63. Sayı: "Tevhit Etsin Dilimiz"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiİlim Tahsilinde Ezberin Yeri Ve Önemi
Eğitim

1. EZBER NEDİR? Ezber, Farsça kökenli bir kelime olup, "kalpten, gönülden, göğüsten" demektir. Ezberleme (yürektenlik, kuşkusuzluk) ise bir bilginin "değişmez tek doğru" olarak benimsenmesi, öyle olduğuna ilişkin kalben duyulan güvenin akıl yoluyla irdelenmeyişidir. "Ezber", doğruluğuna dair 'şüphe' duyulmaksızın bilginin aynen kabullenilmesidir. Akılda tutulan bilginin doğruluğuna dair 'şüphe' yok ise bellenen bilgi ezber, şüphe var ise ezber değildir. 2. "EĞİTİM VE ÖĞRETİMDE EZBERCİ OLMAMAK GEREKİR" CÜMLESİNİ NASIL ANLAMALIYIZ? Eğitim ve öğretimde 'ezberci' olmamak, kuşkucu, sorgulayıcı, araştırıcı olmak hep tavsiye edilir ve öğrenmenin olmazsa olmaz bir şartı olarak gösterilir. Halbuki kişiden kişiye, zamandan zamana, şarttan şarta değişen göreceli (izâfî) hükümler ile mutlak ve değişmez ve her yerde zamanda ve şartta daima geçerli 'hakikat'ın (mutlak doğrunun) arasını farketmemiz ve ayırmamız gerekir. Evet öğrenmek istenilen şey her ne ise aklı ve anlamayı devre dışı bırakarak ezberlemek elbette tasvip edilecek birşey değildir. Fakat ezberin târifinde de geçtiği gibi, öğrenmek istediğimiz bilgi 'değişmez tek doğru' yani hakikatin ta kendisi ise, onu aynen anlayarak ezberlemek neden gereksiz olsun? Hususen o bilgi, îman ve Kur'ân'a âit İlâhî bir hakikat ise tam bir teslimiyetle gönülden gelen bir arzu ile ihtiyacını da hissederek anlayarak yapılan bir ezber, o Kur'ânî hakikatin akılda, kalbde ve ruhda kökleşmesi için son derece önem arzetmektedir. "Kelâmın (sözün) ulviyetine (yüceliğine), kuvvetine, hüsnüne, cemâline (güzelliğine) kuvvet veren 'mütekellim' (söyleyen), 'muhâtap', 'maksat', 'makam' olmak üzere dört şeydir. Ediplerin (edebiyaçıların) zannettikleri gibi yalnız 'makam' değildir. Demek, bir kelâmın derece-i kuvvetini anlamak istediğin zaman, failine (söyleyene), muhâtabına, gâyesine, mevzuuna bak. Bunların dereceleri nisbetinde kelâmın derecesi anlaşılır." (Mesnevi-i Nuriye) "Cumhur-u avâmı (halkın çoğunu), bürhandan (delilden) ziyâde, mehazdaki (kaynaktaki) kudsiyet imtisâle (itaate) sevk eder." (Hakikat Çekirdekleri) Üstâd Bedîüzzaman'ın bu iki ifâdesinden şunu rahatlıkla anlayabiliriz ki bir sözün kuvvet derecesi, 'kim söylüyor', 'kime söylüyor', 'hangi maksatla söylüyor', 'ne söylüyor' gibi dört şeyle anlaşılır. Sözü söyleyen Allahu Teâlâ (Kur'ân), tefsîrini yapan Bedîüzzaman Hazretleri (Risâle-i Nur), muhâtab başta nefsimiz olmak üzere bütün beşeriyet, mevzu da şu Kur'ân ve îman adına dehşetli asırda Kur'ân ve îman hakikatleri ise, bu maksada hizmet eden Risâle-i Nurların anlayarak ve ihtiyacını hissederek ve tam bir ihlas ile ezberlenmesinin ne kadar lüzumlu ve ilmen ve ahlâken yetişmeye vesile olacağı âşikârdır. Çünkü, Risâle-i Nur, Kur'ân-ı Azîmüşşan'ın hakikatlerinin çok kuvvetli ispatı, delili ve tefsiridir. 3. EZBERİN İLİM TAHSİLİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, Kur'ân-ı Kerîm'in, her gün iki cüzünü ezberlemek suretiyle hıfzına niyet eder. Kur'ân'ın mühim bir kısmını bu şekilde ezberleyen Üstad, kalbine gelen iki sünuhâttan (kalbe doğan mânâlardan) dolayı Kur'ân'ı ezberlemeye ara verir. Birincisi, bu kadar süratle Kur'ân ezberi, Kur'ân'a hürmetsizliktir. İkincisi ki meselemiz olan 'ezber meselesi'ne çok ciddi kuvvet veriyor. O da şudur; "Kur'ân hakâikının (hakikatlerinin) hıfzının daha ziyâde lüzumu var." Onun için, Kur'ân hakikatlerinin anahtarı olacak ve şüphelere karşı muhâfaza ve mukâbele edecek hikmet ve fünun-u İslâmiyeye dair kırk risâleyi iki senede hıfzına aldı. Hergün bir parça ezberden okumak suretiyle, hepsini üç ayda ancak devrediyordu. Daha sonra Kur'ân ezberini kaldığı yerden devam ederek tamamlamıştır. Îman ikiye ayrılır. Birincisi taklidî îman diğeri ise tahkikî îman. Taklidî îman, hiç araştırmadan, delile ihtiyaç duymadan, aklı devre dışı bırakarak etrafındaki insanları taklid ederek elde edilen bir îmandır. Cennet ve cehennem haktır, öldükten sonra tekrar dirileceğiz ve ebedî bir cennet yada cenehhem hayatı bizi bekliyor şeklinde ispat ve delil aramadan 'işittim ve kabul ettim' tarzında bir itikaddır. Böyle bir îmanı şeytan sekerat anında çok kolay çalabilir. Tahkikî îman ise, araştırmaya, delile, isbata dayanan akıl ve mantık düsturlarıyla elde edilen bir îmandır. Bu hususta Bedîüzza-man Said Nursî Hazretleri 26. Mektub 2. Mesele'de "Hem îman yalnız ilim ile değil; îmanda çok letaifin (ince latif duyguların) hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba (sinir ve damarlara), muhtelif bir surette inkısam edip (taksim edilip) tevzi olunuyor (dağıtılıyor). İlimle gelen mesail-i îmaniye (imânî meseleler) dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta (derecelere) göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ (bunlar gibi), letaif (ince latîf duygular) kendine göre birer hisse alır, masseder (emer). Eğer onların hissesi olmazsa noksandır." demekle aklı bir mideye benzetip akıl midesine gelen îmânî meselelerin bütün his ve duygulara dağıtıldığını ve oraları nurlandırdığını ifâde etmektedir. Buradan şunu çok rahat çıkarabiliriz: Anlayarak yani aklederek yapılan îmânî ve Kur'ânî hakikatlere âit bir ezber, bütün his ve duygularımızı nurlandırıp, gıdalandırıyor. Nitekim Nur hizmetinde Üstad'ından aldığı bayrağı hakkıyla yeni ufuklarda dalgalandıran Ahmed Husrev Efendi de "Ezber, birikmiş bir hazinedir. Ezberle hakikatler bütün lâtifelere yerleşir, çıkmaz. Az da olsa ezber yapın!" diye hayatta iken yapmış olduğu sohbet ve derslerinde bu hakikatin hep altını çizmiştir. Bedîüzzaman Hazretleri, Risâ-le-i Nur'un, büyük denizlerin büyük dalgaları gibi kalpler ve gönüller üstünde husule getirdiği tesirin sebebi olarak, ne dünyevî ne de uhrevî hiç bir şeye âlet olmadan, sadece rıza-yı İlâhî için bu eserlerin yazıldığını Emirdağ Lâhikası'nda bize anlatır. Madem ki Risâle-i Nur böyle dehşetli bir zamanda şöyle bir tesiri Allah'ın izniyle vücuda getiriyor, öyleyse Risâlelerdeki îman ve Kur'ân hakikatlerinin her bir cümlesini ezberlemek kasdıyla defalarca anlayarak ve kabul ederek okuyanların akıl, kalp ve ruhlarının ne kadar feyizleneceği, nurlanacağı anlaşılır. Ezber yapılan metnin eğer mânâsı bilinmezse, yani anlayarak ezber yapılmazsa, ezberden beklenen yukarıdaki faydalar kısmen kaybolur elde edilemez. Mesela Onuncu Söz Risâlesi'nde geçen "Ebedî bir cemâl, zail bir müştâka râzı olmaz." cümlesi, âhiret âleminin ve cennetin varlığını ispat eden son derece veciz ve mükemmel bir hakikatin ifâdesidir. Bu cümleyi okuyan veya ezberleyen birisi eğer 'cemâl', 'zâil' ve 'müştâk' kelimelerinin mânâlarını biliyorsa, o zaman "Madem ki Cenâb-ı Hakk'ın ebedî bir güzelliği var, öyleyse o ebedî güzelliğe iştiyak ve arzu duyanların da ebedî olması gerekir, fânilere rıza göstermez." şeklinde bu veciz ifâde ile îmânını artırıp ve 'cennet'in varlık delillerinden birini mükemmel bir tarzda ders alıp zevk edebilir. Bu mânânın avlanmasıyla bütün his ve duygular da bu îman hakikatinden feyzini ve nasibini alacaktır. Fakat eğer bu üç kelimenin mânâları bilinmezse, zikrettiğimiz bu mükemmel îman hakikati büyük bir ihtimalle maalesef anlaşılmadığından kaçırılacaktır. Aşağıya alacağımız Târihçe-i Ha-yat'tan ifâdelerden de anlaşılıyor ki Bedîüzzaman Hazretleri de ezbere çok ehemmiyet vermiştir. "Bilâhare Siirt'e bağlı Tillo kasabasına gitti. Meşhur bir türbeye kapandı. Orada, hârika olarak, Kâmus-u Okyanus'u Bâbü's-Sin'e kadar hıfz etti. Ne fikre binaen Kâmus'u hıfz ettiği sorulduğunda, 'Kâmus, her kelimenin kaç mânâya geldiğini yazıyor; Ben de bunun aksine olarak, her mânâya kaç kelime kullanıldığını gösterir bir Kâmus vücuda getirmek merakına düştüm,' cevabında bulundu." "Mirkat ismindeki kitabı, hâşiye ve şerh olmaksızın hıfz etmeye başladı. Bilâhare eline geçen mezkur kitabın haşiye ve şerhi ile kendi nokta-i nazarını karşılaştırmış; bütün meseleler muvâfık olup, ancak üç kelime tevâfuk etmemiş. Bu tevcihleri de ulemanın tahsinine mazhar olarak kabul edilmiştir." 4. "UNUTKANLIK HASTALIĞI" VE EZBER Bedîüzzaman Hazretleri'nin, aşağıya alacağımız ifâdeleri meselemize çok güzel ışık tutuyor kanaatindeyiz."Evet, masnuâtta (sanatlı varlıklarda) hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lafz-ı mücessem (cisimleşmiş bir kelime-söz) olmasın, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsını (isimlerini) okutturmasın. Mâdem şu masnuât (sanatlı varlıklar) elfazdır (kelimelerdir), kelimât-ı kudrettir (kudretin kelimeleridir); mânâlarını oku, kalbine koy. Mânâsız kalan elfâzı, bilâperva (korkmadan) zevâlin (yokluğun) havasına at, arkalarından alâkadarâne (alâka ile) bakıp meşgul olma." "Söz, mânânın elbisesidir. Lâfz, mânânın kalıbıdır." Yani mânâ gibi soyut ve mücerret bir hakikat, ancak 'söz' elbisesiyle aklın anlayış sahasına girer, 'lafızlar' (kelimeler) ile gözle görünür kalıplara dökülür. Lafızlar da sözler de mânâya hizmet eder, onun için vardır. Mânâ iç ve özse, söz ve lafız da kabuktur, elbisedir." İlim tahsili kasdıyla ve hakikatleri kalp ve ruhumuza nakşetmek niyetiyle yapılan bir ezberin ardından velev ki mânâ ve hakikati omuzlayan ve yüklenen söz ve lafızlar unutulsa da bütün his ve duygulara yerleşen ve kökleşen o hakikatler ve mânâlar oralarda bâki kalır. Yani lafız ve söz unutulsa da mânâsı kalp ve ruhumuza miras kalır. Ahmed Husrev Efendi talebelerine zaman zaman, "Ezber, birikmiş bir hazinedir. Ezberle hakikatler bütün lâtifelere yerleşir, çıkmaz. Az da olsa ezber yapın!" diyor ve "Efendim unutuyoruz, hâfızamızdan siliniyor efendim!" diyen talebelerine "Varsın silinsin, vakti gelince kendini gösterir kardeşim. Parmağınızla suya yazı yazdığınızda bile suda bir iz bırakırsınız; siz ezberinizi unutsanız bile mutlaka hâfızanızda bir izi kalır. 'Tarihçe-i Hayat'tan aşağıda nakledeceğimiz ifâdeler Bedîüzzaman Hazretleri'nin ezberin önemi ve yapılan ezberi hâfızada tutulması noktasında nasıl bir yol takip ettiği hususunda bize bir fikir verir kanaatindeyiz. "Molla Said, Bitlis'te iken on beş-on altı yaşlarında idi; henüz sinn-i büluğa vâsıl olmuştu. O zamana kadar bütün malumatı "sünuhat"(kalbe gelen mânâlar) kabilinden olduğu için uzun uzadıya mütâlaaya lüzum görmezdi. Fakat, o zaman sinn-i büluğa vasıl olduğundan mı veyahut siyâsete karıştığından mı, her nedense, eski sünuhat yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Bunun üzerine her türlü fenne âit eserleri tetkike koyuldu. Bilhassa dîn-i İslâm'a vârid olan (gelen) şek ve şüpheleri reddetmek için Metali ve Mevâkıf nam eserler ile ulum-u âliye (sarf, nahiv, mantık gibi âlet ilimleri gibi ilimlere) ve âliyeye (tefsir ve ilm-i kelâm gibi ilimlere) dair kırk kadar kitabı iki sene zarfında hıfz eyledi. Hatta, her gün okumak şartıyla, hıfz ettiği kitapların üç ayda bir kere devrine muvaffak oluyordu."

Mustafa TOPÖZ 01 Şubat
Konu resmiPeygamber Efendimiz'in (asm) Eğitim Usulleri
Eğitim

Eğitimde ne anlattığımızdan daha çok nasıl anlattığımız önemlidir. Elbette insanlara ve özellikle gençlere iyi, güzel ve faydalı şeyler öğretmeliyiz. Aynı şekilde bu faydalı ve güzel şeyleri güzel metodlarla anlatmalı ve öğretmeliyiz. Öğretmeni sevmeyen öğrencinin dersi de sevmediği bilinmektedir. İyi bir eğitimci; muhâtabıyla ilginmeli, onları sevmeli, güler yüzlü olmalı, olumlu düşünmeli, kısaca kendisini mesleğine ve öğrencilerine adamalıdır. Peygamberimiz (asm) kendini görevine adamıştır. Bir eğitimcide bulunması gereken niteliklerin daha fazlası O'nda mevcuttur. Psikologlar, sözün söyleniş biçiminin sözün özünden önemli olduğunu ifâ-de ediyorlar. Yapılan araştırmalara göre, insanlar arası iletişimde; %7 oranında kelimeler, %38 oranında ses tonu ve %55 oranında jest, mimik ve vücud dili rol oynuyor.(1) Hazret-i Peygamber (asm) bütün zamanların en güzel ve en etkili hatibidir. O gönüllere giden yolu biliyordu. Bu sebeple kalplerin sevgilisi oldu. Önce kendini sevdirdi, sonra insanları eğitme yoluna gitti. Daha sonra da konuşmalarında insanları etkileyen, düşündüren bir üslup kullandı. İnsanda kalıcı davranış değişikliklerinin meydana gelmesini en güzel eğitim metotlarıyla gerçekleştirdi. Olumlu Davranışları Ödüllendirdi ve Takdir Etti Eğer kişilerde müsbet davranışları yaptırmak istiyor ve olumsuz davranışı unutturmak istiyorsak bunun en selâmetli yolu, müsbet davranışı ödüllendirip takdir etmektir. "Beğenilmek ve takdir edilmek" insanların çok önemsediği bir davranıştır. Öğrenim aşamasında olan insanların tümü neyi doğru, neyi yanlış yaptıklarını eğitimcilerin beğenisine ve takdirine bakarak tayin ederler. İbn-i Abbas (ra) anlatıyor: "Bir gün Peygamberimiz (asm)'ın abdest alması için bir kaba su hazırladım. Daha sonra Sevgili Peygamberimiz su dolu kabı görünce kimin hazırlayıp koyduğunu sordu. Benim hazırladığımı öğrenince şöyle duâda bulundu "Allahım, onun dindeki anlayışını artır." (2) Anlatacağı konuya mutâbık örnekler verir ve alâkalı hikâyeler anlatırdı. En iyi eğitim metotlarından birisi örneklemedir. Hikâyeler ve örnekler, akılda daha iyi kalır. Kişi bu örnek veya hikâyenin dürbünü ile hakikatin yüzüne bakar. Akla yaklaştırır. Hikâye ederek anlatılan bilgi, akılda daha kolay kalır ve geç unutulur. Çocuklarımıza dini hikâyeleri okumalı, târihî olayları anlatmalı ve anlatmak istediğimiz birçok konuyu hikâye yoluyla vermeyi tercih etmeliyiz. Bu sebeple Peygamberimiz (asm), mesela namazın önemini güzel bir örnekle şöyle anlatmıştır: "Ne dersiniz, birinizin kapısı önünde bir akarsu olsa sâhibi orada günde beş defa yıkansa kirinden bir şey bırakır mı?" Orada bulunanlar "Hayır, kir diye bir şey bırakmaz." dediler. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz (asm): "Beş vakit namaz da işte böyledir. Onlarla Allahu Teâlâ günahları siler, buyurdu"(3) Anlattıklarını Uyguladı, Yaşayarak Öğretti En verimli öğretme metotlarından biri de "uygulamalı anlatım"dır. Yaparak ve yaşayarak öğrenileni insan kolay kolay unutmaz. Uygulamalı eğitim, en verimli öğretme biçimidir. Bir gün Sevgili Peygamberimiz (asm) koyun yüzen bir delikanlıya rastladı. Ona şöyle hitap etti: "Bak, sana öğreteyim." dedi. Elini deri ile et arasına sokup koltuk altına kadar vardırdı. Sonra da şöyle dedi: -"Delikanlı, işte böyle yüz!" (4) Sevgili Peygamberimiz (asm), abdestin nasıl alınacağını soran bir kimseye bizzat abdest alarak gösterdi. Hatta bazı rivâyetler, bunu üç defa yaptığını nakleder.(5) Uygulamalı eğitim, hem göze hem de kulağa hitap eder; bu sebeple, öğretilenin akılda kalıcı olmasını sağlar. Şekil Çizerek, Benzetmeler Yaparak Anlattı Şekil ve resimlerle anlatılan bilgiler akılda daha iyi kalır. Sağ beyin yarım küresi, resim ve şekilleri fotografik hâfızaya kaydeder ve kolay kolay unutmaz. Bu sebeple resim ve şekillerle, göstererek anlatmak, konuların daha iyi anlaşılmasını ve öğrenilmesini sağlar. Sevgili Peygamberimiz (asm), Hz. Cabir ile birlikte otururken toprağa şekil çizerek ona Allah'ın ve şeytanın yolunu anlattı. Cabir (ra), olayı şöyle anlatır: Hz. Peygamber'in (asm) yanında otururken önüne bir çizgi çizdi ve "İşte böyle; bu, Yüce Allah'ın yoludur." buyurdu. Sonra bu çizginin sağına iki çizgi, soluna iki çizgi çizdi ve "Bunlar da şeytanın yollarıdır." buyurdu. Ardından elini ortadaki çizginin üzerine koydu ve şu âyeti okudu: "Dosdoğru yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara sapmayın. Allah, size bunları, sakınasınız diye tavsiye etmektedir." (6) Anlattıklarını Tekrarladı Eğitimde önemli konuların altını çizmek ve tekrarlamak, anlatılanların zihinde kalması için önemli bir öğretim metodudur. Öğrenci, tekrarlanan şeylerin önemli olduğunu sezer. Bilgileri zihne yerleştirmek için sıkça tekrar ederiz. Tekrar sâyesinde bilgiler kısa süreli hâfızadan uzun süreli hâfızaya aktarılır. Tekrarla bilgiler zihne iyice yerleştiğinden, üzerinden zaman geçse de kullanıma hazır durumdadır. Bu sebeple Peygamberimiz (asm) ashâba yeni bilgiler öğretirken üç defa tekrarlamış ve önemli hususların zihinlere yerleşmesi için çalışmıştır. Ayrıca dinleyicilerin anlama kapasitesine göre de tekrar yapmak gerekir. Bazı dinleyici, anlatılanı bir kere dinleyince anlar, bazıları için, tekrarlamak elzemdir. Enes (ra) der ki: "Allah'ın Elçisi (asm) bir cümle söylediği zaman, anlaşılıncaya kadar onu bazen üç defa tekrarlardı." (7) Öğrettiklerini Yazdırdı Yazarak öğrenme, en iyi öğrenme şekillerinden biridir. Yazarken hem konuya dikkat toplanır, hem de daha sonra tekrarlamak istenince elde metin bulunur. Ecdadımız "Söz uçar, yazı kalır" sözüyle de daha kalıcı öğrenme metodunu teşvik etmiştir. Ayrıca araştırmalar gösteriyor ki bir defa yazmak aynı şeyi on defa okumaya bedeldir. Yazı ile hem kâğıda hem aklımıza hem ruhumuza nakış ederiz öğreneceklerimizi. Peygamberimiz (asm) bu konuda şöyle buyuruyor: "İlmi yazı ile bağlayınız." Ayrıca esirleri okuma yazma öğretmek karşılığında serbest bırakması da ilim ve yazı konusuna Peygamberimizin ne kadar hassas olduğunu ve önem verdiğini müşâhede etmekteyiz.(8) İnsanı Değil, Davranışı Eleştirirdi O, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmişti. Nasihatleri Rahman'dan merhamet yansıması olarak tecelli etmekteydi ki hep güzel sözler söyler, güzel işler yapardı. Çirkin ve kötü kelimelerin gönülleri çirkinleştirdiğini, bu çirkinliğin ruha yansıdığını bilmekteydi. Bu sebeple ömrü buyunca dost veya düşman kimseye çirkin söz söylememiştir. Allah Resulü (asm) kırıcı konuşmazdı. Kendisine kötü davranıldığı zaman bunu kişiselleştirmez, genelleme yapar ve düzeltirdi. Kendisine bir şikâyet ulaşsa veya hatalı bir davranış görse yapanın yüzüne vurmazdı. Eğitimcilerin ve psikologların ittifakıyla görüyoruz ki sürdürülebilir eğitim faaliyeti yapabilmek ve bunu uzun soluklu yapabilmek için tam bir güven ortamı ve rencide olmamış bir öğretmen öğrenci ilişkisi şarttır. Peygamberimiz'e (asm) bakıldığında yanlışlar karşısında şöyle diyordu "İnsanlara ne oluyor, niçin şöyle söylerler veya böyle yaparlar!" diye konuşur, davranışın kötü olduğunu hissettirir, insanı kötülemez ve insana ağır gelecek söz söylemezdi. Hatayı yapanın kişiliğine değil, yapılan yanlışı eleştirir en güzel bir şekilde düzeltme ıslah etme yoluna giderdi.(9) Peygamberimizin (asm) hayatında görüyoruz ki çıkmaza düştüğümüz, aklımızın ermediği, gücümüzün yetmediği anlarda Peygamberimizin ulvî metotlarını uyguladığımızda önümüz aydınlanıyor, aklımız nurlanıyor, gücümüze güç katıp en selâmetli bir hayat sürüyoruz. Eğer biz bize nimet olarak verilen davranışları tembellik damarıyla yapmazsak, büyük bir zarar etmiş oluruz. Eğer ehemmiyetsiz görsek büyük bir hata yapmış oluruz. İşte bu sırra binaen Peygamberimizin davranışlarını kendine alışkanlık hâline getiren hem istikametli davranmış olur, hem en muvaffakiyetli davranmış olur hem de davranışlarını ibâdete çevirmiş olur. Ne mutlu o kimseye ki her ihtiyacında Peygamberimize (asm) mürâcaat edip sünnetine göre yaşayana ve insanlığın en üst mertebesine çıkana! (10) Kaynaklar: 1- Hâfıza Gücünüzü Keşfedin, s. 191.2- Mehmet Emin Ay, http://www.sonpeygamber.info/hz-peygamber-ve-cocuklar 3- Buharî, Mevâkit, 6; Tirmizî, Edep, 80.4- Davud, Tahâret, 73; İbn Mâce, Zabaih, 6.5- İbn-i Mâce, Tahâret, 48.6- En'am, 1537- Hâkim 8- Ebu Davud, Edep, 6; Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye, s. 277.9- Ali Erkan Kavaklı, 2008-07-07, http://www.sorularlaislamiyet.com/article/10005/hz-peygamber-asv-in-egitim-metotlari-nasildi-ornekler-verir-misiniz.html 10- Risâle-i Nur, Lem'alar; On Birinci Lem'a, Altınbaşak Neşriyat, s.51

Abdul Vahap GÜLTEKİN 01 Şubat
Konu resmiAllah'ın Varlığının ve Birliğinin Delilleri
İtikad

Bütün semavî dinlerin temelini Allah’ın varlığına inanmak oluşturur. “Tevhid dini” olan İslâm’ın en önemli esası da Allah’ın varlık ve birliğine iman etmektir. O’nun varlığını ve birliğini gösteren pek çok deliller vardır. Bu delillerin en büyük dört tanesi şunlardır: Birincisi, şu muhteşem evren ve içindeki her biri birer sanat harikası olan varlıklardır. İkincisi, başta Kur’ân olarak bütün semavî kitaplardır. Üçüncüsü, başta son peygamber Hazret-i Muhammed (sav)  olmak üzere bütün peygamberlerdir. Dördüncüsü, her insanın kalbinde bulunan vicdandır. Kim bu dört kaynağa dikkatlice baksa ve onlardan gelen sese kulak verse, kendini yaratan Rabbini bulur ve tanır. Mesela, vicdanının sesini dinlese “Muhakkak seni ve her şeyi yaratan, sonsuz kudret ve merhamet sahibi yüce bir yaratıcı var.” dediğini ve ona olan ihtiyacını işitir. KÂİNATTAKİ DELİL Şimdi bu delillerin en büyüğü olan evrenden ve içindekilerden yola çıkarak bazı örnekler üzerinde duralım: Her insan bilir ki bir bina ustasız yapılamaz. Bir okul müdürsüz, bir şehir valisiz olamaz. Öyleyse şu koca evren de bir ustası olmadan kendiliğinden meydana gelemez. Bir idarecisi ve hâkimi olmadan düzenini devam ettiremez. Demek ki bu kâinatı yoktan var eden büyük bir ustası, düzen ve dengesini bozulmaktan koruyan bir hâkimi vardır. O da Rabbimiz olan Yüce Allah’tır. CANLILARDAKİ DELİL Çevremizde gördüğümüz bütün varlıklar, gâyet mükemmel ve kusursuz yaratılışlara sahiptirler. Özellikle her bir canlı, son derece hassas ölçülerle, iç içe geçen karmaşık sistemlerle ve pek çok harika sanatlarla donatılmış olarak meydana gelirler. Basit, cansız bir hapın üretilmesi için bile ölçülerini tam olarak tutturmak gerekir. Tesadüfler sonucu bir tek aspirin oluşabilir mi? Bir ölçüp tartan olmadan, içindeki malzemeler kendiliklerinden bir araya gelebilirler mi? Madem bir tek aspirin dahi kendiliğinden ortaya çıkamaz, öyleyse ondan çok daha hassas ölçülere, çok daha güzel sanatlara sahip ve üstelik canlı olan menekşe gibi bir çiçek nasıl kendiliğinden ortaya çıkabilir? Öyle güzel bir sanat sadece çok yüce bir sanatkârın eseri olabilir. Kendiliğinden olamaz. HÜCRELERDEKİ DELİL Canlıların temel yapı taşları olan hücrelerde öyle büyük bir düzen vardır ki en büyük ve en modern fabrikalarda bulunmaz. Acaba akıl sahibi bir insan, bir kumaş fabrikasının kendiliğinden bütün tezgâhlarıyla beraber ortaya çıkıp kumaş üretmeye başladığını kabul edebilir mi? En basit bir fabrikanın tesadüflerle kurulabileceğini kabul etmeyen bir akıl, milyonlarla küçük parçacıklardan oluşan bir hücrenin kendiliğinden ortaya çıkabileceğini hiç kabul edemez. Bir bilim adamı, bir hücrenin tesadüfen ortaya çıkma olasılığını anlatmak için bunun, bir hurda yığınına kasırga isabet etmesi sonucunda bir Boeing 747 uçağının oluşmasından hiç bir farkı olmadığını belirtmiştir. Demek ki küçücük bir yaratılış mucizesi olan hücrenin ortaya çıkması ancak Allah’ın sonsuz ilim ve kudretiyle olabilir.  İNSAN VÜCUDUNDAKİ DELİL İnsan vücudunun yaratılışındaki kusursuzluk da Allah’ın varlığını çok açık bir şekilde gösterir. Bedenimizin bütün hücreleri ve organları çok karmaşık bir ilişkiler ağı içerisinde, olağan üstü bir uyumla çalışmaktadır. Vücudumuzda bu faaliyetler olup dururken, bütün bu olanlardan bizim neredeyse hiç haberimiz olmaz. İnsanların çok basit bir taklidi olan bir robotun kendiliğinden veya bir süreç içerisinde tesadüfen oluşabileceğine hiç kimse ihtimal verir mi? Elbette vermez. Öyleyse sağlıklı düşünebilen bir insan aklı, en güzel bir sanat olan kendi vücudunun tesadüflerle ortaya çıkacağına ve fonksiyonlarını tesadüflerle yerine getirebileceğine hiç ihtimal veremez. Yüce Rabbimiz de Kur’ânda, “Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni ne aldattı?” (İnfitar Sûresi, 6-8) gibi âyetlerle insanı Allah’ın yarattığı konusunda bizleri ikaz ediyor. İnsan vücuduna diğer bütün canlı varlıkları kıyaslayabiliriz. Hepsi de son derece kusursuz ve karmaşık yaratılışlarıyla sonsuz bir ilim, kudret ve irade sahibi yaratıcının varlığını gösterirler. “…Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki Allah onun perçeminden tutmuş olmasın...” (Hud Sûresi, 56. âyet) gibi âyetler bütün canlıları O’nun yarattığını ve O’nun idaresi altında olduğunu ifade ediyorlar. ATOMLARDAKİ DELİL Bütün varlıklar atomlardan oluşurlar. Her bir atomda çok harika bir sanat, mükemmel bir yapılış ve müthiş bir enerji vardır. Merkezindeki çekirdek ve etrafında dönen elektronlarıyla sanki küçük bir güneş sistemi gibidir. Bu kadar harika özellikler o kadar küçük bir alana sıkıştırılmıştır ki en gelişmiş elektron mikroskoplarıyla bile tam olarak görülemez. Bu kadar mükemmel ve küçücük bir sanat, hiç tesadüfen ortaya çıkabilir mi? Tesadüflerden, güzel sanatlar ve harika eserler değil ancak dağılma ve bozulma meydana gelir. Öyleyse kâinatın küçücük bir modeli gibi olan atomları her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten Allah yaratmıştır. Üstelik bütün evren, adeta atomlardan oluşan büyük bir deniz gibidir. Öyleyse bir atomu kim yaratmış ise bütün evreni de o yaratmıştır. Bütün her şeyi Allah’ın yarattığını anlatan bir Kur’ân âyeti şöyledir: “…O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkan Sûresi, 2. âyet) HAYATTAKİ DELİL Allah’ın varlığının en büyük bir delili de hayattır. Şu dünyada yaşayan bütün canlılar, hava, su, toprak gibi bazı temel maddelerle yaratılırlar. Özellikle dünyada hayat başlamadan önce bu maddelerde herhangi bir canlılık da yoktu. Tamamen cansız, bu toprak ve su gibi maddelerdeki elementlerin bir araya gelmesi ile oluşan canlı varlıklar hayatı nereden almaktadırlar? Üstelik hayatla beraber gelen sevmek, nefret etmek, görmek, duymak gibi pek çok duygu ve hisler de o maddelerde yoktur. Şu halde bütün âlemdeki sanatların en değerlisi olan hayat gibi bir mucize, ancak ezelî bir hayata sahip olan yüce Allah’ın yaratmasıyla ortaya çıkabilir. O cansız maddelerden gelmiş olamaz. Bu konuda bir Kur'an âyeti şöyle der: “O, size hayat veren, sonra sizi öldürecek, daha sonra da diriltecek olandır...” (Hac Sûresi, 66. âyet) DÜNYADAKİ DELİL İçinde yaşadığımız dünyada kurulu sisteme baktığımızda onu hayata en uygun bir şekilde düzenleyen bir yaratıcının varlığını fark ederiz. Çünkü etrafımızı dikkatle gözlediğimiz zaman harika bir sistemin kurulmuş olduğunu görürüz. Dünyanın güneş ve kendi ekseni etrafında dönmesi, dört mevsimin art arda gelmesi, gece gündüzün değişmesi, yağmurların yağması, rüzgârların esmesi, canlıların yeryüzünde çoğalması ve beslenmesi gibi çok büyük ve karmaşık olaylar tam bir düzen içerisinde devam eder. Bununla birlikte dünya, her şeyiyle hayata hizmet edecek şekilde yaratılmıştır. Karalarıyla denizleriyle, dağları ve ırmaklarıyla canlılara en uygun şekildedir. Güneşe olan uzaklığı en ideal mesafededir. Daha yakın veya daha uzak olsa idi dünyada yaşamak mümkün olmazdı. Kendi etrafında ve güneşin etrafında çok büyük hızlarla döndüğü halde üstünde yaşayanları hiç sarsmaz. Bu hâliyle, sanki büyük bir gemi gibi, uzay boşluğu içinde milyarlarca yolcusu ile birlikte seyahat eder. Üstelik bu yolcuların besinleri dışarıdan alınarak depolanmaz. Her şey o gemi içinde yetiştirilip ikram edilir. Çok büyük bir gemiyi içinde bu şekilde yolcularıyla ve ziyafet sofraları kurulmuş bir halde görsek ne düşünürüz? Bu geminin tesadüfen, bir fırtına sonucu uçuşan maddelerin bir araya gelmesiyle oluştuğuna ve içindekilerin de her nasılsa orada kendiliklerinden ortaya çıktıklarına kimse ihtimal verir mi? İşte dünya en büyük ve en modern gemilerden çok daha büyük ve çok daha hassas ölçülerle yaratılmıştır. Böyle bir gemi elbette sonsuz kudret ve maharet sahibi bir sanatkâr olan Allah’ın yaratması ile ortaya çıkabilir. Dünya üzerinde görünen Allah’ın varlık delillerine bir Kur'an âyeti şöyle işaret eder: “O, yeri yayıp döşeyen, orada dağlar, nehirler meydana getiren, orada her türlü meyveden (erkekli-dişili) iki eş yaratandır. O geceyi gündüze bürüyor. Şüphesiz bunlarda, düşünen bir kavim için (Allah’ın varlığını gösteren) deliller vardır.” (Râd Sûresi, 3. âyet) KÂİNATIN BAŞLANGICINDAKİ DELİL Bu kâinat ve içindeki her varlık sonradan meydana gelmiş, yoktan yaratılmıştır. Günümüzde bu gerçek, fen bilimlerince de doğrulanmaktadır. Astronominin tespitlerine göre, bu evren, sıfır noktasında iken büyük bir patlama ile ortaya çıkmıştır. Bu patlama sonrasında oldukça düzenli, hassas dengelere sahip galaksiler, yıldızlar, gezegenler meydana gelmiştir. Bilim adamları bu ilk patlamanın rastgele bir savrulma olamayacağını, aksine bir programa dayalı düzenli bir açılıp genişleme olması gerektiğini söylüyorlar. Çünkü rastgele bir patlamadan böyle harika sanatlarla dolu bir evren ortaya çıkamazdı. Hiçbir şey yokluktan kendiliğinden çıkıp var olamaz. Madem bu âlemin bir başlangıcı vardır. O halde, başlangıcı olmayan ezelî bir yaratıcıya muhtaçtır. O da, Kur’ân’ın bize tanıttığı, sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah’tır. O, büyük patlama ile kâinatı yoktan var etmiştir. Allahu Teâlâ, Kur’ân’da kâinatı bizzat yarattığına ve genişlettiğine şöyle işaret eder: “Göğü, gücümüzle Biz kurduk; şüphesiz biz onu genişleticiyiz.” (Zariyat Sûresi, 47. âyet)    Kur’ân-ı Kerim’de, “…Şüphesiz bunda aklını kullanan bir kavim için (Allah’ın varlığını gösteren) deliller vardır.” (Rad Sûresi, 4. âyet) gibi çok âyetler bizleri yaratılmışlar hakkında düşünüp ibret almaya davet ederler. Allah’ın sanatlarını görüp onlar üzerinde düşünmek akıl sahibi insanlar için hem büyük bir şeref, hem büyük bir görevdir. Bunun farkında olan insan, Allah’ın kendisine ihsan ettiği akıl ile bir binaya bakıp ustasını gördüğü gibi, yaratılmışlara bakarak da Yaratıcıyı bulabilir.  HER ŞEYİ YARATAN ALLAH'TIR Etrafımızdaki varlıkları dikkatle gözden geçirdiğimizde zerrelerden yıldızlara kadar, küçük büyük her şeyde bir ölçüyü, plan ve programı görürüz. Her nereye bakarsak gizli bir kudretin atomlara, hücre yapılarına, canlılara hatta yıldızlara varıncaya kadar ölçüp, biçtiğini, ona göre dikkatlice yaratıp düzen verdiğini anlarız. Bütün evren, adeta büyük bir canlı organizma gibidir. Bütün parçaları mükemmel ölçülerle birbirini tamamlayan kompleks bir yapıda ve muhteşem bir sanat eseri olarak yaratılmıştır. Buna işaretle yüce Allah Kur’ân’da: “Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık” (Kamer Sûresi, 49. âyet)  buyurmaktadır. Madem bu evren bütünüyle onun bir sanat eseridir ve iç içe geçen pek çok varlıklar ve düzenlerle mükemmel bir şekilde yönetilmektedir. O halde içindeki en küçük bir atomu ve atomların birleşmesiyle oluşan bir canlıyı da yaratan odur. Bir tek atomu yaratan Allah olduğu gibi; tuğlaları atomlarla örülmüş şu kâinat binasını yaratan da O’dur. Çünkü bütünü yaratan kim ise bütünün parçalarını yaratan da odur. Demek ki, atomu yaratan ve ona düzen veren kim ise, yıldızları yaratan ve aralarına dengeyi koyan da elbette odur. Yeryüzündeki bütün canlılar hücrelerin bir araya gelmesiyle oluşurlar. Hücrelerde ise öyle bir sanat, öyle karmaşık bir yapı ve o kadar hassas ölçüler vardır ki bütün insanlık toplansalar tek bir hücreyi yapamazlar. Bütün mahlûkların en akıllıları ve en kabiliyetlileri olan insanların yapmaktan aciz kaldıkları bir işi her halde kör tesadüfler veya bilinçsiz tabiat kanunları yapamaz. Öyleyse her bir hücreyi sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi olan Allah’tan başkası yaratmış olamaz. O halde, bir hücreyi kim yaratmış ise onlardan oluşan bir canlıyı da hatta bütün canlıları da o yaratmıştır. Çünkü bütün canlılar hücrelerden oluşmaktadır. Bu gerçeği bir Kur’ân âyeti şöyle ifade eder: “Gökleri, yeri ve bu ikisi içinde yaydığı canlıları yaratması, onun varlığının delillerindendir...” (Şûrâ Sûresi, 29. âyet) Bilindiği gibi, bir yerin idaresine birden fazla karışan olsa, orası karışır ve düzen bozulur. Hâlbuki evrende, evrenin büyüklüğü nispetinde çok hassas ölçülerle kurulmuş bir düzen var. Hatta iç içe geçerek birbirini tamamlayan sonsuz sayıda düzenler var. Eğer ikinci bir el karışsaydı her şey karmakarışık olur, düzen alt üst olurdu. Acaba böyle büyük bir evreni yaratan ve bu kadar hassas ve mükemmel bir düzeni kuran bir kudretin yardımcı veya ortağa ihtiyacı olur mu? Farz-ı muhal eğer ikinci bir el karışacak olsa o çok hassas düzen mutlaka bozulurdu. Demek oluyor ki; düzenin varlığı, Allah’ın sonsuz ilim ve kudretini gösterdiği gibi, bu düzenin mükemmel olarak devamı da başka hiçbir elin karışmadığını gösterir. Bunun içindir ki, Güneş milyonlarca senedir aynı özellikleriyle dünyamızın lambası ve sobası olmaya devam ediyor. Dünya uzaydaki yörüngesinden sapmıyor. Hayat bütün güzellikleri ile sürüyor. Bir âyet meali bahsettiğimiz hakikate şöyle işaret eder: “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu…” (Enbiya Sûresi, 22. âyet) Bütün canlıların kâinatın bir özeti şeklinde yaratılmış olması da her şeyin yaratıcısının Allah olduğunun önemli delillerinden biridir. Şöyle ki: Bir kitabın özetini çıkaracaksanız, mutlaka bütün kitabı okumalısınız. Kitabın bütününü bilmeden güzel bir özet çıkarmanız mümkün değildir. Bir kimsenin bir kitabın mükemmel bir özetini çıkarması o kitabı tam manasıyla bildiğini gösterir. Mesela, çekirdek ağacın mükemmel bir özetidir. Ağacın bütün özellikleri bilinmeden çekirdeğin yapılması da mümkün değildir. Ağacı kim yaratmış ise çekirdeği de muhakkak o yaratmıştır. Bununla beraber bütün kâinatı bilmeyen ağacı da yapamaz. Çünkü bir ağaç bütün diğer canlılar gibi, şu kâinatın bir özüdür ve bütün kâinatla alakası vardır. Örnek olarak ağaçta kullanılan maddelerin hepsi şu evrenden hassas ölçülerle süzülerek toplanmıştır. Ayrıca güneşle, atmosferle, bulut ve yağmurla, kış ve yazla çok ince ve önemli ilişkileri, alış verişleri vardır. Öyleyse kâinatı her yönden bilmeyen biri ağacı yaratamaz. Ağacı bütün özellikleriyle bilmeyen biri çekirdeği yaratamaz. Bütün bunlar tüm evrenin bütün varlıklarıyla birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu ve en büyük şey gibi en küçük şeyin de tek bir Allah tarafından yaratıldığını göstermektedir. Kur’ân bu gerçeği şöyle ifade eder: “Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Ondan başka ilâh yoktur…” (Bakara Sûresi, 163. âyet) HAYATI VEREN ALLAH’TIR Allah’ın yarattığı şu evrene dikkatle baktığımızda ilâhî sanatların en büyüklerinin canlı varlıklar olduğunu görürüz. Her bir canlı, hücrelerin alt birimlerinden başlayarak milyarlarca karmaşık sistemlerin organize bir şekilde iç içe geçmesiyle oluşmuştur. Bu da bize o canlının kendiliğinden veya tesadüfen ortaya çıkmadığını, aksine sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Allah tarafından yaratıldığını gösterir. Üstelik canlılar sahip oldukları hayatı Allah’tan başka hiç bir yerden almış olamazlar. Çünkü onların yapımında kullanılan toprak su gibi maddelerin hiç birinde hayat yoktur. Öyleyse hayatı veren yalnızca her şeyi yaratan Allah olabilir. Allah, hayatı kudretinin en büyük mucizesi olarak yaratmıştır. Elbette bu en değerli ve en nazik sanatının çabucak bozulup dağılmasına müsaade etmez. Bu kıymetli sanatın devamını, canlıların rızıklarını temin ederek ve onları koruyucu bazı sistemlerle donatarak sağlar. Bütün canlılar, kendilerine lazım olan gıdaları kolayca elde edebilecek bir ortamda yaratılırlar. Hayatımız için en gerekli şey olan hava, her tarafımızı sarmıştır. Bütün yeryüzü su kaynaklarıyla donatılmıştır. Topraktan yetişen her türlü besinler canlıların istifadesine sunulmuştur. Bunun yanı sıra bu gıdalara ulaşıp istifade etmelerini sağlayacak organlar verilmiştir.  Bütün bu şefkat ve merhamet dolu düzenler elbette kendiliğinden oluşmuş değildir. Aksine her canlıya hayat veren, onların ihtiyaçlarını gören ve sonsuz merhamet sahibi yüce Allah tarafından kurulmuştur. Allah’ın her canlıyı rızıklandırıp yaşattığına dair çok âyetlerden birisi şöyledir: “Nice canlılar vardır ki, rızıklarını taşımazlar (yiyeceklerini temin edemezler). Onları da sizi de Allah rızıklandırır...” (Ankebut Sûresi, 60.âyet) Bundan başka her canlıya, hayatının devamı için kendisini koruyabilecek bazı cihazlar verilmiştir. Daha dünyaya gelmeden mükemmel bir korunma ve savunma sistemiyle donatılarak gönderilirler. Meselâ hayvanlar kendilerine verilen, boynuz, pençe, gaga gibi silahlarla hayatlarını korurlar. Vücudumuzdaki lenf sistemi, mikroplara karşı bir savunma mekanizmasıdır. Beynimiz, önümüze çıkacak bütün zararlara karşı önlem alabilecek en kıymetli bir organımızdır. Refleks denilen bir sistemle canlılar kendilerini, düşünmeye bile gerek kalmadan koruma altına alırlar. Meselâ küçük bir çocuğun yere düşerken anîden ellerini yere koyması ve bu şekilde başını çarpmaktan koruması, hayatını kurtaran bir refleks hareketidir.  Ölüm korkusu bile hayatın korunmasına hizmet eder. Eğer bu his olmasaydı, canlılar, hayatlarına mal olacak yanlışlıklara kolayca düşerlerdi. Canlıları yaratan ve rızıklar vererek yaşatanın Allah olduğu, bir âyette şöyle ifade edilmektedir. “Allah, sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek ve daha sonra da diriltecek olandır…” (Rum Sûresi, 40. âyet) Başka bir âyette ise Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: “Size göklerden ve yerden kim rızık verir?” De ki: “Allah...” (Sebe Sûresi, 24. âyet) Özetle,  canlılara hayatlarını kim verdiyse, her çeşit gıdalarla besleyerek onları yaşatan da O’dur.  “O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Yaşatır, öldürür…”(Duhan Sûresi, 8. âyet) ALLAH HER AN GÖZETENDİR Yüce Rabbimizin güzel isimlerinden biri de Basîr’dir. Yani O her şeyi görendir. Evrendeki denge, bütün varlıkları her an gördüğünün en büyük delilidir. Şu âlem bir an olsun O'nun kontrolünden çıksa, muhakkak her şey bir kaos içine düşer ve düzen alt üst olur. Çünkü bu büyük ve karmaşık dengenin sürmesi her an Allah’ın görüp gözetmesi sayesinde olabilir. Kendiliğinden olamaz Basîr olduğu için bütün varlıklar her an O'nun gözetimi ve koruması altındadırlar. Allah’ın güzel isimlerinden olan ve her şeyi gözetip takip eden manasına gelen Rakib; ve koruyup kollayan manasına gelen Hafiz isimleri de bu manayı ifade ederler. Kâinata baktığımızda her şeyin bir düzen üzere devam ettiğini, işlerin yolundan çıkıp dengenin bozulmadığını görüyoruz. Yıldızlar dökülüp dağılmıyor. Güneşin enerjisi bitip tükenmek bilmiyor. Dünya yörüngesinden çıkmadan yoluna devam ediyor. Canlılık yeryüzünde devam ediyor. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, kâinatı yaratan onu görüyor, gözetiyor, koruyup kolluyor. Kendi haline bırakmıyor. Mesela, saatte “yüz elli kilometre” hızla giden bir aracın şoförü gözünü yoldan kısa bir süre için çevirse o aracın başına neler gelebileceğini düşünün. Peki, dünyanın uzaydaki hızını hiç düşündünüz mü? Dünya, güneş etrafında 108.000 (km/h) gibi büyük bir süratle dönmektedir. Bu ise, ses hızını aşan bir jetten elli kat fazla, müthiş bir sürattir. Üzerinde seyahat ettiğimiz şu dünya gemisinin, milyonlarca senedir hiçbir sarsıntı vermeden yoluna devam etmesi onu gözeten yüce bir kudret sahibini akıllara gösterir. Eğer bir an kontrolden çıksa başına gelecek trafik kazasının sonucunu hayal dahi edemeyiz. Demek ki hiçbir şey, hiçbir zaman kendi haline bırakılmıyor. Kontrolsüz kalmıyor. Allah, bütün canlıları da gözetir. Onları gözetip koruduğuna delil, bir milyonu aşkın bitki ve hayvan türlerinin bütün ihtiyaçlarını gidermesidir. Her birisi kalabalık ordular gibi olan o canlıların, rızıkları, elbiseleri, silahları ve her türlü ihtiyaçları hiç biri unutulmadan karşılanmaktadır. Eğer bütün bunları O Yüce Yaratıcı karşılamasa ve kendi başlarına bırakılmış olsa idiler, aciz kalıp hepsi perişan olurdu. Mesela, insanlara yağmur vermeyip “Haydi bundan sonra içecek suyunuzu kendiniz temin edin” deseydi, acaba insanlığın hali ne olurdu? Ya da koyunların elbiseleri olan yünlerini vermeyip “siz kendi elbisenizi kendiniz karşılayın” deseydi yeryüzünde bir tek koyun kalır mıydı? Bütün canlıları ve ihtiyaçlarını bu kıyaslamaya dâhil edebiliriz. Demek oluyor ki, Rabbimizin görüp gözetmesi sayesinde bütün canlılar O’nun şefkatli yardımlarına kavuşurlar. Bunu ifade eden bir âyet şöyledir: “...Şüphesiz Allah, kullarını hakkıyla görür...” (Mü’min Sûresi, 44. âyet) Allah kullarını bela ve sıkıntılardan koruyarak da gözetir. Dünyada hayatın devamını korumaya alan bütün düzenler O’nun koruyucu olan manasındaki Hafîz isminin bir tecellisidir. Örnek olarak dünyadaki hayat güneşin zararlı ışınlarına karşı ozon tabakası ile korumaya alınmıştır. İnsanlar dualarında, dünyanın musibetlerinden korunmak için O’ndan yardım isterler. Dünyadaki imtihanın bir gereği olarak müminler de bazen musibetlere düşebilirler. Fakat çok defalar O’nun yardımlarıyla korunduklarını fark ederek Allah’a şükrederler. Allah’ın merhametiyle kullarını koruduğunu bir âyet şöyle ifade eder: “…Allah en iyi koruyandır ve O, merhametlilerin merhametlisidir…” (Yusuf Sûresi, 64. âyet) İnsanların işledikleri bütün ameller de Allah’ın gözetimi altındadır. Allahü Teâlâ, insanları bu dünyaya mühim vazifelerle göndermiştir. Onlara iyilikleri emretmiş, kötülüklerden sakındırmıştır. İnsanların güzel huylar kazanıp kemale ermeleri, ancak O’nu iyi tanımaları, emir ve yasaklarına uymalarıyla mümkün olur. Bundan dolayı insanların ne gibi davranışlarda bulundukları sürekli Allah’ın gözetimi altındadır. Kur’ân-ı Kerim bize bütün davranışlarımızın Allah tarafından görülüp kaydedildiğini pek çok âyetlerle beyan eder. Onlardan biri şöyledir: “Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir.” (Fussilet Sûresi, 40. âyet.) Bazı âyetler de insanların bütün amellerinin görevli meleklerce kaydedildiğini bildirir: “İnsan hiçbir söz söylemez ki onun yanında (yaptıklarını) gözetleyen (ve kaydeden) hazır bir melek bulunmasın.” (Kaf Sûresi, 18. âyet) O halde bizlere düşen Rabbimiz’in her yerde hazır olduğunu, bizleri gözetip koruduğunu düşünmek, bütün sıkıntı ve ihtiyaçlarımızda O’ndan yardım istemektir. Yaptıklarımızın kaydedildiğini bilerek yanlışlıklara düşmekten sakınmaktır.

Cemal ERŞEN 01 Şubat
Konu resmiBir Evrimci ile Münâzara
İtikad

Canlıların evrim yoluyla oluştuğunu iddia etmenin ne kadar yanlış olduğunu mantık ölçüleriyle izah etmeye çalışacağız. Şöyle ki: Bir ateistle münâzara ederken ona dedim ki “Bu âlem ve içindeki her şey nasıl oluşmuştur?” O da “Tesâdüf olarak evrim yoluyla kendi kendine oluşmuştur.” dedi. Bu cevaba binaen dedim: Bütün canlılar namına bir hayvanı düşünelim. Bu hayvan ya dediğiniz gibi kendi kendiliğinden yaratılmıştır veya tabiat isteyip de yaratmıştır veya âlemdeki sebebler bir araya gelerek o canlıyı yaratmışlardır veyahut o canlıyı bütün canlılarla birlikte yaratan bir olan ALLAH’tır. Evet, yaratılış için aklen bu dört yoldan başka yol yoktur. Bedîüzzaman Hazretleri, Tabiat Risâle-si’nde o canlının önceki üç yol ile yaratılmasının imkânsız, hatta böyle bir düşüncenin ne kadar saçma olduğunu izah etmiştir. Ve aynı zamanda o canlının ancak Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudret ve hikmetiyle yaratıldığını çok delil ve burhanlara dayandırarak ispat etmiştir. Hulâsa olarak, evrimi savunan bilim adamları evrimin nasıl gerçekleştiği konusunda, düşünceleri ayrı ayrı olsa da canlıların tesâdüf eseri olarak kendi kendine oluştuğu fikrinde ittifak etmişlerdir. Zîra evrim felsefesinin temelinde, önce atomlardan bir hücre; hücreden ise solucan gibi bir canlı, daha sonra da bütün canlıların zaman geçtikçe kendi kendilerine oluştukları iddiası vardır. Hâlbuki fizik kanunlarına göre, etkisiz tepki olmaz. Bilhassa bu canlıların üzerinde görülen sanatın, etkisiz ve kendi kendine olmasının imkân ve ihtimali yoktur. Mesela gâyet mükemmel bir eczane düşünelim. O eczanede hammadde ile dolu yüzlerce şişeler bulunmaktadır. O şişelerdeki hammaddelerden ruh sâhibi bir mâcun ve hayat sâhibi bir ilacın yapıldığını görüyoruz. O mâcun ve ilacın ferdlerini tahlil ettiğimizde bakıyoruz ki, her bir şişeden hassas bir tartı ile belli miktarlarda, birisinden 1-2 gram, diğerinden 3-4 gram ve başkasından 7-8 gram alınmıştır. Bunlar gibi bütün o şişelerden miktarlar alınarak o ruh sâhibi mâcun ve hayat sâhibi ilaçlar teşekkül ettiğini görüyoruz. Eğer o şişelerden alınan miktardan bir gram fazla veya noksan olsa, o mâcun ile o ilaç özelliklerini kaybedeceklerdir. Acaba bir fırtınanın esmesiyle veya o eczanenin sallanması neticesinde şişeler devrilerek her birisinden istenilen miktarda içlerindeki hammaddeler aksın. Sonra bir araya gelerek o ruh sâhibi mâcun ve hayat sâhibi olan ilaç tesâdüfen kendi kendine oluşsun. Bunun hiçbir cihetle imkân ve ihtimali var mıdır? Hatta bir hayvanın hayvanlığı kat kat artsa bile sonra o hayvan insan suretine girse yine böyle bir fikri kabul etmem diye kaçacaktır. Aynen öyle de kâinatta hammadde olarak bulunan atom ve moleküllerden canlı olan hücrelerin ve birer ilaç hükmündeki bitkilerin oluşturulması ve o hücrelerin de bir araya gelerek ruh sâhibi olan hayvanların oluşturulması, ancak Cenâb-ı Hakk’ın nihâyetsiz kudret ve hikmetiyle mümkündür. Yoksa tesâdüf eseri olarak atomların ve moleküllerin bir araya gelerek kendi kendine canlı olan o bitkilerin ve ruh sâhibi olan hayvanların oluşmalarının imkân ve ihtimali yoktur. Zîra bugünkü fennin iddiasına göre, bir hücre insan eliyle maddî imkânlar-la yapılmış olsa, Konya Ovası kadar yer kapsayacaktır. Hem bir hücre, insanların kurduğu sistemlerden binlerce kat daha üstün ve güneş sistemi gibi mükemmel bir düzene sâhiptir. Hâlbuki bütün insanlar birbirine yardım etmek gâyesiyle bir araya gelseler dünyadaki bütün medeniyet hârikası teknolojiyi de kullansalar o hücreyi yapamayacaklar. Hiç imkân ve ihtimal var mı ki denizlerin çalkalanmasıyla veyahut doğadaki kör ve sağır moleküllerin ve atomların bir araya gelmesiyle, anlamakta aciz kaldığımız sistemle kurulan, o hücre kendi kendine oluşsun? Acaba böyle bir düşünceden daha hurâfe daha yanlış bir şey var mıdır? Böyle bir oluşum mümkün olmadığı halde, haydi olduğunu farz edelim. Fakat atomlarda ve moleküllerde hayatın olmadığı herkesçe mâlumdur. Peki, bunlardan oluşan hücreye hayat nereden gelmektedir? Aynı zamanda o hücrelerden oluşan ruh sâhibi insana dikkat ettiğimizde, oluşumun temel taşını teşkil eden atomlarda bulunmayan hayatla birlikte görme, işitme, anlama gibi birçok özellikler o insanda bulunmaktadır.  Acaba vücut kendi kendine atomlardan oluşurken bu özellikler nereden geldi? Mantıken anlaşılan şudur ki nasıl gâyet mahâretli bir zât; gücü, görmesi ve anlamasıyla, mühendisin projesine göre, depolarda bulunan malzemeleri bir araya getirerek binayı yapar. Aynen öyle de Cenâb-ı Hak, Mûcid (her şeyi îcad eden) ismiyle yarattığı atomları bir araya getirerek Mukaddir (her şey için ölçüler takdir eden) isminin hazırladığı projeye göre, ilk canlıyı teşkil eden hücreleri yaratmıştır.  O hücrelerden yapılan ruh sâhiblerinin vücudunda kullanılan görme malzemesini Basîr isminden, işitmeyi Semi’ isminden, sureti Musavvir isminden ve bu minval üzere bütün isimlerden malzemeleri bir araya getirerek hayvanları yaratmıştır. Yoksa kör, sağır, cansız şeylerin bir araya gelmeleriyle canlıların kendi kendine yaratıldığını iddia etmek, o varlıklardan daha cansız, kör ve sağır olmakla mümkün olabilir. İnsanlığını ve aklını kaybetmeyen hiçbir kimse böyle saçma bir iddiada bulunamaz. Yaklaşık beş buçuk saat devam eden bu gibi açıklamalardan sonra,  ateist olan o zat “Şimdi bir yaratıcının var olduğuna inandım. Zîra siz Allah’ın var olduğunu isbat ettiniz.  Ben ise yokluğunu isbat edemedim.” diyerek Allah’ın varlığını kabul etti. Biz de Risâle-i Nurları ihsan eden âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun diyerek şükrettik.

Zakir ÇETİN 01 Şubat
Konu resmiMuvahhid Kalplerin İttihadı
İtikad

‘Tevhid’i bilmek, ‘tevhid’e inanmak ve ‘tevhid’i yaşamak apayrı ama birbiriyle sımsıkı irtibatlı üç hâl, üç fazîlet. Peki, ‘tevhid’i hayat tarzına yansıtmak ne demektir? Yahut ‘tevhid’i yaşamak ne anlama geliyor? Tevhidi netice vermeyen iman, zayıf mıdır? Teslim ve tevekküle vesile olmayan ‘tevhid’, eksik midir? İşte bu ve benzeri daha pek çok sorunun cevabını bu ayki “Tevhid etsin dilimiz!” başlıklı dosyamızda tahlil ettik.     Pozitivist eğitim sisteminin kirli çarklarında öğütülen zamanın insanının en mühim ihtiyacı, okullarda neredeyse hiç duyamadığı ama her şeyiyle ve her zaman O’na muhtaç olduğu Yaratıcısını tanımaktan başka bir şey değil. Kâinatı anlamak ve doğru cevapları almak için önce doğru soruları sormak şart. Ayrıca niyet ve nazarın tashihi ve tamiri gerek. Şüphe ve tereddüt asrında ‘tevhid’in ‘hayat tarzı’ olabilmesi, ancak ‘tevhid’i her yönüyle ve her gün tefekkür edip hazmetmeye bağlı. Ciğerlerinizi ‘tevhid’ oksijeni ile ne kadar çok doldurursanız, ‘şirk’ havası o kadar barınacak yer bulamaz kendine. Bu durum, günlük hayattan siyasi hayata kadar hayatın her safhasını etkiler. Bunun için Kur’ân-ı Kerim tekrar be tekrar ve pek çok yönden ‘tevhid’i ders verir. Zira inkâra sürüklenmek zor, şirk deresine düşmek çok kolaydır! Çünkü cehli kabullenmek zor, yoldan sapmak çok kolaydır! Ancak muvahhid kalpler ittihad edebilirler. Onun için cemiyetlerin ana iki sütunu ‘iman’ ve ‘tevhid’dir. Şayet bu iki sütun çürük ve arızalı ise o cemiyetin birlik içinde ayakta kalması imkânsızdır. Bugün yaşanan hem fert fert rûhî çatışmalarımız hem de toplumun her katmanındaki ‘birlik’ şuurundan uzak dipsiz nizâlar, kavgalar ve korkular hep ‘tevhid’ îtikadındaki zaaflar sebebiyledir. ‘Tevhid’in zayıfladığı yerde her türlü zulüm peydâ olur. Şirk ise en büyük zulümdür! Muvahhid kalplerin ittihadı elzemdir. Bu ise sadece inançta değil davranışlarda da kemâlât gerektirir, olgunlaşma ister. Sadece bu hakîkatleri anlatan ama yaşamayan ruhların ittihadı zorla veya zorbalıkla olur. İstibdat ve tahakkümle hiçbir cemiyeti daimi sûrette bir arada tutamazsınız oysa! İstibdat, her türlü kemâlin engeli olduğu gibi ittihadın da engeldir! Şirk de bir tür istibdattır, nefse zulümdür! Tevhid, her türlü güzelliğin kaynağı olduğu gibi ittihadın da en mühim sebebi ve kaynağıdır. Onun için gelin aşk ile diyelim: “Tevhid etsin dilimiz!” Allah’a emanet olunuz.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Şubat
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Hira Dağı Mekke'nin kuzeydoğusunda bulunan Hira Dağı, Mescid-i Haram'a yaklaşık 5 km. uzaklıktadır. Peygamber Efendimiz'e (asm) ilk vahyin geldiği mağara bu dağda bulunmaktadır. Peygamber Efendimiz (asm), risâletten önce de zaman zaman bu mağaraya gelirlerdi. Hira Dağı'na Cebel-i Nur (Nur Dağı) da denilmektedir. Deniz seviyesinden yüksekliği 642 metre olan Hira Dağı'nın eteğinden yüksekliği ise 281 metredir. İlk vahyin geldiği mağara, dağın zirvesinden 20 metre kadar aşağıda bulunmaktadır. "Herkesin bir Üstâdı vardır, sen de benim Üstâdımsın" Bedîüzzaman Hazretleri, Bitlis'teyken bir gün kendilerine vâli ile bir kısım memurların içki içtikleri haber verilince "Bitlis gibi dindar bir memlekette hükümeti temsil eden bir zâtın irtikab ettiği (kötü bir iş işlediği) bu muameleyi kabul edemem." der ve bu şahısların toplandıkları yere gider. Evvela içki hakkında bir hadîs-i şerîf okuduktan sonra pek şiddetli sözler söyler. Vâlinin vurdurmak için işâret etmesi ihtimaline binaen bir elini de rovelverinin bulunduğu yerde tutar. Fakat vâli ses çıkarmaz. Oradan ayrılınca vâlinin yâveri Üstâd Hazretleri'ne "Ne yaptınız? Söyledikleriniz idamınıza sebep olabilir." der. Üstâd Hazretleri ise cevâben "İdam hayalime gelmedi. Hapis ve nefiy (sürgün) zannederdim. Her ne ise bir münkiri ref' etmek için ölürsem ne zararı var." cevabında bulunurlar. İki saat sonra, vâli polis vâsıtasıyla kendilerini istetir. Vâlinin odasına girerken vâli hürmetle Üstâd Hazretleri'ni karşılayarak elini öpmek ister. İltifatla yer göstererek “Herkesin bir üstâdı vardır. Sen de benim Üstâdımsın." diye bu takdirkâr vâli, her sahada hârikulâde olan çocuk yaştaki Molla Said'i kendisine Üstâd yapar. Kusurları örtmek ve görmemek Adamın yolu, günün birinde bir dergâha düşer. İki dervişin sohbet etkinliklerini görünce yanlarına yaklaşır. Birincisinin giydiği kıyafetin kolunun geniş ve uzun olduğunu, hatta ellerini bile örttüğünü fark eder. İkincisinin kıyâfetinde ise tam tersi bir durum vardır; kolları kısa ve daracıktır; bilekleri dahi açıktadır. Sebebini öğrenmek ister. Önce birincisine sorar "Neden kıyafetinizin kolları bu kadar uzun?" O derviş cevâben "Özel bir sebebi var elbette. Biz, insanların günahlarını, ayıp ve kusurlarını örteriz. Giyim kuşamımıza da bu anlayışımızı yansıtıyoruz." der. Adam diğer dervişe döner ve merakını gidermesini ister "Peki sizin elbisenizin kolları neden bu kadar dar ve kısa? Siz insanların günahlarını ve ayıplarını örtmez misiniz?" O derviş ise cevâben "Biz mi? Biz insanların günahlarını ve kusurlarını görmeyiz." (Yaşar Değirmenci, Fırtına Çıktığında Uyuyabilmek) 01 Şubat 1553 Fransız Donanması Osmanlılar tarafından rehin alındı Kanunî'nin esâretten kurtardığı Fransa Kralı François öldükten sonra yerine geçen 2. Henri de Roma-Cermen İmparatoru Şarlken'e karşı Osmanlılar'dan yardım istemiştir. Fransa, Osmanlı'ya bu yardımı karşılığında 300.000 altın verecekti. Fransızlar vaad ettikleri bu parayı verinceye kadar da donanmalarını Osmanlılar'a rehin olarak vermişlerdir. Tarihe Osmanlı-Fransız Rehin Sözleşmesi olarak geçen bu sözleşmenin gereği olarak rehin alınan Fransız donanmasını yanına alan Turgut Reis, Akdeniz'e açılarak Şarlken'in müttefiki olan Cenevizlilerin elindeki Korsika Adasını fethetmiştir. 04 Şubat 2002 Ali Ulvi Kurucu vefat etti 1922 senesinde Konya'da dünyaya geldi. İlk ve orta öğretimini Konya'da tamamladı ve Arapça öğrendi. Hafızlığını tamamladıktan sonra 1938 senesinde âilesiyle birlikte Medine'ye yerleşti. Yüksek öğrenimini Kahire el-Ezher Üniversitesinde tamamladı. Medine'de uzun süre Evkaf Dâiresi'nin İnşaat ve Sicillat Emini olarak vazife yaptı. Daha sonra Sultan 2. Mahmud'un yaptırdığı Mahmudiye Kütüphanesi'nde, bir müddet de Şeyhülislam Arif Hikmet Kütüphanesi'nde çalıştı. 1985'te emekli oldu. Emekli olduktan sonra Medine'ye dünyanın her tarafından gelen ilim adamlarını ağırlardı. Senenin belli bir dönemini, Türkiye'de geçirmeye özen gösterirdi. Geniş bir hadis kültürüne sahipti ve târihe, musikiye ve hatta özel ilgisi vardı. Aruz vezniyle şiirler yazdı. Bu şiirleri Gümüş Tül ve Alevler adıyla yayınlandı. Safahat'ı ezbere bilmesiyle tanınıyordu. Yeni harflerle basılan Tarihçe-i Hayat'a Üstâd Bediüzzaman'ı tarif eden harika bir önsöz yazdı. Cenaze namazı 05 Şubat 2002'de Mescid-i Nebevî'de öğlen namazını müteakiben kılındıktan sonra Cennetü'l-Bakî mezarlığına defnedildi. Allah rahmet eylesin. 10 Şubat 1258 Bağdat Hülagü komutasındaki Moğollar tarafından yakılıp yıkıldı "Akvâm-ı Şarkiye (doğu kavimleri), A'râb (Bedevi Araplar) üzerine hücum edecek. Galebe edip (üstün gelip) A'râb'ı hayvan gibi kesecek. Öyle müdhiş fitneler ve karanlıklı musibetler ki en karanlıklı gecelerden daha ziyâde karanlıklı olacak. İşte Hazret-i Ali'nin (ra) bir kerâmet-i bâhiresi (apaçık) ki kendinden beş yüz sene sonra gelen ve Arab Devlet-i Abbâsiye'sini mahv eden hadsiz kütüb-ü İslâmiye'yi (İslâm kitaplarını) nehr-i Fırat'a döken ve A'râb'ı gâyet zâlimâne katleden Hülagü vaka-i meşhûresini haber veriyor." Sikke-i Tasdîk-i Gaybî'de geçen bu kısım aslında 1258'de Bağdat'ta yaşananları çok açık bir şekilde özetliyor. İslâmiyet'e ve Müslümanlara büyük zarar veren bu hâdise târihe kara bir leke ve kapkara bir gün olarak geçmiştir. Öyle ki Fırat ve Dicle Nehirlerinde günlerce kan ve mürekkep aktığı rivâyet edilmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiHalimiz Dilimiz, Dilimiz Dinimiz mi?
Kültür ve Medeniyet

TEFEKKÜR MÜ, TEZEKKÜR MÜ? Yaklaşık üç yaşında bir kızım var. Bir dörtlük ezberlemiş; sürekli tekrarlayıp duruyor. Dörtlük şöyle: “Rabbim Allah, peygamberim Hazret-i Muhammed, dinim İslâm, kitabım Kur’ân, ben Müslümanım.” Dilindeki dörtlük ve o haliyle hakikaten çok tatlı ve dilinden dökülen şu cümleler bana güzel bir hissiyat veriyor. Onun o halini seyredip biteviye söylediği cümleleri dinlerken aklıma şu kelime geldi: “Tekrar” Evet, dilimizde şöyle bir söz var sizin de bildiğiniz; “Tekrar güzeldir, velev yüz seksen defa olsa bile.” Hatırıma gelen şu cümlenin ardından başka bir cümleye intikal ettim, “Tefekkür mü, tezekkür mü?” Çünkü bir sohbette bir arkadaş bu cümleyi söylemiş ve “Biz şu an ne yapıyoruz? Tefekkür zannettiğimiz şeylerin aslında çoğu artık tekrar eden şeyler olmuş, farkında mıyız?” diyerek tefekkürün de sürekli yenilenmesi gereğine vurgu yapmıştı. Zira tefekkürümüze giren bazı cümleler bir zaman sonra tekrar edip durduğumuz cümleler haline dönebiliyor. Yani aslında tefekkür ediyoruz derken tezekkür yani tekrar ediyoruz da farkında olmuyoruz. Bir başka açıdan baktığımda ise, başka bir şey daha çarptı nazarıma. Yıllardır tekrarlayıp durduğum cümleler var hayatımda. Birisi sorsa rahatlıkla sayıp dökebildiğim cümleler. Fakat belki de uzun zamandır kendime “Bunlar gerçekte ne demek?” veya “Bunlar sadece söylenip tekrarlamaktan mı ibaret?” diye pek de sormamışım! Yayın kurulundan Şubat ayı kapak konusu “tevhid” olarak çıkınca ben de, tefekkür kelimesinin penceresinden, hayatın içinde tevhidi aramaya ve hayatımızdan örneklerle mevzuu anlamaya çalışalım istedim. Sürekli tekrar ettiğimiz kelime-i tevhidin hayat aynamızdaki doğru/yanlış yansımasını birlikte görelim arzu ettim ve aşağıdaki yazı döküldü kalemimden sayfanın beyaz yüzüne. Peygamber Efendimiz (sav), “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, ‘Lâ ilahe illallah’ kelâmıdır.” demiştir. Evet, Peygamber Efendimizin şu ifadeleriyle anlaşılır ki en büyük dava, tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim'de çok yerlerde beyan edildiği üzere, her şeyde tek hâkim, sonsuz ve mutlak sıfatlar sahibi Rabbimiz olan Allah’tır. İnsana düşen ise, kalbi, dili ve hareketleriyle bu durumu tasdik etmesi, doğrulamasıdır. Ya bizim halimiz nicedir acaba? Allah’ı sonsuz isim ve sıfatlarıyla tanıyor muyuz? En azından bildiğimiz kadarıyla iman edip bildiklerimizi yaşantımıza aksettirebiliyor muyuz? Dilimiz “Allah birdir, ondan başka ilah yoktur” derken, hayatımızda bu cümleyi yaşayabiliyor muyuz? Evet, Allah’a iman bir kısım sorumlulukları da beraberinde getirir. Tek güç, tek ilah, tek Rab olarak sadece Allah’a yönelmeyi ifade eder. Her şeyi yalnızca ondan istemeyi, her meselede ona yönelebilmeyi, her yerde onun var olduğu düşüncesi ve huzuru ile yaşayabilmeyi gerektirir. Bilinen hiçbir şeye benzemeyen, her şeyiyle mutlak bir varlığı ve bütün bu sıfatlarıyla ona karşı kul olabilmeyi iktiza eder. Neden? Çünkü her gün tekrar ettiğimiz, günde beş defa minarelerimizden okunan ezanla duyduğumuz kelime-i tevhid, bu manayı ifade eder. Kutsal kitabımız Kur’ân, ekser ayetleriyle bu manayı ders verir. Yaşadığımız dünya ve “kavanin-i adetullah” denilen hayat ve tabiat kanunları da bizi buna zorlar. En önemlisi, her insan kendi mahiyetine azıcık dikkat etse, “Evet, doğrudur.” der. Ve elhamdülillah bizler, o tevhid kelimesini söyleyenlerdeniz. HAYAT AYNASINA YANSIYANLAR Para, para, para! Ne var ki insan hayatının her anında bu manayı canlı tutamayabiliyor, gafletle ve bazı ünsiyetlerle ve çevreden etkilenmişlikle farklı davranabiliyor. Mesela “Tek güç paradır dünyada” diyor birisi. Bir başkası ise, “Paran kadar insansın!” diyor. Hâlbuki Rabbimiz, “Şüphesiz kuvvetin tamamen Allah’a ait olduğunu... bilselerdi (putları ilâh edinmezlerdi).” (Bakara 165) diyerek bütün güçlerin gerçek sahibi Allah olduğunu beyan etmektedir. Peki, gücü paraya tahsis etmek veya parada gerçekten bir güç varmış vehmiyle bütün beklentiyi ve arzuyu ona yönlendirmek de bir nevi şirk değil midir? Cahil deyip geçme! Bir zaman memlekette, pazar yerinde dolaşırken bir adam diğer bir adama “Ne o, bizi görmüyorsun!” diye laf attığında karşıdaki adam “Ben kendimden ve paradan başka bir şey görmem” diye cevap vermişti. Kanımın çekildiğini hissettim ve kendi kendime, “Ya Rabbi! Ne büyük laf o öyle” diyebildim ancak. Aman şarkı(cı)lara dikkat! Bir zamanlar bir şarkıcı vardı; sahneye çıktığında aşağıdaki kalabalık -ekseriya kızlar- bağırarak -haşa- “Sen bizim ilahımızsın!” diyorlar, o da onlara reveransla karşılık verip “Beni sizler yarattınız” diyordu. Ne acayip değil mi? Bir kısım insanlar şarkıcıyı, şarkıcı da bir kısım insanları kendine put edinmiş. Karşılıklı tapınıyorlar (!). Patron musun, ayağını denk al! Hem bazı insanlar var, etrafında işçi, memur çalıştıran. Bakıyorsunuz adam tuhaf. “Ben olmasam” diyor “Sen hiçsin!” Yazık, yanında çalışan garibanda onu tatmin etmek veya firavuna Haman rolüyle “Beni sen var ettin ağam/paşam” diyor; hem de “Göklerde ne var, yerde ne varsa O'nundur” ayetinin apaçık manasına rağmen. Ya ayeti bilmiyor, ya farkında değil, ya da… Neydi o günler Allah’ım! Hele ki bir zamanlar bazı sözler duyardık, bazı alanların kapılarında yazan: “(Haşa) burada Allah yok!” gibi. Bazıları da elde ettikleri muvakkat bir güç ve makamın gölgesinde “Seni Allah gelse kurtaramaz elimden” kabilinde sözler ederlerdi. Şimdi onları meleklerin elinden kim kurtaracak bilmem? *** Sebepler. Zahir nazarla baktığında en aldatıcı şeyler oluveriyorlar. Günümüze kadar gelen ve o halini azıcık değiştirse de eski durumuyla devam eden eğitim sistemimiz içinde yetişen hangi çocuğa bir soru sorsanız, size illa bir sebeple cevap verecektir. (Bu arada biraz eğitime de girmiş oldum, ama o konu başka. Onu başka zaman daha derinlikli işlesek iyi olur.) Kabul, sebepler de var şu âlemde ve öğretilmeli; ama neden sebeplerin üzerinde ve onlarda zahiren gözüken tesirlerin de hakiki sahibi yani müsebbibü’l-esbab olan Allah anlatılmaz, eğitimin bir yerlerinde? Müslüman ailelerde yetişen çocuklar, ilkokula başlayıncaya kadar ne sorsanız “Allah” derler. Daha sonrasında zahir perest, esbap perest oluverirler Allah muhafaza. Belki biraz da bir insan perest… (Bu arada bazı anaokullarına seslenmek istiyorum: iyi ki varsınız!) Ne güzeldir. Ne kadar tehlikeli bir cümle, değil mi? Değil mi? Hemen tepki vermeyin canım. Bir çiçeğe böyle deseniz ve ardından -faraza- kendisine sorup “Beğendin mi?” diye sorsanız, emin olun size gücenecektir. (İnanmazsanız sorun.) Resim ressamıyla, sanat sanatkârıyla, kâinat da yaratıcısıyla vardır. Yapılanı yapanın vasıflarıyla muhatap almak yaratılan üzerine büyük bir yük koymak demektir. İyi olan ise, onu yapana, yaratana ilişkilendirmek ve onun namına zikretmekle anlam ve güzellik kazanacaktır. Yani “Ne güzel yapılmış” demek gerekecektir. İslâm'a dininde ve kültüründe ve hakikatte, kâinatta gördüğümüz her şey bir mana ifade eden ve kendinden çok yaratıcısına bakan bir eserdir. Eser fiile; fiil isme, isim sıfata, sıfat da şuun ve zata ulaştırır bizi. Bir ve tek olana. Resulüllah'ın ve Kur’ân’ın anlattığına. Yani Rabbimiz olan Allah’a. Evet, sevgili dostlar! Kâinata kim dikkatli bir nazarla baksa birliğe binlerle işaretler görür. İmanın ilk ifadesi olan tevhide bir yönlendirme fark eder. Bizler Müslüman olarak kelime-i tevhidin manasını anlamakla beraber, hayatımızda bu manayı yaşatabilmenin gayreti içerisinde olmalıyız. Eğitim sistemi, internet dünyası, izlenilen filimler, okunan kitaplar… bizi tevhidin manasını yaşatmaktan alıkoymamalıdır. Eğer bu konuda bir farklılaşma hissediyorsak, halimizi yoluna koymanın çarelerine bakmalıyız. Bediüzzaman Hazretleri'nin “nazar” kelimesiyle tanımladığı ve açılımıyla ifade ettiği imanî bakış açısını fak etmeli ve her şeye o açıyla bakabilmeliyiz. Anlatılır ki, bir zat vefat ettiğinde Rabbimiz o kuluna der: “Neyinle geldin?” O da der “Tevhidimle Ya Rabbi!” Cevap verilir kendisine “O nasıl tevhid ki, daha dün süt içtin de ağzım yandı dedin!” Bilmem fark ettiniz mi? Tek güç, kuvvet, tesir sahibi Allah’tır unutmayınız! Madem öyledir, o zaman ona göre de hareket ediniz. Rabbimizden bizleri tevhidde sabit kadem kılmasını niyaz eder, cümlemize selametler dilerim. Allah’a emanet olunuz.

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Şubat
Konu resmiTanımadan Sevemezsin Ki!
İtikad

Büyük Allah dostları buyurmuşlar ki, “İmanın kuvvetinin zerre miktar artması bile çok kıymetlidir ve manevi yüzlerce zevklerin balından daha tatlıdır. Çünkü iman ebedi saadetin ve bâki cennet hayatının vesilesi ve esasıdır. Bundandır ki; bizler her şeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.” Evet, o yüzden öncelikle Rabbimizi tanımamızın gerekliliği aşikârdır. Rabbimizi tanıdıkça imanımız kuvvetlenir. Ona olan sevgimiz artar. Öyle ki, Rabbimizi tanıdıkça daha çok sevmeye ve sevdikçe de daha çok tanımaya başlarız. Neye niçin inanmamız gerektiğini delilleriyle öğrendikçe imanımız tahkiki bir iman mertebesine doğru yükselir. Bu tanıma gayretlerini arttırdıkça imanımız Allahın izniyle genişlenir. Ve bu geniş iman gerçek insanî olgunluğun vesilesi ve esası olan Allah’ı tanıma ve sevmede çok daha ileri derecelere mazhar olmamızı sağlar. Şimdi, tam da bu gayeye hizmet için Rabbimizin ne olduğunu ve ne olmadığını çok farklı yönlerden anlatan onun sıfatlarından bahsedeceğiz. Evet, ehl-i sünnet alimlerine göre Allah’ın zatî ve fiilî olmak üzere iki kısım sıfatı vardır. Zatî sıfatlar da kendi arasında selbî (tenzîhî) ve sübûtî olarak ikiye ayrılır. ZATÎ SIFATLAR SELBÎ SIFATLAR (Tenzihî Sıfatlar) Allah’ın ne olduğunu değil, ne olmadığını anlatan sıfatlardır. Kıdem, başlangıcı olmamak; Beka, sonu olmamak gibi. Allah’ın tenzihi sıfatları sayılamayacak kadar çoktur. Allah; kusur, çirkinlik, zulüm gibi eksiklik ifade eden bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. İslâm âlimleri bu sıfatlar içerisinde en mühimlerinin altı olduğunu kabul etmişlerdir. Onlar da: Vücud, Kıdem, Beka, Muhalefetünlil-Havâdis, Kıyam bi-Nefsihi ve Vahdaniyyet’tir. VÜCUD Var olmak demektir. Allah’ın varlığına bütün kâinat şâhiddir. Allah, Vacib-ül Vücuddur. Zira varlıklar iki kısma ayrılır: Vâcib-ül Vücud, yokluğu düşünülemeyen, varlığı zorunlu olan demektir. O yüzden Vacib-ül Vücud yalnızca Allah’tır. Mümkin-ül vücud, olması da, olmaması da mümkün olan varlıklardır. Allah tarafından yaratılmış bütün varlıklara, mümkin-ül vücud denir. Yani onların varlığı Allah’ın yaratmasına bağlıdır. O yarattığı için vardırlar, yaratmasa olmazlardı. KIDEM Kıdem; başlangıcı olmamak, ezeli olmak demektir. Allah zatı ve sıfatları itibarıyla kadimdir, ezelidir, başlangıcı yoktur. O sonradan meydana gelmiş değildir. Allah Vacib-ül Vücud olduğu için; onun varlığı kadimdir, yani başlangıcı yoktur. Varlığı sonradan olan her şey, onu yoktan var edecek ezeli bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu aklen zaruridir. Hepimiz biliyoruz ki, bugüne kadar hiçbir yaratılmışın bir şey yarattığı görülmemiştir. Hâlbuki kâinatta her an yaratma fiili devam ediyor. Demek ki yaratılmışlar cinsinden olmayan kadim bir yaratıcı olmalı ki, varlıklar vücuda gelebilsin. O yaratıcı da ancak Allah’tır. Eğer Allah da yaratılmış olsaydı diğer yaratılmışlar gibi O da hiçbir şey yaratamaması gerekirdi. Madem her şeyi yaratan O'dur öyleyse O yaratılmamıştır. BEKA Beka, sonu olmamak, ebedi olmak manasına gelir. Bütün varlıklar fani, Allah ise bakidir. Beka, kadim olmanın bir neticesidir. Çünkü ezeli olan ebedi olur, başlangıcı olmayanın sonu da olmaz. Allah’ın Vacib-ül Vücud oluşu da, onun bekâsını gösterir. Mesela, nasıl ki güneşe karşı parlayan ve akan büyük bir ırmağın kabarcıkları, aksini ve ışığını göstermek suretiyle güneşin varlığına şehadet ederler. O parlayan kabarcıkların gidip sönmesive arkalarından yeni gelen kabarcıkların üstünde yine güneşin ışığının görünmesi ve bu hadisenin sürekli devam ederek tekrarlanması, onlarda parlayan güneşçiklerin zevalsiz bir tek güneşin yansımaları olduğunu gösterir. Demek kabarcıklarda güneşçiklerin parlaması, güneşin varlığını gösterdikleri gibi; kabarcıkların sürekli yenilenmesiyle de güneşin bekâsını gösterirler. Aynen öyle de; şu yenilenip duran mevcudat, varlıkları ve hayatlarıyla Allah’ın varlığına şehadet ettikleri gibi; ölümle fenaya gidip yerlerine yenilerinin gelmesiyle de Allah’ın bekâsına şehadet ederler. VAHDANİYET Vahdaniyet, Allah’ın bir olması demektir. Onun gibi ikinci bir ilah ve yaratıcı yoktur. Kur’ân’da Allah’ın birliğiyle ilgili ayetler sayılamayacak kadar çoktur. Bütün peygamberlerin de en büyük davası Allah’ın birliğini tebliğ etmektir. İslâm dininde Allah’ın varlığına imandan sonra, en mühim esas Allah’ın birliğine imandır. Bir insan Allah’ın varlığına inansa, fakat Allah’ın birliğini kabul etmese Müslüman sayılmaz. Mesela Hıristiyanlar Allah’a inanırlar, fakat bu birliği zedeleyen teslis inancından dolayı şirke düşmüşlerdir. Atomlardan yıldızlara kadar bütün her yerde görülen harikulade düzen, intizam, bu kâinatı idare eden Allah’ın birliğini açık bir şekilde göstermektedir. Çünkü çok eller bir işe karışsa, o iş karışır. Bir memlekette iki padişah, bir şehirde iki vali, bir köyde iki müdür bulunsa, o memleket, o şehir, o köyün her işinde bir karışıklık olur. Bu konuda bir ayet şöyledir: “Eğer yerle gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, yer ve gökler bozulurdu (intizam kalmazdı).” (Enbiyâ, 22) Yine bir komutana, bin askerin idaresi verildiği zaman, komutan çok kolay bir şekilde askerleri idare eder. Hâlbuki bir asker on komutanın idaresine verilmiş olsa, o bir askerin idaresi, bin askerin idaresinden kat kat zor olur. Bunun gibi, bu kâinatı idare eden Allah bir olmasaydı, başkalarının da müdahalesi olsaydı, kâinattaki dü-zen bozulur, karışıklıklar çıkardı. MUHALEFETÜN LİL-HAVADİS Sonradan yaratılmış olan varlıklara benzememek demektir. Allah’dan başka her şey sonradan yaratılmıştır. Yaratan elbette yarattıklarına benzemez. Allah’ın varlığını ve sıfatlarını aklımızla bilebiliriz. Fakat Allah’ın zatının nasıl olduğunun bilinmesi ise mümkün değildir. Çünkü biz, görmediğimiz bir şeyi tasavvur ederken, daima bildiğimiz, gördüğümüz şeylerle mukayese ederiz.        Hâlbuki Allah’ın zatının bir benzeri olmadığından, onun zatını tarif etmek de mümkün değildir. Mesela renkleri hepimiz biliriz. Fakat anadan doğma âmâ birisine renkleri tarif etmek hiç mümkün olur mu? İşte bu misal gibi, Allah’ın zatı yaratılan hiçbir şeye benzemediğinden, akıl ve fikir yürütmekle bilinemez. Bu konuda Peygamberimiz'in şu emri ne kadar manidardır: “Allah’ın yaratıklarını düşünün, sakın Allah’ın zatını düşünmeyin, helak olursunuz.” (Kenzu’l-Ummal, h. no: 5705). Allah’ı zatı itibarıyla değil de, isimleri, sıfatları itibarıyla tanıyabiliriz. İsim ve sıfatlarını ise, -hadisde de belirtildiği gibi- onun yarattığı varlıklara, icraatlarına bakarak tanıyabiliriz. Kur’ân ve sünnette Allah’ı tanımaya yönelik bütün teşvikler, onu isim ve sıfatlarıyla tanımaya yönelik teşviklerdir. Mesela varlıklara hayat vermesine bakarak onun “Muhyi” yani hayat veren olduğunu, rızık vermesine bakarak “Rezzak” olduğunu, nimetlere bakarak onun “Mün’im” olduğunu anlayabiliriz. KIYAM Bİ-NEFSİHİ Allah’ın zatıyla kaim olup, yani var olup, varlığında ve varlığını devam ettirmede başkalarına muhtaç olmaması demektir. Bütün varlıkların varlığı “kıyam bi-gayrihi”dir. Çünkü onlar, Allah’ın var etmesi ve onları ayakta -varlıkta- tutmasıyla varlıklarını devam ettirirler. Mesela, (teşbihde hata olmasın) biz bir aynanın karşısına geçtiğimizde, aynada görüntümüz oluşur. Bu görüntü var olabilmek için bize muhtaçtır. Biz ise var olmak için ona muhtaç değiliz. Kâinat ve kâinat içindeki varlıklar da ayna gibidir. Allah irade ve kudretiyle onları var eder ve varlıkta tutar. Allah kâinat aynasına muhtaç değil, fakat kâinat var olabilmek ve varlıkta kalabilmek için Allah’a muhtaçtır. Kâinattaki her şey yaratıldıktan sonra da Allah ile alakası kesilmez. Mevcudat, her yönden nihayetsiz aciz ve fakir olduğundan, vücudun tekerrüründen ibaret olan devam ve bekâları için daima Allah’a muhtaçtırlar. SUBÛTÎ SIFATLAR Allah’ın zatına ait olan ve onun -selbî sıfatların aksine- ne olmadığını değil, ne olduğunu anlatan sıfatlardır. Mesela, hayat; Allah’ın hayat sahibi olması, İlim; Allah’ın ilim sahibi olması gibi. Sübutî sıfatlar, hayat, ilim, irade, kudret, semi’, basar, kelâm olmak üzere yedi tanedir. Allah’ın yarattığı varlıklar onun subuti sıfatlarının yedisine de işaret ederler. Şöyle ki; bir canlı varlığın yaratılabilmesi için; ilim, irade, kudret sıfatları gerekir. Mesela karınca ve arıyı yaratacak zatın onların özelliklerini ilmiyle bilmesi, bu özellikleri onlara vermek için iradesiyle tercihde bulunması, kudretiyle de yaratması gerekir. Ayrıca o karınca ve arının hayatlarını sürdürebilmesi onlara rızık verilmesine bağlıdır. Onlara rızık verecek zatın da onların ihtiyaçlarını basar sıfatı ile görmesi, semi sıfatıyla seslerini duyması, yapmasını istediği şeyleri kelam sıfatıyla onlara bildirerek, ilham ederek onlarla konuşması gerekir. Bu haller sem’, basar ve kelâm sıfatlarını gösterdiği gibi, birinci sıfat olan hayat sıfatını da gösterirler. Çünkü hayatı olmayan bu saydığımız sıfatların hiç birine sahip olamaz. Şimdi bu sıfatları sırayla ele alalım. İLİM Allah ilim sıfatı ile geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği bildiği gibi; zerre gibi küçük olanı da, bütün kâinatı da her şeyiyle bilir. İlmi sonsuz olduğu için nihayetsiz ihtimalleri dahi bilir. Bir şeyi bilmesi, diğer şeyleri bilmesine mani olmaz. Bir anda her şeyi bilir. Gayb aleminde olup görünmeyenle, şehadet aleminde olup görünen her şey onun ilmi dahilindedir. İlmin zıddı olan cehil Allah hakkında muhaldir. Allah’ın ilmi ezelidir, sonradan elde edilmiş değildir. Artması ve eksilmesi söz konusu değildir. Şimdi, Allah’ın ilmine delalet eden bazı misaller üzerinde duralım: Mesela, bir ev yapılmadan önce evin planı çıkarılır. Evin mükemmelliği planın mükemmelliğini, dolayısıyla planı çizen mühendisin mükemmel olan ilmini gösterir. Aynen öylede insan, hayvan ve bitki vücutlarının mükemmel olan planları da, onları bu planlara göre yaratan Allah’ın harikulade ilmini gösterir. Hatta buna dünyanın, ayın, güneşin diğer yıldızların, kâinatın planlarını da katabiliriz. Yine, eğer bir kitabın özetini çıkaracaksak, kitabı başından sonuna kadar okumadan özet çıkaramayız. İnsanı bir kitap olarak kabul edersek, DNA molekülleri onun bir özetidir. Keza ağacın çekirdeği de ağacın bir özetidir. İnsanı ve ağacı bütün özellikleriyle bilen Allah, özet mahiyetindeki DNA’yı ve çekirdeği yaratmıştır. Dolayısıyla Allah, insanı ve ağacı bütün özellikleriyle biliyor demektir. Keza kâinat bir kitap, insan ise onun özeti gibidir. Çünkü insan vücudu bütün kâinatla irtibatlıdır ve kâinatta olan pek çok şey onun cisminde mevcuttur. Öyleyse kâinatı bilmeyen insanı yaratamaz. Netice de insanı yaratan Allah’ın bütün kâinatı bilmesi zaruridir. İRADE İrade; bir şeyi istemek, iki veya daha fazla şeyden birini tercih etmek manasına gelmektedir. İrade için meşîet, ihtiyar tabirleri de kullanılmaktadır. Bütün varlıklar, onları yoktan var eden Allah’ın varlığını gösterdikleri gibi, Allah’ın iradesini de gösterirler. Çünkü Allah’ın iradesi olmadan varlıkların yokluk aleminden varlık sahasına çıkmaları mümkün değildir. Her şey onun irade ve meşîetiyle olur. O dilemedikçe hiçbir şey olmaz. Bir yaprak dahi dalından düşmez. Mesela büyük patlama (bigbang olarak) tabir edilen yoktan yaratılışı Allah dilemese, tercih etmese idi, kâinat olmazdı. Mevcut olmayan bir şeyin var olmayı dilemesi ve kendini var etmesi mümkün değildir. Mesela bir şeyin kendi kendini yoktan var edebilmesi için, kendisinden önce ve kendinden daha üstün bir mertebede var olduğunu farz etmek lazım gelir ki, bu da muhaldir. 3.KUDRET Kudret, gücü yetmek manasına gelir. Allah sonsuz kudret sahibidir. Atomlardan galaksilere, hücreden güneş sistemine kadar her şeyi o yaratır ve âlemde cereyan eden her hadise, onun kudretiyle meydana gelmektedir. Bütün kâinatta görünen muhteşem düzen ve denge onun sonsuz kudretine apaçık bir delildir. Allah’ın kudreti zatî olup, ezeli bir kudrettir. Sonradan elde edilmiş veya kayıtlı, sınırlı bir kudret değildir. Bu yüzden onun kudretinde mertebeler yoktur, nihayetsizdir. Şöyle ki: Her hangi bir şeyin mertebeleri, dereceleri, o şeyin zıddının ona müdahalesi nispetinde olur. Mesela, soğuğun sıcağa müdahalesi nispetinde ısı dereceleri ortaya çıkar. Eğer soğuğun müdahalesi çoksa sıcaklık azalır, az ise sıcaklık çoğalır. Güzellik ve çirkinlik de böyledir. Ancak zıddı olmayan bir şeyin mertebelerinden söz edilemez. Allah’ın zatında kudretinin zıddı olan acizlik bulunmadığından onun kudretinde mertebeler bulunmaz. Bu yüzden onun kudreti mertebelerle sınırlandırılamaz. Onun kudretine nispetle kolay ve zor diye bir şey yoktur. Bir çekirdekle bir ağacın, bir atomla bir yıldızın, bir galaksi ile bütün bir kâinatın yaratılması onun için aynı derecede kolaydır.  Bir komutan “Arş!” emriyle bir askeri harekete geçirdiği gibi, büyük bir orduyu da harekete geçirir. Bu konuda bir askerle bir ordu arasında fark yoktur. Allah da “Kün” yani “Ol!” emriyle bir atomu da yaratır, bir yıldızı da. İkisi de Allah’ın kudretine nisbetle aynıdır. VE 5. SEM’ VE BASAR Allah her şeyi işitir ve görür. Onun görme ve işitmesinde bir sınır yoktur. Fısıltı halindeki en gizli sesleri de işitir. Zifiri karanlık bir gecede, siyah bir taşın üzerinde yürüyen siyah bir karıncayı görür, ayağından çıkan sesi de işitir. Görmemek ve işitmemek bir noksanlıktır. Yarattığı bütün canlılara görme ve işitme özelliklerini veren Allah’ın görmemesi ve işitmemesi mümkün değildir. Allah’ın yarattığı varlıkların işitmesi ve görmesi, onları yaratan zatın da işittiğini ve gördüğünü ispat eder. Zira gözü veren zât, hem gözü görür, hem ince bir mana olan gözün gördüğü ve göreceği şeyleri de görür, gözü öyle verir. Öyleyse bütün insanlara ve hayvanlara değişik görme özelliklerini veren Allah’ın da bütün varlıkları bütün yönleriyle gördüğü güneş gibi bir hakikattir. Keza işitme de görme gibidir. Bize işitme özelliğini veren zatın kendisinin de işitiyor olması zaruridir. Zira dünyadaki her dertlinin âhını, her muhtacın her türlü ihtiyaç duasını işiten ve dinleyen bir Semî-i Mücîb perde arkasında vardır. En küçük bir zîhayatın en küçük bir ihtiyacını görür ve en gizli bir âhını işitir, şefkat eder, fiilen cevap verir, memnun eder. Şimdi bütün mahlûkatın nihayetsiz ihtiyaçlarını, ummadıkları ve bilmedikleri ve ellerinin yetişmediği yerlerden en münasip bir vakitte ve en lâyık bir surette görüp ve işiterek gönderen zatın görmemesi ve işitmemesi hiç mümkün müdür? KELÂM Kelâm, konuşmak demektir. Allah vahiy yoluyla meleklerle, peygamberlerle ve ilham yoluyla veli kullarıyla, hatta diğer insanlarla ve hayvanlarla dahi konuşur. Allah kelâm sıfatıyla emreder, yasaklar ve ha­ber verir. Allah’ın diğer sıfatları gibi kelam sıfatı dahi nihayetsizdir. Adem (as)’dan Peygamberimiz (sav)’e kadar gelen ve davalarını mucizelerle isbat eden yüzlerce, binlerce peygamber Allah’ın kendileriyle konuştuğunu haber vermişlerdir. Bu asla yalan söylemeyen zatların haberleri, Allah’ın kelâm sıfatının en büyük delillerindendir. Evet, bütün ruh sahibi mahlûkatını konuşturan ve onların konuşmalarını bilen bir zatın konuşmaması hiç mümkün müdür? Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştanbaşa hârikalar içinde yaratan ve mahlûkatın binler dilleriyle kemalâtını söylettiren Allah, elbette kitaplar indirerek kendi sözleriyle dahi kendini tanıttırır. HAYAT Hayat, Allah’ın en zahir sıfatıdır. Onun hayatı ezeli ve ebedidir. Ölmek, fani olmak onun hakkında muhaldir. Bütün canlıların hayatının kaynağı da onun hayatıdır. Allah’ın hayat sıfatı delil istemeyen, en açık bedihi bir sıfattır. Şöyle ki: Yeryüzündeki hayat, Allah’ın hayat sıfatını gayet bariz bir şekilde gösterir. Çünkü yeryüzündeki hava, toprak, su gibi cansız maddelerden canlıların yaratılması, bu hayatın onlara ezeli bir hayat sahibi tarafından verildiğini gösterir. Zira hayat verenin hayatsız olması muhaldir. Başkalarına hayat veren elbette kendisi de hayat sahibi olacaktır. Allah’ın bütün sıfatlarını ispat eden deliller, hayat sıfatını da ispat ederler. Şöyle ki, ilim hayatın alâmetidir, işitmek dirilik emaresidir, görmek dirilere mahsustur, irade hayat ile olabilir, kudretle iş yapmak hayat sahiplerinde olur, konuşmak ise bilen dirilerin işidir. Bütün bu sıfatlar ve bu sıfatların delilleri, Allah’ın varlığını ve hayat sahibi olduğunu açıkça gösterirler. Bu özelliklerinden dolayı hayat sıfatı, diğer bütün sıfatların esası, menbaıdır denilebilir. Çünkü hayat sıfatı olmadan diğer sıfatların olması mümkün değildir. FİİLÎ SIFATLAR Al­lah’ın kâinatla olan münasebetini, mahlûkat üzerindeki yaratma, hayat verme, öldürme, rızıklandırma, hidayet etme gibi faaliyetlerini ifade eden ve onun kâ­inatı nasıl yarattığını ve idare ettiğini gösteren sıfatlardır. Zati sıfatlarla, fiili sıfatlar arasında şu fark vardır: Selbi ve subûti sıfatların zıtları Allah’a nisbet edilemez. Mesela Allah cehaletten, aczden, çokluktan, mahlûkata benzemekten münezzehtir. Fakat fiili sıfatların zıtları Allah’a nisbet edilebilir. Mesela, hayat verme fiilinin zıddı olan öldürme fiili Allah’a nisbet edilebilir. Çünkü bunlar fiili sıfatlardır. Keza, rızık vermek veya vermemek, her hangi bir şeyi yaratmak veya yaratmamak gibi fiillerin Allah’a nispeti caizdir. Bu yüzden bu sıfatlara sıfat-ı câize de denilmiştir. Esma-ül Hüsna tabir edilen Allah’ın isimlerinin çoğu, bu fiili sıfatlardandır.

Ayhan Mirza İNAK 01 Şubat
Konu resmiKur’ân ve Kâinat Kitabındaki Şifre: Tevâfuk - 2
İtikad

Kâinat kitabının sırlarının kodlandığı bir şifre, bir tılsımdır tevâfuk. Arkasındaki hikmeti, ilmi, iradeyi, kudreti, nizâmı, mîzânı (ölçüyü), muvâzeneyi (dengeyi), tenâsübü (uyumu), tesânüdü (dayanışmayı), teşâbühü (benzerliği), ittifak ve ittihâdı (birliği), gözlere ayna gibi gösteren bir göstergedir tevâfuk. Allah’ın isim ve sıfatlarının hazinelerinin anahtarı; azamet ve kibriyâ sahibi Sultân-ı Kâinât’ın kendi varlığının delili olarak mevcûdât üzerine vurduğu bir mühürdür tevâfuk. ÂDETULLAHTA TEVÂFUK VARDIR Dikkatli bir nazarla bakıldığında âlemin her yerinde tevâfuktan numuneler görmek mümkündür. Tevâfuk eşyada uyum, denge, ölçü, benzerlik gibi hususiyetlerle tezâhür eden; düzen ve birliğin olduğu hemen her yerde kendini gösteren bir hakikattir. Çünkü bir yerde denge varsa orada tevâfuk vardır. Ölçü ve düzenin varlığı tevâfukun varlığına alamettir.  Mikro ve makro âlemdeki uyum tevâfuka şahitlik eder. Mahlûkat üzerinde görünen birlik ve benzerlik tevâfukun en parlak delilidir. Bundandır ki Allahu Teâlâ Hazretleri icraâtında, yaratmasında, sanatında, eserlerinde tevâfuku âdet haline getirmiştir. Bu noktadan hareketle tevâfuk ilâhî bir kanundur, âdetullahtır diyebiliriz.  “Kendini bilen Rabbini bilir” kudsî hakikatinden yola çıkarak evvela üzerimizdeki tevâfuku görmeliyiz. El ve ayak parmaklarımızdaki benzerlik, ölçü, uyum, hikmetli orantı bize tevâfuku anlatır. İnsan vücudunun sağlıklı bir şekilde hayatiyetini devam ettirmesi için birbiriyle ahenk içinde çalışması gereken sistemler vardır. Meselâ sinir sistemi, sindirim sistemi, dolaşım sistemi, boşaltım sistemi, lenf sistemi ve iskelet sistemi gibi sistemler, insanı hayatta tutan önemli mekanizmalardır. Bunların herhangi birinde bir sıkıntı yaşansa vücudun dengesi bozulur belki de hayatî tehlike baş gösterir. Bütün bu sistemlerin birbirleriyle bağlantıları ve birbirlerini etkileyen özellikleri vardır. Böylesine girift sistemler arasında bir uyum yani bir tevâfuk olmazsa sağlıklı bir hayattan belki de hayatın kendisinden söz edilemez. Bu yüzden sağlıklı bir insandaki canlılık tevâfukun neticesidir. İnsandakine benzer uyum, benzerlik, dayanışma ve ölçülü olmanın, kısaca tevâfukun umum hayvanat ve nebatatta da var olduğu görülür. Kelebeklerin kanatlarındaki nakışların güzellikleri, uyumları ve benzerlikleri, nakşî tevâfukun görkemi, insanı kendine hayran bırakıyor. Arının ilhâm-ı ilâhî ile yaptığı petekteki altıgene benzer yapının arının kanat kaslarına konulması tevâfukun ne derece külli bir kanun olduğunu gösteriyor. Ağaçlardaki yaprak, çiçek ve meyvelerin benzerliği de tevâfukun zâhir ve bâhir misallerindendir. Mısır ve nar gibi kudret mucizelerine, sanat harikalarına bakıp bunlardaki dengeyi, ölçüyü, uyumu, düzeni gördüğü halde bunları tesadüfe havale etmek nasıl mümkün olabilir? Atomun parçacıklarıyla güneş sisteminin hayret verici tevâfuku; uzay denizindeki cisimlerin harekât ve deverânındaki hassas mîzân ve denge mikro âlemden makro âleme başıboşluğun, tesadüfün yeri olmadığını, zerreden şemse her şeyde hususî bir kast ve iradenin varlığını ispat ediyor. Kâinat kitabının sırlarının kodlandığı bir şifre, bir tılsımdır tevâfuk. Arkasındaki hikmeti, ilmi, iradeyi, kudreti, nizâmı, mîzânı (ölçüyü), muvâzeneyi (dengeyi), tenâsübü (uyumu), tesânüdü (dayanışmayı), teşâbühü (benzerliği), ittifak ve ittihâdı (birliği), gözlere ayna gibi gösteren bir göstergedir tevâfuk. Allah’ın isim ve sıfatlarının hazinelerinin anahtarı; azamet ve kibriyâ sahibi Sultân-ı Kâinât’ın kendi varlığının delili olarak mevcûdât üzerine vurduğu bir mühürdür tevâfuk. ÂDETULLAHTA TEVÂFUK VARDIR Dikkatli bir nazarla bakıldığında âlemin her yerinde tevâfuktan numuneler görmek mümkündür. Tevâfuk eşyada uyum, denge, ölçü, benzerlik gibi hususiyetlerle tezâhür eden; düzen ve birliğin olduğu hemen her yerde kendini gösteren bir hakikattir. Çünkü bir yerde denge varsa orada tevâfuk vardır. Ölçü ve düzenin varlığı tevâfukun varlığına alamettir.  Mikro ve makro âlemdeki uyum tevâfuka şahitlik eder. Mahlûkat üzerinde görünen birlik ve benzerlik tevâfukun en parlak delilidir. Bundandır ki Allahu Teâlâ Hazretleri icraâtında, yaratmasında, sanatında, eserlerinde tevâfuku âdet haline getirmiştir. Bu noktadan hareketle tevâfuk ilâhî bir kanundur, âdetullahtır diyebiliriz.  “Kendini bilen Rabbini bilir” kudsî hakikatinden yola çıkarak evvela üzerimizdeki tevâfuku görmeliyiz. El ve ayak parmaklarımızdaki benzerlik, ölçü, uyum, hikmetli orantı bize tevâfuku anlatır. İnsan vücudunun sağlıklı bir şekilde hayatiyetini devam ettirmesi için birbiriyle ahenk içinde çalışması gereken sistemler vardır. Meselâ sinir sistemi, sindirim sistemi, dolaşım sistemi, boşaltım sistemi, lenf sistemi ve iskelet sistemi gibi sistemler, insanı hayatta tutan önemli mekanizmalardır. Bunların herhangi birinde bir sıkıntı yaşansa vücudun dengesi bozulur belki de hayatî tehlike baş gösterir. Bütün bu sistemlerin birbirleriyle bağlantıları ve birbirlerini etkileyen özellikleri vardır. Böylesine girift sistemler arasında bir uyum yani bir tevâfuk olmazsa sağlıklı bir hayattan belki de hayatın kendisinden söz edilemez. Bu yüzden sağlıklı bir insandaki canlılık tevâfukun neticesidir. İnsandakine benzer uyum, benzerlik, dayanışma ve ölçülü olmanın, kısaca tevâfukun umum hayvanat ve nebatatta da var olduğu görülür. Kelebeklerin kanatlarındaki nakışların güzellikleri, uyumları ve benzerlikleri, nakşî tevâfukun görkemi, insanı kendine hayran bırakıyor. Arının ilhâm-ı ilâhî ile yaptığı petekteki altıgene benzer yapının arının kanat kaslarına konulması tevâfukun ne derece külli bir kanun olduğunu gösteriyor. Ağaçlardaki yaprak, çiçek ve meyvelerin benzerliği de tevâfukun zâhir ve bâhir misallerindendir. Mısır ve nar gibi kudret mucizelerine, sanat harikalarına bakıp bunlardaki dengeyi, ölçüyü, uyumu, düzeni gördüğü halde bunları tesadüfe havale etmek nasıl mümkün olabilir? Atomun parçacıklarıyla güneş sisteminin hayret verici tevâfuku; uzay denizindeki cisimlerin harekât ve deverânındaki hassas mîzân ve denge mikro âlemden makro âleme başıboşluğun, tesadüfün yeri olmadığını, zerreden şemse her şeyde hususî bir kast ve iradenin varlığını ispat ediyor. TEVÂFUK TEVHİDİ, TEVHİD TEVÂFUKU İSTER. Tevâfuk şifredir, dedik. Peki, tevâfuk neyin şifresidir; neyi gösterir? Elcevap: Tevâfuk tevhidin şifresidir. Tevâfukta Allah’ın birliği görünür. Tevâfuk girdiği ve göründüğü her yerde vahidiyet ve ehadiyetin varlığını ispat eder. Tevâfuk dest-i kudretin perdesidir. Sözü burada Bediüzzaman Hazretlerine havale ediyoruz. Üstâd Hazretleri şöyle diyor: “Nasıl ki eşyada, meselâ hayvanattaki ehemmiyetli a‘zânın, esâsât ve netâic (neticeler) itibariyle birbirlerine benzeyişleri ve tevâfukları ve bir tek sikke-i vahdet izhâr etmeleri, (birlik mührünü göstermeleri) nasıl kat’î olarak delâlet (işaret) ediyor ki; umum hayvânâtın Sâni’i (sanatkârı) birdir, Vâhid’dir, Ehad’dir. Öyle de: O hayvânâtın ayrı ayrı teşahhusları (kendine has kimlik kazanma) ve sîmâlarındaki başka başka hikmetli taayyün (belli olma) ve temeyyüzleri (ayrılma) delâlet eder ki; onların Sâni-i Vâhid’i, (bir olan sanatkâr) fâil-i muhtardır (dilediği gibi yapan) ve iradelidir; istediğini yapar, istemediğini yapmaz; kasd ve irâde ile işler.” (Mektûbât 1 sh. 93, Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha) Bu hakikati başka bir yerde de şöyle vurgular: “Tevâfukât ise, ittifaka işarettir; ittifak ise, ittihada emâredir, vahdete alâmettir; vahdet ise, tevhidi gösterir; tevhid ise, Kur’ânın dört esâsından en büyük esâsıdır.” (Mektûbat 1, sh. 262, Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha) Tevâfukta tevhid alâmetlerinin bulunduğunu misaller vererek açmaya çalışalım. Meselâ insan vücûdundaki sistemlerin uyumundan bahsetmiştik. Sinir sistemini insan vücûduna kim yerleştirmişse onunla birlikte çalışan diğer sistemleri de o yerleştirmiştir. Çünkü aralarında irtibat ve münasebet vardır. Birinin aksaması diğerlerini de etkiler. Demek sinir sistemini yerleştirmek için insan vücûdunda çalışan tüm sistemleri bilmek gerekir. Birini yapan hepsini yapar, hepsini yapamayan hiçbirini de yapamaz. İnsanların parmaklarındaki tevâfuk da tevhidi gösterir. Parmaklarımız şekil ve yapı itibariyle birbirine benzemekle tevâfuku izhâr ederler. Bununla birlikte hiçbir insanın parmak izi diğer insanlarınkine benzemez. Tek bir insanın parmak izini yerleştirmek bütün insanlığın parmak izini yerleştirmek kadar zordur. Zira bütün insanların parmak izini bilmeyen ve kuşatamayan bir ilim, tek bir insanın parmağına umum insanlardan farklı bir modeli nakşedemez. Demek bir insanın parmak izini kim tasarlamışsa bütün insanların parmaklarına birlik mührünü de o vurmuştur. Atomun taneciklerini hareket ettiren kim ise güneş sistemini tanzim edip düzenleyen de odur. Atoma hükmedemeyen güneş sistemine de sahip olamaz. Atom modeli ile güneş sistemi modelindeki benzerlik ve uyum bir yandan tevâfuku gösterirken diğer yandan her iki modelin ustasının birliğine yani tevhide şahitlik eder. Bal arısını yaratan kim ise güneşi yaratan da odur. Çiçekleri yaratan da odur. Havayı, suyu, toprağı yaratan da odur. Çünkü bütün bunlar birbiriyle bağlantılıdır. Birini yaratan hepsinin yaratıcısıdır. Hepsini yaratamayan hiçbirini de yaratamaz. Havadaki gazların oranını hayata elverişli bir şekilde tam dengeye kim getirmişse arıya, çiçeğe hayatı veren de odur. Çünkü birini yapamayan diğerlerini de yapamaz. Misalleri çoğaltmak mümkün fakat biz burada bahsini ettiğimiz hakikatin veciz bir ifadesini Hazreti Üstad’dan dinleyelim: “Sivrisineğin gözünü halk eyleyendir (yaratan)  mutlaka güneşi hem Kehkeşi (Samanyolu galaksisi) halk eylemiş. Pirenin midesini tanzim edendir (düzenleyen) mutlaka manzûme-i şemsiyeyi (güneş sistemi) tanzim eylemiş. Gözde rü’yet, (görme) midede hem ihtiyâcı derc edendir (yerleştiren) mutlaka semâ gözüne ziyâ (ışık) sürmesi çekmiş. Zemin yüzüne gıda sofrası sermiş.” (Sözler, sh. 325, Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha) Kur’ân’ın dört esasından birisi olan tevhid, kâinatı kuşatan en büyük hakikattir. Tevâfukla kendini gösteren en belirgin hakikat de yine tevhiddir. Her şeyde Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleri, âyetleri vardır. Sanat sanatkârı, eser müessiri, fiil fâili gösterdiği gibi tevâfuk da bir Dest-i Gaybî’yi, bir Alîm-i Hakîm’i, bir Kādir-i Külli Şey‘i gösterir. Tevâfuk şifredir, dedik. Peki, tevâfuk neyin şifresidir; neyi gösterir? Elcevap: Tevâfuk tevhidin şifresidir. Tevâfukta Allah’ın birliği görünür. Tevâfuk girdiği ve göründüğü her yerde vahidiyet ve ehadiyetin varlığını ispat eder. Tevâfuk dest-i kudretin perdesidir. Sözü burada Bediüzzaman Hazretlerine havale ediyoruz. Üstâd Hazretleri şöyle diyor: “Nasıl ki eşyada, meselâ hayvanattaki ehemmiyetli a‘zânın, esâsât ve netâic (neticeler) itibariyle birbirlerine benzeyişleri ve tevâfukları ve bir tek sikke-i vahdet izhâr etmeleri, (birlik mührünü göstermeleri) nasıl kat’î olarak delâlet (işaret) ediyor ki; umum hayvânâtın Sâni’i (sanatkârı) birdir, Vâhid’dir, Ehad’dir. Öyle de: O hayvânâtın ayrı ayrı teşahhusları (kendine has kimlik kazanma) ve sîmâlarındaki başka başka hikmetli taayyün (belli olma) ve temeyyüzleri (ayrılma) delâlet eder ki; onların Sâni-i Vâhid’i, (bir olan sanatkâr) fâil-i muhtardır (dilediği gibi yapan) ve iradelidir; istediğini yapar, istemediğini yapmaz; kasd ve irâde ile işler.” (Mektûbât 1 sh. 93, Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha) Bu hakikati başka bir yerde de şöyle vurgular: “Tevâfukât ise, ittifaka işarettir; ittifak ise, ittihada emâredir, vahdete alâmettir; vahdet ise, tevhidi gösterir; tevhid ise, Kur’ânın dört esâsından en büyük esâsıdır.” (Mektûbat 1, sh. 262, Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha) Tevâfukta tevhid alâmetlerinin bulunduğunu misaller vererek açmaya çalışalım. Meselâ insan vücûdundaki sistemlerin uyumundan bahsetmiştik. Sinir sistemini insan vücûduna kim yerleştirmişse onunla birlikte çalışan diğer sistemleri de o yerleştirmiştir. Çünkü aralarında irtibat ve münasebet vardır. Birinin aksaması diğerlerini de etkiler. Demek sinir sistemini yerleştirmek için insan vücûdunda çalışan tüm sistemleri bilmek gerekir. Birini yapan hepsini yapar, hepsini yapamayan hiçbirini de yapamaz. İnsanların parmaklarındaki tevâfuk da tevhidi gösterir. Parmaklarımız şekil ve yapı itibariyle birbirine benzemekle tevâfuku izhâr ederler. Bununla birlikte hiçbir insanın parmak izi diğer insanlarınkine benzemez. Tek bir insanın parmak izini yerleştirmek bütün insanlığın parmak izini yerleştirmek kadar zordur. Zira bütün insanların parmak izini bilmeyen ve kuşatamayan bir ilim, tek bir insanın parmağına umum insanlardan farklı bir modeli nakşedemez. Demek bir insanın parmak izini kim tasarlamışsa bütün insanların parmaklarına birlik mührünü de o vurmuştur. Atomun taneciklerini hareket ettiren kim ise güneş sistemini tanzim edip düzenleyen de odur. Atoma hükmedemeyen güneş sistemine de sahip olamaz. Atom modeli ile güneş sistemi modelindeki benzerlik ve uyum bir yandan tevâfuku gösterirken diğer yandan her iki modelin ustasının birliğine yani tevhide şahitlik eder. Bal arısını yaratan kim ise güneşi yaratan da odur. Çiçekleri yaratan da odur. Havayı, suyu, toprağı yaratan da odur. Çünkü bütün bunlar birbiriyle bağlantılıdır. Birini yaratan hepsinin yaratıcısıdır. Hepsini yaratamayan hiçbirini de yaratamaz. Havadaki gazların oranını hayata elverişli bir şekilde tam dengeye kim getirmişse arıya, çiçeğe hayatı veren de odur. Çünkü birini yapamayan diğerlerini de yapamaz. Misalleri çoğaltmak mümkün fakat biz burada bahsini ettiğimiz hakikatin veciz bir ifadesini Hazreti Üstad’dan dinleyelim: “Sivrisineğin gözünü halk eyleyendir (yaratan)  mutlaka güneşi hem Kehkeşi (Samanyolu galaksisi) halk eylemiş. Pirenin midesini tanzim edendir (düzenleyen) mutlaka manzûme-i şemsiyeyi (güneş sistemi) tanzim eylemiş. Gözde rü’yet, (görme) midede hem ihtiyâcı derc edendir (yerleştiren) mutlaka semâ gözüne ziyâ (ışık) sürmesi çekmiş. Zemin yüzüne gıda sofrası sermiş.” (Sözler, sh. 325, Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha) Kur’ân’ın dört esasından birisi olan tevhid, kâinatı kuşatan en büyük hakikattir. Tevâfukla kendini gösteren en belirgin hakikat de yine tevhiddir. Her şeyde Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleri, âyetleri vardır. Sanat sanatkârı, eser müessiri, fiil fâili gösterdiği gibi tevâfuk da bir Dest-i Gaybî’yi, bir Alîm-i Hakîm’i, bir Kādir-i Külli Şey‘i gösterir.

Zafer ZENGİN 01 Şubat
Konu resmiDine Gelen Musibet
İtikad

İnsan türü olarak yeryüzündeki varlığımız her zaman mücâdele ve gayretle iç içe olmuştur. Allah Azze ve Celle Âdem babamıza, Havva anamıza ve Şeytan’a “birbirinize düşman olarak (yeryüzüne) inin!” dedikten sonra artık dilediğimiz yerde ondan bol bol yiyeceğimiz bir cennette değildik ve bundan sonra dünyada herhangi bir maksudumuza ulaşmak için ter döküp yorulmamız gerekiyordu. Dünya hayatının bu zorlu ve zorlayıcı karakteri esasen insanın tabiatında var olan kabiliyetlerin ortaya çıkması, gelişmesi ve serpilmesi içindi. İyi kaptan fırtınalı havada ortaya çıkardı. O halde, sâlih kul da şartların zor olduğu bir dünyada Allah’a îtimat ederek sabır ve tevekkülünü güçlendirerek ortaya çıkacaktı. Zorlu dünya hayatının bir parçası da çeşitli vesilelerle insanın başına gelen musibet ve felâketlerdir. En şuursuz hâlimizle baktığımızda musibetleri kendilerinden şiddetle kaçılması gereken durumlar olarak telakki ederiz ve onlara dûçar olmadığımız zamanları da ömrümüzün en talihli zaman dilimi olarak kabul ederiz. Hâlbuki musibetler birer ‘gaflet-savar’dır. Rahmeti sonsuz olan Allah’ın kullarını uyarması ve dikkatleri yeniden kendisine çekmesidir. “Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecâvüz eden koyunlarına taş atıp onlar o taştan hissederler ki zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. Öyle de çok açık musibetler var ki İlâhî birer uyarı, birer îkazdır. Ve bir kısmı keffâretü'z-zünubdur (günahların temizlenmesi için bedel). Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir.” Asıl musibet ve zararlı olan musibet dine gelen musibettir. O musibet ki geldiği zaman ya bedenî bir hastalık olarak ya toplumsal veya idârî bir uygulama olarak ya da tamamen gaflet ve serkeşlikten kaynaklanarak bizi Allah’ın zikrinden, O’nu anmaktan ve hatırlamaktan alıkoyar. İşte korkulması, çekinilmesi ve tedbir alınması gereken musibet budur. Dine yönelik artan kısıtlamalar Dine gelen musibet babından ele alabileceğimiz uluslararası bir rapor Aralık 2011’de Pew Araştırma Merkezi tarafından yayınlandı. Aralık 2009’a da Pew Araştırma Merkezi’nin Din ve Toplum Hayatı Forumu dünya çapında hükümetlerin ve toplumların dinî inanç ve pratikler üzerine uyguladıkları engelleri analiz eden raporunu ilk kez yayınlamıştı. O yıl rapor dünya nüfusunun yüzde 70'inin hükümetlerin dinî inanç ve pratikler üzerine baskı uyguladıkları veya toplumsal dinî düşmanlıkların yaşandığı ülkelerde yaşadığını tespit ediyordu. Pew Forum çalışmada 198 ülkede iki indeks üzerinden sınıflandırma yapıyordu; a) Hükümet Kısıtlamaları İndeksi, b) Sosyal Husumetler İndeksi. Forum 2011 raporunda 2009’daki özgün çalışmayı temel alarak hükümet kısıtlamalarının ve toplumsal husumetlerin küresel ölçekte nasıl değiştiğini inceliyor. Yeni çalışma 2,2 milyar insanın -dünya nüfusunun yaklaşık üçte birinin– dinle ilgili hükümet kısıtlamalarının ve toplumsal husumetlerin arttığı ülkelerde yaşadıklarını gösteriyor. Dünya nüfusunun sâdece yüzde 1’i herhangi bir hükümet kısıtlamasının veya toplumsal husumetin bulunmadığı ülkelerde yaşıyor. İki yıl arasında meydana gelen değişikliklerdeki ilginç eğilim şöyle; önemli artışlar daha önce de kısıtlamaların ve husumetlerin yüksek olduğu ülkelerde meydana gelirken düşüşlerse kısıtlama ve husumetlerin zâten düşük olduğu ülkelerde meydana geldi. Forum raporu başlangıçta uyguladıkları metodoloji (yöntem) ile ilgili olarak şu uyarıyı yapıyor; "Hükümet kısıtlamaları ve sosyal husumet indeksleri dini ifâde ve pratik özgürlüğünün önündeki mânileri tespit etmek için hazırlanmıştır. Dolayısıyla rapor her bir ülkede yaşanan dinî hayat üzerindeki kısıtlamaları incelemektedir. Fakat rapor metodolojik olarak meselenin diğer vecheleri ile ilgili bir araştırmada bulunmuyor. Mesela; çeşitli ülkelerdeki dinî çeşitlilik ve etkinliğin miktarını incelemiyor. Ayrıca rapor özellikle bazı kısıtlamaların onaylanıp onaylanmadıklarını analiz etmiyor ve kısıtlamaların arış nedenini açıklayabilecek târihî, demografik, kültürel, dinî, ekonomik ve siyâsî faktörleri de incelemiyor. Rapor sâdece var olan kısıtlamaları ölçülebilir, şeffaf ve çoğaltılabilir bir tarzda çeşitli kamu ve sivil kuruluşların yayınladıkları raporlara dayanarak ölçmeye çalışıyor. Genel Durum Pew Araştırma Merkezi’nin Din ve Toplum Hayatı forumunun yaptığı yeni bir çalışmaya göre dinî inançlar ve pratikler üzerindeki kısıtlamalar 2006 ve 2009 arasında 198 ülkenin 23’ünde (yüzde 12) arttı, 12 ülkede (yüzde 6) düştü ve 163 ülkede (yüzde 82) önemli ölçüde bir değişiklik meydana gelmedi. Din üzerindeki kısıtlamaların arttığı ülkeler kalabalık nüfuslu olduğu için artışlar insanları ülke bazında olduğundan daha fazla etkilemektedir. Dünya nüfusunun yaklaşık üçte biri (yüzde 32) bu ülkelerde yaşıyor. Öte yandan dünya nüfusunun sâdece yüzde 1’i hükümet kısıtlamalarının veya toplumsal husumetlerin düşüşte olduğu ülkelerde yaşıyor. Dünyanın en kalabalık 25 ülkesinin –ki toplam dünya nüfusunun yüzde 75’ini oluşturuyorlar– sekizinde din üzerindeki kısıtlamalar önemli oranda arttı ve diğer hiç birinde ciddi bir düşüş meydana gelmedi. Çin, Nijerya, Rusya, Tayland, Birleşik Krallık ve Vietnam’da artışlar daha çok dinle ilgili toplumsal husumetlerin artışıyla alâkalı bir durum. Özellikle Rusya’da İslâm’ın hızla yayılması toplumsal gerilimlerin yaşanmasına neden oluyor. İki ay önce İslâmî bir sivil toplum üyesinin sokak ortasında faili meçhul kişilerce öldürülmesi calibi dikkat bir olaydı. Buradaki Müslümanlar Rusya’da Müslümanlara karşı yoğun bir husumet olduğunu ve devletin Müslümanlar için yeterli güvenliği sağlamadığını ifâde ediyorlar. Mısır ve Fransa’da artışlar hükümet kısıtlamalarının sonucunda meydana geldi. Özellikle Fransa devlet yönetimi katı laiklik anlayışını temel alarak toplum hayatındaki tüm dinî simgeleri yasaklama yoluna gitmektedir ki bu da sokakta çarşaf veya burkayla dolaşan Müslüman kadınlar için ciddi sorun teşkil etmektedir. Bu rapor Pew Forum’un ikinci kez dünya çapında din üzerindeki kısıtlamaları ölçtüğü çalışmasıdır. Temel rapor gibi yeni çalışma da 198 ülke ve bölgedeki değişimleri iki indeks üzerinden inceliyor. Hükümet Kısıtlamaları İndeksi dinî inanç ve pratikleri kısıtlayan hükümet yasalarını, politikalarını ve eylemlerini ölçüyor. Bunun kapsama alanına hükümetlerin belirli inançları yasaklaması, bir dinden başka bir dine geçişi engellemesi, vaaz vermeyi sınırlandırması veya bir veya birden fazla dini gruba pozitif ayrımcılık yapması giriyor. Toplumsal Husumetler İndeksi özel kişiler, örgütler ve sosyal gruplar tarafından gerçekleştirilen dini husumet eylemlerini ölçüyor. Bunun kapsama alanına çete veya mezhep temelli şiddet, dinî kılık kıyâfete yönelik aşağılayıcı tavırlar ve başka bir dinle ilgili yıldırma ve istismar eylemleri giriyor. Çalışmada ele alınan beş coğrafi bölgeden Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgeleri hükümet kısıtlamalarının arttığı ülkeler arasından en yüksek paya sâhip olan bölgelerdi ve bölge ülkelerinin üçte biri daha ağır kısıtlamalar uygulamakta. Özellikle Mısır hem hükümet kısıtlamaları indeksinde hem de dinî toplumsal husumet indeksinde en yüksek seviyede konumlandı. Mısır, Endonezya ile birlikte 2009 ortası îtibariyle her iki indekste de en yüksek seviyede bulunan iki ülkeden biri oldu. Avrupa 2006 ve 2009 arasında dinle ilgili toplumsal husumetlerin artışta olduğu ülkelerin çoğunun bulunduğu bölge oldu. Aslında, ciddi oranda toplumsal husumetin arttığı 10 ülkeden beşi Avrupa’da bulunmaktadır: Bulgaristan, Danimarka, Rusya, İsveç ve Birleşik Krallık. Ayrıca çalışma dinle ilgili toplumsal husumetlerin Asya’da da özellikle Çin, Tayland ve Vietnam’da artmakta olduğunu gösteriyor. 2009 ortası îtibariyle durum Pew Forum, her bir ülkenin Hükümet Kısıtlamaları İndeksi ve Sosyal Husumetler İndeksindeki yerini yüzdelik ölçü ile belirtiyor. Yüzde 5 dilimindeki ülkeler “çok yüksek”, sonraki yüzde 15 dilimindekiler “yüksek”, takip eden yüzde 20 dilimindekiler “ılımlı” olarak nitelendirilirlerken en alttaki yüzde 60 dilimindekiler “düşük” olarak nitelendiriliyorlar. 2009 ortası îtibariyle dinle ilgili kısıtlamalar 42 ülkede, dünyanın yaklaşık beşte birinde, yüksek veya çok yüksek olarak tespit edilmiştir. 2009 ortası itibariyle Hükümet Kısıtlamalarının yüksek oranda yaşandığı 10 ülke Mısır, İran, Suudi Arabistan, Özbekistan, Çin, Maldivler, Malezya, Burma (Myanmar), Eritre ve Endonezya olarak belirlenmiştir. 39 ülkede hükümet kısıtlamaları ılımlı düzeydeydi. 117 ülkede düşük düzeyde hükümet kısıtlaması bulunuyordu. Fakat kısıtlayıcı ülkelerin çoğu kalabalık nüfuslu olduğu için (Çin ve Hindistan gibi) dünya nüfusunun yarıdan fazlası (yüzde 59) 2009 ortası îtibariyle yüksek veya çok yüksek düzeyde hükümet kısıtlamalarıyla birlikte yaşamak zorundaydı. 2009 ortası îtibariyle dinle ilgili toplumsal husumetler 40 ülkede –dünyanın yaklaşık beşte birinde– yüksek veya çok yüksek konumda bulunuyordu. Çok yüksek düzeyde husumetlerin yaşandığı 10 ülke şunlardı; Irak, Hindistan, Pakistan, Afganistan, Somali, Endonezya, Nijerya, Bangladeş, İsrail ve Mısır. 43 ülkede sosyal husumetler ılımlı düzeydeydi. 115 ülkede sosyal husumetler düşük düzeydeydi. Fakat yüksek veya çok yüksek sosyal husumet oranına sâhip ülkeler Hindistan, Endonezya, Pakistan, Bangladeş ve Nijerya gibi çok kalabalık ülkeler oldukları için neredeyse dünya nüfusunun yarısı (yüzde 48) yüksek veya çok yüksek düzeyde toplumsal husumetlerin bulunduğu bölgelerde yaşıyordu. 2009 ortası îtibariyle hükümet kısıtlamaları veya toplumsal husumetler dünya ülkelerinin üçte birinde yüksek veya çok yüksek düzeyde bulunuyordu. Fakat bazı kısıtlayıcı ülkeler çok kalabalık oldukları için dünyanın 6,9 milyarlık nüfusunun neredeyse yüzde 70’i hükümetlerin dinî inanç ve pratiklere ağır kısıtlamalar uyguladıkları veya toplumda yüksek oranda dini husumetlerin yaşandığı ülkelerde yaşıyordu. Hükümet Kısıtlamalarındaki Değişimler Pew Forum’un 2006–2009 arası ölçümleriyle kıyaslandığı zaman çalışma 14 ülkede hükümet kısıtlamalarında ciddi bir artış kaydedildiğini ve sekiz ülkede ise önemli bir düşüş gerçekleştiğini tespit ediyor. Hükümet kısıtlamalarının ciddi oranda arttığı 14 ülkeden altısı Orta Doğu – Kuzey Afrika bölgesinde yer alıyor: Cezayir, Mısır, Libya, Katar, Suriye ve Yemen. Mesela Mısır’da hükümet etkili bir İslâmî kuruluş olan Müslüman Kardeşler üzerine uzun süreli bir yasak uyguladı ve kamu kuruluşları personel alımı dâhil olmak üzere çeşitli şekillerde Hıristiyanları ayrımcılığa tâbi tuttu. Toplumsal Husumetlerdeki Değişimler On ülkede dinle ilgili toplumsal husumetlerde ciddi bir artış yaşanırken beş ülkede önemli derecede bir azalma meydana geldi. Sosyal husumetlerin arttığı beş ülke Avrupa’da bulunuyor: Bulgaristan, Danimarka, Rusya, İsveç ve Birleşik Krallık. Avrupa’daki gerginliğin çoğu bölgede hızla artan Müslüman nüfusla ilgili, fakat bazı durumlarda gerginlik antisemitizme de dönüşüyor ve Yehova Şâhitleri gibi kimi Hıristiyan azınlıkları da hedef alıyor. Toplumsal husumetler Çin, Moğolistan, Tayland ve Vietnam gibi çeşitli Asya ülkelerinde de artış kaydetti. Mesela Çinli yetkililerce Doğu Türkistan İslâmî Hareketi adlı Doğu Türkistan’ın bağımsızlığı için mücâdele eden bir örgüte atfedilen Ağustos 2008’deki terör saldırısı Xinjiang eyaletinde bir düzine kaybın yaşanmasına neden oldu ve Mart 2008’de Tibet’te yaşanan isyanlar çoğunluğu Budist olan etnik Tibetlileri etnik Han Çinlilerine karşı kışkırttı. Öte yandan Çin yönetimi tarafından Doğu Türkistan’daki Müslümanlara uygulanan mezâlim ise dünya kamuoyunun ilgisini beklemektedir. Sosyal husumetlerin düşüşte olduğu üç ülke Sahra altı Afrika’sında bulunuyor: Çad, Liberya ve Tanzanya. Fakat dinle ilgili sosyal husumetler bölgenin en kalabalık nüfuslu ülkesi olan ve Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında çatışmaların yaşandığı Nijerya’da artış kaydetti. Hükümet Kısıtlamaları veya Toplumsal Husumetler Hükümet kısıtlamalarında veya toplumsal husumetlerde artış yaşanan ülkelere baktığımızda çoğunun (23 ülkeden 14’ü veya yüzde 61) daha önce de yüksek veya çok yüksek oranda kısıtlama veya husumet yaşadığını görüyoruz. Tam tersine hükümet kısıtlamaları ve toplumsal husumetlerde önemli düşüşün yaşandığı ülkeler ise çoğunlukla (12 ülkeden yedisi veya yüzde 58) daha önce ılımlı veya düşük düzeyde kısıtlama ve husumet yaşadıklarını görüyoruz. Yine bu durum daha önce yüksek veya çok yüksek kısıtlama veya husumet yaşanan ülkelerde kısıtlama ve husumetlerin arttığı, daha önce ılımlı veya düşük düzeyde kısıtlama veya husumet yaşanan ülkelerde ise kısıtlama ve husumetlerin azaldığı tedrici bir kutuplaşmanın yaşanmakta olduğunu bize gösteriyor. Sonuç Eğer imtihan edildiğimiz musibetler bizi Allah’tan uzaklaştıracak, On’un rızasının hilafında yaşamamıza sebep olacak cinsten iseler işte o zaman hakikî musibete dûçar olmuşuz demektir ve işte o zaman duâ vakti gelmiş demektir. Bedîüzzaman Hazretleri kendisine Allah’tan şifa dilemesi için gelen hasta bir delikanlının bu talebini yerine getirmeyeceğini söyler. Gerekçesini de şöyle izah eder "Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim. Hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki duâ edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış. Ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra, Hâlık-ı Rahîm inşaallah sana şifa verir." Bu durumu teyit babından Hz. Eyüp aleyhisselamı da hatırlamak gerekir. Hani yaralarından neşet eden kurtlar zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve diline ilişmişti de kulluk vazifesine zarar gelir düşüncesiyle, kendi istirahatı için değil, belki Allah’a kulluk için "Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor" diye münâcât edip duâ etmişti. O halde biz de asıl musibet olan dine gelen musibetlerin kaldırılması için duâ edelim. Hem tüm dünyada çeşitli baskı, kısıtlama ve yasaklara muhâtap olan din kardeşlerimiz için duâ edelim hem de ülkemiz sathî mailini kuşatan gaflet perdesinin kalkması için dua edelim. Zîra gaflet de bir musibettir.

Selahattin ÖZEL 01 Şubat
Konu resmiYer Sarsıldığında...
İnsan

Bir deprem hikâyesi… Benim yaptığım ise sâdece yaşananları hafifleştirecek olan yazıya dökmekten ibâret… Kar rengine dönen saçları dağılmıştı. Yılların verdiği yorgunluk, yüzündeki çizgilerde saklıydı. Kalınlaşan gözlüğünün camında görebilen herkes için yaşanmış bir hayat tecrübesi vardı. Cengiz Bey, Türkiye’nin birçok yerinde görev yaptıktan sonra memleket hasreti ağır basmış olacak ki doğup büyüdüğü yere dönmeğe karar verdi. Kokladığı havada, içtiği suda, ayak bastığı toprakta,  hatta yürüdüğü kaldırım taşlarında bile çocukluğunun ve gençliğinin izlerini taşıyan Van’ın Erciş ilçesine yerleşmişti artık. Bir pazar sabahı Cengiz Bey, Van merkezindeki yakınlarını ziyâret etmek için erkenden kalkmış, âilesiyle birlikte kahvaltı masasına oturmuştu. İçinde nedenini bilmediği garip bir his uyanmıştı. Sanki eşini ve çocuklarını son defa görüyormuş gibi yüzlerine baktı. Böyle bir duygu sâyesindedir ki kahvaltıda hiç yapmadığı kadar âilesiyle birlikte oturarak onlarla uzun uzun sohbet etmişti. Her şeyi son an bilmek ve ona göre hayatı düzenlemek, dolu dolu yaşamak ne ulvî bir duyguydu. Hayata dair ne varsa, sohbetlerinin tuzu, biberi olmuş, kahvaltılarına ayrı bir tat katmıştı. Kahvaltının sonunda Cengiz Bey hazırlanmak üzere kalkarken, çocuklarına bir şey isteyip istemediklerini sordu. Her birinin isteği farklıydı tabi. Üç çocuğunun en küçüğü Furkan, dünyanın tozunu dumanını atmak için babasından uzaktan kumandalı araba istemiş, ortanca kızı Ayşe dünyayı sallamak adına puzzle (yapboz) oyununda karar kılmıştı. Büyük kızı Zeynep’in ise babasının yanağına öpücük kondurmaktan başka bir isteği yoktu. Bu öpücük yeni bir güne başlayan Cengiz Bey için iyi bir moral kaynağı olmalıydı. Van’a arabasıyla gelmiş olan Cengiz Bey ne olur ne olmaz diyerek önce bir alışveriş merkezine uğrayarak çocuklarının istediği oyuncakları aldıktan sonra baba ocağına vardı. Annesi her zamanki gibi ona Van’ın en güzel yerel yemeklerinden biri olan Keledoş’u yapmıştı. Kurt gibi acıkan Cengiz Bey, mutfakta hazırlanan yemeği bir çırpıda bitirdikten sonra odaya geçerek babasıyla birlikte öğlen namazını kılmışlardı. Namazın ardından yemeğin verdiği rehâvetle kanepeye yönelmişlerdi ki âniden bir sesle irkildiler. Bu ses şimdiye kadar duydukları hiçbir sesle mukayese edilemeyecek kadar korkunçtu. Kulakları deli eden bu uğultuyla birlikte bir sarsıntı başlamıştı. Sarsıntının târifi, târiften uzaktı. Ev, kökünden çıkarılan bir ağacın sirkelenmesi gibi delicesine sallanıyordu. Duvarlar zangır zangır titrerken onlarda bulundukları yerde korkudan titriyorlardı. Evde üzerlerine bir sel gibi gelmeye başlayan dolap, masa, çanak, çömlek ne varsa hepsinden kurtulmak için evin ortasında buldukları bir yerde durmaya başladılar. Duvarlarda oluşan çatlaklardan gelen kırıntılarla yüzleri toz toprak içerisinde kalmıştı. Baba ve oğul evin içerisinde buldukları en uygun yere çöktüler. O sırada Cengiz Bey’in mutfakta bulunan annesi bir yıldırım hızıyla odaya geldi. Şemsiye vaziyetini alarak çocuğunun üzerine kapandı. Ne de olsa o bir anneydi. İnsanlar büyüyüp yaşlansalar bile annelerinin gözünde hep çocuklardı yine. Cengiz Bey o an için öleceğini düşündüğünden kelime-i şehâdet getirmeye başladı. Ardından âilesiyle birlikte “Allâhu Ekber! Allâhu Ekber!...” sesleriyle basamaklardan inmeye başladılar. Dışarıya çıktıklarında ise mahşeri bir kalabalıkla yüzleşmişlerdi. Ancak böyle bir durumda kimsenin kimseyi göreceği yoktu. Herkes kendi derdinin telaşına düşmüşlerdi. Cengiz Bey, Allah’ın kudretini şimdiye kadar hiç bu kadar ensesinde hissetmemişti. Biraz soluklandıktan sonra eşini ve çocuklarını aramak için telefonuna sarıldıysa da şebekeler çöktüğünden ulaşamamıştı. Korkudan dizlerinin bağı çözülen Cengiz Bey, zorda olsa gitmeyen ayaklarıyla Erciş’e gitmek için arabasına bindi. Yollarda çatlayan topraklar, yıkılan köprüler, harap olmuş evler gördü. Bu yürek burkan manzara karşısında sağa sola kaçan insanların yüzlerinde çâresizliğin ve âcizliğin resmini okudu. Bir türlü bitmeyen yollarda eşini ve çocuklarını düşündü. Kim bilir nasıllardı, yaşıyorlar mıydı acaba… Ön koltuğa bırakmış olduğu uzaktan kumandalı araba ve yapboz oyuncağı gözüne ilişince gözyaşlarını tutamadı. “Çocuklarımın en büyük oyuncağı sevgidir. Allah’ım beni çocuklarımdan ayırma” diye duâ etmeye başladı. Karmakarışık duygular içerisinde ilerlerken yolları tüketerek Erciş’e varmıştı. Ancak o yem yeşil, o cıvıl cıvıl Erciş gitmiş, yerine savaş meydanlarını hatırlatan korkunç bir manzara gelmişti. Kim bilir evi nasıldı? Düşünmek bile istemiyordu. Evinin bulunduğu sokak dar olduğundan arabayı uygun bir yere park ettikten sonra hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı ki evlerinin oradan havaya süzülen toz bulutlarının kanatlandığını gördü. Ortalık etrafa yayılan çığlık sesleriyle inliyordu. Oturdukları o yedi katlı binanın kum kalesine dönüşünü görünce olduğu yere çöktü. Başını iki elinin arasına alarak sessizce, fakat gökleri ağlatırcasına ağlamaya başladı. Yürek yakan bu olay karşısında kim ağlamazdı ki... Peygamberimiz de (asm) ağlamamış mıydı? Oğlu İbrahim vefat edince onu kucağına alıp gözlerinden yaşlar boşalmamış mıydı? Yer ile semanın sena ettiği Peygambere neden ağladığı sorulunca “Göz ağlar, kalp hüzünlenir, fakat ağzımızdan Allah’ın râzı olmayacağı bir şey çıkmaz.” diye cevap vermişti. İşte ağlamanın nasıl olması gerektiğinin dindeki muhteşem ölçüsü… Cengiz Bey çok istese de gelen kurtarma ekipleri kimseyi evin yanına yaklaştırmıyorlardı. Artık beklemekten ve duâ etmekten başka yapacak hiç bir şeyi yoktu. Cengiz Bey’in şebekeler düzelir ümidiyle bir türlü elinden düşürmediği telefonu nasıl olduysa akşama doğru çalmaya başladı. Arayan eşiydi. Önce gözlerine inanamadı, yoksa yaşadıklarından dolayı hayal mi görüyordu? Hayır, hayır arayan tamda eşiydi. Hemen telefonu açtı: “Cengiz sen misin?” Cengiz Bey’in sesi titredi. Gözleri doldu:  “Allahıma şükürler olsun”  “Bizi merak etmeyin, hepimiz iyiyiz” Cengiz Bey’in o ağlayan gözleri bu kez sevinç gözyaşlarına gark olmuştu. “Canlarım, korkmayın ekipler sizi kurtarmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Allah sizinle beraberdir. Sabırlı olun” Sesinden acı çektiği belli olan eşi: “Tamam, şarjım bitmemesi için şimdilik kapatıyorum hoşça kal” dedi ve telefonu kapattı. Cengiz Bey’in az önce içinde sönen umutlar tekrar yeşermeye başlamıştı. Türkiye’nin dört bir tarafından, Adana’dan, Zonguldak’tan, Edirne’den, Diyarbakır’dan ve daha birçok yerden gelen kurtarma ekipleri canla başla çalışıyorlardı. Para versen böyle çalıştıramayacağın bu ekipleri bir araya getiren neydi, hangi hissiyattı? Genlerimize kadar işlemiş bu yardımlaşma duygusunun sırrını nerede arayacaktık? Batının çürümüş, kokuşmuş felsefesi mi; yoksa eskimeyen, pörsümeyen İslâm’da mı? O gün elektrikler olmadığından yıkılan apartman altında kalan canlıların zarar görmemesi için gece çalışmaya ara veren kurtarma ekipleri sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kaldıkları yerden devam ettiler. Ancak hava alabildiğine soğuk, alabildiğine ayazdı. Böyle bir ortamda çalışmak oldukça zordu. Güneş âdeta soğuktan üşüyordu. Tuhaftır ki g üneşin üşüdüğü bu yerdeki insanların yürekleri yakınlarını kaybetmenin ıstırabıyla alev alev yanıyordu. Depremin neredeyse ikinci günü de bu çilekeş topraklarda bitmek üzereydi. Fakat yıkım çok büyük olduğundan ekipler daha 7. katın enkazını bile kaldıramamışlardı. Eşinin telefonunun şarjı bitmemesi için çok fazla aramayan Cengiz Bey, 3. günü telefonu bir kere daha çaldırdı. Bu kez telefonu açan ciğerpâresi oğluydu. İnsanın içini sızlatan kısık bir sesle içim içim ağlayarak: “Babacığım ne olur bizi kurtar. Burası çok soğuk, dayanacak gücümüz kalmadı” dedi. Cengiz Bey’in boğazı düğümlendi. Gözleri karardı. Düşmemek için yanında duran babasından destek aldı. Dik durmaya çalıştı. Gözlerinden oluk gibi akan yaşlara aldırmadan zor da olsa bir şeyler söylemeliydi: “Canım oğlum nasılsın. Annen, kardeşlerin iyiler mi, Yeriniz soğuk mu? Biraz daha dayanın, sabırlı olun. Ekipler burada durmadan ça ça…” Sesi titredi, sözlerini tamamlayamadı. Titrek parmaklarının arasından süzülen telefonu yere düştü. Çocuğunun ve eşinin sesini duyabildiği halde onlara dokunamamak, onları kurtaramamak nasıl bir acı, nasıl bir çâresizlikti? Sanki aralarındaki bir duvar değil de koca bir dağ vardı. Onlara bir türlü ulaşamıyordu. Yüreği bu acıya daha fazla dayanamadığından oracıkta düşüp bayıldı. Ayıldığında ise çoktan akşam olmuştu. Zaman avuçlarının içindeki bir su gibi tükeniyordu. Mümkün olsaydı da çocuklarının kurtulması için zamanı durdurabilseydi. Fakat ne mümkün! “Zaman ayaklarında tükendi adım adım/ Heyula bir ağ gibi ördü rüyalarını”… Gece hiç uyumayan Cengiz Bey, sabah ezanıyla birlikte yıkılan evlerinin önünde kurulan çadırdaki yatağından çıkarak abdest alıp namaza durdu. Sonra Allah’a en yakın olduğu bu incecik ruhuyla ellerini kaldırıp duâ etmeye başladı “Ey Yüce Rabbim! Hâlimi görüyorsun. Şaşkın ve avâreyim, Sen ise Müheyminsin. Ben kalbi yaralı, ayağı prangalı bir kulum. Sense Münevviru’l-Kulûbsun. Sâdece Kadîm olan sensin. Dilersen her şeyi bir anda yerle bir edersin, dilersen dağıtırsın dağıldığım gibi, dilersen parçalarsın parçalandığım gibi… Muhtacım Sana topuktan başa kadar, Sen ise Sametsin muhtaçlara muhtaç olduğunu fazlasıyla verirsin. Ey rahmeti sonsuz olan Rahman! Settar isminle günahlarımı setret. Gaffar isminle beni ve âilemi affet. Deprem bir kere daha hatırlattı büyük binaları yıkarken benliğimizi de yıktığını… Bir kere daha hatırlattı kimsesiz ve yapayalnız oluşumuzu. Sana içli duâ eden birinin duâsıyla diyorum ki “Kimsesiz kimse yok, herkesin var bir kimsesi/Kimsesiz kaldım yetiş kimsesizler kimsesi” Ey affı pek yüce olan Sultanım! Bahtına düştüm. Mülk Senindir canı veren de, alan da Sensin, çocuklarım için, eşim için ve bu millet için ne takdir etmişsen başımız gözümüz üstüne. Depremin bize görünen yüzü birse Sana görünen yüzünün haddi hesabı yok. Hikmetinden sual olunmaz. Her şeyin iç yüzünü en iyi bilen Sensin” dedi ve gözyaşlarıyla secdeye kapandı. Cengiz Bey “Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” âyetinin mânâsını çok iyi idrâk etmişti. İnsanın asıl büyüklüğünün duâyla mümkün olduğunu anlamıştı. Bu yüzden Allah’a sıkça duâ ederdi. Özellikle de sessizliğin çöktüğü gecelerde… Duâ kavrayabilene her kapıyı açan muhteşem sihirli bir anahtar… Ne mutlu Hak Kelâm’ını, dildâde söyleyerek, iki büklüm olanlara… Ne mutlu el pençe durarak aczini ve fakrını şefaatine basamak yapabilenlere! Cengiz Bey, gözü yaşlı daha ne kadar secdede kaldığı bilinmez, ama doğrulduğunda gün çoktan aydınlamıştı. Sabahın bu kör ayazında eşinin telefonunu 4. gün bir kere daha çevirmişti. Telefon uzunca çaldı, çaldı… Yine çaldı… Fakat açan yoktu… İmtihanın zirvelerinden birini yaşayan Cengiz Bey eşini ve çocuklarını kaybetmişti artık. Onlar sâdece dünyada kaybetmişlerdi oysa. Rahman’a canlarını ve mallarını vererek ebedileştiren bu insanları âdeta melekler alkışlıyordu. Cengiz Bey eşini ve çocuklarını kendi eliyle toprağa gömdüğünde dudaklarından Lâ yükellifullâhû nefsen illâ vûs’ahe- Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez- ve “inna lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” “Şüphesiz biz Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz.” âyeti dökülüyordu. Sâdece bu iki Kur’ân ayeti bile Cengiz Bey’in iliklerine kadar hissettiği bu imtihan yolunda en önemli mürşid olmuştu. Dünya imtihansız düşünülemezdi elbet. Hele ki bir Müslüman için. Yağmurun şairi ne güzel söylemişti. Sensizlik depremiyle hancı düştü, han düştü Mazluma sürgün evi, âalime cihan düştü Sana meftun ve hayran, Sana ram olanlara Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü. Sâdece Van mı imtihan sandalyesine oturmuştu dersiniz? Bizler bu imtihanın neresinde olabilirdik, şu depremle kırılan fay hattının hangi uzantısındaydık? Bunları düşünebildik mi rahat döşeklerimizde? Eşini, çocuğunu kaybedenlere evimizi açarak bir sıcak çorba içirebildik mi? Yüreklerimizde onların acısını hissederek gece yatağımızda bir an olsun kıvranabildik mi?  Her gün çocuğumuza içirdiğimiz sütün birkaç damlasını keserek mâsum bebeklere içirebildik mi dersiniz? Unutmamamız gerekir ki deprem gibi zor bir imtihanı soluk soluk yaşayanların kazandığı bir yerde bizler kaybedenlerden olmayalım…

Necati İLMEN 01 Şubat
Konu resmi2 Soru 2 Cevap
İtikad

SORU 1 Ruhun ebediliği nasıl anlaşılmalıdır? Allah'ın Beka sıfatını yarattıklarından herhangi birine vermek caiz  midir? Değilse ahirette ebediyyen  nasıl yaşayacağız? CEVAP 1 Değerli Kardeşimiz; Mutlak ezeli ve ebedi olan sadece Allah'tır. Ruhun ebediyeti mahlukiyete ait bir ebediliktir Allah'ın (cc) Vücud ve Beka sıfatları Allah'ın zatına ait olan ezelî sıfatlardır. Ruhun bekâ bulması ise Allah tarafından ruha verilmiş olan bir özelliktir. Ruh bakidir demekle Allah'ın bekâ sıfatının (haşa) ruhta da olduğu ifade edilmiş olmaz. Ruh kayyumiyet sırrıyla bekâya mazhar olur. Onu bekâ ile mükafatlandıran kudret, dilerse fena ile de cezalandırabilir. "Ruh bakidir" ifadesi ruha verilen ilahi mizacı ifade eder. Haşa Allah (cc) ruhu bekâya mazhar etmek zorundadır manasında değildir. Allah (cc) ruhun baki olmasına izin verdiği için ruh bakidir. Ruhun bakiliğini anlamak için önce Allah'ın sonsuz hikmetinin her yaratılan gibi ruhun mahiyetinde de tecelli ettiği anlaşılmalıdır. Nitekim ruh, beden gibi parçalardan oluşmuş değildir bu sebeple baki olması hikmetçe mahiyetine uygun olandır, ceset ise dağılmaya makhum olduğundan ölümsüz olması mümkün değildir. Ancak Allah'ın ruhu yok etmesi ile ruh fena bulabilir ki  sonsuz merhamet sahibi Allahu Teala'nın yarattığı hiç bir şeyi yokluğa göndermek gibi bir adeti yoktur. Asrın müceddidi Bediüzzaman Hazretleri, ruhun baki oluşunu şöyle ifade etmiştir: "Ruhun fenası (yok olması), ya tahrib (bozma) ve inhilal (dağılma) iledir. O tahrib ve inhilal ise, vahdet  (ruhtaki birlik) yol vermez ki girsin, besatet (parçalardan oluşmaması) bırakmaz ki bozsun. Veyahut i'dam (yok etmek) iledir. İ'dam ise Cevvad-ı Mutlak'ın (sonsuz cömerd olan Allah'ın) hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu (cömerdliği) bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu  (varlık nimetini) o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın." (29. Söz) Zât-ı Akdes-i İlâhî madem sermedî ve daimîdir; elbette sıfâtı ve esmâsı dahi sermedî ve daimîdirler. Madem sıfâtı ve esmâsı daimî ve sermedîdirler; elbette onların aynaları ve cilveleri ve nakışları ve mazharları olan âlem-i bekâdaki bâkiyat ve ehl-i bekâ, fenâ-yı mutlaka, bizzarure, gidemez."  (Mektubat) SORU 2 Allah'ın eşyayı "Mualecesiz ve mübaşeretsiz" yaratması nasıldır? "Mualecesiz" yaratmasından anlaşılması gereken nedir? CEVAP 2 Bizler, bir iş yapacağımız zaman iş başı yapmadan ve eşyaya temas etmeden onu yapamıyoruz. Çünki bizler mümkinat cinsinden olduğumuz için zaman ve mekan ile sınırlıyız. Yapacağımız şeylerin durumuna göre bazıları kolay bazıları zor geliyor. Bizim için kolaylık ve zorluk mertebeleri vardır. Cenabı Hakk'ın eşya ile alakası Hallakıyettir. Yani Allah eşyayı yaratandır. Zaman ve mekan O'nu kayıt altına alamaz. Kudreti zatî olduğu için zorluk yoktur. Mesela çiçeği daha kolay yapar da baharı yaparken biraz zorlanır, cenneti yaratırken daha da zor olur diye mertebeler yoktur. Yani kudretine nisbetle herşey aynı kolaylıktadır. Bütün eşya O'nun emirlerine karşı tam bir itaatla boyun eğer. Eşyaya temas etmeden sadece bir emirle var eder veya yok eder. Bizim gibi eşyaya dokunması ve işe başlaması gibi bir durum olmaz. Çünki Allah "emr-i Kün feyekün" e maliktir. "Bir şeyi(n olmasını) dilediği zaman, O’nun emri, ona sâdece “Ol!” demektir, (o da)hemen oluverir."     (Yasin Suresi, 82) Son zamanlarda yeni bazı teknolojik gelişmeler akla yaklaştıracak bazı örnekler sunmaktadır. Mesela uzaktan kumanda ile çalışan aletler, sesle çalışan eşyalar gibi.  Bu örnekler mümkinat cinsinden olan şeylerdir. Zaman ve mekandan münezzeh olan Allah'ın yaratması ise O'na münasib şekilde olacaktır. "İ'lem Eyyühel-Aziz! Maddiyattan olmayan, bilhâssa mahiyetleri mütebayin(mahiyetleri birbirine zıt) olan bir çoklukta tasarruf eden bir zâtın, o çokluğun her birisiyle bizzât mübaşeret ve mualecesi lâzım değildir. Evet asker neferatı arasında bir kumandanın tasarrufatı, tanzimatı, ancak emir ve iradesiyle husule gelir. Eğer o kumandanlık vazifeleri ve işleri neferata havale edilirse, her bir neferin bizzât mübaşeret ve hizmetiyle veya her bir neferin bir kumandan kesilmesiyle vücud bulacaktır. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk'ın mahlukatındaki tasarrufu, yalnız bir emir ve irade ile olur. Bizzât mübaşereti yoktur. Şemsin kâinatı tenvir ettiği gibi."

sorusorcevapbul .com 01 Şubat
Konu resmiKültür-Sanat
Kültür ve Medeniyet

Sesleri görme engellilerin gözü olacak Üsküdarlı Gençler, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü’nde GETEM (Görme Engelliler Teknoloji ve Eğitim Laboratuarı) gönüllü okuyucusu olarak engellilere yönelik sesli kitap okuma projesi başlattı. “3 Aralıktan 3 Aralığa 333 sesli kitap” sloganıyla başlatılan proje 1 sene içerisinde asgari 333 kitabı seslendirerek, görme engelli vatandaşların hizmetine sunmayı amaçlıyor. Üsküdarlı gençler 3 Aralık 2012’ye kadar GETEM’e göndermek için 333 kitaba sesleriyle hayat vermeyi planlıyorlar. GETEM gönüllüleri, tüm Üsküdarlıların bu projeye katılmalarını arzu ettiklerini ve tüm toplumun bu projeye büyük ilgi ve destek vereceklerine inandığını söyledi. 3 Aralık 2012’ye kadar asgari olarak okunacak 333 kitaptan en az biri benim sesimle hayat bulsun diyorsanız  www.akgenclikuskudar.org.tr adresini ziyaret etmeniz yeterli. Korsana karşı karekod önlemi Kültür Bakanlığı, bir türlü önlenemeyen korsan yayına karşı ‘karekod’ modelini devreye soktu. İlaçta başarıyla uygulanan sistem sayesinde il denetim komisyonu görevlileri, el bilgisayarıyla kitaplar üzerindeki karekodu okuyarak sahte olup olmadığını anlayabilecek. Yayıncılar da aynı sistemle ürünlerini matbaadan okuyucuya ulaşıncaya kadar adım adım takip edebilecek. Sahte ilacın önlenmesi amacıyla bir süre önce uygulanmaya konulan 'karekod' sistemi artık kültür ürünleri için de devrede olacak. Sistem, korsanla mücadelenin yanı sıra yayıncıların ürünlerini takip etme ve stoksuz çalışma fırsatı bulmalarını da sağlayacak. Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürü Abdurrahman Çelik, 2012 itibarıyla bandrollerde yeni bir düzenlemeye gittiklerini söyledi. Bandrollerde önceki gibi 7 katmanlı güvenlik sisteminin bulunduğunu belirten Çelik, "Ayrıca karekod sistemine geçtik. Sistem, illerde kurduğumuz il denetim komisyonlarının hızlı bir şekilde denetim ve kontrol yapmasını sağlayacak. Şu an 5 karekod okuyucu, online sistem, el bilgisayarları test aşamasında, bitmek üzere. Bunlar bittikten sonra çoğaltacağız." dedi. Çelik'in verdiği bilgiye göre el bilgisayarları, başta büyük şehirler olmak üzere tüm illere dağıtılacak. Bu cihazlar sayesinde Ankara'daki sisteme bağlanıp online olarak bütün güncel veriler toplanacak. Kitaplar üzerindeki karekod okunarak onun sahte olup olmadığı, eserin doğru bir eser olup olmadığı kontrol edilebilecek. Karekod, hızlı bir şekilde bandrol kontrolünü denetim altına almayı aynı zamanda da süreçlerin hızlı bir şekilde kontrol edilmesine imkân tanıyacak. Sistem, yayıncıları da yakından ilgilendiriyor. Bu firmalara önümüzdeki ay İstambul'da karekodla ilgili eğitim vereceklerini kaydeden Abdurrahman Çelik, "Yayıncı firmalar kendi ürünlerini matbaadan çıktıktan sonra dağıtımdan satış noktasına ve oradan son kullanıcıya gidene kadar takip edebilecek." diye konuştu. Yılın ilk ödülleri TYB’den Bu gelenek bir kez daha bozulmadı ve 2011 yılının 'Yazar, Fikir Adamı ve Sanatçıları Ödülleri'ne değer bulunanlar, dün TYB Genel Başkanı İbrahim Ulvi Yavuz tarafından birlik merkezinde basın toplantısıyla açıklandı. TYB tarafından 31 yıldır verilen ödüllerde Üstün Hizmet Ödülleri'nin bu yılki sahipleri Nuri Pakdil, Prof. Dr. Süleyman Uludağ ve Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak oldu. Hikâye dalında 'Asla Pes Etme' ile Mukadder Gemici, şiirde 'Şiirimin Şehirleri'yle Arif Ay, romanda 'Kış Bahçesi'yle Güray Süngü, denemede 'Güzün Son Konuğu'yla Reşit Güngör Kalkan, fikir dalında 'Işık İmiş Her Ne Var Alemde' kitabıyla İhsan Fazlıoğlu, araştırmada 'Türkiye'de Popüler Tarihçilik' ile Ahmet Özcan, incelemede 'Selçuklu Türklerinin İslam Tasavvuru' kitabıyla Fatih Şeker, tenkit dalında 'Modern Öykü Kuramı'yla Necip Tosun, gezi dalında 'Dost Şehirler Âşina Yüzler' ile Ülkü Özel Akagündüz, biyografide 'Aydınlanma Çağında Bir Osmanlı Katibi Ebubekir Ratib Efendi' ile Fatih Yeşil, çocuk edebiyatında 'Atlar Geliyor' ile Bülent Ata ödüle layık görüldü. Basın fikir dalında Star Gazetesi'nden Nasuhi Güngör, basın fıkra dalında Yeni Şafak'tan Salih Tuna, basın röportajda Star Gazetesi'nden Gülcan Tezcan, dergi yayıncılığında Aksiyon, elektronik yayıncılıkta Dünyabizim internet sitesi, televizyon-kültür programında Derkenar programıyla TRT, sinemada Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi filmiyle yönetmen Onur Ünlü ödüllendirildi. Halk kültüründe, Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü'ne, kamu yayıncılığında TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı'na özel yayıncılıkta Profil Yayınları'na kültür hayatına yaptıkları katkılar dolayısıyla ödül verildi. Ayrıca Ahmet Hatipoğlu'nun "Beste Külliyatı'' kitabıyla Türkiye Diyanet Vakfı'na yayıncılık özel ödülü verildi. Türk müziği alanında Ertuğrul Erkişi ''Safahattan Şarkılar'' albümüyle, şehir kitaplarında ''Aynalı Kavak'' yazılarıyla Fahri Tuna, televizyon dizisi dalında ''Yamak Ahmet'' yapımıyla TRT, radyo programı dalında Seyr FM'de ''Yaşayan Hatıralar'' programıyla Mahmut Bıyıklı 2011 yılı çalışmaları dolayısıyla ödüllendirildi. Fetih 1453 görücüye çıktı İstanbul'un dillere destan fetih öyküsünü konu alan "Fetih 1453" filmi için geri sayım başladı. Vizyon tarihi 7 Şubat 2012 olarak belirlenen filmin fragmanı ise görücüye çıktı. Fragman, kısa sürede on binlerce defa tıklandı. Yapımcı Faruk Aksoy'un yönetmen koltuğuna da oturduğu ve Türk sinemasının en pahalı filmlerinden biri olarak görülen Fetih 1453'ün ilk görüntüleri izleyenleri adeta mest etti. Özellikle görsel efektler olarak bir Türk filmi için oldukça tatmin edici gözüken film, yapımı için harcanan parayla adından oldukça söz ettirecek gibi görünüyor. Film 1451 yılında Fatih Sultan Mehmet'in fetih planlarını yaptığı andan itibaren başlıyor. Filmde Molla Gürani, yani Fatih’i yetiştiren üstadı ve Fatih Sultan Mehmet'in çocukken aldığı eğitim süreçleri de yer alıyor. Gerçek oyuncuların yer aldığı filmde 3 boyutlu animasyonlar da olacak. 17 milyon dolarlık dev bütçesiyle Yeşilçam'ın en pahalı filmi olan 'Fetih 1453'te bir de ilk gerçekleşecek. 1. Mahmut Şadırvanı yenileniyor Ayasofya Müzesi'nin kurşun örtüsünü, padişah türbelerini ve batı cephesini aslına sadık kalarak yenileyen İstanbul İl Özel İdaresi, restorasyon serüvenine Ayasofya I. Mahmut Şadırvanı'nı da ekledi. Özgünlüğünü kaybetmeden günümüze ulaşan yapının proje çizimlerini gerçekleştiren İstanbul İl Özel İdaresi, İstanbul Restorasyon ve Konservasyon Laboratuar Müdürlüğü'nden gelecek analiz sonuçlarına göre restorasyon sürecini başlatacak. Şadırvanda yenileme kapsamında; kurşun örtüsünün ve çatı karkasının incelenerek gerekli görüldüğü takdirde yenilenmesi, altın varak ve kalem işi konservasyonu, mevcut şebekelerin temizlenerek konservasyonu, mermer temizliği ve konservasyonu, metal elemanların temizlenmesi ve konservasyonu işleri yapılacak. 339 bin 442 TL bedelle yenilenecek olan şadırvanda çalışmaların 2012 Ağustos ayında tamamlanması hedefleniyor. Abdülhamid hakkında dev eser Sultan 2. Abdülhamid Han dönemini anlatan 5 Ciltlik “Devr-i Hamid Sultan II. Abdulhamid” kitap Yıldız sarayında tanıtıldı. Yıldız Sarayı Tiyatro Salonu'nda Erciyes Üniversitesi'nin koordinatörlüğünde gerçekleştirilen toplantıya Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Erciyes Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Metin Hülagü, Topkapı Sarayı Müdürü ve Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlber Ortaylı, Sultan II. Abdülhamid Han'ın soyundan Osmanlı Haneden üyeleri, akademisyenler, tarihçiler ve basın mensupları katıldı. Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, “Üniversite olarak böyle bir eseri yayınlamaktan büyük mutluluk duyuyoruz. Bu gibi eserleri destekleyeceğiz” dedi. Konusunda uzman 75 akademisyen ve yazarın katkılarıyla hazırlanan kitapta 90 makale yer alıyor. "Devr-i Hamid" başlığı etrafında Sultan II. Abdülhamid Han'ın ailesi, şahsiyeti, tahsili, saltanat yılları, devrinin iç ve dış siyasî olayları, maliyesi, sosyal yapısı, teşkilat yapısı, kültür ve sanat alanındaki gelişmeleri, düşünce yapısı, bilim hayatı ve reform hareketleri gibi temel konular ele alınıyor. Sultan II. Abdülhamid dönemi olayları, belge ve kaynaklara dayalı, analiz ve senteze tabi tutulmak suretiyle anlatılıyor. Eser, Sultan II. Abdülhamid Han'ın 33 yıllık iktidar dönemini kapsıyor.

Sena İKBAL 01 Şubat
Konu resmiSandukça
Kültür ve Medeniyet

Erol Güngör’ün Osmanlıca bilgisi Mümtaz Turhan Kırşehirli delikanlıyı tanıdıktan sonra fakültesini değiştirip kendisiyle birlikte çalışmasını tavsiye edecek ve Erol Güngör, sınıfını geçtiği halde Hukuk’tan ayrılarak Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’ne girecektir. Böylece daha birinci sınıftayken, sosyoloji ve sosyal psikoloji alanında Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük ilim adamlarından biri olan Mümtaz Turhan’ın âdeta asistanı olarak çalışmaya başlayan Erol Güngör, akademik kariyerini yaparken, üniversitenin duvarları dışındaki hayattan da kopmamış, bir yandan gazetelerde yazarken, diğer yandan başta Marmara Kıraathanesi olmak üzere, alternatif bir kültür hayatının canlı bir şekilde yaşandığı mahfillere girip çıkmaya başlamıştır. Bu mahfillerde Ziya Nur, Ali İhsan Yurt vb. gibi Osmanlı irfanını devam ettiren birçok insandan faydalanmak için çok özel bir gayret sarfeden ve kitaplardan edinilemeyecek bilgileri onlardan öğrenen Erol Güngör’ü bir gün İskenderpaşa cemaatiyle sohbet ederken, bir başka gün Yahya Efendi Dergâhı’nda Mesnevi dersi dinlerken yahut Ziya Uygur’la Tevrat, Yahudilik ve masonluğa dair meseleleri tartışırken görmenin mümkün olduğunu yakın dostlarından dinlemiştim. Bir ara Nihal Atsız’a da gidip gelmiş. Türk musikisiyle ilgilendiğini, hatta uzunca bir süre tanburla meşgul olduğunu, divan tarzında şiirler yazdığını ve tarih düşürmeye meraklı olduğunu bilmezdim. Babasından öğrendiği ve hemşehrilerinden kütüphaneci Lütfi İkiz’le çalışarak ilerlettiği eski yazıyla derslerde ve konferanslarda, tek kelime kaçırmadan not tutabildiğini onu yakından tanıyanlar bilirler. Hocası Hilmi Ziya Ülken iki ciltlik Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi (1966)’ni Erol Güngör’ün tuttuğu notları tadil ederek meydana getirmiştir. Çok hızlı ders anlatan ve kimsenin soru sormasına fırsat vermeyen Hilmi Ziya’nın derslerinde eski yazıyı bildiği için not tutabilen tek öğrenci odur. Daha sonra bu notları Latin harfleriyle teksir ederek arkadaşlarına dağıttığı gibi, bir nüshasını da hocasına veren Erol Güngör’ün Osmanlıca bilgisi Mümtaz Turhan’ın da işine çok yarayacak, hatta bu büyük hoca eski yazıyla okumuş nesilden olduğu halde, birçok müşkülünü genç talebesi ve asistanı sayesinde çözecektir. Piyade okulunda Erol Güngör’le aynı sırayı paylaşan Hidayet Nuhoğlu da derslerde birlikte Osmanlıca not tuttuklarını, bunu gören keşif hocası albayın “Size hayatta aç kalmak yok, tapu dairesinde rahatlıkla iş bulursunuz” dediğini söylüyor.   (Beşir Ayvazoğlu, Defterimde Kırk Sûret, Ötüken Yay., İstanbul 1999) Abdest Abdest, bedenin bir arınması, yunması değil sadece; rûhun sâfileşme hamlesine olan apaçık niyetinin dışa vurmasıdır. Şeytânîliğe bir isyan, her türlü kirliliğe bir başkaldırıdır. Bedenin en çok çalışan uzuvlarını temizleyip onları verene şükredecek bir kabiliyete erişmek arzusudur. Bu arzu bile günahların dökülmesi için yeterli yerine göre… İşte delil: Resûl-i Ekrem (asm)’ın şöyle buyurduğu rivayet edildi: “Kim güzel abdest alırsa, tırnak altındakilere varıncaya kadar günahları vücudundan çıkar.”  Ve işte bu müjdeyi biraz daha açan diğer bir rivâyet: “Müslüman bir kul, abdest alırken yüzünü yıkadığında gözleriyle bakarak işlemiş olduğu bütün günahlar, su ile veya suyun son damlasıyla birlikte yüzünden çıkar. Ellerini yıkadığında, elleriyle yapmış olduğu bütün günahlar da su ile veya suyun son damlasıyla ellerinden çıkar. Ayaklarını yıkadığında ise, ayaklarıyla yürüyerek yapmış olduğu bütün günahlar su ile veya suyun son damlasıyla çıkar. Böylece bu kişi günahlarından sıyrılarak tertemiz olur.” Abdest, âzâların nûrudur. Abdest, gönüllerin huzurudur. Dergâh-ı İlâhi’ye yönelmenin biletidir. Abdest, kendi kirlerini görüp temizleyen insanın, her şeyin dizgini kendisinde olan dest-i Kudret’in tüm noksanlıklardan mukaddes ve pâk, bütün eksikliklerden münezzeh ve müberrâ oluşunu hatırlamasıdır. Nefse nasihatler! Ey ölümlü, fâni nefsim! Elbet bir gün nefesin kesilecek! Hem de hiç ummadığın bir anda, hiç beklemediğin bir yerde! İşte o zaman umutların tükenecek, dünyan kararacak, göz kapakların hiç açılmamak üzere kapanacak, ağlaşanları duyamayacak kadar sağırlaşacaksın, kalbinden hiçbir ses gelmeyecek, nabzın etrafındaki harekete, vâveylâya inat hiç kıpırdamayacak! O kibirle, gururla, firavun gibi tozları savurduğun ayaklarının mecâli kesilecek, nice günahlar işlediğin ellerin iki yanında mıhlanmış gibi duracaklar! O hâin gülüşün ile hiç solmayacakmış gibi duran meymenetli yüzün, buruşup pörsüyecek ve nühûsetli bir edâ ve abus bir çehre ile terkedeceksin o çok sevip uğrunda en kıymetli şeylerini tereddütsüz fedâ ettiğin dünyanı... Ve terkedileceksin dostların tarafından; küreklerinden atılan toprağın altında bırakılarak! Ne neslin, ne malın, ne câhın, ne rütben ne de dünyevî dostların hiçbir teselli veremeyecekler sana!.. O dem sesler kesilecek, tek renkli dünyana göç edeceksin! Bağırmak isteyeceksin, bağıramayacaksın; pişman olduğunu defâlarca haykırmak isteyeceksin, dilin tutulacak; geri dönmek isteyeceksin, “Bir kez daha!” diyeceksin, kapıların sımsıkı kapalı olduğunu göreceksin! Hıçkıra hıçkıra ağlamak isteyeceksin, gözünden tek damla yaş akmadığını göreceksin!  Resûlullah’ın (asm) Müjdesi Hz. İsâ (as) Resûlullah’ın (asm) geleceğini müjdelediği gibi, Resûlullah (asm) da Hz. İsâ (as)’ın geleceğini müjdelemiştir. Ancak Hz. İsâ Peygamber olarak değil, Ümmet-i Muham-med’in bir ferdi olarak gelecek ve İslâm’a hizmet edecektir. Sahih hadisle bildirilen bu müjde peygamberimizin peygamberliğine bir halel getirmez, bilakis kuvvetlendirir. Zira büyük bir peygamber, O'nun (asm) nübüvvetini tasdik için yeniden, dünyevi cismiyle dünyaya gönderilecektir. Hz. İsâ (as) zaten ölmemiş, öldürülmemiş, Kudret’i sonsuz Allah (cc) tarafından semâya yükseltilmiştir ve hâlen hayattadır. O’nu yeninden dünyaya göndermeyi vadeden Âlemlerin Rabbine bu vadini yerine getirmek hiç ağır gelir mi? Cebrâil (as)’ı sahabelerden Dıhye (ra)’ın cismiyle gönderen, ölmüş evliyâları cisimleriyle zaman zaman dünyaya gönderen bir Kudret’e çok büyük hikmetler için bir sevgili Peygamberini dünyaya göndermek hiç zor olur mu? Vaad etmişse ve bu va’di sâdık haber veren (asm) bildirmişse elbette tahakkuk edecektir. Hâlis niyet “Hayırlı bir çığır açmak, olumlu bir iş yapmak için önce hâlis `niyet' lazım. Sonra da inanmış birkaç adam. İnâyet de yâr olursa korkma!”

Muhammed TARIK 01 Şubat