73. Sayı: "Hizmetkâr Liderler"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiKüfrün temel taşını yerle bir eden eser
Risale-i Nur

Tabiat Risalesi Bediüzzaman Hazretleri 1922 Kasım'ında Ankara'ya gittiğinde müdhiş bir dinsizlik fikrinin meclis içinde gizliden gizliye çalıştığını ve imanın temellerini sarsmak için dehşetli planlar yaptığını görür. O dönemde perde altından dinsizliğe çalışanlardan birisi de meşhur Ziya Gökalp'ti. Bediüzzaman onunla yaptığı bir tartışmadan Fihrist Risalesi'nde şöyle bahs eder: Bu (2. Söz'deki) temsilin mealiyle mühim bir meclisde, Ankara'da, otuz sene evvel Ziya Gökalp gibi müthiş bir mülhid, ağzını açamayacak derecede mağlub oldu.[1] Hazret-i Üstad Ankara'da şâhid olduğu bu tehlikeli gidişatı ise şöyle anlatır: 1338'de (1922) Ankara'ya gittim. İslam ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli fikirleri içinde, gayet müdhiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek![2] Said Nursî Hazretleri, bu dessasça yayılmaya başlayan bu dinsizlik fikrinin önünü kesebilmek için Kur'an'a müracaat eder ve Kur'an'dan gelen bir ilhamla Zeylü'z-Zeyl adında Arabca bir risale yazar ve 1923 yılında Ankara'da neşreder. Üstad önce Habbe Risalesi'ni, sonra Habbe'nin Zeyli'ni neşreder. Ve daha sonra Habbe'nin Zeyli'nin Zeyli'ni Zeylü'z-Zeyl adıyla neşretmiştir. Tabiat Risalesi, işte bu Zeylü'z-Zeyl'in 1934 sonlarında Üstad tarafından Türkçe'ye tercüme edilmesiyle telif edilir. Hazret-i Üstad bu risalede dinsizlerin en çok dillendirdikleri ve bütün fikirlerini onun üzerine bina ettikleri, Her şeyi tabiat yapıyor fikrinin ne kadar saçma ve mantıksız bir fikir olduğunu Göklerin ve yerlerin yaratıcısı hakkında şüphe olur mu?[3] ayetine dayanarak ispat eder. Üstad'ın burada kullandığı ispat metodu çok harikadır. Önce bakışları çevremizde sürekli devam eden yeni yeni yaratılışlara çevirir. Mesela bütün bitki ve hayvanlar sürekli çoğalıp durmaktadırlar. Bu yeni yaratılan varlıklara baktığımızda, bu harika sanat eserlerinin nasıl ortaya çıktığı hakkında ilk anda akla gelen veya gelebilecek olan ve bu güne kadar dillendirilen dört farklı fikir var. 1- O canlı kendi kendine ortaya çıkıyor. 2- Değişik sebeblerin etkisiyle oluşuyor. 3- Onu tabiat yapıyor. 4- Yüce bir yaratıcı tarafından yaratılıyor. Üstad Bediüzzaman'ın burada kullandığı metot; ilk üç fikrin imkânsızlığını ortaya koyarak dördüncü şık olan Allah'ın yaratmasından başka, aklen bir ihtimal bulunmadığını ispat etmektir. Daha sonra varlıkların yaratılışının yalnızca Allah'a verilmesinin nasıl aklî bir zorunluluk olduğunu da ortaya koyarak vahdaniyet yolunu hiç şüphe bırakmayacak bir surette ispat etmiştir. Mantıkta sebr ve taksim denilen bu metodu, Üniversite İmtihanı gibi test usulüyle yapılan imtihanlarda talebeler çoklukla kullanırlar. Cevap şıklarından doğru olmadığına kesinlikle emin olduklarını eleyerek doğru cevaba ulaşırlar. Burada önemli olan yanlış şıkların yanlışlığının kesin olarak bilinmesidir. Tabiat Risalesi'nin Allah'ın bir lütfu olan bu harika muvaffakiyetine işaretle Üstad şöyle der: Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir surette öldürüyor; küfrün temel taşını zîr ü zeber (alt-üst) ediyor.[4] Tabiat Risalesi, dokuz başlıkta, toplamda doksan tane muhali, yani imkânsızlığı göstererek, varlıkların kendi kendine, ya da toprak, su, hava, ısı, ışık gibi maddelerin tesadüfen bir araya gelmeleriyle, ya da tabiat kanunları gibi maddeten mevcut olmayan kanunlarla yaratılamayacağını gösterir. Çünkü hücrenin alt parçacıklarından, bedenin kalb, beyin, göz gibi organlarına ve tüm bedene kadar bir canlının yaratılması o kadar karmaşık ve gayet zor hadsiz faaliyetlerin neticesidir ki ancak sonsuz bir ilim, irade ve kudretin işi olabilir. Sonsuz ilim, irade ve kudrete olan ihtiyaç ise Allah'ın yaptığını açıkça gösterir. Böyle harika sanatlar, hayatsız, aciz ve şuursuz olan tesadüfî sebeblerin ve cansız, bedensiz tabiat kanunlarının işi olamaz. Tabiat Risalesi'nin gözlere gösterdiği muhallerden bir kaçına kısaca ve mealen şöyle işaret edilebilir: - Bir eczanede bulunan ve çok hassas ölçülerle yapılan ilaçların, bir eczacı olmaksızın, laboratuardaki kimyevî madde şişelerinin tesadüfen devrilmesiyle ortaya çıkmasını akıl hiç kabul eder mi? Elbette etmez. Aynen onun gibi; o ilaçlardan binlerce kat harika ölçü ve sanatlarla yaratılan canlıların da bir yaratıcısı olmadan, dünyadaki hava, su ve toprak gibi maddelerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmaları binlerce kat akıl dışıdır, imkânsızdır. - Harika sanatlarla süslenmiş büyük bir sarayın tuğlalarının, bir usta olmadan sürekli yenilenmesi ve o sarayın yeni yeni şekiller alması, başka güzel sanatlara bürünmesi, büyüyüp küçülmesi aklen hiç mümkün değildir. İşte bunun gibi, atomları ve hücreleri beslenme yoluyla devamlı yenilenip duran, güzelleşen, büyüyüp küçülen bir canlı vücudunun da bir yaratıcı olmaksızın bu işleri kendi kendine yapabilmesi hiç mümkün değildir. - Çok odalardan oluşan, harika eşyalarla doldurulmuş ve güzel sanatlarla süslenmiş olan harika bir sarayın hem yapılması, hem işletilmesi, o sarayın proje ve işleyişinden bahseden teşkilat defterindeki kuralların eliyle olması son derece imkânsız bir saçmalıktır. Aynen onun gibi, şu muhteşem kâinat sarayının da gerek bina edilmesi ve gerek gayet düzen içinde işletilmesi kâinattaki Tabiat Kanunları'nın işi olması sonsuz derecede akıldan uzak bir saçmalıktır. Çünkü o kanunların ne hayatı var, ne şuuru, ne de kuvveti. Öyleyse şu koca kâinat sarayını o kanunların ölçüsüyle yaratan, onlarla işleten ve o kanunları kendi iradesiyle belirleyen sonsuz kudret ve ilim sahibi büyük bir sanatkâr usta vardır. O da Allahü Teâlâ'dır. Bu üç misalde görüldüğü gibi Tabiat Risalesi, varlıkların meydana gelişinde, Allah'ın yaratması dışındaki şıkların aklen hiç mümkün olmadığını, hatta insanı gayet saçma neticelere götürdüğünü açık delillerle ispat eder. İki asırdır Avrupa'dan Dünya'ya yayılan dinsizlik fikirlerinin dayandığı ana temel olan tabiatçılık felsefesini Bediüzzaman Hazretleri bu risale ile tamamen çürütmüştür. Aradan geçen seksen seneye rağmen, ne memleketimizde, ne de batıda tabiat felsefesi fikrini taşıyan bir fen bilimcisinin çıkıp buna bir cevap yazamaması da gayet dikkat çekicidir. [1] Fihrist Risalesi, 2. Söz, s. 2[2] Lem'alar, s. 185[3] İbrahim Suresi, 10. Ayet.[4] Lem'alar, s. 185

Cemal ERŞEN 01 Aralık
Konu resmiGeçmişinden Kopuk Milletler Başkalarını Taklit Etmeye Mahkumdur
Mülakatlar

Mülakat: Doç.Dr. Ömer İŞBİLİRMülakat Yapan: Ercan KÖKSAL Doç. Dr. Ömer İşbilir, kendisini medeniyet dilimiz olan Osmanlı Türkçesi eğitimine adayan ve bir medeniyet tasavvurunun oluşması için büyük çaba sarf eden bir akademisyen. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve İstanbul Şehir Üniversitesi'nde verdiği dersler dışında birçok kurum ve kuruluşta da Osmanlı Türkçesi eğitimleri veriyor. Kendisiyle genelde Osmanlı Türkçesi olmak üzere harf inkılâbı ve dil üzerine bir mülakat gerçekleştirdik. Bu mülakatımızı fazlasıyla istifade edeceğinizi ümid ederek sizlerle paylaşıyoruz. Hocam öncelikle iki farklı kavram üzerinden başlayalım istiyorum. Osmanlıca mı Osmanlı Türkçesi mi, sizce hangisini kullanmak daha doğrudur? Bu isimlendirmelerin ikisi de Türkçenin belli bir dönemdeki durumunu ifade etmek için kullanılır. Ben şahsen Osmanlı Türkçesi demeyi tercih ediyorum. Ancak zaman zaman uzatmadan kısaca ifade etmek için Osmanlıca dediğimiz de oluyor. Nitekim gerek özel gerekse devlet üniversitelerinin tarih bölümlerinde Osmanlıca, Osmanlıcaya Giriş, Osmanlıca Metinler vs isimlerle derslerin mevcut olduğunu görüyoruz. Fakat Osmanlıca şeklinde isimlendirmede yanlış anlamalar olabiliyor. Osmanlıca dendiğinde Türkçeden başka yabancı bir dil zannedenler çıkabiliyor. Hatta akademisyenler içinde bile, özgeçmişinin bildiği yabancı diller bölümüne İngilizce, Fransızca gibi dillerin yanına Osmanlıca diye yazanların da mevcut olduğuna bakarak yanlış anlamaların boyutunu daha iyi anlayabiliriz. Üstelik bunu bir tarihçi yaparsa meselenin vehameti daha bariz ortaya çıkar. Bu sebeple, bunun Türkçeden başka bir şey olmadığını göstermek için üzerine basa basa, erinmeden, üşenmeden Osmanlı Türkçesi dememiz daha doğru olacaktır. Peki hocam, Osmanlı Türkçesi öğrenmek neden önemli? Eski harflerle okuyup yazabilmek, muhteşem bir hazinenin anahtarına sahip olmak demektir. Selçuklulardan Osmanlılara aktarılan kültür ve medeniyet birikimi burada gizlidir. Bin yıllık bir birikim bu. Bu medeniyet hazinesi el'an elimizin altında mevcut. İstifadenin yolu Osmanlı Türkçesi öğrenmekten geçiyor. Türklerin İslamiyeti kabulü ile başlayan ve Osmanlı Devleti devrinde zenginleşen bu kültür hazinesi, aynı zamanda millet olarak bizim hafızamız mesabesindedir. Hafızasını kaybeden insan nasıl tedaviye muhtaç ise, geçmişle alakasını kaybeden milletler de adeta hastalıklıdır. Hafızasını kaybeden insan, kim olduğunu, neler yaptığını, dünyada hedeflerinin ne olduğunu bilemez. Bir anda hayat onun için manasız hale gelir. Aynı durum milletler için de geçerlidir ve neticeleri itibariyle îrâs edeceği zararlar birincisiyle kıyaslanamaz bile. Kendi medeniyetinden, geçmişinden, atalarının insanlık tarihine yapmış olduğu katkılardan haberdar olmayan milletler başkalarını taklit etmeye, başka milletlerin izlerinden yürümeye başlarlar. Başkalarının izinden yürüyenler dünyada kendine ait bir iz bırakamazlar. Böylelikle ne geçmişin mirasçıları olurlar ne de kendilerinden sonra gelen nesillere bir medeniyet devredebilirler. Tedavinin yolu bu irtibatı yeniden temin etmektir. İrtibatı sağlamanın yolu da Osmanlı Türkçesi öğrenmekten geçiyor. BEYNİMİZİN RIZKI KELİMELER VE KAVRAMLARDIR Osmanlı Türkçesi öğrenmek, tarihimizle, köklerimizle irtibat açısından önemli olduğu gibi, bu kültür ve irfan hazinesine girmek, düşünce ve tefekkür dünyamız açısından da son derece ehemmiyetlidir. Osmanlı dönemi Türkçesi, günümüz Türkçesiyle kıyaslanamayacak kadar zengin kelime ve kavramları ihtiva etmektedir. Osmanlı Türkçesi bir imparatorluk dilidir (bu kelimeyi emperyal manada kullanmıyorum. Osmanlı Devleti'nin ihtişamını ifade etmek için söylüyorum. Aslında Osmanlı Devleti'nin kendisine verdiği isim en doğrusu, Devlet-i aliyye. Ancak çoğu kişi bu ismi Devlet-i âliye şeklinde yanlış telaffuz ediyor. Her neyse). Osmanlı Devleti'nin ihtişamına yaraşır bir dildir. İnsanlar bildikleri kelime ve kavramlarla düşünürler, düşünce üretirler. Kelimeler ve kavramlar, adeta bir binayı inşa etmek için elimizdeki malzemeler gibidir. Malzemenin bolluğu ve kalitesi binanın yapısına, büyüklüğüne, tezyinat ve tefrişatına nasıl tesir ederse, kelime ve kavramların zenginliği de aynı şekilde faydalı ve zengin bir tefekkür dünyasına sahip olmamıza vesile olacaktır. Allah her azamıza mahsus rızıklar ihsan etmiştir. Midemizin rızkı, yeryüzünde helal kıldığı tüm yiyeceklerdir. Gözün rızkı görmek, kulağınki işitmektir. Beynimizin rızkı ise kelimeler ve kavramlardır. Osmanlı Türkçesi bize bu hususta çok mükellef bir sofra sunmaktadır. Bu sofradaki nimetlerden istifadenin yolu Osmanlı Türkçesi öğrenmekten geçer. Osmanlı Türkçesi bilen ve Osmanlı döneminde yazılan eserleri okuyabilen kişiler, en azından günlük yaşamlarında üç-dört bin kelimeyi rahat kullanabilirler. Günümüz insanının ortalama beş-altı yüz kelime ile konuştuğunu düşünürsek üç-dört bin kelime hatırı sayılır bir kelime hazinesi demektir. Mehmet Niyazi, Derin Tarih Dergisi'ndeki yazısında Harf inkılabı bizi hem coğrafyadan hem de tarihten kopardı diyor. Bu konu üzerinde biraz durabilir miyiz? Mehmet Niyazi'nin yazısını okumadım ama tesbit son derece yerinde, doğru bir tesbit. Coğrafyadan kopardı; çünkü, neredeyse bütün bir İslam âleminin ve Türk dünyasının ortak elifbasını terk etmiş olduk. Bu ortak elifba, Kur'an harfleri, İslam harfleri olarak da isimlendirilmekteydi. Bu harfleri bilen bir kişinin bu dünya ile ilişki kurması, Farsça veya Arapça yazıları üç aşağı beş yukarı okuyup anlaması pek de zor değildi. Dolayısıyla Harf inkılâbı, İslam coğrafyasıyla aramızda derin uçurumlar açmış ve bizi bu coğrafyadan koparmıştır. Tarihimizden koparmıştır, çünkü Harf inkılâbından beş sene evvel dünyaya gelenler ve daha sonraki nesil, 1928 öncesi yazılmış olan yazma ve basma hiçbir eseri okuyamaz hale geldiler. Tarihlerini de kendilerine anlatıldığı kadarıyla ve yanlış öğrendiler. Asıl kaynaklara gidip araştırma ve öğrenme imkânlarından da mahrum olarak yetiştiler. Ve dolayısıyla tarihlerinden kopmuş, koparılmış oldular. Hocam siz yıllardır Osmanlı Türkçesi dersleri veriyorsunuz. Vermiş olduğunuz derslerde gördüğünüz bazı aksaklıklar, eksiklikler var mıydı? Yani ilk dersten itibaren talebelerin bu eğitime yaklaşımları ve ön bilgileri hakkında bilgi verebilir misiniz? Öğrencilik yıllarımda Osmanlıcam iyi olduğu için bazı arkadaşlara yardımcı olurdum. Ferdi olarak birçok kişiye de Osmanlı Türkçesi öğrettim. Daha sonra 1991 yılından itibaren Mimar Sinan Üniversitesi'nde henüz araştırma görevlisi iken bu derslere girmeye başladım. O tarihten bu yana hem üniversitede hem de üniversite dışında çeşitli kuruluşlarda Osmanlı Türkçesi dersleri verdim. Başlangıçta bu dersler için gerekli olan malzemenin azlığı sıkıntısı vardı. Faruk Kadri Timurtaş ve Muharrem Ergin'in kitaplarından başka öğrencilere tavsiye edebileceğimiz kitap pek yoktu. Şimdi bu alanda yazılmış epeyce kitap ve malzeme mevcut. Eski yazılı kitap ve belgelere ise dijital ortamda rahatlıkla ulaşılabilmekte. Bu sahadaki sıkıntı ber-taraf olmuş vaziyette. İLK DERSLER ÖNYARGILARI YIKMAYA ÇALIŞMAKLA GEÇİYOR Ama asıl karşılaştığımız ve izalesinde de bir hayli zorlandığımız husus, ilkokuldan itibaren eski harflerle okumanın zorluğu, bu harflerin ilerlemeye mani olduğu, Osmanlı Devleti'nin bu sebeple geri kaldığı vs propagandalarıyla yetiştirilmiş ve bu ön yargı ile üniversiteye gelmiş olan öğrencilerin düşüncelerini değiştirmektir. Bu sebeple ilk derslerimiz bu ön yargıyı yıkmak için çabalamakla geçiyor. Bunun yanında yetiştiği muhit itibariyle Osmanlı Türkçesine ve tarihe meraklı olan öğrencilerimiz de var. Bu öğrencilerimiz diğerlerine nisbetle daha kolay öğreniyorlar. Osmanlı Türkçesini tam manasıyla öğrenmek isteyen kişiler nasıl bir yol izlemeli ve ne tür kaynaklara yönelmelidir? Eminim ki, yalnızca elifba öğrenmekle koskoca bir hazinenin kapısını aralamak mümkün olmayacaktır. Bu konuda önerilerde bulunabilir misiniz? Eskiden sadece üniversitelerin belli bölümlerinde öğretilirdi Osmanlı Türkçesi. Bazı cemaatlerin de bu konuda tebrike şayan bir gayret içinde oldukları bilinmektedir. Münferiden çaba sarf eden kişiler de vardı. Osmanlı Türkçesine ilgisi olan kişiler buralardan öğrenebiliyorlardı. Şimdi durum çok daha farklı. Üniversitelerin dışında da çeşitli kuruluşlar, vakıflar, dernekler, Halk Eğitim merkezleri, belediyeler Osmanlı Türkçe öğretiyorlar. Üstelik bunların kahir ekseriyeti ücretsiz. İlgili olan kişi rahatlıkla bu merkezlerden birine giderek Osmanlı Türkçesi öğrenebilir. Ancak söylediğiniz gibi sadece elifba öğrenmekle kalınmamalıdır. Elbette ki, başlangıçta kolaylık için basit metinler, hikâyeler ve masallar okunabilir. Ancak daha sonra alakaya göre edebî ve tarihî metinler okunmalı. Osmanlı Türkçesi öğrenenler, ecdadımızın 900 seneden fazla bu yazıyı kullandıklarını düşünerek zihinlerinde bu işin üstesinden kolaylıkla gelebileceklerine inanmalılar. Böyle inanırlarsa başarılı olurlar. Yakın tarihten başlayarak geriye doğru Mehmet Akif, Namık Kemal, Nedim, Nabî, Fuzulî ve Bakî gibi bazı şairlerimizin şiirlerinden, gazellerinden bazı bölümler ezber edilebilir. Böylelikle kelime hazinemiz genişler ve kalıcı olur. Yeri geldiğinde bazen her bir mısraı birer vecize olan bu şiirleri söylemek ifade kudretimizin de artmasına vesile olacaktır. Bunun dışında Fatih döneminden Cevdet paşa'ya kadar çeşitli müverrihlerin eserlerinden tarih metinleri de okunabilir. Metin okumaları sırasında lügat kullanmayı ihmal etmemeyi de hatırlatalım bu arada. Lügat elimizden düşmemelidir. Bildiğimizi zannettiğimiz kelimeler için dahi lügate bakmakta fayda var. Yani lügatin elimizde paralanması gerekir. Bu hususta eski harflere göre tertip edilmiş lügatleri tercih etmek daha doğru olacaktır. Kāmus-ı Türkî ve Redhause lügatleri benim en çok tavsiye ettiğim lügatlerdir. Redhause'un modern baskısını kasdetmiyorum elbette. Osmanlı Devleti zamanında, 19. yüzyılın sonlarında İngilizlere Türkçe öğretmek için yapılan baskıdan söz ediyorum. Bunların dışında yeni harflerle hazırlanmış başka sözlükler de var. Ancak bunlardan istifade edebilmek için kelimeyi doğru okumak gerekir. Bu arada şunu da söyleyelim: Her şeyin bir zorluğu vardır. Ancak, bu zorluklara katlananlar sonunda faydasını da görürler. Unutmayalım ki meyvelerin en olgun ve en güzelleri en yukarıda, uçta olanlarıdır. Onları koparma zahmetine katlananlar en güzel meyveleri yiyebilirler. İlim yolundaki zorluklara katlananlar da sonunda en güzel meyveyi yiyebilen kişiler olacaklardır. Tabii, bir de bu eğitimi verenler var. Elbette onların da bazı kurallara uymaları gerekiyor. Son olarak hocalara ne tür tavsiyelerde bulunursunuz? Estağfirullâh, hocalara tavsiyelerde bulunmak benim haddim değil. Osmanlı Türkçesi hocalarının nelere dikkat etmeleri gerekir, haiz olmaları gereken vasıfları nelerdir? Şeklinde bir nebze yumuşatalım sorunuzu. Bir defa, öğretecekleri şeyi iyi bilmek zorundalar. Bu sadece Osmanlı Türkçesi için değil, bütün alanlarda böyledir. Gramer, okuma hızı, değişik yazıları okuyabilme, lügat bilgisi bakımından donanımları yeterli olmalıdır. Ayrıca, kendi hatt-ı destleriyle de tekellüfsüz yazabilmelidirler. Bunun haricinde tabii ki, öğretme tekniklerini de bilmeliler. Konuyu iyi bilmek mutlaka gerekli. Ancak öğretebilmek için tek başına yeterli değil. Son olarak, kendilerini yenilemeye açık olmalılar. Ben artık bu işi çok iyi biliyorum diyen bir hoca kendi gelişiminin önüne kendisi engel koymuş olur. Hâlbuki Osmanlı Türkçesi uçsuz bucaksız bir umman gibi. Sürekli çalışmak ve bir şeyler öğrenme gayreti içinde olmak gerekir diye düşünüyorum.

Mülakatlar * 01 Aralık
Konu resmiİslâm'da İdarecilik
İnsan

Kur'ân ve sünnetin insanlık âlemine sunduğu liderlik modeli hizmetkâr liderlik şeklindedir. Peygamberimiz (asm) Bir kavmin efendisi, o kavme hizmet edendir. hadisiyle bunu dile getirir. Batıda pek çok liderlik kuramı/modeli ortaya atılmıştır. Fakat bu liderlik modellerinin çoğu parlak teorilerden ibarettir. Müşahhas olarak insanlık âlemine takdim edilen, kapsamlı, tutarlı bir model yoktur. İslâm'ın hizmetkâr liderlik modeli ise, Asr-ı Saadet döneminde başta Peygamberimiz, dört halife ve diğer sahâbeler tarafından uygulanmış, müspet neticeleri görülmüş, pratikte yaşanmış bir liderlik çeşididir. Ayrıca daha sonraki dönemlerde de küçük bir insan gurubundan, kıtalara hükmeden hükümdarlara varıncaya kadar pek çok lider tarafından da uygulanmıştır. Bu yönüyle bu liderlik çeşidinin sayılamayacak kadar çok müşahhas örneği vardır. Elinizdeki kitap, İslâmî yönetim ve idarecilik, açısından mevcut boşluğu nisbeten doldurmak amacıyla, İslâm'a ve Müslümanlara hizmet edecek liderler, yöneticiler için -bilhassa gençler için- hazırlanmış bir çalışmadır. *** İslâm'da idarecilik denilince akla daha çok hilâfet gelir. Bu kitapta hilâfetle veya halifelerle ilgili bazı konulara değinilmişse de asıl maksadımız hilâfet değildir. Maksadımız günümüz dünyasında on kişiye başkanlık eden bir şahıstan, devlet başkanlarına varıncaya kadar idarî konumdaki herkesi ilgilendiren ortak konularla ilgili bilgiler sunmak, idareci kimselere faydalı olabilmektir. Diğer ifadeyle bu kitap Peygamberimiz (asm)'ın şu iki mühim hadisinin şerhi olarak düşünülebilir: Bir kavmin efendisi, o kavme hizmet edendir.1 Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz. İnsanlar üzerinde idareci olan, onların çobanıdır ve o, onlardan mesuldür. Kişi, ailesinin çobanıdır ve onlardan mesuldür. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve ondan mesuldür. Hizmetkâr, efendisine âid malın çobanıdır ve elinin altındakinden mesuldür. (Elhâsıl) her biriniz çobansınız ve her biriniz sürünüzden mesulsünüz.2 *** Kitabımızı hazırlarken yönetimle ilgili batılı yazarların ve İslâm âlimlerinin siyâsetnâme türü kitaplarından istifâde ettik. Fakat konuyu daha çok âyet, hadis ve sahâbe -“bilhassa Hz. Ömer (ra)- eksenli olarak ele aldık. Yeri geldikçe İslâm târihinden örnekler de ekledik. Yönetim uzmanları, liderle yöneticiyi birbirinden ayırırlar. Liderlikle yöneticilik, her ne kadar farklı şeylerse de aralarında ortak özellikler de olduğu için biz yeri geldikçe lider, yeri geldikçe idareci, yönetici kelimelerini kullandık. Kitabımızın idarecilik, yöneticilik açısından faydalı olacağını ümit ediyoruz. İnşaallah ileride bazı şahsiyetler bu konuları etraflıca ele alır ve geleceğin öncülerine yol gösterirler. Onlar da ümmeti içinde olduğu durumdan kurtarırlar. Gayret bizden, muvaffakiyet Cenâb-ı Hak'tandır. 1. İDARECİ TAYİNİ FARZDIR! Toplu halde yaşayan insanların hayatlarını düzen içinde yürütebilmeleri ancak bir lider etrafında toplanmakla mümkündür. Bu yüzden ilk çağlardan bugüne kadar bütün insan toplulukları daima bir lider etrafında yaşamışlardır. İslâm âlimleri, Müslümanların kendilerine bir imam (lider) seçmelerinin farz olduğunu söylerler. Buna delil olarak da şunları zikrederler; Peygamberimiz (asm) vefat ettiğinde, sahâbeler O'nu (asm) defnetmeden önce hemen bir halife seçmişlerdir. Onların bu icraatı konunun ehemmiyetini göstermektedir. Ve onlar, bu konuda bütün Müslümanlara örnektirler. Ayrıca İslâm toplumunda düzenin muhafazası, kanunların icra edilmesi, hadlerin (cezaların) uygulanması, fitnelerin giderilmesi, düşmana karşı ordu hazırlanması gibi pek çok toplumsal faydaların temini, zararların def edilmesi ancak liderle mümkün olur.3 Peygamberimiz (asm), şöyle buyurur: İslâm ve sultan ikiz kardeştir. İkisi de birbirine muhtaçtır. (Biri olmazsa diğeri de olmaz). İslâm, temeldir; sultan ise bekçidir. Temeli olmayan yıkılır, bekçisi olmayan (mal da) zâyi olur.4 Hz. Ali (ra) de lideri tesbihin ipine benzetir. Şöyle der: Buyruk sâhibi boncuk dizilen ipe benzer. Boncukları ip bir araya getirir. İplik koparsa düzen bozulur, boncuklar dağılır. Peygamberimiz (asm), şöyle buyurur: Üç kişinin bir çöl arazisinde bulunup da içlerinden birisini emir (başkan) tayin etmemeleri helal olmaz.5 Üç kişi yolculuğa çıktığında içlerinden birini başkan seçsinler.6 Hz. Ömer (ra) de şöyle demiştir: Yolculuk esnasında üç kişi olduğunuzda içinizden birini başkan tayin ediniz. Bu başkan, Resulullah (asm)'ın tayin ettiği başkan (gibi)dir.7 Üç kişi bir araya geldiğinde içlerinden birinin başkan olmasını emreden bir dînin, toplum hayatında bir başkanı emretmemesi düşünülemez. 2. İSLÂM'DA İDARECİLİK, HİZMETKÂRLIKTIR Yavuz Sultan Selim'in, Mısır'ı fethetmesinden sonra Hicaz bölgesi kendi istekleriyle Osmanlı'ya bağlandı. Mekke şerifi, Mekke ile Medine'deki mukaddes emanetleri Yavuz'a gönderdi. Mısır'da Cuma namazında hatip hutbeyi Yavuz adına okudu. Hutbede Yavuz'dan Mekke ve Medine'nin hükümdarı mânâsında Hâkimü'l-Haremeyn diye bahsetti. Yavuz hemen hatibe müdahale etti ve kendisinin Hâkimü'l-Haremeyn değil, Hâdimü'l-Haremeyn yani Mekke ve Medine'nin hizmetkârı olduğunu söyledi. Yavuz'un bu hassasiyeti bütün Müslüman idarecilerde olması gereken önemli bir özelliktir. Müslüman idareci hâkim değil, hâdimdir. O, önce Hakk'ın, sonra halkın hizmetkârıdır. İslâm dininde idarecilik, idareciliğin imkânlarını şahsî menfaatlerde, zevk u sefada kullanmak, hükümdarlık etmek değil, halkın ihtiyaçlarını temin etmek, halkın dertleriyle dertlenmek, problemlerine çâreler aramaktır. Diğer ifadeyle halka hizmet etmek demektir. Peygamberimiz (asm), bu yüzden Bir kavmin efendisi, o kavme hizmet edendir.8 buyurmuştur. Peygamberimiz (asm), meşhur başka bir hadisinde de Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz buyurur. Bu hadis, idareciliğin İslâmiyet'in nazarında insanlara hizmet etme makamı olduğunu gösterir. Nasıl çoban sürüyü otlatmak, sulamak, vahşî hayvanlardan korumakla mükellefse idareci de halkın menfaatlerini temin etmek, onları zararlı şeylerden muhafaza etmekle mükelleftir. Sürü, çoban için değil; çoban, sürü için var olduğuna göre, millet, idareciler için değil; idareciler, millete hizmet için vardırlar. 3. LİYÂKATİ OLMAYANLARI İDARECİLİKDEN SAKINDIRMA İdarecilik nefse oldukça lezzetli, tatlı gelen, aynı zamanda mesuliyetli, veballi, zor bir iştir. Bu yüzden şeriat, yöneticilik kabiliyeti olmayan veya onu suistimal edecek, nefsanî arzuları tatminde kullanacak, zulmedecek kimseleri şiddetle korkutarak ve sakındırarak onların bu işten uzak durmalarını istemiştir. Ama liyâkati olanların da kendilerine tevdi edildiği zaman kabul etmeleri için mânevî mükâfatını da oldukça büyük göstermiştir. Burada liyâkatsiz veya nefsanî olarak başkanlığı, idareciliği talep edenleri tahzir eden, korkutan hadisleri kaydedelim: Ebu Hüreyre (ra)'den rivâyet edildiğine göre, Nebi Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki siz, idareciliğe çok hırs gösteriyorsunuz. Hâlbuki idarecilik, kıyâmet gününde hasret ve pişmanlık olacaktır.9 Bazı insanlarda aşırı bir lider olma isteği, hırsı vardır. Onlar, lider olmaktan, diğer insanlara emirler vermekten, hükmetmekten büyük bir lezzet alırlar. Peygamberimiz (asm), bu tür insanlara idarecilik vermemiş, verilmemesini de emretmiştir. Ebu Musa El-Eş'arî (ra) şöyle der: Yanımda kavmimden iki kişiyle beraber Peygamber (asm)'ın yanına girdim. Yanımdakilerden biri Ey Allah'ın Resulü! Bizi idareci yap! dedi. Diğeri de benzer şeyler söyledi. Peygamber (asm), Biz bu idarecilik işini, onu isteyenlere veya bu konuda hırs gösterenlere vermiyoruz. buyurdu.10 Abdurrahmân İbn-i Semüre (ra) şöyle demiştir: Nebi Sallallâhu aleyhi ve sellem bana bir kere şöyle öğüt verdi: Ey Abdurrahmân İbn-i Semüre! Sakın kimseden başkanlık talebinde bulunma. Eğer sen istediğin için sana başkanlık, reislik verilirse istediğin şey ile (yalnız) bırakılırsın (Allah'ın yardımına mazhar olmazsın). Eğer başkanlık, reislik, sen istemeden sana verilirse (Allah tarafından) yardım olunursun, (güzel idare edersin).11 Kim bir işin başına getirilir, kendisi de bu işin ehli olmadığını bilirse o şahıs ateşte oturacağı yeri hazırlasın.12 Aşırı derecede baş olmaya, hükmetmeye düşkün olanlar, mü'minler arasında fitnelere de sebep olur, günahlara girerler. 4. İDARECİLIĞİ İSTEMENİN FIKHÎ HÜKMÜ Yukarıdaki hadislerde idareciliği istemenin Peygamberimiz tarafından hoş karşılanmadığını ve idareciliği isteyenlere idarecilik vermediğini kaydettik. İdarecilik tabir yerinde ise İstenmez, verilir kabilinden bir makamdır. İdarecileri ehl-i hâl ve'l-akd da denilen şura heyeti veya bir üst makamda bulunan idareci, astların liyâkatlarına bakarak seçer ve tayin eder. Burada şöyle bir soru akla gelebilir; Eğer bir insan bir işe ehil olur, fakat talip olmazsa ehil olmayanlar işin başına geçerler. Bu toplum hayatı açısından daha kötü olmaz mı? İslâm âlimleri, bir şahsın kendisinden daha liyâkatli kimseler varken onların önüne geçip idareciliği istemesinin caiz olmadığını, fakat kendisinden başka ehil kimseler olmadığında, zaruretten ve toplumun maslahatı için bu vazifeyi istemesi ve üzerine alması gerektiğini söylemişlerdir. Fakat bu işe talip olurken kendini beğenmişlikten kaynaklanan bir duyguyla değil, gerçekçi bir bakış açısıyla, Allah rızasını ve toplumun maslahatını düşünerek hareket etmelidir. Niyetinde nefsanî bir garaz olmamalıdır. Âlimler, bir şahsın kendisinden başka ehil olmadığında idareciliği isteyebileceğini şu âyete dayandırırlar  (Yusuf, hükümdara) dedi ki: Beni memleketin hazineleri üzerine tayin et! Çünkü ben onları iyi korurum, bilirim. (Yusuf, 54-55) Mehmed Vehbî Efendi tefsirinde şöyle der: Yusuf (as) Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olup gücü nisbetinde ümmetin maslahatını (menfaatini) düzeltmek üzerine vâcip olduğundan vahiyle umumî kıtlık vuku bulacağını ve güzelce tedbir alınmazsa birçok kimsenin bu yüzden helak olacağını biliyordu. Alelacele bunun çaresini düşünmek ve müstahak olanlara menfaat eriştirip zararları defetmek vâcip olduğundan, Melik Buna ne gibi tedbir lâzımdır? demesi üzerine Yusuf (as) ümmet hakkında mükellef olduğu vazife-i mühimmeyi deruhte etmek üzere Beni, hazineye vazifeli tayin et! Zira ben; bu işin erbabıyım dedi. Bu sözü söylemesi kendini medhetmek için değil, bilakis umumun maslahatı için iktidarını beyan lâzım gelmesine binaen söylenmiş bir sözdür.13 Elmalılı Hamdi Yazır da tefsirinde şöyle der: Ehliyet ve liyâkatleri olmayanlara vâlilik ve yöneticilik vermek haramdır. Ona bırakılması haram, onun talep etmesi haram, kabul etmesi de haramdır. Ehliyeti olanlara kabulü caiz, talebi mekruhtur. Meğerki taayyün etmiş olsun. Yani o işe ondan başka ehil bulunmazsa o zaman talep vâcib bile olur.14 Buraya kadarki izahların neticesinde şöyle diyebiliriz: Yusuf (as) toplumun maslahatı için açıkça hükümdardan mâliye bakanlığını istedi. Fakat o bunu nefsanî bir arzu olarak değil, yalnızca toplumun maslahatı için istedi. Aynı zamanda bu vazifeye ondan daha lâyık olanı da yoktu. Aynı özellikler kimin için bahis konusu olursa onun da vazife istemesi caiz olur. 5. İDARECİDE OLMASI GEREKEN ÖZELLİKLER İnsanlar yüzlük deve katarı gibidir. İçlerinde (istediğin özelliklere uygun) binecek bir deveyi neredeyse bulamazsın. Buharî, Kitabu'r-Rikak, Bab, 35. Halifelik Din ve dünya işlerinde peygambere vekillik yapmak üzere Müslüman halka başkanlık etmektir. diye tarif edilir. Aslında bu tarif yalnızca halifenin değil, küçük veya büyük herhangi bir Müslüman gurubun başı, lideri olan kimselerin de tarifidir. Zira her lider başı olduğu gurubun din ve dünya işlerine başkanlık yapmaktadır. Bu yönüyle Müslüman lider, bir halifede aranan ilim, takva, güzel ahlâk, siyâset, idare kabiliyeti ve adâlet vasıfları Müslüman liderde de olmalıdır. Bu özellikleri ele alalım: A. İlim Müslüman liderde olması gereken en mühim özellik, ilimdir. Allah, Âdem (as)'ı arza halife kılacağını söyleyince melekler, îtiraz etmişlerdi. Allah da Âdem (as)'ın hilâfete lâyık olduğunu ilmî üstünlüğünü izhar ederek göstermişti. Mâdem ilim Âdem (as)'ın arza halife kılınmasının en mühim özelliğidir, öyleyse Müslümanların başına geçecek şahsın da ilim yönünden üstün olması zarurîdir. Peygamberimiz (asm) gazveye göndereceği bir birliğin her bir ferdine Kur'ân'dan ne kadar sureler bildiklerini soruyordu. Onların en gençlerinden birisi Şu ve şu sureleri bir de Bakara Suresini biliyorum. dedi. Resulullah (asm): Bakara Suresi'ni de biliyor musun? dedi. Genç Evet dedi. Peygamberimiz Git! Onların komutanı sensin. buyurdu.15 Kur'ân bilgisi komutanlıkta bir tercih unsuru olduğuna göre, yöneticilik konusunda daha çok tercih unsuru olmalıdır. Halifelik din ve dünya işlerinde peygambere vekillik olduğuna göre, Peygambere vekâlet yapan şahsın, Kur'ân ve sünneti bilmeden vekâlet yapması düşünülemez. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. hadîsi, halifenin âlim olması gerektiğini de ima etmektedir. Zâten halifeliğin şartlarından bahseden kelâm kitapları, halifenin müctehid olmasını şart koşmuşlardır.16 Müctehid olmanın zorluğunu göz önüne alan bazı âlimler, halifenin müctehid olmasa da Kur'ân ve sünnet hakkındaki bilgisinin toplumdaki insanların en yükseği olması gerektiğine dikkat çekmişlerdir. İslâm âlimleri, İlm-i hâl farzdır. demişlerdir. Bununla da her insanın hangi hâl üzere ise o hâl ile ilgili ilmi öğrenmesini kastetmişlerdir. Örneğin; doktor, doktorluk ilmini ve İslâm'ın doktorlukla ilgili hükümlerini; tüccarın ticaretle ilgili İslâmî hükümleri bilmeleri farzdır. Her insan meşgul olduğu meslekle ilgili İslâmî hükümleri öğrenmekle mükelleftir. Keza idarecilerde idarecilikle ilgili İslâmî bilgileri bilmek zorundadırlar. Taberanî İbn-i Abbas (ra)'dan Peygamberimiz (asm)'ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: İçlerinde Allah'ın kitabını, Resulünün sünnetini daha iyi bilen kimsenin bulunduğunu bildiği halde (onu bırakıp da) başka birini idareci yapan kimse, Allah'a, Resulüne ve bütün müslümanlara ihanet etmiş olur. Müslüman lider İslâmî bilginin yanında, yaşadığı çağın özelliklerini de bilmesi gerekir. Bir doktor yalnızca ilaçları bilmekle doktorluk yapamaz. Hastalıkları bilmesinin yanında, hastaları tedavide doğru teşhis koymalı, tedavi yollarını da bilmelidir. Nasıl doktor, bu iki özellik olmadan doktorluk yapamaz ise Müslüman lider de Kur'ân ve sünneti bilmekle beraber, çağını da çok iyi bilmelidir. Bilgi, Müslüman lider için en mühim şarttır, fakat yeterli de değildir. Bilgi şartını liderlikteki diğer şartlarda olmak şartıyla ifadesiyle kayıtlandırmamız gereklidir. B. Takva Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır. Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır. Mehmed Akif Müslüman lider, Allah'tan korkmalı, müttaki olmalı, Allah'ın emir ve yasaklarına son derece riâyet etmelidir. İmam Gazalî, hilâfetin şartlarını sayarken veranın, yani şüpheli şeylerden kaçınma hasletinin en mühim şartlardan biri olduğunu söyler. Der ki Bu sıfat, üzerinde en fazla durulmaya lâyık olanıdır. Sıfatların en yücesi, en büyüğü ve en önemlisidir. (...) Vera, esastır, asıldır. Bütün işler onun üzerinde dönüp durur. Allah, korusun bu sıfata halel gelse imametin (halifeliğin) gerçekleşmesi için yapışılacak kulp kalmaz.17 Kur'ân'da şöyle buyrulur: And olsun ki Zikir'den (Tevrât'tan) sonra Zebur'da da: Muhakkak ki yeryüzüne sâlih kullarım vâris olacaktır. diye yazmıştık. Şübhesiz ki bunda ibâdet eden bir kavim için kâfi (bir nasîhat var)dır. (Enbiya, 105, 106.) Şüphe yok ki Allah katında en değerli olanınız, en müttakiniz (O'ndan en çok korkanınız)dır. (Hucurat, 13). Kalbini Bizi anmaktan gâfil kıldığımız, nefsinin arzusuna uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat etme. (Kehf, 28) *** Müslüman lider, Kur'ân'a hizmet için vardır. Bu hizmet ise Kur'ân'a muhalefet ederek olmaz. Kur'ân'da şöyle buyrulur: Sizler başkalarına iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? (Bakara, 44). Bu ifade açıkça söylediği şeyleri yaşamayanları kötüler. İslâmiyet'te bilgi-amel ayrılığı kabul edilmez. Lider, ilim sâhibi olmakla beraber, aynı zamanda ilmiyle amel etmeli, İslâm'ı yaşamalıdır. Müslüman lider, etrafındaki insanlar tarafından, model olarak algılanan insandır. Bir insanın hem model olup hem de bu model olmanın özelliklerine muhalefet etmesi birbiriyle çelişen bir durumdur. Muaz (ra), şöyle der: Peygamber (asm)'a Yâ Resulallah! Bizim üzerimizde idareciler olsa ve onlar senin sünnetine göre hareket etmezlerse senin emirlerini tutmazlarsa onlar hakkında bize ne buyurursun? dedim. O da Allah Azze ve Celle'ye itaat etmeyene itaat edilmez. buyurdu.18 *** İslâm'ın örnek liderleri olan dört halifenin hepsi de Allah'tan korkan insanlardı. Hz. Ebu Bekir (ra)'ın Keşke kesilen bir ağaç olsaydım. Ne olaydı hayvanların yiyeceği bir ot olsaydım. dediği rivâyet edilir. Bir gün bir bahçeye uğradı, orada yatmakta olan bir hayvanı görünce içini çekerek şöyle dedi: Sen ne kadar rahatsın; yiyorsun, içiyorsun, ağaçların gölgesinde dolaşıyorsun. Âhirette de hesaba çekilmeyeceksin. Ne olaydı, Ebu Bekir de senin gibi olsaydı. Hz. Ömer (ra)'ın Kur'ân'dan bir âyet duyduğu vakit bayılıp düştüğü anlatılır. Allah korkusundan dolayı O, Anam beni doğurmasaydı. derdi. *** Liderler, emirleri altındaki insanları kontrol eder, disiplin altında tutarlar. Fakat onların da kontrol edilmesi gerekir. Yabancı bir yazar Konrol edenleri kim kontrol edecek? diye sorar. Bu gerçekten önemli bir sorudur. Müslüman lideri kontrol altında tutacak en mühim şey Allah korkusudur. Allah'tan korkan bir liderin, mesuliyet anlayışı olur. Fâsık bir kimsenin Müslümanlara liderlik yapma hakkı yoktur. Çünkü Allah'tan korkmayan biri vazifesini hakkıyla yerine getirmez, başkalarının hukukuna da tecavüz eder. Fâsık bir kimse lider yapılmamalı, şâyet lider oldu veya sonradan bozuldu ise liderlikten azledilmelidir. Vitir namazında okuduğumuz kunut duâsının son kısmı şöyledir: Günah işleyen kimseyi makamından alaşağı eder ve onu terkederiz (ونخلع ونترك من یفجرك). Bazı hadislerden yola çıkarak âlimler fıskı (günahkârlığı) liderin azil sebebi saymışlardır. Hanefî âlimlerinden İbn Abidin Fısk sebebiyle imam azledilir. Ancak bir fitne çıkacaksa azledilmez. der.19 C. Ahlâk Halife arkadan gelen ve birinin yerine oturan demektir. İslâm şeriatında halife peygamberin makamına oturan kimsedir. Peygamberin makamına oturan kişinin, Allah tarafından Sen büyük bir ahlâk üzerindesin. diye övülen, kendisinin de Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim. diyen peygamber ahlâkıyla elinden geldiği kadar hâllenmesi zarurîdir. İdris Bitlisî şöyle der: Bir cemiyette en yüksek makama oturanlar, en şerefli sıfatlarla muttasıf ve en ulvî ahlâkla mutehallık olmalıdırlar. Aksi takdirde şeklen hilâfet makamında oturduğu halde, mânen Hz. Süleyman'dan saltanat yüzüğünü çalıp oraya muvakkaten geçen ehrîman devi gibi olur. Müslüman liderin güzel ahlâkı, etrafındaki Müslümanları yönlendirmede en büyük unsurdur. Kur'ân'da Peygamberimiz hakkındaki şu âyet oldukça manidardır. Allah'ın bir rahmeti olarak sen onlara yumuşak davrandın, eğer katı kalpli ve kırıcı olsaydın etrafından dağılır giderlerdi. (Âl-i İmran, 159) Bu âyet Peygamberimizin insanları etrafına ancak yumuşaklığı, güzel ahlâkıyla topladığını göstermektedir. Katı kalpli, kırıcı insan peygamber bile olsa insanlar tarafından terk edilmektedir. Müslüman lider Müslümanları etrafında toplayıp birleştirip ortak gâyelerine yönlendirecekse bu ancak onun güzel ahlâkıyla olabilir. Peygamberimiz, şöyle buyurmuştur: İdarecilerinizin en hayırlısı, sizi seven ve sizin de kendisini sevdiğiniz, duâ ettiğiniz, onların da size duâ ettiği kimselerdir. Liderlerinizin en şerlisi, kötüsü de sizin kendisine buğzettiğiniz, onların da size buğzettiği, sizin lânet ettiğiniz, onların da size lânet ettiği kimselerdir.20 D. Dirâyet Eğer bir ülkede cücelerin gölgesi uzamaya başlamışsa o ülkenin güneşi batıyor demektir. (Çin Atasözü) Dirâyetten kastımız idarecilik kabiliyetidir. İdarecilik makamına getirilen şahıs, insanları idare etme sanatını bilmelidir. Kur'ân'da şöyle buyrulur: Şüphe yok ki Allah, size emanetleri ehline vermenizi emreder. (Nisa, 58) Burada Emanete ehil olmaktan kasıt -“diğer şartlarla beraber- idarecilik kabiliyetidir. Bir bedevî Peygamberimizden Kıyamet ne zaman kopacak? diye sordu. Peygamberimiz (asm) Emânet zâyi edildiği zaman, kıyâmeti bekle. dedi. Yine o bedevî: Yâ Resulallah! Emânet nasıl zâyi edilir? diye (tekrar) sorunca: İş, ehil olmayanlara verildiği zaman, kıyâmeti bekle. buyurdu.21 Bu hadîsi Bir toplumda işler ehil olmayanlara verildiği zaman, o toplumun kıyâmeti kopar. mânâsında anlamak da mümkündür. İdarecilik, bir kabiliyet meselesidir. Bazı insanlar, bilgili ve takva sâhibi olabilirler, fakat idarecilik kabiliyeti olmadığı takdirde bunlara idarecilik vermek doğru değildir. İdarecilikte salâhat aranır, fakat maharet de şarttır. Bu yüzden Peygamberimiz sahâbenin ileri gelenlerinden, ilim ve takva sâhibi olduğu halde, Ebu Zer (ra)'e Ey Ebu Zer! Ben seni zayıf görüyorum. Ben kendi nefsim için neyi seviyorsam senin için de onu seviyorum. Sen iki kişiye de olsa başkan, idareci olma, yetim malına da veli olma! buyurmuştur.22 Amr İbnü'l-As, daha yeni Müslüman olduğunda, sahâbeler içinde ondan daha bilgili ve takva sâhibi kimseler de var olduğu halde, Peygamberimiz kabiliyetinden dolayı onu orduya komutan tayin etmiştir. Ebu Zer ve Amr İbnü'l-As'a davranışlarından yola çıkarak Peygamberimiz (asm) görev verdiği şahısların takva ve bilgisine dikkat etmekle beraber, kabiliyetlerini de göz önünde bulundurmuştur, diyebiliriz. E. Adalet İnsanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmedin! (Nisa, 58) Adalet, her hak sâhibine hakkını vermektir. Zulüm ise hak sâhiplerini mahrum etmektir. Müslüman lideri lider yapan şey, idarelerini üzerine aldığı insanlara adaletle muamele etmesidir. Zâlim bir insanı idareye getirmek en büyük günahlardan (günah-ı kebireden) biridir. Kur'ân'da şöyle buyrulur: Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle (emir ve yasaklarla) imtihan etmiş, O da onları tamamen yerine getirmişti. (Bunun üzerine Rabbi O'na) Ben seni insanlara imam (her hususta kendisine tâbi olunan rehber) yapacağım dedi. (İbrahim ise) Zürriyetimden de (imamlar yap.) dedi. (Rabbi de) Verdiğim söz, zâlimlere ulaşmaz. dedi. (Bakara, 124) Allah, Davud (as)'a şöyle buyurmuştur: Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık; öyle ise insanlar arasında hak ile hüküm ver. Nefsinin arzusuna uyma ki seni Allah yolundan saptırmasın. Çünkü Allah yolundan sapanlar hesap gününü unuttuklarından dolayı onlar için şiddetli bir azap vardır. (Sad, 26) Bu konuda bazı âyetler şöyledir: Ey îman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şâhitlik eden kimseler olun; bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun. (Maide, 8) Ey îman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz veya ana-baba ve akrabalarınız aleyhine de olsa Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (Aleyhine şâhitlik edilen kimse) zengin olsun, fakir olsun Allah ikisine de (sizden) daha yakındır (onların maslahatını daha iyi bilir); öyleyse (şâhitlik hususunda haktan) saparak nefsin arzusuna uymayın. Eğer dilinizi eğip büker veya (şâhitlikten) yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Nisa, 135) Peygamberimiz, pek çok hadisiyle adalete teşvik etmiş, zulümden de nehyetmiş ve korkutmuştur: Kıyâmet günü, insanların Allah'a en sevgili ve meclis olarak en yakın olanı, âdil idarecilerdir. Kıyâmet günü, insanlar içinde Allah'a en nefret edileni, O'ndan meclis olarak en uzak olanı da zâlim idarecilerdir.23 (Cehennemde) insanların en şiddetli azab çekeni, zâlim imam(lar idareciler)dır.24 Bu konuda bazı hadisler de şöyledir: Bir saat adaletle hükmetmek, gecesi namazla, gündüzü oruçla geçirilen 60 yıllık ibadetten hayırlıdır. Bir hükümde zulmün bir saati 60 yıllık masiyetten (isyandan, günahlardan) daha şiddetli ve daha büyüktür.25 Âdil bir idarecinin bir günü, 60 senelik nâfile ibadetten üstündür. Bir yerde de haddin (şer'î cezanın) uygulanması, oraya 40 gün yağmurun yağmasından daha güzeldir.26 Aişe (ra) şöyle demiştir: İbn Mesud ev yapmak istedi. Kureyş (Peygamberimize) İbn Ümmü Abdin (İbn Mesud'un) bizim içimize ev yapmasına engel olmayalım mı? dediler. Resulullah (asm) Eğer ben bunu emredersem ben zâlimim demektir. Zayıfın hakkını kuvvetliden almayan bir ümmeti Allah, takdis etmez (yüceltmez) buyurdu.27 Muhakkak ki âdil olanlar Allah katında nurdan minberler üzerinde ve Rahmân Azze ve Celle'nin sağ tarafında olacaklardır. Onlar âilelerine ve idare ettikleri kimselere hükmettiklerinde adaletli olanlardır.28 Âdil devlet başkanı ve idareciler mahşer yerinde Allah'ın yüce lütfuna ve himâyesine mazhar olacakların öncüleridir."29 Kınalızâde Ali Efendi'nin meşhur eseri Ahlâk-ı Alai de şöyle denilir: Adalet, devletle; devlet, toprakla; toprak, askerle; asker, hazine ile; hazine, reaya (halk) ile; reaya ise adaletle olur. der. İdris Bitlisî de Zulüm bir ateştir; küçüğünü hakir sanma. Zira çok zaman bir kıvılcım koca bir şehri yakar der. Nasıl koyunlar, çoban için değil; çoban, koyun için ise idareci de toplum içindir. Toplum, idareci için var olmuş değildir. Zâlim bir idareci, koyunlara çoban olmuş kurt gibidir. Zâlim lider, İslâm toplumları için en büyük felâkettir. Adaletin olmadığı yerde anarşi olur ve devlet yıkılır. Bu yüzden Küfür, devam eder; zulüm, devam etmez. denilmiştir. Müslüman lider, haklı olan zayıfın hakkını, zâlim olan kuvvetliden almalı, zayıfı güçlendirmelidir. Hz. Ebu Bekir, hutbesinde şöyle demişti Sizin zayıfınız, haklı olduğu takdirde benim yanımda en kuvvetlinizdir. En kuvvetliniz de haksız olduğu takdirde, en zayıfınızdır. *** Adaletin en mühim özelliklerinden biri de raiyete eşit davranmaktır. İslâm şeriatı, bu konuda çok titiz davranmış, pek çok âyet ve hadisle eşitlik ilkesine dikkat çekilmiştir. Peygamberimiz (asm) İnsanlar, tarağın dişleri gibi (eşit)tir. buyurmuştur. İdareci idare ettiği insanlar arasında problemler vuku bulduğunda hissi ve nefsi olmayıp insanların yaş, mal, makam, akrabalık gibi durumlarına bakmadan eşit muamele etmelidir. Diğer ifadeyle cezayı hak edene ceza, mükâfatı hak edene mükâfat vermek ve bu konuda hissî ve nefsî davranmamaktır. Bu konuda bir hadis şöyledir: Sizden öncekileri helâk eden şey şudur: İçlerinden şerefli birisi hırsızlık yaptı mı onu terkedip (ceza vermezlerdi). Aralarında kimsesiz zayıf birisi hırsızlık yapınca derhal ona had tatbik ederler, cezalandırırlardı. Allah'a yemin olsun! Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık yapmış olsa mutlaka onun da elini keserdim."30 Ceza konusunda eşit davranmak adaletin bir gereği olduğu gibi, mükâfat konusunda da eşit davranmak adaletin bir gereğidir. Sahâbelerden biri, çocuklarından birine hibede bulunmuştu. Peygamberimiz bu sahâbeye Başka çocukların var mı? diye sordu. Adam Evet deyince Peygamberimiz Buna yaptığın hibe gibi diğerlerine de hibe yaptın mı? diye sordu. Adam Hayır deyince Peygamberimiz Allah'tan korkun ve çocuklarınız arasında âdil davranın! buyurdu.31 Bir başka hadiste Peygamberimiz Muhakkak ki Allah çocuklarınız arasında -“hatta onları öpmekte bile- adaletli olmanızı sever.32 buyurmuştur. Çocuklar arası ayrım çocukları birbirine düşürür, aynı zamanda çocukların anne ve babalarından soğumalarına sebep olabilir. İdareci mevkiindeki şahıs da idaresi altındakilere davranışlarında ölçülü olmalı, adaletli davranmalıdır. Bazılarına meyledip diğerlerine iyi davranmaması, onlar arasında hasetleşmeye sebep olacağı gibi, onların kendisinden soğumalarına da sebep olabilir. Peygamberimiz (asm), sahâbelerin her biriyle öyle ilgilenirdi ki bütün sahâbeler Allah Resulü, en çok beni seviyor. diye düşünürdü. 6. İDARECİ TAYİNİNDE DİKKATLİ OLMAK Halife seçiminde veya daha başka büyük, küçük herhangi bir makama birini tayin etmede büyük bir vebal ve sorumluluk vardır. Bu yüzden tayin yapan şahıs veya şahıslar son derecede dikkatli olmalıdırlar. Kur'ân'da şöyle buyrulur: Şüphe yok ki Allah size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adâletle hüküm vermenizi emreder. Allah, bununla size ne güzel nasihat veriyor. Şüphe yok ki Allah, Semî'dir (sözlerinizi işitir), Basîr'dir (yaptıklarınızı görür). (Nisa, 58) İbn-i Abbas (ra)'dan Peygamberimiz (asm)'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İçlerinde Allah'ın kitabını, Resulünün sünnetini daha iyi bilen kimsenin bulunduğunu bildiği halde (onu bırakıp da) başka birini idareci yapan kimse, Allah'a, Resulüne ve bütün müslümanlara ihanet etmiş olur.33 Kim birisini (liyâkati olmadığı halde) akrabalığından dolayı sevdiğinden bir işin başına getirir ve (bunu da) o şahıstan daha hayırlı birisi olduğu halde yaparsa o şahıs cennetin kokusunu duyamayacaktır.34 Ebu Süfyan'ın oğlu Yezid, şöyle demiştir: Ebu Bekri's-Sıddık, beni Şam'a gönderirken şöyle dedi: Ey Yezid! Senin bazı akrabaların var ki, idarecilik konusunda onları diğerlerine tercih edersin diye korkuyorum. Senin hakkında en çok korktuğum şey, budur. Resulullah (asm) buyurdular ki: Kim Müslümanların üzerine birini idareci tayin ederken birisine muhabbetinden dolayı (onun liyâkatine bakmadan veya ondan daha liyâkatli olanlar varken) birini tayin ederse Allah, onun ne farzını ne de nâfilesini kabul eder. Kim Allah'ın malından bir şeyi sevdiği bir kimseye (hak edip etmediğine bakmadan) verirse Allah'ın lâneti onun üzerine olsun. Bir rivâyette Peygamberimiz, şöyle demiştir: Kim Müslümanların üzerine birini idareci tayin ederken muhabbetinden dolayı akrabalarından birisini tayin ederse ve ondan daha hayırlı kimseler varsa o kişi cennetin kokusunu duyamaz.35 Kim bir kimseyi vâli olarak tayin eder ve ona vâlinin halka zulmettiği ulaşırsa hemen o valiyi azletmezse o şahıs, Allah ve Resulüne ihanet etmiştir.36 Hz. Ali (ra), Peygamberimizin şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: Peygamberimizin yanında oturuyorduk, o ise uyumakta idi. Deccal'dan bahsettiğimiz zaman yüzü mahmur bir şekilde uyandı ve Ben sizin için deccaldan ziyade dalalete götüren imamlardan (reislerden) korkuyorum. dedi.37 Hz. Ömer, bir arkadaşına İslâm'ı ne yıkar biliyor musun? dedi. Arkadaşı Hayır deyince O, İslâm'ı; âlimin hatası, münâfığın Kur'ân hakkında yaptığı münakaşa ve dalalete giden imamların (idarecilerin) hükmetmeleri yıkar dedi. 7. İDARECİLERİ KONTROL (TEFTİŞ) Yönetim mekanizmasında kontrolün, teftişin büyük bir ehemmiyeti vardır. İdarede hiyerarşik bir yapılanma söz konusudur. Hepiniz, çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsunuz. hadisine göre, her şahıs bir astından mesul olup üstüne hesab vermek zorundadır. Her şahsın astını kontrol edip üstüne rapor vermesi olmazsa işler aksar, karışıklıklar çıkar. İdareciler, zaman zaman nefislerine uyarak ellerindeki gücü yanlış kullanabilirler, vazifelerini ihmal edebilirler, vazifelerinde yeterli olmayabilirler veya tam tersine bulundukları durumdan daha üst bir vazifeye ehil olabilirler. Eğer idareciler teftiş edilmezlerse menfî durumlar artabilir veya müsbet durumlarda düşüş yaşanabilir. Teftiş ile yanlış durumlardan zamanında haberdar olunarak önüne geçilebilir, müsbet durumlar ise muhafaza edilerek zenginleştirilebilir. Bu yüzden teftişin (kontrol, denetleme) idarecilikte büyük ehemmiyeti vardır. Tâbiinden Tavus, babasından şöyle nakletmiştir: Hz. Ömer (ra), halka Bildiklerimin en hayırlısını size vâli tayin eder, sonra da ona adaletle hükmetmesini emredersem vazifemi lâyıkıyla yerine getirmiş sayılır mıyım? diye sordu. Evet diye cevap verdiler. Hz. Ömer ise Hayır, benim vazifem bununla bitmiyor. Tayin ettiğim kimsenin, emrettiğim şeylerle, amel edip etmediğini kontrol etmedikçe görevimi tam olarak yerine getirmiş sayılmam. dedi.39 Tâbiinden Esved (ra) şöyle demiştir: Ömer (ra) kendisine bir heyet geldiğinde idarecilerini Hastayı ziyaret ediyor mu, kölelerin dâvetine icabet ediyor mu, kapısına gelenlere nasıl davranıyor? diye sorardı. Gelenler idarecinin lehinde konuşurlarsa onu azletmezdi.40 Bir başka rivâyette de Emîriniz nasıl, köleleri ziyaret eder mi, cenazelere katılır mı, kapısı nasıl, yumuşak mı (herkese açık mı)? diye sorar. Müsbet cevap verirlerse onu bırakır, aksi takdirde azlederdi.41 Üçüncü halife Hz. Osman (ra) zamanında bir takım karışıklıklar ortaya çıktı. Hz. Ali (ra), bu karışıklıkların ekseriyetle teftişin ve disiplinin zayıflığından olduğu kanaatinde idi. Hz. Osman'a şöyle dediği rivâyet olunur: Ömer, vâli kıldığı adamın kulağını büker ve onun tarafından bir söz gelse hemen celb ile ona şiddetli bir ceza verirdi. Sen, bunu yapmıyorsun.42 Hz. Ali, halife olduğunda bu teftiş konusunda oldukça titiz bir şekilde durmuştur. Vâlisi Malik b. Eşter'e yazdığı mektubunda şöyle der: Devlet işlerini bizzat teftiş et! Görev verdiğin kişileri denetlemek için sağlam ve vefalı gözcüler gönder. Onların hâllerini, işlerini görüp inceleyerek sana bildirsinler. Çünkü kendilerinin haberi olmadan senin onlar hakkında bilgi edinmen, onların daha güzel bir şekilde iş görmelerine ve halka iyi davranmalarına sebep olur.43 Vezir Nizamülmülk, şöyle der: Padişah, vezir ve mutemed adamlarının devlet işlerini usulünce idare edip etmediklerini gizlice daima sormalıdır. Çünkü padişahın ve memleketin iyiliği veya karışıklığa düşmesi onlara bağlıdır; vezir iyi ve parlak olduğu zaman, memleket, mamur olur; ordu ve reaya memnun ve rahat olur. Padişahın gönlü ferah olur. Vezir kötü olunca, memlekette karışıklıklar doğar ki onun telafisi güç olur. Padişahın daima zihni karışır, üzülür ve muzdarip olur.44 İmam Ebu Yusuf, Halife Harun Reşid'e yazdığı meşhur kitabı Kitabu'l-Haraç'ta şöyle der: Benim görüşüme gelince, dindar, emin, müttaki, âlim, iffetli kimselerden müfettişler gönderilerek, âmillerin [memurların], vâlilerin davranışları, bulundukları memlekette yaptıkları işler, vergileri nasıl topladıkları, vergi menşurlarındaki şartlara riâyet edip etmedikleri, vazifelerini ne şekilde yaptıkları hakkında soruşturma yaptırılmalıdır. Yaptırdığı teftiş sonunda eğer onların kötü tutum ve fiilleri sâbit olursa o zaman müfettişlere emir verirsin, onların halktan aldıkları mallara, haksız iktisaplara el koyarlar. Onları sert bir şekilde sıygaya çekerler. Başkalarına ibret olacak şekilde şiddetli cezalar tatbik ederler ki halkın elinden zor­la aldıklarını geri versinler, verilen emir ve vazifeleri bir daha tecavüz etmesinler. Çünkü harâc vâlisinin yaptığı zulüm ve haksızlıkların topyekün halife tarafından emredildiği sanılır. Hâlbuki halife öyle emretmemiştir. Eğer sen, haksızlık yapanlardan birisini esaslı bir şekilde cezalandırırsan diğerleri korkar, kötü fiillerine son verirler. Eğer sen onlara bu şekilde muamele etmezsen harâc mükelleflerine tecavüz ederler. Onlara haksızlık etmeye, baskı yapmaya, vermekle mükellef olmadıkları şeyleri, onlardan almaya cüret ederler. Eğer sen, vâli ve âmillerinden [memurlarından] herhangi birisinin, kötü fiillerine, ahlâksızlığına, halka yaptığı zulüm ve haksızlığa, sana karşı da hainliğine, vergi hırsızlığına şâhit olur da bunlara rağmen onu vazifesinde tutar, işlerinde kullanır­san bu tasarruf sana haramdır. Bu sefer sen kendine kötülük etmiş olursun. Hayır! Hiç beklemeden ve korkmadan kötüleri cezalandır. Mazlumun bedduâsından sakın! Çünkü o kabul olunur.45 Kaynaklar: Kenzü'l-Ummal, c. 6, hn. 17517, 17518. Sahih-i Buhârî, Kitabu'l-Ahkâm, Bab, 1. /  Sahih-i Müslim, Kitabu'l-İmâre, Bab, 5, hn. 1829 Bkz: Sadeddin Taftazanî, Şerhü'l-Makasıd, Alemü'l-Kütüb, Beyrut, c. 5, s. 235. Kenzü'l-Ummal, c. 6, s. 10, hn. 14613. (Deylemî'den naklen) Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 176 Sünen-i Ebu Dâvud, Kitabu'l Cihad, Bab, 80, hn. 2608. Çy. Kenz'ül Ummal, c. 6, s. 727, hn. 17597. (Bezzar, Hâkim ve İbn Hüzeyme'den) Kenzü'l-Ummal, c. 6, hn. 17517, 17518. Sahih-i Buhârî, Kitabu'l-Ahkâm, Bab, 7. Sahih-i Buhârî, Kitabu'l-Ahkâm, Bab, 7. / Sahih-i Müslim, Kitabu'l-İmare, Bab, 3, hn: 1733. Ebu Dâvud'un rivayetinde Bizim yanımızda sizin en haininiz idareciliği isteyendir. denilmiştir. (إن أخونكم عندنا من طلبه) Sahih-i Buhârî, Kitabu'l-Ahkâm, Bab, 6./ Sahih-i Müslim, Kitabu'l-İmare, Bab, 3, hn: 1824.. Kenzü'l-Ummal, c, 6, s, 38, hn, 14750. Mehmed Vehbî Efendi, Hulâsatü'l-Beyan, Üçdal Neşriyat, c. 7, s. 2540. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, Azim Dağıtım, c. 5, s. 59. Sünen-i Tirmizî, Kitâb-u Fezailü'l-Kur'an, Bab, 2, hn: 2876 Bkz: Seyyid Şerif Cürcanî, Şerhü'l-Mevakıf, Darü'l-Kütübü'l-İlmiye, 1998, c. 8, s. 380, 381. İmam Gazalî, Bâtıniliğin İç Yüzü, TDVY, 1993, Ank, s. 118. Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 213. İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar Tercümesi, Şâmil y, İst, 1982, c. 2, s. 383. Sahih-i Müslim, Kitabu'l-İmare, Bab, 17, hn. 1855. Sahih-i Buhârî, Kitabu'l-İlm, Bab, 2. Sahih-i Müslim, Kitabu'l-İmare, Bab, 4, hn. 1826. Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Ahkâm, Bab, 4, hn. 1329. Kenzü'l-Ummal, c. 6, s. 15, hn. 14634. (Taberanî) Ebu Nuaym El-İsbehanî. Faziletü'l-Âdilin Kenzü'l-Ummal, c. 6, s. 12, hn, 14624./ Et-Tergib Ve't-Terhib, c. 3, s. 246. Taberanî, Mu'cemü'l-Evsat, c. 7, s. 178, hn. 7208. Sahih-i Müslim, Kitabu'l-İmâre, Bab, 5, hn. 1827. Sahih-i Buhârî, Edep, 36 Et-Tergib ve't-Terhib, c. 3, s. 247 (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ebu Dâvud'dan naklen) Sahih-i Müslim, Kitabu'l-Hibat, bab, 3, hn. 1623 Kenzü'l-Ummal, c. 16, hn. 45350. Kenzü'l-Ummal, c. 16, s. 88, hn. 46035 / Râmuzu'l-Ehadis, Pamuk y, s. 486, hn. 4990. Kenzü'l-Ummal. c. 6, s. 39, hn. 14752. Nuaym El-İsbehanî, Faziletü'l-Âdilin, Daru'l-Vatan, Riyad, 1418, s. 102 Age, s. 107. Kenzü'l-Ummal, hn. 29414 (İbn Ebi Şeybe, C. Ya'la) Sünen-i Darimî, Mukaddime, Bab, 23, hn. 220. Çy. Yusuf Kandehlevî, Hayatü's-Sahâbe, Akçağ y, c. 2, s. 77. Kenzü'l-Ummal, c. 5, s. 772, hn. 14341 Yusuf Kandehlevî, Hayatü's-Sahâbe, Akçağ y, c. 2, s. 70 Cevdet Paşa, Kasas-ı Enbiya ve Tevârihi Hulefa, c. 1, s. 475. Ehl-i Beyt Sevgisi. D.İ.B. y, 2006, Ank, s. 101. Nizamülmülk, Siyâsetnâme, s. 35. İmam C. Yusuf, Kitabu'l Haraç, Hisar yy, 2. Bas. İst, S, 183.

İdris TÜZÜN 01 Aralık
Konu resmiBir sure ve düşündürdükleri
İtikad

Surenin sonlarına doğru müşriklerden ve bunların yakın bir zamanda bozguna uğratılacaklarından, kıyametten, cehennemden, her şeyin bir takdirle yaratıldığından ve Allah'ın kudretinden hulâsa olarak bahsedilir. En son olarak ise takva sâhibi kimselerin cennette ve Allah'ın huzurunda olacakları vurgulanarak sureye son verilir. Peygamberlerin sıradan bir insan seviyesine indirilme çabalarını maalesef ibretle izliyoruz. Mucizeler, peygamberlerin mânevî yönlerini bize ihtar eden, hak ettikleri ve oldukları yüce makamlarda onları görmemize vesile olan hâdiselerdir. Kur'ân'ın her bir suresi, her bir âyeti, her bir kelimesi hatta her bir harekesi dahi çokça kıymetlidir. Bunların ehemmiyetinin teferruatını, bunlardan çıkarılabilecek hârika nükteleri, mudakkik selef âlimlerimizin tefsir ve kitaplarına, ayrıca hâl-i hazırdaki ve istikbaldeki tahkik ehli nazarlara havale ediyoruz. Bizim burada yapmak istediğimiz sâdece bir sure hakkında o da genel olmak üzere bazı mülahazalarda bulunmaktan ibaret olacaktır. Bahsedeceğimiz sure, Mekke'de nâzil buyrulan, 55 âyetten müteşekkil olan, Kur'ân'ın 54. suresi Kamer Suresi'dir. İsmini ilk âyette geçen ve ay mânâsına gelen kamer kelimesinden alan sure, Allah Resulünün ayın yarılması mucizesinden bahsederek kapısını bizlere açar. Daha sonra sırasıyla Hz. Nuh'un kavminden, Hz. Hud'un elçi olarak gönderildiği Âd kavminden, Hz. Sâlih'in kavmi Semud'dan, Hz. Lut'un kavminden ve Firavun ehlinden bahseder ve bunların kötü akıbetlerinden haber verir. Surenin sonlarına doğru müşriklerden ve bunların yakın bir zamanda bozguna uğratılacaklarından, kıyametten, cehennemden, her şeyin bir takdirle yaratıldığından ve Allah'ın kudretinden hulâsa olarak bahsedilir. En son olarak ise takva sâhibi kimselerin cennette ve Allah'ın huzurunda olacakları vurgulanarak sureye son verilir. Bu, surenin genel bir değerlendirmesidir. Şimdi suredeki önemli meseleleri izah edebiliriz. KAMER MÛCİZESİ Bilhassa günümüzdeki bazı insanlar Peygamberimizin Kur'ân'dan başka mucizesi olmadığını iddia etmektedirler. Hâlbuki bu sure iddia sâhiplerine gereken cevabı vermektedir. Kâfirlerin bile inkâr edemediği bir hâdiseyi bazı insanların tevil etmesi oldukça düşündürücü olsa gerek. Evet, bu mucizeyi, Kur'ân'ın Allah'ın kelamı olduğunu kabul etmeyen küffar bile inkâr edememiştir. Eğer bu hâdise onlarca da mâlum ve vâki bir hâdise olmasaydı, mutlaka bunu dillerine dolayacaklar ve bunu Kur'ân'ın dâvâsını çürütebilmek için en önemli bir fırsat bileceklerdi. Hâlbuki bu mucizeyi, kâfirlerin inkâr ettiğine dair herhangi bir haber kesinlikle nakledilmemiştir. Kâfirler, ancak bu hâdisenin sihir olduğunu iddia edebilmişlerdir. (Zülfikar, 19. Mektup, 331) Nitekim Cenâb-ı Hak da bu gerçeği Kıyâmet yaklaştı ve kamer (ay) yarıldı. Hâlbuki (onlar ne zaman) bir mucize görseler, yüz çevirirler ve: (Bu,) süregelen bir sihirdir! derler. (Kamer, 1-2) buyurarak haber verir. Mucizeleri inkâr edenlerin akıbeti de şu âyette bildirilir: (Onlar) mucizelerimizin hepsini yalanladı­lar; bunun üzerine (biz de) onları aziz ve muktedir bir kimsenin yakalayışı ile yakalayıverdik! (Kamer, 42) Bu mesele bizce gâyet ehemmiyetlidir. Zîra peygamberlerin, kesinlikle ihmal edemeyeceğimiz ve etmememiz gereken beşeri yönlerine aşırı vurgu yapılıp mânevî cihetlerinin perdelenmeye çalışıldığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Peygamberlerin sıradan bir insan seviyesine indirilme çabalarını maalesef ibretle izliyoruz. Mucizeler, peygamberlerin mânevî yönlerini bize ihtar eden, hak ettikleri ve oldukları yüce makamlarda onları görmemize vesile olan hâdiselerdir. Bedîüzzaman Hazretleri, Peygamber Efendimizin mucizelerini anlattığı eserinde insanların bu noktada hataya düşmemeleri için dikkat etmeleri gereken hususu şu cümlelerle ifade eder: … çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o Zâtı (Hz. Peygamberi)  düşündüğü vakit, Refref'e binip Cebrâil'i arkada bırakıp Kab-ı Kavseyne koşup giden Zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmâresi inanmayacak. (Zülfikar, 19. Mektup, 234) KAVİMLERİN HELAKI Bu surede en fazla yer kaplayan mesele, kendilerine gelen vazifeli elçileri yalanlayan ve kötü akıbetle son bulan kavimler ve onların helaki meselesidir. Rabbimiz bu kıssaları anlatmaktaki gâyesini Celâlim hakkı için, onlara (ibretlerle dolu) haberlerden öylesi geldi ki onda (kendilerini küfürden) men etmek (için nasihatler) vardır. (Bu,) tam bir hikmettir; fakat (onlara) o korkutucu (hâl)ler fayda vermiyor. (Kalem, 4-5) âyetleriyle bildiriyor. Bu kıssalar, târihî bir mâlumat elde edilmesi için zikredilen kıssalar değil aksine onları okuyan, duyan insanların ibret alarak kendi hâl ve hareketlerine çekidüzen vermesi için anlatılan kıssalardır. Bu kavimlerin helak edilmesi onların asıl cezaları da değil henüz. Zîra onların asıl cezaları Hayır! Onlara vâd olunan (asıl azab vak­ti) kı­yâ­mettir; çünkü kıyâmet, daha dehşetli ve daha acı­dır! Şübhesiz ki günahkârlar, bir dalâlet ve çılgın bir ateş içindedirler. O gün yüzleri üstü ateşin içine sürük­lenir­ler. (Onlara:) Sakarın (Cehennemin) dokunuşu­nu ta­dın! (denilir.) (Kalem, 46-48) âyetleri ışığında kıyamette ve cehennemdedir. Allahu Teâlâ bu hâdiseleri naklederken bizlerin kolaylıkla anlayabileceği bir tarz takip etmiş, bu cihetle Kur'ân'ı bizler için kolaylaştırmış ve ibret almamız için sâdece birazcık tefekkürü de bizlere bırakmıştır. Bu hakikati anlatan ve her bir kıssadan sonra tekrar ederek surede dört defa geçmiş olan Şânım hakkı için, (biz) Kur'ân'ı nasihat alın­­sın diye kolaylaştırdık; fakat bir nasihat alan var mı? (Kalem, 17, 22, 32, 40) âyeti gâyet mânidar olmuştur. And olsun ki sizin benzerlerinizi de helâk ettik; fakat bir nasihat alan mı var? (Kalem, 51) Bu kadar uyarıya rağmen hakikaten ibret alan, nasihat alan var mı acaba? Bizler bu nasihatin neresindeyiz, ne dersiniz?

Mehmet KURT 01 Aralık
Konu resmiHaşir Meselesi ve Üç Kıssa
İtikad

Yakın bir zamanda, henüz otuzlu yaşlarda hayata gözlerini yuman bir arkadaşımın cenazesine iştirak etmiştim. Kefenleme ve diğer işler yerine getirildikten sonra cenaze daha önce hazırlanan kabre konuldu. Daha sonra insanlar sırayla cenazenin üzerine toprak atmaya başladılar. Hayret edilecek kadar kısa bir sürede bu işlemi bitirdiler. Neden bu kadar acele ediyorlardı ki? Sanki bir an evvel orayı terk etmek istiyorlardı. Ben ise bu esnada bir tefekküre dalmıştım. Kısa süre sonra çürümeye başlayacak olan bu mevtanın bir müddet sonra sadece kemikleri kalacaktı. Hayli zaman sonra onlar da çürüyecekler ve geriye neredeyse hiçbir şey kalmayacaktı. Vücudunun hemen hemen tamamı toprağa karışıp gidecekti. Peki, nasıl olacaktı da bu hale gelmiş bir ceset tekrar hayat bulup diriltilecekti? Bu soru beynimi kemirmeye başladı. Hâlbuki ben haşire inanan, öldükten sonra dirilmeyi kabul eden birisiydim. Birçok cenazeye katılmıştım ama ilk defa haşir meselesi bu kadar kafama takılmıştı. İlk defa o zaman bu mesele hakkında tam olarak mutmain olamadığımın farkına varmıştım. Benim bu mesele hakkındaki tam mutmain olamama halim iman zafiyetinden olmasa gerekti. Zira ulu'l-azm peygamberlerden biri olarak kabul edilen Hz. İbrahim'in de bu meselede tam olarak mutmain olamadığını ve bunun için de Allah'tan yardım istediğini Kur'an şu şekilde ifade ediyordu: Ve hani İbrâhîm: Rabbim! Ölü­leri nasıl dirilttiğini bana göster! demişti. (Rab­bi ise:) Yoksa inanmadın mı? buyurdu. (İbrâhîm:) Hayır (inandım), fakat kalbimin mut­main olması için (istiyorum) dedi.1 Haşir meselesi, Kur'an'ın en temel dört meselesinden biri2 olup, peygamberlerin de Allah'a imandan sonraki en büyük davalarından biri olmuştur. İnsanların iman etmekte en fazla tereddüde düştükleri meselelerden biridir haşir meselesi. Zira Kur'an'da da yer aldığı şekliyle çürüyüp gitmiş kemik parçalarının3 tekrar hayat bulması insanların hemen öyle kolaylıkla idraklerine sığdırabilecekleri bir hadise olmasa gerek. Dolayısıyla bu meselede insanların tam olarak istedikleri tarzda mutmain olamamalarının sebebi iman zafiyeti olmayıp meselenin zorluğundan kaynaklanmaktadır. Bu zorluktan dolayıdır ki Kur'an haşir meselesi üzerinde çokça durmuş ve onu insanlara iyice kabul ettirmek için bolca misaller vermiş ve kıssalar anlatmıştır. ÜZEYR (A.S.)'IN YİYECEK VE İÇECEĞİ Bu kıssalardan biri Üzeyr (a.s.)'ın başından geçen ve ayette şu şekilde haber verilen hadisedir: Veya (görmedin mi) o kimse gibisini (U­zeyr'i) ki, o (duvarları), çatıları üzerine çökmüş (harâb olmuş) bir şehre uğradı. Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diril­tecek? dedi. Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra kendisini diriltti. (Ona) buyurdu ki: Ne kadar kaldın? (O da:) Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldım! dedi. (Allah ona) şöyle buyurdu: Hayır! Yüz yıl kal­dın; şimdi yiyeceğine ve içeceğine bak, bozulmamış! Bir de eşeğine bak (kemikleri dahi çürümüş)! İşte (bunlar) seni insanlara (öldükten sonra dirilmeye) bir delil kılmamız için­dir; kemiklere de bak, onları nasıl birbiri üzerine kaldırıyoruz! Sonra da onlara bir et giydiriyoruz. (Uzeyr, onun diriltilişini müşâhede ederek Allah'ın kudreti) böylece kendisine açıkça belli olunca şöyle dedi: (Artık) biliyorum ki şübhesiz Allah, herşeye hak­kıyla gücü yetendir.4 Bu kıssada dikkat çeken hususlardan biri Üzeyr (a.s.) ın yüz sene gibi çok uzun bir süre ölü olarak bırakılıp sonra da hayata döndürülmesidir. En az bunun kadar hayret veren bir husus da tabiat itibariyle çok daha çabuk bozulabilen yiyecek ve içeceğin bozulmayıp bunlara nispetle çürüyüp bozulması daha zor ve geç olan bir hayvanın (eşeğin) çürümesidir. Yine dikkate calip bir husus da yapı itibariyle hemen hemen aynı şeylerden –etten ve kemikten- oluşan Üzeyr (a.s.) ın çürümeyip hayvanının kemiklerinin bile çürümesidir. Sonra da bu hayvanın Üzeyr (a.s.) ın gözleri önünde diriltilmesi, etlerinin ve kemiklerinin bir araya getirilmesidir. Bizler bu hadiseyi Üzeyr (a.s.) gibi görmedik ama bizzat görmüş gibi iman ediyoruz. Rabbimizin de ifade buyurduğu gibi haşre olan delillerden biri olarak zikredilen bu delili okuyup imanımıza iman katıyoruz. İBRAHİM VE DÖRT KUŞ İkincisi yukarıda kısmen değindiğimiz Hz. İbrahim(a.s.)'ın başından geçen şu hadisedir: Ve hani İbrâhîm: Rabbim! Ölü­leri nasıl dirilttiğini bana göster! demişti. (Rab­bi ise:) Yoksa inanmadın mı? buyurdu. (İb­râhîm:) Hayır (inandım), fakat kalbimin mut­main olması için (istiyorum) dedi. (Bunun üzerine Rabbi) buyurdu ki: Öyle ise kuş(lar)dan dört tâne yakalayıp onları kendine alıştır, sonra (onları kesip parçala,) her bir dağın üzerine onlardan bir parça koy, sonra da onları çağır, (bak nasıl) koşarak sana geleceklerdir! Artık bil ki şüphesiz Allah, Azîz (kudreti dâimâ üstün gelen)dir, Hakîm (her işi hikmetli olan)dır.5 ASHAB-I KEHF Kur'ân'daki bir sureye de isim olan bu kıssaya göre yedi genç ve köpekleri bir zalim ve imansın bir kralın zulmünden kaçarak mağaraya sığınmışlar ve orada 309 sene uyuyarak kalmışlardır.6 Bu kıssa da öldükten sonra dirilmenin olacağına delil olmak üzere zikredilmiştir. Zira Cenab-ı Hak Böylece (insanları) onlardan haberdâr ettik ki, şübhesiz Allah'ın va'dinin, hak olduğunu, yine şübhesiz kıyâ­met(in geleceğin)de hiç şübhe olmadığını bil­sinler!7 buyurmak suretiyle bu gayeyi açıkça ortaya koymuştur. Bu kıssalarla alakalı daha çok şeyler söylemek mümkün olmakla beraber sözü daha fazla uzatmadan şu ayete dikkatleri çekmek istiyoruz; Şimdi Allah'ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz ki O, ölüleri elbette dirilticidir. Çünkü O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.8 İşte bu rahmet eserlerinden birini yine Rabbimizin kelamından öğrenelim. Ve Allah O (Rabbiniz)dir ki, bulutları hemen harekete geçiren rüzgârları gönderdi. Sonra onu (o bulutları) ölü bir beldeye sevk etmişizdir de, onunla o yere ölümünden son­ra hayat vermişizdir. İşte (öldükten sonra) diril­me de böyledir!9 Ayetler bize ifade ediyor ki sizin idrak etmekte zorluk çektiğiniz bu haşir meselesi var ya işte bu kadar kolaydır. Yani bulutların gelip yağmur vermesiyle o ölen arzın tekrar hayat bulması kadar kolaydır. Nitekim bu hadise her sene tekerrür etmekte ve bunun kolaylığına bizler şahit olmaktayız. Kâinat buna benzer haşir numuneleriyle doludur. Yeter ki biz etrafımıza bu nazarla bakabilelim. Kâinat kitabını en güzel bir şekilde okuyan ve okurlarına okutan Bediüzzaman Hazretleri O ki, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da, işte siz ondan yakıp duruyorsunuz.10 ayetini tefsir ederken şunları kaydeder: Ey haşri (öldükten sonra dirilmeyi) inkâr eden adam! Ağaçlara bak! Kışta ölmüş, kemikler gibi hadsiz ağaçları baharda dirilten, yeşillendiren, hattâ her bir ağaçta yaprak ve çiçek ve meyve cihetiyle üç haşrin nümunelerini gösteren bir Zât'a karşı inkâr ile, istib'âd (akıldan uzak görmek) ile kudretine meydan okunmaz! Bu ve benzeri icraatları çok kolay bir şekilde yerine getiren bir Zatın, topraktan yapılan ve sonra toprağa dönen insanı, topraktan yeniden çıkarması istib'âd edilmez. İsyân ile ona meydan okunmaz!11 Zira Rabbimiz Cenab-ı Hak Bir şeyi(n olmasını) dilediği zaman, O'nun emri, ona sâdece Ol! demektir, (o da) hemen olu­verir.12 Kaynaklar: Bakara 2/260İşaratü'l-İ'caz, Bediüzzaman Said Nursi,Kendi yaratılışını unuttu da bize bir misâl getirdi: Onlar çürümüş olduğu hâlde, şu kemikleri kim diriltecek? dedi. De ki: Onları ilk def'a yaratan, (yine) onları diriltecek! Çünki O, her türlü (mahluku ve onları) yaratmayı hakkıyla bilendir. (Yasin 36/78-79)Bakara 2/25Bakara 2/260Kehf 18/10-26Kehf 18/21Rum 30/50Fatır 35/9Yasin 36/80Zülfikār, 25. Söz, s. 110-111Yasin 36/82

Mehmet KURT 01 Aralık
Konu resmiOsmanlıca Erken Dönemde Öğrenilmeli
Mülakatlar

Osmanlıca, Türklerin Müslüman olduktan sonra kabul ettikleri yazı dilinin adıdır. Asırlar boyu devletin şekillenmesinde ve devamında hep bu yazı var olagelmiştir. Malumunuz devlet, kalem ve kılıç üzerindedir. Savunma, iyiliklerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamakla birlikte; ferdin yetişmesi, devletin şekillenmesi, medeniyetin tesisi, kültürün terakümü hep yazı ve lisanla olmuştur. 1923 senesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulmasıyla birlikte, hükümet edenler, 1928 senesinde harflerde ve lisanda değişikliği öngörmüş ve Latin harflerine geçiş yapılmıştır. Milliyetçilik duygusunun telkini ile lisan saflaştırılmaya çalışılmış, Arabi ve Farisi kelimelerden -çok mümkün olamamakla birlikte- arındırılma yoluna gidilmiştir. Ya da Avrupa'dan alınma kelimelerin yanı sıra çoklukla yeni kelimeler uydurulmuştur. Son zamanlarda Osmanlıca konusu tekrar gündeme oturmuş ve bu konuda çok şeyler söylenmiştir. Sayın Başbakanın Liselerde Osmanlıca seçmeli ders olarak okutulacak açıklaması da konunun tuzu biberi olmuştur. Peki, Osmanlıca nedir? Liselerde ders olarak okutulmalı mıdır? İşte bu yazıda yukarıda geçen ve benzeri soruların cevaplarını bulacaksınız. OSMANLICA NEDİR? Osmanlıca, Atilla İlhan'ın da dediği gibi; Türklerin yüzyıllar boyunca geliştirdikleri özgün bir dildir. Arapçadan da, Farsçadan da yararlanmış, ama ikisi de olmamıştır. Yine Prof. Dr. Hamza Zülfikar'ın ifadeleriyle, Osmanlı İmparatorluğu zamanında kullanılan dil, şüphe yok ki Türkçeydi. İçinde fazlasıyla Arapça ve Farsça kelime bulunmasına rağmen cümle yapısı Türkçeydi. Osmanlıca, çoğumuzun zannettiği gibi, ayrı bir dil değildir. Bildiğimiz, kullanageldiğimiz Türkçenin Kur'an harfleriyle yazılmasından ibarettir. Bu arada Müslüman olan Türkler, her şeyleriyle Müslüman olmuşlar, gerek yazı gerekse lisan bakımından Kur'an'a benzemeye, Kur'an temelli bir kültür oluşturma yoluna gitmişlerdir. Bu da olabildiğince normaldir. OSMANLICA OKUMASI VE ANLAŞILMASI ZOR MUDUR? Harf değişikliğinden bu yana tam seksen dört sene geçmiştir. Bu arada sadece yazı itibariyle değil, lisan ve kelime cihetinde de neredeyse hiç irtibat kurulmamış bir yapı durmaktadır karşımızda. Batıya dönen yüzümüzle muhatap olduğumuz Avrupa dilleri, nevzuhur MSN dilleri, Osmanlıcaya karşı maalesef hepimizi yeni bir dil öğreniyormuşçasına yabancılaştırmıştır. En karmaşık kodları öğrenebilen, Çince gibi zor dilleri öğrenmeye gayret eden yeni nesil, Osmanlıcaya karşı kendini yabancı görme zorunluluğuna girmiştir adeta. Peki, Osmanlıca öğrenmek zor mudur? Adınız gibi emin olabilirsiniz ki, gayet derecede kolaydır. Bu söylediğim kuru bir laf değildir, tecrübe ile sabittir. Bunu üniversitede dört yıl boyunca Osmanlıca öğrenmiş, okumuş ve araştırmalar yapmış birisi olarak söylüyorum. Fakat ben Osmanlıcayı üniversiteden çok, yaygın eğitim vesilesiyle öğrenmiş bulunmaktayım. Baba, dede, nene … kelimeleriyle başlayan bir süreçle ve kolaylaştırılmış bir yolla çözmüş birisiyim. Yoksa Osmanlıca üniversitelere mahkum edilmiş, sadece ağır metinlerden oluşan karmakarışık bir yapının adı değildir. OSMANLICANIN KOLAYI ZORU DA MI VAR? Muhatap olduğum ve Osmanlıca konusunda yardımcı olduğumuz arkadaşlara hep şunu söyledim. Osmanlıca öğrenmek sadece on beş dakikadır. Elbette tuhaf karşıladılar. Fakat oturup merhun süreyle çalıştığımızda gördüler ki ben haklıyım. Sonra dediler ki, Peki bu arşivlerde, kütüphanelerde bulunan eserler, kitaplar, evraklar bunlar nasıl okunacak? Onlara dedim, Aynen bu okuduğumuz tarzda olacak. Mesela, siz Türkçe biliyor musunuz? Herkes evet diyecektir. Peki, herkes mesela doktorların yazdığı reçeteleri okuyabiliyor mu? Hayır. Peki, bu durum Türkçe zor anlamına mı gelir? Hayır! Uzmanlık alanı gerektirmek ayrı bir şeydir, Osmanlıca okuyabilmek ayrı bir şeydir. Mesela her tarihçi 'siyakat' yazısını okuyamaz. Bu onun Osmanlıca bilmediği anlamına gelmez, değil mi? YAZIYI OKUYORUZ DA ANLAMIYORUZ Bu, her zaman ve herkes için mümkündür. Herkes her yazılan şeyi her zaman anlamayabilir. Böyle bir durumda ya lügat, kamus, sözlük açılır bakılır; ya da bilen birisine sorulup öğrenilir. Günümüzde Osmanlıca değil, bize tamamen yabancı olan diller bile günlük seyahatler için öğrenilir duruma geldi. Dünyanın global atmosferinin ekonomi dünyasına tesiriyle, dile en yabancı insanlar bile -velev üç-beş kelime de olsa- gittiği coğrafyanın diline ait kelimeler öğrenmeye başladılar. Bilmedikleri kelimeleri sözlükleri açıp ezberlemenin gayreti içerisindeler. Her gün ecnebi lügatinden kırk elli kelime öğrenen birisi, kendi tarihini zapt eden, kayıt altına alan, kültürüne ait manalara zarf olan kelimeleri öğrenmesi çok mu zordur? Ben bunları anlamıyorum demesi, mazeret olarak mı algılanmalıdır, yoksa kendi adına utanç duymayı mı gerektirmelidir? Murat Bardakçı diyor ki; Türkiye'de Osmanlıca bilmeyen entelektüeller cahildir. 1928 öncesi yazılmış şeyleri okuyamıyorsanız eğer, hiç 'okur-yazarım' diye geçinmeyin. Bugün bir İngiliz entelektüeli Shakespeare'i, Shelly'yi okur, bilir. Bizimkiler Nedim'i, Fuzuli'yi anlamaz, Şeyh Galip'i utanmadan İngilizcesinden okurlar. Birçok tarih kitabı hâlâ Osmanlıcandır bizde. Kendi kültürünü bilmeyen entelektüel olamaz. LİSELERDE DERS OLARAK OKUTULMASINA NE GEREK VAR? Kendi çocuğum geçen sene anaokuluna devam etti. Dikkat ediniz, anaokulu diyorum. Ders programlarının içerisinde İngilizce de vardı! Çocuk bazen İngilizce şarkılar söylüyor, bazen bazı şeylere İngilizce kelimelerle karşılık veriyordu. Şimdi Türkiye'de 'liselerde Osmanlıca ders olarak okutulmalı mı?' tartışması yaşanıyor. Ne kadar tuhaf değil mi? Bunun birkaç sebebi olabilir: 1. Bizim liseli çocuklarımız -haşa- geri zekalı. 2. Pedagojik değil. (O zaman anaokullarındaki İngilizce öğretimi hiç değil. Ya da bazı liselerde üç dil öğretilmesi, hatta bazılarında Çince gibi dillerin de varlığı tamamen kaos.) 3. Tamamen şahsi değerlendirme, 'ben istemiyorum' sendromu. 4. İdeolojik. BİR YANLIŞI DÜZELTMEK ADINA Osmanlıca denilince hemen akla en ileri düzey metinler geliyor. Doğru, biriken belgelerin büyük kısmı profesyonel bakış açısına ihtiyaç duyuyorlar. Mesela, ben kendim İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arşivcilik bölümünde ders gördüm. Hocalarımızın çoğu ve bölüm kurucusu tarihçi olmak hasebiyle ilgi alanımız Başbakanlık Osmanlı Arşivleri ve benzer yapılardaki belgeler oldu. Yukarıda da değindiğim gibi, ben Osmanlıcayı etrafımda amatör gözüken fakat öğrenme kolaylığı açısından profesyonel bir yolla öğrendim. Fakat bölüme devam eden arkadaşların çoğu 'elif'i üniversitenin o bölümünde gördüler. Karşılarında profesör, beraberce talim yapmak zorunda kaldılar. Elif, be, te, se … Osmanlıca öğrenmek adına bu başlangıç kısımları liselerde, hatta ortaokulda halledilse daha iyi olmaz mı? Lisedeki bir çocuğun önüne elbette siyakat yazısı ile yazılmış bir belge konulmaz. Fakat en azından harfler, kelimeler, cümleler öğretilebilir. Küçük de olsa aşinalık kazandırılabilir. Bu çocukların her birisi üniversitede profesyonel anlamda Osmanlıca ile ilgilenecek diye bir kayıt olmaz tabii ki, fakat kendi kültürüne ait yazıyı bilmesinden de kimseye zarar gelmez. Bugün öğrettiğimiz Türkçeye ilköğretim birinci sınıftan başlıyoruz ve hemen her öğrenciye öğretiyoruz. Öğrettiğimiz Türkçenin üniversitelerde de karşılıkları var, öyle değil mi? Türkçe Öğretmenliği, Türk Dili ve Edebiyatı gibi. Burada okutulan dersler çok ağır diyerekten hiçbir ilköğretim öğrencisine Türkçe öğrenmeyi yasaklamıyoruz. Neden? Çünkü her yaşın kendi ölçeğinde öğrenmesi gereken kısımları vardır. Uzmanlaşmak isteyen istediği alanda uzmanlaşabilir. Fakat dersler küçük yaştan itibaren o yaşa uygun formatlarda o öğrencilere verilir, verilmek zorundadır. TARİHE AÇILMAK Mustafa Akyol, 'tarihe açılmak' kavramını tekrar hatırlattı bizlere ve dedi ki, Dünyaya açılmak kadar gerekli bir şey daha var Türkiye için: 'Tarihe açılmak.' Daha doğrusu, tarihiyle arasına dikilmiş olan demirden duvarı aşmak. Benim önerim, seçmeli Kur'an derslerinin ötesinde, tüm devlet liselerinde Osmanlıca öğretilmesi ve bunun (seçmeli bile değil) temel ders olmasıdır. Çünkü kendi milletinin bin yıllık birikimine ulaşmak, en az üçgenin iç açılarının toplamını ya da maki bitki örtüsünün bodur boyunu bilmek kadar önemlidir." Doğru söze ne denir? Bugün uluslararası problemlerin bile çözümünde Başbakanlık Osmanlı Arşivi kullanılıyorsa, önümüzdeki mesela 'Ermeni Sorunu' gibi problemler, o bizim yazısını okumaktan aciz kaldığımız belgelerde çözüme kavuşacaksa, MSN dilinden kurtulup biraz da buradan nasiplenmek kötü müdür? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir ferdin tarihini fark etmesi, oraya ilgisinin oluşması için üniversiteyi bekletmek, yüzlerce tercih içerisinden bir ihtimal ilgisinin oraya yönelmesine -bu manayla- fırsat tanıyor olmak, ferdin doğuştan kazandığı hak ve hukuku açısından ne kadar anlamlıdır? Kaldı ki öğrendiği Roma tarihi ve dili değil, kendi atalarının dili ve yazısı olacaktır. UNUTMADAN Arşivde araştırma yaptığım yıllarda etraftaki insanların çoğu yabancıydı. Bu adamların çoğu, bizim arşivlerimizi, yazma eser kütüphanelerimizi en az bizim kadar, belki daha iyi biliyorlardı. Üç kıtada at koşturmuş ve adı silinmeyecek bir ali devlet kurmuş dedelerin torunları! Tarihe açılmak geleceğe açılmak demektir. Kökü olmayan ağaç, meyve vermez. Herkes seni anlamaya çalışırken, senin kendini bilmemen ne kadar doğru olur? Geliniz kolayı zor yapmayalım. Vehmi gerçeğin önüne koymayalım. Önümüzde fırsat ve imkan varken Osmanlıcayı öğrenelim.

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Aralık
Konu resmiKur'ân ve Kâinat Kitabındaki Şifre: Tevâfuk (10)
İtikad

Risâle-i Nurların tevâfuklu yazılması Kur'ân'ın da tevâfuklu yazılabileceğini göstermiştir. Tevâfuklu risâlelerin yazılmasından sonra dikkatler Kur'ân'a yönelir. Kur'ân'ın yazısında görünen bu hârika özelliği ilk defa 1933 yılında Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri keşfetmiştir. Fakat gerek hattatların tevâfuku gör(e)memeleri gerekse matbaacıların dikkatsizliklerinden Kur'ân'ın yazısındaki bu güzelliğin gizli kaldığını ifade eder. Risâle-i Nur'un hizmetinde bulunan fedakâr talebeler, belki de hizmetlerinin âcil bir mükâfatı anlamına gelebilecek olan tevâfukâta çokça nail olmuşlardır. Tevâfukun sâdece yazıya mahsus olmadığı, fiillerde de hârika bir şekilde görüldüğü şimdiye kadar zikrettiğimiz hakikatlerle açıkça ortaya konulmuş oldu. Burada dikkat çekmek istediğimiz bir nokta da hatt-ı Kur'ân ile meşgul olmanın ne derece makbul olduğu ve bu faaliyeti yapan kalemlere yüklenen anlamlardır. Üstad Hazretleri, Risâle-i Nur'un pek çok yerinde kalemi kılıca benzetir. Kalemle yapılan hizmeti, eski zamanda kılıçla yapılan hizmetlere denk tutar. Kendisinin kalemsiz olduğunu ifade ederken; kalemleriyle Risâle-i Nur'a hizmet eden fedaileri alkışlar ve cennetle müjdeler. Hatta sırr-ı ihlâsa tam mazhar ve sadakatle talebe olanların, şehitlerin hayatına mazhar olacağını da haber verir. (1) Böyle bir zamanda Peygamber Efendimizin (asm) sünnetine uyma gayreti ve kalemle Risâle-i Nur'a hizmet etmenin yüz şehit sevabı kazandırabileceğinden de bahseder. (2) Kalemlerin faziletine dair birkaç alıntıyı aktararak bu meseleyi bitirelim. Risâle-i Nur'un şakirtleri ve bu fakir Said'in fedakâr, hâlis, sıddık kardeşleri ve hizmet-i Kur'âniyede gayretli ve ciddi arkadaşları ve ders-i Kur'ân'da O'nun ders arkadaşları ve ellerinde kalemleri birer elmas kılıç hükmünde mübarek ve mücâhid bir cemaatin... (3) Ey Kardeşlerim! Cenâb-ı Hakk'ın bana da sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş, iki nimetin illeti (hakikî sebebi) de rahmet-i İlahiyedir. Ben de sizin gibi iktiranı (yakın olma) illetle iltibas (birbiriyle karıştırma) ederek, bir vakit Risâle-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şâkirtlerinden çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî (okuması var, yazması çok zayıf) bir bîçare nasıl hizmet edecekti? Sonra anladım ki sizlere kalem vâsıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakıyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş, birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, duâ ve beni tebrik ediniz. (4) Sizin fevkalâde sa'y ü gayretiniz Isparta ve civarını bir geniş Medresetü'z-Zehra'ya ve bir Câmiü'l-Ezher'e çevirdiğine bir delil de bu defa matbaacıları da hayrette bırakan yazdıklarınız Asâ-yı Musa mecmuasından yirmiden ziyade mükemmel tevâfuklu nüshalarını bu yarım ümmî kardeşinize göndermenizdir. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn sizlere, yazanlara ve yardım edenlere her bir harfine mukabil bin rahmet eylesin ve binler meyve-i Cennet ihsan etsin ve yüzer hasenat defter-i a'malinizde yazdırsın, âmîn âmîn âmîn! Ben onlara baktım, kalbime geldi ki: Bu kahramanların şimdide bir mükâfatları yok mu? Birden ihtar edildi ki: Onlar, bu mecmuayı yazmakla feylesofları susturan, îmana getiren kuvvetli bir ders-i îmanîyi en evvel kendi kendine tam okuyorlar, mânevî bir hazine kazanıyorlar. Hem onların nüshaları, pek çokların îmanlarını kurtaracaklar veya îmana gelecekler. Bir hadiste vardır ki: Bir tek âdem seninle îmana gelse, sahra dolusu kırmızı koyundan daha hayırlıdır. Hem onlar, bu mübarek kalemleriyle, eski zamanda İslâmiyet'in büyük mücâhid kahramanlarının kılıçlarının kudsî hizmetlerini görüyorlar. Elbette istikbal, onları ve Nurcuları çok alkışlayacak. (5) KUR'ÂNDAKİ TEVÂFUKUN KEŞFİ Risâle-i Nurların tevâfuklu yazılması Kur'ân'ın da tevâfuklu yazılabileceğini göstermiştir. Tevâfuklu risâlelerin yazılmasından sonra dikkatler Kur'ân'a yönelir. Kur'ân'ın yazısında görünen bu hârika özelliği ilk defa 1933 yılında Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri keşfetmiştir. Fakat gerek hattatların tevâfuku gör(e)memeleri gerekse matbaacıların dikkatsizliklerinden Kur'ân'ın yazısındaki bu güzelliğin gizli kaldığını ifade eder. İsterseniz Üstad Hazretleri'nin ifadeleri eşliğinde bu süreci inceleyelim. Nasıl ki risâlelerde kelime tevâfukatı Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan'ın lafza-i Celâl tevâfukatına bir basamak ve Lafz-ı Kur'ân ve lafz-ı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam o sırrın anahtarları oldular. (6) Daha önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi Risâle-i Nur'daki tevâfuklar Kur'ân'daki tevâfuklara basamak olduğu gibi keşfedilmesine de vesile olmuştur. Buna bağlı olarak Kur'ân incelendiğinde Kur'ân'da da tevâfukların olduğu görülür. Bu durum şöyle anlatılır: Bu Hâfız Osman hattıyla yazılan aynı Kur'ân'ı tetkik ettik. Başta Lafzullah olarak gâyet mânidar tevâfukat-ı gaybiyeyi gördük. Ben kendi Kur'ânımda o tevâfukata birer birer işaret koydum. Dikkat ettik ki satırlar ve âyetler ortasındaki fâsılalar intizamsız olduğu için tevâfukatı kısmen bozulmuş. Onunla beraber bize kanaat geldi ki tevâfuk matluptur. Çünkü tekrar eden kelimat üstünde tekerrürden (kelimelerin tekrar etmesinden) gelen kusuru izale edecek (giderecek) bir zinet ve bir güzelliktir. Ve anladık ki sayfa ve satırları değiştirmemekle beraber tekellüfsüz (zorlamadan) o tevâfukat-ı matlube (istenilen tevâfuk) bir derece gösterilebilir. Ve onu göstermekle hatt-ı Kur'âniye bir zevk bir şevk uyandıracak. (7) Üstad Hazretleri'nin Hâfız Osman hattı Kur'ân'da keşfettiği tevâfuk tam mânâsıyla görünmüyordu. Gözlere görünür hâle gelmesi için yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. Başka bir yerde Kur'ân'da keşfettiği bu tevâfuku talebeleriyle paylaştığını görüyoruz. Kardeşlerimle (Hâfız Osman hattı) üç dört ayrı ayrı Kur'ân nüshalarını karşılaştırdık. Hepsinde tevâfuk matlup olduğuna kanaatimiz geldi. Yalnız matbaa müstensihleri başka maksatları takip ettiklerinden bir derece tevâfuklarda intizamsızlık düşmüş. Düzenlense pek nâdir istisna ile Kur''ân'ın tamamında iki bin sekiz yüz altı adet [2806] Allah lafzında tevâfuklar görünecektir. Ve bunda bir mucizelik ışığı parlıyor. Çünkü insan fikri bu pek geniş sahifeyi kuşatamaz ve karışamaz. Tesadüfün ise bu mânâlı ve hikmetli hâle eli ulaşamaz. (8) Daha önceki sayılarda açıkladığımız gibi tevâfuk Allah'ın fiilidir. İnsan irâdesinin eseri değildir. Kişinin maharetinin mahsulü de değildir. Doğrudan doğruya Allah'ın irâde ve kudretinin yazıya ya da fiile aksetmesi, gaybî bir müdahalesidir. Özellikle risâlelerde görünen tevâfuklar inâyet-i İlahiyenin bir eseridir. Kur'ân'daki tevâfukları, bir insanın düşünüp tasarlaması ise imkânsızdır. Çünkü o kadar geniş bir alandır ki insan hâfızasının bunu kuşatması asla mümkün değildir. Bu hususu ilerleyen yazılarımızda daha geniş bir açıdan ele alacağız inşaallah. Kaynaklar: Emirdağ Lâhikası-1, 128; Asâ-yı Musa, 64, Osmanlıca asıl nüsha Lemalar, 175, Altınbaşak Neşriyat, Osmanlıca asıl nüsha Mektubat-1, 187, Altınbaşak Neşriyat, Osmanlıca asıl nüsha Lemalar, 141, Altınbaşak Neşriyat, Osmanlıca asıl nüsha Emirdağ Lâhikası-1, 99 Rumuzât-ı Semâniye, 82,83 Rumuzât-ı Semâniye, 5,8 Rumuzât-ı Semâniye, 63

Zafer ZENGİN 01 Aralık
Konu resmiYeni Yıldan Neler Bekliyoruz?
İnsan

TEMİZ VE PAK BİR ÇEŞME Her devrin itibar ettiği metalar var; 'bilgi' bugünün en değerli cevheri ve sahip olmak için en çok mücadele edilen zenginlik. Geçmişe nispetle bilgiye ulaşmak da çok kolay artık, adeta yağmur gibi bilgi yağıyor şeş cihetten üzerimize. Öyle ki yağan bu bilgi sağanağı zaman zaman sele hatta tsunamiye dönüşüyor; önüne kattığı yığınları derin uçurumlara, ateş dağlarına veya sonu gelmez yokuşlara sürüklüyor! Bilgiye ulaşma suhuleti veya tersten ifade edilecek olursa bilginin insana ulaşma kolaylığı beraberinde bazen sonu gelmez bir keşmekeşe bazen de telaş verici bir vesveseye sebep oluyor. Veya bu kolaylık, şayet 'temyiz edici' bir irade yoksa insanlardaki bilgi heyecanından çok cehalet ateşini körüklüyor! Bu ateş de hikmet ve hakikat namına ne varsa kül ediyor! Çünkü bu kolaylık kontrol edilebilen bir kolaylık değil, tahrip edici bir kolaylık! Her değerli şey gibi bilginin de sahtesi var çünkü! Her merğub meta gibi bilgi ile de kitleler bir yönlendirilmek isteniyor çünkü! Savaşlar bile medya üzerinden bilgi alıp bilgi satarak yapılıyor bugün! Zamanın sakinleri, sonuçta, çok şey bilen ama çok az bilgili insanlar haline geliyorlar! Her önüne gelen yemekten birkaç lokma alıp sonunda mide fesadı yaşayan insan gibi akıl midesini her türlü bilgiyle gelişigüzel dolduran insanlar da akıl fesadına maruz kalıyorlar! Bugünkü umumi vaziyetimiz bu değil mi? İyi düşünelim ve samimi olalım: Bu kadar bulanık suyun arasında temiz ve pak bir çeşmeye ihtiyacımız yok mu? BİLGİ-SAYARLAR NEYİ SAY(A)MAZ? Bilgiyi saymak için makinelerin her yanımızı sardığı şimdilerde bilginin saygınlığı aslında kıymetine münasip bir seviyede değil! Çabuk kullanılıp atılan bir ihtiyaç malzemesi gibi! Tüketim alışkanlıkları bilgi tüketimine de yansımış! Tüketip yenisine iştahla saldırıyoruz. Ama kolay ulaşılan bilgilerin bizi 'bilim'e ulaştırdığını iddia edebilir miyiz? Bu bilgilerin 'ilim' kırıntıları olabileceğini düşünebilir miyiz? Hele bu bilgilerin 'hikmet'e giden yolun taşları mesabesinde olduğunu zannedebilir miyiz? Böyle düşünür ve kabul edersek yanılırız! Yanarız da! Bugün en çok ihtiyacımız olan şey 'çok şey bilmek' değil yahut 'her şeyden bir şeyler bilmek' değil, bir şeyleri ve lüzumlu bir sahadaki bir şeyleri çok iyi bilmek. Yani 'hazımlı ve derinlikli' bilgi… Bu bilgiyi de 'hikmet' aşkı ve 'marifet' nazarıyla 'ilm'e inkılâp ettirmek ve bu suretle faydalı kılmak. Asıl mesele bu! Ne bilirsen, hangi sahada bilim yaparsan yahut hangi ilimle meşgul olursan ol, kâinattaki nizamı anlamaya, insanoğluna hizmet etmeye odaklı olmalı. Bu zihniyetin teşekkülü ve bu şuurun teessüsü bugünkü popüler bakış açısıyla mümkün değil! Bugünkü hakim medeniyetin kodlarıyla tespit edilen vizyon ve misyonla bu hedefe ulaşmak bu anlayışa erişmek imkansız. Nazarları değiştirmek, ezberleri bozmak, gözlükleri yenilemek gerek önce. DÜŞÜNME DEĞİL, FİİLİYAT ZAMANI Bilginin en kıymetli meta olduğu ama tarihinde belki de en çok değersizleştirildiği bu zamanda aklı başında her kurum ve cemiyet 'yetişmiş adam' ihtiyacını iliklerine kadar hissediyor ve bu sahada adımlar atıyor. Cumhuriyet döneminin hâkim mantığı ile sistem, 'tek tip', 'dünyevi', 'seküler' insan yetiştirmeye odaklandı. Medreselerin kapısına kilit vuruldu, mektepler uzunca bir dönem ve çoğunlukla bilim adamı yerine dünyadan, tarihten, istikbalden kopuk ucubeler üretti. Aradan sıyrılıp sistemin çarkları altında ezilmekten kurtulmayı başarıp arzu edilen ilimlerle mücehhez hale gelenler 'yetişmiş adam' sınıfına dâhil oldu. Bugün, bu bakış açısıyla âlim, ilim adamı, bilim insanı yetiştiren müesseseler yok mu? Artık var ve çoğalıyor. Ama henüz yolun çok başındalar. Asrı kasıp kavuran 'tereddüt' ve popüler olmayan 'kıymetli'ye olan 'az rağbet' akil adamları düşündürüyor. Oysa düşünme değil, fiiliyat zamanı artık. İşte İrfan Mektebi bu şuurla yedi yıldır sizlerle… *** İRFAN MEKTEBİ 1434'e merhaba dedik geçtiğimiz ayın 16'sında, şimdi de 2013'ü karşılamak üzereyiz. Zaman sür'atle akıyor, altı yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçti ve İrfan Mektebi bu sayı ile yedinci yaşına da basmış oluyor. 'Yedi yaş' insanda mühim bir eşiktir; hem 'namaz' hem 'mektep' yaşıdır. Mecmua ve mevkuteler için de öyle denebilir. Bugüne kadar geldiğimiz noktadan daha ileriye taşımamız gerekiyor 1434/2013'te İrfan Mektebi'ni. İlmi teraküm ve imal-i fikir hem 'sabır' ve 'cehd' hem de 'sebat' ve 'istikamet' ister. İlk yedi yılında bile çok güzel meyveler veren İrfan Mektebi ümit ediyoruz önümüzdeki yıllarda muvaffakiyetini katlayarak artıracak ve ilim ve irfan dünyamıza nitelikli katkılar sunmaya devam edecektir. Yedinci yaşımıza bastık elhamdülillah. Binlerce sayfa telif yapan yüzü aşkın yazarımıza teşekkürler... Onbinlerce okurumuza dergimizin ulaşması için gayret eden abone ve dağıtım servisimize ve iki yüzü aşkın temsilcimize teşekkürler… Başladığımız günden bu vakte kadar her zaman dua ve desteklerini esirgemeyen Hayrat Vakfı İdare Heyeti'ne ve çalışanlarına ve bağlı olduğumuz Süeda Neşriyat'a teşekkürler… Başladığımız gün kadar heyecanlı ve iştiyaklıyız. İlk günkü şevkle ama yetmiş iki sayının tecrübesiyle yeni yılda yepyeni çalışmalarla marifet ve hikmet deryasının derinlerinden inciler çıkarmaya devam edeceğiz. Hep birlikte. Gayret ve çalışmak bizden, Tevfik, her zaman ve daima Cenab-ı Vahibül-Ataya Hazretlerindendir. Allah'a emanet olunuz.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Aralık