70. Sayı: "Suriye Ve Arakan Dua ve Yardımlarımızı Bekliyor!"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Cemerât Hacıların Kurban Bayramı günlerindeMina'da attıkları küçük taşlarınher birine ve bu taşların atıldığıüç ayrı cemrin hepsine birdencemerât denir. CemrelerdenMina-Mekke yönündeki ilkineküçük veya birinci cemre, ikincisineorta cemre ve üçüncüsüne debüyük cemre veya Akabe cemresiadı verilmektedir. Birinci cemreile orta cemre arasında 156,40metre ve orta cemre ile Akabecemresi arasında 116,77 metremesafe bulunmaktadır. Hacesnasında Kurban Bayramı'nınilk dört gününde, bu cemrelereusulüne uygun olarak taş atılmaktadır.Bayramın birinci günündebüyük cemreye yedi adet;ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerindeise her üç cemreye yedişeradet taş atılır. Taşlama küçüktenbüyüğe doğru şöyle yapılır: Taşlarınatıldığı kümeye yaklaşılarak,atılacak taş sağ elin baş ve şehadetparmaklarının uçlarıyla tutulur."Bismillah, Allahu Ekber rağmenli'ş-şeytâni ve hizbih" (Allah'ınadıyla. Şeytan ve taraftarlarınarağmen, Allah büyüktür!) diyerekatılır. Taşların her biri kümelerinüzerine veya kümeleri kuşatanhavuzlara düşecek şekilde veayrı ayrı atılır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Eylül
Konu resmiSuriye ve Arakan Dua ve Yardımlarınızı Bekliyor!
İnsan

1433 senesinin son kısmına dâhil olurken İslam âleminin muhtelif yerlerindeki kardeşlerimizin maruz kaldığı zulüm, bilhassa Suriye ve Arakan'da bir süredir devam eden hadiseler bizleri ciddi manada üzmekte ve düşündürmektedir. Her zamankinden daha çok dua ve yardımlarımıza ihtiyaçları olan Suriyeli ve Arakanlı kardeşlerimizin elim durumlarına dikkat çekmek için İrfan Mektebi'nde konuyu kapağa taşıdık. Ümit ediyoruz, tarihe not düşmekten öte, siz kıymetli okurlarımızın kardeşlerimize samimi ve nurani dua ve destekleri sulh ve selamete erişmelerine vesile olur. SURİYE Suriye'nin bugünü iyi anlamak için tarihini dikkatle tahlil etmek gerekir. Dört asır hükmü altında kaldığı Osmanlı Devleti'nin yıkılışından sonra, İngiltere ve Fransa tarafından bölünen, parçalanan ve paylaşılan bölge içinde bağımsızlığını 1947'de kazanan Suriye'nin yakın tarihi bir bakıma darbeler ve iktidar mücadeleleri tarihidir. 1971'den günümüze kadar idareyi elinde bulunduran Baas rejimi (veya Esed ailesi) bir tür sahte anayasa olan 1973 Anayasası'nın maskesiyle adı cumhuriyet ama gerçekte baskıcı bir diktatörlük olan rejim ve unsurlarıyla Suriye halkına tarihte benzerine az şahit olunan derecede ve surette zulmetti. %90'ı Arap, %9'u Kürt ve % 1'i Ermeni, Çerkez ve Türkmen olan; yine toplam nüfusun %73-75'i Sünni Müslüman, %12'si Nusayri (Şii, Alevi), %10-12'si Hristiyan ve %3'ü Dürzî olan Suriyelilerin zulümle geçen 40 yılın ardından 18 ay önce Der'a'da başlattıkları hareket, kapsamlı bir ihtilal olmaktan öte sadece idarenin ıslahını talep eden masum ve sivil bir protestoydu. Bu haklı ve sivil taleplere şiddet ve zulümle karşılık verilmesi, Arap baharı kıvılcımının Suriye'de alevlenmesine ve Suriyelilerin rejimin devrilmesi için önce topyekun bir isyana teşebbüs etmelerine daha sonra da tam bir istiklal harbi vermelerine sebep oldu. Suriye'nin jeopolitik ve jeostratejik konumu sebebiyle kısa sürede savaşın tarafları çok boyutlu zeminlerde ve farklı ölçeklerde bir bir ortaya çıkmaya ve hadiselere müdahale etmeye başladılar. Gittikçe bölgesel ve küresel bir 'kördüğüm'e dönüşen Suriye ihtilalinin, tarihi derinliği olan (f)aktörleri, İslam dünyasının güçsüzlüğü ve mevcut meşru nizam olan uluslar arası sistemin kifayetsizliği, Suriye'de insanlığın gözleri önünde vicdanları kanatan bir katliamın durdurulamamasını netice verdi. Daha önce benzer hadiselerde de 'vicdan'ın değil 'strateji' ve 'menfaatler'in elverdiği ölçüde müdahil olan küresel güçlerin Suriye'de örtülü iktidar savaşıyla mazlum bir halkın kanı üzerinden nemalanmak istemeleri trajedinin boyutlarını utanç verici seviyelere taşıdı. Esed rejimi, Rusya, Çin, İran gibi görünen ama daha pek çok görünmeyen destekçi ülkelerden aldığı güçle uyguladığı devlet terörüyle kurulu düzenini şimdiye kadar korumaya çalışa geldi. İslam dünyasının başta Türkiye gibi önemli ülkeleri ve İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) gibi siyasi, İslam Dünyası STK'ları Birliği (İDSB) gibi sivil teşkilatları ve insani yardım kuruluşları bu süreçte, zulümden kaçan Suriyelilere kucak açma, resmi doğru okuma, kamuoyundaki şuur ve idrak inşasını temin etme ve mazlum Suriyelilere gerekli yardımları ulaştırma gibi önemli icraatları oldu. Ancak maalesef ne akan kan durdu ne de gerekli ve yeterli yardımlar mazlumlara ulaştırılabildi! Tünelin ucunun henüz görünmediği Suriye'de kar­deş­le­ri­miz bir süredir haklı ve izzetli bir savaş veriyorlar. Esed rejimi ise kaybettikçe katlediyor! İzzetli Suriyeli kardeşlerimizin bugün her türlü desteğe ihtiyaçları var. Türkiye'nin İslam dünyasına öncülük ederek bu konuda siyasi, insani ve hukuki yardım seferberliği ilan ve tatbik etmesi zaruri görünüyor. ARAKAN İstanbul'un fethinden sadece 23 yıl önce (1430) kurulan Arakan İslam Sultanlığı 1784 yılına kadar 26 kral tarafından idare edildi. 1784-1823 seneleri arasında Burma tarafından işgal edildi. Burma idaresi hem Arakanlı Müslüman Rohingya'lara hem de Arakanlı Budist Rahkinelere zulüm uygulayınca binlerce Arakanlı Hindistan'a hicret etmek mecburiyetinde kaldı. Daha sonra İngiliz işgal yıllarının ardından (1823-1937) Arakan'ın bağımsız olmaması için Burma yönetimi İngilizlerle de koordineli bir şekilde karanlık bir tertibi sahneye koydu. Burma yönetimi aynı soydan gelen ve daima barış içerisinde birlikte yaşayan Arakanlı Rohingya Müslümanları ile Rahkine Budistleri birbirlerine düşürülmeye çalışıldı. Müslümanlara karşı kışkırtılan Budistlerin eliyle 28 Mart 1942'de 40 gün süren ve 150 bin kişinin ölümüyle neticelenen dehşetli bir katliam gerçekleştirildi. Bundan 70 sene önce gerçekleşen 1942 katliamı zihinlerde öyle derin yaralar açtı, toplumda öyle nefret tohumları ekti ki ruhlara, bugünlerde yaşanan ve Arakanlı Rohingya Müslümanlarını sindirmeye, yıldırmaya, göç etmeye zorlayan dehşet verici hadiselere sebebiyet verdi. 2014 seçimleri öncesi Burma (Myanmar)'dan çıkarılmaya çalışılan Arakanlılar son katliamda binden fazla kayıp verdiler, yüz bine yakın insan evsiz kaldı. Yıllardır devam eden zulüm ve baskı politikaları sonucunda yüzbinlerce Arakanlı bugün mülteci konumunda. Arakan, bugün korkunun hâkim olduğu, Müslümanların doğum ve ölümde vergi ödediği, köyden köye ulaşımda bile izin alındığı, can, mal ve namus güvenliğinin kalmadığı, Müslümanların memur olamadığı, motorlu taşıt, sabit ve cep telefonu kullanamadığı, normal vatandaş bile sayılmadığı bir açık hava hapishanesine dönüştürülmüş durumda. İDSB NE YAPTI? İslam dünyasının en büyük sivil çatı teşkilatı haline gelen ve 53 ülkeden 200'ü aşkın üyesiyle her geçen gün daha da büyüyen ve İslam âlemine heyecan ve ümit veren İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB), Suriye ve Arakan konularında hadiselerin başından beri doğru bir tavır sergileyerek ilgili tarafların dikkatini çekmeye, kamuoyunu doğru bilgilendirmeye, sahada çalışan yardım kuruluşlarını meşveret zemininde buluşturmaya çalıştı. Genel Sekreter Ali Kurt, ikili ve çok taraflı temasları ve yaptığı açıklama ve yönlendirmelerle İDSB'yi bu iki meselede de süreçte aktif bir aktör haline getirdi. İDSB, öncelikle bu iki bölgeden, doğrudan haberler alıp hadiselerin doğru fotoğrafını çekti. Daha sonra doğrudan mektuplarla üyelerini ve basın açıklamalarıyla kamuoyunu bilgilendirdi. Hazırlanan raporları resmi ve sivil kurumlara ulaştırarak, karar vericileri ve insani yardım teşkilatlarını doğru yönlendirmeye gayret etti. Ayrıca, ilgili komisyonları aracılığıyla istişare toplantıları tertip ederek meselelerin derinlemesine tahlil edilmesine vesile oldu. Bizzat bendeniz, Genel Koordinatör sıfatıyla birçok ilde Suriye konulu salon toplantılarına katılarak konunun doğru anlaşılmasına ve yardım kampanyalarına dikkat çekmeye çalıştım. SONUÇ Üç aydır Hayrat Vakfı'nın tertip ettiği İttihad-ı İslam konulu Milletlerarası Bediüzzaman ve Risale-i Nur Sempozyumu vesile­siy­le dosyaya taşıdığımız ve zaman zaman da dikkat çektiğimiz 'İslam dünyasının birliği' hedefinin ne kadar elzem olduğu ve bu gaye için çalışmanın nasıl bir farz vazife olduğunu özellikle son Suriye ve Arakan meseleleri açıkça bir kez daha tüm İslam âlemine gösterdi. Keşmir'den Gazze'ye, Doğu Türkistan'dan Kudüs'e, Bağdat'a kadar daha pek çok İslam beldesi bugün zulüm, ambargo veya işgal altında. Suriye ve Arakan ise son dönemde öne çıkan ve vicdanlarımızı kanatan iki bölge. Başta Suriye ve Arakan için olmak üzere mazlum, mağdur ve muhacerete mecbur edilmiş kardeşlerimiz dua ve yardımlarımızı bekliyor. Hak Teâlâ'dan mahzun gönüllere neş'e serpecek mihver şahsiyetleri, müttefik ve müttehit heyetleri en kısa zamanda ihsan etmesini ve İslam dünyasına birlik şuuru nasip etmesini niyaz ediyoruz. Allah'a emanet olunuz.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Eylül
Konu resmiNeydi Âdem'in Sinesindeki Sır?
İnsan

Allah, kâinat ve zemini çeşitli safhalardan geçirdikten sonra nefis taşıyan bir kul yaratmak istedi. Kâinat muhteşem bir sergi ve seyrangâhtı. Onda, cennetin lezzet ve manzaralarının küçük mikyaslarını derc etmişti. Dünya denilen bu zemin hazır bir hale geldikten sonra, şerefli misafirini beklemeye başladı. Fakat Allah murad etti ki, o misafir ebedi memleketini bilsin, tanısın -ta ki hep iştiyak ve özlem duysun- diye onu evvela cennette yarattı. Ona "Âdem" adını verdi. Âdem öyle şerefliydi ki, Allah onun ismini, kendi celâlî, cemalî ve kemalî bütün isimlerini içeren "Allah" isminin baş harfini vermişti. Âdem, Lafza-i Celâl gibi elif ile başlamaktaydı. Adeta Allah, o benim halifemdir diyordu bütün mahlukata. Bu cihetle ulaşılmazdı, eşi ve benzeri yoktu. Âdem, Âdem olabilmek için elif gibi dik olmalıydı. Elif ayaklarını mahviyet ve yokluk kaynağı olan toprağa basmıştı. Esasen o toprak hem onun başlangıcı, hem de sonunun istiratgâhı olacaktı. Toprak ona "Ey Âdem! Ne olursan ol, unutma aslını; sen ayaklar altında ezilen bir mayadan geliyorsun. Zelil idin de, Rabbim seni kerim kıldı, seni şerefli eyledi. Kendin ile övünme, gururlanma. Vasıl olduğun her nimet Yaratan'ındandır. Ve unutma dönüşün yine banadır!" diye nasihat verirdi. Âdem dikkat etmez, ayaklarını yerden keser, hevasına binerse eğer; dalından kopmuş, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, son menzili olan kabre kadar savrulur durur. Heva bineği öyle bir binektir ki, başlangıçta yavaş hareket etse de, sürati her daim artmaktadır. Bu sebeple hevasına tâbi olanlar, bir zaman sonra ondan in(e)mez, kalbi ve vicdanı istemese de her götürdüğü yere sürüklenmek zorunda kalır. Âdem'in elifi ayaklarını kendi aslî vazifesinde, yani kullukta sebat ettirirse, Allah başını tâ arşa uzatır. Kâh İmam-ı Azam olur, rüyada defaatle görüşür; kâh Musa (as) olur Tur Dağı'nda tekellüm eder. Kâh Hz. Muhammed (asm) olur Kab-ı Kavseyn makamında ru'yetine mazhar olur. Âdem kul olmazsa eğer, "ben, ben" derse, imtihan dünyasında Arş'a yükselmeye namzet başını, yerlere vurur, istikametini kaybeder. Basamak hükmündeki taşlara takılır, düşer. Esasen o taşlar hayır iken, bozuk itikadı sebebiyle şer haline gelir. O taşlar ki; bazen en mübarek ayağın altında Hacer-i Muallâk olmuş. Bazen Asa-yı Musa'nın darbesiyle 12 çeşme haline gelmiş. Bazen "La ilahe illallah" diye zikir etmiş. Bazen put olup sahibini cehenneme götürmüş. Bazen de pişmiş toprak olup, Ebrehe ve ordusunu helak etmiş. Ve Âdem'e en büyük hayat dersini: "Ey Âdemoğlu! Bir şey şer ve hayır olmaz, eğer sen ihtiyar etmezsen, istikbalin ihtiyarının elindedir, fayda vermeyen günde suçlama kendinden gayrisini, nafiledir bilesin." diye can kulağına fısıldar. Âdem kullukta dosdoğru olmalıydı. Yalpalamamalıydı. Şartlara, zamanlara, insanlara, menfaatlere göre eğilip bükülmemeliydi. Âdem, zemindekilere karşı "elif vaziyetini" muhafaza ederken, Rab­bine karşı ikinci harfi olan "dal" gibi iki büklüm olmalıydı, çünkü O'nun dergâhında boyun eğenler yükselirdi. Âdem belini gençliğinden itibaren bükmeli, tâ ki kırılmasın. Unutmamalı ki; fidan kolaylıkla eğilirken, ağacı eğmek onu kırar, ateşte yanacak odundan başka olmaz artık ondan. Âdem'in belini ihtiyarlık, hastalık, musibetler bükmemeli, belki ibadetler, rükular, secdeler bükmeliydi. Eğer secdeleri ziyadeleşirse, Âlâ-yı İlliyyin'e çıkacak, aziz misafir olacaktı. Yoksa beli kırılmış bir vaziyette Esfel-i Sâfilîn'e düşen zelil misafir derekesine düşecekti. Âdem, belini bükecekti, ama "Ben ilk insanım. Kim gibi olmalıyım, kime benzemeliyim?" derse, ismi ona cevaben "Ey Âdem! Son harfine bak, senin mim'in Muhammed Mustafa'ya işaret eder. O'nun gibi olmalısın. O'nun yüzü suyu hürmetine Rabbin seni ve kâinatı yarattı. Gün gelip de hata işlediğinde, tövben O'nun hürmetine kabul edilecek. İlahi eşiğe O'nun ismiyle yeniden bende olacaksın. Ne mutlu sana ki, senin evladındandır, sen ise O'nun nurundansın." Ey Âdemoğlu! Şereflisin, çünkü Allah'tansın. Şerefini korumak için "elif" gibi ol. Rabbin katında şerefli olmak için de "dal" gibi iki büklüm ol. İki büklüm olurken de Muhammed (asm)'a bak da bükül. Âdem'in sırrına vâkıf olma duasıyla Rabbimize emanet olun.

Kudret UĞUR 01 Eylül
Konu resmiİslâm Ahlâkındaki Zaafiyet (Amel Boyutundaki Gevşeklik)
İbadet

İnsanlığı yönetmek, beşere önder olmak rolünün ve ümmetin mecdinin geri alınması için İslâm Birliği zarurîdir. Bunun gerçekleşmesi ümmet için dünya ve âhiret saadetidir. İslâm Birliği, var olan dünyanın tahlili ve çatışma kurallarının bilinmesi ile beraber dinin sâbit esasları üzerine bina edilmesi gerekir. İttihadın gerçekleşmesi için gerekli faktörlerin ve gerçekleşmesini engelleyen mânilerin belirtilmesi esasına dayanmalıdır. Birlik ve ittihad kelimelerinden Kur'ân ve sünnetten birçok mânâlar anlaşılmaktadır. Anlaşılan mânâlardam birisi; tevhid akidesinin geniş âlemde gerektirdiği birlik. Diğer bir mânâsı; Allah'ın dinine müslümanların sıkıca sarılması, kalplerinin birleşmesi, kardeş olmaları, ayrılıp ihtilafa düşmemeleri mânâlarına gelmektedir. (Bakınız: Kur'ân nazarında vahdet ve ihtilaf. Prof. Dr. Süleyman bin Ali Aşşili. Ümmet Birliği Dergisi. Ümmet birliği için uluslararası enstitü- uluslararası Malezya İslâm Üniversitesi. 3.yıl. 2.sayı Ekim 2005) MÜSLÜMANLAR ARASINDA İTTİHADIN VE BİRLİĞİN HÜKMÜ VE EHEMMİYETİ İslâm ümmetinin en önemli özelliklerinden birisi tek bir ümmet olması. Müslümanlar, devletleri ayrı ayrı vatanları birbirine uzak olsa da kâffeten olarak tek bir ümmettirler. İslâm inancı onları birbirine bağlıyor. İman kardeşliği onları birleştiriyor. Bunun için ittihad ve birlik Müslümanlar arasında vâciptir. Vâcip olmasının delili Kur'ân-ı Kerîm'de ve sünnet-i seniye-i mutahharada sâbittir ve mevcuddur. Kur'ân'dan ittihadın vâcip olduğunun delili: وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعاً وَلَا تَفَرَّقُواۖ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَاناًۚ وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَاۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ (ال عمران: 103) Sünnetten ittihadın vâcip olduğunun delilleri: Sahih-i Müslim'de Ebu Hüreyre (ra) dedi: Resulullah dedi: Allah sizden 3 şeyle ile râzı olur ve 3 şeyle de râzı olmaz. Allah'a şirk koşmamanız, O'na ibadet etmeniz, Allah'ın ipine (dinine) toplu olarak sarılmanız ve ayrılmamanızdan râzı olur. Dedikodudan ve çok soru sormaktan ve malın zâyi edilmesinden râzı olmaz. (Sahih Müslim bab: Çok soru sormaktan nehy. C.3: s.1340). Uhuvveti gerçekleştiren faktörler: 1. Gerçek mânâsıyla dostluk, destek olma, yardımcı olma ve muhabbet 2. Sabrı ve hakkı birbirine tav­siye etmek, nasihatleşmek, ma­ruf-u emr edip münkeri nehy etmek. 3. Hakk ve hukuku gözetmek 4. Başkalarına özür dilemek 5. İhtiyaçların giderilmesi ve sıkıntıların rahata çıkması için yardmlaşma 6. Başkasının onurunu, itibarını muhafaza etmek 7. Ziyaretler ve hediyeleşmekle başkalarını sevindirmek. İttihâd-ı İslâm'ın yolu İslâm'a av­det (dönüş) iledir. Peygamber Efendimiz muhacir ve ensar arasında kardeşliği ilan ettiği zaman ilk birliği İslâm vâsıtasıyla gerçekleştirmiştir. Ve İslâm'dan önce hâkim olan kabile çatışmalarını izale etmiştir. İşte bundan dolayı inançla, şeriatın düsturlarıyla, ahlâkla ve bütün inanç, ahlâk yönleriyle, küçük ve büyük bütün hükümleriyle İslâm'a dönmek gerekir. İSLÂM'DA AHLÂK SİSTEMİ İslâm'da Ahlâkın Devamlılığı: Bu Allah'a îman ve Müslüman topluluğun gözetimi ve Müslüman yöneticinin hâkimiyetidir. (Bakınız: İslâm ve Çağdaş Nizamlarda Ahlâk Sistemi. a.g.e s,77) Ahlâkın devamlılığı ile Müslü­man toplumunda ferdler arasındaki muhabbet ve ül­fet ta­hak­kuk eder. Müslüman toplumların İslâm ahlâkına bağlanmaları onları, in­san­ların ikna ile İslâm'a dâvet edilmesinde yetiştirir. Nitekim Bedîüzzaman Said Nursî Haz­retleri diyor ki "Eğer biz ah­lâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i îmâ­ni­ye­nin kemâlâtını ef'âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet'e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet'e dehalet edecekler." ( Hutbe-i Şâmiye, Bedîüzzaman Said Nursî. Kahire, Senâbili'z-Zehebiye, 2012) Sözgelimi Bu Ahlâktan Örnekler: 1. Sıdk (Doğruluk): İmanında, inancında, sözlerinde, fiillerinde ve tebliğinde sâdık (doğru) olmak. Zıddı ise kizb (yalan)dır. Eğer bir kul îmanında yalancı ise, o mü'min sayılmaz. Münafık olur. Eğer sözlerinde ve fiillerinde yalancı ise insanlar ondan nefret eder. Yalan ise dilin mahsullerindendir ki sâhibini ateşe yüz üstü atar. والكذاب قد یظنّ ظنوناً كاذبة وتشوه سمعته Belki Müslümanlardan birisine kötü zanda bulunur ki bununla toplum dağılır ve gruplar parçalanır. Bir hadîs-i sahihde Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlar: إنّ الرجل لیتكلّم بالكلمة ما یتبین فیها أي ما یتثبت فیها ولا یعلم هل هي خیر أو شر صدق أكذب یزل بها في النار أبعد ممّا بین المشرق والمغرب Bu sebeblerden dolayı yalan, birlik ve ittihad mânilerinden en büyüğüdür. Bunun karşısında bulunan sıdk ise Müslüman toplumu tek ve birbirine bağlı bir toplum olsun diye yetiştirir. Gayr-i müslimlere ihtiramlarında ve güzel muamelelerinde örnek olur. Hatta gayr-i müslimlerin Müslüman olmalarına sebeb olabilir. Bedîüzzaman Hazretleri bu sadedde diyor ki: Sıdk, İslâmiyet'in üssü'l-esasıdır ve ulvî seciyelerinin râbıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı ictimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. 2. Dünyaya âhireti tercih etmek: Dünyaya âhireti tercih edenlerden istenen başkalarının arzularını ve isteklerini kendi isteklerine tercih etmeleridir. Kendileri muhtaç oldukları halde kendi nefislerini kardeşlerinin nefislerine tercih ederler. Bu yol ise muhabbete takdire ve sonunda ittihada götürür. Bu mânâda Bedîüzzaman Hazretleri, dünya sevgisini âhirete tercih edilmesi başlığı altında şöyle buyuruyor: Bu asrın bir özelliğindendir ki kişi bilerek bu fâni dünyayı bâki bir hayata tercih eder. Hatta kırılacak cam şişelerine bâki elmasları tercih eder. Düstur-u amme gibi herkeste görülür. Hâl böyle iken bu asır dünya sevgisini insanın damarlarına işlettirir. Hatta o elmas gibi kıymetli olan umur-u diniyeyi boş ve küçük bir ihtiyaç için terk eder. Tâ ki ona dünyadan bir zarar dokunmasın. İnsanların adem-i tayakküzünden dolayı ahlâk-ı fâsideyi ecnebîlerden aldık. İslâm ümmeti yükselme ve kudsiyet içersinde olmasına rağmen yine de "Nefsim, Nefsim" diyenler vardır. Menfaat-i şahsiyesinden başka bir şey düşünmeyen ve ümmetini hiç kâle almayan bin şahıs, bir şahıs hükmündedir. 3. Muhabbet: Uhuvvet makamları içerisinde en âzamı ve büyüğü Allah için sevmektir. Muhabbet Müslümanlar arasında ittihadın gerçekleşmesi için bir garantidir. Nasıl ki iyilik için muhabbet ittihad engellerini kaldırıyor ve kalpleri açıyor, öyle de buğz ve adem-i muhabbet ittihadsızlığın en büyük engellerindendir. Bu mânâda İmam Nursî, "Adavet" başlığı altında diyor ki muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı ictimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı ictimaiye-i beşeriyeyi zîr u zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeğe müstehak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. İnsanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak ehl-i îmana karşı haksız olarak adavet eder; kendini haklı zanneder. Hâlbuki bu husumet ve adavetle, ehl-i îmana karşı muhabbete vesile olan îman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adavetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbeti dağ gibi sebeblerine tercih etmek gibi bir divâneliktir. 4. Ümidini Yitirmemek: Bu mânâda İmam Bedîüzzaman "Yeis hastalığı" başlığı altında şöyle diyor: Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki âlem-i İslâmın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki kuvve-i mâneviyemizi kırmış. Bu kuvve-i mâneviye ile Müslümanlar hâkimiyetlerini şarktan garba kadar uzatmışlardır. 5. Düşüncesizce zâlimlere taraftar olmak: Bu asrın acip bir hâsiyetidir ki Müslümanların, zâlimlerin ve cânilerin hatalarına ve tecavüzlerine masumiyet içerisinde ortak olmalarıdır. Yani eğer binler seyyiat işlemiş ve binler kulların hukuklarına-ister maddî ister mânevî hukuklarına- tecavüz etmiş bir şahsın bir hasenesini birisi görse, kalbi o zâlime o bir tek hasene için meyl eder. Taraftar olur. Bu şekilde ehl-i dalalet ve tuğyan az olmalarına rağmen bu âlemde ekseriyeti teşkil ediyorlar. Onun için kader-i İlahî musibet-i ammeyi indiriyor. Hatta kendileri diyorlar ki: Evet bu musibeti biz hak ettik. HÂTİME الحمد لله الذي بعمته تتم الصالحات، وقد خلص البحث إلی جملة من النتايج: 1- Vahdet (birlik) tehalüf (koalisyon)dan daha kapsamlıdır. 2- İttihâd-ı İslâm'ın Kur'ân-ı Kerîm'de birçok mânâsı vardır. Bunlardan; Allah'ın dinine sımsıkı sarılmak, ülfet etmek, kardeşlik, ayrılıp ihtilafa düşmemek, 3- Vahdet (ittihad) Müslümanlar arasında zarurîdir. 4- İttihâd-ı İslâm'ın yolu İslâm'a dönüş iledir. 5- Müslümanlar arasında ittiha­dı gerçekleştirecek faktörler pek çoktur. Bunlardan; İslâm ahlâkına sımsıkı sarılmak. 6- İttihadı engelleyen mâniler de pek çoktur. İslâm ahlâkına bağlılıktaki gevşeklik gibi. Bedî­üz­za­man Hazretleri mânileri şöyle zikretmiştir: Sıdk ve zıddı kizb, dünya sevgisinin âhirete tercihi, düşmanlık, yeis hastalığı, sâdece şahsî menfaatleri düşünme hastalığı, düşüncesizce zâlimlere taraftar olmak...

İbrahim NUREYN 01 Eylül
Konu resmiÖğrenimde Bediüzzaman Modeli
Eğitim

METODOLOJİNİN ÖNEMİ İnsanlar amaçlarına ulaşmak veya bir meçhulü keşfetmek istediğinde rastgele hareket ettikleri takdirde arzularına kavuşmaktan mahrum olurlar. Hedefe ulaşmak doğru yöntemlerin rehberliğinde mümkündür. Menzile varmak doğru usuller iledir. Onun için insan isteklerine ulaşmak konusunda doğru bir yol haritasına ihtiyaç hisseder. O harita ise metodolojidir. Bundan dolayıdır ki metodoloji ilimlerin aslı olmuştur. NEDEN BÖYLE BİR ARAŞTIRMA Âlimler toplumun bilincidir. İnsanlar âlimleri/gerçek aydınları modelleyebildikleri ölçüde geleceği kucaklayabilirler. İrfan dünyasının yıldızları hükmünde olan âlimlerden mahrum bir topluluk yok olmaya mahkumdur. Amacımız Bediüzzaman Haz­ret­le­ri'nin 3 ay gibi çok kısa olan fakat ciddi bir metodolojiyi barındıran tahsil hayatını gözler önüne sermektir. Böylece öğrenim hayatına devam edenlere Bediüzzaman Hazretleri'nin modellenebilir yöntemlerini göstermektir. TAHSİLDEKİ GAYESİ Bediüzzaman Hazretleri'nin ilim tahsiline başlaması geçici bir hevesten kaynaklanmıyordu. Altında çok güçlü düşünceler/gerekçeler vardı. İlimle nurlanmak/aydın olmak ve yüksek ahlaka sahip olmak gibi yüce bir amaç edinmişti. O, tahsil hayatının niçinini dünyasında çözmüştü. Nasılı ise kolaydı. Bu düşüncenin oluşumunda ise çevrenin özellikle de abisinin büyük bir rolü vardı. Bediüzzaman Hazretleri medreselerin çok olduğu bir çevrede yetişti. Etrafında şahit olduğu ilmi müzakereler onun ruhunda öyle bir heyecan uyandırıyordu ki dünyayı bu insanların kurtaracağını zannederdi. Hem abisinin emsallerinden farklı olarak ilim tahsilinden kaynaklanan olgun halini ve faziletini çok küçük yaşta gördü. Bu ortam ve abisinin güzel ahlakı onda ilme karşı ciddi bir şevk uyandırdı. Böylece tahsil hayatına başladı. Evet, çevrenin insan üzerindeki etkisi reddedilmez hakikatlerdendir. Bediüzzaman Hazretleri annesinden aldığı manevi derslerin ve telkinlerin tahsil hayatının temelini oluşturduğunu ve derslerinin bu temel üzere kurulduğunu söyler. Demek öğrenim hayatında en birinci ve en esaslı ve en etkili öğretmen annelerdir. ÖĞRENİMDE TAKİP ETTİĞİ METODLAR O, sırat-ı müstakim üzereydi. Aşırılıklardan son derece kaçınırdı. Hatta hayatı boyunca ifrat ve tefritle mücadele etmeyi gaye edinmişti. Çünkü aşırılıkların insan yeteneklerini ifsat ettiğini söylerdi. Hakkın aşırılıklara ihtiyacı olmadığını düşünürdü. Yanlış referanslar kullanmazdı. Çünkü ilkeler hatalı olduğu takdirde birçok yanlış sonuçlar ortaya çıkacaktı. Mesela: Kur'ân'daki hikâyeler için İsrailiyata ihtiyaç olmadığını söylerdi. Akla havale edilen konularda ise felsefenin dini prensiplere zıt meselelerine ihtiyacı yoktu. O Kur'ân'ı Kur'ân'la, sahih hadisle ve doğru tarihle tefsir ediyordu. Mübalağadan son derece kaçınırdı. İnsanın zevk ettiği veya hoşlandığı bir şeyde mübalağa etmeye meyilli bir varlık olduğunu söylerdi. Hâlbuki O mübalağayı yaratılışa kanaat etmemekle eşleştiriyordu. İlahi hikmet ve adalet ise her şeye layık olduğu hali ve mevkii vermişti. Hakikatin mübalağaya ihtiyacı yoktu. Hakikatteki cazibeyi yeterli görürdü. Hakikat ile mecazı birbirinden ayırt ederdi. Karıştırmazdı. Hâlbuki bir kısım insanlar en açık konularda bile tevile/mecaza kaçabiliyorlardı. Bunun yanı sıra mecazı da hakikat kabul edip ona göre açıklamalar yapanlar vardı. Hâlbuki her şeye hakkını vermek adaletti. Mecazı mecaz olarak anlamalı, hakikati hakikat olarak görmeliydi. Ta ki bir kısım yüksek hakikatler incitilmesin. Akla uzak görülmesin. Reddedilmesin. Mesela: Dünyayı gerçek bir öküz ve balık üzerinde farz etmek. Gerçekte yüksek bir teşbihle bazı hakikatler anlatılmak istenmiştir ki buna dair bir risaleyi Bediüzzaman Hazretleri telif etmiştir. Bir şeyin etkili olması için hakikat olmasını yeterli görürdü. Hâlbuki insanlar sözlerine daha fazla muhatap bulmak ve reddedilmemesi için büyük zatlara ait olduğunu iddia etmekle etkili kılmak gibi huya sahiptirler. Bununla düşüncelerine bir asalet kazandırmak isterler. Hurafelerin bu huydan beslendiğine ve büyüdüğüne dikkat çekerdi. Mesela: Nasreddin Hoca'ya nispet edilen fıkralar veya uydurma hadisler gibi. Tefekkürü meslek haline getirdi Tefekkürü mesleğinin dört ana sütunundan biri haline getirdi. Hayatının sonuna kadar da devam ettirdi. Sürekli yüksek hakikatleri düşünen bir zihni vardı. Böylelikle dünyevi, boş ve batıl şeyler onu istila edemiyordu. Küçücük yaşından itibaren düşünüyordu. Etrafındaki olayları merak ediyordu. Zira Kur'ân tefekkürü emrediyordu. Çünkü ilahi hikmetlerin, kâinatta yayılmış olan tecellilerin, cereyan eden olayların anahtarı tefekkür idi. Hakikate giden en kısa bir yoldu. Tahsil hayatında zihni güçlendirecek yollara başvurdu İslam düşünce tarihinde önemli rol alan büyük düşünürlerin az yemenin düşünce berraklığına ve güçlü hafızaya ciddi bir katkısı olduğu fikrini uyguladı. Az yemeye başladı. Hatta İmam Gazali'nin şüpheli şeyleri terk etmek gerektiği fikrini benimseyerek şüpheli şeylerden kaçındı. O çok güçlü hafızayı ve idraki az yemekle daha berrak hale getirdi. HAFIZAYI KÜTÜPHANE OLARAK GÖRÜRDÜ Ezber, Bediüzzaman Haz­ret­le­ri'nin hayatında önemli bir yer tutar. Ezberi "ruha yazmak" olarak nitelendirirdi. Hafızayı kütüphane olarak görüyor ve o kütüphanenin içini ezberlediği kitaplarla dolduruyordu. İstediği zaman, istediği yerde, istediği konuları o hafıza kütüphanesi sayesinde tefekkür edebiliyordu. Hafıza kütüphanesinin boş olması ise düşünce dünyasını derinden etkileyecekti. İslam'ın temel kaynaklarına ait 90 cilt kitabı ve Kamus-u Okyanus gibi bir sözlüğü ezberledi. Yani düşüncelerin temel taşları olan kelime ezberi. Demek Üstad hem metin ezberi hem de kelime ezberi yapmıştı. Metin ezberinde dini metinlerle beraber pozitif bilimlere ait bir kısım ana kitapları da ezberledi. Her nimetin bir şükrü olduğu gibi hafızanın da şükrü dünya ve ahret saadetini temin edecek hakikatleri ezberlemekti. Bediüzzaman Hazretleri ezberci değildi. Ezberlemekle ezbercilik arasındaki farkı çok iyi biliyordu. Hâlbuki O, düşünmek için ezberledi. Ruhuna nakşetmek için ezberledi. Zaten geri kalmanın bir sebebini ezberciliğe (düşünceden mahrum, nakilden ibaret) dayandırıyordu. Onun için İstanbul'a ilk geldiğinde "Her soruya cevap verilir" diyerek ezberciliğe karşı düşünceleri harekete geçirdi. O, ezberciliği kitaptan zihne ve oradan hiçbir fikri işleme uğramadan insanlara aktarmak olarak görüyordu. Bir hafıza kartı veya papağan gibi anlatmak demek olan ezberciliğe karşıydı. BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ ÇOK OKUDU Günde 200 sayfa hatta en ağır metinleri içeren kitapları kendi başına okurdu. Dini ilimlerle beraber pozitif bilimleri de okudu. Çünkü insanın akıl dünyası ile birlikte vicdan ve irade eğitimine de ihtiyacı vardı. Akıl dünyasını pozitif bilimlerle nurlandırırken vicdan, gönül ve irade eğitimini de dini ilimlerle aydınlattı. Yani insanı meydana getiren akıl-vicdan dengesini mükemmel sağladı. Okuma yaparken kendisine göre geliştirdiği bir yöntemi vardı. O yalnızca ana metinleri okuyor haşiye ve şerhlere bakmıyordu. Ana metne kendisi şerh düşerdi. Dipnot koyardı. Sonra yapılmış şerhlere bakardı. Böyle koca bir kitapta iki üç konuda müellifle fikir ayrılığına düşerdi. Demek metnin amacı anlamak, istenilen menzili görmek, istidlal duygusu o kadar gelişmişti ki İslam'ın en büyük referansları olan o allamelerle aynı şerhleri düşebiliyordu. Bu okuma şekli hem kısa bir zamanda çok sayıda kitap okumasına hizmet etmiş hem de metinden gayeye intikalini hızlandırmıştı. Bediüzzaman Hazretleri her ki­tap­tan birkaç konu okurdu. Amacı ise yeteneğine ve eğilimine uygun ilmi sahayı bulmaktı. Böylelikle hem o müellifin yaklaşım tarzını öğreniyor hem de o ilmin kendisine uygun olup olmadığı görüyordu. Kendisine gelinceye kadar yüz binlerce kitaplar, şerhler, haşiyeler yazılmıştı. Bütün ilimleri ve kitapları okumaya insanın ömrü zaten yetmezdi. Hocasından bu kitapların hangi konulardan bahsettiğini yani bir çeşit fihristini öğrendi. Belki buna kısa bir literatür araştırması da denebilir. Daha sonra ilimleri birbirinden ayıramadığını ya hepsini bildiğini veya hiç birisini bilmediğini söylerdi. Okumada uyguladığı ayrı önemli bir yöntem de kendisini bizzat müellife muhatap tutardı. Bu düşünce ise başkalarına anlatmak için değil, kendisinin nurlanmasına hizmet ediyordu. Müellif kitaptaki cümleleri onun için yazmış oluyordu. Onun önünde diz çökmüş bizzat müelliften ders alıyordu. Bu duygu hem mükemmel bir edep hem sürekli canlı bir duruş ve huzurda olmaktan gelen bir heyecan veriyordu. HERŞEYDEN DERS ALIRDI O yalnızca kitaplarda yaşamıyordu. Etrafındaki cereyan eden olaylara karşı ilgisiz değildi. İbretle bakan bir göze ve ibret alan bir düşünceye sahipti. Karıncalarda cumhuriyetçiliği görecek ve onların bu cumhuriyetçi tavırlarına çorbasının tanelerini vermekle o fikre destek verecekti. Gururlanmak isteyen nefsini üzerine konan bir sinekten aldığı dersle susturacaktı. Trende giderken "Din merkezli bir gayret mi yoksa milliyetçilik odaklı bir gayreti mi önemlidir?" Sorusuna karşılık öğretmene, istasyonda raylara yakın duran bir çocuğu göstererek onun hal dilinden ders verecekti. O İLHAMA MAZHARDI Gönül kulağı ilham alırdı. O'nun vicdan penceresi İlahi tecellileri seyrederdi. O, bu semavi iltifata çocukluğundan beri mazhardı. Onun için uzun tetkiklere ihtiyaç hissetmezdi. Allah vergisi bir hafıza gücü vardı. Metinleri bir kez okumakla kolayca ezberlerdi. İdrak ve anlayışı çok keskindi. En zor meselelere tam bir isabetle doğru cevap verirdi. Çünkü Bediüzzaman'a Kur'ân ilminin verileceğini rüyasında sevgili Peygamberimiz müjdelemişti. Ha­yatı, hem rüyanın doğruluğunu gösterdi hem de güzel bir tevili oldu.

Muhlis KÖRPE 01 Eylül
Konu resmiTârihten Günümüze İttihâd-ı İslâm
İnsan

Nüzulü ile âlemi nurlandıran Kur'ân-ı Azimüşşan; insanın en­fü­sî, yani iç âleminde, nefsinde, aklında, kalbinde ve ruhundaki dertlerine deva, bütün ihtiyaçlarına yegâne çâredir. Keza afakî âlemde, dış dünyasında da insanın huzur ve sükununu temin edecek her türlü çâre ve çözümleri ihtiva eder. Bu meyanda Kur'ân, sosyal hayatın vahşet ve bedeviyetle dolu bütün çıkmaz yollarını, getirdiği nuranî ilaçlarla sonuna kadar selâmete açtığı gibi; âdeta sağırlar diyaloğuna dönmüş cemiyet hayatını ittihad ve tesanüd esasları ile canlandırarak yeniden inşa etmiştir. Tevhid esası üzerine kurulu olan İslâmiyet, kalblerin birlik ve beraberliğini ister. Keza itikaddaki birlik dahi, içtimaî hayattaki bütünlüğü iktiza eder. Günümüz dünyasında olduğu gibi, câhiliye döneminde de temel ahlâk esaslarını kaybetmenin zarurî neticesi olarak kas katı kesilen kalbler, bu nur ile kasavetlerini terk ederek birbirleriyle imtizaç ve ittihad ettiler. اِنَّمَا الْمُؤْمِينُونَ اِخْوَةٌ emavî akdinin neticesi olarak, kan bağı ile teessüs eden kardeşlikten çok ileri derecede, kabir kapısına kadar değil; sonsuza dek kardeşlikleri tescil edilen mü'minler, yek vücud bu halleriyle, insanlık târihinin bir daha asla şâhid olamayacağı bir medeniyetin temellerini attılar. O güzel insanlar "isar hasleti" tabir edilen bu birlik ve kardeşlik anlayışı içerisinde, sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile كَم مَّن فِئَةٍ قَلِیلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِیرَةً بِإِذْنِ اللهِ "Nice az bir topluluk, Allah'ın izniyle çok bir topluluğa gâlip gelmiştir." âyetinin sırrına mazhar olarak, kendi güç ve kuvvetlerinden kat be kat daha fazla maddî ve mânevî muzafferiyetlere mazhar oldular. Bu ittihat anlayışı sâyesinde, toplumun o birbirinden uzak çeşitli tabakaları birbirleriyle kaynaştı; aralarındaki sevgi bağları güçlendi. Bu kardeşlik duygusu, asla onulmaz zannedilen kabilecilik gururunu ve çeşit çeşit düşmanlıkları ortadan kaldırdı. Birbirine karşı anlayışlı, hoşgörülü ve fedakâr bir sahâbe toplumu meydana geldi. Mekke döneminde başlayıp devam süregelen bu birlik ve beraberlik anlayışı ve ahlâkı aynen Medine-i Münevvere'ye de tevarüs etti. Kardeş çocukları oldukları halde, sık sık aralarında çıkan anlaşmazlıklar sebebiyle yıllarca birbirlerini hırpalayan Evs ve Hazrec kabileleri kadim düşmanlıklarını bırakarak, birbirleri için canlarını dahi verebilecek bir hâmiyet-i İslâmiyeye sâhip oldular. Kur'ân, Mekke ve Medineli mü'min­lerin, muhacir ve en­sarın bu müm­taz ahlâkı ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine îmanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." Ashâb-ı Kiram'daki, kardeşlerinin nefislerini kendi nefislerine, dünyevî her meselede tercih etme esası üzerine kurulu bu anlayış, onları zaferlerden zaferlere koşturdu, aşılamaz gözüken engelleri aştırdı ve kısa bir sürede onları Arap yarımadasının âdil hâkimleri kıldı. Anadolu'ya kadar Arab Yarımadası, İran, Kıbrıs gibi, Kuzey Afrika gibi mühim fetihlere imza atıldı ve o zamana kadar yapılamayan en büyük deniz gâ­libiyetleri gerçekleşti. Bu hâl ve keyfiyet vefat-ı nebeviyeye ve râşid halifeler döneminin sonuna, Emevî idaresine kadar devam etti. Zaman-ı saadette başlayıp devam edip giden ve eğer böyle devam edebilse idi Uzak Doğu Asya'ya, büyük okyanusa varıp dayanması muhtemel bu muzafferiyetler ve muvaffakiyetler durakladı ve hârice karşı sarf edilmesi gereken enerji, maalesef dâhilî ihtilaf ve fitnelerle tüketildi. Çünkü "Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mâ­nileri olur, şeytanlar o hizmetin hâ­dim­le­riy­le çok uğraşırlar" hük­münce maalesef insî ve cinnî şey­tanların desiseleri ile fitne ateşi yanmaya ve ümmetin birlik ve dirliği bozulmaya başladı. Emevîler, İslâm Birliği yerine, ırk birliğini diğer bir ifade ile Emevî -Arap milliyetçiliğini esas aldılar. Onların kendileri dışındaki diğer milletlere "memalik" yani köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u millîlerini kırmaları İslâm coğrafyasının hayat-ı ictimaiyesini incitti. Menfî milliyetçiliğin esasları, ada­leti ve hakkı takip edemediğinden zulme düştüler ve gâ­yet gad­da­­râne ve merhametsizcesine meş­hur ve mâlum faciaya sebebiyet verdiler. Hulasa, Emevîler fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. Neticede tevhid dininin olmazsa olmazı olan İttihad-ı İslâm esası sarsıldı, olumsuz cihetleri günümüze kadar devam edegelen ve hâlen de tam olarak telafi edilememiş derin yaralar açılmış oldu. Daha sonra hilafet bayrağını devralan Abbasîler, Emevîler gibi hareket etmeyip İslâm birlik ve beraberliğini esas aldılar. Ve böylelikle hadis-i nebevîde müjdelenen uzun müddet İslâm ümmetinin idareciliğini deruhde ettiler. 750-1258 yılları arasında hüküm süren Abbasîler, İslâm târihinde Osmanlılardan sonra en uzun ömürlü hanedandır. İslâm medeniyeti en parlak devrini bu hanedan zamanında yaşamıştır. Abbasîler devrinin özellikle de ilk dönemleri İslâm kültür ve medeniyetine damgasını vuran çok önemli bir çağdır. İslâm dünyasında çeşitli müesseseler ve ilimler bu devirde şekillenmiş, zamanla gelişerek modern Avrupa medeniyetinin doğmasında da etkili olmuştur. Tefsir, fıkıh, hadis, kelam, mezhepler târihi, tasavvuf, felsefe ve hikmet ve emsali bütün İslâmî ilim ve meşreblerin tedvin ve tekevvünü bu döneme tesadüf eder. Ezcümle: Fıkıhta İmam-ı Âzam, İmam Şafiî, İmam Mâlik, İmam Ahmed b. Hanbel; tefsirde Taberî, Zemahşerî, Fahreddin er- Râzi; hadisde Kütüb-ü Sitte müellifleri Buharî, Müslim, İbn-i Mâce, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî ve hadis dünyamızın bir çok muteber ismi; kelâmda İmam Eş'arî ve İmam Maturidî; tasavvufta Abdülkadir-i Geylanî, Ahmed er- Rufaî, Bayezid-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdadî, Ma'ruf-u Kerhî ve ayrıca İmam Gazalî; kıraatte bir ikisi müstesna bütün kıraat imamları, bu devirde yetişen yüzlerce âlim ve fâzıl simalardan birkaç tanesidir. Sâdece İslâmî ilimler değil, astronomi, geometri, cebir, tıp, kimya, coğrafya vb müsbet ilimler sahasında da dünya tâ­rihinde ismi anılan ve tesirleri günümüze kadar gelen pek çok bilim adamı yine bu devrin birer meyvesidirler. Bu âlimlerin eserleri sâdece İslâm dünyasını değil, diğer coğrafyaları, hususan Suriye, İspanya, Sicilya üzerinden Avrupa'ya geçerek Ortaçağ Avrupa'sını da derinden etkilemiştir. Unsuriyet ve menfî milliyet esas­­ları üzerine hareket etmeyip ittihad, ittifak ve tesanüd esasları üzerine rıza-yı İlahîyi esas yapan Arap Devlet-i Abbasiye'sine Ce­nâb-ı Hak bu şekilde beş yüzyıl hizmet etmeyi nasip etmiştir. Devr-i saltanatlarının sonlarına doğru Abbasîler, istikameti muhafaza edemediklerinden yine Re­sul-ü Ekrem (asm)'ın "Yaklaşmakta olan bir şerden vay Arapların hâline" deyip haber vermiş olduğu gibi, Cengiz ve Hülâgu'nun dehşetli fitneleriyle, Abbasî Halifeliğine Moğollar tarafından fecî bir şekilde son verilmiştir. Abbasî Devleti'nin ardından hila­fet-i İslâmiye sembolik olarak devam etmekle ve aynı zamanda yeryüzünde Müslüman devletler pek çok yerde bulunmakla beraber ümmet bütün Müslümanları lâyıkıyla temsil edecek bir mümessil bekler iken یَأْتِی اللهُ بِقَوْمٍ یُحِبُّهُمْ وَ یُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَی الْمُؤْمِنِینَ أَعِزَّةٍ عَلَی الْكَافِرِینَ یُجَاهِدُونَ فِي سَبِیلِ اللهِ âyet-i kerimesinin sırrına mazhar Osmanlı Devleti bu en mühim vazifeyi üzerine aldı. Anadolu'da küçük bir uç beyliği iken, Cenâb-ı Hak kendilerine bütün Anadolu Türk beyliklerinin, daha sonra kademe kademe bütün İslâm coğrafyasının birlik ve beraberliğini temin etmeyi nasip etti. Müjde-i Peygamberî ile haber verilen İstanbul'un fethi ile birlikte Osmanlı Devleti, 1516 yılından itibaren hem fiilî hem de hukukî olarak İslâm âleminin mümessili ve hâmisi oldu. Osmanlı Devleti, gücünün doruğunda olduğu 16. ve 17. yüzyıllarda üç kıtaya yayılmış ve Güneydoğu Avrupa, Orta Do­ğu ve Kuzey Afrika'nın büyük bir bölümüne hükmetmiştir. 29 eyalet ve vergiye bağlı üç prensliklerinden oluşan Osmanlı İmparatorluğu'nun yüz ölçümü yine bu dönemde etki alanlarıyla birlikte 24 milyon km2'ye dayanmıştı. Osmanlı Devleti ırk birliğine dayanan bir imparatorluk değildi. Avrupa Birliği emsali yaklaşımların kurmaya çalıştıkları beraberliğin, asırlar önce kurulmuş ve 600 sene hâkimâne devam etmiş mükemmel bir uygulaması idi, dünya İslâm Birliği'nin hârika bir örneği idi. Bu gün için Osmanlı topraklarında altmışa yakın devletin bulunuyor olması, bu hizmetin devasa büyüklüğünü ortaya koymaktadır. Osmanlılar bu kadar geniş bir coğrafyada asırlar boyunca İslâm millet ve devletlerin birlik ve beraberliğinin, dirlik ve düzeninin bihakkın temsilcisi olmakla birlikte; bu kadar geniş bir coğrafyada hak ve hukukun, İslâm ahlâk ve faziletinin hizmetkâr ve hâmisi olmuştur. Bu husus o kadar köklü ve esaslıdır ki Osmanlı, gayr-i Müslim halkların dahi tahassungahı ve mercii olmuştur. Osmanlı'nın İslâm birlik ve beraberliği, adalet ve hakkaniyet anlayışının ne kadar muvaffakiyetli olduğu şuradan da rahatlıkla anlaşılabilir ki onun yıkılıp dağılmasından sonra bu topraklarda kan ve gözyaşı devamlı akmış, sâdece Müslümanların değil gayr-i Müslimlerin dahi yüzleri gülmemiştir. Hulasa Osmanlı Devleti, insanlık târihinde nadir görülen ve üzerinde güneş batmayan geniş bir coğrafyada altı asır boyunca İslâm ittihad ve hâkimiyetini icra etmiştir. Fakat sonlara doğru o da istikameti muhafaza edemediğinden; önce 1922 yılında Osmanlı Devleti'ne, iki yıl sonra da hilafet-i İslâmiyeye son verilmiştir. Bugün Hristiyan ve Yahudî dünyasının yeryüzünde ruhanî liderleri ve temsil müesseseleri mevcut iken, İslâm dünyası hâlen bin dört yüz yıl boyunca devam edegelen mümessilini aramakta ve bunun eksiklik ve acısını her daim derin bir şekilde hissetmektedir. Osmanlı'nın maruz kaldığı feci akıbetin hikmeti ile alâ­kalı Be­dî­üz­za­man Hazretleri'nin yapmış olduğu izahatı önemine binaen burada zikretmek istiyoruz: Hakikatlı bir rü'ya-yı hayalîde, Harb-i Umu­mî'nin beşinci senesinde, bir acib rü'yada benden soruldu "Müs­lümanlara gelen bu açlık, bu za­yiat-ı mâliye ve meşakkat-ı bedeniye nedendir?" Rü'yada demiştim "Ce­nâb-ı Hak, bir kısım maldan onda bir veya bir kısım maldan kırkta bir, kendi verdiği malından birisini bizden istedi; tâ bize fukaraların duâlarını kazandırsın ve kin ve hasedlerini men'etsin. Biz hırsımız için tamâkârlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak müterakim zekâtını, kırkta otuz, onda sekizini aldı. Hem her senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize acıdık, muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak ceza olarak yetmiş cihetle belalı bir nevi orucu beş sene cebren bize tutturdu. Hem yirmi dört saatte bir tek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faideli bir nevi talimat-ı Rabbaniyeyi bizden istedi. Biz tenbellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zâyi' ettik. Cenâb-ı Hak onun keffareti olarak, beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı." demiştim. Resulullah (asm) ümmetinin dün­ye­vî ve uhrevî her mese­lesi ile hem­derd olduğundan Ab­basî ve Os­manlı devletlerini gerek kuruluş gerekse dağılmaları alâkalı yukarıda zikrettiğimiz hadislerin dışında bir mühim ha­dîs-i şerifi Bedîüzzaman Hazretleri'nin şerh ve izahıyla ehemmiyetine binaen burada mealen zikretmekte fayda mülahaza ediyoruz: Hadîs-i sahihte vardır ki Resul-ü Ekrem (Aleyhisselâtü Vesselâm) ferman etmiş: إن أحسنت أمتي فبقاؤها یوم من أیام الآ خرة وذلك ألف سنة وإن أساءت فنصف یوم evkemakâl. Bu hadis-i şerife her nasılsa kıyamete işaret ediyor suretinde mânâ verilmiş, mucize-i Nebeviye gizlenmiş, anlaşılmamış. Evet, hadiste یَوْم tabiri وَإِنَّ یَوْمًا عِندَ رَبَّكَ كَأَلْفِ سَنَةٍ مَّمَّا تَعُدُّونَ âyetinin delaletiyle bin seneden ibarettir. Yani ümmet istikamet üzere gitse bin seneden ibaret bir gün yaşayacak. Abbasî hilafeti tam istikamet üzere gitseydi bin yıl yaşayacaktı. Fakat Abbasîler başlangıçta olmasa da sonlara doğru istikameti muhafaza edemediğinden yarım günden ibaret olan beşyüz sene yaşadı ve Hülagu'nun hücumuyla son buldu. Daha sonra Osmanlılar bu hizmete tâlip oldular. Osmanlılar da aynen Abbasîler gibi başlangıçtaki istikametlerini muhafaza edemediklerinden yaklaşık beş yüzyıldan ibaret olan yarım gün devam ettiler. Bu mucize-i Nebeviye pek parlak bir surette tezahür etti. Abbasîler yarım gün olan beş yüz sene yine Osmanlılar da yarım gün olan beş yüz sene hizmet ettiler. Fakat bu iki kardeş olan iki unsurun ittihadından tam istikamete mazhariyet sırrı vardır ki bin sene olan bir günü tamam aldılar. Yani Abbasî ve Osmanlıların müşterek hizmetleri tam gün olan bin yıl sürmüş oldu. Târihten aldığımız dersle, inşaallah ümid ediyoruz ki, İslâm Dünyası; tekrar tevhid esasının gereği olan ittihad ve tesanüdü kendi arasında tesis edecek, asr-ı saadete benzer bir çağı insanlık âlemine yeniden yaşatacaktır inşaallah..

Said YAVUZ 01 Eylül
Konu resmiSiyasî ve Ekonomik Bütünleşme: İslâm Birliği'nin Meyveleri
İnsan

İslâm Birliği bütün Müslümanları ilgilendiren çok önemli bir konudur ve İslâm Birliği sâdece politik ve ekonomik konulara bakmayıp; dünya hayatının bütün alanlarını yelpazesi içine alıyor, toplumsal hayatın tüm alanlarını kapsıyor. Bu birliğin özü ve esası iki Müslüman arasındaki îman kardeşliğinden çıkmaktadır ve bütün Müslümanlar arasında tüm İslâm dünyasında karşılıklı yardımlaşma ve işbirliği olarak gelişir. Bu birliğin temelinde yatan esas; Allah'ın birliğine, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (asm) Allah'ın elçisi olduğuna ve Kur'ân-ı Kerîm'in Allah'ın kitabı olduğuna îman etmektir. "İşte hiç şüphesiz bu sizin ümmetiniz (olan İslâm Milleti), tek bir ümmettir (tek bir dindir). Ben de sizin Rabbinizim; öyle ise bana kulluk edin!" (Enbiya, 92) "O hâlde hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'ân'a) sımsıkı sarılın ve parçalanmayın!" (Âl-i İmran, 103) Müslüman ümmetin birliği Kur'ân-ı Kerîm'de bahsedilen bir gerçektir ki, yukarıdaki âyetlerde ve diğer birçok âyetlerde işaret edilmiştir; birlik Müslümanların kültürel ve politik olmak üzere hayatın birçok farklı alanında güçlenmesini sağlar. Bütün Müslümanların îman kardeşliğine dayalı bir anlayıştan kaynaklanan İslâm Birliği anlayışı, Müslümanların İslâm dünyasında nereye giderse gitsin kendi evinde gibi hissetmesini sağlar. Fakat bu kuralları ve prensipleri her zaman pratiğe dönüştürmek sıkıntılı sonuçlara sebebiyet vermiştir. İslâm târihinin erken dönemlerinden beri ümmet içinde farklılıklar ve anlaşmazlıklar vardı. Sık sık aynı ülke içindeki Müslümanların bazı fıkhî ve politik konulardaki anlaşmazlıkları sürekli olmuştur. Ve bununla birlikte Müslüman ülkeleri arasında ekonomik ve politik mevzularda hep anlaşmazlıklar olmuştur, bu problemler İslâm dünyasının birleşmesi niyetlerine engel teşkil etmektedir. BU MAKALENİN AMACI Bu makalenin amacı: a) Üstad Be­dî­üzzaman Said Nursî'nin siya­sî ve ekonomik alanda oluşturulabilecek İslâm Birliği üzerine olan düşünce ve yorumlarını vurgulamak, b) Fikirlerinin pratiğe ve eyleme dönüştürmeyi amaçlamak­tadır. ÜSTAD BEDÜZZAMAN HAZRETLERİNİN FİKİRLERİ BEKLENTİLERİ Bu asırda bir müceddid olan Üs­tad Bedîüzzaman Hazret­leri (1873-1960) hayatını iki bölüme ayırmaktadır: Eski Said ve Yeni Sa­id. Hayatının eski Sa­id diye adlandırılan ilk döneminde, politik eğilimler içinde olmuştur. Yeni Said diye adlandırılan dönemimde ise Risâle-i Nur Kül­liyatı'nın yazımına başladı ve bu dönem Kur'ân ve îman hizmeti üzerine odaklanarak şekillendi. Ama Said Nursî, Risâle-i Nur'da siyasî ve ekonomik bütünleşmeyi, birleşmeyi, ayrıntılı bir şekilde nasıl yapılacağını ele almamıştır, herhangi bir siyasî ve ekonomik konuda tartışmaktan ve izahat yapmaktan kaçınmıştır. Ama o çok iyi biliyordu ki İslâm, sosyal alanlarda olduğu gibi politik ve ekonomik mevzularda da değişime dâvet ediyor. O bütün baskılara karşı büyük bir direnç gösterdi ve aynı zamanda, toplumu İslâm prensipleri üzerine şekillendirecek bütün unsurları ve maddeleri ortaya koydu ve geliştirdi. Üstad Bedîüzzaman ümmetin durumunu fark etmişti ve bu asırdaki Müslümanların en büyük düşmanın içerden olduğunu çok iyi görebiliyordu. Bu yüzden ele alınması gereken ve daima beslenmesi ve geliştirilmesi gereken en merkezî esasın îman olduğunu vurgulamıştır. İlk hedefi Müslümanların, özellikle genç neslin, kalplerindeki îman ateşini alevlendirmekti. Bu temelinde kişinin îmanının Kur'ân ve sünnete göre temizlenmesini ve arındırılmasını, kişiyi model İslâm davranışı ve karakterleri olan erken dönem Medine İslâm toplumuna dönüştürmeyi içerir. Bu doğrultuda Üstad Bedî­üz­za­man Müslümanlar arasındaki üm­met kavramının, Kur'ân'da geçen "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdar olandır" âyetine dayalı olarak yeniden kurmaya çalışmıştır. (Hucurat, 13) Bu bağlamda Nursî, İslâm birliğini gerçekleşmesi için temelde yatan araçları ve unsurları aşağıdaki şeklide sıralamıştır: i) Şeriatın temel esaslarına bağlı olmalı. Örnek: Allah'ın birliğine, Hz Muhammed'in (asm) O'nun elçisi olduğuna ve Kur'ân-ı Kerîm ve sünnet anayasa ve rehber olarak benimsenmesi konusunda fikir birliği olmalı, ii) Ümmet (Ümmetçilik) esasına dayalı olmalı ve ayrılığa ve dağılmaya temel oluşturan ırkçılık ve kabilecilikten kaçınmalı. iii) Faziletin kaynağı olan Şura, şeriat çerçevesinde hayata geçirilip uyulmalı. iv) Birbiriyle işbirliği ve yardımlaşma mümkün olmalı. TARTIŞMALAR Gerçek kılavuzumuz ve aydınlanma kaynağımız olan Kur'ân-ı Kerîm kesin bir şekilde biz Müslümanları birliğe, dayanışmaya, işbirliğine ve ittifaka çağırmasına rağmen, tam tersine bugün biz bin parçaya ayrılarak birbirimizden, düşmana olan nefretimizden daha fazla nefret eder hâle geldik. Bizim birlik içinde olmayışımızın bizi birçok sıkıntılara soktuğu apaçık ortadadır. Son iki yüz yıldır korkunç, dehşet verici felâketlerle karşı karşıya kalmamıza rağmen, nasıl birlik olunacağını öğrenemedik. Gerçekte bizi birlemekten ve kaynaşmaktan alıkoyan asıl engel nedir? Bugün gerçek dünyada, Avrupa Birliği (AB) ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) büyük siyasî birliklerin en başarılı örneklerindendir. Diğer taraftan, Müslüman ülkeler arasında hangi birlik böyle bir birliğe örnek teşkil edebilir? Arap Birliği ve İslâm İşbirliği Örgütü (İİÖ) bu tür birliklere örnektir. Tüm iyi amaçlı girişimlere rağmen henüz üye ülkeler arasında canlı ve uygulanabilir bir koordinasyon, işbirliği ve ittifak olmadığı açıktır. Asıl soru, Avrupa ve Amerika uygulanabilir, canlı ve fonksiyonel bir birlik kurmasına rağmen, -bir sosyo-politik ve ekonomik birlik kurmayı bir kenara bırakalım- neden, biz bir araya bile gelip neredeyse hiçbir hassas konuda konuşmuyoruz? Avrupalı devletlerin böyle başarılı ve zengin bir birlik kurmalarının asıl nedeni, onların sosyolojik, politik ve ekonomik olarak birbirlerine çok yakın olmaları ve birleşmelerini engelleyecek herhangi bir ciddi nedenin bulunmamasıdır. Bu tanımlama Avrupalı devletlerin uzun bir ekonomik, siyasî ve politik gelişimleri uzun bir târihî birliğin neticesi olmuştur. Ve bu ortak târih onları karşılıklı alışveriş edebilecekleri ortak bir noktada bir araya getirerek birbirlerine yaklaştırdı. Birbirlerine bu kadar benzeyen devletler işbirliği yaparsa zarar görmez, tam tersine, bu birlikten fayda sağlayacaklardır. Bu yüzden neden böyle bir birlik oluşturmasınlar ki? Bu noktada birlik kaçınılmazdır. Yukarıda bahsedilenlere göre, bir­leşme ruhunu getiren aslında sos­yal, politik ve ekonomik bütünleşme olduğunu göstermektedir. Diğer bir ifadeyle, sosyo-politik ve ekonomik bütünleşme birleştirici (birlik için gerekli) bir faktördür. Hâlbuki neden Müslümanlar birçok ortak değerleri ve özellikleri olmasına rağmen bir araya gelip sosyo-politik ve ekonomik bir birlik kuramıyorlar? Genel olarak İslâm ülkeleri açıkça bölünmüş durumdalar. Her nasılsa, ferdî ve kişisel düşüncelerdeki, anlayışlar ve ideolojilerdeki farklılıklar; bu siyasî, ekonomik ve hukukî olabilir vs. bunlar onların parçalanmasına neden oluyor. İslâm dağılmayı ve parçalanmayı yasaklamıştır, özellikle de Müslümanlar arasında. Aslında bizim için en önemli ve gizli bir unsur sâhip olduğumuz îmandır. Üstad Bedîüzzaman'ın ifade ettiği gibi, ancak sağlam dinamik ve hayattar bir îman ümmeti târih içinde parlak bir geleceğe ulaştırabilir. Allah'a niyaz edelim ki bu istek inşaallah gelecekte er ya da geç gerçekleşecektir. Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde Allah ümmetin birliğinin gerçekleşmesi için gerekli temelleri, Müslümanlar bunları anlayıp hayatlarında uygulasınlar diye belirtmiştir. Bu âyetlerde Allah'ın işaret ettiği ümmet iki esas üzerine kurulmuştur: Bu esaslar Allah'ın emrettiği İlahî emirleri yerine getirmeyi sağlar. Başka milletlere de onların mutluluğu için hizmet ettirir. Ayrıca, Allah işaret ediyor ki eğer bu esaslardan biri ya da ikisi birden yok olursa toplum hayatı çöker ve Allah'ın belirlemiş olduğu vazifeleri yerine getirmez. Bu esaslardan birincisi takva, yani dindarlıktır. Çünkü Müslüman­lar takvalı oldukları zaman, Allah'ın hoşlanmadığı bir iş yapmak­tan kaçınırlar. Ve Al­­lah'a ve diğer insanlara karşı olan görevlerini yerine getirirler. İkincisi esas ise kendi aralarındaki birliktir. Çünkü ayrılık ve bölünme kâfirlerin karakterlerinden ve özelliklerindendir. Allah Müslümanları aralarında yaratmış olduğu bu birliği parçalamamaları için ikaz ediyor. Hesap gününde Allah ayrılığa ve anlaşmazlığa düşenlere hitaben şöyle der "Îman ettikten sonra inkâr mı ettiniz"(Âl-i İmran, 106) Peygamberimiz Muhammed (asm) Veda Hutbesi'nde Müslümanlara şöyle buyurduğu İmam Müslim tarafından rivâyet edilmiştir "Sakın benim vefatımdan sonra tekrar câhiliyetteki küfre geri dönüp birbirinizle savaşıp birbirinizi öldürmeyesiniz." Ayrıca, İslâm Birliği'ni gerçekleştirmeye katkıda bulunacak ve böylece İslâm ümmetinin kurulmasını sağlayacak ilgili bazı hususlar: a) Müslümanların akıllarını ve ruhlarını birleştirme ve onları İslâmî fikir, sanat ve dinî gelenekler yoluyla mânen bütünleştirerek tamamen İslâm dışı ve İslâm coğrafyasını geçtiğimiz yüzyıllarda karıştırmış olan yabancı kavramlara, motiflere ve modellere karşı birlikte bir tavır ile hareket etmektir. Hepsinden önemlisi bu bütün İslâm âlemindeki her düzeydeki eğitimin yeniden-İslâmlaşması için yapılmak zorundadır. İslâmî uyanış ve İslâm ümmeti üzerine daha çok uluslararası konferans düzenlemek. b) Yeniden bütünleşme sürecinde ve dâhilî bütünlük sürecinde sabırla ve sebat devam ederken bu engelleri kaldırmak için de bugünkü Müslümanların gücünün yeteceği girişimlerde bulunulmalı. Örneğin, Müslümanlar arasında, fıkhî veya hukukî farklılıklarına bakılmadan daha fazla karşılıklı anlayış ve saygı oluşturarak. İslâm'ın mesajının en evrensel bir şekilde anlaşılmasını sağlayarak daha fazla bir anlayış ve karşılıklı saygı oluşturmak, hem ümmetin bütün fertlerini kucaklamış, en azından kolaylıkla bazı güçler tarafından manipüle edilen farklılıklarını büyük ölçüde azaltmış olur. Ama âcil ve en yüksek hedef, kendi içimizdeki birliğe engel olan unsurları ve birliği asıl kaynağı olan Allah'ın varlığının sürekli bilincinde olarak yaşamak. SONUÇ Sonuç olarak, bütün gayretimizi, ortak ve toplu bir çalışmayı gerektiren ümmetin birliği için çalışmanın bütün Müslümanların görevi olduğunun farkına varmalıyız. Bizim bütün gayretimize eksiksiz olarak ihtiyaç vardır ve kendimizdeki kusurları temizleyerek başlayarak ve daha sonra toplumumuzu bölünme ve ayrılığa sevk eden problemlerin temizlenmesine yardım etmeliyiz. Toplumlarımız içindeki ayrılıkların tehlikesinin farkında olmalıyız çünkü bölünme ve ayrılık ümmeti zayıflatacak ve tamamen yıkılıp yok olmaya neden olabilecek kapıları düşmanlara açmak anlamına gelir. Üstad Bedîüzzaman Said Nur­sî'nin bütün Müslümanların neden birleşmesi gerektiğini hatırlatmasının amacı, günümüz dünyasında İslâm'ın başarısının ve zaferinin geçekleşmesini sağlamak içindir. Bütün Müslümanlar bir kıblenin ve bir perspektifin insanlarıdır. Bu nedenle Müslümanlar her zaman kalplerinin ve akıllarının bir olduğunu açıklamalılar ve îlan etmeliler. Kabilelerine ve milliyetlerine bakılmaksızın bütün Müslümanlar bu birlik çağrısına uydukları zaman sosyo-politik ve ekonomik bütünleşme ve birlik yayılıp hüküm sürmeye başlayacak ve inşaallah Müslümanlar tekrar muzaffer olacaklar. Kalplerimizin birleşmesi için ve ümmetin birleşip o yüksek medeniyeti tekrar canlandırması için O'na duâ edelim. Âmîn. Referanslar: 1. Ahmad, Anis, "Ustaz Badî­uz­za­man Said Nursî: His Impact on Contemporary Islamic Thinking" 2. Espiritu, Henry Francis B, "The Imperative For Islamic Unity: Hazrat Said Nursî on Sunni-Shi`a Relations"3. Imam Bediuzzaman Said Nurs­î and Risâle-i Nur, Altinbasak Academic Research and Translation Board. Altinbasak Publication4. Islamic Unity: From the Risâle-i Nur Collections. A Nur Institute of America Publication5. Nasr, Seyyed Hossein, "Islamic Unity - the Ideal and Obstacles in the Way of its Realization"

Mohd Yunus AMINUDDIN / WAHAD 01 Eylül