79. Sayı: "Balkanların Yeniden Yükselişi"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiFaizin Toplumsal Zararları
İtikad

İktisadi olaylara aynı zamanda sosyal olaylar gözü ile bakılabileceğine göre, faizin ve faiz sebebiyle meydana gelen tüm olumsuzlukların iktisadi etkilerine de sosyal etkileri gözüyle bakılabilir. Nitekim iktisadi aksaklıkların mevcut olduğu ülkelerde; yani işsizliğin yüksek, gelir düzeyinin düşük, gelir dağılımının bozuk olduğu toplumlarda insanlar, Platon’un deyimiyle, içlerinde zehir taşıyan başıboş bir kitle gibidir. Bu insanların kimi borca boğulmuştur, kimi yüz karasına, kimi de her ikisine. Mallarını ellerinden alanlara ve bütün yurttaşlara kin besler, gizli gizli toplanıp onlara kötülük etme yollarını aralar. Bütün düşünceleri devleti yıkmak, düzeni değiştirmek olur.1 Bu mutsuz insanları görmezden gelen zenginlerse, borç verip faiz almaktan başka bir şey düşünmezler. Zehirli iğneleri, yani paralarıyla darda kalan yurttaşları sokmaya devam ederler. Onlar sermayelerini büyüttükçe toplumda da yabanarıları ve serseriler, çoğaldıkça çoğalır.2 Binaenaleyh biz de bu yazımızda, faizin toplumsal zararlarına ana hatlarıyla değinmeye çalışacağız. Sosyal Ayrışma ve Zıtlaşma Tehlikesi Faizin neden olduğu birçok ekonomik problemden birisi olan enflasyon, sosyal yapıyı ve sosyal sınıflar arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkiler. Gelir ve servetin enflasyon sebebiyle adaletsiz bir şekilde dağılması, orta sınıfın erimesine yol açarak toplum piramidinde çok yüksek gelirliler ve çok düşük gelirliler, zenginler ve fakirler diye yekdiğerinden keskin bir şekilde ayıran iki kutbun oluşmasına yol açar. Sosyal sınıflar ve tabakalar arasındaki mesafenin çok açılması, başlı başına bir dengesizlik, huzursuzluk ve gerginlik kaynağıdır. Gerçekten enflasyondan sebebiyle refah kaybına uğrayan ve sefalete düşenler, bu duruma kendilerinin hiçbir katkısı olmaksızın ve hiçbir şeyin karşılığında olmadan, adeta durup dururken maruz kalmış olurlar. Böyle olunca “enflasyon fakirleri”nin “enflasyon zenginleri”ne bakışı ister istemez dostane değil, hasımane olacaktır. Bu durumun ise sosyal sınıflar ve gruplar arasında gerginliklere, hatta geçim sıkıntısı yükünün çekilemez bir noktaya varması halinde sosyal patlamalara yol açabileceği açıktır.3 Sınıfları arasındaki mesafe hayli geniş olan ve bunun yansımaları olan çok farklı hayat tarzları, alt ve üst gelir gruplarının adeta yekdiğerine temassız yaşadıkları farklı yerleşim yerleri ve yekdiğeriyle alakasız zevkleri olan bir toplum, aslında faizden veya faizin çarpan etkisiyle etkilediği ekonomik yapıdan tezahür eden problemlerden kaynaklanmaktadır.4 Faizin sosyal sınıf ayrıştırmasına ve çatışmasına yol açması yeni bir problem değildir aslında; varlığı “antik çağ”a kadar uzanır. Şöyle ki, antik çağda faizle ödünç verme işleminin yaygınlaşmasından sonra, küçük üreticiler, rant ödeyebilmek için yüksek faizlerle borçlanmışlar, borçlarını geri ödeyemedikleri zaman da köle durumuna düşmüşlerdir. Böylece kölelik için yeni bir kaynak oluşturulmuştur. Gelişen sanayi ve ticarete paralel olarak, küçük köylüler ve büyük toprak sahipleri arasında yeni bir sosyal sınıf ortaya çıkmıştır. Bu şehirli zengin sınıfı, kontrolü altındaki diğer kesimlerle birlikte köylüleri de yanlarına alarak, soylulara karşı bir cephe oluşturmuştur. Sonuç itibariyle sitenin zengin ve fakir sınıfları arasındaki fark artmış ve sınıflar arası çatışmalarla iktidar çekişmeleri hız kazanmıştır.5  Bediüzzaman’ın şu ifadesi, bu hususta gerçekten dikkat çekicidir; “Kavga kapısını kapamak için banka(faiz) kapısını kapayınız.”6 Yine Kureşi bu hususa ışık tutan şöyle bir tespitte bulunur: “Dünyanın içinde bulunduğu karışıklık ve bozuklukların çoğunda bu faiz denen şeyin mesuliyeti vardır.”7 Azınlığın Söz Sahibi Olması Faiz kurumu ve onun harekete geçirdiği kredi mekanizması sayesinde son derece küçük bir grup, bütün bir ekonominin tasarruflarının tamamına hükmeder ve kendi öz kaynaklarıyla orantısız, muazzam bir mali gücün tam avantajlarını kullanılır hale gelebilir. Yani başkasının taşıyla, başkasının kuşunu vurarak gittikçe zenginleşebilir.8 Ferd ferd insanların ya da hükümetlerin giriştikleri faizli borçlanmalar yüzünden bütün insanlığın alın teri akıtarak elde ettiği kazançlar bir avuç azınlığın eline geçmektedir.9 Servetin tekelleşmesi ile sonuçlanan bu borçlanmalar, servet sahiplerini idarede de dâhil olmak üzere birçok alanda söz sahibi yapar. Böylece bu azınlık grup, kendi menfaatlerine uygun kanunların çıkarılması, aleyhlerinde olan kanunların değiştirilmesi girişiminde bulunurlar.10 Veyahut kendi menfaatlerine uygun kişileri, istedikleri idari pozisyona getirip, menfaatlerine uygun düşmeyen kişileri bulundukları pozisyonlarından indirilmesi yoluna girerler.11 Ayrıca, kamu imkanlarını kendi menfaatleri için kullanmaktan çekinmezler. Netice de, bu tür bir yapıya sahip toplumların nüfuslarının sınıfsal dağılımı, bir piramidi andırırken, gelirlerinin sınıfsal dağılımı ters bir piramidi andırır. Yani böyle toplumların siyasi yapısı ve sistemleri de onların ekonomik ve sosyal yapılarını yansıtır.12 Savaş ve Buhran Sebebi Olması Faizin önemli zararlarından birisi de, buhrana sebep olması; diğer bir ifadeyle kaos sebebi olmasıdır. Perviz Hatemi, 1931 ve 1939 yıllarında Amerika’nın yaşadığı buhranı şöyle anlatır: “Büyük ticari ve sınai kuruluşlar, para ihtiyacını karşılamak istemişler, borç senetleri ile büyük ölçüde borçlanmışlardır. Üretim fazlalaşıp talep azalınca da bir çıkmaza girmişlerdir, fiyatları düşürseler, masrafları ve ödemeleri gereken faizi karşılayamayacaklar, bu fiyatlarla da sürüm imkânı yok. O zaman hükümet karşılıksız para basmış ve sonuçta ciddi bir buhranla karşılaşmıştır.13 Bir Alman yazar da faiz felaketi isimli eserinde dünyadaki ekonomik kaosun sebebinin faizden kaynaklandığını yazmış ve bütün dünyanın birbirini aldattığını ispat etmiştir.14 Bir başka açıdan denilebilir ki, faizin meydana getirdiği ekonomik bunalım ve bunun devamı olarak ortaya çıkan siyasi istikrarsızlık, çeşitli şekillerde tezahür edebilir. Bu, siyasi iktidarın muhalif gruplar lehine seçimle el değiştirmesinden, siyasi amaçlı cinayet, çatışma ve soygunlara, askeri müdahalelere ve hatta ihtilâllere kadar uzanan bir çeşitlilik gösterir. Bu bakımdan Türkiye’nin son 50 yıllık tarihini hatırlamak yeterlidir.15 Gelecek Kuşaklara Aktarılan Borç Devletlerin faizle borçlanması, gelir dağılımı üzerinde bazı etkiler meydana getirdiği gibi, gelecek kuşaklara yüklenen bir borç olması yönünden de zararlıdır. J. Buchanan, devlete kendi istekleriyle borç verenlerin aldıkları faiz nedeniyle, ekonominin genelinde oluşan yükten etkilenmeyeceklerini ifade etmektedir. Ancak bu kuşağın devlete verdikleri borç karşılığı elde ettikleri faiz geliri, gelecek kuşakların ödeyecekleri vergilerle finanse edilecektir. Diğer bir ifade ile borcun yükü gelecek kuşaklara aktarılmış olacaktır.16 İçtimai Düzeni Bozması Eğer her ekonomik dönemeçte ve faaliyette ihtiyaçları kadar veya ihtiyaçlarından fazla alım gücüne sahip olan kimseler, güçlerinin önemli bir bölümünü, ne kendileri mal veya ürün satıl almak için kullanmak, ne de bunu alım gücü az olanlara aktarmak yerine frenlemeye ve ellerinde toplamaya devam ederlerse, toplumun ekonomik ürünlerinin önemli bir bölümünün satışının durması beklenir. Mal ve tüketim azalınca da istihdam da azalma olur. İstihdamdaki azalma, gelirin düşmesine yol açar. Ve gelirlerin düşmesi ticari malların tüketiminde düşmeye yol açar. Dolayısı ile tüm toplumun refahı ve içtimai düzen ciddi şekilde zarar görür.17 Yine faiz nedeniyle, sermaye piyasasının faiz oranına göre az kârlı olan fakat mâli açıdan fazla faydalı olmayan; ancak genel kamu yararına olan işlere yönelmez. Tam aksine, sermaye gereksiz ama daha kârlı işlere akar. Diğer bir deyişle, faiz faktörünün aynı zamanda maliyet faktörü olmasından dolayı, sermaye sahibi, kârı düşük ama sosyal faydası fazla olan yatırımlar yerine, yüksek gelir getirebilecek sektörlere yatırım yapmayı tercih edecektir. Bu ise, tabii olarak içtimai düzeninin sağlığının bozulmasına sebep olur.

Cengizhan SALİH 01 Haziran
Konu resmiHiç Ölmeyecekmiş Gibi Dünya İçin, Yarın Ölecekmiş Gibi Ahiret İçin Çalış!
İbadet

Bazı kardeşlerimiz “Hiç ölmeyecek gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış” sözü hadis midir, hadis ise bazıları bunu niçin inkâr ediyor?  diye soruyor. Burada bu soruyu cevaplandırmaya çalışa­lım.Yukarıda bahsi geçen cümleye benzer şöyle bir hadis vardır:“Kendini hiç ölmeyecek zanneden kişinin çalışması gibi (dünya için) çalış, yarın ölece­ği­ni zanneden kişinin korkması gibi (günahlar­dan) kork. (Abdurrauf El-Münavi, Feyzül-Kadir, c, 2, s, 12. Mektebetül Ticariy­yetül Kübra. Mısır. 1356, Kenzül Ummal, c, 3, s, 40, hn: 5379. Beyhaki, Askeri ve Ebu Nuaym’dan naklen.)Bu hadisi destekleyen benzeri başka hadis­lerde var. Mesela “Sizin hayırlınız dünyası için ahiretini, ahireti için dünyasını terk etmeyendir” hadisi benzer bir hadistir. (Kenzül Ummal, c, 3, s, 238, 6336).Bu hadis zayıf olarak rivayet edilmiştir. Fakat zayıf hadis, bu gün bazılarının telakki ettiği gibi, mevzu hadisle aynı değildir. Mevzu hadis uydurma demektir ve onun Peygamberimize nisbeti haramdır. Hâlbuki zayıf hadis Pey­gamberimizden rivayet edilmekle beraber, -ekseriyetle- ravilerdeki kusurlardan dolayı, ha­sen veya sahih derecesine çıkamayan ha­dis­tir. Zayıf hadis bazı âlimlerce ahkâmda delil kabul edilmişse de, âlimlerin ekseriyeti ahkâmda değil, amellerin fazileti konusunda zayıf hadisle amel edileceğini kabul etmişlerdir.1Bu hadis dünya için olsun, ahiret için olsun, yapılacak işlerin ciddiyetle ele alınması gerektiğini remzetmektedir. Yarın ölecek olan insan, bütün dünyevi işlerini unutur ve samimi ve ciddi bir şekilde ahiretine yönelir. Hiç ölmeyecek olan insan da, yapacağı işlerin ileride yüzlerce yıl kendine faydalı olabilmesi için yaptığını sağlam ve dayanıklı, güzel yapması gerektiğini düşünür. Bu yönüyle bu hadis hem dünya hem de ahiret işlerini, mühimseme, ciddiye alma gerektiğine dikkat çekiyor. Bu ve benzeri hadisler, İslamın dünya ve ahiret arasında denge kurduğunu da gösteren hadislerdir. İslam ne Hristiyanların ruhbanlık anlayışı gibi tamamen dünyayı terk etmeyi, ne de Yahudilerin dünyaya tapacak derecede hırs­la dünyaya saldırmalarını kabul etmemektedir. O müntesiplerine hem dünya için, hem de ahiret için çalışmalarını tavsiye etmektedir. Burada bu manaları teyid eden şu ayetleri de hatırlayalım:İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, “Rabbi­miz! Bize (nasibimizi) dünyada ver” derler; böyle kimseler için ahirette bir nasip yoktur. Onlardan öyle kimseler de vardır ki, “Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından muhafaza eyle” derler. İşte onlara, kazandıklarından bir nasip vardır. Allah hesabı çabuk görendir”. (Bakara, 200, 202)Yine Kur’ân’da, Karun’a nasihat edenlerin şöyle dediği zikredilir: “Allah’ın sana verdiği servet ile ahiret yurdunu ara; dünyadan da nasibini unutma; Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et”. (Kasas, 77) ***Bazı çevreler, hadisin baş tarafındaki “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış” ifadesini halk su-i istimal ettiği için, hadisi inkâr ediyor. Hâlbuki bu hadisin hakiki manasını ortaya koyup, bu su-i istimal önlenmesi gerekirken, hadisi inkâr yanlıştır. Bir hata düzeltilmek istenirken başka bir hata işleniyor. “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için” çalışmak gerektiğini söyleyerek, dünyaya aşırı derecede dalıp, ahireti unutanlara, bizim hadisin ikinci kısmını hatırlatmamız yeterlidir.  Kaynak: 1- Bkz: Zafer Ahmed Et-Tehanevi, Yeni Usul-i Hadis, Tercüme İbrahim Canan. TÖV. Yayınları, 1982, İzmir, s, 89. / Talat Koçyiğit. Hadis Istılahları, AÜİF, yay.2. baskı.1985, s, 467.

İdris TÜZÜN 01 Haziran
Konu resmiOsmanlı'da Eğitim Öğretim Kurumları
Eğitim

Osmanlı Devleti büyük bir medeniyeti devralmış ve sürdürmüştür. Kendinden önce kurulmuş olan İslam Devletleri’nin birikim ve tecrübeleri Osmanlı’nın bakiyesine kalmıştır. İhtiyaca ve zamanın şartlarına göre bu yapı zenginleştirilerek yenilenmiştir. Osmanlı’da eğitim öğretim müesseseleri, temelini iki kaynaktan almıştır. Bunlar; Osmanlı devlet adamları tarafından açılan eğitim müesseseleri ve sivil olarak kurulan eğitim müesseseleridir. Büyük bir imparatorluk kurup altı asır ayakta kalan bir devletin eğitim sistemini bir kaç sayfada anlatmak elbette mümkün değildir. Bu yazıda Osmanlı Devleti’nin belli başlı eğitim kurumları hakkında genel tarihi bilgiler vermeyi hedefliyoruz. SIBYAN MEKTEPLERİ Osmanlı eğitim sisteminde ilköğretim seviyesindeki okullara genel olarak “Sıbyan Mektebi” veya “Mahalle Mektebi” denil­mektedir. İlk Kur’ân eğitimi, Osmanlıca okuma ve yazma, temel dini bilgiler ve temel matematik bu okulların genel müfredatı idi. Her mahallede bulunduğu için “Mahalle Mektepleri”, taş bina olarak inşa edildiği için “Taşmektep” de denilen bu okullar eğitimin ilk basamağını oluştururlardı. Mahalle mektepleri direk devlet tarafından yaptırılmayıp padişahlar, sadrazamlar, vezirler, devletin üst kademesinde yer alan kişiler ve halk arasındaki maddî gücü iyi olanlar tarafından yaptırılırdı. Bu okulların giderleri karşılanmak üzere okulu yaptıran tarafından veya o mahallenin ileri gelenleri tarafından be­lirli maddi akar vakfedilmiştir. 5-6 yaşlarında çocuklar bu okullara başlayıp 13-15 yaşlarında bitirirlerdi.1 Çocukların bu okula başlamaları bir törenle olur bu törene yed-i besmele veya âmin alayı denilmiştir. Bu okullarda vazife yapan eğitimciye “muallim” denirdi. Tanzimat’tan sonra bu eğitim kurumları ile ilgili genel düzenlemeler yapılmıştır. MEDRESELER İslam Devletleri’nin en önemli eğitim merkezi olan medreseler, Osmanlı Devleti için de eğitim sisteminin temel merkezi durumundadır. Peygamber Efendimizin (sav) Ashab-ı Suffa ile başlattığı bu müessese tarihi süreçte farklı yapılar kazanarak Osmanlı’ya kadar gelmiştir. Medreseler Osmanlı’ya gelinceye kadar oturmuş bir eğitim sistemi haline gelmişti. Osmanlı bu yapıyı devralmış ve zenginleştirmeye çalışmıştır. Osmanlılar’da ilk medrese Orhan Gazi tarafından İznik’in fethinden sonra 1331 yılında kurulmuştur. Bu medrese İznik Orhaniyesi olarak da adlandırılan İznik Medresesi’dir. Bursa’nın fethi ile burası medreselerin çoklukla açıldığı bir ilim merkezi haline geldi. Orhan Gazi, I. Murad, Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmet, II. Murad ve Osmanlı devlet adamlarından medrese yaptıranlarla birlikte Bursa’da 21 medrese inşa edilmiştir. Edirne’nin fethine kadar Bursa medreseleri Osmanlı ilim dünyasının merkezi durumda idiler. Devletin merkezinin Edirne’ye taşınması ile Edirne’de yapılan medreseler ön plana çıkmıştır. II. Murad döneminde Edirne’ye çok sayıda medrese inşa edilmiştir. İstanbul’un fethinden sonra Fatih’in inşa ettirdiği Sahn-ı Semân medreselerine kadar Osmanlı’nın en önemli bilim merkezi ve medreseleri Edirne medreseleri olmuştur. Özellikle de II. Murad’ın Darü’l Hadis medresesi dönemin en yüksek Osmanlı medresesi olarak karşımıza çıkmaktadır. İstanbul’un fethi ile Osmanlı ilim hayatı ve medreseleri için yeni bir dönem başlamış oldu. İlk olarak Ayasofya’nın odaları ve Zeyrek’te bazı kiliseler medreseye çevrilerek ilim faliyetlerini yürüttü. 1459’da Eyüp medresesi 1470’te Fatih Külliyesi içinde Sahn-ı Semân medreseleri eğitim faliyetlerine başladı. Sahn-ı Semân medreseleri bir asır Osmanlı medreseleri’nin merkezi olmuş ve Süleymaniye medreseleri açılıncaya kadar Osmanlı’nın en yüksek medreseleri olarak devam etmiştir. Medrese-i Evvel, Medrese-i Sâni, Medrese-i Sâlis, Darüşşifa, Darü’l Hadis ve bir tıp medresesinden oluşan Süleymaniye medreseleri Osmanlı eğitimde varılan en üst dereceyi temsil ediyordu.2 İstanbul’da medreseler genelde bugün Fatih Belediyesi sınırları olan suriçinde yoğunluk göstermektedir. Suriçi hariç İstanbul’un farklı yerlerinde de birçok medrese bilim faliyetlerini yürütmüştür. Anadolu’da birçok merkezde medreseler açıldığı gibi Osmanlı toprakları dâhilinde olan bütün bölgelerde çok sayıda medreseler İslam bilim merkezleri olarak faaliyetlerini yürütmüştür. Ekrem Hakkı Ayverdi “Avrupada Osmanlı Mimari Eserleri” adlı eserinde Balkanlar’da; Bulgaristan’da 142 medrese, 273 mektep, Yunanistan’da 182 medrese, 315 mektep, Yugoslavya’da 223 medrese 1134 mektep, Arnavutluk’ta 28 medrese, 121 mektebin yapıldığını belirtmiştir.3 Yeni fethedilen bir bölgede hemen bir medrese inşa etmek bir gelenek haline gelmiştir. Osmanlı’da İslamiyeti buralara götürmenin en güzel yollarından biri olarak fethedilen bölgeye medrese ve mektepler inşa edip eğitim faliyetlerini başlatmak olmuştur. Medreselerin kendi arasında farklı dereceleri vardı. Bursa medreseleri Fatih ve Süleymaniye medreselerine göre ibtidai kalmıştır. İstan­bul’da Fatih ve Süleymaniye medreseleri dönemlerinin padişahları tarafından farklı kategori ve isimlerle derecelendirilmiştir. Anadolu ve Avrupa’daki medreselerin durumu bu düzenlemeler ve derecelendirmelere girmemiştir. Padişahların yaptırdığı med­reselerdeki müderrisler belli kademeleri atlayarak yükseliyorlardı. Aldıkları maaş ise belli kriterlerle yükseltiliyordu. Osmanlı’nın ilmiye teşkilatının büyük bir kısmını müderrisler oluşturuyordu. Mü­derrisler aldıkları eğitim ile yargı ve fetva alanında da hizmet verebiliyorlardı. Her bir alanın kendi prosedürleri vardı ve bu prosedürlere göre kadılık ve müftülük gibi vazifeleri de yapabilirlerdi. Bir müderrisin ders vermeye başlaması için “icâzet” alması gerekirdi. Bir diploma hüviyetinde olan icâzet aslında bir resmi yeterlilik belgesi özelliğini taşırdı. Müderrislerin aldıkları maaş ve tanınan birtakım maddi imkânlar göz önünde bulundurulursa geçim sıkıntısına düşmeden vazifelerini yapabilmeleri amaçlanmıştır. Eser yazabilecek bir kabiliyette olan, öğrenci ile müderris arasında bir statüsü olan, öğrencilerin derslerini takip edip hazmetmelerini sağlayan müderrisin verdiği dersi tekrar eden kişiyede “muid” ismi verilmiştir. Öğrenci sayısının durumuna göre her müderrise bir yada iki muid yardımcı oluyordu.4 Medreselerde okutulan kitaplar İslam dünyasının meşhur âlimleri tarafından yazılan kitaplardı. Bununla beraber Molla Fenari, Molla Hüsrev, Molla Gürani, Ebusuud Efendi, İmam Birgivi, İbrahim b. Muhammed el-Halebî gibi Osmanlı âlimlerinin eserleri de medreselerde okutulmuştur. Matematik, Mühendislik, Tıp ve teknik dersler medreselerin önemli dersleri arasında idi. Osmanlı medreselerinde yetişen müderrislerin telif ettiği eserlere bakarsak Tarih, Coğrafya, Fars Edebiyatı ve Arap Edebiyatı alanlarında da ciddi birikimleri olduğunu görüyoruz. ENDERUN MEKTEBİ Osmanlı Sarayı bir bütün olarak bir eğitim merkezi durumundadır. Sarayın bir bölümü “Enderun” olarak adlandırılmıştır. Osmanlı devleti kısa zamanda sınırlarını genişleterek yeni yönetim sahalarını topraklarına dâhil etmiş, ihtiyaç duyduğu idari ve askeri kadroyu yetiştirdiği bir bürokrat okulu kurmuştur. Enderun olarak adlandırılan bu eğitim merkezi medrese dışında en önemli resmi eğitim kurumudur. II. Murad döneminde Edirne sarayında temelleri atılan bu eğitim müessesesi Fatih döneminde tam teşkilatlı olarak olarak açılmıştır.5 Bu müessese tarihi süreçte farklı yapılar kazanarak XIX. yüzyıl başlarına kadar etkisini devam ettirmiştir. Enderun’da yetişecek çocuklar devşirme yöntemi ile öncelikle Müslüman Türk ailelerin yanında Türkçeyi ve İslami esasları öğrenip belirli bir adâp verildikten sonra Edirne’de ve İstanbul’da farklı saraylarda eğitim sürecine başlarlardı. Enderun’a seçilecek adaylar Osmanlı’nın özel bir eğitimci kadrosu tarafından, belirli kriterler gözetilerek seçilirdi. Enderun eğitiminde adaylar bir süre eğitimden geçtikten sonra özel olanlar eğitime devam ederdi. Bunlar genelde zekâsı ve becerisi hemen göze çarpan ve idari kabiliyetleri ortaya çıkmış kişiler olurdu. Diğerleri bu okuldan ayrılıp Osmanlı’nın askeri kadrolarına katılırdı. Enderun’da yetişen gençler sarayın için­de olduklarından Osmanlı yönetim meka­niz­masını direkt olarak görebiliyorlardı. Top­kapı Sarayı asırlar boyunca dünyanın büyük bir kısmının yönetildiği bir merkez olarak devam etti. Devlet sınırları içinden beylerbeyleri, sancak beyleri, kadılar, Müs­lüman ve gayri müslüm devletlerden gelen diplomatlar, he­yetler, elçiler, Divan-ı Hümayun üyeleri, sadrazamlar, vezirler bu sarayda yoğun çalışmalar yürütüyordu. Enderun’da yetişen öğrenciler uzun yıllar bu yapının içinde ciddi bir disiplinle eğitimden geçip Osmanlı’nın merkez ve taşra teşkilatlarında önemli görevler almışlardır. Beylerbeyleri, sancak beyleri, ve diğer idari görevliler genellikle bu kurumdan çıkmıştır. Kaynaklar: 1- Zülfü Demirtaş, Osmanlı’da Sıbyan Mektepleri ve İlköğretim Örgütlenmesi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,  Elazığ 2007, C. 17, S. 1 s. 173-183,2-  Mehmet ipşirli, “Medrese”, DİA, XXVIII, Ankara 2003,s. 327-3333-  Ekrem Hakkı Ayverdi, Avrupa’da Osmanlı Mimari Eserleri, İstanbul 1977,I-IV4-  Mefahil Hızlı, Osmanlı Klasik Döneminde Medrese, Türkler, XI, s. 4265-  Mehmet İpşirli, “Enderun”, DİA, istanbul 1995, C.XI, s. 185-187

Muhammed Fatih SEMİZ 01 Haziran
Konu resmiHz. Muhammed (Sav) Ve Zedelenmiş İnsanlık Onuru
İnsan

İNSANLIĞIN DURUMU Peygamber Efendimiz zamanında Arap ya­rım­adasında ve dünya üzerinde güçlü olan haklıydı. Mazlum eziliyordu. Kazanan kâr­lı, kaybeden mahkûm oluyordu. Zayıflar ayaklar altında eziliyordu. Ahlak ve fazilet aşındırılmıştı. Toplum kirlenmişti. Toplum, zengin fakir, kuvvetli zayıf, efendi köle diye birçok sınıfa ayrılmış durumdaydı. Kadınlar değersizdi. Haklarından mahrum­du. Köleler ve fakirler hor görülür ve suç işlediklerinde de şiddetli bir şekilde cezalandırılırlardı. Zenginler üstündü. Hu­kuk zenginlere göre şekillenirdi. İnsanlık ırk, dil ve din farklılıklarından do­layı ayrılık  içinde  iken  farklı  düşüncelere karşı ise ka­tı bir önyargıya sahipti. Eko­nomik zenginlikler bir kısım insanların el­lerinde şekillenip halk sefalet içindeydi. Dev­­letler arasında savaşlar, çekişmeler ve sö­mürgeleştirme mücadelesi sürüp gitmekteydi. İnsanlık düşünce istikametini kaybetmişti. Varoluşun sırrını unutan o günün insanları, herşeyi yaratana değil; varlıklara hatta kendi elleriyle yaptıklarına kulluk edecek kadar insanlık onurunu düşürmüşlerdi. Halbuki, Allah’tan başka hiçbir varlık, kendisine kulluk edilmeye layık değildir. İnsan, hiçbir şeyi ona kulluk edecek kadar kendinden büyük görmemelidir. Evet, izzet, âlemlerin sultanı olan Allah'a hizmetkâr olmaktadır. O zamandan günümüz dünyasına geldi­ği­miz­de ise durum pek de farklı değildi. Yüzyılı­mız­da insanlığın peygamberler aracılığı ile kazandığı bütün güzel ve iyi hasletler yozlaştırıldı. İnsan­lık en karanlık dönemini yaşıyordu. Savaşların, katliamların ve soykırımların yüzyılıydı. İn­san­­lar, savaştan, nefretten, yoksulluktan, şiddetten, haksızlıktan, onursuzluktan yorgun düştü. Sadece yüzyılımızda savaşlardan do­layı 187 milyon insan hayatını kaybetti. Adeta kurtların kanunuyla hayat sürüyordu dünyamız. Servet bir kısım insanların elinde hapsolurken dünyanın öbür ucunda açlıktan hayat mücadelesi veren kıtalar vardı.   Bugün bizler ekmek kadar, su kadar, hava ka­dar merhamete, haysiyetli bir hayat yaşamaya, huzur ve sükûnete muhtacız. PEYGAMBER (sav) ve ONUR Resul-ü Ekrem Efendimiz kimsesizlerin pey­gam­beriydi. O, hakkın ve bütün halkın peygamberiydi. O, doğruluğun ve güvenin peygamberiydi. O, kutlu fazilet mücadelesini veren bir peygamberdi. Hz. Peygamber doğmadan önce babasını, 6 ya­şında annesini, 8 yaşında dedesini kaybeden yetim ve öksüz bir zattı. O, ne bir kral ne de bir aşiret lideriydi. Hâkimiyet ve saltanata da hiçbir meyli de yoktu. Hiç bir kuvvete de sahip değildi. Davasına başladığı zaman bütün kavminin, hatta amcasının bile şiddetli muhalefetiyle karşılaşmıştı. Böyle bir vaziyette iken tehlikeli bir mevkide sarsılmaz bir kararlılıkla büyük bir işe teşeb­büs etti. Düşünce dünyasını mağlup ederek fikre istikamet, hayata da saadet getirdi. Bü­tün ruhlara kendisini sevdirdi. Kalplerden vahşet adetlerini ve çirkin huyları kaldırdı. Bunların yerine insanlarda güzel ahlakı ve yüksek değerleri tesis etti. Vahşet çöllerinde katılaşan kalpleri, ince duygularla doldurdu. Öyle ki bu insanlar komşusu açken tok yatamaz hale geldi. Karşısındaki insan kederliyken, gülemez oldu. Yanındaki üşürken ısınamaz insanlar oldu. O, vahşetin köşelerinden çektiği insanları, medeniyetlere öncülük eden birer rehber haline getirmişti.  Resul-ü Ekrem Efendimizi başarıya götüren onun hiç şüphesiz doğruluğu ve güvenilir­liğiydi. Onun hayatında asla hiçbir yalan, hiç­bir hile ve hiçbir ihanet görülmedi. Bütün hayatını istikamet, iffet ve kararlılıkla geçirdiğine düşmanları dahi şahadet etmişlerdir. DOĞRU BİR YARATILIŞ DÜŞÜNCESİ İNŞA ETTİ Sevgili peygamberimiz öncelikle insan düşün­cesinde doğru bir yaratılış inancı yerleştirdi. Zira yaratılışa kulak vermeyenler veya varoluşu doğru idrak etmeyenler, insan haklarını ve onurunu koruması mümkün değildir. Resul-ü Ekrem (sav) insanı, tesadüf rüzgâr­larının bir eseri, tabiatın bir oyuncağı veya atomların tesadüfen diziliminden meydana gelen bir varlık seviyesinden, âlemlerin Sul­tanı olan Allah’ın dünyadaki aziz misafiri mertebesine çıkardı. Evet, insan bütün varlığın yaratıcısı olan Allah’ın kudret mucizesidir. Onun kuludur. Onun hizmetkârıdır. Şerefi de bundan kay­naklanmaktadır. Onun için hukuku da izzeti de o nispette büyüktür. İnsan, izzetli yaratılmıştır. Bu, İlahi iradenin takdiridir. Onur, tesadüfen gelen bir hak değildir. Yaratılışın bir parçası ve ilahi kaderle belirlenen bir hakikattir. İnsanın Allah’ın yanındaki mevkii büyüktür. Zira Yüce Allah bütün isimlerinin nakışlarıyla insanı yaratmıştır. Allah’ı tanımak için verilen emaneti yüklenmiştir. Ona kul olmak ve O'nun emirlerine göre yaşamak ve yaşatmaktan ibaret olan yeryüzündeki halifesi olmuştur. Hz. Peygamber (sav) Veda Hutbesinde; “Ey insanlar!  Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.” “Bilin ki ben sadece bir kulum. Benim hakkımda Allah’ın kulu ve elçisidir deyin”  buyurarak insanların kul olma yönüyle birbirinin dengi olduğunu, kimsenin kimseye üstünlüğünün olmadığını açıkladı. Resul-ü Ekrem Efendimiz düşüncelerde, var oluşun merkezine insanı koyarak, kullara kulluk etmenin insan onu­runa layık olmadığı bilincini yerleştirdi.  Bir defasında Sahabeden birisi Peygam­berimizi ziyaret için yanına gelmiş, bu arada heyecanlanıp titremeye başlamıştı. Onun bu halini gören Efendimiz (sav) şöyle buyurdu: “Kardeşim sakin ol. Ben kral değilim. Kureyş kabilesinden kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” Evet, âlemlerin sultanı olan Allah’a imanla bağlanan ve layıkıyla kul olan, başkalarının önünde alçalıp eğilmeye tenezzül etmez. İmanın verdiği şefkat sayesinde başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmez. Kimseyi hor ve hakir görmez. Bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın baskısına tahammül etmediği gibi çaresiz ve aciz birisine de baskı yapmaya tenezzül etmez. HAK VE HAKİKATİN GÜCÜNE İNANDI Tehditlerle, korkularla, hilelerle, baskıyla kısa bir süreliğine insanlara hükmetmek ve düşüncelerini başka mecralara döndürmek mümkün olabilir. Fakat bu yolun ömrü kısa, etkisi azdır. Geçici olur. Düşünceleri değiştirmek, ruhlara sevgili olmak, vicdanlara hükmetmek, kalbin derinliklerine nüfuz edip ince duyguları harekete getirmek, kötü huyları kaldırıp yerine güzel ahlakı yerleştirmek, insanlık cevherini ortaya çıkarmak, fikir hürriyetini sağlamak ise ancak hakikatin gücüyle olabilir. İşte Resul-ü Ekrem’in (sav) mesleği, hiçbir vakit mahvolmayan hak ve hakikatin üzerine kurulmuştur. İnsanları aldatmaktan uzaktır. Kızlarını diri olarak gömecek kadar taşlaşmış kalbi taşıyan insanları, bir karıncayı ezmez hale getirecek şefkatli bir kalbe sahip kılmak, hakikatin gücü değil midir? Kadınlara, mazlumlara, zayıflara ve kölelere hiçbir hak tanımayan o günün insanlarını,  “Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer'den onu” dedir­tecek kadar, ellerine hassas bir adalet terazi­si­ni tutturan, hakikatin gücü değil midir? En değersiz varlık görülen Bilal-i Habeşi ve Üsame bin Zeyd gibi köleleri, Kâbe’nin damında ezan okutup, ismi her anıldığında saygı duyulacak hale getirmek,  Askerleri Hz. Ebubekir ve Hz. Ömerlerden oluşan İslam ordusunun başkomutanı seviyesine çıkarıp insan onurunu ebedileştirmek hakikatin gücü değil midir? Birbirine yabancı ve düşman olarak kabile­ler halinde dağınık yaşayan o günün vah­şi insanlarına, 10 senede üç milyon kilometrekareyi aşan (4 Türkiye) bir alana sahip bir devlet kurdurması ve bu sayede barışı, huzuru, fazileti tesis etmesi hakikatin cazibesiyle değil midir? Evet, varlığın övüncü olan Resul-ü Ekrem Efendimiz (sav) hak ve hakikatin gücüyle ruhları kirlerden arındırdı. Kalpleri kötü­lüklerden temizledi. Vicdanları terbiye edip ıslah etti. Faziletin medeniyetini kurdu. Âlemin nizamını sağladı. GETİRDİĞİ İLKELER YARATILIŞA UYGUNDU Toplumda bir çığır açan insan, yaratılışın sesine kulak vermeli ve asla muhalefet etmemelidir. Kâinattaki tabiatın zıddına hareket etmemelidir. Yoksa bütün çalışmaları boşa gider. Şer hesabına işler. Başarılı olamaz. Resul-ü Ekrem Efendimiz insan yaratılışının birer parçası ve insan hayatının temel taşları olan ilkeler getirdi. Onun getirdiği bütün hakikatler insan tabiatına uygun ve yaratılışın gereği idi. O, hayatın her sahasında, toplu­mun her kesiminde adaleti, eşitliği, hürriyeti, kardeşliği, dürüstlüğü, fazileti, barışı, sevgiyi, merhameti, istikrarı tesis etti. Bu sırdan dolayıdır ki kısa bir zamanda insanlar kitleler halinde İslam dinine girmeye başladılar. O, adaletten mahrum olan toplumda, hak ve adaleti tesis etti. Getirdiği adalet anlayışı hem o çağda hem de sonraki dönemlerde insanlığa yol gösterdi. Adalet konusunda ayırım yapmazdı. Hukuk önünde padişah ile köleyi bir tutardı. Hak üstündü. İmtiyaza izin vermedi. Bir defasında itibarlı bir kadın hırsızlık yapmıştı. Kabilesi kadının cezalandırılmasını şerefleri için bir leke sayarak, Hz. Peygam­ber'in çok sevdiği Üsâme b. Zeyd'i aracı kılmışlardı. Usame, Peygamberimizden, ceza­yı uygulamamasını isteyince, Allah Resulü­nün yüz hatları gerilmiş ve Usame’ye “Allah’ın koyduğu bir cezayı uygulamayayım diye aracılık mı ediyorsun?” diyerek serzenişte bulunmuştu. Allah Resulü halkı toplayarak: "Sizden öncekilerin mahvolmasının sebebi şudur ki, içlerinden asalet sahibi birisi hırsızlık ederse ona dokunmaz, serbest bırakırlardı, zayıf birisi hırsızlık ederse onu cezalandırırlardı; Allah'a yemin ederim ki, kızım Fâtıma hırsızlık yapsaydı onu da aynı şekilde cezalandırırdım!" Sevgili Peygamberimiz, köle-efendi, zengin-fakir, yabancı-akraba veya bir üstünlüğe sahip olanların arasında olumsuz bir ayrımcılık yapmamıştır. “İnsanlar tarağın dişleri gibidir.” diyerek insanların birbirine eşit olduğunu söylüyordu. Hatta köle ve hizmetçiler hakkında “Onlar sizin kardeşleriniz ve en yakın adamlarınızdır. Allah onları ellerinizin altına (emaneten) koymuştur. Kimin kardeşi eli al­tın­da ise, yediğinden yedirsin, giydiğinden giydir­sin. Onlara yapamayacağı işi buyurmasın. Eğer buyuracak olursa onlara yardım etsin” diyerek kölelerin ve hizmetçilerin, hizmet edilen kişilerin kardeşi olduklarını, onlara farklı bir muamele yapılmamasını buyurmuştu. Peygamberimiz bütün insanların yaratıcı­sının bir olup, aynı ana babanın çocukları olduklarını söyleyerek kardeşliğin ortak paydasını gösteriyordu. Sevgili peygam­berimiz Kur'an'ın diliyle “Bütün müminler an­cak kardeştir” diyerek Müslümanların kar­deş olduğunu ilan ediyordu. Bu sayede ırk, renk ve dil ayrılıkları ortadan kalktı. Hangi milletten, ırktan, soy ve aşiretten olursa olsun, İslam çatısı altında kardeş kabul edildi. İnsanların seçimi olmayan ırk, renk, dil, memleket farklılıklarının üstünlük sebebi olamayaca­ğını açıklıyordu. Üstünlüğün imanda, ahlak güzelliğinde ve manevi güzelliklerle olacağını tüm insanlara ders veriyordu. Peygamber Efendimiz (sav) “Bir kimseye Müslüman kardeşini hor ve küçük görmesi günah olarak yeter” derdi. SÖYLEDİKLERİNİ FAZLASIYLA UYGULAYAN BİR PEYGAMBERDİ Hz. Peygamber (sav) kendisini asla müminlere buyurduğu emirlerin üstünde görmedi. O, as­habına ve ümmetine emrettiğinden çok daha fazlasını hayatında yaşadı. O, söylediklerini herkesten fazla hayatında yaşayan bir peygamberdi. İslam dininde bulunan bütün ibadetlerde en ileri olan oydu. Herkesten fazla takvada bulunur ve Allah’tan korkardı. En zor durumlarda bile kulluğun gerektirdiği en ince sırlara uyardı. İnsanları hakka davette sarsılmaz bir kararlılık ve cesaret gösterirdi. Davasında en küçük bir tereddüt, bir telaş ve bir korkaklık göstermedi. Abdullah b. Mes’ud (r.a) anlatıyor: “Bedir savaşına giderken her üç kişiye bir deve düşüyordu. Peygamber’in (sav) binek arkadaşları Ebû Lübâbe (ra) ile Ali (ra) idi. Yürüme sırası Resûlullah’a gelince sahabe efendilerimiz: ‘Yâ Resûlallah! Sen bin, biz yürürüz’ dediler. Allah Resûlü: “Ne siz benden güçlüsünüz, ne de ben sevaba sizden daha az muhtacım”  demişti. Resul-ü Ekrem (sav) emin kişiliğiyle, fazile­tiyle, ahlakıyla ve elindeki Kur’ân-ı Kerim ile on dört asrı aydınlattı.

Muhlis KÖRPE 01 Haziran
Konu resmiPeygambersiz Kur'ân-ı Kerim Eğitimi Olur Mu?
İbadet

Kur’ân-ı Kerim 23 sene gibi uzun bir zaman diliminde Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’e peyder pey olarak nâzil olmuştur. Rabbimiz İsrâ sûresi 106. âyette bu hakikati şöyle ilan eder: “Hem onu, bir Kur’ân olarak (âyet âyet) kısımlara ayırdık ki, insanlara onu (iyice anlayabilmeleri için) dura dura okuyasın! Çünki onu (hâdiselere göre, size bir ders olmak üzere) azar azar indirdik” Âyetten anlaşılmaktadır ki, her bir âyetin bir nüzul sebebi vardır ve bu nüzul sebepleri Kur’ân-ı Kerim’in âyetleriyle hadis-i şeriflerin ne kadar irtibatlı olduğunu da ortaya koyar. Hadis-i şerifleri yok sayarak  Kur’ân’ı anla­maya çalışan birisi belli ki, o ilâhi kitabı nüzul bağlamından koparmak ve hevasına göre yorumlamak istiyordur. Böylece mesela “Kader’e imanı”, “Allah’ın geleceği bileceğini”, “kıyamet alametlerini”, “Allah’ın zamandan bağımsız olduğunu” inkar edebilecek ve daha pek çok fâsid görüşünü hadislerin bağlayıcılığından kurtularak ortaya koyabilecektir. Rabbimiz zaten Levh-i Mahfuz’da kayıtlı olan Kur’ân-ı Kerim’i elbette bir anda indirebilirdi. Ancak böyle yapmamış, onu 23 yıl gibi uzun bir zaman diliminde indirmiştir. Kur’ân-ı Kerim herkes tarafından tam layıkıyla aynı netlikte anlaşılmış olsaydı bir kere de nâzil olur, Peygamberimizin 23 yıl boyunca onu açıklamasına hiçbir gerek kalmazdı. Kur’ân-ı Kerim’in açıklanma ihtiyacı onun “mübîn” yani apaçık oluşuna zıd bir durum değildir. Evet, Kur’ân-ı Kerim “mübîn”dir ama Pey­gamberimizin açıklamasıyla “mübîn”dir, yani hadislerle, sünnetle açıklanmasıyla apaçıktır. Evet Kur’ân-ı Kerim “mübîn”dir ama Kur’ân’ın mesajlarına muhatab olan çoğu insan maalesef o hakikatlere kapalıdır. Çünkü onların dar anlayışları ve kıt imanları bu ulvi hakikatleri kavrayamaz: “Onlar) sağırdırlar (hakkı işitmezler), dil­sizdirler (hakkı söylemezler), kördürler (ha­kikati görmezler). Bu yüzden onlar (hakka) dönemezler.” (Bakara 18) Gelenekler, kültür farklılaşmaları, dil değiş­meleri, toplumsal inkılaplar, çağın hakim anlayışları gibi bakış açımızı etkileyen du­rumlar Kur’ân-ı Kerim’in hakkıyla anla­şılmasına engeldir.  Hadis-i şerifler, bütünüyle vahyin ruhuna dayanan saadet asrında Kur’ân-ı Kerim’in nasıl anlaşıldığını ve bugün de nasıl anlaşılması gerektiğini ortaya koyan “açıklama-anlama” prensiplerini hâvidir. Bu sebeple Kur’ân eğitiminde hadis-i şeriflerin, dolayısıyla da Hz. Muhammed (sav)’in müfessirliğinin büyük bir önemi vardır. Şöyle kaba bir hesaplama yapacak olursak, âyet olarak zikredilen 2 besmelenin dışında Kur’ânda 112 besmele-yi şerife vardır ve bu besmeleler sayılmazsa Kur’ân’ın genelinde 6124 âyet olduğu görülür. Besmeleler de âyetten kabul edilirse, bu durumda Kur’ân-ı Kerim’de 6236 âyet bulunmaktadır. Sahih rivâyetlerden anlaşılmaktadır ki, sûre başlarındaki besmelelerle birlikte 4743 civarında Kur’ân âyeti Mekke’de, 1493 civarındaki âyet de Medine’de nâzil olmuştur. 12 yıl kadar süren Mekke döneminde imana dair yani daha çok tefekkür alanına giren âyetler nâzil olmuştur.  12 sene gün hesabıyla yaklaşık 4383 gün ettiğine göre, 4743 ayet ortalama her güne bir âyet düşecek şekilde nâzil olmuştur. Kur’ân’ı bir anda vahyedebilecekken böyle uzun bir zaman diliminde indiren Rabbimiz, Peygamberimiz’e muallimlik yapabilmesi için gereken süreyi de vermiştir. Âyet nâzil olmuş, ardından Peygamberimiz kurduğu sohbet halkalarında bu âyeti açık­lamış, tefsir etmiştir. Yâni Peygamberimiz ilk muallim olarak Kur’ân âyetlerini hem “kâlen”, hem de “hâlen” tefsir etmiştir. Ahzab Suresi 21. âyet bu hakikati açıkça ortaya koymaktadır: “And olsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Resûlünde güzel bir örnek vardır.” Hadisi-i şeriflerde ahlâkının Kur’an ahlâkı olduğu belirtilen Peygamberimiz (sav), belli ki insanlığa Kur’ân’ı öğreten bir muallim ve Kur’ân hakikatlerini yaşayan bir model olarak gönderilmiştir. O da bizim gibi insandır ve bu cihetiyle insan nev’inin muhatab olduğu bütün sorun alanlarıyla yüz yüzedir. Kur’an ayetlerini yaşayarak, bu problemlere en mükemmel çözümleri bulması ile de biz insanlar için en güzel örnektir.  Aşağıdaki âyet-i kerime, insanlardan farklı bir melek Peygamber’e değil de bir insan Peygamber’in örnekliğine ne kadar muhtaç olduğumuzu açıkça ortaya koyar: “De ki: 'Eğer yeryüzünde yerleşmiş kimseler olarak gezip dolaşanlar melekler olsaydı, elbette onlara (da kendi nev'lerinden) gökten melek bir peygamber gönderirdik.” (İsrâ 95) Dikkat edilecek olursa, Medine döneminde nâzil olan 1493 âyetin açıklanması için 11 yıllık gibi uzun bir süre verilmiştir. 1493 âyet için ortalama 4018 günlük uzun bir açıklama süresi verilmiştir. Yani her bir âyet için yaklaşık 3 günlük uzun bir sürenin verilmesi münasip görülmüştür. Bu durum, Medine dönemindeki âyetlerin tefekkürden çok uygulamaya dönük ayetler olmasından kaynaklanabilir. Uygulama numunelerinin ortaya konması için elbette daha uzun sürelere ihtiyaç olacaktır. O mukaddes günleri hayalimizde şöyle bir canladırdığımızda, âyetlerin nâzil olmasıyla birlikte Peygamberimize bu âyetlerle ilgili sorular soran ve bu ayetlerin açıklamalarını isteyen sahabeleri, Suffe ehlini görür gibi oluruz. Huruf-u mukattaların nâzil oluş anlarını bile düşünsek, Kur’ân’daki ayetlerin Peygam­berimizin (sav) açıklamasına ihtiyaç duydu­ğunu anlarız.  Tekrar edilen âyetleri, mesela 78 âyetlik Rahman suresindeki 31 âyeti nazara aldı­ğımızda, mükerrer olmayan her bir ayetin açıklanması için bizim hesapladıklarımızdan daha uzun sürelerin verildiğini hemen anlarız. Bu apaçık gerçekler göstermektedir ki, Peygamberimizin açıklamalarından ve uy­gu­­lamalarından uzak bir Kur’ân eğitimi, Kur’ân’ın nüzul ruhuna tamamen aykırıdır. Hadis-i şerifleri ve Peygamberimizin örnek­liğini reddeden anlayışların Kur’an hakkındaki açıklamalarına asla itimad edilmez. Eğer Kur’ân-ı Kerim Peygamberimizin sözleriyle ve yaşantısıyla açıklanmadan bir anda indirilseydi, vahye muhatap olan insanlar hemen inkâra düşebilirdi. “Hem eğer sana kâğıtta (yazılı) bir kitab indirseydik de ona elleriyle dokunsalardı, elbette o inkâr edenler (yine): 'Bu, apaçık sihirden başka bir şey değildir!' der(ler)di.” (En’am 7) Hz. Muhammed’in (sav) örnek olmasıyladır ki, İslamiyet ve Kur’ân’ın hakikatleri kısa bir süre içinde berk-i hatif gibi insanlığın beşte birine ulaşmıştır. Hz. Muhammed’in (sav) Kur’ân’ı yaşayışına muhatap olan, en cahil ve en vahşi kabileler bile bu “örneklik” sırrıyla İslam’ın hakikatlerine teslim olmuşlardır: “İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu.” (19. Söz 7. Reşha) O halde Kur’ân-ı Kerim eğitiminde asla ihmal edilmeyecek en önemli husus Peygamberimizin (sav) hadislerine ve örnekliğine her fırsatta müracaat edilmesi olacaktır. İkinci olarak, Kur’an’ın hakikatlerini talim eden hocalarımız, ilk muallim Hz. Muhammed (sav)’in talimine uygun olarak öğretecekleri âyetlerin hakikatlerini yaşayarak-yaşatarak talim etmelidirler ki, bu eğitimden güzel sonuçlar elde edebilsinler.

Oğuz DÜZGÜN 01 Haziran
Konu resmiRumeli'ye Merhaba Deme Vakti!
Kültür ve Medeniyet

İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) olarak 8. Konsey Toplantısını 2009 Kasım ayında Kosova’da gerçekleştirmiştik. İslam Dünyası’nın birçok bölgesinden gelen temsilcilerle Priştine’yi, Prizren’i ziyaret ettik. Savaştan yeni çıkmış, bağımsızlığını yeni elde etmiş bu önemli ülke ile ve Kosovalılarla geniş istişareler yapma imkânı bulmuştuk. Bölgeye ilgimiz kurum olarak her geçen gün arttı ve detaylı raporlar üretmeye başladık. En son Mart 2012’de Konsey üyemiz Adnan İsmaili “Balkan Müslümanları” başlıklı bir rapor daha yazdı. Bu rapor bize yeni ve sürekli bir şeyler yapmamız gerektiğini ifade ediyordu. Hatırlanacağı gibi bu raporu İrfan Mektebi’nin 62. Sayısında yayınlamıştık. Bu rapordan yola çıkarak, İDSB, Bursa Büyükşehir Belediyesi ve Bursa Osmanlı Derneği ile ortaklaşa “Balkanlarla Sürekli İşbirliği ve Temas Projesi”ni geliştirdik.   Öncelikle bildiğimizi zannettiğimiz bölgeyi karış karış defalarca dolaşıp her kesimle görüşeceğiz. Yani sürekli temas edeceğiz. Dostlarımıza, kar­deşlerimize dokunacağız. Gitmediğimiz ül­ke, şehir, köy kalmayacak. İstişareler yapacağız. Bu ziyaret ve görüşmeler sonucunda bir proje havuzu oluşturacağız. Projelere sponsorlar, çözüm ortakları bulup hayata geçireceğiz. Çalışmamız Balkanlarda büyük bir heyecana vesile oldu. Ancak daha önceki bazı olumsuz tecrübelerden dolayı bu projenin de sürdü­rülebilir olacağından endişeler de yok değil. Maalesef tarihi köklerimizin olduğu, akraba ve kardeş coğrafyalara giden ve heyecanla pek çok sözler verip sonra gerçekleştirmeyen siyasi veya sivil toplum mensuplarının sebep olduğu hayal kırıklıkları bu projelerin önündeki önemli engellerden birisi. Bizim projedeki süreklilik vurgusu ve pratik çözümler sunmamız inandırıcılığını artırıyor. Balkanlar, yüz yıldır her türlü acıyı gördü. Son yirmi yılda ise belki bir asra bedel acılar dünyanın gözleri önünde çekildi. Bununla birlikte bölgedeki kardeşlerimiz şimdi daha büyük tehditlerle karşı karşıyalar. Kimliklerini koruma telaşındalar. Onun için Türkiye’den ve İslam Dünyası’ndan beklenti büyük. Bu beklentiyi boşa çıkaramayız. Bilhassa Türkiye’nin bölgeye desteğinin hayati önemi var. Elbette bir asırlık unutkanlığımızı, ihmalkâr­lığımızı birkaç yılda telafi edemeyiz. Türkiye siyasi ve ekonomik istikrarını sürdürdükçe, sos­yal barışını temin ettikçe kültürel coğraf­yasında da sadra şifa icraatlar yapacaktır. Sis­tem­li, planlı, güçlü ve etkili dönüşümüz gerçekleşmedi. Ama bu dönüş başladı denebilir. Balkanlarla Sürekli İşbirliği ve Temas Projesi ile bu dönüşü de hızlandıracağız kanaatindeyim. Bu sayımızda İslam Dünyası’nın ve bilhassa Türkiye’nin istikbali için hayati önemi haiz Balkanlar bölgesi ile ilgili bu yeni projeyi kapağa taşıyoruz. Kapak yazısı okunduğunda konunun ehemmiyeti daha da iyi anlaşılacaktır kanaatindeyim. Bu vesileyle 5 Haziran’da idrak edeceğimiz Miraç Gecenizi ve 23 Haziran’da idrak edeceğimiz Berat Gecenizi tebrik ediyorum. Rabbimizden sıhhat ve selametle bizleri Ramazan-ı Şerif’e eriştirmesini niyaz ediyorum. Allah’a emanet olunuz. 

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Haziran
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Peygamber Efendimizin (asm) Cesâreti Enes bin Mâlik (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm), insanların en güzeli, en cömerdi ve en yiğidiydi. Yemin olsun ki, bir gece Medine ahalisi (bir düşman baskınından dolayı) korkmuştu. İnsanlar, sesin geldiği yöne doğru gitmişlerdi. İnsanlar giderken Resûlullah (asm) onları karşıladı. Kendisi Ebû Talha’ya âit ismi Mendub olan çıplak bir at üzerinde (süratle gidip) vaziyeti tahkik etmiş, dönüyordu. Karşılaşma sırasında Resûlullah (asm), kılıcı boynunda asılı hâldeydi ve “Korkmayın, korkmayın!” buyurdu. Ebû Talha’nın atı ağır, hantal bir hayvan olmasına rağmen Resûlullah (asm) âdeta onunla bir şimşek gibi gitmişti.” Berâ (ra) diyor ki: “Savaş şiddetlendiğinde bizler, Hz. Peygamber’e (asm) sığınır ve O’nunla korunurduk. Harbin en cesurları dahi onun arkasına sığınıyordu.” (Hayât’üs-Sahâbe) “Şehid de olacaksak, hizmetinizdeyken olsun” Dünya Savaşı’nda doğu cephesinde, Bitlis’te, düşmanla çarpışan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, düşmanın üç sıra askerini yararak geçip pek acib bir sûrette su üzerinde bulunan bir sütreye hayatta kalan üç talebesiyle girdi. Hem yaralı, hem ayağı kırık bir hâlde otuz üç saat su ve çamur içinde tüfenk ellerinde o vaziyet-i müdhişe içinde üst kattaki odada düşman askerleri ve zâbitleri bulunduğu hâlde, kemâl-i istirâhat-i kalble ve ahalînin kurtulmasının sevinci ile sürûr içinde, beraberindeki arkadaşlarına tesellî vererek dedi: “Karşımıza ne vakit çoklukla düşman askerleri gelirse, o vakit silahlarımızı kullanacağız. Kendimizi ucuz satmayacağız. Bir iki düşmana kurşun atacağız.” Latif bir inâyet-i İlâhiyedir ki; otuz üç saat onlar Rus askerlerini gördükleri ve Ruslar onları aradıkları hâlde bulamadılar. Bu esnada Bedîüzzaman Hazretleri, talebeleri olan gönüllü fedaîlere hitâben: “Arkadaşlar durmayınız. Sizlere hakkımı helâl etmem. Beni bırakınız. Siz kendinizi kurtarmaya çalışınız.” demesi üzerine fedâkâr ve kahraman talebeler: “Sizi bu hâlde bırakıp gidemeyiz. Şehid olursak yine hizmetinizde olsun.” deyip kalırlar. Mescid-İ Kuba Tevbe Sûresi’nin 108. âyetinde: “İlk günden beri takva üzere kurulan (Kuba) mescid(i), elbette içinde (namaza) durmana daha lâyıktır. Orada (günahlarından) temizlenmeyi seven erler vardır.” şeklinde bahsi geçen Kuba Mescidi, İslâm’ın ilk mescididir. Peygamber Efendimiz (asm) Hicret esnasında, Medine’ye 10 kilometre uzaklıktaki Kuba köyüne uğrar ve rivayetlere göre burada yaklaşık 4 gün kalır. Burada İslâm’ın ilk mescidi olan Kubâ Mescidi’ni inşa ettirir. Hicret’ten sonra da Peygamber Efendimiz, Medine’de olduğu zamanlarda düzenli olarak Cumartesi günleri, bazen de Pazartesi günleri Kubâ Mescidini ziyaret etmişlerdir. Mescid, Hz. Osman (ra) ve Emevîler dönemlerinde genişletilmiş, Osmanlılar zamanında tâdilâttan geçmiştir. Son olarak 1985 yıktırılarak yeniden inşa ettirilmiştir. Günümüzde 13.500 m²lik bir alana sâhip olan Mescid-i Kuba’da aynı anda 10 bin kişi ibadet edebilmektedir. 3 Haziran 624İlk Kurban Bayramı İlk Kurban Bayramı Hicret’in ikinci yılında kutlanmıştır. Hicret’in 2. senesinin 10 Zilhicce günü, Peygamber Efendimiz (asm) ilk bayram namazını kıldırmıştır. Bayram namazından sonra irad ettiği hutbede Peygamber Efendimiz (asm), Müslümanlara kurban kesmelerini emretmiştir. Asr-ı saâdette bayram kutlamaları musallâ (namazgâh) adı verilen geniş bir alanda bayram namazının kılınması ile başlardı. Peygamber Efendimiz (asm), kurbanını da burada keserdi. Bayram namazına gitmeden önce gusleder ve en güzel elbisesini giyerdi. Peygamber Efendimiz (asm), musallâya giderken ve evine dönerken farklı yollardan geçmeyi tercih ederdi. Kurban bayramında bayram namazına gitmeden önce hiçbir şey yemez, 23 Haziran 1565 Turgut Reis’in Şehadeti 1485 senesinde Bodrum’ un,  günümüzde Turgutreis Beldesi olarak bilinen, Karatoprak Köyünde dünyaya geldi. 12 yaşındayken ok ve mızrak kullanmaktaki mahareti sebebiyle Osmanlı askerlerinin dikkatini çekmiş ve orduya alınmıştır. Denizci olarak yetiştirilen Turgut Reis, gös­terdiği başarılardan do­layı zamanla amiralliğe kadar yükselmiştir. Osmanlı deniz kuvvetlerinin Akdeniz’de kurduğu hâkimiyette ve kazandığı zaferlerde payı büyüktür. Trablus Fâtihi olarak da bilinen Turgut Reis, Trablus Sancak Beyliği ve Akdeniz Beylerbeyliği görevlerinde bulunmuştur. 1565 senesinde Malta Adası kuşatması sırasında 80 yaşındayken şehid düşen Turgut Reis’in kabri Trablusgarp’tadır. 15 Haziran 1826 Vak’a-i Hayriye 1360 senesinde kurulan Yeniçeri Ocağı, savaşlarda yüzyıllarca büyük hizmetler etmiş; yeniçeriler harp meydanlarında büyük kahramanlıklar göstermişlerdir. Ancak 1800’lü yıllara gelindiğinde Yeniçeri Ocağı, bozulmuş sistemiyle Osmanlı Devleti’ne faydadan çok zarar vermekteydi. Sultan 2. Mahmud, daha önceden Şeyhülislâm Tâhir Efendi’den ocağın kaldırılmasına dair fetvayı almıştı. Yeniçeri Ocağının kapatılması tarafdârı olan yeniçerileri de gizlice eğitime alarak yeni kuracağı ordunun çekirdeğini oluşturmaya çalışıyordu. Bu gelişmeleri fark eden yeniçeriler 14 Haziran 1826 akşamı kazan kaldırdılar. Bunu fırsat bilen Sultan 2. Mahmud, 15 Haziran günü kendisine itaat eden yeniçeri ağalarının, diğer asker ocaklarının ve halkın desteğiyle isyan eden binlerce yeniçeriyi öldürterek, hem isyanı bastırdı hem de yeniçeri ocağını tasfiye etti. Bu hâdiseye târihte Vak’a-i Hayriye denilmektedir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiMedresetü'z-Zehra Erkânları
Eğitim

Medresetü'z-Zehra erkânları, Bediüzza­man Hazretlerinin, Ispartalı Nur Talebe­leri'nin önde gelenlerine hitaben kullan­dığı bir ünvandır. İmana yaptığı büyük hizmetten dolayı Isparta Şehri, Üstad Hazretleri nazarında ma­nevi Medresetü'z-Zehra olmuştur. Cum­­huriyet’ten önce Doğu Vilayetleri’nde açmayı isteyip de muvaffak olamadığı o medreseye bedel, Risale-i Nur'ları telif ettiği Isparta manen o vazifeyi görmüştür. “Eski Saîd çok zaman Medreset-üz Zeh­ra’yı gâye-i hayal ederek çalışmış. Cenab-ı Hak kemal-i merhametinden, Isparta’yı o Medreset-üz Zehra hükmüne getirdi.”1 “Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, o medresenin mânevî hüviyeti Isparta Vilâ­yetinde tesis edildi, Risale-i Nur'u tecessüm ettirdi. İnşâallah istikbâlde, Risale-i Nur şâkirdleri, o âlî hakikatın maddî suretini de te'sis etmeye muvaffak olacaklar."2 "Isparta, Risale-i Nur'un bir Medresetü'z Zehra'sıdır."3 Üstad Hazretleri Kastamonu dönemi mektublarında Isparta’yı Medresetü'z­Zehra olarak tanımladıktan daha sonra Emirdağı Dönemi’ne geçince Isparta’nın daha önce kullanmadığı bu tabiri, Emirdağ'dan Isparta'ya yazdığı mektublarda Isparta talebelerine hita­ben kullanmaya başlamıştır. Bunun Lâhikalarda pek çok numuneleri vardır. "Bilhassa Medreset-üz Zehra erkânları­nın, hususan Husrev'in bu vatan ve millet ve âlem-i İslâm'a hizmet-i imaniyeleri ve tahribçi dinsizlerin desiselerine sed çekmeleri o kadar büyük bir hasenedir ki, farz-ı muhal binler seyyie olsa afvettirir. Öyle ise, başta Husrev olarak o erkânların hiçbir hareketini tenkid etmemek ve kemal-i ihlâs ve samimiyet ile onlara tesanüd ve tam kardeş olmak lâzımdır." (Emirdağ Lahikası) "Bu Lemaat'ın işaret ettiğimiz kısımları Otuzüçüncü Söz namında Sözler'in âhirinde yazılması, Nur kahramanı Hüs­rev'in ve Medreset-üz Zehra er­kân­­larının re'yine havale ediyoruz." (Emirdağ Lahikası) Erkanların en önde gelen talebeler oldu­ğunu Üstad Bediüzzaman şöyle ifade etmiştir: "Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahib ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime bugünlerde vuku' bulan bir hâdise münasebetiyle beyan ediyorum..." (Kas­tamonu Lahikası) Bu erkânın en önde gelen ve hepsi de Ispartalı olan talebelerin isimlerini ve üstün meziyetlerini şöyle bildiriyor: "Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür ediyorum ki, bu acib zamanda sizin gibi hâlis, muhlis, mahviyetli, fedakâr kardeşleri bize ihsan eylemiş. Bu defa Husrev'in, Hâfız Ali'nin, Hâfız Mustafa'nın, (Büyük Ruhlu) Küçük Ali'nin birbirine hitaben yazdıkları dört mektublarını okudum. En derin kalbimde bir sürur, bir hiss-i şükran, bir memnuniyet hissettim. Bu çok kıymetdar kardeşlerimin ne derece âlîhimmet ve yüksek ruhlu, Risale-i Nur hizmetinde ne derece fedakâr olduklarını anladım. Ve Risale-i Nur böyle kuvvetli ve hâlis ellere tevdi' edildiğinden, bize kat'î kanaat verdi ki; Risale-i Nur mağlub olmayacak. Bu kuvvetli tesanüd, onu daima yaşattırıp parlattıracak. Evet, kardeşlerim! Sizler, ihlâs sırrını tam muhafaza ediyorsunuz. Bu kadar esbab-ı tefrika içinde vahdetinizi muhafaza, hakikaten bir hârikadır. Hâfız Ali'nin hakikaten müstesna bir mahviyet ve tevazuu içinde ihlası ve fena fi-l ihvan düsturunu muhafaza etmesi; ve Husrev'in hakikaten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede ted­bir ve dirayeti ve Hâfız Ali gibi yüksek ihlası ve mahviyeti; Hâfız Mustafa'nın hizmet-i nuriye­de büyük iktidarı içinde kuvvetli bir sadakatı ve fedakârane teslimiyeti; ve hem Abdurrahman, hem Lütfü, hem Hâfız Ali manasını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali, Risale-i Nur hizmetini dün­yada herşeye tercihan hayatının en bü­yük maksadı yapması ve sebeb-i ihtilafa karşı kuvvetli muka­vemeti bulunduğunu bu dört mektubu­nuz bana bildirdi. Aynı sistemde, mes'elede alâka­dar kah­ra­man Tahirî ve kahraman Rüşdü'nün da­hi aynı hakikatta ve aynı ahlâkta bulunduk­larını hiç şübhe etmiyoruz. Bu altı rüknün (erkânın), bu muvakkat sarsıntıdan, hakikî bir tesanüdle birbirine el-ele, omuz-omuza, baş-başa vermesi, altıyüz belki altıbin kıymet-i maneviyeyi alıyor.. diye, Cenab-ı Hakk'a Risale-i Nur hesabına hadsiz şükür ediyoruz ve sizi de tebrik ediyoruz." (Kastamonu Lahikası) Bu erkândan ilk dördünden ikisi Üstad Bediüzzaman'ın vefatından önce ahirete gitmişlerdi. Hafız Ali abi 1944 Denizli'de, Hafız Mustafa abi 1950'de Isparta'da... Diğer ikisi olan Husrev Efendi, Büyük Ruhlu Küçük Ali abi ile son ikisi Tahiri ve Rüşdü abiler ise, Üstad'dan sonra da hizmetlerine devam ettiler. Şu an hepsi ahirete göç etmiş durumdalar. Allah cümlesine rahmet eylesin. Âmin... Kaynaklar: 1  Kastamonu Lâhikası, s. 2652  Tarihçe-i Hayat, s. 288                3  Tarihçe-i Hayat, s. 300

Cemal ERŞEN 01 Haziran
Konu resmiBalkanların Yeniden Yükselişi
Eğitim

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BALKANLAR       Adını batıdan doğuya doğru uzanan dağ silsilesinden alan Balkan yarımadası, yaklaşık 1 milyon km²alanı kapsayan hayli geniş bir coğrafyadır. Kuzey sınırları Tuna ve Drava nehirleriyle çevrelenen bu bölgede bugün 12 ayrı devletin toprakları bulunmaktadır. Trakya bölgesindeki topraklarıyla Türkiye de Balkanların doğrudan parçası konumundadır. Bunun da ötesinde tarihî çerçeve ve kültürel yapı dikkate alındığında Türkiye Balkanlar­daki asli ve belirleyici unsurlardan ilkidir.  Türkiye ile Balkanlar arasındaki bağ ve ya­kınlık, mevcut resmî-coğrafi sınırlara hapse­dilemeyecek kadar derin bir tarihî arka plana yaslanmaktadır. Öyle ki Osmanlı Devleti daha kurulduğu ilk asır itibarıyla Balkanlara yoğun bir ilgi göstermiş ve bölgenin önemli bir kısmında hâkimiyeti eline almıştır. Ancak ilerleyen yüzyıllarla birlikte pekişen bu hâkimiyet hiçbir zaman, çeşitli zenginliklerin merkezi olan bu bölgeyi bir meta hâline dönüştürmek biçiminde tecelli etmemiştir. Osmanlı'nın sahip olduğu hiçbir toprak parçasında uygulamadığı bu siyaset Balkanlarda bilhassa ve ziyadesiyle somutlaşmaktadır. Zira resmî kayıtlara göre bu bölgenin imarı için sarf edilen maliyet yekûnu, buradan elde edilen vergi gelirlerinin çok üzerindedir. Bunun yanı sıra Osmanlı idaresinin Balkanlara yerleşmesiyle buradaki parçalı feodal yapı değişerek tüm Yarımada’da siyasi ve ticari bir bütünlük sağlanmıştır. Böylece asırlar boyu sürecek bir huzur ve refah ortamı teessüs etmiştir.   19. yüzyılda genel hatlarıyla şekillenen ve 20. yüzyılda son hâlini alan mahut tablo ise Balkanlarla siyaseten kopuş hikâyemizin bilinen ve acı resmidir. Açıkça ifade etmek gerekirse Osmanlı'nın devlet mirası üzerine kurulan ve onun devamı olan yeni Türkiye birçok şeyi yarım ve yaralı bırakmıştır. Kanları on yıllarca üzerimize saçılan en derin yaralardan biri olan Balkanlar bir asır boyunca canımızı sıkmıştır; sıkmıştır ama ne yazık ki bir baş belâsı(!) olarak görüldüğü için. Hattâ çoğu zaman bu bile esirgenmiş, Balkanlar görülmemiştir bile. Türkiye’nin uzun yıllar o bölgedeki sorunları başından savmak için oradan mülteci kabul etmekle yetindiğini, Balkanlardaki Türk-Müslüman varlığını da­­ha da yok etmekten başka bir şeye hizmet etmeyen bu tavrın nasıl da bir vefa-şinaslık ve marifet gibi takdim edildiğini çok iyi hatır­lıyor olmamız gerekir. Her ne olursa olsun Türkiye’nin Balkanlarla siyasi ve idari bir ayrılma yaşamasının değiştiremeyeceği gerçekler var. Zira bu havzadaki hiçbir ülkenin mahiyeti diğeri olmadan açıklanamaz. Asırlarca aynı devletin çatısı altında yaşamış bu toplumların herhangi birinin tarihi öbüründen bağımsız yazılamaz. Belli bir gelecek vizyonu ortaya koymak için de yine aynı kuşatıcı bakışa olan şiddetli ihtiyaç gözardı edilemez. Dolayısıyla Balkanlar ve Türkiye arasındaki sürekli temas ve işbirliği konusu Türkiye’de hem devlet hem de sivil toplum düzeyinde kalıcı gündem maddesi olmayı, vakti çoktan dolmuş bir borç olarak fazlasıyla hak etmektedir.  BALKANLARA YEPYENİ BİR NEFESBu anlayıştan hareketle ve bölgede 2009 yılından bu yana gerçekleştirdiği yoğun temaslardan elde ettiği ilhamla İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB), ‘Balkanlarla Sürekli İşbirliği ve Temas’ adlı bir projenin öncülüğünü üstlenmiş bulunmaktadır. Bursa Büyükşehir Belediyesi ile Osmanlı Eğitim ve Kültür Derneği (Bursa) projenin diğer ortaklarıdır. 2013 Nisan ve Mayıs aylarında beş kişilik yürütme kurulu tarafından gerçekleştirilen Kosova, Makedonya ve Arnavutluk ziyaretleriyle projenin hayata geçmesi yolunda ilk adımlar atılmıştır. Aynı ekip önümüzdeki Ramazan ayına kadar Balkanları şehir şehir, köy köy dolaşarak toplumun bütün kesimleriyle istişari toplantılar yapmayı, proje taslakları oluşturmayı ve bu projeleri yakın, orta, uzun vadeli olacak şekilde uygulanmaya hazır hâle getirmeyi hedeflemektedir. Daha ilk temaslar sırasında bile 40’a yakın proje üzerinde görüş birliğine varılmıştır. İki yıla yayılması planlanan bu proje sonunda varılmak istenen temel hedef, başta Türkiye ile Balkanlar arasında, bunun bir uzantısı olarak da bütün İslam ülkeleriyle Balkanlar arasında kalıcı bir işbirliği zemini oluşmasını sağlamaktır. Bu noktada projenin isminde geçen “sürekli” kelimesi âdeta bir anahtar kavram olarak öne çıkmaktadır. Zira bu bölgeye yönelik yürütülen faaliyetlerin ortak sıkıntısı soyut projeler olarak kalmalarıyla birlikte devamlılıktan uzak bulunmalarıdır. ‘Balkanlarla Sürekli İşbirliği ve Temas’ projesi bir ölçüde bu itiyadı değiştirmenin azmiyle ve ilhamıyla şekillenen bir atılımdır. Proje kapsamında eğitim, medya, ekonomi ve sosyal dayanışma gibi faaliyet başlıkları öne çıkmaktadır. İki yıl boyunca bu alt başlıklarla ilgili 4 çalıştay ve 2 forum tertip edilecektir. Bunlara ilişkin düşüncelerin son şeklini almasında şu ana kadarki ziyaretlerde gerçekleştirilen istişarelerin önemli katkısı olmuştur. Zaten asıl amaç, tepeden inme plan ve yaklaşımlarla o bölgeyi projenin nesnesi gibi telakki etmeden tüm aşamalara birlikte şekil vermektir. Zira oraya vereceğimiz katkı kadar alacağımız şahsi ve içtimai dersler de hayati öneme sahiptir. Bütün bu şartlar muvacehesinde, her bakımdan destek ve katkıya açık olan bu proje tüm ülkemiz için tarihî bir fırsat niteliğindedir. Bilhassa dinî duyarlılığa sahip tek bir ferdin bu meseleye kayıtsız kalmasına ihtimal tasavvur olunamaz. Tam da bu noktada, kimi zaman zihinlerde uyanabilen bir yanlış düşünceye temas etmek elzem görünmektedir. Türkiye’nin henüz kendisi tam anlamıyla dört başı mamur bir ülke değilken kendi sınırlarının dışına hizmet ve refah ihraç etme derdine düşmesi, bir şaşkınlık, bir tutarsızlık olarak değerlendirilebilmek­tedir. Öyle ya, memlekette yoksul mu kalmadı, Türkiye’de hizmet sahaları mı tükendi! İlk bakışta mantığa aykırı bir tarafı yokmuş gibi görünen bu serzenişler ne yazık ki tutarsızlığın gerçek kaynağından haber vermektedir. Her şeyden önce, dört başı mamurluk ne bugün ne de tarihte herhangi bir devlete nasip olmuştur. Yani ülke dışındaki soydaş ve dindaş topluluklarla münasebet ve dayanışmanın ön koşulu ülke içinde kusursuz şartlara ulaşmaksa, bu işe sıra gelmesi imkândan hariç, ihtimalden uzak demektir. Daha da önemlisi sıla-i rahim kültürünü fertler arası irtibata indirgeyerek aynı üm­metin mensubu olan toplumlar katındaki sıla-i rahmi hesaptan uzak tutmak kendi içimizdeki ‘bereket’ mahrumluğumuzun da baş amillerinden biridir. Bunu dinî bir hareket noktasıyla telif ve izah etmek mümkün değildir. Kaldı ki “insan-ı ekber” demek olan insanlık, hangi uzvunda sorun yaşasa diğerlerinin buna bigâne kalmaması, İslâmiyet kadar bir insaniyet meselesidir de. Bunların yanında Türkiye’nin doğrudan parçası olduğu Balkanlar gibi bir coğrafyada kendini yetki ve söz sahibi gören kimi devletlerin kendi memurlarının maaşlarını ödemekte bile zorlandıkları düşünülürse, bu ortamda Türkiye’nin bölgeye ilgisini tartışmak kendimize hemayar bile görmediğimiz ülkelerden daha dar ufuklu olduğumuzu ilân etmek anlamına gelecektir. Dolayısıyla bizi Balkanlar gibi kardeş coğrafyalarla buluşturmaya önayak olacak her adım, asli kimliğimizi ihya etme yolundaki köşe taşlarıdır.     PROJE KAPSAMINDAKİ İLK ZİYARETLERBalkanlarla Sürekli İşbirliği ve Temas projesi kapsamında nisan ayının ilk haftası itibarıyla başlatılan temasların birinci adımı Kosova ziyareti olmuştur. Bunda, Kosova’nın hem devlet olarak hem de sahip olduğu nüfus bakımından Balkanlardaki hattâ Avrupa’daki en genç ülke ol­masının, bununla birlikte içinden geçtiği kritik dönüşüm sürecinin et­kisi büyüktür. Dolayısıyla Bal­­kan­ların durum analizi yapı­lırken en keskin ve en zengin problem örneklerini verecek ülke Kosova’dır. Bu öngörünün ne denli isabetli olduğu ziyaret süresince tecrübeyle de kesinlik kazanmıştır. Makedonya’nın ilk seyahatte Kosova’yla birlikte düşünülmesinde ise coğrafi ve kültürel yakınlıklarının yanında, Sayın Adnan İsmaili ile projenin hemen başında yapılması planlanan danışma toplantısının da büyük payı vardır. Projenin danışma kurulunda da yer alan Adnan İsmaili, Balkanlardaki hizmet ufku ve bölge hakkındaki derin vukufiyeti ile projenin çerçevesinin netleşmesinde ve zenginleşmesinde önemli katkı sağlamaktadır. Adnan İsmaili’nin, 20 Kasım 2011’de İDSB tarafından İstanbul’da düzenlenen toplantıda tebliğ olarak sunduğu “Balkan Raporu” kamuoyunun malûmudur. Bütün bu ölçüler ışığında ikinci tur ziyaret noktası olarak Arnavutluk öne çıkmıştır. Nisan ayı başındaki Kosova/Makedonya ziyaretlerinin ardından Mayıs ayının ilk üç gününde de Arnavutluk’ta yoğun bir temas trafiği yaşanmıştır.   Ziyaretler ayağının henüz ilk iki adımı tamamlanmış olmasına rağmen temaslar sırasında onlarca kurum/kuruluşla istişari görüşmeler yapılmıştır. Ayrıca halkın yaşayışına doğrudan somut katkıları olacak projelerin hedeflendiği bu organizasyonda sokaktaki, kahvedeki, camideki kısacası günlük hayat akışı içindeki bütün toplum kesimleriyle istişare etmek bilhassa önem verilen diğer bir konu olmuştur. Bu temaslar sırasında görülmüştür ki bu üç Balkan ülkesi de, tarihî ve kültürel bağlarımızın en güçlü olduğu bölgeler arasında yer almaktadır. Bunların her biri, herhangi bir şehrin herhangi bir caddesinde yapılacak sıradan bir gezintide dahi görülebileceği üzere çok yoğun bir genç nüfus potansiyeline sahiptirler. Ancak bu gençlerin, kendi ülkelerinin geleceğini inşa etme yolunda haiz olması gereken maddi ve manevi donanım açısından git gide büyüyen bir yetersizlik içinde oldukları, neredeyse bütün merciler tarafından dile getirilen acı bir gerçektir. Yine ne yazık ki önce Amerika Birleşik Devletleri sonra Avrupa Birliği olmak üzere bölgede hâkim olan siyasi unsurların, buradaki gençliğin dinî ve kültürel köklerinden uzaklaşması yolunda ciddi bir propaganda ve faaliyet yürütmekte oldukları belirtilmektedir. Temel hedef, Hıristiyan olmayan ama Müslüman da kalamayan, manipülasyona açık seküler bir gençlik inşa etmek olarak görünmektedir. Böylece bölgenin geleceğini ipotek altına almak mümkün olacaktır. Bu şartlar nezdinde, gençler üzerinde odaklanan projelere duyulan ihtiyaç kat’i ve acildir. Görüşülen STK’larda özellikle öne çıkan beklenti, hem müspet hem de dinî ilimlerle mücehhez, ahlâki vasıflarıyla ülkenin kalkınmasında rehberlik görevi üstlenebilecek gençlerin yetişmesidir. Buna yönelik olarak Türkiye’ye organize bir şekilde öğrenci göndermeye devam edilmesi, ama daha da önemlisi, o öğrencilerin Türkiye’de sağlıklı bir eğitim periyodundan geçmeleri ve doğru bir sosyal ortama sahip olmaları için yöntemler üretilmesi gerekmektedir. Zira görüşülen bazı ilgililerin ifadelerine göre, Türkiye’de eğitim alıp ülkelerine geri dönen öğrenciler arasından Türkiye karşıtı propaganda yapanlar bile çıkmaktadır. Bu öğrencilerin durumunun ülkemizde özel bir takibi ve koordinasyonu gerektirdiği açıktır. Diğer yandan gerekli kadroların yetişmesi yolundaki çalışmaların bir ayağı da mutlaka oradaki eğitim merkezlerinin en alt düzeyden en üst düzeye kadar hızla artırılmasıdır. Görüşmelerin yapıldığı yerlerde din eğiti­minin ciddi bir eksiklik ve dağınıklık arz etmesi, okullarda okutulan tarih kitaplarının saptırmalarla dolu oluşu ve gençlerin yetiş­me­si konusundaki zaruret; eğitim öncelikli projeleri bir kat daha değerli kılmaktadır. Avrupa Birliği ülkelerinin burada yaymaya çalıştığı kanaat, Türklerin Balkan toplumlarında millî kimliği yok etmek için tarihî çarpıtmalar yaptığı yönündedir. İddiaya göre Türkiye dinî vurguyu da bu amaçla kullanmaktadır. Oysa bu bölgedeki Müslümanlar net olarak beyan ediyorlar ki, orada yaşayan bir Arnavut, bir Türk, Müslümanlığını kaybettiği gün millî kimliğini de kaybetmiş demektir. Müslümanlığı elinden alınan bir Arnavut’la bir Sırp veya Makedon arasında pek de fark yoktur. Konuyu kimin çarpıttığının ve işin aslının ne olduğunun anlaşılması yolunda tarihî gerçeklerin aydınlatılması elzemdir. En doğru yöntem de buralarda eğitime yön veren kesimin bunu kendisinin yapabileceği seviyeye ulaşmasıdır. Bu noktada anahtar görevi ifa edecek temel unsur Osmanlı Türkçesidir. Oradaki arşivleri Türkiye’den giden araştırmacıların inceleme ve çevirmesi işlemi faydadan hali olmamakla birlikte bu konuda Balkanlardaki Müslümanlar nezdinde bir uzmanlık zemini oluşması daha kalıcı bir çözümdür. Orada buna dair ciddi bir talep ve heyecan olduğu hemen hemen her görüşmede açığa çıkmıştır. Bu yolda çeşitli Osmanlıca kursları ve eğitim faaliyetleri gerçekleştirme konusu oradaki görüşme noktalarıyla şimdiden karara bağlanmış maddelerin başında gelmektedir. Temaslar esnasında gündeme gelen başka bir konu daha üzerinde ciddi bir ihtimam gerektirecek mahiyettedir. O da, 90’lı yıllara kadar Müslümanlar katında bir Sırp simgesi olarak görülen ‘haç’ı, Müslüman ailelerin evlerine kadar sokan Ana Teresa fenomenidir. Göğsünde haçıyla ve iyiliksever imajıyla bir Arnavut kahramanı gibi takdim edilen Teresa bütün ders kitaplarında yer almıştır. Özellikle çocuklar onu göre göre sadece kahramanlığını değil haçı da zamanla kanıksamışlardır. Kendisi 1979 yılında Nobel barış ödülü verilmiş Üsküp doğumlu bir Katolik’tir. Bu manada özellikle çocuklara somut getirisi olan projelerin öne çıkarılması yerinde olacaktır. Kırtasiye yardımı gibi küçük destekler bile zihinlerdeki imajın ıslahına büyük katkı sağlayabilir. Bütün bunların yanında geleceğe dönük yatırımlarda yetişmiş kadroların önceliği tartışılmayacak kadar mühimdir. Bu konu, bütün görüştüğümüz kurum ve şahısların üzerinde ittifak ettiği bir zaruret mesabesindedir. Balkanlardan her yıl çok sayıda öğrenci, eğitimine devam etmek üzere Türkiye’ye gelmektedir. Onlara yapılan yatırımın müspet bir şekilde ülkelerine dönebilmesi için Türkiye’de geçirdikleri sürecin azami bir dikkatle organize edilmesi şarttır. Bununla ilgili, “Balkan Öğrencileri Koordinasyon Merkezi” kurulması gündeme gelmiştir. SONUÇBatılı devletlerin yoğun ilgisine ve kontrol çabasına rağmen Balkan coğrafyasında yükselen bir Türkiye imajı olduğu açıkça gözlemlenen bir gerçektir. Ancak halkın nezdindeki bu yükselişin yerleşik siyasete aksettiği pek söylenemez. Yine de TİKA’nın, Türk Taburunun, Yunus Emre Vakfının ve benzer kuruluşların faaliyetleri, buradaki Türkiye algısına değerli katkılar sağlamaktadır. Bununla birlikte Türkiye’den bölgeye yönelen ilginin ve yardım çalışmalarının tam bir koor­dinasyonla yürümediği gözlenebilmektedir. Öyle ki bazı bölgeler haftalık turlarla ziyaret edilir durumdayken, maddi-manevi yaşam şartlarının çok daha ağır olduğu bazı yerleşim merkezleri ise bu ilginin çok uzağında kal­maktadır. Örneğin Makedonya’daki Pre­şova, Arnavutluk’taki Korçe, Karadağ’daki Sancak gibi Müslümanların çok daha yoğun olduğu bölgelerde camiden kat-be-kat fazla kilise bulunması, Müslüman’ım diyen insanların kelime-i şehadet getirmekte bile zorlanması, vefat edenlerin maddi imkânsızlıklar sebebiyle Hıristiyanların mezarlığına defnedilmesi ve benzeri hadiseler üzerinde ibretle ve ciddiyetle düşünülmesi gerekir. Bu noktada İDSB gibi uluslararası tecrübesi müsellem bir yapının projedeki etkinliği önem­li bir güvencedir. Türkiye’nin maddi imkânlarını, sivil insiyatifini dengeli ve sürekli bir şekilde seferber edebilmek; üst düzey kurumların ve siyasi mekanizmaların çalışmalarını tabana yayabilmek ve bölgeyi bütün etnik ve dinî unsurlarıyla huzura kavuşturacak kadroların yetişmesini sağlaya­bilmek için yapılacak çalışmalarda İDSB’nin organizasyon gücü hayati önem taşımaktadır. Şimdiden 40’a yakın proje başlığı ilk ziya­retlerle birlikte gündemdeki yerini almış ve bunların bir kısmının ilk adımları atılmıştır.   Apayrı bir parantez de Bursa Büyükşehir Belediyesi ve Başkan Recep Altepe için açılmalıdır. Zira uzun yıllardır müspet ve faydalı girişimlerle Balkanlarda varlığını hissettiren Bursa, gittiğimiz birçok yerde yüzümüzün akı olmuştur. Muhakkak bu projeye verdiği ciddi destekle Bursa kendisi hakkındaki olumlu izlenimleri ve Balkanlara hizmet ölçeğini çok daha ileri bir boyuta taşıyacaktır. Keza Bursa Osmanlı Eğitim ve Kültür Derneği de projenin koordinasyonuna ve altyapı çalışmalarına sağladığı katkıyla model bir sivil toplum kuruluşu örneği sergilemektedir. Netice-i kelam, Türkiye için Balkanlar hayati öneme sahip bölgeler arasında yer almaktadır. Onlarla temas ve işbirliğinin hiçbir siyasi ve sosyal şarta bağlanmadan sürekli kılınması, akrabalık bağlarına ve İslâmi duyarlılığa önem veren her Türk vatandaşını doğrudan ilgilendiren konulardandır. “Balkanlarla Sürekli İşbirliği ve Temas” projesi ve benzerleri, bu yolda fiilî dua kastıyla atılmış samimi birer adımdır. Sonucu takdir edecek olan ise yalnız Cenab-ı Hak’tır

Olcay KOCATÜRK 01 Haziran
Konu resmiDua Köşesi
İbadet

İrfan MEKTEBİ 01 Haziran
Konu resmiHelal Gıda
Sağlık

1-Jelâtin nedir? Neyden üretilir ve nerelerde kullanılır? Helâl midir? Jelâtin, gıdalarda kullanılan bir katkı maddesidir. Hayvanların deri ve kemiklerinden üretilir. Yumuşak şekerler, jelibon, şekerlemeler, dondurma, köpük şekerler, pastacılık sektörü vs.de çokça kullanılan bir maddedir. Bugün Türkiye'ye yılda 5000 ton girişi vardır. Helâl olmayan bir hayvandan (mesela domuz) üretilmişse veya helâl hayvanlardan, fakat İslâmî kesim usullerine dikkat edilmeden kesilen hayvanlardan üretilmişse kesinlikle helâl değildir. En azından şüphelidir, diyerek uzak durmalıyız. 2- Yazın hepimizin çokça tükettiği hazır dondurmalardaki tehlike nedir? Dondurmanın ana maddeleri süt, doğal salep ve şekerdir. Ama şimdi fabrikasyon üretimlerde 15'in üzerinde madde giriyor. Süt tozu, krema, sunî salep, emülgatör, tatlandırıcı ve renklendiriciler gibi. Aromalar, margarinler, glikoz şurubu, hatta jelâtinin dahi girebildiğini düşünürsek sâdece helâl sertifikalı olan firmaları tercih etmemiz gerektiğini anlarız. 3- Soya lesitini ve sıvı palm yağı bulunan ürünlerde bir sıkıntı var mı? Soya lesitininde GDO ihtimali vardır. Bu yüzden şüphelidir. Palm yağı ise, eğer hidrojenize ve esterifiye gibi kimyasal yöntemlerle sertleştirilmiş bir hâlde ise sağlığa olan zararlarından dolayı iyi değildir. Fakat hiçbir işlem görmemiş hâlde ise bir sorun yoktur. 4- Salam ve sosiste muhtemel tehlikeler nelerdir? Helâl sertifikalı olmayan kırmızı veya beyaz et, emülgatörler, et aromaları ve bunlardaki etil alkol, sentetik veya doğal renklendiriciler (doğal olan da etil alkol), karmin boyası ise bit kökenli olduğundan Hanefi’de haramdır, soya proteini ve GDO tehlikesi, sodyum nitrit (kanserojendir), MSG (nörotoksindir) vs.. 5- Asitli içecekler kola ve gazozdaki tehlike nedir? İçinde gerçekten alkol var mı? Aromaları çözmek için kullanılan etil alkol, renklendiriciler (sentetikler sağlığa zararlı, doğal olanlarda etil alkol, karmin ise bit kökenlidir ve Şâfii hâriç caiz değildir), koruyucu sodyum benzoat (kanserojendir), glikoz şurupları üretimindeki enzim tehlikesi ve GDO riski vs. gıda mevzuatımız müsaade ettiğinden etil alkol kullanılmaktadır.

Fatih GÖRÜR 01 Haziran
Konu resmiBilinmeyen Sırlı Kutu: 'Atom'
İnsan

Eylemsizlik ve tanecikli yapıda olma gibi özellikleri olan mad­­­denin bir diğer özelliği de küt­lesi ve hacmi olmasıdır. Diğer bir deyişle: kütlesi ve hacmi olan ve varlığını hissettiğimiz her şey maddedir. Demir, gü­müş, altın, su, karbondioksit, oksijen, hatta şekerli su, tuz­lu su, ayran, çay, limonata (aslında) birer maddedir. EYLEMSİZLİK Maddenin şekil almış hali olan her bir cismin yavaş ya da hızlı belli (ölçülü) bir hareket hali vardır. Örneğin kainattaki tüm galaksilerle kıyaslanınca son derece küçük kalan dünyamız,  saatte 1670 km. hızla kendi ekseni etrafında, 108.000 km. hızla güneşin etrafında döner. Başka bir kuvvet tarafından etki altında kalmadıkça bu böylece devam eder. Dünyamız, fıtratına uygun olarak bu halini sürekli korumak iste­mektedir. İşte dünyamızın öl­çülü olan hareketini muhafaza etme isteği, bilim adamları tarafından “eylemsizlik” olarak adlandırılmıştır. TANECİKLİ YAPIDA OLMA Katı, sıvı, gaz halinde olabi­len maddelerin tü­mü “tane­cik” denilen atomlardan oluş­muştur. Maddeyi oluşturan bu küçük tanecik­ler,  birbirlerine uzak ya da yakın mesafede dizilmişlerdir. Şartlar oluş­tu­ğunda birbirleriyle omuz omuza kenetleşen maddeler, yeni şartlar gereği birbirlerinden uzaklaşarak başkalaşabilirler. Mesela saf su, sıfırın altında 48 derecede donduğunda taş gibi sertleşirken, 100 derecede kaynamasıyla her bir derecede buharlaşarak sertlik ve akıcılık özelliğini terk eder. ATOM Canlı ve cansız varlıkların ta­mamı, kendinden basit ve farklı maddelere parçalanamayan “saf madde” denilen elementlerden oluşmuştur. İnsan vücudunda bulunan bazı elementler şun­lardır: oksijen, fosfor, bakır, demir, kükürt, çinko, klor, flor vs. Elementlerin ise en küçük yapı birimi atomdur. Yıllardır insanlar, maddenin sonsuz bir biçimde bölünüp bölünemeyeceğini merak etmiş ve maddenin en küçük parçası olarak kabul edilen atom için modeller geliştirmişlerdir. Milattan önce 5. Yüzyılın ün­lü Yunan filozoflarından Leucippus (Lukippus) ve Democritus (De­mokrit) emsali düşünür ve bilim adamları, maddenin ard arda bölünmesinin sonsuza kadar devam etmesinin mümkün ol­madığını, bu bölünmenin de bir sonu olacağını ileri sürmüşlerdir. Sürekliliği varmış izlenimini veren ve bize bir bütünmüş gibi görünen maddeler(mesela duvar ağaç masa kasa)i iç içe sarılmış katlı bir soğana benzetmek mümkündür. En geniş tabakada büyük kat,  en dar tabakada küçük kat. Şimdi de bir duvarı düşünelim. Bütün bir parçaymış gibi görünün bu yapının sıvası kalktığında tuğla, çimento, kum gibi daha küçük ve karmaşık yapı birimleri gözlemlenir. Tuğla incelenmek istendiğinde killi toprak ve su oluşumu görülür. Su incelendiğinde hidrojen ve oksijen elementleri gözlemlenir. Sonsuz gücün sahibi olan yüce Rabbimiz, her bir şeyi yoktan yaratmış, “denge” kanununu da küçük büyük  ve canlı cansız yarattığı her bir varlığın yapısına vaz etmiştir. Şaşırtıcı bir ahenk içinde milyonlarca yıldır, milyarlarca varlıklar arasında sapma ve taşma meyelanına rağmen denge devam etmektedir. “Hem(..) güneş ve ay ve arzdan tut, tâ en küçük mahlûka kadar her şey kemâl-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtında umumi bir itaat bulunması, büyük bir Celâl ve İzzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor.” (Zülfikar, 277) İnsanın duyu organlarıyla fark edemeyeceği, ancak deneysel gözlemlerle, akıl yürüterek yapısını kavramaya çalıştığı atom, hala sırları çözülememiş esrarengiz bir alemdir. Bir kutu düşünelim, içinde bir veya daha çok madde var. Açılması neredeyse olanaksız olan bu kutudaki şeyi merak eden bilim adamları, habire bu kutuyu sağa sola sallayıp duruyorlar. Kimi içinden bir tıkırtı duyuyor  “kutunun için­deki katıdır” diyor; kimi “tak tuk” diye çarpışma sesi duyup “birden fazla katı vardır” diyor; bir diğeri de çalkalanma sesi duyup “sıvı da vardır” diyor. İşte atom denilen küçük alem hakkında söylenebilecek en doğru gerçek, dengenin kendisinin yapısında, olağan­dışı hesaplamalarla var olması­dır. En küçük alemdeki bu denge, büyük alemlerin her bir dairesinde mevcudiyetini uyum şeklinde göstermektedir. Kabaca şöyle bir etrafımıza baktığımızda, gözümüzü tır­ma­layan herhangi bir nesneye rastlamamız, en küçük da­ire­nin dengede oluşunun gös­tergesidir. “O ki yedi göğü tabaka tabaka(birbiriye ahenkli) ola­rak yarattı. “Rahman olan Allah’ın yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin. Haydi, gözü(nü) çevir (de bir bak), hiçbir çatlak görebilecek misin?”  (Mülk süresi 3. Ayet) Her bir mükemmel sıfatla muttasıf yüce Yaratıcımız, atom­daki denge­yi hissetme şansını sadece insana bah­şetmiştir. Öy­leyse bilim a­dam­­ları­na düşen en güzel vazifelerden biri, bu âlemi daha da derinlemesine keşfetmektir.

Saliha GAYIR 01 Haziran
Konu resmiİslam Medeniyeti
Kültür ve Medeniyet

Osmanlı’da Su Medeniyeti ve Çeşme Kültürü Yüce Rabbimizin “Biz her şeyi sudan yarattık” âyeti, Hz. Peygamber (sav)’in “En hayırlı sadaka, insanlara su vermektir” hitabı yanında atalarımızın diline pelesenk olmuş  “Su gibi aziz ol” sözünü duymayanımız var mıdır? Bütün bunları bazen, tarihî bir çeşmenin alnında hüsn-i hat şeklinde görürüz… “Su gibi azîz ol” sözü, susuzluğunu gideren insanın minnet duygusunu ifade eden dilimize yerleşmiş sözlerden sadece biridir… Bir yudumu için böylesine güzel dualarla teşekkür edilen su, tarih boyunca en belirleyici unsurlardan biri olagelmiştir. Su için savaşılmış, kuraklıktan dolayı büyük göçler yaşanmıştır. Ve su deyince hemen çeşmeler gelir akla. Özellikle de bizim çeşmelerimiz. Eşsiz zerafette bir “Su Kültürü”nü nakış nakış yansıtan, su gibi güzel bir nimeti daha da güzelleştiren çeşmelerimiz olmuştur. Tarihin her döneminde suyun hayat için vazgeçilmez bir ihtiyaç olması, insanoğlunu suyu kendi bulunduğu yere getirmeye zorlamıştır. Bu da kaçınılmaz olarak “Su Mimarisi”ni doğurmuştur. Osmanlı, suyun kıymetini de, hikmetini de idrak etmiş, önce bir “Su kültürü” oluşturmuş, ardından da suyu medeniyete dönüştürmüştür. Bu aynı zamanda bir “Temizlik Medeniyeti”dir. Suyu aziz bilen Osmanlı, su medeniyetinin kimi mütevazı, kimi şaşaalı yansımaları olan çeşmelerle şehirlerini süslemiştir. Bazı çeşmeler öylesine bir “Sanat Eseri”dir ki, bu eserlerin yalnızca bir ihtiyacın ürünü şeklinde algılanması mümkün değildir. Çeşmeler, aynı zamanda Osmanlı’nın estetik anlayışının da göstergeleridir.                Çeşmeler konumlarına ve işlevlerine göre isimlendirilmiştir. Cephesi bir yapı ya da avlu duvarı üzerinde bulunan çeşmelere “Duvar Çeşmesi”; müstakil bir yapı olarak meydanlara yapılan çeşmelere “Meydan Çeşmesi”; kervanların konakladığı şehirlerarası noktalarda ve şehrin çevresindeki mesire yerlerinde bulunan namazgâhların yanında yapılan çeşmelere “Namazgâh Çeşmesi”; saray, konak ve yalılarda temizlik, abdest almak ve su sesi ile dinlemek amaçlı yapılan çeşmelere “Oda Çeşmesi”; cami avlusu, iskele meydanı gibi yerlere yapılan çeşmelere “Sütun Çeşmesi”; gelip geçenlere su ve şerbet dağıtılan çeşmeli yapılara “Sebil”; yapıldıkları yer itibariyle çukurda kalan çeşmelere “Çukur çeşme”; iki veya üç cepheli çeşmelere “Çatal Çeşme”; yapı ve sokakların köşelerinde yer alan çeşmelere “Köşe çeşmesi”; minare ayaklarında inşa edilen çeşmelere “Minare Çeşme”; Sürre Alayı ile hacca gidenlerin, ayrıca sefere çıkan ordu veya kervanların uğurlanma yerlerinde yapılan çeşmelere “Ayrılık Çeşmesi”; şehirden ayrılanların ya da gelenlerin buradan şehre bakarak şehri âdeta selamladığı yerlere yapılan çeşmelere “Selâmi Çeşme”; şehre giriş çıkışları kontrol etmekle görevli bostancıbaşının kontrol noktasında yapılan çeşmelere de “Bostancı Çeşmesi” denmiştir. Bir çeşme hikâyesi Azapkapı semtinde yaşayan fakir bir ailenin on dört-on beş yaşlarındaki güzel kızı olan Saliha, testiyle mahallenin çeşmesinden su almaya gider. Fakat aksilik; testi ellerinin arasından kayıp param parça olur. Saliha, ağlamaya başlar. O sırada atlı arabasıyla oradan geçmekte olan Sultan IV. Mehmed’in (meşhur Avcı Mehmed) eşi Rabia Gülnûş Sultan, çeşme başında hıçkırarak ağlayan kızı görünce, arabayı durdurur. Neden ağladığını merak etmiş, arabadan inip Saliha’nın yanına gider: “Ben padişahınızın haremi Rabia Gülnûş Sultan’ım. Neden ağlıyorsun, ne oldu?” Saliha orta yaşlı güzel kadına derdini anlatır: “Annem beni mahalle çeşmesinden su almaya göndermişti. Fakat öyle beceriksizmişim ki, bir testiye bile sahip çıkamadım. Elimden kayıp kırıldı.” Rabia Gülnûş Sultan, eski bir testi için gözyaşı döken güzel kızı teselli etmek için, birkaç altın çıkarıp uzatır: “Bunları al yavrum. İstersen bu parayla yeni bir testi alabilirsin. Saliha “İstemem,” der, “Para filan istemem. Hem ben zaten kırılan testiye ağlamıyorum ki…” Şimdi şaşırma sırası Hanım Sultan’a gelmiştir. “Peki, ama niçin ağlıyorsun o zaman?” diye sorar. “Tabii ki, testiyi kıran beceriksizliğime ağlıyorum.” Hanım Sultan büsbütün şaşırmış, yetişme çağında bir kızın sorumluluk dolu cevabından da alabildiğine etkilenmiştir. Bir anda kararını verir: Onu saraya alacaktır. Hanım Sultan küçük kızın ailesiyle görüşüp onların da rızasını aldıktan sonra hareme yerleştirilir. Haremde tam iki yıl zorlu bir eğitimden geçer. Artık o da bir “Saraylı Hanım­efendi”dir. Üstelik çok zeki ve çok da güzeldir. O kadar ki, Sultan II. Mustafa’nın annesi, onlarca cariye arasından oğluna onu beğenip gelin alacaktır. Böylece küçük Saliha, “Saliha Sebkati Sultan” oluverir. Bir süre sonra bir oğlu dünyaya gelir. Adını “Mahmud” koyarlar. Şehzade Mahmud, babasının vefatı üzerine 1730’da “Sultan I. Mahmud” unvanıyla padişah olunca, Saliha Sebkati Sultan, valide sultanlığa yükselir ve talihini açan testiyi kırdığı derme çatma çeşmenin yerine 1732-33 yıllarında muhteşem bir çeşme yaptırır: “Saliha Sebkati Valide Sultan Çeşmesi.” Saliha Sebkati Valide Sultan bununla yetinmeyecek, ayrıca İstanbul'un birçok yerini çeşmelerle donatacak, pek çok eski çeşmeyi de tamir ettirecektir. İşte, insanları suvaran tarihî çeşmelerimizin böyle güzel menkıbeleri de vardır….

Mustafa YILMAZ 01 Haziran
Konu resmiKültür Sanat
Kültür ve Medeniyet

Dünyanın en büyük 'Hz. Muhammed Müzesi' İstanbul Eyüp'te, Siyer Vakfı tarafından, dünyanın en büyük "Hz. Muhammed Müzesi" açılacak. Müzede, Hz. Muhammed'in giysilerinden, kullandığı eşyalara, hayatında yer alan tüm malzeme ve mekânların bire bir benzerleri sergilenecek. Siyer Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Kaya, Hz. Muhammed'in hayatının anlatıldığı "Asr-ı Saadet Dünyası/Siyer Müzesi"ni Siyer Vakfı'nın yaptıracağını ve müzeyi 2016 yılında hizmete geçirmeyi hedeflediklerini söyledi. Müzeyi İstanbul Eyüp'te 3 bin 500 metrekarelik kapalı alanda inşa edeceklerini ifade eden Kaya, "Asr-ı Saadet Dünyası/Siyer Müzesi 6 kattan oluşacak. Bu müzeyle Hz. Muhammed ile aramızdaki zaman ve mekân mesafelerinin bir nebze de olsa kalkacağını düşünüyoruz. Müzenin şu an yaşadığımız asır ile Asr-ı Saadet dünyasını bütünleştiren, 'Gül devri' ile de yaşadığımız dünya arasında bağ kuran bir müze niteliğinde olacağını ümit ediyoruz" diye konuştu. Siyer Müzesi'nde Hz. Peygamber'in yaşadığı, "Asr-ı Saadet" denilen "gül devri"nde yaşanan olaylara ayna tutarak, halkı bilgilendirmeyi amaçladıklarını dile getiren Kaya, şöyle konuştu: "Hz. Peygamberin hayatında olan sosyal ve kültürel objelerden, kullandığı eşyalara, yiyeceklerine, giysilerine kadar hayatında olan her şeyin yer aldığı bir müze kuracağız. Müzede Hz. Muhammed'in kullandığı eşyaların aynısını yaptırıp, sergileyeceğiz. Ayrıca müzede Kabe'nin, Hz. İbrahim zamanındaki ilk inşa halinden tutun, Peygamberimizin Mekke'de doğumu, vahiy gelişi, Hira Mağarası görülebilecek... Peygamberimizin Mekke'den Medine'ye giderken kullandığı Hicret güzergâhı da olacak. Bedir Savaşı'nın yapıldığı yer, Uhud ve Hendek Savaşları, Mescid-i Nebevi'nin, Peygamberin Medine'ye geldiği zaman inşa etmiş olduğu ilk mescidin hali... Dolayısıyla Efendimizin kullandığı eşyaların da olacağı, en ince ayrıntısına kadar her şeyin yer aldığı bir müze inşa edeceğiz. Müzenin bir kapısından girdiğinizde, Kabe-i Muazzama'nın ilk halinden gireceksiniz, son kapısından çıkarken Efendimizle alakalı her şeyi en ince ayrıntısına kadar görmüş olacaksınız." Müslümanların Hz. Peygamber'in hayatını en ince ayrıntısına kadar bilmesi gerektiğini ifade eden Kaya, "Dünya ve ahiret mutluluğunu arzu ediyorsak, Hz. Peygamberin hayatını en ince ayrıntısına kadar bilmek zorundayız. Bu müzeyle de Efendimizin dünyasında olan her şeyi detaylı olarak halkımızın istifadesine sunacağız. Hz. Peygamberi daha yakından tanıyıp, bildikçe, ona karşı sevgimizin daha da arttığını göreceğiz" dedi. "Müze için dünyanın her tarafından eşyalar ve kitaplar gelecek" diyen Kaya, sözlerine şöyle devam etti: "İslam ve Avrupa ülkeleri, Türkiye... Dünyanın her bir ülkesinde, Hz. Peygamber'le alakalı ne varsa, aynısını yaptırıp burada sergileyeceğiz. El yazma eserlerin ve basımların aynısını müzede sergileyeceğiz. Müzemizle alakalı hem bir ilmi heyetimiz hem de danışma heyetimiz var. Mekke'den Medine'den akademisyenlerimiz müzeyle ilgili çalışmalar yapacak. Asr-ı Saadet Müzesi Hz. Peygamberin 63 senelik o bereketli hayatını anlatacak. Örneğin bir baba gözüyle, Hz. Peygamber nasıl bir baba idi? Bir kayınpeder gözüyle nasıl bir kayınpeder idi? Nasıl bir peygamber idi? Nasıl bir İslam komutanı idi? Müze, Hz. peygamberin hayatının tüm safhalarını kapsayacak şekilde olacak. Buradan herkes istifade edecek. Öyle bir müze kuracağız ki, çocuklar peygamberin çocukluğunu, gençler gençliğini, babalar babalık dönemini tanıyacak. Allah'ın izniyle bu müze sadece Türkiye'de değil, dünyada bir ilk olacak." Moskova’da el yazması Kur'an sergileniyor Rusya'da açılan el yazma Kur'an-ı Kerim sergisinde Osmanlı döneminde yazılan Kur’an-ı Kerim, İslam Üniversitesi’nde ziyaretçilere sunuldu. Moskova'da açılan bir sergide çeşitli dönemlerden kalma el yazma Kur'an-ı Kerim mushafları sergileniyor. Osmanlı döneminden kalma kufi hatla yazılmış elyazma mushaflar ziyarete açıldı. Moskova Camii ve Medrese Müdürü Yardımcısı Marat Arşabayev, Rus tarihinde Semerkant Kufi Kur’an’ı olarak bilinen Osmanlı döneminde çoğaltılan mukaddes kitabın bir nüshasının günümüz insanlarına tanıtılması amacıyla sergilendiğini belirtti. Sergide, 19. yüzyıl ortalarında Kahire’de yapılmış, günümüzde Moskova Camisi’nde korunan kalın sayfalı ve deri ile kaplanan Kur’an-ı Kerim de yer alıyor. Ayrıca sergide Ürdün’de hazırlanan inci ve fildişiyle süslenmiş Kur’an’ın özel bir nüshasını da görmek mümkün. Tarih boyunca itina gösterilerek günümüze kadar korunan Kur'an’ın bu nadir nüshaların yanında eni ve boyu küçük ölçülerle yapılan mukaddes kitap nüshaları da sergileniyor.

Sena İKBAL 01 Haziran