan Pakistanlı Müslüman bir araştırmacının sâyesinde bu kitap çoğaltılıp pek çok dillere çevrilmiştir. (1) İsa (as) Muhammed (asm)’ın İsmini Açıkça Zikrediyor Barnabas İncili’nde pek çok önemli hakikatler bulunmasının yanında Hz. Muhammed (asm) hakkında da önemli açıklamalar vardır. Yazılanlara göre İsa (as) havârîleri ve halk ile yaptığı çeşitli sohbetleri esnasında kendisinden sonra gelecek büyük bir peygamber hakkında müjdeleyici açıklamalarda bulunmuştur. “Her peygamber gibi ben de O'nu (asm) gördüm ve O'na saygı gösterdim. O'nu görünce, ruhum teselli ile doldu (ve) dedim: ‘Ey Muhammed (asm)! Allah seninle olsun ve beni ayakkabının bağlarını çözecek değerde kılsın. Buna ermekle ben de büyük bir peygamber ve Allah'ın kutsal bir (kul)'u olacağım.’ Ve İsa (as) böyle deyip Allah'a şükretti.” (2) İsa (as)’ın kendisinden sonra gelecek Peygamberden (asm) ismiyle haber verişi Kur’ân’da da bahsedilmiştir: “Hani Meryemoğlu Îsâ (as): “Ey İsrâiloğulları! Muhakkak ki ben, benden önce (gönderilmiş) olan Tevrat’ı tasdik edici ve benden sonra gelecek ismi Ahmed olan bir Peygamberi (asm) müjdeleyici olmak üzere size Allah’ın (gönderdiği) bir peygamberiyim!” demişti.” (Saff, 6) O’nun Daveti Tüm Dünyaya Yönelik Olacaktır “Bakın, size diyorum ki; Her peygamber geldiği zaman, yalnızca bir kavme Allah'ın rahmetinin işâretini götürmüştür. Ve sözleri de gönderildikleri insanların ötesine uzanmamıştır. Fakat Allah'ın Elçisi (asm) geleceği zaman, Allah O'na (asm) kudret ve rahmetinin sonuymuş gibi verecek, o kadar ki akidesini alacak olan tüm dünya kavimlerine rahmet ve selâmet götürecektir. Dinsizler üzerine güçle gidecek ve puta tapıcılığı ezecek, o kadar ki şeytan'ı kahredecektir.” (3) “İsa (as) cevap verdi: ‘Ben, kuşkusuz İsrail ailesine bir kurtuluş peygamberi olarak gönderilmiş bulunuyorum; fakat benden sonra Allah'ın tüm dünyaya gönderdiği Mesih gelecek; O’nun için yaratmıştır Allah dünyayı. Ve o zaman tüm dünyada Allah'a ibâdet edilecek ve rahmete erilecek” (4) Burada geçtiği gibi Hz. Peygamber (asm)’ın davetinin bütün insanları kuşattığına Kur’ân şu âyetle işâret eder: “Biz Seni (asm) ancak bütün insanlara müjdeleyici ve (Allah azabıyla) korkutucu olarak gönderdik." (5) O En Yüce Ahlâklarla Donatılmış Olacaktır “Bu nedenle size diyorum ki, Allah'ın elçisi, Allah'ın yarattığı hemen her şeye mutluluk getirecek olan bir nurdur. Çünkü o, anlayış ve müşâvere ruhuyla, hikmet ve kudret ruhuyla, korku ve sevgi ruhuyla, akıl ve itidal ruhuyla donatılmıştır. Rahmet ve merhamet ruhuyla, adâlet ve takva ruhuyla, yumuşaklık ve sabır ruhuyla donatılmıştır ki, bunları O, Allah'tan, bütün diğer yaratıklarına verdiğinden üç kat daha fazla almıştır. (6) Kur’ân’da O’nun yüce ahlâkına şu ayetle işâret edilmiştir: “Muhakkak ki sen en yüce bir ahlâk üzeresin” (7) O’nun (asm) Ruhu Her Şeyden Önce Yaratılmıştır “O (Allah), her şeyden önce, yaratıklar Allah'ta rıza ve doygunluk bulsunlar diye, kendisi için tüm (kâinatı) yaratmaya karar verdiği Elçisi'nin ruhunu yarattı.” (8) Bu konu hadislerde, şöyle anlatılmıştır: “Allah evvela benim nurumu yarattı ve mahlûkları da benim nurumdan yarattı.” (9) Ebû Hüreyre (ra)’den şöyle rivâyet edilmiştir: “Ashâb: Ey Allah’ın Resûlü! Peygamber oluşun ne zaman kesinleşti? diye sorunca, Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Âdem, cesedle ruh arasında iken.” (10) Başı Üzerinde Bir Bulut Gezecektir “Allah dünya(dakilere) acıyacak ve bu bakımdan Elçisi'ni (asm) gönderecektir; (Elçisi'nin (asm) ) üzerinde bir bulut duracak, buradan O’nun (asm) Allah'ın seçilmiş bir (kul)u olduğu bilinecek ve onunla tanınacaktır.” (11) Hz. Peygamber (asm)’ın meşhur hârikalarından biri olan başında bulut gezmesi hâdisesi Risâle-i Nur’da şöyle anlatılır: “Şam tarafına on iki yaşında iken gittiği vakit, Râhib Bahira’nın şehâdetiyle, bir parça bulut, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın başına gölge ettiğini görmüş ve göstermiş. Hem yine peygamberlikten evvel Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bir defa Haticetü’l- Kübra'nın Meysere ismindeki hizmetkârıyla ticâretten geldiği zaman, Haticetü’l- Kübra, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın başında iki meleğin bulut tarzında gölge ettiklerini görmüş. Kendi hizmetkârı olan Meysere'ye demiş. Meysere dahi Haticetü’l- Kübra'ya demiş: "Bütün seferimizde ben öyle görüyordum." (12) Son Peygamber, İsmail (as)’ın Neslinden Gelecektir “Bana inanın, size söylüyorum ki (son peygamberin kimin neslinden geleceğine dâir) vaad İsmail'e (as) yapılmıştır, İshak'a (as) değil.”  (13) Gerçekten de burada bildirildiği gibi Hz. Muhammed (asm), İsmail (as)’ın neslinden gelmiştir. Yahudiler ise kendi ataları olan İshak (as)’ın neslinden geleceğini zannediyorlardı. Bekledikleri gerçekleşmeyince inad ve taassupları sebebiyle bile bile inkâr etmişlerdir. Hz. Resûlullah (asm), bir hadis-i şerifinde kendisinin İsmail (as)’ın neslinden geldiğini şu şekilde ifâde etmiştir: “Allah, İbrahim oğullarından İsmail’i (as) seçti. İsmail oğullarından Kinâneoğullarını seçti. Kinâneoğullarından da Kureyş’i seçti. Kureyş’den de Benî Hâşim’i seçti. Beni de Benî Haşim’den seçti” (14) Barnabas’ta daha başka işâretler de bulunmaktadır. Buraya kadar yaptığımız alıntılarla görüldüğü gibi son peygamber Hz. Muhammed (asm) gâyet açık bir şekilde müjdelenmiştir. Yalnız Barnabas İncil’inde değil, önceki bütün semavî kitaplarda dahi tekrar tekrar, ayrıntılarıyla haber verilmiştir. O kadar ki Kur’ân bu açıklığa şöyle işâret eder: “Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler, O’nu (O Peygamberi (asm) ) kendi oğullarını tanımakta oldukları gibi tanırlar. Buna rağmen şübhesiz onlardan bir fırka, kendileri bile bile gerçekten hakkı gizlerler.” (15) Hz. Ömer (ra), Yahudi âlimlerinden iken İslâm’la şereflenen Abdullah bin Selâm (ra) Hazretlerine bu âyet-i kerîme hakkında suâl ettiğinde o, cevâben şöyle dedi: “Yâ Ömer! Ben Hz. Peygamber (asm)’ı gördüğüm zaman, oğlumu tanıdığımdan ziyâde tanımıştım. Zîra oğlum hakkında, belki anası hıyânet etmiştir diye şübhelenebilirim. Ama Resûlullah (asm) için zerre kadar bile şübhem olamaz. Çünkü O’nun vasıfları Tevrât’ta yazılı olanların aynısı ve tamamıdır.” (16)

Cemal ERŞEN 01 Nisan
Konu resmiGüzel Ahlâk Ve Sıdk (Doğruluk)
İtikad

Cenâb-ı Hak, Ahzâb Sure’sinde: “And olsun ki sizin için Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Resulünde (asm) güzel bir örnek vardır.” buyurarak bizler için en mükemmel mürşid olan Efendimiz (asm)’i model olarak bizlere takdim ediyor.   Dikkat edilirse bu âyet-i kerimede “Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman” ifâdesi var. Kanaatimizce buradaki, Allah’a kavuşmayı uman ifâdesinin bir mânâsı da Allah’ı seven demek olabilir. Zîra kişi sevdiğine kavuşmayı arzu eder. Eğer insan Allah’ı sevdiğini iddia ediyorsa Resûlullah (asm)’a tabi olmak ve O’nu (asm) örnek almak zorundadır. Buna delil olması noktasında şu âyet zikredilebilir; (Habîbim, yâ Muhammed (asm)!) De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, o halde bana tâbi’ olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı size bağışlasın! Çünki Allah, Gafûr (çok bağışlayan)’dur, Rahîm (çok merhamet eden)’dir. (Âl-i İmrân, 31) “Âhiret gününe kavuşmayı uman” ifâdesinden de kastedilen âhiretteki saadet-i ebediyeyi kazanmaya çalışan, onu arzu eden şahıs demektir. Peygamberimiz (asm) dünyanın sultanı olduğu gibi âhiretin de sultanıdır. Âhirette makamı en yüksek olacak olan elbette O (asm)’dur. Öyleyse insan âhirette makamının yüksek olmasını istiyorsa Habibullah (asm)’ı bütün cihetleriyle örnek alması gerekir. Örnek aldığı kadarıyla saadet-i dareyni kazanacak ve o makama yaklaşacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri, birçok mânâları aynı anda ihtiva etmesi hasebiyle başta zikrettiğimiz âyet-i kerime de yukarıda ifâde edilen mânâlardan ibâret değildir. Âyette geçen orijinal ifadesiyle üsve-i hasene tabiri aynı zamanda güzel ahlâkın da her çeşidiyle Efendimiz (asm)’in bize örnek olduğunu vurguluyor. Onun için bizler Allah’a olan sevgimizin ifâdesi ve âhirete karşı olan iştiyakımızın göstergesi olarak Resulullah’ı örnek aldığımız gibi ahlâkın en güzelini üzerimizde göstermemiz için de yine O (asm) zatı örnek almalıyız. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri 7. Şua isimli eserinde Peygamber Efendimiz (asm)’in risâletinin delillerini zikrederken dost ve düşmanın tasdikiyle bütün güzel huyların ve hasletlerin O (asm) zâtta cem olmasını da sayar. Güzel ahlâklı olmak bu cihetle de gâyet kıymet arz etmektedir. Zîra Allah Resûlünün (asm) bu vasfı İslâm’ı tebliğ noktasında işini ciddi mânâda kolaylaştırmıştır. Hatta hilm ve cömertlik gibi bazı hasletleri bir takım insanların Müslüman olmasına vesîle olmuştur. Bugün biz müslümanların da İslâmiyet’i anlatma ve tebliğ etme noktasında dikkat etmemiz gereken hususların başında ahlâkımızın güzelliği geliyor.    Hz. Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: "Resûlullah (asm) buyurdular ki: “Mü'minler arasında îmanca en kâmil olanı, ahlâkça en güzel olanıdır.” 1 ve "Kıyâmet günü, mü'minin mizanında güzel ahlâktan daha ağır basan bir şey yoktur. Allah Teâlâ Hazretleri; çirkin, düşük söz (ve davranış) sahiplerine buğzeder." 2 gibi hadis-i şerifler de güzel ahlâkın ehemmiyetini gözler önüne seriyor. Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlâkı dâima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi o adam da insanlara oyuncak olur.3 Yukarıdaki ifâdeden de anlaşılacağı üzere ahlâkın başı doğruluktur. Onun için bu yazıda Efendimiz’in (asm) doğruluğu üzerinde biraz durmak istiyoruz. Peygamberimiz Aleyhisselamın Sıdkı Abdullah b. Amr b. Âs der ki: "Ben, Resûlullah Aleyhisselam’dan duyduğum her şeyi ezberlemek ister ve yazardım. Kureyşlilerden bazı sahâbeler beni ondan nehy ettiler ve: 'Sen Resûlullah Aleyhisselam’dan duyduğun her şeyi yazıp duruyorsun ama Resûlullah Aleyhisselam nihâyet beşerdir. Gazap hâlinde de rıza halinde de söz söyler!' dediler. Bunun üzerine, ben bir müddet yazmaktan vazgeçtim. Nihâyet, durumu Resûlullah Aleyhisselam’a arz ettim. Resûlullah Aleyhisselam, ağzına parmağıyla işâret ederek: 'Yaz! Varlığım Kudret Elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki buradan hak sözden başkası çıkmaz!' buyurdu." Peygamberimiz Aleyhisselam, dil şakası yaparken bile doğruluktan, doğru sözlülükten ayrılmaz: "Ben şaka yaparım ama gerçekten başkasını söylemem!" buyururdu.4  Kendisinin cennete girip giremeyeceğini soran yaşlı kadına: “ Yaşlılar cennete giremez.” buyurup o kadının da üzüldüğünü görünce ona mes’eleyi izah edip onun gönlünü alması gibi. Efendimizin (asm) sıdkı yani doğruluğu sadece O (asm)’na îman edenlerin kabul edip söylediği bir vasıf değil aynı zamanda düşmanlarının da itiraf etmek zorunda kaldıkları bir haslettir. Lâkin biz Müslümanlar bugün doğruluk noktasında içler acısı bir durumdayız. Sıdkın zıttı olan kizb(yalan) bulaşıcı bir hastalık gibi toplumumuzun her tarafını kaplamış durumda. Yalan, günlük konuşmalarımıza o kadar nüfuz etmiş ki yalansız işlerimizin dönmeyeceğine hükmeder bir hale gelmişiz. Bilhassa esnaf olan insanlarımız eğer yalan söylemezsem malımı satamam düşüncesiyle sözlerine sık sık yalanı karıştırır oldular. Şaka olsun diye söylediğimiz yalanların haddi hesabı yok zaten.        İbnu Mes'ud (ra) anlatıyor: “Resulullah (asm) buyurdular ki: "Sıdk insanı birr'e (Allah'ı râzı edecek iyiliğe) götürür, birr de cennete götürür. Kişi, doğru söyler ve doğruyu arar da sonunda Allah'ın indinde sıddîk (doğru sözlü) diye kaydedilir. Yalan da kişiyi haddi aşmaya götürür. Haddi aşmak da ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırır da sonunda Allah'ın indinde yalancı diye kaydedilir.”5 Hadisteki sıddîk kelimesine dikkat çekmek istiyoruz. Çünkü her gün namazlarımızda okuduğumuz Fatiha Suresi’nde şöyle duâ ediyoruz: “Bizi sırat-ı müstakime hidâyet eyle”. Daha sonraki âyette ise sırat-ı müstakim ehlinin Allah’ın kendilerine nimet verdiği kişiler olduğunu öğreniyoruz. Peki, Allah’ın nimet verdiği bu kişiler kimlerdir? Bunu da Kur’ân’ı ilk önce Kur’ân’la tefsir etme kaidesine binâen yine Kur’ân’dan öğreniyoruz. Cenâb-ı Hak Nisa Suresi’nin 68–69. âyetlerinde: "Muhakkak onları doğru yola iletiriz. Her kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine pek büyük nimetler bağışladığı peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlih kimselerle beraberdirler. Ne güzel arkadaştır onlar!" buyurup nimet verdiği kimseleri bize ders veriyor. Dikkat edilirse peygamberlerden sonra sıddıklar zikrediliyor. Başını Hz. Ebu Bekir (ra)’in çektiği bu taife Cenâb-ı Hakk’ın en fazla nimet verdiği ikinci taife olarak karşımıza çıkıyor. Bu mukaddes taifenin en bariz özelliği sıdk olduğuna göre eğer bu taifeye biz de dâhil olmak istiyorsak ( eminim ki herkes cân-ı gönülden arzu ediyordur) en önemli hasletimizin sıdk olması gerekir.  Doğruluk, güzel ahlâkın en önemli temel taşlarındandır. Hal böyle olunca güzel ahlâklı olmak isteyen şahıs sıdkı kendisi için vazgeçilmez bir unsur olarak görmelidir. Ciddi mes’eleler bir tarafa şaka yaparken bile doğruluktan ayrılmamalıdır. Elbette bu mesele üzerine çok şeyler söylenebilir. Ama biz sözü fazla uzatmadan yaklaşık bir asır evvel Bedîüzzaman Hazretleri’nin Emevi Câmi’ndeki söylediği ve tâzeliğinden hiçbir şey kaybetmeyen şu cümleler ile yazımıza son veriyoruz. “Ey bu Câmi-i Emevî’deki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dört yüz milyon ehl-i îman olan ihvanımız! Necat (kurtuluş) yalnız sıdkla, doğrulukla olur. “Urvetü’l-vüska” sıdktır. Yani en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur.                                                                            Kaynaklar: 1-İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 6/343.2- a.g.e.3-İşaratü’l-İ’caz Osmanlıca Esas Nüsha, s.156.4-M. Asım Köksal, İslâm Târihi, Köksal Yayıncılık: 8/415–416.5- İbrahim Câanan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/9.

Mehmet KURT 01 Nisan
Konu resmiKalplerin Şirâzesi
İtikad

Bir pazartesi geldi bize en kutlu haber Kalemim ki secdede yüreğimle beraber. Sen geldin de Şirâze’m, kâinata can geldi Rahmet dudaklarından ölümsüz derman geldi Baba eliyle bir kız atılırken çukura Yıllardır beklenilen lâhutî ferman geldi.   Kim tutardı yoksulun, düşmüşün ellerinden Kim anlardı yağmurun Rahmanî sevincinden! Kör karanlık düşmüş Şirâze’m yokluğunda Sana ağlardı sema, Rahip sana bakardı Bir annenin sancısı nihâyet bulduğunda Güneş Şirâze’m, güneş kutlu kente akardı. Dünyayı bağistana çeviren bahar senin Şarktan garba uzanan Şirâze’m, ayar senin.   Nübüvvet gölgen Benî Sa’d yurduna düşerdi Nurunla en bedevî kavim kemâle erdi. Ne zaman geldin-gittin? Bizlere firak düştü Yeryüzü mescidinde bize iştiyak düştü Şirâze’m sana deli, sana mecnun derlerdi Parmağın kalktığında aya inşikak düştü.   İnşirah yayılırken o en güzel devirden Sen temizlerdin küfrü beşerin genlerinden. Gül kokulu rüzgârlar eserdi Nur dağında ‘Ben gidiyorum’ diyen kardeş, müjdeler seni Yediler dirilirdi sana ümmet çağlarda Seni söyler Varaka, âsuman ağlar seni. Köleyi sultan kılan sende nakışlar vardı Bir dağ konuşur, bir çöl aşka hasret yaşardı.   Yer ve gök sana meftun, kehkeşanlar sana ram Yeryüzü mescidinde sensizlik bize haram! Yokluğun, baharıma efsunlu yalan oldu Hicranlı takvimlerde sensizlik hazan oldu Yüz yirmi dört bin nebi muştular iken seni Çağdaş (me)deniyete sünnetin nâdan oldu! Seni ağlamalı göz, yürek severken seni Sana biat ederiz, gökler dinlerken seni. Senin güzelliğinden devşirmeydi her güzel Sana benzesin diye verilirdi isimler Çevrilmezdi geriye sana verilen bir el Gül adınla başlardı gül devrinden iklimler. Ellerin dosta şifa, düşmanları yakardı Kaldırsan ellerini, kameri parçalardı.   Bir varlık savaşında yokluklardan geçerek Karanlık çemberlerde nurun yol gösterecek. Taşları kuştüyüne çeviren nefesinle Kutsal neşideler yağardı bir bir Hira’dan Gülistan mevsimleri yayılırken elinle Her sözünü Kitab’ta doğrulardı Yaradan.   Çağların sayhasıyla beklenen umar senin Gönlümde ab-ı hayat fışkıran damar senin. Bir devrin esrarında köleler hakan oldu İhbarını hakikat çıkaran zaman oldu Yarını kuşatırken küfrün şehzâdeleri On asırlık saltanat tarifsiz yalan oldu. Adını dillendiren yürekli taşlar vardı Sende cenneti gören nice bakışlar vardı.   Bir pazartesi geldi bize en kutlu haber Kalemim ki secdede yüreğimle beraber. Yeryüzü ikliminde Şirâze’m, ferman sendin Ötelerden müjdeler getiren canan sendin Senin intizarınla filizlendi tohumlar Beş vakit tazelenen Rabbanî beyan sendin. Firakın buldu bizi, yarına özlem kaldı Ebu Kubeys dağında iblise matem kaldı. İkrarınla kavuştu nâr ve nur yolculuğu Hak Kitab’tan beşere tarifsiz merhem kaldı.

Zafer ŞIK 01 Nisan
Konu resmiÂlemin Muallimi
Kültür ve Medeniyet

Bir çekirdek nasıl ki filizlenir, fidan olur, ağaç olur, dal budak salarak hava âleminde büyür ve gelişir. En nihâyette meyve verir. Ağaç ise meyvesiyle kıymet kazanır. Ağacın bütün hizmeti neticesi olan meyvede zuhur eder. Aynen öyle de Peygamberler, insanlık âlemine maddî ve mânevî kemâlâtın, terakkiyâtın, ilerlemenin ve gelişmenin çekirdeklerini getirirler. Onların getirdiği düsturlar, prensipler, esaslar takip edildikçe çekirdekten filize, filizden fidana, fidandan meyve veren ağaca doğru tekâmülün, gelişmenin düğmesine basılmış olur. Peygamberler en güzel meyveleri veren ağaçlar gibidir. Onların meyveleri olgun ve tatlıdır. Çürüğü, eziği olmaz. Bundandır ki en muteber, en kıymetli, en çok rağbet edilen meyveleri onlar yetiştirirler. Resûl-ü Ekrem (asm), âleme muallim olarak gönderildiğini ifâde buyurmuşlardır. O (asm), lezzetli meyveler hükmündeki ashab-ı kiramın, asfiyanın, evliyanın, ulemanın, sulehanın hulâsa umum ümmetinin muallimidir. Bütün bu kâmil insanlar O’nun mekteb-i irfanından feyiz alıp yüksek makamlara çıktılar. O (asm) âlemde hiçbir beşerde olmayan faziletlerin, ilimlerin, yüksek ahlâkların, menbaı, madeni ve muallimidir. O Zât (asm), pek çok rolü aynı anda üstlenen ve bu rolleri birbirine karıştırmadan, ihmal etmeden, eksiksiz bir şekilde mükemmelen yerine getiren bir muallimdir. Şimdi bu bağlamda Efendimizin hayatını mercek altına alıyoruz. Evet, O Zât (asm), ümmeti için her hususta hem bir imam, hem bir mürşid, hem bir muallim, hem bir rehber, hem tüm zamanları ihâta eden nazarıyla her vakit mürâcaat edebilecekleri çok yönlü bir liderdir. O’nun (asm)  her bir hâli ümmeti için ölçüydü, hükümdü, iki cihan saadetinin esasıydı. Bu yüzden bunları bilmek, öğrenmek, öğretmek son derece önemliydi. O Zât (asm),  aynı zamanda müşfik bir baba, hem hanımlarının hukukunu gözeten âdil ve nâzik bir eş, hem ufku geniş bir devlet başkanı, hem tek başına yola çıktığı halde kısa bir zamanda dünyanın en büyük coğrafyasına hükmedecek bir dinin peygamberi, hem en büyük fetihleri gerçekleştiren bir ordunun kumandanı, hem bir ekonomist, hem bir siyâsetçi, hem bir sosyolog, hem bir psikolog, hem bir tabib, hem bir hukukçu, hem âdil bir hâkim, hem bir tüccar, hem Allah’a kullukta zirveye çıkmış en hâlis bir abd, hem risâlete yani peygamberliğe inkılab edecek en büyük velâyet mertebesinin sâhibiydi. Bu kadar çok vasfı aynı anda üzerinde taşıyan ve bunları hakkını vererek yerine getiren, ümmetine sâdece teorik olarak değil, yaşayarak da ders veren bir muallimdi. Onun için her bir meslek ve meşreb sâhibi, O’nun (asm)  hayatından kendisi için istifâde edecek çok şeyler bulabiliyor. Asırlar geçse de hayatında olduğu gibi, mematında da muallimlik vazifesi devam ediyor. Kıyâmete kadar da devam edecek. O Zât (asm),  öyle derin bir bilgiye sâhiptir ki; dinde kendisinden sonra teşekkül eden ilimlerin pek çoğu O’nu (asm) referans aldı. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Siyer, Kelam ve buna benzer ilimlerin kaynağı ve ilk muallimi Peygamberimiz (asm) oldu. O’nun (asm) ilminden feyiz alan milyonlarca muhaddis, müfessir, müçtehid, ilm-i kelam âlimleri insanlık âlemine nur saçtılar. Her asırda tasavvuf mesleğinde yetişen yüz binlerce evliya ve ilimde kemâle eren milyonlarca asfiya meyvelerini yetiştirdi. O mübârek meyvelerden İmam-ı Şâfiîler, İmam-ı Mâlikler, Ebu Hanifeler, Ahmed bin Hanbeller, İmam-ı Gazâlîler, İmam-ı Nakşibendler, İmam-ı Rabbânîler, Abdulkâdir-i Geylânîler, Mevlâna Celâleddinler, Şemsler O’nun mânevî rahle-i tedrisinden geçmiş yıldızlardan sâdece bir kaçıdır. Resûlullah (asm),  ahlâken de insanların muallimiydi. Allah tarafından güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmişti. Hazret-i Âdemden sonra gelen bütün peygamberler, güzel ahlâkı ders vermişlerdi. Geçmiş peygamberlerin vazifesi belli bir kavim veya kabile ile sınırlı olduğundan güzel ahlâkın her birini pratikte ve sosyal hayatta tatbike ihtiyaç yoktu. Çünkü onlar belli başlı hususları ders vermek üzere gönderilmişlerdi. Peygamber Efendimiz (asm) ise bütün beşeriyete gönderilmişti. Vazifesi kıyâmete kadar insanlığa muallimlik etmekti. Bu yüzden en kâmil ve mükemmel derecede ahlâk-ı âliye O’nun (asm) şahsında ve hayatında zuhur edecekti. Onun için Rabbimiz “Ve Muhakkak ki sen gerçekten yüce bir ahlâk üzerindesin” (Kalem, 4) buyurmuştu. Bütün ahlâkî faziletleri üzerinde göstermesi ve bunların her birinde en yüksek seviyede bulunması da O’na (asm)  mahsus bir mucizedir. Bu hususta da ümmetine kâmil bir muallimdir. Çünkü ahlâk-ı haseneden bazıları var ki diğerlerini zorlar. Onda en üst seviyeye gelmek, diğerinde zayıflamaya sebep olabilir. Her ikisini dengede tutmak ve en üst seviyede bunu başarmak gerçekten zor bir iştir. Mesela cömertlikte en yüksek mertebede bulunan kişiye iktisatta yani tutumlulukta aynı dereceye ulaşmak kolay değildir. Biri güçlenirken diğeri zayıflamaya meyyaldir. Adâlette zirvedeyken merhamet ve şefkat kişiyi zorda bırakır. “Hırsızlık yapan kızım Fâtıma da olsa vallahi onun elini de keserim.” diyebilmek kolay bir iş midir? Hem insanların en vakarlısı, hem de en mütevâzısı, en alçakgönüllüsü olmayı kaç kişi başarabilir. Hilmde yani yumuşak huyluluk ve uysallıkta toplumun en üstünü iken; şecaat, cesâret ve kahramanlıkta herkesi geride bırakmak kaç kişiye nasip olmuştur. Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. O (asm), “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hud, 112) fermanını lâyıkıyla yerine getirmeye muvaffak olan bir şahsiyetti. İşte bu yönüyle başlı başına tecessüm etmiş, cisim giymiş bir mucizeydi. Sonra bin dört yüzyıl önce yaşamış bir insanın hayatı nasıl olur da kıyâmete kadar gelecek insanlara örnek teşkil edebilir. Bir memurun hayatı ve yaşantısı, bir âmire ne derece örnek olabilir. Bir fakirin tarz-ı hayatı zenginlere nasıl numune olabilir. Bir köylünün hayatında bir şehirliye misal olacak ne kadar şey olabilir ki? Halktan birisi, devlet başkanlığı yapan bir insana, ne derece numune-i imtisal olabilir? Bir er, ordu kumandanına hangi seviyede ne kadar rehberlik edebilir? Resûl-i Ekrem (asm), sâde bir hayat yaşamakla beraber hem zengine, hem fakire misal olmuştur. O’nun (asm), hayatında doktorlara örnekler olmakla beraber aynı zamanda hâkimlere, devlet idârecilerine, köylülere, şehirlilere, âlimlere, câhillere, evliyalara, eşkıyalara, zâlimlere, mazlumlara, âmirlere, memurlara ve hâkeza… Bütün insanlık tabakalarına da misaller vardır. Her zamanda hangi sınıftan olursa olsun bütün beşeriyet O’nun mübârek şahsiyetinde kendisine örnek alacak çok şeyler bulmuştur. Tebliğ ve irşat hususunda da âlemin muallimiydi. O (asm), yirmi üç senelik peygamberliği müddetinde dünyanın en mutaassıp, inatçı,  vahşî insanlarını öyle bir nurla nurlandırdı ki dünyanın en bedevî insanlarını insanlık âleminde rol model insanlar hâline getirdi. İslâm’dan önceki Ömer ile İslâm’dan sonraki Hz. Ömer’e (ra) bakanlar bu hakikati görebilirler. O (asm), bedevî ve çölde göçebe hayatı süren bir kavmi, dünyanın başına geçiren, onlardan namdar kumandanlar, âdil hükümdarlar, siyâsî dehâlar, merhametli ve cömert zenginler, silinmez izler bırakacak sanatkârlar, insanlığa yön verecek derecede yetişmiş binlerce ilim ve fikir adamı çıkarma başarısı gösteren bir muallimdir. O’nun tebliğ ve irşadı yaşadığı zamanla sınırlı da değildir. Her asır O’ndan feyiz ve nur alır. O (asm), her asırda ortalama olarak üç yüz elli milyon (şimdi bir buçuk milyar) insanın kalbine ve aklına hükmeden bir muallimdir. Bu yönüyle, yani tebliğdeki muvaffakiyet cihetiyle bütün peygamberlerden ileri gitmiştir. Hem Habib-i Kibriya (asm) ibâdet ve duâda da muallimdi ümmetine. Dinindeki ibadetlerin hepsinde o ibâdetin ilk uygulayıcısı ve öğreticisi olmakla beraber en yüksek mertebeye çıkması da peygamberliğinin delilerindendir. Bütün ibâdetlerde kıyâmete kadar hiç kimsenin ulaşamayacağı bir kemâle ermişti. Duâ hususunda da durum aynıydı. Rabbini öyle vasıflarla zikrediyordu ki, O’nun (asm) derece-i marifetine bu güne kadar hiç kimse yetişememiştir. Kıyâmete kadar da yetişemeyecektir. Cevşenü’l-Kebir isimli duâsı duâların baş tacıdır. Ümmetinden hiçbir ferd, tüm zamanlarda yapılan duâların birikimi ve yardımına rağmen O’nun (asm) duâsına yetişememiştir. Evet, âlem nihâyet O’nun (asm) şahsında tam kâmil bir muallim gördü. Hem de öyle bir muallim ki; yaşadığı asrı, saadet asrına çeviren bir muallim… Öyle bir muallim ki; kömürü elmasa dönüştüren bir muallim… Öyle bir muallim ki; bedevîyi medenî, eşkıyayı evliya, vahşîyi yahşî eyleyen bir muallim… Öyle bir muallim ki; zulmeti, karanlığı nura; şirki, küfrü îmana dönüştüren bir muallim... Öyle bir muallim ki; hiçbir zaman insanlığın gündeminden düşmeyen bir muallim... Öyle bir muallim ki; asırlar boyunca bütün insanlığın fazilet ve kemâlâtından her vakit istifâde ettiği bir muallim... Öyle bir muallim ki; bütün dînî ilimlerin doğmasına sebep olan ve kemâlâtıyla, faziletiyle, ilmiyle, sözleriyle ve ameliyle onları kıyâmete kadar besleyecek bir muallim... Şimdi söyleyin bakalım! Âleme O’ndan gayrı böyle bir muallim hiç geldi mi?  

Zafer ZENGİN 01 Nisan
Konu resmiDevlet Başkanı Ve Başkomutan Olarak Peygamberimiz (Asm)
Kültür ve Medeniyet

Peygamber Efendimiz (asm), Cenâb-ı Hakk’ın yanında insanların en sevgilisi ve peygamberlerin en efdali olması sebebiyle bütün insanlık için en birinci örnektir. Özellikle Ümmet-i Muhammed için her hususta örnek alınacak yegâne insandır. Her ne kadar O’nun (asm) bizim için en önemli özelliği Peygamberimiz olması olsa da, O (asm) aynı zamanda tarihte kurulan ilk İslâm devletinin devlet başkanıydı ve ilk İslâm ordularının da başkomutanıydı. Bizim Peygamber Efendimiz’i (asm) Allah’ın Resûlü olduğu için dinî hayatımızda örnek aldığımız gibi, âile reisi olarak âile hayatımızda örnek aldığımız gibi ve bir tüccar olarak iş hayatımızda örnek aldığımız gibi devlet başkanı ve başkomutan olması sebebiyle de devlet idâresi ve askerî alanda da örnek almamız gerekmektedir. İlk İslâm Devleti ve Medine Vesikası Peygamber Efendimiz’in (asm) yaşadığı devirde Arab Yarımadasının büyük kısmında siyâsî bir birlik yoktu. Her şehir kendi kendini yönetiyordu. Medine’de de vaziyet farklı değildi. Medine’de Evs ve Hazrec kabilelerinin başı çektiği Arab kabileleri ile Yahudiler yaşamaktaydı. Evs ve Hazrec kabileleri ise Yahudilerin kışkırtmaları yüzünden uzun yıllar birbirleriyle mücâdele etmişler ve bu yüzden çok defalar birbirlerinin kanlarını dökmüşlerdi. O yüzden Medine’nin içinde bile yüzyıllarca bir birlik kurulamamıştı. Peygamber Efendimiz (asm), hicretten sonra Medine’de siyasî birliği kurabilmek için Medineli Arab kabileleri ve Yahudilerle, tarihte Medine Vesikası veya Medine Anayasası denilen bir antlaşma imzaladı. Bu antlaşma iki sayfadan oluşmaktaydı. Antlaşma metninde, üzerinde ihtilâfa düşülen bir konu hakkında hakemin Peygamber Efendimiz (asm) olduğu, hiçbir Yahudi kabilesinin Peygamber Efendimiz’in (asm) izni olmadan savaşamayacağı, dışarıdan gelen saldırılara karşı Yahudilerin Müslümanlara yardım edeceği ve Müslümanların ve Yahudilerin dinlerini yaşamakta hür oldukları gibi maddeler yer almaktaydı. Böylece Medine’de siyasî birlik oluşturulmuş ve ilk İslâm Devleti kurulmuştu. Peygamber Efendimiz (asm) artık hem devlet başkanı hem de başkomutandı. Mescid-i Nebevî ve Ashâb-ı Suffa Peygamber Efendimiz (asm), hicretten sonra ilk iş olarak parasını ödeyerek aldığı bir arsaya Mescid-i Nebevî’yi inşa ettirdi. Mescid-i Nebevî’nin inşasında bizzat çalıştı. Sahâbeler her ne kadar Peygamber Efendimiz’e (asm) ‘Biz taşırız, siz yorulmayınız yâ Resûlallah!’ deseler de Peygamber Efendimiz (asm) kerpiç taşımaya devam ediyordu. Burada sâdece devlet başkanlarına değil bütün idârecilere çok önemli bir ders var. İdârecilik, sâdece koltuğunda oturarak sağa sola emir vererek yapılmaz. İdâreci emri altındakilerle bizzat beraber olmalı, yeri geldiğinde onlarla zorlukları da paylaşmalıdır. Mescid-i Nebevî hem mescid, hem medrese, hem de mektepti. Mescidin avlusunda kalacak yeri olmayan, kimsesiz ve fakir Müslümanların kalacakları bir yer vardı. Üstüne örtülen hurma dallarının gölgelediği bu kısma Suffa deniyordu. Suffa’da kalan sahâbelere Ashâb-ı Suffa denilmekteydi. Ashâb-ı Suffa’nın sayısı ilk etapta yetmiş iken, zamanla dörtyüze kadar çıktığı da olmuştur. Bizzat Peygamber Efendimiz’in (asm) eğitiminden geçen Ashâb-ı Suffa, takvaları ve sünneti yaşamadaki ciddiyetleriyle diğer sahâbelere de örnek oluyorlardı. Peygamber Efendimiz (asm), Ashâb-ı Suffa’daki sahâbeleri kimi zaman bir şehre vâli, bürokrat veya elçi olarak gönderiyor, kimi zaman da öğretmen olarak görevlendiriyordu. Ashâb-ı Suffa’dan çıkarılacak en büyük ders ise kimsesiz ve kalacak yeri olmayan insanların geçimlerinden ve eğitimlerinden başta idâreciler olmak üzere bütün toplumun sorumlu olduğudur. Ensâr ve Muhâcirlerin Kardeş Olmaları Âl-i İmrân Sûresi’nin 103. âyetinde “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın ve parçalanmayın! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın ki bir zamanlar (birbirinize) düşmanlar idiniz de (Allah) kalblerinizin arasını (İslâm ile) birleştirdi; böylece O’nun nimeti sâyesinde kardeşler oldunuz. Ateşten bir çukurun kenarında (küfür içinde) idiniz de sizi oradan kurtardı. Allah, size âyetlerini böyle açıklar, tâ ki hidâyete eresiniz.” belirtildiği gibi, Medineli Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki düşmanlık, İslâm’ı kabul etmelerinden itibâren tamâmen ortadan kalkmıştır. Haşr Sûresi 9. âyetinde “Onlardan önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve (samimâne) îmana sarılmış olanlar (Ensar), kendilerine hicret edip gelen (Muhâcir)leri severler; hem (onlara) verilenlerden dolayı sînelerinde bir ihtiyaç (bir rahatsızlık) duymazlar ve kendilerinde bir sıkıntı (bir ihtiyaç) bile olsa, (o kardeşlerini) kendi nefislerine tercih ederler!” belirtildiği üzere ise, hicretten beş ay sonra Peygamber Efendimiz (asm), Mekkeli Muhâcirlerle Medineli Ensârı birbirine kardeş ilan etmiştir. Tek tek isim isim, kimin kiminle kardeş olacağını Peygamber Efendimiz (asm) belirliyordu. Böylece Medineliler, Mekkelilerle evlerini ve eşyalarını yarı yarıya paylaşmışlardır. Bir zamanlar komşularıyla kanlı bıçaklı olan Medineliler, şimdi yüzlerce mil öteden gelen ve daha yeni tanıştıkları insanlarla mallarının yarısını paylaşıyorlardı. Peygamber Efendimiz (asm), bir devlet başkanı olarak hem komşu kabileleri barıştırmış, Medine’de barışı sağlamıştır; hem de Medine’ye gelerek her şeylerini Mekke’de bırakan muhâcirlerin evsiz ve aç kalmalarını önlemiştir. Liyâkat ve Kâbiliyete Verdiği Önem Peygamber Efendimiz (asm), herkese kâbiliyetine ve liyâkatine göre vazifeler veriyordu. Ezan okuma vazifesini, ezanın nasıl okunacağını rüyasında gören Abdullah bin Zeyd’e (ra) değil de sesi gür ve tesirli olan Bilal-i Habeşî’ye (ra) vermişti. Belki daha bilgili ve daha tecrübeli Sahâbeler varken; insanî ilişkilerde usta ve giyim kuşamına dikkat eden Mus’ab bin Umeyr’i (ra) tebliğ için Medine’ye göndermişti. İkinci Akabe Biatında, Peygamber Efendimiz’in (asm) Mus’ab bin Umeyr’i (ra) görevlendirerek ne kadar doğru bir tercih yaptığı ortaya çıkacaktı. Peygamber Efendimiz (asm), Zeyd bin Sâbit’e (ra) görev vererek İbranice’yi ve Süryanice’yi öğrenmesini istemiştir. Çok kısa zamanda bu dilleri öğrenen Zeyd bin Sâbit (ra), Peygamber Efendimiz’in (asm) tercümanı olmuştur. Daha çok genç yaşta olmasına rağmen Üsame bin Zeyd’i (ra) içinde Aşere-i Mübeşşere başta olmak üzere önde gelen birçok Sahâbenin olduğu orduya komutan tayin etmişti. Yine aynı şekilde Muaz bin Cebel’i (ra) liyâkatine, aklına ve ilmine güvendiği için genç yaşta Yemen’e vâli olarak göndermişti. Gönülleri Kırmadan Tamir Etmesi Bilâl-i Habeşî’nin (ra) okuduğu ezanı ilk duyduğunda; ezanla alay eden Ebu Mahzûre’ye bu davranışından dolayı ceza vermemiştir. Ebu Mahzûre’yi yanına çağıran Peygamber Efendimiz (asm), önce Ebu Mahzûre’ye ezan okutmuş, daha sonra da ona bir kese gümüş para vermiş ve alnını ve göğsünü sıvazlayarak duâ etmiştir. Bu hâdiseden sonra Ebu Mahzûre (ra), Resûlullah’dan (asm) aldığı izin ile vefat edene kadar Mescid-i Haram’da müezzinlik yapmıştır. Alçakgönüllülüğü İtibarlı biri olan Adiyy bin Hatim, İslâm dinini tanımak için Medine’ye gelmişti. Hıristiyan olan Adiyy’i, Peygamber Efendimiz (asm) misâfir etmek için evine götürürken, yolda yaşlı bir kadına rastladılar. Peygamber Efendimiz (asm), yaşlı kadınla yakından ilgilendi ve derdini dinledi. Peygamber Efendimiz (asm) ve Adiyy eve vardıklarında, Peygamber Efendimiz (asm) evdeki minderi oturması için Adiyy’e verdi ve kendisi de yere oturdu. Peygamber Efendimiz’in (asm) bu davranışları Adiyy’in çok hoşuna gitti ve Adiyy Müslüman oldu. Peygamber Efendimiz (asm), Risâleti boyunca defalarca savaş kazanmış ve birçok şehir ve kaleyi fethetmişti. Ama her seferinde de mütevâzi ve alçakgönüllüydü. Nasr Sûresi’ndeki Cenâb-ı Hakk’ın “Allah’ın nasr’ı (yardımı) ve fetih geldiği zaman! Ve insanları bölük bölük Allah’ın dînine girerken gördüğün (zaman)! Artık Rabbine hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile! Çünkü O, Tevvâb (tevbeleri çok kabul eden)dir.” emrine harfi harfine riâyet eden Peygamber Efendimiz (asm), Mekke’yi fethettiği gün atının üzerinde muzaffer ve mağrur bir komutan edasıyla değil, mütevâzi ve merhametli bir Peygamber edasıyla Mekke’ye giriyordu. Adâleti Bir keresinde Medine’de Fâtıma isimli bir kadın hırsızlık yapmıştı. Bu kadın önde gelen bir âilenin kızıydı. Bu sebeple olayın örtülerek ceza verilmemesi için Üsame bin Zeyd’i (ra) aracı yaparak; Peygamber Efendimiz’e (asm) gönderdiler. Üsame bin Zeyd (ra), Zeyd bin Harise’nin (ra) oğluydu ve Peygamber Efendimiz’in (asm) yanında büyümüştü. Peygamber Efendimiz (asm), onu torunu gibi severdi. Buna rağmen Peygamber Efendimiz (asm), böyle bir şey için aracılık yaptığından dolayı Üsame bin Zeyd’e (ra) sert bir tepkide bulunmuş ve: “Sizden önce helâk olup giden toplumlar, zayıf ve itibarsız kimseler bir suç işlediğinde onlara ceza veriyor; itibarlı ve güçlü kimseler aynı suçu işlediklerinde ise cezadan vazgeçiyorlardı. Allah’a yemin ederim ki; eğer bu suçu kendi kızım Fâtıma işlemiş olsaydı aynı cezayı ona da verirdim.” demiştir. Gönülleri Fetheden Merhameti Sefere çıkarken ashâbına kadınları, çocukları ve yaşlıları öldürmemeleri, evleri yakıp harap etmemeleri, ağaçları kesmemeleri ve ekinlere zarar vermemeleri yönünde talimatlar veriyordu. Savaş hukukuna hem kendisi riâyet ediyor, hem de ashâbının riâyet etmesi hususunda son derece titiz davranıyordu. Peygamber Efendimiz’in (asm) komuta ettiği ordular, karşı orduya büyük zâyiatlar vererek yok etmek için savaşmıyorlardı. Mümkün olduğu kadar az insanın zarar görmesine dikkat ediliyordu. Bu sebeble Peygamber Efendimiz’in (asm) komuta ettiği bütün savaşlarda karşı taraftaki ordulara verilen zâyiat toplamda 220 ölü civarındaydı. Müslümanlardan ise 140 kadar Sahâbe şehid olmuştu. Mekke’nin fethinde ise hiç kimsenin burnu bile kanamamıştı. O’na (asm) ve ashâbına her türlü işkence ve zulmü reva gören Mekkelilere Peygamber Efendimiz (asm): “Bugün ben de size, kardeşim Yusuf’un dediklerini söylüyorum: ‘Bu gün (benim tarafımdan) size bir kınama (bir başa kakma) yok! Allah sizi affetsin! Çünkü O, merhamet edenlerin en merhametlisidir. (Yusuf, 92)’ demişti. Yine aynı gün, Peygamber Efendimiz (asm) Hz. Hamza’yı (ra) şehid eden Hind’i ve Vahşi’yi affetmişti. Hulâsa Peygamber Efendimiz (asm), gazveye gidileceği zaman katılanların listesi hazırlanırken ismini en başa yazdırır, ashâbına cesâret noktasında örnek olurdu. Uhud Harbinde herkes Uhud Dağına çekilirken O (asm), yaralı olduğu hâlde tek başına müşrik ordusunun peşinden gidiyordu. Ordu komutanı olduğu hâlde O (asm) da deveye sırayla biniyor ve sırası gelene kadar yürüyordu. Kimi zaman da Hendek Harbinde olduğu gibi açlıktan karnına taş bağlıyordu. Bütün bu örnekler, bizim için yoruma bile ihtiyaç bırakmayan sözün bittiği yer diyebileceğimiz hâdiseler. Bir kere daha anlıyoruz ki; Kur’ân ancak böyle hayata geçirilebilirmiş.  

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiRisâlet-i Ahmedîye(Asm)’ın Onbeş Delili
İtikad

Resûl-i Kibriyâ Aleyhissalâtü Vesselam’ın peygamberliğini ispat eden deliller had ve hesaba gelmez. Fakat burada denizden bir katre tarzında O Zât’ın (asm) sıdkına ve nübüvvetine gâyet kuvvetli birer şehâdet hükmünde onbeş burhanı zikrederiz. Şöyle ki: Muhammed-i Arabî (asm), ümmî olduğu halde tüm dünya insanlarını saadete ulaştıracak nitelikte öyle düsturlar ortaya koymuştur ki; on dört asırdır bütün ehl-i akıl ve felsefeyi hayrette bırakmıştır. Muhammed-i Kureyşî (asm)’ın dâva ettiği esâsât-ı îmaniyenin her birisi için asırlardır ortaya konan tüm deliller aynı zamanda doğruluğuna ve hakkaniyetine apaçık birer şâhittirler. Muhammed-i Hâşimî (asm)’ın bütün âleme model ve örnek olacak yüksek, güzel ahlâkı risâletine ve sâdıkıyetine pek kuvvetli birer şâhittirler. Bir parmağının işâretiyle kamerin iki parça olması, aynı elin parmaklarından beş musluklu çeşme gibi suyun akması ve yine aynı elin avucuna aldığı taşların zikir ve tesbihe başlaması gibi binler mucizâtı risâletine çok kuvvetli birer tasdik hükmündedirler. On dört asrı nuruyla aydınlatan, nev-i beşerin beşten birisini değişmez kanunlarıyla idâre eden Kur’ân-ı Kerîm, hakkaniyetine en bâhir bir burhandır. Bin bir Esma-i İlahiye ile Cenâb-ı Hakk’ı vasfeylediği Cevşenü’l-Kebir isimli münâcât başta olmak üzere Rabbisine karşı yapmış olduğu tazarru, niyaz ve duâda dahi misli olmaması risâletine ve hakkaniyetine şehâdet eder. Kur’ân’ın bu asırda mânevî ve hakikî bir tefsiri olan Risâle-i Nur, yüz otuz parçasıyla Risâlet-i Muhammediye’ye tek başına ayrı bir hüccettir. Kâbe’yi tahrip etmeye gelen Ebrehe ve askerlerinin başlarına Ebâbil kuşlarının elleriyle taşlar yağması, Kâbe’deki putların baş aşağı düşmesi ve Kisrâ sarayının harap olması gibi irhasât denilen, nübüvvetten evvel zuhur eden ve gelecek Peygamber (asm)’ın mucizâtı sayılan hârika vâkıalar gâyet sağlam bir surette risâletine şehâdet eder. Hz. Osman (ra) ve Hz. Hüseyin’in (ra) şehâdetleri, Şam, İran ve İstanbul’un fetihleri gibi vefatından sonra vuku bulacak hâdiselerden haber vermesi ve ihbar ettiği gibi aynen meydana gelmesi risâletine gâyet parlak birer şâhittir. Her asır o Şems-i Hidâyet’ten aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar. Ebu Hanifeler, Şafiîler, Ebû Bâyezid-i Bestamîler, Şah-ı Geylanîler, Şah-ı Nakşibendler, İmam-ı Gazalîler, İmam-ı Rabbanîler (ks) gibi milyonlar münevver meyveler vermişler. Resûl-i Ekrem (asm)’ın açmış olduğu cadde-i kübra-yı Kur’ânîyede giderek bu yüksek mertebelere ulaşan bu zevât-ı a’zam o Zât (asm)’ın nübüvvetine zâhir bir burhandır. “Onlar, gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine yapışsanız felaha erersiniz” iltifatına mazhar olan, enbiyadan sonra en yüksek makamda bulunan sahâbeler, nübüvvet-i Ahmediyeye gâyet bâhir bir burhandır. İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd gibi binler ehl-i tahkikin ilme’l-yakin katiyetinde îmanları ve ortaya koydukları aklî ve mantıkî deliller Habîb-i Rabbü’l-Âlemîn’e kat’i birer şâhittir. Tevrat, İncil ve Zebur’un yüzler âyetlerinin Hıristiyanlar ve Yahudiler tarafından çok tahrifat yapılmakla beraber yine nübüvvet-i Ahmediyeyi haber vermesi apaçık birer delildir. Muhammed (asm)’ın getirdiği nur ile kâinatın mâhiyeti, kıymeti, kemâlâtı ve içindeki mevcudâtın vazifeleri ve neticeleri tahakkuk etmiştir. Bu dahi çok kuvvetli bir delildir. Gözümüz önünde görüyoruz ki; Cenâb-ı Hakk’ın her zaman iyileri himâye etmesi ile fenaları ve yalancıları tokatlaması Muhammedü’l-Emin (asm)’ın risâletine ve sâdıkıyetine pek kuvvetli bir şâhittir. İşte bu on beş adet ayrı ayrı delillerin hepsi bir arada düşünüldüğünde Risâlet-i Ahmediyeye ne kadar sağlam bir hüccettir. Nasıl ki pamuk iplikleri bir araya gelmekle kopmaz bir halat olur. Aynen öylede, topyekün bu deliller sarsılmaz ve yıpranmaz başlı başına bir burhan olur.

Ali CİRİT 01 Nisan
Konu resmiYer Gök Hz. Peygamberi (Asm) Tanıyor
Kültür ve Medeniyet

O (asm) kâinatın en meşhurudur. Meşhur deyince aklımıza gelen mânâ “herkesin bildiği, tanıdığı, sergüzeşt-i hayatına vakıf olduğu” kimsedir. Kendimize şöyle bir soralım: Bence en meşhur kimdir? Mutlaka aklımıza birileri gelir. Zihnimize gelen kişinin şöhretini kısaca bir murakabe edelim: O nasıl doğdu, yanında kimler vardı, doğum anında olağanüstü şeyler oldu mu? İki yaşında ya da dört yaşında, altı, yirmi beş, kırk, elli üç yaşında neler oldu? Hangi yemeklerden hoşlanır, nasıl yemek yerdi? Nasıl konuşur? Konuşurken başını çevirerek mi, yoksa bütün vücudunu muhatabına dönerek mi? Yolda nasıl yürürdü? Hanımına ve ev ehline nasıl davranır? Toplum içindeki davranışları bilindiği gibi mahrem hayatı da o kadar alenî biliniyor mu? Alış verişte nelere dikkat ederdi? Bir biri ardınca terettüb eden sorulara müspet cevap verebiliyorsak ancak o zaman o kimse hakiki mânâda meşhur olur. Peygamber Efendimizin (asm) mübârek hayat serüveni bütün bu sorularımıza müspet mânâda cevap vermektedir. Nübüvvetten önce: Peygamberimizin geleceği, annesinin rüyasında müjdelenmesi, doğum anındaki olağanüstü hâller, Tevrat ve Zebur’da tarif edilmesi, bunu okuyan Şık, Satih ve Bâhira gibi bilge kişilerin Hz. Muhammed’in (asm) gelecekte peygamberliğini haber  vereceğini söylemişler. Peygamberimizin tarif edilen şekilde olması gibi bazı halleri dikkatli nazarları kendi üzerine celbetmiştir. Peygamberlikten sonra ise: “Allah’ı seviyorsanız Resûlüne ittiba edin”, “O’nda sizin için güzel misaller vardır.” Hakikatleri işiten sahâbiler O’nun her anını ve her hâlini adım adım takip etmişler. Erişemedikleri mahrem kısmını da ezvâc-ı tâhirâta sorarak öğrenmişler, böylece mübârek hayatında mübhem bir nokta kalmamıştır. Bütün bunlar siyer ilmince sâbittir. O’nun meşhurluğu bununla da kalmayıp yer ile gök ehlince de bilinmektedir. Hem O’nu, Âdem (as) babamızdan tut, günümüze kadar bütün insanlık biliyor. Ayrıca O’nu (asm) melekler, cinler, ölüler, hayvanlar, bitkiler, cansız olan varlıklar da tanıyor. Sizce meşhurluktan maksat da bu değil midir? O (ASM) NASIL TANINIYOR? Âdem babamız, bazı hikmetlerin yerine gelmesi ve imtihan meydanının açılması için   cennetten çıkarılıp dünyaya gönderilir. Âdem babamız, affı için Hak Teâlâ’ya yalvarıp yakarır. Nihâyetinde kendine bir şefaatçi bulur “Ya Rab, bizi Muhammed’in (asm) hakkı için bağışla!” Cenâb-ı Allah: “Sen O’nu nerden tanıyorsun?” Âdem babamız: “Ya Rab, Cennetin her köşesinde Senin adının yanında O’nun (asm) adı vardı” der. PEYGAMBERLER TANIYOR “Musa dedi: Rabbim, ben Tevrat’ta öyle bir topluluk görüyorum ki, onlar insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmettir. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar ve Allah’a iman ederler. Onları benim ümmetim kıl.” Allah şöyle dedi: “O Muhammed’in Ümmetidir.”… Eski Ahit, İşaya, Bâb 42. Aynı mana Al-i İmran 110’uncu ayette mevcuttur. İsa (as) İncil’de: “Bununla beraber ben size gerçeği söylüyorum. Benim gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü ben gitmezsem “Paraklit” size gelmez. Fakat gidersem O’nu (asm) size gönderirim.” (İncil, Yuhanna, 16-78) ESKİ HÜKÜMDARLAR TANIYOR Yemen meliki Tübbâ Medine’ye gelir, bir peygamber şehrine girdiğini anlayıp, hâtırasına bir ev yaptırır, O geldiğinde verilmek üzere bir de mektup bırakır ve der ki: "Ah ben O’na (asm) yetişse idim. O’nun (asm) ammizâdesi olurdum. Yani Hazret-i Ali gibi fedâî bir hizmetkârı ve veziri olurdum.” Diğer birisi de: "Ben, Muhammed'e (asm) hizmetkâr olmayı bu saltanata tercih ederim."demiştir. KÂHİNLER TANIYOR Şık ve Satih gibi zâtlar, yakında bir Peygamber Hicaz'da zuhur edeceğini Fars Devleti'ni kaldıracağına sarih bir surette haber vermişler. Buheyra-yı Râhip de O’nu tanıyordu ve risâletinden haber veriyordu: Peygamberimiz, amcası Ebu Tâlib ve bir kısım Kureyşlilerle beraber, Şam tarafına ticârete giderler. Buheyra-yı Râhib'in Kilisesi civarına geldikleri vakit otururlar. Rahip Buheyra birden çıkagelir. Kâfile içinde Hz. Peygamberi göstererek: "Şu, Âlemîn efendisidir ve Peygamber olacaktır." Kureyşliler: "Nerden biliyorsun?" Mübârek râhib: "Siz gelirken baktım ki havada üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz otururken, O’nun tarafına bulut meyletti, gölge yaptı. Hem gördüm ki: Taş, ağaç ona secde eder gibi bir vaziyet alıyordu. Bu ise ancak nebilere yapılır." HAYVANLAR TANIYOR Bir gün bir kurt, keçilerden birisini tutmuş; yiyecekken çoban, kurdun elinden o keçiyi kurtarmış. Kurt demiş: "Allah'tan korkmadın, benim rızkımı elimden aldın." Çoban: "Acâyip! Kurt konuşur mu?" Kurt: "Acib senin hâlindedir ki bu yerin arka tarafında bir Zât var ki, sizi cennete dâvet ediyor, o peygamberdir, O’nu tanımıyorsunuz!" Çoban: "Ben gideceğim; fakat kim benim keçilerime bakacak?" Kurt: "Ben bakacağım." Çoban ise çobanlığı kurda devredip gitmiş. Peygamber Efendimizi görmüş, îman etmiş, dönüp gelmiş. Kurdu sürülere çoban bulmuş. Zâyiat yok. Bir keçi ona kesmiş, çünkü ona üstadlık etmiş.” DAĞ, TAŞ VE AĞAÇLAR TANIYOR Peygamber Efendimizin yanına bir bedevî gelir. Peygamberimiz: Nereye gidiyorsun?" Bedevî: "Ehlime." Peygamberimiz: "Ondan daha iyi bir hayır istemiyor musun?" Bedevî: "Nedir?" Peygamberimiz: “Allah’tan başka ilah olmadığına, O’nun bir olduğuna, hiçbir şeriki olmadığına ve Muhammed’in (asm) O’nun kulu ve resûlü olduğuna şehâdet etmendir. Bedevî: "Bu şehâdete şâhid nedir?" Peygamberimiz: "Vâdi kenarındaki ağaç şâhid olacak." İbn-i Ömer der ki: “O ağaç yerinden sallanarak çıktı, yeri şak ederek, tâ Hz. Peygamber’in yanına geldi. Üç defa, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o ağacı şehâdet ettirdi. Ağaç da, doğruluna şehâdet etti. Emretti yine yerine gidip yerleşti". Hz. Peygamber, Ebu Bekir Sıddık, Ömerü’l-Faruk ve Osman-ı Zinnureyn ile Uhud Dağı'nın başına çıktılar. Cebel-i Uhud ya onların muhabetlerinden veya kendi sürur ve sevincinden titremeye başladı, kımıldandı. Peygamberimiz buyurdu ki: “Dur ey Uhud! Şüphesiz üzerinde bir peygamber, bir sıddık ve iki şehid var.” Nihayetinde dağ sakinleşti. CİNNÎLER TANIYOR Hazret-i Ömer anlatıyor: "Biz Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın yanında iken, ihtiyar şeklinde, elinde bir asâ, ‘Hâme’ isminde bir cinnî geldi, îman etti. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona kısa sûrelerden birkaç sûreyi ders verdi. Dersini aldı, gitti.” İşte önceki peygamberler, hükümdarlar, kâhinler, Avrupa’nın akil adamları, hayvanlar, ağaçlar, dağlar taşlar, cansız cenâzeler O’nu tanıyıp, O’nun risâletini tasdik etse; canlı olanlar tasdik etmese; elbette o câni canlılar, cansızlardan daha cansız ve ölülerden daha ölü olmazlar mı?

Zeynel Abidin YILDIRIM 01 Nisan
Konu resmiErteleyenler Niye Helâk Olur?
İtikad

Eğer merak ediyorsanız, öyleyse buyurun, konumuz ertelemecilik ve acı sonuçları. Evet, Resûl-ü Ekrem (asm)’ın ifâdesiyle insanı, “helâkete” kadar götüren bir fiildir ertelemek. Ertelemek, kâh “Aman, sonra yaparım”, kâh “şimdilik biraz duralım” kâh “yarın olsun bir bakalım” cümleleri ile karşımıza çıkar çoğu zaman. Aslında, bu cümleler ertelemecilik hastalığının içimizden dışımıza yansıyan belirtileridir. Eğer bizler yapmamız gereken bir işi, yapmamız gereken bir zamanda, yapmamız gereken bir kalitede ve bize tanınan sürede yapmıyorsak (maalesef yapamıyorsak diyemiyoruz!) bizde de bu ertelemecilik hâli az veya çok var demektir. Bu sağlıksız hâlin içimizde filizlenmesi, zamanla fide, fidan, derken Allah muhâfaza karakterimizde bir ağaç gibi kökleşip yerleşmesi, şahsımız için çok ciddi bir tehlikenin habercisi değil midir? Evet, o erteleme hastalığıdır ki; nice insanları dünya ve âhiret saadetinden mahrum etmiştir. Nice kabiliyetleri, nice yetenekleri inkişaf etmekten, meyve vermekten alıkoymuştur. Hatta nice nice toplulukları, milletleri kemâlât yarışında geri bırakmıştır. Bu arada şunu da söylemeden geçmeyelim, erteleme illeti genelde yalnız bulunmaz, kardeşleriyle birlikte gezer. Evet, ertelemek, ihmâlkârlıkla, umursamazlıkla, savsaklamakla, sebâtsızlıkla, ümidsizlikle, tedbirsizlikle, hedefsizlikle, önemsemezlikle, ciddiyetsizlikle özellikle ama özellikle gaflet ve tembellikle kardeştir. Öyle ki, bu erteleme illeti, kardeşleriyle bir şebeke hâlinde hareket eder ve yavaş yavaş bu atâlet şebekesi ruhları işgal eder. Ve insanı tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda yakalayıp, kendisiyle meşgul eder, kişiyi kendisiyle uğraştırır, Sonunda o şahsı psikolojik olarak esir alıp, yorar da yorar. Ertelemek ilk başlarda çok tatlı ve lezzetli bir şeymiş gibi görünür insana. Hatta ertelemeyi zehirli bir bala bile benzetebiliriz. Ertelemek ilk zamanlar bal gibi tatlıdır, lâkin insan sâdece kendisinin yapabileceği bir işi, tembelliğinden, tenperverliğinden veya rahatına, keyfine düşkünlüğünden dolayı ertelerse, doğrudur; az da olsa geçici olarak rahatlar, ama bu rahatlığın tadı fazla uzun sürmez. Bu rahatlamayı, yüklenilen veya üstlenilen sorumluluğu yapmamaktan (tekrar ediyoruz, kesinlikle yapamamaktan değil!) kaynaklanan bir üzüntü ve mutsuzluk hâli takip eder. Yani “erteleme”, “tehir etme”, “öteleme” ,“sonra yaparım”, “şimdilik dursun” düşüncesi, üzüntünün ve mutsuzluğun en önemli kaynaklarından biri olarak pat diye karşımıza çıkar. Ve o insan yapması gerektiği halde yapmadığı ve kendisinden başkasının da yapamayacağı bir işin sonuçlarını, âkıbetini düşünerek önce vehimlenir, sonra endişelenir, daha sonra da üzüntünün çukuruna düşer. Hatta bu psikolojik hâl onu, o sorumluluğu yerine getirmekten daha çok yorar ve yıpratır. Bu yaşanılan ruhî bir yorgunluktur, ama gerçekte bu durum, neticeleri maddî hayatı da derinden etkileyen ciddi bir problemdir. Pekala, bu problemin bir çâresi yok mu? Elbette ki, var. Peygamber-i Zîşanımızın “Erteleteyenler helâk oldu.” diye ifâde buyurdukları, rahmet yüklü hadisleri ve bu hadisin emsâli olan başkaca sözleri bize bir çıkış yolu, bir kurtuluş kapısı açabilir kanaatindeyiz. Evet, O (asm), rahmet dolu bu hadisle bizlere erteleyenlerin helak olduğunu dostâne hatırlatıyor. Ertelemenin acı neticelerine müşfikane işâret ediyor. Neyi ertelersek, neleri kaybedeceğimizi biran olsun düşünmemizi samimâne istiyor. Başta sahâbelerine ve sonra bütün ümmetine yapılması gereken bir işi, yapılması gereken bir zamanda, yapılması gereken bir kalitede ve yapılması lâzım gelen bir sürede yapmak hususunda kâmilâne en güzel bir örnek oluyor ve nasıl yaşamamız gerektiğini bize hayatıyla aşikâre gösteriyor. Evet, bu hadis rahmet yüklüdür dedik, çünkü bu hadis, boynumuzda yılan gibi duran bir tehlikeden haber veriyor. Bu hadis rahmet yüklüdür; zîra ertelemecilik illetinin âkıbetini müşfikane bir surette bize ders veriyor. Bu hadis rahmet yüklüdür, zîra bu hadis, dünyamızı sıkıntıya sokacak bir durumdan bize dostâne bahsediyor. Bu hadis rahmet yüklüdür, zîra en önemlisi bu hadis, Allah korusun, belki de âhiretimizi mahvetmeye kadar götürebilecek bir hastalığın vahim sonuçlarından bizi haberdâr ediyor. Evet, “Aman dikkat et! Boynunda zehirli bir yılan var.” diyen bir kişi bizim şefkatli bir dostumuz değil midir? “Böyle gidersen, çok kötü bir son seni bekliyor.” diye bizi samimâne ikâz eden, hiç bizim zararımızı isteyen biri olabilir mi? “Haydi toparlan, bu son fırsatı da kaçırma!” diyerek bizim elimizden tutan biri, bizi seven, bizim iyiliğimizi isteyen bir hayırhâhımız değil de nedir? Evet, insanoğlu bugüne kadar hayırlı olan neyi ertelediyse zarar etmiştir, hep kaybetmiştir. Sözgelimi, îmanı, inancı erteleyenlerin kâr ettiğini kim iddia edebilir? Evet, insan, îmanı ertelerse hem dünyada hem âhirette yanacaktır. Öyleyse şuandan başlayıp îmanımızı artırmaya çalışmamız gerekmez mi? Mesela; Namazı, ibâdeti erteleyenlerin zarar içre zararda olmadıklarını kim söyleyebilir? Evet, İnsan, namazı, ibâdeti ihmal ederse kabirde çok, ama çok pişman olacaktır. Madem pişman olmak tehlikesi var, şimdiden düzenli bir şekilde namaz ve ibâdetlerimizi yapmamız menfaatimiz icâbı değil mi? Yine, Rabbimize karşı tevbeyi ve pişmanlığı erteleyenlerin içinde bulundukları ziyanı kim inkâr edebilir? Evet, İnsan, tevbeyi, pişmanlığı geciktirirse âhirette kaçırdığı fırsatların ardından çok ağlayacaktır. Madem tevbeyi, nedâmeti ertelemek aleyhimizedir, neden hemen samimiyetle tevbe etmeyelim ki? Durum böyle ciddiyken “Cehenneme girenlerin çoğunu tevbeyi geciktirenler oluşturacak.” Nebevî bilgisi tevbe için bize hız vermeli değil mi?  Yine, şükrü, sabrı, affetmeyi sonraya bırakanların, pişman olarak kabre girdiklerini kim yalanlayabilir? Anne-babasına, çoluk çocuğuna, emri altındakilere merhameti, şefkati esirgeyip “şimdi dursun sonra nasıl olsa bir şekilde yaparım” diyenlerin helâkete doğru sürüklenmediğini hangi vicdan savunabilir? Evet, İnsan, nimete şükrü tehir ederse o nimetlerden âhirette mahrum kalacaktır. Ana-babasına hürmeti ertelerse dâim pişman olacaktır. Hanımına, çocuklarına karşı merhameti ertelerse gün gelip tarifsiz bir nedâmet duyacaktır. O insan, idâresi altındakilere vermesi gereken adâleti, hakkaniyeti sonraya bırakıp onları mahrum ederse mahşer gününde âdil bir adâletin ve hâkim bir hakkaniyetin karşısında diz çöküp yalvaracaktır. Evet, Madem öyledir, o zaman neden, şükrü, sabrı, affı, hürmeti, merhameti, adâleti, hakkaniyeti kuşanmak için, yaşamak için, yaşatmak için acele etmiyoruz? “Hayırlı işlerde acele ediniz.” Nebevî emriyle gayrete gelmek, erteleyip sonuçta pişman olmaya bedel, daha hayırlı, daha faydalı değil midir? Yoksa harekete geçmek için fırsatların kaçmasını, sayılı nefeslerin tükenmesini, imtihan dünyasının kapanmasını mı bekliyoruz? Hayır, kesinlikle hayır. Bizler şimdilik durarak değil, şimdiden başlayarak, yeni bir gayret, taze bir ciddiyetle, istikbalde pişman olmamak için, bugünden özellikle şimdiden başlamalıyız. Ve “Erteleyenler helak oldu.” hadisini kendimize rehber yapmalıyız. Erteleme hastalığını boynumuzda zehirli bir yılan gibi bilip, erteleme illetinin kardeşlerini de tanımalıyız. Ve Allahın izniyle şimdiden, evet hemen şimdiden başlayıp atâletten kurtulmalıyız. İnşaallah. Son olarak Rabbimizden niyazımız odur ki; hayatımızı O’nun (asm) sünnetleriyle ve ahlâkıyla rızıklandırsın. Ve mematımızı da O’nun (asm) şefaatiyle ve berekâtıyla nurlandırsın. Âmin. Âmin. Âmin.   

Ayhan Mirza İNAK 01 Nisan
Konu resmiGelecek Er Ya Da Geç Irak’ın Asıl Ve Asil Sâhiplerinindir
İnsan

Irak Müslüman Âlimler Heyeti resmi sözcüsü Prof. Dr. Beşşar Feyzi, İrfan Mektebi’ne konuşarak Türkiye’de belki de çoğu çevrelerce ilk defa duyulacak ve değerli okurlarımızı gerçekten sarsacak bilgileri bizimle paylaştı. Ömer Saidoğlu’nun dergimiz için yaptığı röportaj. Röportaj isteğimizi kabul ettiğinizden dolayı teşekkür ederek başlamak istiyoruz. Öncelikle sizleri ve temsil ettiğiniz teşkilatı tanıyabilir miyiz? Prof. Dr. Feyzi- Ben de bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Bağdat’taki İslâmiyye Üniversitesi Hadis Anabilim Dalı’nda profesörüm. 2003 yılında Irak işgaliyle birlikte âlimlerin, mütefekkirlerin ve önde gelen şahsiyetlerin katılımıyla kurulan Irak Müslüman Âlimler Heyeti’nin (HEYET) kurucusu, yönetim kurulu üyesi ve resmî sözcüsüyüm.  Tıpkı tarihin diğer dönemlerinde olduğu gibi işgal edilmiş bir İslâm beldesi olan Irak’ta da Müslüman âlimler kendilerinden beklenen dînî, millî ve insanî görevleri icabı hemen teşkilatlanarak işgale karşı durdular. İşte HEYET bu ruhu taşıyan âlimlerin, ilim adamlarının, imamların-vâizlerin ve önde gelen şahsiyetlerin katılımıyla kurulan bir işgal karşıtı teşkilatın adıdır. İtalyanlar Libya’yı işgal ettiğinde bir İslâm âlimi olan Şeyh Ömer Muhtar, Fransızlar Cezâyir’i işgal ettiğinde Şeyh Abdulkadir ve Cezâyir Müslüman Âlimler Heyeti, Kafkaslarda Rus işgaline karşı Şeyh Şâmil ve Osmanlı coğrafyasında işgale karşı talebeleriyle cihad eden Bedîüzzaman Said-i Nursî Hazretleri… Bunlar hepsi bize tarihteki şerefli İslâm âlimlerinin işgale karşı tavırlarını nasıl ortaya koyduklarını göstermeleri açısından önem arz etmektedir. İşgal karşıtı olmanın bedelini HEYET’in kurucuları, lider kadroları, yöneticileri ve müntesipleri olan çok sayıda âlim, imam-hatip, vaiz ve ilim adamı işgalciler, kukla hükümet, bölücü milis güçler ve çeşitli istihbarat örgütlerince şehit edilerek canlarıyla ödediler. Tüm baskılara, sindirme girişimlerine rağmen hizmetlerimizi Irak genelinde sürdürüyoruz elhamdulillah. İlk hedefimiz câmilerimizi, dînî merkezlerimizi muhâfaza etmek, buraları aktif şekilde kullanmak ve bir anda dağılan ülkede halkımız için önemli bir temsil makamı olmaktı. Elimizdeki vâsıtalar ile halkımızı tüm kesimleriyle menfur işgalin tehlikelerine karşı uyarmak, ülkeyi mezhepsel ve etnik temellerde bölme projesine karşı uyanık tutmak, işgale karşı cihâd etmenin farz olduğunu kimseden korkmadan haykırarak direniş ruhunu yaymak HEYET’in önemli amaçlarındandır. Bu çerçevede insanlarımız câmi kürsülerinden, dinî merkezlerden, el-Basâir adlı gazetemizden, şubelerimizin yayımladığı dergi, broşür ve bildirilerden kendi mesajlarını ve seslerini duymakta duyurmaktadırlar. Elbette işgale karşı meşru direnişi desteklerken öte yandan Kur’ân-ı Kerîm ve diğer İslâmî ilimlerin öğretilmesi gibi eğitim faaliyetleri, yetimler, şehid âileleri, ihtiyaç sâhibi âileler, dullar ve çok büyük oranlarda fakirlik sınırının altında yaşayan halkımızda insanî yardımların, gıda, eşya, yakacak gibi aynî ve nakdî yardımların dağıtıldığı sosyal faaliyetlerimiz de var. Yine halkımızla dayanışmak için ziyâretler, hediyeleşmeler, şehid ve dul âilelerini ziyâret, esirlere hukukî yardımlar, işgale ve bölücü projelere karşı halkımızı uyanık tutmak için dînî, kültürel ve siyasî seminerler ve bilgilendirmelerden oluşan çalışmalar var.  Muhterem Hocam, direniş derken tam olarak neyi anlamamız gerekiyor ve HEYET burada ne tür bir fonksiyon icra ediyor? Prof. Dr. Feyzi - Bildiğiniz üzere işgal öncesinde, esnasında ve sonrasında Irak’a dâir ciddi plan, proje ve hesapları olan ülkelerin en başında Amerika, İsrail ve İran ile diğerleri gelmektedir. Devasa ekonomik, askerî ve siyâsal güç ile işgali gerçekleştiren bu devletler kendilerine bağlı farklı araçlar ile hedeflerini gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Siyâsal, askerî, ekonomik ve sosyal araçları fonksiyonel olarak sahada en etkin şekilde kullanan Amerika’dan sonra İran gelmektedir. Ne yazık ki tüm girişimlere, uyarılara ve teşebbüslere rağmen İran imkân ve araçlarını işgalin gerçekleşmesini kolaylaştıracak şekilde kullanmış, akabinde hâlen devam ettiği gibi Irak’taki toplumsal yapının parçalanması, belirli kesim ve grupların her anlamda gücü elinde tutmasının temini ve karşısındaki grupların bila-istisna tasfiye edilmesi uğrunda harcamıştır. Irak, hâl-i hazırda bağımsızlığı olmayan, uluslararası hukuka, Birleşmiş Milletler (BM) kararlarına aykırı bir şekilde işgal edilmiş bir ülkedir. Dînî, insanî ve uluslararası sözleşmelerin, BM maddelerinin açıkça kaydettiği gibi işgal edilen bir halk vatanını bağımsızlaştırmak için meşru tüm yolları kullanarak direnme hakkına sâhiptir. Bizler öncelikle dinimizin farz kıldığı cihadı yerine getirmekte; böylece dinimizi, vatanımızı, malımızı, mülkümüzü, ırzımızı ve namusumuzu muhâfaza etmekteyiz. Burada gözden uzak bırakılmaması gereken husus şudur: Tarihte gelmiş geçmiş maddî anlamda tüm imkânları ve gücü elinde tutan tek bir süper güce karşı savaşıyoruz. Şimdiye kadar böylesi bir durumun söz konusu olmadığını, her zaman farklı güçlerin olduğunu hatırlatalım. Süper güç Amerika olunca bu güce karşı direnen Iraklı direniş gruplarına veya işgale karşı olan herhangi bir oluşuma karşı ne yazık ki ne İslâm ne de Arap âleminden herhangi bir ciddi destek alamıyoruz. Bizler destek derken bu haklı dâvânın meşruiyetini uluslararası arenada ortaya koyacak siyasî demeçlerin verilmesi, medyada yer alması ve kardeşimiz Türkiye başta olmak üzere sâir ülkelerin kapılarının açılması ile yapılmasını kast ediyoruz. Peki neden işgal karşıtı oluşumlar hükümete girmiyor, siyasî sürece dâhil olmuyor? Prof. Dr. Feyzi - Bizler şunu vurgulayarak söylüyoruz: Irak’taki siyâsal yapının mimarı Amerikan işgal idâresidir. Bu yapı toplumsal dengeleri tamamen ters yüz etmeye; halkı mezhep, din ve ırk temelli bölerek kota çerçevesinde kalacak bir devlet sistemine mecbur kılmaktadır. Bu nedenle partizanlık, mezhepçilik ve belirli yerlere âidiyet ile işleyeceği kesin olan bu siyâsal sistemin Irak halkına zarardan başka bir şey getirmeyeceği açıktır. İşgalden bu yana geçen süre zarfında - iyi niyet taşıdıkları varsayılsa bile - iktidardaki veya siyâsî yapıdaki oluşumların Irak için altyapı, sosyal ve ekonomik hizmetlerde kayda değer bir iş yapamamaları, ülkenin idârî, mâlî ve eğitim alanında yolsuzluk bataklığına saplanıp kalması önemli parametreler içermektedir. Zîra mevcut siyâsî aktörlerin çoğunluğu sâdece belirli bir grubu, kesimi ve düşünceyi temsil etmekte, çok düşük katılımın olduğu ciddi rüşvet, iltimas ve tehdit araçlarının kullanıldığı seçimlerden meclise girmektedirler. Bu nedenle millî birlik ve beraberlik mefhumunda uzak, Irak’ı mevcut krizden çıkarıp geleceğini inşa edemeyecek bu siyâsî süreci ve mevcut yapıya karşı geniş bir muhâlefet söz konusudur. Bunların hepsinin ortak hususlarda bir araya geldiği siyâsî programları vardır. Son olarak çözüm nerede yatıyor, ne yapılması gerekiyor, bu konuda ne  diyeceksiniz? Prof. Dr. Feyzi - Irak Müslüman Âlimler Heyeti ve işgal karşıtı oluşumlar olarak bizler Irak’ın yeniden inşası ve imarının işgalin sona erdirilmesine bağlı olduğunu söylüyoruz. İşgalin sona ermesinin en önemli ve somut yolu meşru tüm yollarla yapılacak direniştir. Elhamdulillah Irak direnişi tüm engellere, kuşatmalara, baskılara ve ihânetlere rağmen sürmektedir. Tarih boyunca çok ciddi işgallere ve yıkımlara maruz kalan, medeniyetlerin beşiği Irak bunların üstesinden gelmiştir ve gelecektir. Irak’taki tüm problemlerin ana sebebinin işgal olduğunu, işgalin sona ermesi ile birlikte binlerce yıldır sulh içerisinde yaşayan halkımızın yeniden ülkeyi ayağa kaldıracağını söylüyoruz. Her ne kadar mevcut kukla hükümete başbakanlık eden Nûrî el Mâlikî adlı şahıs modern Irak tarihinde en fazla katliamın, yolsuzluğun, infazın ve yıkımın olduğu bir dönemi yaşatmışsa da bunun da fazla uzun sürmeyeceğini biliyoruz. Zîra zulüm ilelebed devam etmez. Ne yapılması gerekiyor sorusunun cevabı açık: Bu meş’um ve menfur süreci sona erdirecek güçlere sonuna kadar destek verilmelidir. Zîra hatırlatacak olursak işgal ve işbirlikçi güçler eliyle şunlar yaşanmıştır, a) 2009 Mart ayına kadar 1.350.000 Iraklı şehid edildi. b) Irak, dünya ülkeleri arasında güvenlik ve barış sıralamasında en tehlikeli dördüncü ülke hâlini almıştır. c) Irak, dünyada en çok cezâevini barındıran bir ülke olmuştur. 500.000 insanın tutuklu bulunduğu, 500 olayın meydana geldiği, on binlerce kadın mahkûmun olduğu ve bunlardan 4.000 tanesinin Irak İçişleri Bakanlığı cezâevlerinde tutulduğu 37 adet cezâevi mevcuttur. Yine hükümete bağlı 320 adet gizli cezâevi var. Mahkûmların % 87’si tutuklanma gerekçelerini dahi bilmemektedirler. d) Irak içinde ve dışında 5.000.000 muhâcir var. e) İşgal ve işgal hükümetinin yürüttüğü politikalar neticesinde 3.000.000 dul kadın ve 5.000.000 yetim Iraklı. f) Çocukların % 28’i kötü beslenmekte, bunlardan % 10’u müzmin hastalıklar taşımaktadırlar. Yine Felluce şehrindeki çocukların % 75’i işgalcilerin kullandığı kimyasal silahlar nedeniyle sakat, eksik ve farklı şekillerde doğmaktadırlar. Irak dünyada çocuk ölümlerinin en yüksek oranda yaşandığı bir yer hâline gelmiştir. g) 2008-2009 yılları arasında Irak’ta 5.000.000 okuma yazma bilmeyen insan mevcut. Bunların oranı her yıl % 10 artmaktadır. h) 247 Iraklı, Arap ve yabancı medya mensubu öldürülmüş, 74 tanesi ise kaçırılmış olup kendilerinden haber alınamamaktadır. i) Bağdat, hayat standardı açısından dünyadaki şehirlerin en kötüsü hâlini almıştır. 8.000.000 Iraklı gizli fakirliği çekmekte, bunların % 43’ü günlük 1 doların altında yaşamaya çalışmaktadır. Yine % 70 oranında halk temiz suya ulaşamamaktadır. Yaşları bay ve bayan 15 yaştaki vatandaşlar arasında % 29 oranında işsizlik mevcuttur.  Irak işgali nedeniyle geçen beş yılda verilen hasar 250.000.000 dolardır. Bu korkunç soykırıma ve zulme karşı bizler Müslümanlar olarak direniyoruz. Dinimizi, malımızı, ırzımızı ve namusumuzu müdâfaa ediyoruz. Irak direnişinin sâdece Irak’ı değil tüm İslâm âlemini ve bölgeyi muhâfaza ettiğini söylüyoruz. Eğer Irak direnişi olmasaydı, Allah (cc) korusun, bugün bölge Amerika’nın Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde bölünmüş ve parçalanmış olacaktır. İşte böylesi bir süper şer gücü başarısızlığa uğratan Irak’ın geleceğini gerçek sâhipleri olan bizler inşa edeceğiz. Böyle olunca gelip geçici hükümetler veya işbirlikçi oluşumlar ile iş tutulmaması, onların işgalle birlikte gideceklerinin akıllara kazınması gerekmektedir. Gelecek er ya da geç Irak’ın asıl ve asil sâhiplerinindir. Bu toprakları îmanlarının bir gereği olarak müdâfaa etmiş, bu uğurda canlarını feda etmiş olanların…

Ömer SAİDOĞLU 01 Nisan
Konu resmiHat Sanatı
Kültür ve Medeniyet

Hoca-Talebe Hoca-talebe münasebetinin temelini samimiyet, sevgi, saygı ve edep oluşturur. Temel ne kadar sağlam olursa yapının da o derece sağlam olacağı şüphe götürmez. Sevgi ve saygı eğitim-öğretim binasını ayakta tutan iki temel esastır. Zira hoca, talebeyi sevmedikçe ona arzulanan şekilde bilgi veremediği gibi, talebe de hocayı saymadıkça yeterli bilgi alamaz. İslâm eğitimcileri bu gerçeği “ Bil ki talebe ilme, ilim adamına ve hocaya saygı ve hürmet göstermedikçe, bilgi elde edemeyeceği gibi, bilgiden de faydalanamaz” (Bayraktar, 1984: 304) şeklinde ifade etmişlerdir. Hat sanatı ahlâk ve edeb üzerine kurulmuştur. İlişkiler ilk dersten nihâyete kadar edeb, hürmet, muhabbet, tevâzu, vakar gibi hasletler üzerinde cereyan eder. Talebenin üstadından yeteri kadar yararlanabilmesi için onun dünyasında erimesi gerekir. Talebe üstadından sanat eğitimi ile beraber mânevî bir terbiye de alır, hocanın kemâlâtı farkında olmadan onun şahsiyetini etkiler. Hocaya hürmet ve muhabbet istifâdenin ön şartıdır. Hat sadece harflerin bünyelerini öğrenme sanatı değil; aynı zamanda, Allah Teâlâ’nın Kelâmı’nı en güzel şekilde yazma çerçevesinde gelişen bir sanat olduğu için, Kur’ân ahlâkı ile ahlâklanma sanatıdır. Talebe, hocanın derslerine devam ettikçe sanatın yanı sıra, sanat ahlâkını, edebi, tevâzuu, mahviyeti, vakârı hocanın şahsında görme fırsatını da elde eder. Böylece o, ortaya konulan bir sanat eserinin, ilâhî tevfîke mazhar olmadan; aczini ve fakrını bilmeden yazılamayacağını her seviyede hisseder. Çünkü öğrenmeyi, istidâdı ve kabiliyeti veren sadece Allah’tır. “Sanat iyi bir mürebbîdir. Sanatın nefis ve irâde terbiyesindeki kudretini çok iyi bilen ecdâdımız, tahsîl çağına eren gençleri, kötü alışkanlıklardan uzaklaştırmak, onlara bir hayat disiplini kazandırmak için mûsikî ve hüsn-i hat gibi sanatlarla meşgul etmişlerdir. Daha küçük yaşta yazıya başlayan gençler, hocalarının dizi dibinde hem yazı öğrenirler hem de şahsiyetleri teşekkül ederdi. Çünkü yazı tahsîli ile beraber sabır, sebât, temizlik ve tertîb gibi güzel hasletler kazanılırdı” (Serin, A1999: 17). Kâmil bir üstâd nazarında sanat; bir edep, ahlâk ve zarâfet mektebidir. Hoca, talebesine bu mektepte ders verdiğini düşünerek, onu her türlü kötülüklerden uzak bulundurmayı hocalığın icaplarından bilir. Yazı edep ve ahlâk üzerine dayanır ve bunun icabı olarak, kibirlilere ve azimsizlere yüz vermez. Çünkü güzel yazıda fıtrat gibi bir temizlik vardır. Bu temizliğe, kibirli vicdanlar, bozuk ruhlar el süremez; ancak uzaktan bakmaya mecbur kalırlar (1981: 127). Hocanın Öğretimi Hüsn-i hat öğrenmek için mutlaka bir hoca gereklidir. Hoca olmadan güzel yazı, sanat seviyesine ulaştırılamaz. Yazıyı ehlinden öğrenmek, istidâd ve kabiliyetin az zamanda gelişmesine ve kişinin kısa yoldan kemâle ermesine imkân sağlar. Hoca, kendinde bulunan ve asırlardan beri gelen tecrübeyi talebesine cömertçe sunar. Talebe bu birikimi hocadan hazır olarak alır. Onun için işin usulünü hocadan bellemek, hat sanatında, en kestirme yoldur. Hz. Ali,الخط مخفى في تعليم الاستاذ و قوامه في كثرة المشق و دوامه علي دين الاسلام   “Güzel yazı, hocanın öğretiminde gizlidir. Kemâle ermesi çok yazmakla, devamı da İslâm Dini üzere bulunmakla olur” (1981: 125) ifadesiyle yazı öğrenmedeki yolu vecîz bir şekilde belirtmiştir. Yazı, hocanın öğretiminde gizlidir. Çünkü hoca, ruhî hendesenin maddî hendese içinde nasıl ve ne suretle yer aldığını pek çok tecrübeyle anladığı; estetik inceliklerin kalemle nasıl sağlandığını daha yakından bildiği için, yazıyı meşk ve ifadeleriyle, tarif ve talim ederken, daha kolay ve daha isabetle öğretir. Bu da talebenin kısa zamanda mesafe katetmesini kolaylaştırır. Hattatlık için, elde bulunan güzel örneklere bakarak, onları aynen taklid edebilmeye yönelik ciddi ve muntazam bir çalışma düzenini tutturmak önemli ise de, bir üstadın destek, gözetim ve denetimi şarttır. Tenkid ve buna dayalı tashih olmadan gelişme olmaz. Kalemin hareketlerini ve güzelliği sağlayan önemli sırları yıllar sürecek çabalarla yeniden keşfe kalkışmaktansa, bir takım tecrübeleri zaten edinmiş zevâttan istifâde yoluna gitmek daha akılcı ve daha doğru olur (Subaşı, 1997: 33). Hocanın öğretim usûlü, bilgisi, tecrübesi çok önemlidir ve talebenin inkişâfında da belirleyici rol oynar. Öğrencinin eğitim seviyesine, yaşına, psikolojik durumuna uygun olarak yapılan meşk (temeşşük), muvaffakiyetin anahtarıdır. Hoca meşk esnasında, bilinenden bilinmeyene kuralından hareketle, harflerin bünyelerini tarif eder. İzâh edilmeden yapılan çıkartmalar faydadan uzak olmamakla beraber talebenin ilerlemesini geciktirir. Meşhur hattatlarımızın aşağıda verdiğimiz ifadeleri hocanın hat sanatındaki yerini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.  Şeyh Hamdullah (?-1520) ’a yazıyı nasıl elde ettiğini sormuşlar, O da: “Gözlerimi hocamın eline ve kalemine, kulağımı diline, gönlümü yazıya verdim, elimle kalemi de gereğine bağladım, bir harfi nasıl yazmak îcâb ediyorsa yazıncaya kadar yazmaktan bıkmadım” cevabını vermiştir (1981:125). Yine meşhur hattatlardan Hırka-yı Şerif Camii imam-hatibi Hattat Ömer Vasfî Efendi (1880–1928)  de,  talebelerinden Mahmud Bedreddin Yazır’ın iyi bir hattat olmanın sırları hakkındaki sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Hattat olmak kolay değildir. Güzel meşk görmeli ama daha çok hoca yazarken, tarif ve talim ederken, hele çıkartmayı yaparken çok dikkatli olmalısın, sözle yaptığı izâhlara, temsillere, teşbihlere ehemmiyet vermelisin. Çünkü bunlar, yazının güzelliğini sağlayan sırları anlamaya faydalı olur ki, bir kitap okumuş kadar işine yarar. Bunun için anlamadığını sor, hocanın el ve kalem hareketlerini yakından takip et, yazarken de tatbîk eyle” (1981:125). Yukarıdaki görüşler, talebenin, meşk esnasında, hocasının söylediklerini kavramasının; kalem hareketlerini dikkatlice takip etmesinin ve temrînlerinde bunu tatbîk etmesinin önemini göstermektedir. Çünkü hocanın anlattıklarını doğru anlamak, doğru yazmaya götüren en önemli etkendir. İyi Bir Hattattan Ders Almak Talebe, hat sanatına işin ehli, mâhir bir hattatla meşk yaparak başlarsa doğru bir tercîh yapmış olur ve bu sayede daha çabuk inkişâf eder. Harflerinde ârızalar bulunan bir hattattan meşke başlayan talebenin hurufatında ise ârızalar olması kaçınılmazdır. Bu hususun önemi şu olayda açıkça vurgulanmıştır: Bir toplulukta birisi, rast geldiği Hâfız Osman (1642–1698) ’a “Sana çocuğumu yollayacağım. Eli biraz kırılsın diye başkasına yolladım.” deyince O da şöyle cevap vermiş: “Aman eli kırılmadan bana gönder, sonra düzeltemem” (Alparslan, 1999: 66). Takdîr ve teşvîkler yerinde kullanılmak kaydıyla arzu ve isteği artırıcı (motivasyon) rol oynar. Meselâ sözlü olarak ifâde edilen âferînler veya meşklerin altlarına yazılan âferin ve kaftan giydirmeler talebeyi şevklendirerek çok yazmaya sevk ettiği, bunun aksi uygulamaların ise isteksizlik ve verim düşmesine sebep olduğu pek çok tecrübeyle sabittir. Hattat Rıfat Yazgan (1857-1949) , hocası Mehmed Şevki Efendi’yi “O devirdeki hattatların serfirâzı olan Elhac Şevki Efendi merhum, çok iyi yürekli bir adamdı. Takdîri tekdîrine galipti” diye vasıflandırarak konuyu güzel bir şekilde açıklamıştır...

Yusuf BİLEN 01 Nisan
Konu resmiSelsebil
Kültür ve Medeniyet

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN SORDUĞU BİLMECE Abdullah İbni Ömer anlatıyor: Bir gün Resûl-ü Ekrem (asm)’in yanında oturuyorduk. Kendisine hurma göbeği ikram edildi. Bunun üzerine, “Ağaçlar içinde bir ağaç var, yaprağı hiç düşmez; Rabbinin izniyle meyvesini verir; iyi Müslüman gibi de bereketlidir. Söyleyin bakalım, o hangi ağaçtır? diye sordu. Herkes kırlardaki ağaçları saymaya başladı. O'nun hurma ağacı olduğu benim hatırıma geldi; ama Hz Ebubekir ve babam Ömer de oradaydı; cemaatin en küçüğü ben olduğum için bilmecenin cevabını söylemeye utandım. “Ey Allah’ın Elçisi! O ağacın hangisi olduğunu bize söyle!” dediler. Resûl-ü Ekrem, “Hurma ağacı!” buyurdu. Daha sonra babama, onun hurma ağacı olduğunu bildiğimi söyleyince, “Eğer bildiğini orada söyleseydin, dünyalara sâhip olmaktan daha çok sevinirdim” dedi. ,EDEP Hz. Âişe (ra) şöyle nakleder: Resûlullah Efendimize (asm) bir kişi geldi. Yanında da yaşlı bir zât vardı. Allah Resûlu (asm): “Ey filan yanındaki kimdir?”diye sordu. O kişi “Babamdır” cevabını verdi. Bunun üzerine Âlemlerin Fahri şu îkazı yaptı “Onun önünde yürüme, ondan evvel oturma, onu ismiyle çağırma ve ona hakaret ettirme!” Ebu Hureyre’ den: Allah Resûlü sallallahu aleyhi vessellem şöyle buyurmaktadır “Sen şimdi öyle bir zamanda yaşıyorsun ki, burada kişi emrolunduğunun onda birini yapmazsa helak olur. Daha sonra öyle bir zaman gelecek ki kişi emrolunduğunun onda birini yaparsa kurtulacaktır. (Tirmizî) KALBİNE DİKKAT! Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor “Helâl bellidir, haram da bellidir. Bu ikisinin arasında insanlardan pek çoğunun bilmedikleri şüpheli şeylerden sakınırsa dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli şeylere düşenler harama düşerler. Bir koruluğun etrafında hayvanlarını otlatan bir çoban gibi ki, koruluğa dalması pek mümkündür. Biliniz ki her hükümdarın bir koruluğu vardır. Ve yine biliniz ki Allah’ın koruluğu da haram kıldığı şeylerdir. Şunu da biliniz ki vücudd bir çiğnem et parçası vardır. O, sâlih, olursa bütün vücud sâlih ve sağlam olur. Eğer o bozuk olursa bütün vücud da bozulur. Biliniz ki bu et parçası kalptir. HACI BAYRAM-I VELİ HAZRETLERİ’NİN ÖĞRENCİLERİNE NASİHATLERİ İnsanların fitnesinden kurtulmak istiyorsanız, çarşı ve pazarlarda sık sık bulunmayınız.Hiddet ve kin, hakikatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır.Allahu Teâlâ’ ya isyan yolunda hiçbir kimseye yardım etmeyiniz.Küçük çocukları seviniz, başlarını okşayınız. Onları sevindirerek Peygamber Efendimizin emrini yerine getiriniz.Çarşıda ve câmi avlusunda bir şey yemeyiniz. Yol ortasında durmayınız. Ticâret erbabının dükkânlarında uzun müddet oturmayınız.Helâlinden kazanıp, ondan fakirlere cömertçe veriniz.Dünya gamından, nefsin sıkıştırmasından hafifleyip kurtulmak istiyorsanız, kabristanları sık sık ziyâret ediniz.Ölümü çok hatırlayınız. Ölüm gelmeden hesabınızı yapınız. Tevbe ediniz ki affa kavuşasınız.Âlim ve velilerin kabirlerini ziyâret ediniz. Zîra o büyükler kendilerini ziyâret edenlere şefaat ederler. MERHUM İSMAİL BİÇER’İN HASSASİYETİ İsmail Biçer sâdece Kur’ân’ı güzel okumakla yetinmez, aynı zamanda okuturdu. O "İnsanın Kur’ân’ı güzel okuyabilmesi için iki şeyi yapması gerekir: Birincisi Kur’ân’dan uzaklaşmamalı her fırsatta onu okumalı, ikincisi de sâdece kendisi okumakla kalmayıp aynı zamanda talebe okutmalıdır." derdi. Bu sebeple o kendisinden Kur’ân okumak isteyen hiçbir kimseyi boş çevirmezdi. Beyazıt Câmii aynı zamanda İsmail Biçer için bir Kur’ân Kursu idi. Özellikle nöbetçi olduğu günler gün boyu câmiden talebe eksik olmazdı. Grup grup gelirlerdi. Kimilerini öğle namazından önce okutur, kimilerini sonra, kimilerini ikindiden önce, kimilerini sonra okuturdu. Talebe okutmak, hele kabiliyetli talebeleri okutmak çok hoşuna giderdi, bundan büyük zevk alırdı. Bu hizmetinden dolayı hiçbir maddî menfaat da beklemezdi. Hatta bazen öğrencileri kendi aralarında para toplayıp ona vermek veya hediye almak isterlerdi. İsmail Biçer bunu kesin olarak kabul etmez ve "Hocamın bana vasiyeti var, Kur’ân okutma karşılığında bir şey almam" derdi. RESÛLULLAH (ASM) İkamet ettiği yer, en hayırlı ikametgâhtır; kökü, asâlet madenlerinde ve esenliğin yayıldığı yerdeki en şerefli köktür. İyilerin kalpleri ona yöneltilmiş; bakışların gemi ona meylettirilmiştir. Allah onunla kinleri gömdü; düşmanlıkları söndürdü; birbirine uzak olanları kardeş olarak birleştirdi; yakın olanları ise ayırdı. Onunla zilleti aziz, izzeti zelil kıldı. Konuşması açıklama, susması ise lisandır. Hz. Ali (kv) (Nehcü’l-Belağa’dan, Beyan Yayınları) ALİ (KV) DER Kİ: Allah, bir hikmet işitip onu akılda tutan, doğruluğa çağrıldığında ona yaklaşan ve doğru yola götüren bir kişinin kuşağına tutunarak kurtulan kişiye rahmet etsin! O, Rabbinin emrini gözetir; günahından ürker; samimî olarak takdim eder; iyi işler yapar; ihtiyacı olduğunda kullanacağı şeyi kazanır; netâmeli şeylerden sakınır; ihtiyacı olana atış yapar; karşılığını elde eder; ümidini küçümser; arzularını yalanlar. Sabrı kurtuluşun vasıtası; takvayı vefatının hazırlığı yapar; aydınlık yoldan gider; parlak caddeden ayrılmaz; kendisine verilen hayatı fırsat bilir; eceli düşünür ve sâlih ameli kendisine azık yapar. (Nehcü’l-Belağa, Beyan Yayınları)

Muhammed TARIK 01 Nisan
Konu resmiTarih Sandığı
Kültür ve Medeniyet

Seksen Kg Ağırlığındaki Kur’ân-ı Kerîm Hz. Osman (ra) hilâfeti döneminde, Hz. Hafsa (ra) vâlidemizde bulunan ilk Kur’ân nüshasının esas alınarak yeni nüshaların çoğaltılması ve merkezî şehirlere gönderilmesiyle ilgili olarak Zeyd bin Sâbit’i (ra) görevlendirmişti. Çoğaltılan yeni nüshalar o devirde fethedilmiş olan Mekke, Basra, Kufe, Yemen ve Bahreyn gibi merkezî şehirlere gönderilmişti. İşte bu ilk nüshalar örnek alınarak hazırlanan Kur’ân nüshalarından biri, Kâhire’de Meşhedü’l-Hüseynî’de muhâfaza edilmektedir. Bu nüsha, deri üzerine 57x68 cm ebadında ve seksen kg ağırlığında olup 1087 varaktır. Kur’ân-ı Kerîm’in günümüze kadar hiç değişmeden geldiğinin delillerinden biridir aynı zamanda da. Bir Sayfayı Bir Defa Okuyarak Ezberlerdi Bedîüzzaman Hazretleri, Siirt’teyken Molla Fethullah sorar: “Pekâlâ zekâda hârikasınız. Fakat hıfzınız nasıldır? Makâmât-ı Harîriyeden birkaç satırını iki defa okumakla hıfzedebilir misiniz?” Ve Makâmât-ı Harîriye isimli kitâbı uzatır. Bedîüzzaman Hazretleri, kitabı alarak bir yaprağını bir defa okumakla ezberler ve ezberinden okur. Bunun üzerine, Molla Fethullah: “Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimse de tecemmuu nâdirdir.” diyerek hayrette kalmıştır. Bedîüzzaman Hazretleri, yine orada iken Cemu’l-Cevâmi kitabını günde bir iki saat çalışarak bir haftada ezberler. Molla Fethullah şu sözü söyleyerek kitabın üzerine yazmıştır: (Cemu’l-Cevâmi kitabının tamamını bir cumada hıfzında cem etmiştir.) Yeraltı Câmii Fetih için İstanbul’u kuşatan İslâm ordularında şehid olanlardan bazıları, bugün Karaköy’de Kemankeş Caddesi üzerinde bulunan Yeraltı Câmii’nin olduğu yere defnedilmiştir. Bizans devrinde kurşunla kapısı kapatıldığı için bu yer uzun zaman Kurşunlu Mahzen diye anılmıştır. Sultan 1. Mahmud devrinde Kurşunlu Mahzen, câmiye dönüştürülmüştür. Câmiinin içine Amr bin El-As’ın (ra) ve Vehb bin Huşeyre’nin (ra) makamları vardır. Ayrıca câmiye bitişik ve câmi içinden bir kapı ile geçilebilen Süfyan bin Uyeyne’ye (ra) âid olduğu kuvvetle muhtemel bir de kabir vardır. Üstü tonozlarla örtülü Yeraltı Câmii’nin 56 pâyesi vardır. Câmiinin içinde bir de içme suyu kuyusu varsa da 1999 depreminden beri kuyudan su çıkmamaktadır. Fahreddin-i Râzî Hazretleri 1149 senesinde İran’ın Rey şehrinde dünyaya gelmiştir. Rey’in ve Mergan’ın meşhur hocalarından dersler aldı. Buhara, Semerkand ve Gazne’de ilmî faaliyetlerde bulunduktan sonra Herat’a yerleşti. Ehl-i Sünnet’ten ayrılanlarla fikren mücâdele etti. Tefsirü’l-Kebir de denilen Mefâtihu’l-Gayb isimli tefsiri meşhur olmuştur. Felsefenin müsbet yönüyle ilgilendi ve kelâm ilmi konusunda çok ciddî araştırmalar yaparak eserler telif etti. Telif ettiği eserlerin gerek yaşadığı asırda, gerekse de İslâm dünyasında yaptığı tesir sebebiyle, Müceddid olduğu konusunda ciddî bir kanâat oluşmuştur. Cebir, tıp, astronomi ve ziraat ilimleriyle meşgul olmuştur. 1209 senesinde zehirlenerek şehid edilmiştir. Bedîüzzaman Hazretleri Mektubat isimli eserinde, Muhyiddin-i Arabî Hz.’nin Râzî’ye yazdığı bir mektubundaki ‘Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” ikazından bahsederek îmanın yalnız ilimle olmayacağını, îmanda çok latifelerin tesirinin olduğunu ifâde etmektedir. Sözün ve Zekânın Gücü Sultan Mahmud günün birinde, devlet adamlarıyla birlikte bir yere giderken yolda bir çocuğa rastlar ve çocuğu sevindirmek için çıkarıp bir altın verir. Fakat ilginçtir, çocuk parayı kabul etmez. Oldukça şaşıran Sultan Mahmud, çocuğa parayı niçin almadığını sorunca çocuk şu cevabı verir: “Eve gidince annemle babam: ‘Sen bunu bir yerden çaldın.’ diye bana kızarlar.” Bunun üzerine Sultan Mahmud da: “Bunu bana Pâdişah verdi dersin.” deyince çocuk şu mânidar karşılığı verir: “O zaman hiç inanmazlar. ‘Padişah verseydi bu kadar az vermezdi!’ derler.” Pâdişahın bu söz çok hoşuna gider ve zeki çocuğa bir kese altın vererek onu ödüllendirir. Osmanlı’da Bazı Ders İsimleri Din Dersi – Ma’lûmât-ı DîniyeSağlık Bilgisi – Ma’lûmât-ı Tabiiye ve SıhhiyeBitki Bilgisi – NebâtâtMatematik – Hesab, CebirGeometri – HendeseYabancı Dil – Lisân-ı EcnebîBeden Eğitimi – Terbiye-i BedeniyeÇocuk Terbiyesi – Terbiye-i EtfâlEv Ekonomisi – İktisâd-ı BeytîMüzik – GınaYemek Pişirme – Tabâhat

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Nisan