71. Sayı: "Dünyanın Merkezi Kâbe'ye Yolculuk"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Medine-i Münevvere Medine-i Münevvere şehri, Arab yarımadasının batısında, Kızıldeniz sâhiline yaklaşık 130 km. uzaklıkta ve Mekke'nin 350 km. kadar kuzeyinde yer almaktadır. Havası güzel, toprağı zirâata elverişli ve hurmalıkları boldur. Şehir su kaynakları bakımından zengindir. Ancak şehir merkezindeki kuyu sularının çoğunlukla acı olması sebebiyle içme suyu daha güneydeki kuyulardan temin edilmiştir. Yağışın fazla olduğu zamanlarda sel baskınları da yaşanmaktadır. İslâmiyet'ten önceki ismi Yesrib olan Medine'nin bu ismini şehre ilk yerleşen Yesrib bin Vâil'den aldığı rivâyet edilmektedir. Me­dine-i Münevvere, Peygamber Efendimiz'in (asm) ve Hz. Ebu Bekir (ra) ile Hz. Ömer'in (ra) medfun bulundukları Mescid-i Nebevî, 10 bine yakın Sahâbenin yattığı Cennetü'l-Bakî Kabristanı, Mescid-i Kubâ, Mescid-i Kıbleteyn, Uhud Şehidliği ve Hendek Gazvesi'nin cereyan ettiği yer başta olmak üzere birçok mübârek mekâna ev sâhipliği yapmaktadır. 02 Ekim 1599 Şeyhülislâm Hoca Saadeddin EfendiVefat Etti Yavuz Sultan Selim'in nedimi Hasan Can'ın oğlu olarak 1536'da İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Saadeddin Efendi, Şeyhülislâm Ebusssuud Efendi'den mezun olarak yüksek tahsilini tamamladı. Zamanla Süleymâniye Sahn müderrisliğine kadar yükseldi. 1573 senesinde Manisa'da bulunan Şehzade Murad'ın (3. Murad) başmuallimliğine tayin edildi. 1574'de Sultan 3. Murad'ın tahta çıkmasının ardından ilmiyede Şeyhülislâmlık'tan sonra gelen Hâce-i Sultânî makamına getirildi. Sultan 3. Murad'ın 1595'te vefatının ardından, Sultan 3. Mehmed devrinde de Hâce-i Sultânî makamında kaldı. 1596'daki Haçova Meydan Savaşı'nda Sultan 3. Mehmed'i harb meydanından ayrılmaması yönünde ikna etti ve kazanılan zaferde büyük payı oldu. 1598 senesinde Şeyhülislâmlık vazifesine getirildi. 2 Ekim 1599 Cuma günü Ayasofya Câmii'nde Mevlid Kandili münasebetiyle okunan Mevlid-i Nebevî esnasında rahatsızlanarak vefat etti. Tâcü't-Tevârih'in müellifi olan Hoca Saadeddin Efendi'nin kabri Eyüp'tedir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ekim
Konu resmiSevgi Mucizedir
İnsan

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِی یُحْبِبْكُمُ اللهُ Bedîüzzaman Hazretleri bu âyet-i kerimeyi mealen şöyle izah eder: Âyetin îcaz denilen sözü kısa kesmesinde bir mucize vardır. Çünki çok cümleler, bu üç cümlenin içine yerleştirilmiştir. Şöyle ki: Şu âyet-i kerime insanlara diyor ki: "Allah'a îmanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Mâdem îmanınız var Allah'ı seversiniz, şüphesiz Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği Zâta (asm) benzemenizdir. O'na benzemek ise, O'nun yaşadığı gibi yaşamaktır. Ne zaman O zâtın yaşadığı gibi yaşarsanız, Allah da sizi sevecek. Zâten sizin Allah'ı sevmeniz, O'nun sizi sevmesi içindir. Zira O'nun sevgisine sizin ihtiyacınız var. Fakat sizin sevginize O'nun hiç bir ihtiyacı yoktur." İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki insan için en mühim yüce maksad, Cenâb-ı Hakk'ın sevgisini kazanmaktır. Bu âyet açıkça ifade ediyor ki o yüce mertebe olan Cenâb-ı Hakk'ın sevgisini kazanmanın yolu, Peygamberimiz (asm) gibi yaşamak ve O'nu kendimize rehber etmektir. Şunu da bilmemiz gerekir ki insan yaratılış itibariyle, şu kâinatın Hâlık'ına karşı hadsiz bir sevgi üzerine yaratılmıştır. Çünkü insanın yaratılışında güzelliğe muhabbet, mükemmelliğe tutkunluk, ihsana ve iyiliğe karşı sevmek vardır. Bunların derecesine göre o sevgi artar. Aşkın en son mertebesine kadar gider. Zâten aşk, sevginin şiddetlenmiş ve kuvvetlenmiş hâlidir. Aksi halde güzellik, mükemmelik ve ihsanın eksilmesi nisbetinde de sevgi azalır. Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde, kâinat kadar bir sevgi yerleşir. Evet, kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hâfıza, bir kütübhâne hükmünde binler kitab kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki: Kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar sevgiyi taşıyabilir. Mesela, tırnak kadar kuvve-i hâfızaya sâhip bir adamın (Bediüzzaman'ın) kafasında, doksan kitabın kelimeleri yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak hâfızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş. Aynı adam, seksen sene ömründe gördüğü ve işittiği ve merak ettiği ve ona hoş gelen mânâları ve kelimeleri ve suretleri ve sesleri o tırnak kadar kuvve-i hâfızanın sahifesinde istediği vakitte müracaat edip bir büyük kütübhane kadar bütün ezberlediklerinin aynısını orada mevcud ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor. Bu hâl insanın kalbinde sonsuz bir sevgi yeteneğinin varlığını isbat eder. Evet, insanın asıl vazifesi, hayatının âyinesinde görünen Şems-i Ezelî olan Cenâb-ı Hakk'ın nurlarını hissedip sevmektir. Şuur sâhibi olarak O'na şevk göstermektir. O'nun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde nurunun aksini yerleştirmektir. İşte bu hakikate binaendir ki insanı âlâ-yı illiyyîne çıkaran ve mahlukatın en şereflisi olduğunu gösteren bir hadîs-i kudsînin meal-i şerifi olan: "Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mü'min kulumun kalbine sığdım" denilmiştir. Mâdem insanın yaratılışında iyiliğe, güzelliğe ve mükemmelliğe karşı böyle sonsuz bir sevgi yeteneği vardır. Ve mâdem bu kâinat Hâlık'ının, kâinatta gösterdiği eserleriyle, açıkça varlığı sâbit olan sonsuz mukaddes bir güzelliği var. Ve yine bu varlıkların üzerinde görünen ve varlıklarla ortaya çıkan sanat nakışlarıyla, ister istemez varlığı kabul edilen sonsuz derecede mukaddes bir mükemmelliği vardır. Ve bütün hayat sâhiblerinde ortaya çıkan ve inkâr edilmeyen ve gözle görünen nihâyetsiz her türlü ihsan ve ikramı vardır. Elbette Cenâb-ı Hak'ta bulunan bu sonsuz güzellik, mükemmellik ve ihsan, şuur sâhiblerinin en mükemmeli ve en muhtacı ve en çok tefekkür edeni olan insandan, hadsiz bir sevgiyi ister. Evet, her bir insan, O Hâlık-ı Zülcelal'e karşı sonsuz bir sevgi yeteneğine sâhip olduğu gibi, O Hâlık dahi herkesten ziyade cemâl, kemâl ve ihsanına karşı hadsiz bir sevilmeyi hak etmiştir. Bütün kemâlatın esası olan bu hakikatin daha iyi anlaşılması için şöyle bir örnek verebiliriz: Mesela bir nehrin kenarındayız. Karşımızda güneş var. Nehrin üzerindeki su kabarcıkları bizimle güneş hizasına gelince parlıyorlar. O çizgiyi geçince sönüyorlar. Arkadan gelenler, öncekiler gibi güneş hizasına gelince aynı parlamayı gösteriyorlar, geçince de sönüyorlar. Durumun bu şekilde devam etmesinden anlıyoruz ki karşımızda bir güneş var. O kabarcıklar parlamalarıyla güneşin varlığını ve nurunu isbat ettikleri gibi, sönüp gittikten sonra arkadan gelenlerin aynı parlamayı yapmaları güneşin devam ve bekasını gösterir. Aynen öyle de kâinatın kuruluşundan bugüne kadar zaman nehrinde akıp giden varlıklar, vücuda gelince güzellik, mükemmellik ve onlara yapılan ihsan ve iyiliklerle parlıyorlar. Ölüp gittikten sonra bunların arkasından gelen varlıkların, aynı parlamayı göstermeleri, sonsuz bir güneş olan Cenâb-ı Hakk'ın güzelliğinin, mükemmelliğinin ve ihsanının varlığını isbat eder. O varlıkların ölüp hayattan gitmeleri ve arkadan gelenlerin yine güzellik, mükemmellik ve ihsan ile parlamaları O zâta mahsus güzelliğin, mükemmelliğin ve ihsanın, o varlıklar gibi geçici olmayıp sonsuza kadar devam ettiğini gösterir. Hem Cenâb-ı Hak, hikmetinin gereği olarak, bizim O'nu sonsuz derecede sevmemiz için, sonsuz bir sevgi yeteneğini bize vermiştir. Bütün dünyayı sevsek, ikinci bir dünya olsa onu da severiz. Varlığından haberdar olduğumuz sevilecek hangi varlık varsa, severiz. Bütün varlıkları sevdiğimiz halde yine de sevgimiz doymaz. Nasıl ki on beş tonluk bir balina, içinde yaşadığı bir denizin varlığını gösterir ve isbat eder. Eğer o balina o denizde bırakılırsa aradığını bulur ve rahatla yaşar. Yoksa onu küçük havuzlarda, nehirlerde ve akvaryumda yaşattırmaya çalışırsak yaşayamaz. Aynen öyle de insandaki sonsuz sevgi, fâni sevgililerle tatmin olup doyamaz. Hatta cennet bile, kalbdeki o sevginin ihtiyacına cevap veremez. Çünkü o kalp Allah'ın aynasıdır. Cenâb-ı Hak'tan başka hiçbir sevgiliye râzı olmaz. Aynen öyle de biz de balinaya benzer sevgimizi, fâni şeylerle avutmaya çalışırsak, yaşamaz; ölür gider. Eğer sonsuz bir derya olan Cenâb-ı Hakk'ın cemâl, kemâl ve ihsanına sarf etsek, o sevgimiz aradığını bulur. Hayat suyu içmiş gibi bâki olan cemâl-i İlahî ile beka bulur; devam eder. Hem denilebilir ki bütün hislerin ve duyguların temeli ve esası, Allah'ın zâtına karşı sarf etmemiz için bize verdiği nihâyetsiz sevgi yeteneğidir. Hatta insan-ı mü'minde bulunan hayatına ve bekasına ve vücuduna ve dünyasına ve nefsine ve varlıklara karşı türlü türlü sevgiler ve şiddetli irtibatlar, Cenâb-ı Hakk'ı sevmek için bize verilen sevginin sızmalarıdır. Hem insandaki çeşit çeşit kuvvetli duygular ve hisler, Cenâb-ı Hakk'ı sevmenin o duygulara dönüşmesidir. Ve başka şekillere girmiş sızıntılarıdır. Mesela hakta sebat edip vazgeçmemek için inat etmenin esası, hakka karşı sevgiden ileri gelir. İşte bu sevgi, inat şeklinde ortaya çıkar. Hayatına ve malına zarar vermek isteyene karşı düşmanlık, o hayat ve mala karşı olan sevginin bir neticesidir. O sevgi, düşmanlık suretinde ortaya çıkıyor. Bir dostun ölümü, mal ve mülkün insanın elinden çıkması, üzüntüye ve kedere sebeb olur. Aslında o sıkıntı, kaybettiklerimize karşı olan sevgimizin üzüntü suretinde ortaya çıkmasıdır. Hastalığın elemi, sıhhat ve afiyete karşı olan muhabbetin bir neticesidir. O sevgi; elem suretinde gerçekleşiyor. Mâlumdur ki insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zâtların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini beladan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever. İşte bu hâlet-i ruhiyeye binaen insan, eğer her kişiye âit, Cenâb-ı Hakk'ın her çeşit ihsanlarından yalnız şunu düşünse ki: "Benim Rabbim beni ebedî yokluk karanlıklarından kurtarıp bu dünyada bir güzel dünyayı bana verdiği gibi, yine ecelim geldiği zaman beni ebedî olarak yok edilmekten kurtarıp bâki bir âlemde sonsuz ve çok şaşaalı bir cennet âlemini bana ihsan ediyor. Ve o âlemin her türlü lezzetlerinden ve güzelliklerinden istifade edecek ve o âlemi gezip tenezzüh edecek görünen ve görünmeyen hisleri ve duyguları bana nimet olarak veriyor. Bütün bunları bana verdiği gibi, çok sevdiğim ve alâkadar olduğum bütün akraba ve dostlarıma ve kendi cinsim olan bütün insanlara da öyle hadsiz nimetleri veriyor. Ve o ihsanlar bir cihette bana âit oluyor. Zira onların saadetleriyle mesud ve mütelezziz oluyorum. Hiç şüphe yok ki bu ihsanlar nihâyetsiz bir muhabbeti gerektirir." Mükemmellik meselesi ise, atomlardan yıldızlara, sineklerden me- ­lek­lere, dünyadan tâ âhi­rete kadar Ce­nâb-ı Hakk'ın yarattığı bütün varlıklarda taklid edilmez ve bir benzeri yapılamaz son derece mükemmel bir sanat mucizesidir. Âyet-i kerimede geçtiği gibi Cenâb-ı Hak, her bir varlığı vazifesine göre en güzel bir sanatla yaratmıştır. Öylesine ki İmam Gazalî gibi bütün ehl-i akıl ittifakla "varlıkların hepsi de nasıl gerekiyorsa o şekilde yaratıldıklarını ve bundan daha güzelini aklın düşünemediğini" kabul etmişlerdir. Şüphesiz ki bu eserler, onları yaratan Zât'ın bütün isim ve sıfatlarıyla mükemmel bir zât olduğunu gösterir. Evet, bir eserin mükemmel olması fiil denilen yapılan işin mükemmelliğini, o işin mükemmelliği ise o işin faili olan ismin mükemmelliğini, fail ve isim ise o isim sâhibinde bulunan sıfatın mükemmelliğini gösterir. Sıfat ise şuunat denilen her türlü işi yapma yetenek ve kabiliyetinin mükemmelliğini, o mükemmel olan şuunat ise ona mâlik olan Zât'ın sonsuz kemâlata sâhip olduğunu isbat eder. Zira eser fiilden, fiil sıfattan, sıfat şeinden, şein ise Zât-ı Zülcelâl'den geliyor. Elbette böyle nihâyetsiz bir kemâl nihâyetsiz bir sevgi ve muhabbeti iktiza eder. Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz cemâl ve güzelliğe sâhip olmasını da yine eserlerin üzerindeki güzelliklerle anlamak mümkündür. Cemâl-i İlahînin tecellisi ise iki suretledir. Birisi, mânevîdir. Îman, marifet, muhabbet, şefkat ve ilim güzelliğinden tut tâ cennetteki saadet-i ebediyenin güzelliğinden ve Ce­mâlullah'ı görmekte bulunan ni­hâ­yet­siz güzellikler, o güzellikleri ihsan eden Cemîl-i Zülcelâl'in sonsuz cemâline delâlet eder. İkincisi, maddîdir. Çiçeklerin, mey­velerin, baharın ve yeryüzündeki bütün varlıkların güzelliğinden tut, tâ gözün görmediği, kulağın işitmediği, kalbin düşünemediği ve dilin tarif edemediği Cennet'in ve Cennet'teki bütün varlıkların güzellikleri, onları yaratan ve onlara o güzelliği veren Zât'ın sonsuz derecede mükemmel ve nihâyetsiz bir güzelliğe sâhip olduğunu gösterir. Elbette bu nihâyetsiz güzellik, güzelliğe âşık olan insanlardan sonsuz bir sevgi ve aşkı iktiza eder. Mâdem "insan iyiliğin kölesidir" kaidesine binaen, herkeste iyiliğe, mükemmeliğe ve güzelliğe karşı bir sevgi var. Elbette saymakla bitiremediğimiz bu hadsiz ve sonsuz iyilik, mükemmellik ve güzelliklere karşı insanın kâinat kadar bir kalbi olsa, Cenâb-ı Hakk'ın iyilik, mükemmellik ve güzelliğine karşı sevgiyle dolması ve doldurulması gerekir. İnsan bizzat o sevgiyle kalbini doldurmasa da yine istidadıyla, îmanıyla, niyetiyle, kabulüyle, takdiriyle, şevkiyle, lüzumlu görmesiyle, irâdesiyle o sevgiyi kalbine doldurmak isteyecektir. Yâ Rab! Sevginle ve Habibinin sevgisiyle ve bizi Sana yakınlaştıracakların sevgisiyle bizi rızıklandır. Emir buyurduğun gibi, bize istikamet ver. Âhirette de rahmetin ve rü'yetinle bizi şereflendir. Âmîn...

Zakir ÇETİN 01 Ekim
Konu resmiDünyanın Merkezi Kabe'ye Yolculuk
İbadet

ŞEHİRLERİN ANASI MEKKE Kâbe, bütün dünya Müslümanları tarafından yeryüzünde en kutsal kabul edilen mekândır. Arap yarımadasındaki "Ümmü'l-Kura - Şehirlerin Anası" olarak bilinen Mekke'de bulunan Mescid-i Haram'ın ortasında yer almaktadır. Mekke, yeryüzünde insan hayatı için müstesna bir rol üstlenmiştir. İnsanoğlunun ilk imarı için seçilen bu yer, iklim ve coğrafi konum noktasında oldukça ilgi çekicidir. Küre-i Arz üzerinde sayısız güzelliklerin tezahür ettiği, tabiatıyla, iklimiyle, bitki örtüsü ve ekolojisiyle harika sayılan bölgeler dururken, Hicaz bölgesindeki bir çölün ortasında bulunan çorak ve kurak Gözyaşı Vadisi'nin Kâbe'ye mekân olarak seçilmiş olması, düşündürücü olmakla birlikte bir o kadar da ibret vericidir. Allah, insanoğlunun ikameti için neden Mekke'yi seçmiştir. Bu iradeyle hangi âyetlerini göstermek istemiştir? Bu yöreyi farklı kılan nedir ve bu vadide özel olan ne vardır? Yeryüzünde Beytullah'ın inşa edildiği yer neden Mekke'dir? Şüphesiz bu sorular, oldukça düşündürücüdür. Mekke'de ve hususen Kâbe'nin yer aldığı Gözyaşı Vadisinde taş, topraktan başka bir şey yoktur. Sonrasında zemzem kuyusunun harika bir tarzda keşfiyle taş ve toprağın yanında su da buluna gelmiştir. Ancak bu vadi, ziraata ve dolayısıyla insan hayatına asla uygun bir yer değildir. Anlaşılan odur ki; yeryüzündeki tabiat harikalarıyla dolu coğrafyalarla mukayese edildiğinde sevimli gelecek hiçbir yanı olmayan bu çorak vadiyi, Allah-ü Teala, bazı âyetlerini göstermek üzere emir ve iradesiyle imar ettirip, şenlendirmiştir. Böylece bu zatı itibariyle sevimsiz iklim ve coğrafya, bir anda Müslümanlar için yeryüzünde en çok sevilen ve arzu edilen mekâna dönüşmüştür. Allah'ın evi için bu vadinin seçilmesi insanlığa sadece babası Âdem'in (as) ocağını hatırlatmakla kalmamakta, aynı zamanda insanın toprak ve sudan yaratıldığını da bütün çıplaklığıyla haykırmaktadır. Mekke, dünyevi olan hiçbir şeyi barındırmamakla, bütün dünyeviliği reddetmektedir. Bu tavır, Kâbe'nin biçiminde de devam etmiştir. Aslında Mekke bir dünya şehri değildir. Dünyaya ait bir şehir de değildir, dünyaya çağıran bir şehir hiç olmamıştır. Zannımızca, dünya şehirleri ve Mekke arasındaki fark şudur: Eğer Allah isterse, en sevimsiz bir yer bile insanlar için en sevimli hale gelebilir. Mekke'ye davet, dünyayı terk etmeye davettir. Bütün perdelerden sıyrılıp, saf bir şekilde Rabbe yönelmektir. Bu çağrının ve dört bin yıl öteden seslenen Hz. İbrahim'in (as) davetinin yeryüzünde milyonların gönlünde yankılanışı, asırlardır milyonların o çorak vadiyi şenlendirmesi ne kadar ibret vericidir. Risale-i Mi'mariyye isimli eserde, 'imar' kelimesinin Türkçe karşılığı, şenlendirmek; mimarın karşılığı da, şenlendirici olarak verilmiştir. Çölün ortasında, kurak ve çorak arazide yapılan ilk imarın ve sonrasında kurulan şehrin o coğrafyayı ne kadar şenlendirdiği, dikkate şayan bir hadisedir. Mekke Allah'ın imar ediciliğinin dünya üzerindeki en müstesna bir numunesidir. Mekke bütün bu özellikleriyle ve duruşuyla insanlığa şöyle seslenmektedir: Ey insan! Dünyayı bırak, Rabbine bak! KÂBE'NİN MİMARİSİNDEKİ SIRLAR Bütün Müslümanların kıblesi olan Kâbe, yeryüzünde inşa edilmiş ilk mukaddes mabettir. Kur'an-ı Kerim'de bu hakikat şöyle ifade edilmiştir: "İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev, Mekke'de bulunan mübarek ve âlemler için hidâyet kaynağı olan Kâbe'dir" (Âl-i İmran, 3/96). Kâbe, Beytü'l Haram, Beytullah ve Beyt-i Atik olarak da isimlendirilmiştir. Âyet ve hadisin işaretiyle yeryüzünde ilk ev olarak yapılan Kâbe'nin, sadece bir ev değil, Allah'a ibadet maksadıyla yapılmış ilk ev ve ilk mescid olduğu anlaşılmaktadır. Kâbe'yi ilk inşa edenin insanlığın atası Hz. Âdem (as) olduğu, daha sonra -Nuh tufanı ile harab olarak sadece temelleri kalan- Kâbe'nin, Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail'in birlikte aynı temeller üzerinde yükselterek onu ikinci defa inşa ettikleri nakledilmiştir. Arapçada Kâbe kelime olarak, söylendiği gibi "küp" manasına değil "kübik" yapı manasına gelmektedir. Arap dilinde sadece kare veya küp şeklindeki nesnelere değil, aynı zamanda yuvarlak nesnelere de "müka'ab" denilmiştir. Şeklin oval hatlı olması, onun kübik/kâbe olarak isimlendirilmesine engel olmamıştır. Kâbe ifadesi, hem yuvarlak olan biçimi hem de köşeli olanı temsil etmesi açısından oldukça ilgi çekicidir. Çünkü günümüzde mevcut olan kübik dikdörtgen prizmayı ve aynı zamanda kavisli hatim duvarı ile sınırlanmış hicr kısmı Kâbe'ye dâhil olduğunda ortaya çıkan kürevî bir hatta sahip geometrik biçimi de yine aynı Kâbe kelimesi ifade edebilmektedir. Küresel bir hatta sahip olmak, Kâbe'nin kübik olmasına engel değildir. Kâbe kelimesinin hem köşeli hem de kavisli şekilleri ifade etmesi, onun kalbi temsil ettiği şeklinde de yorumlanmıştır. Bu anlamda Kâbe, kalbin yeryüzündeki karşılığı olarak kabul edilmektedir. İnsanın evi kalbi olduğundan, "Evimi temiz tut" emri, mecaz anlamda kalbini temiz tut anlamında yorumlanmıştır. Arapça'da "beyt" ifadesi, içinde gecelenen ev için kullanılmıştır. Bu anlamda Kâbe'ye Beytullah isminin verilmesi manidar sayılmaktadır. Kâbe aynı zamanda ilk insanın ve de insanlığın ilk evidir. Kâbe'yi ilk mimarı Hz. Âdem (as) ev olarak inşa etmiştir. Yeryüzündeki ilk imar ve inşaatı başlatan Hz. Âdem (as), insanlığın atası olduğu gibi -ilk mimar olarak- mimarlığın da babasıdır. Kâbe'nin hatim ile sınırlanmış hicr kısmında Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. Hacer'in evinin bulunduğu, Hz. İsmail ile annesinin orada medfun bulunduğu bilinmektedir. Dolayısıyla Kâbe, aslında ve aynı zamanda evdir. Kâbe Hz. Âdem'in (as) evi olması itibarıyla, onu ziyaret etmek, insanlık için baba ocağına, ana kucağına gitmek ve bir sıla-i rahimdir. Bu sebeple insanlığa yapılan bir çağrı olan hac, insanoğlunun anavatanına vefa borcunu ifa etmesidir. Kur'an'ın "Ona bir yol bulabilen herkes için beyti haccetmesi, Allah'ın insanlık üzerindeki hakkıdır" fermanı da bu hakikati hatırlatmaktadır. O kapıya gelip Kâbe'yi gören insan, kendi özüyle ve kendi fıtratıyla karşılaşmaktadır. Bu yüzden hac, kişinin kendisi ile tanışmasıdır. Kâbe'yi ziyaret eden insan, kendi varlığı ile yokluğunu, geçmişi ile geleceğini, düşmanı ile dostunu tanır. İnsanoğlu, bölgeyi ziyaret ederek, bu yörenin ifa ettiği hayati rolün hatırasına saygı, hürmet ve minnet göstermekle yükümlü kılınmıştır. Yukarıdan bakıldığında, saat yönünün tersi istikamette, Hacerü'l-Esved köşesinden başlayarak Kâbe'nin etrafında yedi tam şavt (tur) dönerek tavaf edilir. Sanki bu ameli ibadette insan, zerreden küreye bütün varlığın seslendirdiği ilahiye katılarak, adeta zamanı tersine çevirerek baba ocağına dönmekte, kendinin ve neslinin yaradılışını hatırlamakta ve Rabbi'ni tazim etmektedir. Müslümanlar Mekke'yi hicaz bölgesinin karnı (Batn-ı Mekke), Beytullah'ı da Mekke'nin rahmi (el-Batha) olarak isimlendirmişlerdir. Bu anlamda Kâbe, insanlık için asıla, ilk varoluşa yani anne rahmine dönüş ve Rabb'inin merhametine kavuşma yeridir. Kâbe, Müslümanlar için var olmanın ve yükselmenin ilk seviyesini belirtmesi açısından tevazuun, sadeliğin ve gösterişsizliğin de sembolüdür. KÂBE'NİN MİMARİSİ NEDEN BU ŞEKİLDE TASARLANMIŞTIR? Yeryüzünde Allah'a ibadet amacıyla yapılan ilk ev, ilk yapı olan Kâbe'nin geometrik biçimi ve mimarisi neden bu şekilde tasarlanmıştır? Ya da soruyu şöyle soralım: Acaba insan hangi mimari biçimle, tasarımla, bezeme ve süslemeyle Allah'ın şanına layık bir yapı yapabilir? Acaba Kâbe'nin mimarisi nasıl olmalıdır? İşte bu soruların cevabı, Kâbe'nin mimarisinde gizlidir. Cevap bizatihi Kâbe'nin kendisidir. Yani cevap: hiçliktir, yalınlıktır, saflıktır, yokluktur. İddiasızlığın en büyük iddia olduğunun ispatıdır. Allah'ı insan elinden çıkabilecek en mükemmel mimari eserle bile yüceltmenin mümkün olmadığının ilanıdır. Kâbe -duruşuyla- bütün dünyaya, insanın Allah karşısındaki acziyetini ilan etmektedir. İnsanın Allah'ın büyüklüğünü takdir etmedeki acziyetinin tecessüm etmiş şeklidir Kâbe. İnsanoğlunun Allah için yaptığı ve yapacağı her ne varsa, Rabbine nispeten ne kadar sembolik, ne kadar değersiz kaldığını da temsil ve ifade etmektedir. Bu anlamda teslimiyetin, kulluğun, imanın, haddini ve kendini bilmenin ve aşkın mimariye dönüşmüş biçimidir. Kâbe'nin tasarımı, yapısı ve geometrik biçimi sade, fakat heybetli ve etkileyicidir. Kâbe, 'az'ın 'çok' olduğu bir yapıdır. (İnsanlık mimaride sadeliğin ortaya koyduğu çarpıcı hakikati ancak 20. yüzyılda modern mimarlığın babası olarak kabul edilen Mies Van der Rohe'un dilinden "less is more", "az çoktur" ifadeleriyle duyacaktır.) Kabe'nin, Mescid-i Haram'ın ortasında bir derviş mahviyeti içinde ancak bir o kadar da vakarlı bir duruşu vardır. Sadelikteki yüceliği ve heybeti, tüyler ürpertici bir etkiye sahiptir. Ki onu ilk defa gören Müslümanlar, uzunca bir süre bu ürpertiyi yaşarlar. Kâbe, mimarisiyle bir güç gösterisi olarak veya mimari bir rekabet unsuru olarak değil, seküler olmayan bir varoluş kaygısıyla yapılmıştır. Bu anlamda; dünya üzerinde durduğu halde dünyevi olan hiçbir şeyi yansıtmayan ve hatta bütün dünyeviliği reddeden, son derece saf bir geometrik forma sahiptir. Yalın ve saf biçimiyle Kâbe, mahluk olan insanın Halik'ına karşı rekabetini değil, teslimiyetini ve imanını sembolize eder. Tüm mülkün sahibi, mevcudat mülkü üzerinde ancak böyle yalın bir mimari ile, hiçbir gurur ve kibir içermeyen bir biçimle tesbih ve tazim edilebilir. Elbette mimarisiyle verdiği bu mesaj, tevhid inancının çok güçlü bir yansımasıdır. Kâbe, tevhid inancının mimariye dönüşmüş biçimidir. İnsanlığın imanına karşı Esma-yı Hüsna'ya gölge olmayan bir ayna gibidir. Allah ile kul arasında sakil bir perde değil, şeffaf bir zar hükmündedir. Gözyaşı Vadisinin ortasında siyah bir elmas edasıyla, yapıldığı günkü gibi duran Kâbe, insanın Allah'a karşı tevazuunu ve masumiyetini temsil ediyor. Aşkın merkezi Kâbe'de tavaf başlayınca, bütün insanları kendine çeken bir cazibe başlıyor. Tıpkı manevi bir girdap gibi, bütün insanları kendine çekip tavaf halkasına katıyor. İnsan tavaf halkasına girdiğinde, sanki yeryüzünün kalbine girmiş ve o kalbe tavaf damarlarından akan kana karışmış bir damla gibi iman denizinde kayboluyor. Benliğini yok edip kulluğun tam idrakine varıyor. ÖZGÜRLÜK VE GÜVENİN MİMARİSİ Kur'an'ın Kâbe için kullandığı isimlerden ikisi "Beytü'l-Haram" ve "Beytü'l-Atik"tir. Bunlardan birisi, "Güvenlik Evi" ve diğeri de "Özgürlük Evi" anlamına gelmektedir. Güvenlik ve özgürlük, insanoğlunun insanlığıyla alakalı, fıtratında taşıdığı en temel varlık problemidir. İnsanın tüm iç ve dış çatışmaları, neticede bu iki temel problemle ilişkilendirilebilir. İnsanoğlunun zaman ve mekân değiştikçe sabit kalan bu iki temel problemine yönelik bir çağrı yapan Kâbe, bir cihette insanlara güvenlik ve özgürlük çağrısı yapıyor. Vahiy, insana güvenlik ve özgürlüğünü koruma mesuliyetini getirmiştir. Ancak hakiki bir iman sahibini özgür kılar. Bediüzzaman'ın tabiriyle "Hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir." İşte bu özgürlük, Kâbe'de kendini bulur. Özgürlüğün mimarisidir Kâbe; güvenliğin mimarisidir. Hiçbir dünyevi düşünce ve akımdan etkilenmeden kendi ihtişamıyla durmaktadır, Gözyaşı Vadisinde, Mekke'de. Kâbe, sırtlarına kefeni temsil eden ihramları giyerek mahşerin provasını yapmaya gelen insanları, bütün dünyevi şekil ve biçimlerden mücerred bir mimari duruş ile özgürce selamlar. Bu manevi koronun ahengini ve ritmini bozacak hiçbir sıklet içermeden, bütün heybetiyle, asırlar ötesinden gelen mesajı ve çağrıyı en özgün biçimiyle haykırır. Hiçbir insan tarafından yadırganmayan mimarisiyle, bütün inananlara güveni ve baba ocağının sıcaklığını telkin eder. Kâbe, mimarisiyle mütevazılık, sadelik içinde müzeyyen ve muhteşem bir algı oluşturmaktadır. İnsanlığın bu ilk imar faaliyeti, bir fetiş nesnesi ortaya koyma gayreti değildir. Kâbe'nin tasarımı, içinde bulunduğu tabiata saygılı, çevresine en az seviyede müdahale eden ve son derece iktisatlı bir tasarımdır. Kâbe'nin mimarisiyle verdiği iktisat dersi, günümüzdeki mimari eserlerde ortaya konulan israfat ile kıyaslandığı zaman daha da anlamlı olmaktadır. Evet, Kâbe tasarımındaki sadelik ve basitliğiyle israfı, beyhude gayretkeşliği reddetmekte, aynı zamanda akla ve kalbe hitab etmektedir. BEYTÜ'L-MAMUR Rivâyetlere göre Âdem (as) ve eşi cennetteyken, Arşın Kâbesi Beytü'l-Ma'mur'u tavaf eden meleklerin tesbihi ile mest olmuşlardı. Dünyaya indirildiklerinde o tesbihattan mahrum kalmış ve o manzarayı özlemişlerdi. İlahi affa mazhar olduktan sonra Allah, Âdem'e yeryüzünde bir Kâbe inşa etmesini ve inşa ettikten sonra tavaf etmesini emretmişti. Böylece Allah, hem Âdemoğluna olan hususi rahmetini göstermiş hem "Biz Seni hamd ile tesbih ve takdir edip dururken, sen yeryüzünü fesada verecek orada kan dökecek birilerini mi yaratacaksın?" itirazına cevap vermiş, hem de "Sizin bilmediklerinizi ben bilirim" hitabının sırrını izah etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Tur Suresinin 4. âyetinde Beytü'l-Mamur'dan bahsedilmektedir. Yeryüzünün kalbi Kâbe, arzın arş rahminden beslendiği manevi göbekbağı ile Beytü'l-Mamur'a bağlıdır. Rivâyete göre semada bulunan Beytü'l-Mamur'u her gün yetmiş bin melâike ziyaret eder ve kıyamete kadar bir daha geri dönmezler. Hasan-ı Basrî'den gelen bir rivâyete göre; "Beyt-i Ma'mur'dan maksat, Kâbe'dir. Allah Teâlâ onu her sene altı yüz bin kişi ile Ma'mur hale getirir. Eğer insanlar ondan eksilirse meleklerle doldurulur." Bilindiği gibi bir yerin mamur olması, imar edilmesi ve şenlendirilmesi, mukim ve ziyaretçilerinin çok olup güzel bakılması manasında değişmeceli bir anlam taşımaktadır. Kâbe'nin mamur olması da "Ayakta duranlar, rüku ve secde edenler için evimi temizle" (Hacc, 22/26) âyetince; etrafındakilerin ve hacıların çokluğu ve ziyaret etmeleriyle gerçekleşmektedir. Beyzavi'ye göre de Beyt-i Mamur'dan kasıt, müminin kalbidir ki, onun bakımlı olması da, bilgi ve ilhas iledir. Allah, bu mübarek mekânı ziyaret edebilmeyi ve daha önce gidenlerin de tekrar tekrar ziyaretini nasib eylesin. Âmin. Kaynakça 1. İslam'da Ev ve Şehir, Mustafa İslamoğlu, Umut Gençliği Bülteni, 20102. Risale-i Mimariyye, Cafer Efendi, Kubbealtı Yayınları, 20103. Hacılar ve Sultanlar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 19954. Miratü'l Harameyn, İbrahim Rıfat Paşa, Yitik Hazine Yayınları, 20105. Hak Dili Kur'an Dili, Kur'an-I Kerim Tefsiri, Elmalılı Hamdi Yazır 6. Tuhfetü'l Harameyn, Nabi, 16837. Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, ez-Zebîdî, 1984

Ömer DABANLI 01 Ekim
Konu resmiYeni yıla doğru...
İnsan

Önce 1433'e, sonra 2012'ye veda edeceğiz. Yedi yıla yakındır sizlere daha kaliteli bir dergi takdim etmek için gayret ediyoruz. Hamdolsun, her geçen gün gerek muhteva gerek tasarım gerekse dağıtım konularında kendimizi geliştirmeye çalışıyoruz. Bugün geldiğimiz nokta, yola çıktığımız 2006'nın bu aylarındaki durumumuzla mukayese bile kabul etmez. Ancak, henüz yolun başındayız ve bu ulvi ve mühim hizmeti hep birlikte daha yükseklere taşımamız lazım. ZENGİN İÇERİK Dergimizin içeriğindeki zenginlik hiç azalmadı, bu iftihar edilecek bir nokta. Sizlerin teklif ettiği ve henüz başlayamadığımız bazı köşeleri de hazırladığımızda bu zenginlik daha da artacaktır. 64 sayfa içerisinde her yaştan, her seviyeden, her kesimden okurlarımızın isteklerine cevap vermekle mükellefiz. Her okurumuzun istifade edebileceği 'köşeler' ve anlayabileceği bir 'dil' ortak muradımız. Bunun için tenkitlerinize, tespitlerinize ve teşviklerinize ihtiyacımız var. Bu vesileyle, gelecek sayılarımıza yönelik, önümüzdeki yıl için tekliflerinizi bekliyoruz. MÜLAKATLAR Son aylarda yayınladığımız özellikle 'dil' ve 'irfan' konulu mülakatlarımız oldukça dikkat çekiyor. Bu sahalarda söz sahibi mütefekkirler ve mümtaz ilim adamları ile yapılan mülakatlarla dil, yazı ve kültür mevzularındaki şuur ve idrak seviyesinin artmasına hizmetimiz olur diye düşünüyoruz. Emeği geçenleri tebrik ediyorum. AİLE MEKTEBİ Aile Mektebi ekimiz yeni editörü ve kadrosuyla 2012 senesinde yükselen bir grafik çizdi. Önceki yıllarda Aile-Çocuk olarak çıkan ekimizi, Sena İkbal yönetimindeki ekip Aile Mektebi olarak hazırlıyor. Hem çalışılan dosyalar hem de uzmanlarla yapılan mülakatlar Aile Mektebi ekimize ciddi anlamda 'kalite' katıyor. Editör ve yazar heyetimizi tebrik ediyor, sizleri de 'ailecek', Aile Mektebi'ni yakından takibe almaya davet ediyorum. GENÇ KALEMLER Genç Kalemler, gayet başarılı bir şekilde yolculuklarına devam ediyorlar. Sabır ve sebat edip devamlı yazan bazı genç kalemlerin gittikçe nasıl ustalaşma yolunda önemli adımlar attıklarına şahit oluyoruz. Bu sevindirici bir gelişme. "İlim bir avdır yazı onun bukağısıdır" der Kâtip Çelebi. Bu kadar kıymetli bir kabiliyet ve imtiyaz elbette kolay kazanılmaz. Bir yazıya ne kadar çok emek verir ve samimiyet katarsanız o kadar kıymetli ve tesirli olur. Genç Kalemleri kalemlerini daha çok çalıştırmaya davet ediyorum. İSLAM MEDENİYETİ Türkiye'nin önemli fotoğrafçılarından Mustafa Yılmaz'ın İrfan Mektebi'nin ilk sayısından beri verdiği destek, İrfan Mektebi'nin fotoğraf kalitesi ve görsel zenginliğinin en önemli sebebi. San'at Yönetmenimiz Erdem Köymen'in bakış açısı ile bütünleşen bu zenginliğe bu sayıdan itibaren yeni bir kapı daha açıyoruz. "İslam Medeniyeti" köşemizle, İslam irfanının san'attan mimariye nasıl tecessüm ettiğini ve ruhlardaki ulvi 'inşa'nın, 'mimari'ye nasıl aksettiğini müşahede edeceğiz. Bu vesileyle zevk-i selim sahibi bu iki aziz dosta teşekkür ediyorum. KUR'AN BAYRAMI Yeni eğitim sezonu açıldı, bütün hocalarımıza ve talebelerimize hayırlı olsun. Okullarımızda özellikle Kur'an-ı Kerim ve Sevgili Peygamberimiz'in hayatının seçmeli ders olarak ilk defa okutulacak olması ehl-i irfan için kelimenin tam manasıyla bir 'bayram'dır. Bize Kur'an Bayramı'nı ihsan ettiği için Rabbimize sonsuz şükrediyoruz. 1433 HAC MEVSİMİ VE KURBAN BAYRAMI Bu Hac döneminde kapağımıza Kâbe ile ilgili önemli bir yazıyı taşıyoruz. Ümit ediyoruz, bu mübarek mekâna, Kâbe'ye, hac ve umre ibadetlerine olan iştiyak ve arzumuzun artmasına vesile oluruz. Y. Mimar Ömer Dabanlı'nın kaleme aldığı "Dünyanın merkezi Kâbe'ye yolculuk" başlıklı yazıda özellikle Kâbe'nin mimarisindeki benzersizliğin orijinal bir yorumunu bulacaksınız, okumanızı tavsiye ederim. Bu vesileyle, tüm okurlarımızın Kurban Bayramı'nı tebrik ediyor, memleketimize ve İslam dünyasına hayırlar, muvaffakiyetler getirmesini temenni ediyorum. Cenab-ı Hak siz değerli okuyucularımıza sıhhat, saadet ve afiyetler versin. Selametle kalınız.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Ekim
Konu resmiKadirşinaslık
İnsan

PEYGAMBERİMİZ VE KADİRŞİNASLIK Kadirşinaslık, insanlara kıymet verme, değerlerini bilme ve ona göre muamele etmek demektir. Peygamberimiz (asm) kadirşinas bir zâttı. O, muhataplarına o kadar kıymet veriyordu ki bütün sahâbeler "En çok beni seviyor" düşüncesini taşıyordu. O'nun yanında zenginle fakir ayrımı yapılmazdı. Kendisini ziyârete gelenlere ikramda bulunur, oturmaları için çoğu zaman hırkasını yere serer, bazen de altındaki minderi misâfire verir, kendisi kuru yere otururdu. Kendisine bir şey soranı can kulağıyla dinler, soruyu soran yanından ayrılmadıkça, onu terk etmezdi. Bir kimse tokalaşırsa veya bir kimse tokalaşmak için elini uzatırsa, karşısındaki kişi elini çekmeden, O elini çekmezdi. Biriyle yüz yüze gelince de karşısındaki, yüzünü çevirip ayrılmadıkça yüzünü çevirmezdi. Önüne oturan kimseye hiçbir zaman ayaklarını uzatmazdı. Karşılaştığı kimseye önce kendisi selam verir, tokalaşmaya önce kendisi başlardı. Kimsenin sözünü kesmez, konuşmasını yarıda bırakmazdı. Konuştuğu kişi sözünü bitirmeden yahut gitmek üzere ayağa kalkmadan sohbetine devam ederdi. Medineli bir çocuk gelir, bir ihtiyacından dolayı elinden tutar, istediği yere götürürdü. Çocuğu incitmez, gitmem demezdi. Bazı sahâbeler şöyle demiştir: Biz huzurlarında dünya işlerinden bahsetsek, kendisi de bizimle beraber dünya işlerinden bahsederdi. Biz âhiret işlerinden bahsetsek, bizimle beraber âhiretle ilgili meselelerden konuşurdu. Biz yemeğe dair konuşmaya başlasak, bizimle beraber yemek konusundaki bu sözlere katılırdı. Sahâbîlerinin güldüklerine kendileri de güler, onların hayret ettikleri şeylere kendisi de hayret ederdi. *** Ümmet olarak Peygamberimizin bu hallerinden ders almalıyız. Bilhassa lider konumundaki insanlar, Peygamberimizin etrafındaki insanlara davranışlarından ders çıkarmalı, etrafındakilere öyle davranmalıdır. Âlimlerden Sealibi "Âdabü'l-Müluk" adlı kitabında şöyle der: Hükümdar hizmet işlerini erbabına vermeli, onlara nasıl davranacağını iyi tayin etmelidir. İhtiyacı olduğu zaman yumuşak muamele ederek onları yanında tutmaya çalışmak, ihtiyacı kalmadığı vakit de "Defolun gidin!" demek hükümdara yakışmaz. Hükümdarların hizmetkârları tabiat olarak efendilerinin az bir hoşnutluğunu dahi kat kat yorgunluğa değer görürler. Onun başına bir şey geldiğinde hüzünlenirler. O zafer bulduğunda sevinirler. Eğer hükümdar onları korur, kurda kuşa yem etmez, şereflerini beş paralık etmezse, en kıymetli ve faydalı nasihatları tuttuğu için huzur ve sükun içinde yaşar.1 HERKESE LAYIK OLDUĞU KADAR DEĞER VERMELİ Daha önce adâletin "her hak sâhibine hakkını vermek" olduğundan bahsetmiştik. Toplumda herkesin hâlini, durumunu bilerek, ona göre muamele etmek de adâletin bir alt şubesidir. Evet, her insana değer vermek gerekir. Fakat büyüklere verilen değer de büyük olmalıdır. Hz. Aişe (rha) yemek yerken bir dilenci oradan geçti. Hz. Aişe ona bir parça yiyecek verdi, adam alıp gitti. Daha sonra zengince biri geldi. Hz. Aişe onu yemeğe dâvet etti. Ona "Niçin böyle yaptın?" diye sordular. O da şöyle dedi: Resulullah (asm) "İnsanları kendi yerlerine indiriniz (herkese derecesine, durumuna göre muamele ediniz)." buyurdu. (Onun için böyle yaptım).2 Başka bir rivâyette Hz. Aişe'nin "Bu dilenci, verdiğimiz az bir şeye râzı olur, fakat zengin öyle değildir, o buna râzı olmaz" dediği nakledilir. Peygamberimiz (asm) insanlara daima durumlarına göre muamele etmiştir. Onun huzuruna yaşlı insanlar, bir kavmin reisi, fazilet sâhibi insanlar geldiğinde onlara daha çok iltifat etmiş ve kıymet vermiştir. Bir sahâbe şöyle der: Peygamberimiz (asm)'ın huzuruna bir kabile reisi gelmişti. Peygamberimiz ona iltifat etti, güzel muamelede bulundu, kıymet verdi. Sahâbeler "Yâ Resulallah! Görüyoruz ki kimseye yapmadığını bu adama yapıyorsun" dediler. Peygamberimiz de "Evet, bu zât kavminin büyüğüdür. Size bir kavmin büyüğü geldiğinde, ona ikram ediniz (kıymet veriniz, değer veriniz)." buyurdu.3 Büyüklükten kasıt yaş, makam, ilim, fazilet ve sanat gibi özelliklerdir. Bu konuda Peygamberimizin hayatından pek çok örnek gösterebiliriz. Hz. Ömer'in de bu konuda hassas olduğu bilinir. Hz. Ömer, vâlilerinden Ebu Musa El-Eşari'ye şöyle bir mektup yazdı "Bana ulaştığına göre senin meclisine büyük bir kalabalığın gelmesine izin veriyormuşsun. Mektubumun sana gelmesinden îtibaren, meclisine önce fazilet, şeref ve makam sahiplerini al, onlar mecliste yerlerini aldıktan sonra diğerlerine izin ver!"4 LİDERLİK VE KADİRŞİNASLIK "Üç kişiye acıyınız: Bir kavmin büyüğü iken zelil olan, zengin iken fakir olan, câhillerin arasında kalan (ve kıymeti bilinmeyen) âlim kimseye".5 Bir lider, meziyet sahibi, sanat erbabı, ilim sahibi, makam sahibi veya yaşlı kimselere saygı göstermeli, kıymet vermelidir. Onun kıymet vermesi etrafındaki insanların da bu kimselere kıymet vermelerine sebep olur. Bu yüzden meziyet sahibi insanlar artar, çoğalır. Atalarımız buna işâreten "Marifet iltifata tabidir, müşterisiz mal zâyidir" demişlerdir. Sosyal hayatta kadirşinas olmanın, yani değer bilmenin büyük bir önemi vardır. Âlimlere, sanat erbabına değer veren milletler arasında ilim ve hüner sahipleri çoğalır. Onlar da bulundukları memleketin her alanda yükselmesi için çalışırlar. Kadir ve kıymet bilmeyen milletler, bilgi ve marifetten yoksun kalırlar. O milletler de maddeten ve mânen çökerler. Sealibi, şöyle der "Endülüs ve Mağribe İslâm hükümdarları egemen olunca bu yöreler, yüksek bir medeniyetin, dillerde dolaşan şiirlerin, nâdir eserlerin ve ince sanatların merkezi oldular. Eğer söz konusu Müslüman hâkimler ve onların gözetiminde çalışan bilgili ve dirâyetli memurlar olmasaydı müelliflerin gönüllerinden geçen harikulâde düşünceler yazıya dökülmeden ölür, şairler kurur, filozof ve bilginlerin akılları pas tutar, etkileyici nutuk çeken hatiplerin dilleri tutulurdu. Bunlar Allah'ın nimeti ve fazlıdır, Allah dilediğine verir."6 Sealibi'nin Endülüs hükümdarları için söyledikleri, Osmanlı padişahları için de geçerlidir. Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gâzi, vefatından önce oğlu Orhan Gâzi'ye şöyle nasihat eder: "Sadâkatle Allah rızası için çalışan devlet erkânını koru! Vefatlarından sonra böyle kimselerin çoluk-çocuğuna bak, ihtiyaçlarını karşıla! Askerî erkânı iyi koru! Âlimler, fâzıllar, sanatkârlar, edipler; devletin bedeninin gücüdür. Bunlara iltifat ve ikramda bulun! Bir kemâl sahibi işitince onunla yakınlık kur, dirlikler ver ve ihsan eyle! Hükümetinde âlimler, fâzıl kimseler, erbab-ı maarif çoğalsın, siyâset ve din işleri nizam bulsun!" Orhan Gâzi, bu nasihate sâdık kaldı. Ömrü boyunca âlimlere, fazilet sahiplerine, sanatkârlara kıymet verdi. Bu haslet ondan sonra da bütün Osmanlı padişahları tarafından devam ettirildi. Osmanlı'nın yükselmesinde bu özelliğin büyük payı vardır. Örneğin şu hâdise herkes tarafından bilinir: Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi'nden dönerken bir âlimin atının su çukuruna basması yüzünden Yavuz'un üstü başı ıslanıp kaftanı çamur olur. Âlim zât telaşa düşünce; azametiyle meşhur olan Yavuz "Bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur, benim için şereftir. Öldüğüm zaman bu kaftanı böylece sandukanın üstüne koysunlar!" deyip sırtından kaftanı çıkarıp saklattı. Yavuz'un hürmet ettiği bu âlim, Osmanlı âlimlerinin en büyüklerinden olan Şeyhülislâm İbn Kemal'den başkası değildi. Şeyhülislâm İbn Kemal, gençliğinde önce askerlik mesleğine girmişti, hatta bazı seferlere de katılmıştı. Fakat âlimlerin, idârecilerden daha çok îtibar gördü­ğünü fark edince, askerliği bırakıp ilme yöneldi. İbn-i Kemâl, ilme yönelmesini bizzat kendisi şöyle anlatır: "Sultan İkinci Bâyezid Han ile bir sefere çıkmıştık. Evrenosoğlu Ahmed adında bir de kumandan vardı. Kumandanlardan hiç biri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı. Ben ise vezirin ve bu kumandanın huzurunda ayakta, esas vaziyette dururdum. Bir defâsında, eski elbiseler giyinmiş bir âlim geldi. Bu kumandanlardan da yüksek yerde oturdu ve kimse ona mâni olmadı. Buna hayret ettim. Arkadaşlarımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu zâtın kim olduğunu sordum. "Filibe Medresesi müderrisi, âlim bir zâttır. İsmi Molla Lütfî'dir" dedi. "Ne kadar maaş alır" dedim. "Otuz dirhem" dedi. "Makamı bu kadar yüksek olan bu kumandanlardan yukarı nasıl oturur?" dedim. "Âlimler, ilimlerinden dolayı tâzim ve takdir olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezir buna râzı olmazlar" dedi. Düşündüm; "Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret edersem, şu âlim gibi olurum" dedim ve ilim tahsil etmeye niyet ettim. Hakikaten de İbn Kemal neticede büyük bir âlim, hatta ilmî yönden Osmanlı âlimleri içerisinde en önlerde yerini almıştır. Ebu's-Suud Efendi'den sonra da Şeyhülislâm olmuştur. Eğer o dönemde âlimlere yapılan saygı, hürmet olmasaydı, İbn Kemal gibi büyük bir âlim de olmayacaktı. *** İbn Sina "İlim ve sanat takdir edilmediği (kıymetinin bilinmediği) yerden göç eder" der. Târih boyunca âlimlere, sanatkârlara, fazilet sahiplerine kıymet veren (kadirşinas) hükümdarlar zamanında ilim irfan yönünden toplumlar büyük refaha mazhar olmuşlar, kadir kıymet bilmeyen hükümdarlar zamanında da o ülkelerin âlimleri, sanatkârları tükenmiş, bu yüzden de pek çok sıkıntı ve belalara maruz kalmışlardır. İbn Sina'nın bu sözünü tasdik eden bir hâdise şöyledir: Âlimlere, sanat erbabına çok kıymet veren Fâtih, Molla Ahmed ismindeki Kırımlı bir âlimden Kırım'la ilgili bilgiler almak için sorar "Biz Kırım'da 600 müftü, 300 kitap yazan âlim olduğunu, orasının ilim ve salah ile mamur büyük bir memleket olduğunu duyardık." Molla "Ben bu güzel hâlin sonlarına eriştim" der. Fâtih "Peki bu durum niçin bozuldu" der. Molla cevaben "Orada bir vezir ortaya çıktı, âlimleri küçümsedi, onlara hor baktı. Onlar da dağıldılar. (Bu bozulmanın sebebi budur). Çünkü âlimler bedenin kalbi durumundadır. Eğer kalbe bir âfet gelirse, fesat bütün vücuda sirâyet eder" dedi. Fâtih ders alması için konuyu vezirlerinden Mahmut Paşa'ya aktararak "Mülkün (memleketin) harabı vezir yüzündendir" dedi. Mahmut Paşa ise "Hayır! Vezir değil, sultan yüzündendir" dedi. Fâtih "Niçin?" diye sordu. Paşa da "Böyle bir veziri Sultan niçin vezir edinmişse ondan" dedi. Fâtih "Doğrusun" diye tasdik etti.7 Mehmet Akif "Târihe tekerrür diyorlar, eğer ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?" der. Yukarıdaki hâdise kadirşinas olmayan devlet erkânı zamanında memleketin harap olacağını ortaya koymaktadır. Fakat ibret alınmadığından olacak, Osmanlı'nın yıkılışında da bu hâli görebiliyoruz. Koçi Bey meşhur risâlesinde Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde padişahların dîne, şeriata, âlimlere son derece saygılı olduklarını, fakat sonradan bu durumun bozulduğunu, bunun da memleketin bozulmasına sebep olduğunu anlatır. Şöyle der: Âlimlere gösterilen saygı, îtibar Osmanlı'da olduğu kadar hiçbir devlette olmamıştır. Bunun neticesinde bu âlimler çok güzel eserler ortaya koymuşlar, eserleriyle, faaliyetleriyle halkı irşad etmişler, halk da onlara çok hürmet göstermiştir. Fakat Kanunî döneminden sonra ilim ehline olan muameleler bozuldu. Önceden Şeyhülislâmlar ölünceye kadar o makamda kalıp azledilmezken, bu dönemden sonra azledilmeye başlandı. Hakikî âlimlere kıymet verilmedi, bu yüzden ehil olmayanlar ön plana çıktı. Rüşvetin yaygınlaşmasının neticesinde, medreselerdeki düzen de bozuldu. Ehil olmayan kimselere icâzetler verildi. Âlimlerin halk arasındaki îtibarı kalmadı.8 Hulâsa; âlimlere, sanat ehline, fazilet sahiplerine, yaşlılara kıymet vermek, toplumun düzeni ve geleceği açısından önemlidir. Bu haslet bilhassa idâreci makamında olan insanlarda olması gereken bir haslettir. Kaynaklar: [1] Ebu Mansur Es-Sealibi, Hükümdarlık sanatı, İnsan y. S, 214.[2] Ebu Davud, Edeb, Bab, 23, [3] İbn Mace[4] Kenzü'l-Ummal, hn: 25754[5] Kenzü'l-Ummal, hn:[1] 43299[6] Ebu Mansur Es-Sealibi, Hükümdarlık sanatı, İnsan y. S, 39.[7] Taşköprüzade, Şakaiki Numaniye, Darül Kütübül Arabi, 1975, s, 50.[8] Koçi Bey Risalesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları, Ankara, 1985, S. 50 vd.

İdris TÜZÜN 01 Ekim
Konu resmiHerkes Beş Dakika 'İnâyet'i Düşünsün
İbadet

İNSAN Modern dünya, insana -kuruntu/vehim anlamında- olanın dışında bir özellik/fonksiyon yükledi ve insanı zora soktu. İnsan bu yükün altına girdi; çünkü insanda yaratılıştan gelen bir fonksiyon 'benlik' bulunmakla birlikte 'nefs-i emmare' bu durumdan hoşnut oldu. Dünya telaşı ve meşguliyeti içinde ebedî âlemi, âhireti hatıra getirmemek, madde ve dünya malı içerisinde, nefsî ve şehevî arzular peşinde koşarak mânen eriyip gitmek anlamına gelen 'gaflet'in de yardımıyla insan, kendini kendine mâlik ve sâhip, hem her şeye gücü yeter bir varlık olarak addetmeye başladı. Bu durum, küçük büyük herkese ârız oldu. Ne var ki dünya geliş ve gidişlerin yaşandığı bir mekân olduğunu, dünyaya gelen herkes bizzat yaşıyor ve görüyor. Aynı zamanda dünyanın bir sınanma, imtihan yeri olduğu da aşikâr. Yine insan vehimlerinden/kuruntularından kurtulabilse görüyor ki istek ve arzularına karşı ne güç ve kuvveti ne de onları elde edebilecek kudreti var. İşte tam bu noktada Rabbimiz, Bakara Suresi 107. âyetinde hakikati beyan ve kullarını ikaz ediyor ve şöyle diyor: "(Hem) bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkü şüphesiz ki ancak Allah'ındır! Ve sizin için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır." Ve çâreyi de yine aynı surenin 45. âyetinde şöyle emrediyor: "O halde sabır ve namaz ile (Allah'tan) yardım isteyin! Hâlbuki şüphesiz o, (Allah'a) gönülden bağlı olanlardan başkasına elbette ağır gelir." BU YAZIYI NEDEN YAZDIM? İnsanlık târihi boyunca birçok imtihanlardan geçtik. Bedîüzzaman Hazretleri'nin 'Yâ İlâhî! Hasenatım Senin atândandır.2 Seyyiatım da Senin kazândandır. Eğer atân olmasaydı helâk olurdum' dediği üzere, çok çıkmazlardan yine Rabbimizin ihsanıyla selâmet bulduk. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarını kapsayan dehşetli imtihanlar geçirmiş dünyanın hayattaki sâkinleri olarak imtihanlarımız hâlen devam etmektedir. Sevindirici olan tarafıyla baktığımızda ise, gördüğümüz, yine Rabbimizin ihsan ve lütuflarıyla dünyanın selâmet ve saadete doğru evrilmesidir. Yaşanan hâdiseler, baharın geldiğine müjdeden ibarettir. Çünkü kanun-u İlâhî böyledir. İşte tam bu noktada bu yazıyı kaleme aldım. Çünkü güzelliklerin dünyamıza ışık verdiği hengâmede bu ışığın kaynağını fark etmek, gerek sivil hareketler gerek siyasî, askerî hareketler olarak kaynağa hasr-ı nazarla güzelliklere zemin oluşturabilecek duruş sergileyebilmek adına farkındalık sağlamak istedim. İNÂYET VE VAZİFE-İ İLÂHİYE Rabbimiz, "(O,) seni bir yetim iken bulup (seni seçip amcan Ebu Tâlib'in yanında) barındır­madı mı? Hem (sen henüz peygamberlik ve şer'i hükümlerden) habersiz iken seni bulup yol göstermedi mi? Hem seni fakir iken bulup da zengin etmedi mi?" derken Rab olarak yaptıklarını ve bunların kendisinden olduğunu Peygamber Efendimize beyan ettikten sonra, kul olarak O'nun da yapması gerekeni şu şekilde emretmiştir: "Ve Rabbinin nimetine gelince, artık (O'nu şükranla) anlat!"3 Celaleddin Harzemşah, girdiği her savaştan gâlip çıkıyordu. Yine bir savaşa giderken etrafındakiler "Sen muzaffer olacaksın, Cenâb-ı Hak seni gâlip edecek" dediklerinde onlara verdiği cevap muhteşemdi: "Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakk'ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlup etmek O'nun vazifesidir."4 Bedîüzzaman Hazretleri, Çam Dağı'nda talebesi Şamlı Hâfız Tevfik ile birlikte iken ve Haşir Risâlesi'ni bitirdikleri bir vakitte şöyle demişti: "Elhamdülillah, küfrün belini kırdık!" Bu sözü duyan Hafız Tevfik Ağabeyin cevabı şaşkınlık ve tepkiseldi. "Üstadım! Abdullah Cevdetler matbaalarda harıl harıl dinsizlik kitapları basıyorlar. Siz burada bulabildiğiniz birkaç parça kâğıda bir risâle yazdınız; diyorsunuz ki küfrün belini kırdık. Şaşarım size!" Bedîüzzaman Hazretleri, îmanın gerektirdiği ümit ve kararlılıkla "Biz vazifemizi yaparız, Allah'ın vazifesine karışmayız!" diye cevap vermişti. Evet, vazife iki idi. Birisi kula bakan ve yapmakla yükümlü oldukları; diğeri ise Allah'a bakan ve tevekkül gerektiren vazife. "Fakat âlemlerin Rabbi olan Allah (size dileme kabiliyetini vermeyi) dilemedikçe, siz dileyemezsiniz!" âyetinin kapsamında baktığımızda daha net gözükecektir ki, bizi iyi ve güzel olanda tutan, ancak Allah'ın ihsanı ve inâyetidir. YAPAN SEN DEĞİLSİN! Bedir Savaşı'nda Peygamber Efen­­di­miz bir avuç toprak ile küçük taşları eline aldı ve "Yüzleri kara olsun!" diyerek kâfirlerin yüzüne attı. Bu kelâm bir tek kelâm iken ve avucundaki toprak bir avuç iken, o söz her bir kâfirin kulağına erişti; o toprak her bir kâfirin gözüne girdi. Bu suretle kâfirler kaçışıp gittiler. Allah (cc), âyette Peygamber Efendimize bu durumu şöyle beyan etti: "İşte onları (Bedir'de aslında siz) öldürmediniz, velâkin onları Allah öldürdü! Attığın zaman da (sen) atmadın, fakat Allah attı."5 Ya bizim yaptıklarımız? "Kim yaptı" sorusuna verdiğimiz "ben" cevapları? Bunları nereye koyacağız ve bunları nasıl değerlendireceğiz? KABİLİYET SUÇ MU? Evet, Rabbimiz hepimize bir kısım kabiliyetler vermiştir. Fakat bu kısmı doğru anlamak gerekiyor. Herhangi bir kabiliyetin varsa, bu kabiliyet sana verilmiştir; mahza sana âit değildir. Yani sana bu kabiliyeti verenin senin elinden elde etmek istediği neticeler vardır. Ki senin elinden çıkan iyilikler noktasında senin bilmen gereken, iyiliği isteyenle iyi şeylerin ortaya çıkmasına sebep olan kabiliyeti sana veren aynı Zâttır. Etrafı aydınlatan lamba ve ortaya koyduğu güzellik herkesi memnun edecektir. Fakat lambanın ortaya çıkan güzellikten nasibi, bunun kendisine nasip olduğunu bilmesinden daha fazlası olmayacaktır, olmamalıdır. Nihâyetinde lamba adı altında bir araya getirilen bütün unsurlar ve onların birbirine ve neticeye sağlayacağı faydayı bilen, gören ve organize edenin tasarrufu ve inâyeti olmasaydı, ne lambadan ne de ortaya çıkan güzellikten bahsetmek mümkün olmazdı. Kabiliyetler, kabiliyeti verenin ve ne için verdiğinin bilinmesiyle bir kıymet ifade ederler. Diğer unsurları ve kabiliyetleri ortadan kaldıracak tarzda ifade edilen ve neticeyi tamamen kendine hasreden "kabiliyet suç mu?" tarzı yaklaşımlar, inâyet kavramını ve umum güzelliklere kapı açacak arka planın kaybolmasına veya zayıflamasına yol açacaktır. Bu da kendini savunmaya ve öne çıkarmaya bedel, çok güzelliklerin kaybolmasına ve inâyetin -Allah muhafaza- kesilmesine sebep olacaktır. AY TUTULDUĞUNDA SİLAH ATMAK Eskiden ay tutulduğunda silah atılırmış. Bir süre sonra da ay açığa çıkar, parıldamaya başlarmış. Karanlığa silah sıkmakla ay'ın yüzünün parlamayacağı artık çocukların bile mâlumu. Dünya, hususan Ortadoğu, husuan Türkiye âdeta "ay tutulması" yaşamaktadır. Ve bu karanlık, karanlığa silah sıkmakla değil, ay tutulduğunda kılınan 'hüsuf namazı'na bedel, kulun yapması gerekenler üzerine yoğunlaşması ve esasta Rabbinin inâyetini istemesiyle aydınlanacaktır. Bu millet, bir asırdır Allah'ın inâyeti sâyesinde ayakta durabilmiştir. Dünya canavarlarının elinden, Allah'ın inâyeti sâyesinde selâmette kalabilmiştir. "Bitti" denilen yerlerden hep "yeni başlangıçlar"la çıkmıştır. Yaşanan hâdiseler, ummadığı yerden ve hesapsız rızıklandırıldığının göstergeleri olagelmiştir. *** Şimdi herkes, beş dakikalığına her şeyden sıyrılıp "inâyet"i düşünmelidir. Zaman ve zemin, dünya ve uzay, insan ve Allah (cc)... Kendimizi diğer bütünle beraber tefekkür edelim. Zaman, kendi hesaplarımızın yanına bütün kâinatı pek çok hesaplar (hikmetler) için yaratan Allah'ın hesabını da katarak muhasebe etme zamanıdır. Allah'tan yardım istemek, eylemsizlik anlamına kesinlikle gelmemelidir. Bilakis, yapılması gerekeni yapmak, fakat Allah'ın vazifesine karışmamak demektir. Kâinatın sâhibinin rahmetinin gazabını geçtiği bir dünyada onun rahmetinden mahrum olmamak esas olmalıdır. Bilinmelidir ki kâinatta esas olan iyiliklerdir. İyi olmanın temelinde ise, iyilikleri istemek, iyilikleri esas yapan Rabbin iradesine ram olmak vardır. Hak her zaman üstündür. Diğerleri geçicidir. Velev ki akibetü'l-akıbe de olsa! Kaynaklar: [1] Enfal Suresi, 17.[2] Atâ: Allah'ın lütfu ve ihsanı[3] Duha Suresi[4] Bedîüzzaman Said Nursî, Lemalar Mecmuası, 137, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul.

Metin UÇAR 01 Ekim
Konu resmiBedîüzzaman Ve Çalışma Hayatı
Risale-i Nur

HERŞEY DİKKATLE İŞİNİ YAPIYOR Bütün dinlerde önce var oluş problemi çözülür. Düşünceler imar edilir. Bir Yaratıcı tasavvuru ortaya konur. Eğer zihninizde bir Allah tasavvuru ve buna dayalı olarak adalet düşüncesi yoksa elinizde tuttuğunuz terazinin pek anlamı yoktur. Bedîüzzaman Hazretleri zihinlerin arka planında bir çalışma felsefesi bina etmek için öncelikle var oluş problemini çözüyor. Bir Yaratıcı tasavvuru ortaya koyuyor. İnsanın âlemdeki yerini tespit ediyor. Nasıl bir evrende yaşadığına ve mesaî arkadaşları olan diğer varlıklar nasıl çalıştığına dikkat çekiyor. İnsanın faaliyet açısından ne kadar canlı bir ortamda bulunduğunu ve yaşadığı ortamın temel dinamiklerinin farkına varmasını hedefliyor. Bedîüzzaman Hazretleri'ne göre ömür bir sermayedir. Dünya ise bir ticarethanedir. Çalışmak Allah'ın emridir. Mülk Allah'ındır. Öyle ise emek toplumsal huzuru ve sosyal adaleti temin etmek için olmalıdır. Yoksa "Rahatım için zahmet çek. Sen çalış, ben yiyeyim. Benden yemek, senden emek." diyerek toplumsal barışı bozmak için değildir. Üstad'a göre insan çalışacak/ça­lı­şabilecek ve faaliyet gösterecek bir donanımla yaratılmıştır. Âlemde faaliyet esastır. Atalete (boş durmaya) yer yoktur. Bundan dolayıdır ki âtıl (boş, tembel) adamın sefil ve rezil hâle düştüğü çoğu zaman görülmektedir. Yaratılış hamurumuz çalışmak üzere yoğrulmuştur. Gücün, kuvvetin verilmesi çalışmak içindir. Nitekim Kur'ân'da mealen "Şüphesiz insan için çalıştığından başkası yoktur." (Necm, 39) buyrularak insanlar çalışmaya teşvik edilmişlerdir. Bedîüzzaman Hazretleri çalışmaya olan İlahî sevkle beraber Peygamber teşviğini de şöyle açıklar: "Hazret-i Peygamber (asm) "Çalışıp kazanan Allah'ın sevgili kuludur." buyurarak İlâhî sevki sözleriyle destekleyerek çalışmaya teşvik etmiştir. Risâle-i Nur eserlerinde öncelikle bir yaratıcının olduğunu ortaya koyar. Bu yaratıcı "Kerîm" isminin bir tecellisi olarak mükâfatı, emeğin içine yerleştirmiştir. Ücretler işin kendisindedir. Yani içindedir. Lezzet emektedir. Emek ise lezzet verir. Faaliyette zevk vardır. Hürmete lâyık insanlara hürmetten herkes zevk duyar. Merhamet ve şefkate muhtaç olanlara yardım etmekten gelen lezzeti herkes vicdanında hisseder. El emeğini yemeden gelen zevki herkes hisseder. Atalet, tembellik ve durağanlıkta acı ve ıztırap vardır. Bu sırdan dolayıdır ki her şey -Arıdan, sinekten, tavuktan tut, tâ güneşe ve aya kadar- tam bir şevk ve lezzetle vazifesinde çalışır. Ardından şöyle bir sonuç çıkarır: "Demek yer ve gök ve bunlarda bulunan varlıklar çalışmanın zevkinden dolayı mükemmel bir şekilde vazifelerini yerine getiriyorlar." Demek en büyük varlıktan en küçük varlığa kadar her şey (tembel insan ve bazı canavarlar hâriç) pür dikkat vazifesinde çalışır. Bedîüzzaman Hazretleri'ne göre bir kısım insanlar faaliyetteki zevk ve lezzeti bilmemektedirler. Çalışmanın zevkine varmamışlardır. Bunun farkında değillerdir. Onun için insan zihninde öncelikle doğru bir dünya hayatı ve doğru bir varlık tasavvuru yerleşmelidir. İnsan zihni her şeyin ve herkesin çalıştığı bir dünya profilinde tembelliğine mâzeret bulamaz. İçinde zevk ve lezzetin aşılandığı belki zevk ve lezzetin kendisi olan faaliyetin farkına varmakla insanın, çalışmaya olan iştiyakı artacaktır. İşin zorluğuna bakmak değil, ondaki lezzete dikkatleri çekmelidir. İNSANIN ÇALIŞMA AMACI NE OLMALIDIR? Çalışmak her şeyden evvel insan için bir ihtiyaçtır. İnsan çalışma hayatında dengeli davranmak zorundadır. Dünya ve âhiret dengesini iyi kurmalıdır. Bedîüzzaman Hazretleri çalışma hayatının yalnız dünyevî sonuçlar vermemesi gerektiğini söyler. İnsanın bir ömür harcadığı emeğinin sâdece geçici dünya nimetlerine mahkum kalmaması gerektiğine dikkatleri çeker. Çünkü böyle bir sonuç yalnızca dünyevî, değersiz, geçici, bereketsiz ve kişi için sürekli bir menfaat sağlamayan bir şeydir. Âdeta ruhsuz bir ceseddir. Hem insanın çalışmaya olan iştiyakını kırmaktadır. Çünkü "Bu kadar çalıştığım yeter. Artık bir köşeye çekilip rahat bir hayat süreyim." der. İlerleyen yaşlarda insanı tembelliğe atar. Öyle ise insan gözlerini ötelere dikmelidir. Öteleri düşünmelidir. Geçici olmayan ve ebedî olan âhiret hayatını da düşünmek zorundadır. Bâki âlemde rahat ve güzel yaşamak dünyadaki çalışmalarına bağlıdır. Böyle bir düşüncede emeğinin bereketleneceğini, bâki meyveler vereceğini ve ömrünün son dakikalarına kadar çalışma isteği duyacağı tasavvuru vardır. Yani "Ebedî hayatıma daha fazla nur göndereceğim." diye çalışmasına devam eder. Demek insan için çalışmak yalnızca dünyevî ihtiyaçlarını gidermek için olmamalıdır. Âhiretini de düşünmelidir. İş hayatındaki amacını ona göre belirlemelidir. Emekteki bir başka gâyeyi Bedîüzzaman Hazretleri şöyle açıklamaktadır: Toplum yararına olan, umumun menfaatini sağlayan ve sosyal hayatı kolaylaştıran emekler kutsaldır. Demek insan bencil olmamalıdır. Çalışma hayatı insanlığa hizmet etmeli. Hayatı kolaylaştırmalı. İnsanlık için çalışmalı. İnsanlığın saadetine hizmet etmeli. Faaliyetini insanî değerlerin ortaya çıkması için seferber etmeli. Zira böyle yüksek bir ideali taşıyan bir ruhun önünde hiçbir şey engel olamaz. Hem mesaî arkadaşları olan diğer varlıklar da hayata hizmet ediyorlar. Hayatın ihtiyaçlarını dokuyorlar. Tüm varlıkları hedef alarak çalışıyorlar. Bedîüzzaman Hazretleri Bu konuda sanatkârların sanatını ve kâşiflerin keşiflerini Kur'ân'ın takdir ettiğini ve teşvik ettiğini söyler. Hatta Kur'ân'da anlatılan mucizelerin bir hikmetinin insanlara çalışma hayatında bir model bir örnek bir ilham olduğunu göstermek için olduğunu söyler. O mucizeler diliyle insanlara Kur'ân "ey insanlar çalışınız. Peygamberlere verdiğim mucizelerin bir benzerini yapınız. Onlar nefsin heveslerini terk ettiler. Sizler de tembelliklerinizi terk ediniz. Benzerlerini yapınız." dediğini söyler. FAALİYETTE LEZZET VAR İnsanı tembelliğe atan en ciddi gerekçelerden bir tanesi de çalışmanın lezzetine varamamasıdır. Emekteki zevki hissedememesidir. Çünkü insanlar yeteneklerine uygun işleri tercih etmezler. Hâlbuki yeteneklerine uygun işlerde çalışmak insanlara zevk ve lezzet vereceğini belirten Bedîüzzaman Hazretleri şöyle demektedir: "Bil kuvve bir kabiliyet ve bir istidat, fiil ve amel suretine girse, inbisat ile teneffüs eder, bir lezzet verir ve bütün faaliyetlerdeki lezzet bu sırdandır." Demek yetenekler kendilerine uygun mecralar bulmaları hâlinde gelişerek rahatlayacak ve böylece lezzet ve zevk verecektir. Aksi halde insan zevk almadığı faaliyetlerden sıkılacak. Severek değil, kendisini çalışmak zorunda hissedecek. Zorunluluk ise çoğu zaman sürekliliği etkiler. İşi bırakmanın yollarını arayacak. En küçük bir fırsatta faaliyetine son verecektir. Çalışmasından zevk alamadığını söyleyenler zevk ve lezzetin en büyük düşmanı olan ataletin kucağına kendilerini atarlar. Emekte bulamadığı zevki tembellikte arar. Tembellik lezzetin kaynağı değildir. Atalet zevk vermez. Atalet ve tembellik varlık içinde bir yok oluştur. Hayat içinde ölümdür. Hâlbuki işsiz, tembel, istirahatle yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, çoğu zaman çalışanlardan daha çok zahmet ve sıkıntı çeker. Çünkü atalet, varlık içinde yokluktur. Hayat içinde bir ölümdür. Onun için sıkıntılı ve muzdarip olan işsiz adamdır. O işsizler daima ömründen şikâyet eder, eğlence ile çabuk geçmesini isterler. Demek tembellik ve atalet ömrü acılaştırıyor ki, geçmesini arzu ediyorlar."Hey arkadaş, gel seninle bir şeş-beş oynayalım" diye günlerinin çabuk geçmesini isterler. Çalışan insanlar ise şükür ve hamd eder, ömrünün hemen geçmesini istemez. Çünkü faaliyet, ceseddeki ruhtur. Hayatın dirliğidir. Bedîüzzaman Hazretleri bu konuda şöyle bir örnek verir: "İşçi ve meşakkatli bir hâlde olan bir fakirden sor, "Ne hâldesin?" Aklı başında ise diyecek ki: "Şükürler olsun Rabbime, iyiyim, çalışıyorum. Keşke çabuk güneş gitmeseydi, bu işi de bitirseydim. Vakit çabuk geçiyor, ömür durmuyor, gidiyor. Vakıa zahmet çekiyorum; fakat bu da geçer. Her şey böyle çabuk geçiyor" diye, mânen ömür ne kadar kıymettar olduğunu, geçmesindeki teessüfle bildiriyor. Demek, meşakkat ve çalışmakla, ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. ÇALIŞMAK, İBADETLERİ TERK ETMEK İÇİN MAZERET DEĞİLDİR İnsanlar ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışmak zorundadırlar. Bizler beslenme ihtiyacı olmayan ve yemek yemeyen bünyelere sâhip değiliz. İhtiyaçların sürekliliği ise çalışmalarımızın sürekli olmasını zorunlu hâle getiriyor. Onun için insan rızkını kazanmayı ibadetlere bir bahane ve özür olarak görebiliyor. Hâlbuki Kur'ân-ı Kerîm " Siz kulluk etmek için yaratıldınız. Var oluşunuzun neticesi ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlâhî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhte ettiğim nefisleriniz ve iyâliniz ve hayvânâtınızın rızkını tedarik etmek, Bana âittir. Cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım." buyurmaktadır. Gerçekte de kendimizin ve bakmakla yükümlü olduğumuz insanlar ve hayvanların rızıklarını verecek iktidardan mahrumuz. Çünkü bir ekmeği vermek için kırk ele minnet ediyoruz. Ne güneşi döndürerek mevsimleri getirmeye iktidarımız var nede dünyayı döndürerek gece gündüzü. Kısacası sözümüz yerlere ve göklere geçmedikçe gerçek anlamda birilerini beslediğimizi düşünmeyelim. Gerçekte bizler rızıklandırılıyoruz. Çalışmalarımız ise o nimetlerin bizlere ulaşması için sebeblerini bir araya getirmeye çalışmaktır. İbadeti terk edip rızık peşinde koşan insanın hâli bir askerin hâline benzer. Askerin görevi tâlim ve cihaddır. Emniyet ve asayişi sağlamaktır. Fakat bu acemi er kendi rızkı peşinde koşsa, çarşı Pazar dolaşsa devlet bana belki bir şey vermez veya veremez veya vermekten âcizdir itham ettiğinden elbette bir cezayı hak edecektir. İşte insan da bu dünyada bir askerdir. Aslî vazifesi Allah'a kulluktur. İbadettir. Bunu yerine getirdikten sonra bizlere çalışmayı emreden Rabbimizin buyruğu gereği çalışmaktır. Öyle ise rızka çalışmak bahenesi ibadete mazeret olamaz. Hem kâmil bir insan olmak için çalışmalıdır. Yani hakikî mü'min ve tam bir Müslüman olmak için gayret göstermelidir. Yani yalnız görüntüden ibaret bir Müslümanlık değil, belki îman ve İslâm'ın hakikatini kazanmaya çalışmalıdır. BEDÜZZAMAN HAZRETLERİ'NDEN BİR KISIM PRENSİBLER İnsanların çalışması için ilâhî sevk ve peygamber teşviği vardır. Öyle ise çalışma azmini kıracak telkinlere kulak verme Emeğe kanaat kötülenmiştir. Kazanca ve mahsüle kanaat övülmüştür. Tevekkül sebeblere müracaat ettikten sonra neticeyi allah'tan beklemektir. Yoksa sebebleri terk etmek değildir. Menzile varmak için doğru usulleri kullan Zaman çalışmak zamanıdır. Allah'ın koyduğu tabiat kanunlarını gözet. Eşyanın tabiatına zıt hareket etme. Ümmet için çalış. Hem cinsin olan isanlık için çalış. Ta ki hiçbir şey engel olmasın. Üretime destek ver. Hayat bundadır. Devlet kapısını ekmek kapısı görme. Orası yalnızca hizmet içindir.

Muhlis KÖRPE 01 Ekim