87. Sayı: "Nuranî Bir Meclis Barla Lahikası"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiMerhaba İrfan Mektebi Dostları!
İnsan

"Ancak ‘şimdi’ye hâkimiz; ‘şimdi­lik durmak’ değil ‘şimdiden baş­lamak’ gerekir" der, Peyami Safa. Biz de ‘bismillah’ dedik ve yer tuttuk Mekteb-i İrfan sıralarında. *** Hakikat: Bir kervan asırdaşlar ve bir yolcu insan, elan akıp giden zamanda. Nazar: Zamanı geçirmek değil, kaçırmak hiç olmaz; ancak za­mana bir şeyler katmaktır za­manda olmak. Ve böyle başladı bir hikaye daha… *** Evet, sevgili dostlar, kardeşler, ar­kadaşlar! Bundan böyle beraber yürüye­ce­ğiz irfan yolculuğunda. Nur Risalelerinden, hayatın öne çıkan veya gizlenerek kaybol­maya yüz tutan hadiselerinden, hislerimizin ve kalbimizin en de­rinlikli yerlerinden ge­len haki­katlerden buketler derle­yeceğiz. Kalb ve kafa süzgecinden geçe­rek kalemimizin ucuna gelen süt ve bal kıvamındaki güzellikleri, irfan meclisi sofrasında takdim edeceğiz. *** Olan: Sizlerle beraber başlayan bu önemli yolculuk, yine sizlerle devam edecek. Beklenen: İkiden on bir, üçten yüz on bir devşiren ihlas ve samimiyet aritmetiği ile omuz­daş olan fert bilinci ve şuuru ile müncer fotoğraflar koyacağız ortaya. Temenni: Hüsrev Efendi’nin “Sev­gili Üstadım, mektubunuzda yor­gunluğumdan bahis buyuruyor­sunuz. Evet, bazen yoruluyorum, fakat yorgunluktan istirahati arzu eden nefsimi, ruhum vazifeye davet ediyor ve belki bugünkü sa'yim, keffaretü’z-zünub olur. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın rah­meti vâsidir, diyorum”  dediği gibi, bizler de “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” ilahi fermanınca hareket edeceğiz. *** Söz: “Niyet hayır, akıbet hayır!” *** Hâsılı: Bir "Şubat" dergisiyle gel­dik huzurunuza. Risale-i Nur’un kapısı Barla’dan kapak yaptık; bizleri Kur’an iklimine taşıyan eserlerden mülahhas özler bıra­karak kapılarınıza. Üstadlarımızın hayatından kesitler verirken, bir yanımız Malezya’dan ses verdi. Ayrılığın ne büyük ders ve hikmetlerle dolu olduğunu, bazen ölümün hayattan daha çok netice verdiğini bir kez de o pencereden gördük. Alışık olduğunuz pencereler­den farklı manzaralar getirdik enzarınıza. Ve sevgili dostlar! “Bismillah” derken “Merhaba” da dedik siz sevgili muhatap­larımıza. Merhaba sevgili dostlar! Kalın sağlıcakla.

Metin UÇAR 01 Şubat
Konu resmiDâru'l-Hikmeti'l İslâmiye'nin Yapısı Ve Faliyetleriâ
Kültür ve Medeniyet

Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye Meşi­hat Makamı’na bağlı olarak faali­yetlerini sürdüren bir kurum ol­muştur. Kurumun merkez teşki­la­tı çalış­malarını Osmanlı Devleti’nin pa­yi­tahtı İstanbul’da yürütmüştür. Ku­rumun çalışmalarını yürütme­si için, bugün İstanbul Müftülü­ğü olarak kullanılan o dönemde ise Meşihat Makamı’nın merkezi olan Süleymaniye’deki binanın bir bölümü tahsis edilmiştir. Ku­rumu oluşturan heyetin sayısı en az 9 en çok 21 âzâ olarak belir­lenmiştir. Bu âzâların üç farklı alanda; Fıkıh, Kelâm ve Ahlak komisyonları bünyesinde çalışma yapması planlanmıştır. Kurumun çalışmaları esnasında âzâlarla be­ra­ber biri başkâtip olmak üzere toplam 7 kâtib çalışmıştır. Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin baş­­­­kanları Şeyhülislâm’ın tek­li­­fiyle padişahın onayı alınarak atan­mıştır. Kurumun başkanına ait görevler; heyetin düzenli ola­rak toplanmasının temin edil­mesi, çalışmaların düzenli ve sağ­­lıklı bir şekilde sevk ve ida­re edilmesi, tasdik edilmesi ge­re­ken belgelerin Meşihat Ma­ka­mı’na arz edilmesi olarak be­lirlenmiştir.1 Daru’l-Hikmeti’l-İs­lâ­miye ilk ku­ruluşunda, âzâların se­­çi­mi de Şey­hülislâm’ın teklifiyle padişahın onayıyla atanmıştır. İlerleyen sü­reç­te herhangi bir âzâ atanması gerek­tiğinde mevcut âzâlardan üç aday teklifi alınmış, bu adaylar­dan birisi Meşihat Makamı tarafın­dan belirlenerek teklif edilmiştir. Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye âzâları­nın haftada bir defa düzenli bir tarzda toplanmaları zorunlu kı­lın­mıştır. Kurumun bazı haf­talar iki defa da toplandığı ol­muştur. Toplantı gündeminin da­ha önceden belirlenmiş mad­delerden oluşması temin edil­miş­tir. Kurumun karar defteri ince­lendiğinde toplantılara ko­mis­yon ayrımı yapılmaksızın, bü­­tün âzâların katıldığını gö­rü­yoruz. Kurumun karar def­te­rine, toplantılarda alınan ka­rar­­larla birlikte kurumun diğer makamlarla yazışmaları da kay­dedilmiştir. Daru’l-Hikmeti’l-İs­­lâ­­­­miye’ye ait üç adet defter ve di­ğer resmi evrak bugün Meşihat Arşivi’nde bulunmaktadır.   Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin Taşra Teşkilatı Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin taş- ­ra teşkilatının kurulmasına yöne­lik yetki, kurumun nizamname­sin­de bulunan 5. maddeye dayanır. Bu madde şöyledir; “Müslüman­ların dini terbiyesine ve İslam’ın faziletlerinin inkişafına çalışacak olan Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye, bu maksadı devair-i müteallikası ve taşra müftü ve müderrisleri ile münasebette bulunmak, eimme, hutebâ ve vâizînin tenvirlerine dair kararlar ittihaz etmek, âsâr ve müellifât-ı nâfia neşr ettirmek sureti ile ifâ eder.”     2 Bu yasal dayanaktan yola çıkarak kurulan taşra teşkilatına yönelik bir tali­matnâme hazırlanmıştır. Bu tali­matnamede; taşrada kurulan bü­­tün encümenliklerin fahri tem­silcilikler olacağı ve ilgili yer­lerin müftüleri başkanlığında ku­rulacağı, bu encümenliklerde sa­yısı üç ile dokuz arasında üye vazife yapacağı, üyelerin mü­derris, kadı, müftü ve diğer me­murlardan belirlenebileceği ifade edilmiştir. Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin taş­­­- ra teşkilatı beyannâmesi bütün müf­­tülüklere gönderilmiş ve kısa za­­manda Osmanlı toprakları ge­ne­­linde 79 merkezde taşra en­cü­­menliklerinin kurulduğuna dair bilgiler Bab-ı Meşihat’a bil­dirilmiştir. Kurumun merkezi ile taşra örgütlenmesi arasında irtibat sıkı tutulmuştur. Merkez teşkilat ile taşra teşkilatı ortak bir zeminde çalışmayı başarmıştır. Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin Faaliyetleri Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye çalış­malarına 12 Ağustos 1918 tari­hinde başlamış ve son toplantısını 21 Ekim 1922 tarihinde yapmıştır. Yaklaşık dört yıl çalışmalarına devam etmiştir. Daru’l-Hikmeti’l İslâmiye’ye kuruluş kanununda “Hakaik-i diniye ve meâlî-i İslâ­miyeyi neşr ve ta’mîm” olarak be­lirlenen vazifesini kurum farklı faaliyetlerle yürütmüştür. Bu ku­rum, sadece ilmi çalışmalar yapan bir kurum olarak düşü­nülmemelidir. Kurum çalış­ma­la­rını yürüttüğü dönemde çok cid­di eserler te­lif etmekle beraber; eğitim faali­yetleri, din görevlilerinin yetiş­tirilmesi, dini müesseselerin ko­­runması, işgal altında olan İs­lam topraklarında halkın bilinç­lendirilmesi, işgale karşı direnişin örgütlenmesi gibi birçok farklı alanda faaliyetler yapmıştır. Osmanlı’nın son döneminde sa­vaşlarda yaşanan kayıplar dini müesseselerde vazife yapan vâiz, imam ve hatiplerin sayılarının azalmasına sebep olmuştur. Dö­ne­min mevcut sıkıntılarından do­layı yeni vazifeye atanan din görevlileri de nitelikli bir eğitim almadan vazifeye başlamışlardır. Bu doğrultuda Osmanlı Meşihat Makamı nitelikli vâiz yetiştirmek için Medresetü’l-Vâizîn (1912) adlı bir medrese yine nitelikli imam ve hatip yetiştirmek için Medresetü’l-Eimme ve’l-Hütebâ adlı bir medrese açmıştır. Bu iki müessesenin çalışmaları Birin­ci Dünya Savaşı ile akamete uğramıştır. Bu iki medrese Med­resetü’l-İrşâd adı altında bir­leştirilerek, 1919’da Daru’l-Hik­meti’l-İslâmiye’nin idaresine bı­­ra­­kılmıştır. Medresetü’l-İrşâd ile ilgili bütün ayrıntılar Daru’l-Hik­meti’l-İslâmiye tarafından be­­lir­lenerek nitelikli din görevlisi yetiştirme faaliyetlerine tekrar baş­latılmıştır. Medresetü’l-İrşâd’ın müfredatı, müderris sayısı ve han­gi müderrislerin ders vereceği, ta­le­be sayısı, genel idaresi ve diğer bütün ilgili hususlar Bab-ı Meşihat’ın onayıyla Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye tarafından be­lirlenmiş ve yürütülmüştür. Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin doğrudan idare ettiği Medresetü’l- İrşâd dışında diğer eğitim ve öğretim müesseselerine yönelik çalışmaları da olmuştur. Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye bu bağlamda bir komisyon oluşturmuş ve bu komisyonun umum mekteplerde verilen derslerin denetlenmesi, din dersi kitaplarının incelenip ihtiyaca göre tekrar yazılması, din dersi kitaplarının içeriğinin belirlenmesi, hangi derslerin kaçar saat işleneceği gibi hususlarda çalışma yapmasını temin etmiştir. Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye umum Osmanlı topraklarındaki dini müesseselerin korunmasına yönelik bir takım faaliyetleri olmuştur. Bu bağlamda cami ve mescitlerin imarı ve düzenli bir tarzda kullanılmasına yönelik bir makale yazılmasına karar verilmiştir. Kurumun dini mü­es­seselerin korunmasına yöne­lik faaliyetlerine bir örnek ola­rak şu hadiseyi alabiliriz: 1919 Ağustos ayında Daru’l-Hik­me­ti’l-İslâmiye’ye yapılan bir şi­kâ­yet dilekçesinde Samsun’da ca­mi ve medreselerin muhacir grup­ların işgali altında olduğu bil­dirilmiştir. Daru’l-Hikmeti’l- İslâ­miye bu şikâyetin üzerine Ev­kaf ve Maarif nezaretinden; işgal altında olan medreselerin derhal boşaltılmasını ve imamı olma­yan camilere ise bir sınavla imam tayini yapılmasını ve Ezân-ı Muhammediye’nin okun­madığı caminin kalmamasını istemiştir.3 Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye âzâla­rı ihtiyaç görülen konuları be­lir­leyip bu konular üzerine te­lif eserler yazmışlardır. Yine İs­tan­bul’da farklı camilerde vaaz­lar vermek sureti ile tebliğ faali­yetinde bulunmuşlardır. Bu vaaz­­lar kaydedilerek bir kısmı dö­­ne­min en önemli irşâd ve teb­liğ dergisi Ceride-i İlmiyye’de yayınlanmıştır. Ceride-i İlmiyye Ceride-i İlmiyye, 1914 ile 1922 yılları arasında yayınlanan, Bâb-ı Meşihat’ın resmi yayın organıdır. İlk sayısı 26 Mayıs 1914 tarihinde, son sayısı Eylül 1922’de yayınlanan Ceride-i İl­miyye’nin toplam 79 sayısı var­dır.4 Osmanlı Devleti’nin yı­kıl­masına kadar yayın yapan Ceride-i İlmiyye’de fetva, haber, ilan, beyannâme ve ilmî yazılar yayınlanmıştır. Derginin idaresi ilk sayıdan 36. sayısına kadar direk Meşihat Makamı tarafından, 36. sayıdan 79. son sayısına kadar yine Meşihat Makamı'na bağlı olan Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye tarafından yönetilmiştir. Meşihat Makamı’nın Ceride-i İlmiyye gibi bir dergiyi yayınlamasının ana sebebi Meşihat Makamı’nın tesirini artırarak İslam toplum­larındaki bir takım bozulmaları engellemek ve hususan Birinci Dünya Savaşı’nın toplumda mey­dana getirdiği her türlü olum­suz tesiri bir ölçüde izale etmektir. Ceride-i İlmiyye’de muhteva ola­­­­rak; 41. sayısına kadar Bâb-ı Meşihat’e bağlı olan kuru­luş­ları ilgilendiren resmi ve idari konulardaki yazılar ve fetva­lar yayınlanmış, bu sayıdan iti­baren aynı muhtevaya Dâ­ru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’yi ilgilen­di­ren konular eklenmiştir. Dâ­ru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin ku­rul­masından itibaren derginin ya­yın sorumluluğunu Mehmet Akif (Ersoy) üstlenmiştir.5 41. sayıdan 79. sayıya kadar Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin farklı il­­mî encümenlerinin kaleme aldı­ğı makalelerin çoğunlukla yayın­landığı dergi, dönemin irşat ve tebliğ faaliyetlerini yürüten en önemli kaynağı olmuştur. Der­gide toplumun manevi has­ta­lık­larını tedavi etmek ve ah­laki problemlerini izale et­mek adına birçok beyannâme ya­yınlanmıştır. Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybettikten sonra top­rakları işgal edildi. İşgal altındaki Osmanlı topraklarında işgalci Av­rupa devletleri tarafından İs­lam toplumunun ahlakını ve iti­kadını bozmak adına birçok faali­yet gerçekleştirilmiştir. Dâ­ru’l-Hikmeti’l-İslâmiye tarafın­dan Ceride-i İlmiyye’de işgal dev­letlerinin toplumun ahlakını ve itikadını bozmaya yönelik fik­ri ve fiili faaliyetlerine cevap niteliğinde beyannâmeler ve ma­ka­leler yayınlanmıştır. Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye tara­fın­dan Ceride-i İlmiyye’de yayın­lanan beyânnamelerden bazı alıntılar: “Gençlerimiz her şeyden evvel dindar olmalıdır.(...) Şurasını söylemekte zerre kadar tereddüt câiz değildir ki, bugün medeniyet hayatı denilen sefîl hayat insanlığı temelinden yıkacak nâmütenahî rezâletleri ihtivâ etmektedir. Bu söz mücerred bir söz değil. Yine Avrupalı âlimlerin yazılmış eserleri ile sabit bir hakikattir. Fakat ne faydaki hevâperest garpta da hak ve hakikate temayül kabiliyeti kalmamış! Avrupa âlimlerinden hangisi ile insafla hasb-i hal edilecek olsa, onlarda halkın bu suretle dalâlete meyyal olmasından müştekî! Hepsi bu vâki olan şeyin feceatını takdir, fakat o hay-huy dalâlet arasında hakikatı duyurmak mümkün olmadığını üzülerek tekrar ediyorlar. Bunu bırakalım kütüphaneler dolusu yeni garp eserleri meydanda, acaba bu eserlerin hangisi bu rezaletleri tavsiye etmektedir...” “...Gençlerimiz her şeyden evvel din­­dar olurlarsa hiçbir taraftan tavsiyeye hacet kalmaksızın haki­kati görüp muktezasına muvafık hareket ederler. Buna binaen genç oğullarımız ve genç kızlarımızın, sefih hayatın yalancı zîynetlerine kapılmayıp her hal-ü kârda dinin esasına müstenid bir ciddiyeti, ha­reket rehberi ittihaz etmeleri, müşfîk ve halis bir surette tavsiye olunur. Zira maddî mânevî saadetimiz felâh ve necatımız ancak bu yola sülûk ile te’min edilebilir...” “...Şu son zamanlarda medeniyet hayatına alıştırmak perdesi altında kadınlarımızın, kızlarımızın yüz­le­rindeki hayâ perdesini sıyırmak istediklerini görüyoruz. Kalbindeki imanın çehresindeki bu rengin tezahürünü, riya töhmeti ile le­kelemek istediklerini işitiyoruz. Bir kere hayâ ile riya büsbütün başka iki mahiyettir. Sonra riyasız olmak için bir zaman hayâsız olmak demek değildir. Evet, “Ne yapalım! Bu gibi haller bugünkü medeniyetin icabıdır. Yirminci terakkî asrı geçmiş devirlerin ahlâkı ile, an’aneleri ile mu­kayyet olamaz.” diyebilecekler de­ğimli? İşte ey Müslüman! Bu söz bili­nerek söylenirse idlâl, amiyane savrulursa eser-i da­lâldir. Yir­minci terakki asrını temsil eden medeniyet merkezleri­ni kuşbakışı ile görmek bu bapta hüküm vermeye kâfi olamaz. Vakıa o muazzam şehirlerde an’anelere ve maneviyata karşı çıkmış sürüler görülmüyor değil. Lakin bu hay-huy isyanın, bu hercümerc sefahatin arkasında edebiyle, namusuyla yaşayan, ge­celi gündüzlü çalışan, harîm-i na­musunu şarklılar kadar esirgeyen koca koca kütleler var...” Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin Ce­­­ri­de-i İlmiyye vasıtası ile ya­yınlamış olduğu beyanna­meler­den bazılarının başlıkları şöyle­dir: Oruç Hakkında Beyânname, Ramazan Bayramı Hakkında Be­yânname, Hayâ ve Namus Hak­kında Beyânname, İşret Hakkında Beyânname, Iskat-ı Cenin Hak­kında Beyânname, Ramazan Mü­na­sebeti ile Hazırlanan Beyânna­me, Gençlik Hakkında Beyânname, Ahlaksızlık Hakkında Beyânname, Kadir Gecesi Hakkında Beyânna­me, Berat Kandili Hakkında Be­yânname... Beyânnameler bir üye ta­­rafından yazılır, bu metin di­ğer üye­lerinde huzurunda oku­nur, kabul edildikten sonrada ya­yınlanırdı. Kaynaklar: 1- Zekeriya Akman , “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Bir Üst Kurul, Dâru’l-Hikmeti’l- İslâmiye”, Ankara 2009, s.492- Sadık Albayrak, “Son Devrin İslam Akademisi Dâru’l- Hikmeti’l-İslâmiye”, İstanbul 1998, s.963- Zekeriya Akman , “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Bir Üst Kurul, Dâru’l-Hikmeti’l- İslâmiye”, Ankara 2009, s.70-744- Sadık Eraslan, “Meşihat-i İslamiye ve Ceride-i İlmiye”, 2009 Ankara, s.1135- Nesimi Yazıcı, Ceride-i İlmiyye, DİA, c. 7, İstanbul 1993, s. 407-408

Muhammed SEMİZ 01 Şubat
Konu resmiİslam'da Özel Bir Hayvan: Kedi
Kültür ve Medeniyet

Kedilerin Müslümanların hayatındaki yeri... Kedi İslamiyet'te "temizlik" ile sim­gelenmiştir ve saygın bir yer edinmişdir. Hz. Mu­ham­med'in (s.a.v) bir kedi dos­tu ol­ması Müs­lümanlar için bir övünç kaynağı olup kedi bes­lemek “Sünnet” ka­bul edil­miştir. Hz. Muhammed (s.a.v), Uhud seferinde, ordunun önü­ne yavrularını emziren bir ke­di çıkınca, kedinin başına, ezilme­mesi için bir nöbetçi dikip koca bir orduyu o kedinin etrafından dolaştırmış. Ve seferden döndü­ğünde o nöbetçiden kediyi iste­miş, sahiplenerek adını Müezza koymuştur. Siyah beyaz bir Habeş kedisiy­miş Müezza… Ağzının içinde üst da­mağında lekeleri varmış. Bu sık rast­lanmayan, damağında le­ke olan kedilerin, Müezza'nın so­yundan geldiği kabul edilir. Müez­za, muhtemelen bir sokak kedisiydi ve Mekke'nin sıcak kavu­rucu çöl sokaklarından Hz. Muhammed'in (s.a.v) ilgisi ile kur­tulmuştu. Hz. Muhammed (s.a.v), kedisi Müezza'yı o kadar çok severmiş ki, Müezza bir gün sedirde oturan Hz. Muham­med'in (s.a.v)  giysisinin ucunda uyuya kalmış. Her kedi dostu gibi uyuyan bu güzelliğe kıyamayan Hz. Muhammed, Müezza'yı uyandırmaktansa giysisinin ucu­nu usulca keserek kalkmayı ter­cih etmiştir. Hz. Muhammed, ke­disi Müezza içtikten sonra kapta kalan su ile abdest alacak­ken Sahabe-i Kiramdan Ebu Nuaym "Ya Resul o sudan kedi içti" deyince, Resulullah (s.a.v)  "Onlar en temiz ağıza sahiptirler." buyurmuş ve abdest almıştır.Daha sonra da sahabeden Kâb kızı Kebşe isimli bir hanım şöyle anlatıyor: ''Eshab-ı kiramdan ka­yınpederim Ebu Katade'nin ab­dest alması için bir kaba su koy­muştum. Kedi gelip bu kaptan su içiverince Ebu Katâde biraz daha su içmesi için, kabı kedinin önüne uzattı. ''Benim kendisi­ne hayretle baktığımı görünce, "Niye hayret ettin ey kardeşimin kızı, Resulullah Efendimiz (s.a.v), "Kedi pis değildir, etrafınızda (evinizde) serbest dolaşsın buyurdu. Kendisi de abdest almıştı, ben de sünnet eylemekteyim." dedi (Nakleden: İmam Malik, Muvatta, Taharet [2.13] -Diğer Kaynaklar: Ebu Davud, Taharet, 1/38; Tirmizî, Taharet, 1/69; Nesaî, Taharet, 1/54; İbn Mace. Taharet, 1/32, Ayrıca bkz. Şeybanî, 90). Abdurrahman bin Sahr adlı bir sahabe (Ebu Hureyre) sokakta kalmış kedileri götürür onları yedirir severmiş. Resûl-i Ekrem Hz. Muhammed'in bundan ha­beri yokmuş. Sahabelerden biri bir gün Hz. Muhammed'e (s.a.v) söylemiş: "Pis kedileri toplayıp kulübesinde bakıyor!" demiş. Hz. Muhammed (s.a.v)  o anda bir şey söylememiş. Hz. Muhammed (s.a.v) Ebu Hureyre'yi daha son­ra sokakta görmüş, bu zât bir kedi yavrusu bulmuş. Hz. Mu­hammed'e (s.a.v)  sahabenin söy­lediğini kendisi de bildiği için Resûl-i Ekrem Peygamberimiz bir şey söyler diye, kediyi he­men hırkasının içine saklamış. Hz. Muhammed kendisine, hır­ka­nın altında ne sakladın demiş. Hırkayı açmış küçük bir kedi yavrusu. Hz. Muhammed (s.a.v)  yavruyu sevmiş, okşamış ve o zâta: "Ebu Hureyre utanma, öğün. Sen kedi babasısın." demiş. O günden sonra Abdurrahman bin Sahr'a artık Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in hitap etti­ği gibi "Ebu Hureyre (Kedi babası)" diye hitap edilir. (Buhari: 5, 811). Bir gün bir sohbet esnasında Resûlullah Efendi­miz yanındakilere: "Hubbü’l-hırra­tı mi­ne’l-iman". Türkçesi: "Kediyi sev­mek imandandır" buyurmuş. "Niçin?" diye sormuşlar. "Ebu Hureyre bilir" demiş başka bir şey söylememiştir. Kendisi de bir ke­di dostu olan ve Peygamberimiz­in hadislerini aktaran Ebu Hu­reyre, Hz. Muhammed'in (s.a.v)  kedilerin ticari alım satımını yasaklattığını söyler. Hatta Ebu Hureyre'nin aktardığı hadislerde "kedisini kapatıp aç bırakan bir kadının cehennemde çektiği ceza­dan" bahsedilir. Mesaj oldukça açıktır. Kedilere iyi muamele şarttır. "Bir kadın, bir kediyi kapalı bir yere hapsetti. Kediye yiyecek, içecek vermedi. Dışarıda bir şey bulup yemesi için serbest de bırakmadı. Kedi öldü ve kadın da bu yüzden Cehenneme müstahak oldu." (Buhari ve Müslim) Bu hadislerden dolayı ço­cuk­luğumuzda kedilerin canını acı­tanlar için hep aynı şey söylenir dururdu. "Bir kediyi öldürürsen yedi cami yaptırman gerekir." İslamiyet'teki bu gizli kedi sevgisi sebebi ile İslam ülkelerinin so­kakları kedilerle doludur. Kedi­nin su ve gıda ihtiyacını karşıla­mak ve bu hususta kolaylık sağla­mak sünnettir. Ebu Hureyre kısa sürede İslam âleminin en önemli ve en güveni­lir sahabelerinden birisi oldu. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) kendisini çok seviyordu ve yanından ayır­mıyordu. Hazret-i Ebu Hü­rey­re, Peygamber Efen­dimizin (s.a.v) hep huzurunda ve ya­nında bulunduğu için, pek çok hadis-i şerif işitip rivayet et­miştir. Gece gündüz Peygamber efendimizin (s.a.v) yanından ayrılmaz, ondan duy­duğu hadisleri öğren­meye çalı­şırdı. Bir gün namaz kılarken bir yı­lan Hz. Muhammed'e (s.a.v)  arkasından yaklaşmış ve Hz. Muhammed'i (s.a.v)  sokmaya kal­kışmış. İşte tam o sıra ora­lar­dan geçen bir adam Hz. Mu­hammed'in (s.a.v)  zor anına ye­ti­şip kedisini yılanın üzerine sal­mış. Ve bilindiği üzere yıla­nın amansız düşmanı olan ke­di, yılanı boğmuş. Yılanın zehir­li ısırığından kedi sayesinde kur­tulan Hz. Muhammed (s.a.v) kedinin sırtını okşamış. O gün­den beridir de kediler sırt üstü yere düşmezlermiş denir. Bediüzzaman Said-i Nursî haz­retleri kedilerin çıkardığı mır­mırların "Ya (Er) Rahim, Ya (Er) Rahim" şeklinde bir dua olduğu­nu, kedilerin bu şekilde şükredip, zikrettiklerini söylemektedirler. Said-i Nursî Hazretleri'nin kendi kedileri de vardı ve hayatının her döneminde kedileri çok sevmiş ve beslemiştir. Bir gün Ahmed Rıfâi hazretleri­nin paltosunun eteğinde, kedisi gelip uyudu. Namaz vakti geldi, kediyi uyandırmaya kıyamadı. Bir süre onu şefkatle seyretti. Uyan­mayacağını anlayınca Hz. Mu­hammed'in (s.a.v) yaptığı gibi kedinin yattığı yeri kesip namaza gitti. Geldiğinde kedi uyanıp oradan gitmişti. Kesik parçayı paltosuna dikti. Buhari’den naklen: "Eshab-ı ki­ram dediler ki: Ya Resulallah, hay­vanlara iyilikte de, sevap var mı­dır? Peygamber Efendimiz (s.a.v), "Her canlı hayvana yapılan iyilikte sevap vardır" buyurdu." Evimizdeki kedi yavrulamıştı. Ben bu sıkıntı içinde düşünürken, bir köpeğin kedi yavrularından birisini yaka­lamaya çalıştığını gördüm. Bas­tonumu yere vurun­ca, kaçtı. Ke­dinin annesi gelip yavrusunu alıp gitti. Ondan son­ra iyileş­tim. Na­mazlarımı ayak­ta kılmaya baş­ladım. O ge­ce rüyamda yine Pey­gamber Efen­dimiz’i (s.a.v) gördüm. "İyi ol­manın sebebi, bir kedinin senin için teşekkür etmesidir." buyurdu. Hiçbir hayvana eziyet, işkence etmek, suda boğarak veya ateş­te yakarak öldürmek caiz değil­dir. Hayvana işkence etmek, gay­rimüslim vatandaşa işkence et­mekten daha büyük günahtır. Gayrimüslim vatandaşa eziyet etmek de Müslüman'a eziyet etmekten daha büyük günahtır. Peygamberimizin eşi Hz. Aişe (r.a.) diyor ki: "Benle Resûlüllah (s.a.v) Efendimiz, daha önce kedinin ağzını dokundurup su içtiği bir kaptan su alıp guslettik." Urve bin Zübeyr, Hz. Aişe (r.a.)'dan aldığı rivayete göre şöyle demiştir: "Resûlüllah (s.a.v) Efendimiz'in yanından kedi geçerken su kabını ona iyice meylettirir, kedi su içtikten sonra Efendimiz arta kalanı ile abdest alırdı." Enes bin Malik (r.a.)'den yapılan rivayete göre, şöyle demiştir: Re­sûlüllah (s.a.v) Efendimiz Medi­ne'de Bathan denilen yere çıktı ve "Ya Enes! Benim için abdest suyu doldur" buyurdu. Ben de suyu doldurup hazırladım. Resûlüllah (a.s.) tabii ihtiyacını giderdikten sonra su kabına doğru gelirken bir kedi o kaptan su içmeye başlamıştı. Bunun üzerine Re­sûlüllah (a.s.), o su içinceye kadar durup bekledi. Sonra ben bunun (hükmünü) sorduğumda buyurdu ki: "Ya Enes! Doğrusu kedi de ev eşyasından biridir, bir şeyi kirletmez ve murdar da yapmaz..." (Hadisi Hâkim el-Nişaburi, Müstedrek'te rivayet ettikten sonra, iki Şeyh'in (Buharî ve Müslim'in) şartlarına göre, sahihtir, demiştir. Aynı hadîsi az değişik bir ibareyle Darekutnî de rivayet etmiştir). Peygamberimizin eşi Hz. Aişe (r.a.) tarafından yapılan rivayete göre Hz. Muhammed şöyle demiştir: Resûlüllah (s.a.v) Efendimiz: "Şüphesiz ki kedi necis (pis) değildir, o da ev halkından bazısı gibidir" buyurdu. İmam Şafii'ye göre, kedi su içtikten sonra arta kalanı temizdir. İmam Mâlik'e göre, kedinin artığı temizdir. İmam Ahmed bin Hanbel'e göre, kedinin artığı temizdir, onunla abdest almak mekruh değildir. Hadis-i Şerifler: "Yeryüzündeki mahlûklara acı­ma­yana, göktekiler acımaz." (Tabe­râni) "Merhameti olmayana merhamet edilmez." (Buhari) "Ashab-ı kiram dediler ki: Ya Re­sulallah, hayvanlara iyilikte de, sevap var mıdır? Peygamber Efen­dimiz, "Her canlı hayvana yapılan iyilikte sevap vardır" buyurdu." (Buhari)

Mustafa YILMAZ 01 Şubat
Konu resmiYaratılış Açıklamalı Müfredat Projesi
Kültür ve Medeniyet

Seçmeli Müfredat Projesi (Yara­tılış Açıklamalı Müfredat Proje­si), bilimin yorumlanması konu­sunda insanların bakış açılarının özgür bırakılması anlamına gelir.  Kısaca bilimle felsefi olanı ayır­mak, bilimsel gerçek üzerinde ya­pılacak felsefi yorumu sadece ki­şilerin felsefi inançlarına bırak­mak demektir. Evet, bilimin doğruları aksi is­patlanana kadar elbette inkar edilemez. Fakat kimi ideolojik-felsefi yorumların “bilim” diye önümüze sürülmesi ve bu yo­rumlara herkesin inanmasının istenmesi apaçık bir zulümdür. Çünkü adı üstünde bu yorumlar felsefi-ideolojik yorumlardır ve herkesin bilimsel bir meseledeki felsefi yorumu aynı olmak zo­runda değildir.   Yani bir hücrenin varlığı, yapısı, ne olduğu, nasıl oluştuğu bilimin konusudur ama o hücrenin te­sa­düfen oluşup oluşmadığı mese­lesi, felsefenin hatta inancın konusudur. Bu ontolojik husus bilime mal edilebilecek bir konu değildir. Bilim kâinatın mevcut işleyişine bakar ve deneyler, gözlemler gibi yöntemlerle kâinatta hükmeden kanunları bulmaya çalışır. Bu yö­nüyle bilim, formülüze edilip “is­patlanabilen” bir gerçekliği ifade eder. Mesela, dünyanın güneşin etra­fında kaç günde döndüğü bilim­in konusudur. Bilim bunu istatistiki yöntemleri de kullanarak hesaplar. Ancak bilim bu mevcut sonuçla da yetinmez. Bilimin damarlarında gezinen şüp­hecilik, farklı bir açıklama bu­lacağı başka bir ana kadar bu sonucu sorgular. Bu sonuç bilimin kıstaslarıyla sürekli, tartılır ölçülür. Yeni metodlar geliştirilerek, yeni sonuçların ortaya çıkması adına bilimsel çalışmalar yapılır. Ancak aksi ispatlanana kadar dünyanın güneşin etrafında 365 gün 5 saat 48 dakikada döndüğü kesin bir gerçeklik olarak kabul edilir. Gelelim kâinatın ve içinde yaşa­yan can­lıların tesadüfe dayanan evrim gibi süreçlerle oluştuğunu ifade eden tezlere... Bunlar adı üstünde “bilimsel bilgi” aşamasına geçe­memiş, yani genelgeçerliği asla is­patlanamamış felsefi tezler ve teorilerdir. Bu yorumların “bilimsel bil­gi” olduğunu iddia etmek im­kansızdır. Türkiye’de yaşayan in­sanların çoğunluğunun kabul etmediği hayatın tesadüfen oluş­tuğu iddiası, bilimsel bir bilgi de­ğil, felsefi bir yorumdur sadece. Yapılan bilimsel araştırmalar gös­termektedir ki, Amerikan halkı­nın %50’den fazlası evrim teorisi­ne inanmamaktadır. Eğer evrimcilik, tesadüfçülük ya da tabiatçılık gibi ispatlanamamış iddialar bilimsel bilgi olmuş olsalardı, insanların bu bilgileri kabul etmekte hiçbir tereddüt yaşamamaları gerekirdi. Mesela yerçekimi kanunu bilim­sel bir bilgidir ve bu kanunu redde­den hiçbir inançlı insan yoktur. Dünyanın yuvarlaklığı, kalbin vücut içindeki vazifeleri, suyun yapısı gibi bilgiler de bilimsel bilgilerdir ve Müslümanlar bu bilimsel bilgilerin hiçbirine itiraz etmez. Demek ki, evrimcilik ve tesadüf­çülük gibi felsefi görüşleri red­det­mek “bilimi” reddetmek anla­mına gelmemektedir. Bu görüş­leri kabul etmek bir inanç meselesi­dir ve insanlar inançlarında öz­gürdürler. Bilim mezarlığında üzerinde tar­tışılması bırakılmış binlerce fel­sefi görüş, tez, teori mevcuttur. Ancak bunların hiçbiri bu kadar hararetli savunulmamış ve diğer insanların da bu tezlere inanması bu denli, aşkla istenmemiştir.  Mesela dünyanın tepsi şeklinde olduğunu iddia edenler ya da dünyanın bütün kâinat siste­mi­nin merkezi olduğunu savunan­lar, tarihin belli bir döneminde bu felsefi görüşlerini elbette dillendirmişlerdir. Ancak bu görüşlerini ispat ede­medikleri içindir ki, bugün o felsefi görüşler, tezler ya da teo­riler konuşulmaz bile. Bilimsel gerçeklik bütün o görüşleri süz­geçten geçirmiş, o görüşlerin kâinatın yasalarıyla uyumsuz ol­duğu tespit edildiği için o görüş­ler terk edilmiştir. Tesadüfçü evrim görüşü de böy­le felsefi bir görüştür. Evrim’in “bilimsel gerçeklik” olduğu propa­gandasını sıklıkla yapmak, onu “bilimsel bilgi” haline getirmez. Bu durum bir felsefi inancın yoğun propaganda yöntemleri eşliğinde “bilim” olarak gösterilmesinden başka bir şey değildir. Bununla birlikte bilimsel gerçek­liği genelgeçer kanunlarla kanıt­lanamamış bu felsefi görüşle bi­limi izah etmeye çalışanların bu haklarına da saygı göstermek gerekir. Evrimci ya da tesadüfçü felsefi görüşü kabul etmeyen, atomdan gezegenlere her şeyi yaratan bir Yaratıcı’nın olduğuna inananların da bilimi kendi görüşlerine göre anlama-izah etme hakları vardır. İsteyen böyle bir eğitimi gönüllü olarak talep edip görebilir. Ancak inançlı insanları inançları gereği kabul etmedikleri tesa­düfçü-maddeci-tabiatçı görüşleri kabule zorlamaya ise kimsenin hakkı yoktur. Bilim, güneşteki enerjinin hid­rojeni helyuma dönüştüren nük­leer füzyon ile oluştuğunu ortaya koyabilir. Ama bunun tesadüfen oluştuğunu iddia edemez. Bunu iddia eden “felsefe”dir. Çünkü tesadüf iddiası “bilimsel kıstaslarla” izah edilemeyecek fel­sefi bir iddiadır. Tesadüfün ge­nelgeçer bir kanunu ya da for­mülü yoktur çünkü. Böyle bir iddia felsefi görüş kategorisinde incelenebilir ancak. Bir genin şuurlu bir irade ta­rafından oluşturulduğunu söy­le­mek, o genin bilimsel ger­çek­liği­ni inkar değildir. Gen yine bilim­in ispat ettiği bütün o özellikle­riyle aynı gendir. Fakat o genin varoluş gerçeğini algılayış farklıdır. Herkesi aynı felsefi algıya mahkum etmek ise elbette zulmün en büyüğü olacaktır. Bu noktada insanlar özgür bırakılmalıdır. Etkili bir örnek vermek gerekirse; bilim “anne” kavramını; “Bir çocuğu doğuran, bakımını üstlenen veya kendi doğurmadı­ğı bir çocuğu evlat edinen ve bakımını üstlenen dişi canlı.” http://tr.wikipedia.org/wiki/Anne ifadeleriyle tanımlar. Kültürlerin, inançların, ahlak ku­rallarının “anne” kavramına yük­lediği o yüce anlamlar, anneliğin bilimsel tanımını inkar eden, ya da bu tanımın öğrenilmesini en­gelleyen yorumlar olarak al­gılanamaz. Mesela ölüm gerçeği karşısındaki “inanışlar” da, ölümün bilimsel açıklamasının zıddı değildir. Bu süreçte cesedde oluşan kimyasal ya da fiziki değişimleri bilim yi­ne inceler. Örneğin, “şehitlik” ina­nışı yüzünden hiçbir otopsinin “bilimselliği” zedelenmiş değildir bugüne kadar. Ölüm sonrası hayatın yok ol­du­ğunu iddia etmek ise ke­sin­­likle bilimin konusu de­ğil­­­dir. Bilim doğası gereği de­ney­­leyip gözlemleyemediği me­­se­le­ler hak­kında kesin yar­gı­lar kul­lanamaz çünkü. O meç­hul alanda sadece inanç at koş­tu­rabilir. Bunun gibi bilim, Yaratıcı’nın yokluğunu iddia edemez. Eğer böyle bir savunuş varsa, bu bilimin genelgeçer bir kanunundan değil, bilimle meşgul olan kişilerin fel­sefi görüşlerinden doğmuş bir savunuştur. Bunu savunanlar be­nim görüşüm bu diyebilirler ama “bu kesin bir bilimsel gerçekliktir” diyemezler. Zaten bu yüzdendir ki, Ateizm, Deizm, Agnostisizm, Nihilizm gibi akımlar “bilimsel” değil fel­sefi akımlardır. Üzerinde bilimsel uzlaşma olan bir bilimsel gerçeklik hakkında bu kadar birbirine zıt görüşün olması, hem de her türlü bilimsel gelişmeye rağmen sürekli olması mümkün değildir. “Dünyanın Dönüşü” bilimsel bil­­­gisine bu örneği uygularsak eğer; kimi bilim adamlarının “dünya duruyor”, kimilerinin “dünya bir duruyor bir dönüyor”, kimilerinin de “dünya yok” id­diasını savunmalarını tahayyül dahi edemeyeceğimiz gerçeklikçi/kesinlikci/genelgeçerci bir saha­nın adıdır bilim. O halde, bilimi bir tek felsefi görüşe mahkum olmaktan kur­tarmak öncelikli meseledir. Daha sonra herkesin kendi felsefi gö­rüş ya da inanışına göre bilimi yorumlaması sağlanmalıdır. İşte Seçmeli Müfredat Projesi, böyle bir anlayışın ürünüdür. Milli Eğitim Bakanlığı müfredatından uyarladığımız müfredat örneği açıkça göstermektedir ki, Yaratı­lış açıklamalı yorumlar bilimsel gerçekliğin öğrenilmesini asla engellemez. Aksine çoğunluğu Allah’ın var­lığına inanan bir toplumda böyle bir anlatım tarzı, insanların bilimi öğrenmesini, bilimin aydınlığıyla hurafelerden kurtulmasını sağla­ya­cak yegane yoldur. Çünkü inanan için bilim, Allah’ın kainattaki icraatlarını seyretmek, incelemek, takdir etmek anlamına gelir. O Yaratıcı’sını tanımaktan dolayı mutludur. Mutlu oldukça O’nu daha iyi tanımak için bilim yoluyla daha çok araştırma yapma iştiyakı duyar. Bu iştiyak, dolaylı yönden bilimi, bilimsel düşünceyi de geliştirir. Böylece bilim inanan için; “Allah şeyleri nasıl (hangi kanunlarla, hangi sebeplerle) yaratır?” soru­sunun cevabını aramak anlamına gelmiş olur. Görüldüğü gibi Seçmeli Müfre­dat Projesinin (Yaratılış Açıklama­lı Müfredat Projesinin) hayata sokulması, ülkemizde bilimin ge­lişmesi açısından da oldukça önemlidir. Endülüs örneğindeki gibi ilerici bir bilimsel anlayışı sahiplenmenin yolu, inancın mo­tivasyonundan geçer. Biliyoruz ki, hazırladığımız ör­nek, kusurları olan bir denemedir. Maksadımız bu alanda daha mü­kemmel çalışmalar yapabilecek akademik çevreleri ve Milli Eği­tim Bakanlığı uzmanlarını ha­re­kete geçirmektir. Bu müfredat denemesinin işa­ret ettiği, özgür düşünce-inanç alanını oluşturmalarını yet­kili­ler­den talep etmemiz, tarihi bir vazifemizdir. Belki de Türkiye’nin bu uygulaması başta yakın doğu olmak üzere bütün dünyaya da örnek olabilecek bir müfredat uygulaması olacaktır.   Türkiye’nin dünya çapında bir bilim, sanat ve adalet merkezi olabilmesinin bir yolu da in­sanımızın bilimsel düşünüşle ba­rış­tırılmasından geçmektedir. Bu açıdan da Seçmeli ya da İçiçe Müfredat (Yaratılış Açıklamalı Müfredat) önerilerimiz tatbik edilmelidir. Milletimiz, inançlarıyla barışık bir bilim anlayışını çok kolay benimseyecektir. Türkiye’nin kal­­­­­kın­ması ve ilerlemesi için ders müfredatlarının mil­le­ti­mizin “inançlarıyla” uyum­lu hale geti­rilmesi bir zo­run­luluktur.

Oğuz DÜZGÜN 01 Şubat
Konu resmiNurânî Bir Meclis Barla Lâhikası
Kültür ve Medeniyet

ÜSTAD'IN BARLA'YA SÜRGÜNÜ Bedîüzzaman Hazretleri, 1927 yı­lının Mart ayında Barla’ya sürgün edildi.1 Bu sürgün tesadüfî değil­di. O, hükümet merkezinden uzak, ulaşım zorluğu olan, tecrid edilmeye müsait, tanınmadığı bir yere gönderildi. İnsanlar üzerinde etkili olmaması için yalnız bırakılmak istenen Hz. Üstad, sürgünün hikmetini şöyle açıkladı: “Hem ehl-i dünya, dünyalarına karışabilecek bütün nüfuzlu ve kuvvetli rüesaları ve şeyhleri kasabalarda ve şehirlerde bırakıp akrabalarıyla beraber her­kesle görüşmeye izin verdikleri halde, beni zulmen tecrit etti, bir köye gönderdi. Hiç akraba ve hemşehrilerimi, bir iki tanesi müstesna olmak üzere, yanıma gelmeye izin vermedi. Benim Hâ­lık-ı Rahîmim, o tecridi benim hakkımda bir azîm rahmete çe­vir­di. Zihnimi sâfi bırakıp, gıll-ü gıştan âzâde olarak, Kur'ân-ı Hakîm’in feyzini, olduğu gibi al­maya vesile etti.”2 Barla, dağlarıyla, bahçeleriyle ve yay­lasıyla düşünce dünyasını do­yuracak Risâleler için pek yüksek bir kürsü oldu. Zahiren küçük, manen çok büyük bir merkez ha­lini aldı. Barla bağrında bitirdiği 120 evladını dünyanın dört bir tarafına salarak herkesin dikkatini çekti. Hz. Üstad, Barla’nın bu özel­liği hakkında: “Onlar beni bir köy­de mahpus zannediyor. Zın­dıkların rağmına olarak, bila­kis, Barla kürsî-i ders olup, Is­par­ta gibi çok yerler medrese hükmüne geçti.”3 dedi. BARLA LÂHİKASI'NIN BÜYÜK RESMİ Barla Lâhikası, 1927-1935 yılları arasında Üstad ve talebeleri ara­sındaki mektuplaşmalarıdır. Bu lâhikada, 299 mektup bulun­mak­tadır. Bu mektupların 66 ta­nesi Hz. Üstad’a âittir. 41 tanesi Sabri ağabeye, 39’u Hulûsi Bey’e, 28’i Husrev Efendi’ye, 19’u Ha­fız Ali’ye ve diğer mektuplar da başka talebelere aittir. Barlalı ta­lebelerin mektuplarının yok de­necek kadar az olması Hz. Üs­tadın yanında bulunmaları şek­linde değerlendirilebilir. Barla Lâhikası, 41 talebenin mek­tubunu içermektedir. Bu mektup sahipleri, toplumun küçük bir örneğini oluşturmaktadır. Bunlar doktor, subay, öğretmen, şeyh, hafız, müftü, âlim, hanımefendi, ümmi, esnaf ve meslek sahibi in­sanlardan müteşekkildir.  BARLA LAHİKASI MEKTUPLARININ ÖZELLİKLERİ Sun’îlikten uzak bir üslûbun, in­sanın duygularını ayna gibi yan­sıttığı bilinen bir gerçektir. Bun­dan dolayı, “Üslub-u beyan aynıy­la insan” derler. Barla Lâhikası mek­tuplarında bir sun’îliğin ol­madığını herkes hisseder. Çün­kü Risâle-i Nur’un ilk safını oluş­tu­ran Barla dönemi talebeleri, mek­­tuplarının bir kitap şeklin­de ya­­yınlanacağından habersizdi. Onun için Risâlelerden aldıkları zevki samimi olarak ifade etmiş­lerdi. Bu mektupların her bir kelimesi, şuurla yazılmış ve zevk edilen ha­kîkatlerin birer libası haline gel­miştir. Mektuplar son derece canlı, heyecanlı, şevk, azim, gayret ve ümit gibi duygularla yoğrularak kaleme alınmıştır. Adeta manevî, hâlis ve samimi hisler mektuplar şeklinde kendini göstermiştir. Bu sırdan olmalı ki okuyanlar içlenir, ağlar, heyecanlanır ve azimle dolar. Barla Lâhikası’nda Hulûsi Bey, Husrev Efendi ve Hafız Ali’nin mektupları farklılık arz etmekte­dir. Dikkat edildiğinde bu zât­ların Hz. Üstad’a bir müşâvir üs­­lubuyla yazdıklarını görebiliriz. Hz. Üstad’ın öngördüğü hizmet­leri tasvip etmekle beraber edep sınırları içerisinde, onu teşvik de etmişlerdir.   Barla Lâhikası mektuplarına “Ri­sâle-i Nur’un müellifi kimdir?” diye sorulsa, her bir talebenin ya­zısında, “Benim” diye cevap ve­rildiğini söylemek herhalde aşı­rılık olmayacaktır. Bu mektuplarda; talebelerin bir­biri­nin meziyetleriyle ciddi ifti­har ettiklerini, son derece müteva­zı, hizmette tarif edilmeyecek kadar azim ve gayret gösterdiklerini, dai­mi şevkleri, çok mütâlaaları ve kendi manevi hastalıklarının far­kında oldukları dikkat çek­mektedir. Hulûsi Bey'in Husrev Efendi hakkındaki şu cümlesi birbirleri­nin meziyetleriyle övün­düklerine güzel bir örnektir: “Kur’ân hiz­metini dünyevi ve maddi men­faate sarahaten tercih eden Hus­rev namındaki kardeşimi teb­rik ederim. Cenâb-ı Hak, böyle Husrev’lerin adedini çoğaltsın ve dâim arttırsın. Âmin. Bu kudsî hizmete candan iştirak eden zevâtı bilmek, bana en büyük müjde oluyor.” 4 Barla Lâhikası’nda dikkate de­ğer başka bir konu da Hz. Üs­tad’ın talebelerinden Risâleleri yazmalarını ciddi bir şekilde iste­mesidir. Hatta bu konu hakkın­da müstakil bir mektup yazmakla beraber gönderdiği farklı birçok mektupta da üzerinde hassasiyetle durmuştur.   Üstad hazretleri, talebelerinin Kur’ân hakikatlerini ifade eden Risâleleri yazmakla beş nevi iba­deti birden yapılabileceğini o mektubunda ifade etti.  Hem şe­hit sevabını kazanacaklarını iki ha­dis-i şerifle ispat etti. Anlaşılan o ki; Hz. Üstad, talebelerinin şe­hit sevabına nail olmasını ve farklı ibadetleri bir anda yapa­bilme imkânı sunan Kur’ân ha­kikatlerini yazmaktan mahrum ol­mamasını istiyordu. Demek Ri­sâleleri yazmak, Hz. Üstad'ın dü­şüncesi olup onun başlattığı ve talebelerinden istediği bir ha­kikattir. Hz. Üstad’ın her emrini tam ye­rine getiren o kahraman saff-ı evvel talebeler, hayatları boyunca yazı hizmetini bırakmadılar. Bu sayede Hz. Üstad'ın şahsiyet-i ma­­- neviyesi olan vazifedarlığından ma­nevi hisselerini aldılar. ÜSTAD DÜŞÜNCELERİ İMAR, GÖNÜLLERİ İNŞÂ EDİYOR Bedîüzzaman Hazretleri 1927’de gel­­diği Barla’da 120 Ri­sâ­le te­lif etti.5 Üstad hazretleri telif et­tiği her Risâleyi talebelerine gön­dererek duygu ve düşüncelerini yazmalarını istedi. Bunun sebe­bini ise şöyle dile getiriyordu: “Gördüğüm hakikat acaba hakikat midir?” diye sormuyorum. Belki “Hakikate açılan yol, acaba umuma yol olabilir mi?” diye soruyorum. Çünkü umumun telakkisini sizin kadar bilmiyorum.”6 Talebeler, Risâleler vasıtasıyla ken­dilerini Hz. Üstada muhatap ala­rak defalarca okudu. Zekai ağa­bey bu konuda şöyle demek­tedir: “Herhangi bir Risâle-i Nurun hadimi, kendini muha­tap addederek vazifesinin ehem­miyetini ve hizmetinin kud­siyetini üstadından dinliyor.” 7 Barla Lâhikası’na bakıldığında ta­lebelerin Risâleler hakkındaki mükemmel tahlilleri insanı şaş­kı­na döndürmektedir. Bu ana­lizle­rin yapılması o gü­nün insanları tarafından Risâlelerin rahatça an­laşıldığını göstermektedir. Top­lumun her tabakasından insanın bulunduğu talebelerin fevkalade anlamaları da, “Risâle-i Nur di­linin ağdalı olduğu” iddiasını çü­rütmektedir. Barla Lâhikası, soğuk ve sert mane­vi rüzgârların estiği bir zamanda talebeler için nurani bir meclis oldu. Fikirlerini beyan eden kudsi bir medrese şekline girdi. Barla Lâhikası, elmas ve mücevherat olan Kur’ân hakikatlerinin alın­dığı harikulade kudsi bir dükkân halini aldı. Hz. Üstad, Barla Lâ­hikasının bu özelliklerini şöyle açıkladı: “Bahtiyar kardeşim Hüs­­rev, şu Risâle bir meclisi nu­ranidir ki, Kur’ânın şu münevver, mübarek şakirtleri, içinde bir­bi­riyle manen müzakere ve mü­davele-i efkâr ediyorlar. Ve yük­sek bir medrese salonudur ki, Kur’ân'ın şakirdleri onda her bir aldığı dersi arkadaşlarına söy­lüyor. Ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l- Be­yan'ın hazine-i kudsiyesinin san­dukçaları olan Risâlelerin satıcı ve dellallarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Her biri aldığı kıymettar mücevveratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. Barekallah, sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin.”8 BARLA MEKTUPLARINDA GÖRÜLEN ÜSTAD-TALEBE İLİŞKİSİ Üstadın talebe üzerinde bir hak­­­­kı vardır. Talebenin de Üs­tad üzerinde bir hakkı vardır. Üstad’ın hakkı talebenin ona itaat etmesidir. Talebenin hak­kı ise, Üstadı tarafından ciddi bir şe­kilde yetiştirilmektir. Bu göz­­le Barla mektuplarını incelediğimizde, Hz. Üstad’ın talebelerini 120 Risâlesiyle ve birçok mektuplarıyla yetiştirdiğini görürüz. Buna karşılık üstün bir şuur alan o talebeler de Üstadlarına tam bir itaat içinde oldular. İman davasında onu yalnız bırakmadılar. Mahkemeler, hapishaneler, sürgünler onları Hz. Üstad’dan ayıramadı.  Her sıkıntıya göğüs gerdiler. Barla mektuplarına baktığımızda sürgün olarak gurbette yaşayan Hz. Üstad için en değerli şey, ciddi talebeler ve sıddık dostlardır.9 Bu konuda o, şöyle demektedir: “Altı senedir Isparta’da ciddi talebelerin çıkmasına muntazırdım, bekliyor­dum.”10 Üstad Bedîüzzaman, Barla döne­mi talebelerine, sıddık talebe­ler, gözüyle bakmaktadır ki mek­tuplarına genellikle "aziz ve sıddık kardeşlerim" diye başlamaktadır.  Bu mektuplara baktığımızda, Hz. Üstad’ın nazarında, talebelerin maddi rütbeleriyle değil,  manevî şahsiyetleri itibarıyla değerli ol­duğunu görüyoruz.11 Üstad, ta­le­belerini davasının hakiki varis­leri olarak görür ve şöyle der: “Senin hocanın yazısı diye tutma. Ken­di malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahip ol.” 12 Üstad Hazretleri bu dönemdeki bir kısım talebelerine dünyanın gam ve kederine, insî ve cinnî şeytanların hücumlarına karşı “Sa­bır ve metanet et. Hüzün ve merak etme” demeyi ihtiyaç hissetmez. Çünkü talebeler onun nazarında hakikate yetişmiş ve hakikatteki gerçek teselliyi ve sarsılmaz se­vinci bulmuştur.13 Barla Lâhikası’nda Hz. Üstad'ın talebelerinden dua istediğine şa­hit oluyoruz. Çünkü ona gö­re talebenin duası, kendi duası­na bir âmin hükmünde ve ken­di duasından hisselerini alma­ları anlamına gelmektedir. Bu ko­nuda Hz. Üstad şöyle demek­tedir: “Onlar dahi beni manevi hayratlarına ve dualarına his­sedar etmelidirler, ta hisseleri­ni kazancımızdan alsınlar.”   14  Duaya hissedar olmak için Üs­tad hazretleri kalben, kalemen bi’lfiil alakadar olmak şartını koşmaktadır.15 İşte Barla mek­tupları talebenin üstadına na­sıl dua etmesi gerektiğini ve üstadına karşı olan edebini en güzel şekilde göstermektedir. Hüs­rev Efendi’nin “Üstadım, hak­­­kınızda hatırınıza gelme­yen ni­­metlerin en güzeliyle dünyevi ve uhrevi mesud olmanızı her vakit için dua etmekteyim.”  16 cümlesi talebenin duasına çok güzel bir örnektir. BARLA DÖNEMİ TALEBELERİNİN ÖZELLİKLERİ Barla Lâhikası’nda talebelerin bir­­birlerinin meziyetleriyle cid­di ve samimi bir şekilde ifti­har ettiklerini görürüz. “Kar­deş­leri­nizin meziyetlerini şahıs­larınızda ve faziletlerini kendiniz­de tasav­vur edip, onların şerefle­riyle şâ­kirâne iftihar etmektir.” Olan Hz. Üstadın sözüne tam mâsadak olmuşlardır. Mesela Sü­leyman Rüşdü ağabey “Onları kendi fık­ralarımdır diye başka fıkra yaz­maya lüzum görmedim” der. Mektuplarda talebelerin son de­rece mütevazı oldukları hemen anlaşılmaktadır. Hizmetteki cid­di gayretleri göze çarpmaktadır. Daimi şevkleri, okuyanları bile heyecanlandırmaktadır. Çok mü­ta­laaları insanı gerçekten şaşkına döndürmektedir. Kendi manevi hastalıklarının farkında ve üm­mete son derece şefkatlerinden olmalı ki, Risâleler telif edilme­den önce ruhlarında o hakikati hissetmişlerdir. BARLA LAHİKASINDA TALEBELERİN HZ. ÜSTADA BAKIŞLARI Barla mektupları sanattan sanat­kârı, nakıştan nakkaşı, eserden müessiri bulmaya ve tanımaya yönelik güzel bir örnektir. Zira bu dönemin talebeleri Bedîüzza­man hazretlerini, telif ettiği yüz yirmi Risâlesiyle tanımışlardı. Ri­sâleleri defalarca okuyup ara­larında müzakere etmişlerdi. Baş­kalarına gösterip onlara an­latmışlardı. Hem kendileri hem de kamuoyunda Risâlelerin ne kadar etkili olduğunu bizzat görmüşlerdi. Asım Bey Risâle-i Nur cümlelerinin etkisini şöyle anlatıyor: “Bazı cümleler olu­yor ki na­mazdan evvel ve son­ra fa­kir­haneye gelen ihvana mü­teaddid defalar okuyup fe­yiz­leniyoruz. Hele Giritli Hacı Hasan Efendi, gözyaşlarından kendisini alamıyor. Malum-u üstadaneleri, kendisi Kadirî şeyhidir.”    17 Barla dönemi talebelerinin Üs­tad Bedîüzzaman hakkındaki de­­ğerlendirmeleri oldukça önem­li­dir. Zira Hz. Üstad’ı fikirleriyle tanımışlardı. Bu zat hakkında verdikleri hüküm taklitten uzak olup tahkike dayanıyordu. Barla mektupları, Hz. Üstad'ın za­manın düşünce dünyasına isti­kamet verebilecek bir yetkinliğe sahip doğru bir rehber ve gerçek bir üstad olduğunu açıkça gös­termektedir. Barla mektuplarına bakıldığında, talebelerin Hz. Üstad’ın müced­didliği hakkında hemfikir ol­duklarını görebiliriz. Hatta Şam­lı Hafız Tevfik’in bu konuda müs­takil bir mektubu vardır.18 ÜSTAD İLE TALEBERİN DUYGUDAŞLIĞI İnsan sevdiğine benzemek ister. Sevgi duyduğuna münasebeti öl­çüsünde de aynı duyguları his­sedebilir. Talebelerin Üstad’a olan sevgileri, sadakatleri, alaka­darlıkları, edepleri, onları Hz. Üstad da fani hale getirmiştir. Adeta tasavvuftaki fena fi’ş- şeyh düsturu, talebelerde fenâ fi’l-üstada inkılâp etmiştir de­nilebilir. Yani Hz. Üstad’ın ru­hu rahmet-i ilahiyeden neyi is­te­mişse talebelerin ruhu da onu istemiştir. Telif edilmemiş veya yeni yazıl­mış Risâlelerden kendilerine ulaş­madığı için habersiz olan talebe­ler, birçok mektupta o Risâlelerin yazılmasını istemiştir. Hz. Üstad bu konuyu şöyle açıklamaktadır: “Hulûsi’nin tekerrür etmiş min haysü lâ yeş’ur bir keramet-i ihlasiyesi şudur ki: Yeni yazılan ve daha ona gönderilmeyen Ri­sâlelerin mevzuunu teşkil eden bir esası mektubunda yazar. Ade­ta istiyor. Çok defa olduğu gibi şimdi de, ittiba-ı sünnete dair mirkatü’s-sünne'ye sarih bir surette bir hissi kablel-vuku ile talep ediyor.”19 Hulûsi Bey'in şu cümleleri de bu­na güzel bir örnektir: “Kur’ân’ın kerametine bir nokta, bir zerre daha ilave ediyorum. Gerek Eğirdir’de, gerek burada bazen zihnime bir şey gelir ve kendisiyle hayli meşgul eder. He­men ilk mektubunuzda benim zihnimi işgal eden bu şeyin cevabını bulurum. Bu, birde, beşte kalmadı, çok taaddüd etti. Onun için diyorum ki, keramet-i Kur’âniyedir.”20 Hz. Üstad, talebelerin bu duy­gu­daşlığını hizmetle olan alaka­darlıklarıyla doğru orantılı oldu­ğunu ifade etmiştir. BARLA DÖNEMİ EĞİTİMİ VE GÜNÜMÜZE YANSIMALARI Barla mektupları tahlil edildi­ğinde talebelerin Risâlelerden üstün bir şuur, yüksek bir ilim, sönmez bir heyecan, yılmaz bir irade, sarsılmaz bir iman, kudsi bir zevk aldıklarını açıkça görmek mümkündür. Bu sayede mutaassıp değil, bilinçli birer talebe olduklarını görüyoruz. Bu şuur sayesinde kısa zaman son­ra başlayacak olan hapishaneler, sür­­günler ve mahkemeler onları yıldı­ramayacaktır. Çünkü engel­leri aşan sır, ilim zeminine otu­ran dava şuurudur.  Bunu Dok­tor Yusuf’un şu cümlesiyle örneklendirebiliriz: “Mezarıma ka­dar dini akidelerinizin esiri ve kurbanıyım.”21 Barla mektupları bir başka açıdan Mekke dönemini hatırlatmakta­dır. Mekke döneminde nazil olan ayetleri, bizzat Hz. Peygamber, az sayıda olan sahabesine öğretti. Ders vererek onları birer birer yetiştirdi. "Allah kimdir? Nereden geldik? Bu dünyada işimiz nedir? Nereye gidiyoruz? Din nedir? İman nedir? Ahiret nedir? Sorumluluk nedir?" gibi iman hakikatlerini ders verdi. Sahabeler bu sağlam inanç sayesinde müşriklerin bütün eza ve cefalarına göğüs gerdi. De­mek hayatın sıkıntılarına karşı en büyük güç, ilim ve şuurla beslenmiş bir imandır. Davadır. Barla mektupları da Mekke dö­nemi gibi talebelerin her şeyden önce iman hakikatleriyle yetişti­ğini bize göstermektedir. İki kişinin birlikte Hz. Üstad'ı ziyaret etmesi yasak olduğu bir dönem­de o, Risâleleri yazdırmakla, okut­makla talebelerini teker te­ker yetiştirdi. Hz. Üstad'ın tale­belerini böyle ciddi bir şekilde yetiştirmesiyle karşılaşılan sıkın­tılar aşıldı. Bu sayede Risâle-i Nur hizmeti günümüze kadar taşındı. Bu dönemin özelliklerini bilen Nur Talebeleri, iman ve islam esasları konusunda ferdi eğitime ciddi önem verdi. Risâleleri yü­zeysel değil, tahkik ederek yetişmeyi öncelediler. Bu sayede lisan ve halin uyumunu gösteren dava adamları yetişti. Talebeler bu şuur sayesinde dünyanın dört bir tarafına iman hakikatlerinin elçiliğini yaptılar. Kaynaklar: 1) Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l Halefi Ahmed Husrev Altınbaşak, Hayrat Vakfı İlmi Araştırma Heyeti, İstanbul, 20132) Osmanlıca Mektubat, 13. Mektup3) Osmanlıca Mektubat, 28. Mektup4)  Barla Lâhikası, s. 1185)  Barla Lâhikası, s. 226-2276)  Nursi, Bediüzzaman Said, Barla Lâhikası, s. 328, Altınbaşak Neşriyat,  İstanbul, 20137)  Barla Lâhikası, s. 2298)  Barla Lâhikası, s. 539)  Barla Lâhikası, s. 31810)  Age, s. 33611)  Age, s. 32412)  Age, s. 32713)  Age. s. 32414)  Barla Lâhikası, s. 31715)  Age, s. 33416)  Barla Lâhikası, s. 6117)  Barla Lâhikası, s. 21118)  Barla Lâhikası, s. 22819)  Barla Lâhikası, s. 20020)  Barla Lâhikası, s. 4921)  Barla Lâhikası, s. 46

Muhlis KÖRPE 01 Şubat
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Hangi cemiyettensin? Adamın biri, yoldan geçen bir faytona el kaldırarak durdurur ve gideceği yeri söyler. Yolculuk esnasında arabacı ile müşteri kendi aralarında konuşmaya başlarlar. Müşteri: “Arabacı! Pek ağır gidiyoruz! Biraz hayvanları kamçıla, ‘deh’ de bakalım.” der. Arabacı cevaben: “Yok olmaz! Çünkü ben, ‘Himaye-i Hayvanat Cemiyeti – Hayvanları Koruma Derneği’ üyelerindenim.” der. Nihayet yolculuk bittikten sonra müşteri arabadan inerken ücret olarak beş kuruş uzatınca; arabacı: “Efendi! Hani bahşiş?” diye sorar. Bunun üzerine müşteri: “Yok olmaz kuzum! Ben de ‘İktisad Cemiyeti’ üyelerindenim.” diye cevap verir. Bedîüzzaman, hiçbir dünyevî makamı kabûl etmiyor İstanbul’un yabancılar tarafın­dan işgâl edildiği yıllarda Bedî­üzzaman Hazretleri, işgalcilerle kahramanca mücadele ettikten sonra, Ankara hükûmetinin daveti üzerine Ankara’ya gitti. Ankara’da Millet Meclisi’ne girdiği zaman, vatan ve milletin işleriyle meşgûl olan mebusların ibâdet etmelerinin lüzûm ve mecbûriyeti mevzûunda bir beyanname neşretti. Ardından, Bedîüzzaman Hazretlerinin uzun yıllardır düşündüğü, Van’da bir şark üniversitesi açılması projesi için ikiyüz mebustan 163 mebusun ittifâkıyla 150 bin lira tahsîsât için onay çıkıyor. Daha sonra Üstâd Hazretlerine, hem mebûsluk, hem Dâr’ül Hikmeti'l-islâmiye azâlığı, hem vilâyât-ı şarkiye umûm vâizliği ve hem daha ne isterse verileceği teklîf ediliyorsa da Üstâd, bunların hiçbirini kabûl etmiyor. Bir müddet sonra da Ankara’da teşrîk-i mesâî edemeyeceğini beyân ederek, Van’a gidiyor ve mağaraya kapanıyor. Şam Süleymaniye Külliyesi Kanunî Sultan Süleyman döneminde, 1554-1557 seneleri arasında Mimar Sinan tarafından cami ve imaret olarak inşâ edilmiştir. Daha sonradan Sultan 2. Selim döneminde külliyeye başka bir mimar tarafından medrese ve arasta eklenerek, külliye genişletilmiştir. İlk inşa edildiği dönemde Şam’ın sur duvarlarının dışında kalırken, zamanla Şam’ın yerleşim bölgelerinin genişlemesiyle birlikte, bir şehir içi külliyesine dönüşmüştür. İstanbul’daki Süleymaniye Külliyesi gibi, Osmanlı klasik dönem mimarî anlayışının zirve eserlerindendir. Külliyenin bahçesinde Sultan 6. Mehmed Vâhideddin ile birlikte Osmanlı hanedanından 17 kişi medfûndur. 02 Şubat 1982 Hama Katliâmı Suriye’nin Hama şehrinde yaşayan Müslümanlar, Esed rejiminin zulmüne direndikleri için, Hafız Esed’in talimatıyla katliama tabi tutuldular. Bu kapsamda yapılan bir dizi operasyon sonucunda, 40 bine yakın Hamalı Müslüman hayatını kaybetti. Uluslararası Af Örgütü'ne göre piyadelerin ve tankların dar sokaklara rahatça girebilmesi için önce eski şehir merkezi havadan bombalandı, binalar tanklar tarafından yıkıldı. Eski şehir neredeyse tamamen yok edildi. Bazı iddialara göre Suriye ordusu yıkılmış binaların içinde saklanan Hamalıları öldürmek veya ortaya çıkarmak için zehirli gaz kullandı. Şehirdeki direnişin devam etmesi üzerine şehir büyük toplarla çevrilerek üç hafta boyunca dövüldü. 2 Şubat 1982'de Suriye ordusu geniş çaplı bir top saldırısının eşliğinde şehre saldırdı. 10 Şubat 720  Ömer bin Abdülaziz (ra) vefat etti Ömer bin Abdülaziz Hazretleri (ra), 679 senesinde Medine’de dünyaya gelmiştir. Hz. Ömer’in (ra) torunu Leyla Hanım, Ömer bin Abdülaziz’in annesidir. Medine’de, Enes bin Malik (ra) ve Abdullah bin Cafer (ra) gibi sahâbeler başta olmak üzere farklı âlimlerden dersler aldı. Mısır Valisi olan babasının vefatının ardından, o sırada Emevî Halifesi olan amcası Abdülmelik’in kızı ile evlendi. Ardından Hicaz’a vali olarak atandı. Halife Abdülmelik’in 717 senesinde vefatı ve vasiyeti üzerine Hilâfet makamına Ömer bin Abdülaziz (ra) geçti. Harikulade zühd-ü kalb sahibi olan Ömer bin Abdülaziz’in adâleti sebebiyle dönemi, 2. Ömer devri olarak nitelendirilmiştir. 720 senesinde vefat eden Ömer bin Abdülaziz’in zehirlenerek şehid edildiği de rivayet edilmektedir. 24 Şubat 1954 Buz Kütleleri Boğaz’da Tuna Nehrinden kopup Romanya üzerinden Karadeniz’e dökülen ve oradan da akıntı sonucu Marmara’ya doğru sürüklenen buzlar, İstanbul Boğazı’nı kapladı. Deniz trafiği durdu. 24 Şubat günü, özellikle Poyrazköy-Rumeli Kavağı arasında buz yoğunluğunun fazla olduğu ve buralarda oturanların yürüyerek karşıya kıyıya geçtiği de söylenmektedir. Bir hafta devam eden bu hâl sebebiyle vapur seferleri yapılamamıştır. Tarih boyunca da zaman zaman İstanbul Boğazı’nın buz kütleleriyle kaplandığına dair bilgiler günümüze ulaşmıştır. Meselâ 401 senesinde İstanbul Boğazındaki donmanın 20 gün sürdüğü ifade edilmektedir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiAhmed Hüsrev Efendi ve Nur Hizmeti’ndeki Yeri
Risale-i Nur

Ahmed Hüsrev Efendi, 1899 yı­lında Isparta’da dünyaya gelmiş­tir. Kendileri aslen Resul-ü Ek­rem (asm)'ın mübarek nesline men­sub bir seyyid olup, dedesi Isparta vâlilerinden Hacı Edhemzade Ali Ağa’dır. Çocukluk ve gençlik devresinde gerek dinî, gerek dünyevî açıdan iyi bir eğitim görmüştür. Küçük yaşlardan iti­baren yardımseverliği, takvası ve sünnet-i seniyyeye bağlılığı sebe­biyle arkadaş çevresinde kendisi­ne, Hızır, denilirdi. Kurtuluş Sa­vaşı sırasında Yunanlılara karşı çarpışırken Manisa civarında esir düşerek üç sene Yunanistan’da esir kaldı. 1923’te esaretten dön­dükten sonra, sekiz sene ka­dar değişik memuriyetlerde bu­lundu. Büyük İslam âlimi ve âhirzamanın büyük iman müceddidi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin 1927’de Is­parta’ya gelmesi Ahmed Hüs­rev Efendi’nin hayatında dö­nüm noktası oldu. 1931’de Bediüz­zaman’la tanıştıktan sonra derhal memuriyeti bırakarak kendini tamamen Kur’ân’ın hizmetine vakfetti ve Üstad Bediüzzaman’ın en büyük yardımcısı ve yaveri oldu. Bediüzzaman Hazretleri onun gelişini, “Beş senedir Is­par­ta’da ciddî, metin, gayretli, dirayetli bir talebe, bir arkadaş arıyordum. O sen olsan gerek­tir” ifadeleriyle, aradığı talebesini bulmanın mutluluğuyla karşıladı. Gerçekten de Hüsrev Efendi, Üs­­tad Bediüzzaman’ın kuvvetli bir imanı ders vermek üzere te­­lif ettiği Nur Risaleleri’nin ya­­za­rak neşredilmesinde ve Nur hiz­metinin bu vatanda kök­leş­mesinde, çok büyük bir gayret, ciddiyet, dirayet ve metanet gös­termiştir. Üstadının tabiriyle “elmas bir kılınç gibi olan kalemi” ve gayet şirin yazısıyla Risalelerin en mükemmel, en sıhhatli ve tevafuklu binler nüs­halarını yazıp bir matbaa gibi çoğaltarak Anadolu’nun her ta­ra­fına neşretmiştir. Onun Ri­sale-i Nur’un neşrinde mânen vazi­felendirilmiş olduğuna kanaat sahibi olan Üstad Bediüzzaman, bunu kendisine yazdığı bir mek­tubla şöyle bildirir: “Ey Hüsrev! Yazdığın risaleler bana şu kanaati verdi ki, inayet-i ilâhiye tarafından sen Risaleleri yazmak için vazifelendirilmiş­sin ve o vazifede senin yüksek bir makamın var. Her tarafta muvaffakiyet eserleri görünü­yor. Senin yazdığın risalelere baktıkça o kadar bana ruhlu geliyor ki, benimle konuşu­yor, kendi kendini tanıttırıyor, her biri seni gösteriyor. Sana takdir ve istihsanı celbediyor. Bundan anladım ki, bu işe sen seçilmişsin. Ne senin, ne benim, ne kimsenin hüneri değil; sırf inâyet-i Rabbâniyedir.” Ahmed Hüsrev Efendi, Kur’an’dan gelen ilhamlarla yazılan bu iman risalelerinin tüm ül­keye neşredilmesinde öyle bü­yük bir başarı göstermiştir ki, Bediüzzaman Hazretleri onun için, “Hüsrev yazıp neşrettiği yüzlerce risaleyle komünizm ve anarşistliği kırdı ve bu müba­rek vatanı ve bu kahraman milleti, ve gelecek nesli büyük bir tehlikeden kurtardı.” diye­rek Hüsrev Efendi’nin hiz­met­lerinin ne kadar yüksek bir se­viyeye ulaştığını ortaya koy­muştur. Yine talebelerine hita­ben: “Hüsrev geçmişteki yüz şeyhülislam kadar dine hizmet etti ve mazide yaşayan nice büyük evliyalar, biz Hüsrev’e niçin yetişemiyoruz, diye gıbta ediyorlar” diyerek olağanüstü hiz­metlerini ve kazandığı büyük ma­nevî makamları müjdelemiştir. Hüsrev Efendi Kur’an’a ve imana hizmet yolunda Bediüzzaman Haz­retleriyle öyle büyük bir mu­habbet, şevk ve gayretle itti­fak etmişler ve Hüsrev Efendi Üstadının vazifesine o kadar bü­yük bir destek sağlamıştır ki ade­ta iki beden bir ruh hükmüne geçmişlerdir. Bu sebeble Üs­tad Be­diüzzaman kendisine: “Kur’ân’ın dellalı olmak vazi­fesinde benimle şeriksiniz (or­taksınız) ve o imtiyaz sana mah­sustur” diyerek onun hiz­me­tinin büyüklüğüne ve bu Kur’an hizmetinde birbirlerini ta­mamladıklarına işaret etmiştir. Üstad Bediüzzaman Barla, Kasta­monu ve Emirdağ gibi vatanın muhtelif köşelerinde sürgünde ve sıkı takip altında tutulurken, Hüsrev Efendi ondan gelen emirler doğrultusunda Risale-i Nur neşriyatını ve diğer Nur Hizmetlerini Isparta merkezli olarak sevk ve idare ediyordu. Hüsrev Efendi’nin günlük uyku­sunu bir saate indirinceye kadar olağanüstü faaliyet ve hizmetleri ve Bediüzzaman Hazretleri’nin, son derece takdir edici beyanları ve talebelerini daima ona yönlendirmesiyle, Hüsrev Efendi Nur Talebeleri içinde öylesine merkezî bir noktaya gelmişti ki, 1950’lere gelindiğinde Nur Tale­beleri artık ona Üstad-ı Sânimiz, ikinci Üstadımız diye hitab et­meye başlamışlardı. Hüsrev Efen­di, Risale-i Nur Hizmeti’nde ulaş­­tığı bu fevkalade seviyeden do­layı Üstad Bediüzzaman’ın:“Ey Hüsrev! Senin yazın, benim yazımdan ne derece güzel ve Risaleleri neşir için ne kadar faideli ise, hayatın dahi Hiz­met-i Nûriye’de benim bu azab­­lı hayatımdan o derece faideli­dir. Eğer benim elimden gel­sey­di, hayatımdan ve sıhhatim­den size memnuniyetle verirdim.” gibi pek büyük iltifatlarına maz­har oldu. Perde arkasındaki gizli düş­man­larının oyunlarıyla Bediüzza­man Hazretleri ve Nur Talebeleri’nin, Es­kişehir, Denizli ve Af­yon’da hap­se girdikleri her üç se­ferde, Hüs­rev Efendi de Üs­ta­dıyla birlikte hapis yattı. Mah­kemelerdeki kahramanca yap­tı­ğı müdafaalarında: “Ben Üs­tad’ı­mın gittiği yolda ve Risale-i Nur’la Âlem-i İslâm’a hususan bu vatana ve bu millete ettiği kudsi hizmetinde kendisine is­nad edilen hayalî suçuna ruh u canımla iştirak ediyorum. Ve beni bu hizmet-i imaniyede mu­­vaffak eden Cenab-ı Hakk’a öm­rümün sonuna ka­dar şük­redeceğim.” diyerek dosta ve düş­mana, sonuna kadar Bediüzza­man Hazretleri’nin arka­sındayız, bununla iftihar ediyoruz ve bu yoldan asla vazgeçmeyeceğiz me­sajını veriyordu. Yine bu davaya bütün Nur Talebesi arkadaşla­rıyla birlikte nasıl korkusuzca baş koyduklarını: “Talebelerinizin ruhlarında, Üstadlarının en güzel ifadesi olan “Kur’ân-ı Azîmüşşan’a feda olan bu baş, başkalarına eğilmeyecek” sözü hayatımızda en güzel ve en büyük bir düstur olmuştur. İşte bu hayatta, bu zevkle yaşadığımız için, korku denilen mevhum kuvvet, talebelerinizin hak uğrunda gösterdikleri ce­sa­retten korkmaktadır.” di­ye­­­rek her şeyde olduğu gibi kah­­ramanlık ve cesarette de Be­diüz­­zaman Hazretleri’nin izin­­den gittiklerini göstermiştir. Onun bu harikulade kararlılık ve cesaretinden gayet memnun olan Üstad Bediüzzaman: “Hem bu Hüsrev’in kalemi gibi; fik­ri, kalbi de o nisbette harika diyebiliriz Risale-i Nur’a karşı bağlılığı, iştiyakı ve kanaati gittikçe terakki ve inkişaf ediyor. Hiçbir hâdise onu sarsmıyor, usanç vermiyor” diyerek onun sarsılmaz metanetini ve -yine kendi ifadesiyle- kalelerden sağ­lam ihlas ve samimiyetini tak­dirlerle ifade ediyordu. Bediüzzaman Said Nursî Haz­retleri’nin Risale-i Nur’dan son­ra en mühim bir hizmeti de Kur’an’daki tevafuk mucizesinin keşfedip ortaya çıkarmasıdır. Ri­sale-i Nur’un neşri gibi bu Kur’an mucizesinin keşfinde dahi Hüs­rev Efendi Üstad Bediüzza­man’ın en büyük yardımcısı olmuş­tur. Böylece Kur’ân’ın yazılarında göz­le görülebilen tevâfuk mu­ci­zesini ortaya çıkarmak Hüsrev Efen­di’nin kerâmetli, hâlis ve inâ­­yet altındaki kalemine nasib ol­muştur. Bu sayede Kur’an say­falarında pek çok tek­rarlanan 2806 aded Allah lafzı ile 846 aded Rab kelimelerinin tüm sayfalarda alt alta, karşı karşıya ve sırt sırta güzel diziler ve tevafuklar oluşturduğu gösteren ve Üstad’ın ifadesiyle Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’daki orijinaline benzer, gözleri ve gönülleri ok­şa­yan harika bir Mushaf-ı Şe­rif ortaya çıkmıştır. Hüsrev Efen­­di’nin Kur’ân’a yaptığı bu kıy­metdâr hizmet karşısındaki bü­yük memnuniyetini Hazret-i Üs­tad şu ifadelerle anlatır: “Sıddık, mübarek ve kalemi ke­rametli ve hizmeti muvaf­faki­yet­li ve kalbi selim ve aklı müsta­kim kardeşim ve arkadaşım Ah­med Hüsrev Efen­di! Senin kale­min Kur’ân yazmaya memur olduğuna kanaatim gelmiş. En güzel kalem, senin kalemine yana­şamıyor. Hüsrev, Kur’ân hiz­me­tinde bulunan kâtiblerin manevî bir şâhı hükmündedir inşâallah.” “Senin yazdığın mû­cizeli Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın, in­­şâallah yakında baskıya gir­mesiyle, Âlem-i İslâm’dan se­nin ruhuna yağacak rahmet dua­larını düşün, Allah’a şükreyle.” Bediüzzaman Hazretleri’yle bir­lik­­te, ihlas, sadakat, muhabbet ve tam bir dayanışmayla geçen otuz senelik hizmet arkadaşlığının ardın­dan 1960 yılında Üstad Be­diüz­zaman ruhunu Rahman’a tes­lim edip ebedî âhiret seferine çıktı. Vefatından önce ise, ihlâ­sına, samimiyetine, ilmine, Al­lah’a olan yakınlığına, yüksek ikti­darına ve isabetli fikirlerine her yönden güvendiği ve yirmi yıldır Nur Talebeleri’nin başına bilfiil geçirmiş olduğu Ahmed Hüsrev Efendi’yi kendi yerinde Nur Hizmeti’nin başında bıra­kır ve talebelerine şu ikazda bu­lunur: “Hüsrev gibi bir Nur kahramanından, benim ye­rim­de ve Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin çok ehem­miyetli bir mümessili bir tem­silcisi olmasından hiç bir cihet­le gü­cenmemek elzemdir (gayet lü­zumludur).” Bediüzzaman’ın hayrulhalefi ve vekili olarak Hüsrev Efendi’nin Nur Hizmeti’ni tam bir liyakatle sevk ve idare ettiği 1960’lı ve 70’li yıllarda, Hüsrev Efendi’nin Isparta’daki gayet şirin ve mütevazı evi her gün, gelen talebe ve ziyaretçilerle dolup boşalıyordu. Sohbetlerinde, Risale-i Nur’daki iman ve Kur’ân hakikatlerini, Sünnet-i Seniyye’yi yaşamanın faziletini, bu asırda Risale-i Nur­larla imana hizmet etmenin büyük kıymetini, Bediüzzaman Hazretleri’nin mânevî makam ve vazifesini, Kur’an yazısını ve Risaleleri yazarak neşretmenin pek büyük sevabını anlatıyor, Risale-i Nur’un Sünnet-i Seniyye üzerinde yürüyen, bid’alarla ve siyasetle bulaşmamış, tertemiz, yüksek ve istikametli yolunu ders veriyordu. Talebelerine İs­lâ­mî ahlak ve âdâba son de­rece riayet etmelerini telkin ediyor, İslâmiyeti her yönden yaşamaya gayret eden bir nesil yetiştirmeye çalışıyordu.  Kendisinden ders alan talebeleri ise bu sohbetlerden aldıkları feyzi, “Öyle ihlas, nûraniyet ve feyiz dolu bir hava oluyordu ki sanki başımızda kuş var da uçacakmış gibi pür dikkat dinlerdik” diye anlatıyorlar. Ta­le­beler sohbetlerden aldıkları bu yüksek feyzin tesiri altında mem­leketlerine döndüklerinde ise, zamanın şiddetli baskı ve tehdidlerinden hiç korkmadan dört elle Risale-i Nur Hizmeti’ne sahip çıkıyor, hizmet uğruna gereken her türlü fedakârlığı gösteriyorlardı. Ömrü boyunca Bediüzzaman Hazretleri’ni hapisler, zehirleme­ler, sürgünler ve su-i kasdlerle engellemeye çalışan gizli düş­manları, onun vefatından sonra, bu sefer Hüsrev Efendi’yi hede­fe koyarak aleyhinde karalama kam­­panyaları başlattılar. Bu giz­li komitelerin hedefi, Nur Tale­be­­­leri’ni bölüp parçalamak ve birlikteliklerini dağıtıp hizmet­lerine son vermekti. Bütün bu haince oyunları on sene evvel fark eden Üstad Bediüzzaman Hazretleri, talebelerine defalarca şu şekilde ikazlarda bulunmuş ve bu plana bilmeden alet olmama­ları için kendilerini uyarmıştır: “Gizli düşmanlarımız iki plânı takib ediyorlar: Biri, beni iha­netlerle çürütmek; ikincisi, ara­mıza bir soğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir ten­kid ve itiraz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size ilân ederim ki; Hüs­rev’in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyanettir…” Yine bu gizli odakların planlarıyla Hüsrev Efendi, Hazret-i Üstad’ın vefatından sonra ikisi Isparta’da ve biri Eskişehir’de olmak üzere dört sene daha hapis yatmış, toplam hapis müddeti altı seneye yaklaşmıştır. Fakat bütün bunlar onda en ufak bir sarsıntı, ya da gevşemeye sebeb olmamış, aksine imana hizmet noktasındaki gayret ateşini daha da alevlendirmiştir. Bütün kirli oyunlara rağmen Hüsrev Efendi, Nur Hizmeti’ni Üstad Bediüzzaman’dan devra­larak günümüze kadar en isti­kametli bir şekilde ulaşmasına vesile oldu ve Risale-i Nur’a sahib ve vârisler hükmünde, Hazret-i Üstad’ın tabiriyle pek çok “Said­ler ve Hüsrevler” yetiştirdi. Ahmed Hüsrev Efendi, 1971 yı­lında en yakın talebeleriyle bir­likte, bir kez daha Eskişehir hapsine alındı ve üç yıla varan bu hapsi, onun en uzun, en çileli hapislerinden biri oldu. 1974’te Hapisten çıktığında ilk işi, Üstad Bediüzzaman’ın hayatı boyunca en büyük arzularından biri olan,“Tevâfuklu Kur’an’ın basılması” için Hayrat Vakfı’nı kurmak oldu. Üç yıl daha Hayrat Vakfı çatısı altında hizmetlerine devam eden Hüsrev Efendi, 1977 yılı 20 Ağustos’unda, aynen ca­nından aziz bildiği Üstad’ı gibi bir Ramazan gününde hakkın rahmetine kavuştu. Kendisinden sonra Hayrat Vakfı camiası, Tevâfuklu Kur’an’ı tüm dünyaya neşretmeye Allah’ın lüt­fuyla muvaffak kılınmışlardır. Ve Risale-i Nur’la imana hizmet et­meye yine Allah’ın lütfu keremiyle devam etmektedirler. Bu yazımızı içinde yaşadığımız şu ahirzamanın büyük hidayet serdarı olan Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Hüsrev Efendi’yi Türk Milleti’ne ne şekilde ta­nıttığını gösteren harika ifade­leriyle bitirmek istiyorum: “Ben dava eder ve ispat ederim ki Hüsrev, Türk milletinin mânevî büyük bir kahramanı ve bu vatanın bir halaskârı, bir kurtarıcısıdır. Ve Türk milleti onun ile iftihar edecek bir halis fedakârıdır. Ve sırr-ı ihlâsa tam mazhar olduğundan benlik ve gösteriş ve şöhretperestlik gibi hisler kendisinde bulunmaması sebebiyle, vatana ve millete yaptığı pek çok hizmetlerin bir ikisini beyan etme zamanı geldi.”

Cemal ERŞEN 01 Şubat
Konu resmiİslâm Medeniyeti İle Avrupa Medeniyetinin Mukayesesi
Kültür ve Medeniyet

Hiçbir kuruluş veya devlet ida­recisiz olmaz.  Her bir idareci de idare ettiği müessese veya devleti belli kanunlar ve yasalar ile idare eder. Yasalarla idare edilmeyen veya yasaların hâkim olmadığı yerlerde, huzur ve saadetten bah­sedilemez. Şüphesiz gayet geniş ve büyük olan ve aklın hiçbir eksik bulmadığı bu âlemin de bir idarecisi vardır. Adalet ve hikmet kurallarıyla bu âlemin idare edildiği inkâr edilmez bir gerçektir. Evet, evreni bu şekilde idare eden, dünyayı yaratıp insanları da ona gönderip yerleştiren zâtın, onların saadet ve selametine vesi­le olabilecek kuralları ve yasaları koymaması mümkün değildir. Bu gerçeğe göre insanlık tarihine baktığımızda, bugüne kadar in­san­ların mutluluğunu temin et­mek için iki yol takip edilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri’nin izah ettiği bu iki yolun  bir kısım esaslarını anlatmaya çalışacağız. Birincisi, insan aklının ve fel­se­fenin ürünü olan Avrupa me­deniyeti ve demokrasisinin or­taya koyduğu bozuk yasalardır. Bunları da beş maddede topla­mak mümkündür. 1. Dayanak noktası olarak gü­­cü kabul eder: “Güçlü olan haklıdır” der. “Büyük balık, kü­çük balığı yutar.” felsefesi ile hareket eder.  Her zaman, güç­lü olanı haklı gördüğünden, za­yıfları ezmeyi ve zulüm etmeyi ce­saretlendirir. Senelerdir İsrail’in Fi­listin halkına yaptığı zulüm ve katliamlar, Amerika’nın Irak gibi zayıf ülkelere yaptığı müdahaleler, Mısır’da süper güçlere dayanan ordunun yaptığı müdahale, Su­riye’de Esed rejiminin güçlü dev­letlere dayanarak çoluk çocuk demeden yaptığı katliamlar vb. mey­dandadır. Bunlara kar­şı me­de­niyet ve demokrasi hava­rileri seslerini çıkartmadıkları gi­bi, o zulümleri hoş görüp des­tek­le­mek­tedirler. İşte bu zihni­yet, bütün insanlığın zulüm ba­tak­lığına sü­rük­lenmesine sebeb olmuştur. 2. İnsanların asıl hedefi, men­faat­tir: Avrupa medeniyeti, yapı­lan her iş ve ortaya konulan her dü­şüncede menfaati esas yapar. Mad­di menfaat ise, hırslı insanların ihtiyaçlarını karşılayamadığından, insanların boğuşmalarına sebeb olur. Yavuz Sultan Selim’in “Bu âlem-i dünya iki cihangire az, bir padişaha kifayet edecek kadar vasî (geniş) değil” dediği gibi, bütün dünyanın saltanatı bir idareciye yeterli gelmediğine göre, dünyanın cüzî olan maddi menfaatleri hiç kimseyi doyuramaz. İşte bu kural, fertlerin, milletlerin ve devletlerin menfaat üzerine savaşmalarını ve kavgalarını netice vermektedir. 3. Hayat bir savaştır: Avrupa me­deniyetine göre fert ve top­lum hayatının devamı, ancak mü­cadele ile mümkündür. “Kurt olup başkasını yemezsen kurtlar gelip seni yer.” düşüncesi ile ha­reket eder. Herkes yaşamını sür­dürmek için başkasını yutarak beslenip kuvvet almak için mü­cadele edecektir. Eğer yenerse hakk-ı hayatı var; yaşar. Yenilirse yaşama hakkını kaybeder. Hâl­buki dünyada canlıların hayat­larını devam ettirmeleri %99 yar­dımlaşma iledir. Ancak %1 sa­yılmayacak derecede canlılar arasında görünen canavarların ve bir kısım zalim insanların yaşadıkları mücadele denilen za­limane düsturu, Avrupa mede­niyeti, insanların hayatının de­va­­mı için bu mücadeleyi esas yap­mıştır. Böylelikle insanları bir­birine kırdırmaya sebeb olmuştur. 4. Toplumları bir arada tut­mak için ırkçılığı esas yapar:  Irkçı­lık ise, birbirine yardım edip daya­nan gaflet, dalalet, riyakârlık ve zulümden oluşmuş bir hamur­dur. Bu da toplumların birbiriyle savaşarak zulüm etmelerini netice verir. Birinci ve ikinci dünya harp­leri gibi savaşların birçoğuna ırkçılık sebeb olmuştur. Büyük kavim ve kabileler bu zâlim kural ile her zaman zayıfları ezmişlerdir. 5. Hayvanî bir hürriyeti kabul eder: İnsanlara yarayan akıl ve kalbin istediklerini bir tarafa bırakarak, özgürlük adı altında, nefsin kendisine veya başkasına zararı olan arzu ve isteklerine uymayı esas yapar. Hayvanların yaşadıkları bir özgürlüğü, insanlar için de aynen kabul eder. Gayet değerli ve bütün varlıkların sul­tanı olan insanı, bu hürriyet ve özgürlük anlayışı ile hayvan seviyesine hatta daha aşağısına düşürür. En değerli varlık olan insanın, konuşan bir hayvan ol­duğunu kabul eder. Avrupa medeniyeti, ortaya koy­duğu bu fasid kurallarla insanlar arasına öyle bir soğukluk sokmuş ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarmıştır. Ve bütün eşyada bir nevi' yabancılık tohumunu ek­mektedir. Ve her şeyi her şeye düşman yapmaktadır. Milliyetçilik noktasında göster­miş oldukları fedakârlık geçici­dir. Son­suz bir ayrılıkla sınırlıdır. Fakat Avrupa medeniyetinde gö­rülen güzellikler ve gelişmiş sana­yi, tamamen İslam medeniye­tinden, Kur’an’ın derslerinden ve semavî dinlerden alınarak ortaya çıkmıştır.1 İkincisi, İslam medeniyetinin or­taya koyduğu doğru ve saadet ve­silesi olan yasalardır. Bunları beş maddede toplamak mümkündür. 1. Dayanak noktası olarak, hak­kı kabul eder: Kim dava­sında haklı ve samimi ise, o kuv­vetlidir. Zira İslamiyet bütün Müs­lümanların, haklı olanların arkasında olmasını ve kuvvetli hale gelmelerini emreder. Bu esas ise, zayıf olan mazlumu, zalim olan güçlünün zulmünden muhafaza eder; adaletin tecellisine vesile olur. İslam kadısının zayıf bir Yahudiye karşı Hz. Ali’yi suçlu bulması, Selahaddin-i Eyyubî’yi güçsüz bir Hristiyan’a karşı mah­­kûm etmesi, Fatih Sultan Meh­­met’i bir Rum mimarına kar­şı cezalandırması, akl-ı selim sahipleri için İslamiyet’in hakka dayanan ne kadar âdil bir din olduğunu gösteren örneklerden birkaçıdır. 2. Hedef, fazilet ve rıza-yı ila­hîdir: İslam medeniyeti, “İn­san­ların en hayırlısı insanlara da­ha faydalı olandır.2 İnsanlara hiz­met eden onların efendisidir.3” diyerek fazilet ve Allah rızasını hedef gösterir. Herkesin gayesi baş­kasına faydalı olmak ve Ce­nab-ı Hakk’ın rızasını esas yapmak olunca, toplum arasında sevgi ve saygı hisleri uyanır. Huzurlu bir yaşam gerçekleşir.  3. Hayat, yardımlaşma ile de­vam eder: Evrende varlıkların hayatları %99 yardımlaşma ile devam ettiğinden, insanların bir arada yaşamalarının devamı için, İslam medeniyeti o yardımlaşma kanununu esas kabul etmiştir. Zira hava, su, toprak ve güneş, bitkilerin yardımına; bitkiler, hayvanların; hayvanlar ise in­san­ların yardımına koşar.  Hatta ye­mek atomları hücrelerin yar­dı­mına koşmaktadır. Bu da evren­de yardımlaşma kanunun ne ka­dar kuvvetli ve esaslı olduğunu, gören ve anlayan herkese isbat eder. Yardımlaşma düsturu ise, top­lum arasında kucaklaşma, şef­kat ve merhametin oluşmasını ne­tice verir. 4. Müminler kardeştir:  İslami­yet yeryüzüne bir kardeşlik yu­vası nazarıyla baktığı için, bü­tün insanları ve özellikle Müs­lü­manları birbirine bağlayan ipin kardeşlik olduğunu, aynı anne babadan geldiklerini kabul eder. Bu esas ise, milletlerin, kabilelerin arasındaki irtibatın, tanışma ve yardımlaşmanın bir vesilesidir.  5. İslamî hürriyettir: İslam me­­­­­de­­niyetinin kabul ettiği öz­gür­­lük; ferdin veya toplumun ne ken­disine, ne de başkasına za­rar vermeyecek şekilde serbest olmasıdır. Yani akıl ve kalbin özgür olmasıyla beraber, nefsin de kendine ve başkasına faydalı olabilecek arzu ve isteklerine engel olmamaktır. Böyle bir öz­gürlük, insanla birlikte doğan, engel olunmaması gereken Al­lah’ın verdiği bir nimettir. Bu özgürlük, aynı zamanda imanın da bir özelliğidir. Zaten Cenab-ı Hakk’ın insanlara buyurduğu emirler ve önüne koyduğu ölçü­ler, hep insan içindir ve ona yarayan şeylerdir. Allah’ın yasak ettiği günahlar ise, hep zararlı olan şeylerdir. Demek gerçek öz­gürlüğe kavuşmak, Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına uy­mak ile mümkün olabilir. Bu ihmal edildiği nisbette, nefis ve şeytanın esaretine girilerek öz­gürlük kaybedilir. Demek insan için gerçek hürriyet ve özgürlük, Allah’a hakiki kul olmakladır. Netice olarak, birincisi: Medeni­yet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs, içi pis, gö­rünüşü beğenilmiş, ahlakı ise tam zıddına bir şeytan gibidir. İkincisi ise: Bâtını nur, zahiri rah­met, içi sevgi, dışı kardeşlik, gö­rünüşü varlıklar arasında yar­dım­laşma, ahlakı şefkat, cazibe­dar bir melek gibidir.4 Not: Bizim bakış açımızı istika­metli hale getirecek bir gerçeği de ifade etmek gerekmektedir. Demokrasi tabirini, insan aklının ve Avrupa medeniyetinin bir ürü­nü olduğu tarzında kastederek savunmak, insanı mesul duru­ma sokabilir. Eğer İslam mede­niyetinin ortaya koyduğu kural­ların netice verdiği, hikmet ve adalet düsturlarını kastederek de­mokrasi tabirini kullanırsak, in­şallah mesuliyetten kurtuluruz diye ümit ediyoruz. Kaynaklar: 1-  Bkz. Lemaat ve Sünuhat Risaleleri, Bediüzzaman Said Nursî2-  Feyzu'l-Kadir, 3/4803-  Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:4634-  Bkz. Mesnevi-i Nuriye

Zakir ÇETİN 01 Şubat
Konu resmiHer Şey Allah’ın İzniyledir!
İbadet

Her şey Allah’ın izniyle başladı. Tesadüf asla yoktur. Ahmad Ammar’ın bir trafik kazası sonu­cu Türkiye'de şehid oluşundan beri ger­çekten kalp ve ruhum İsla­mi ilimlerde eksiklerimi ta­mam­la­­mak ve derinleşmek nok­ta­sında inkişaf etti. Her gün arka­daşlar sanal alemde, özellikle Facebook’ta Ahmad Ammar’ın hayat hikayesini anlatıyordu. O günden itibaren Risale-i Nur’u, büyük müctehid Bediüzzaman’ın eserini okumaya başladım. Bu büyük risaleler boş ruhları İslam ve iman ile dolduruyor.Allahın takdiriyle bir musibe­te ma­ruz kaldım. 12 Aralık 2013’te iş yerinden dönerken bir kaza geçirdim. Bir araba mo­torsikletime vurdu. Neticede sol omzum kırıldı ve bana iyileşmem için iki ay izin verildi. Gerçekten bu tatil günle­rinde sı­kılıyordum. Çünkü hiçbir faali­­­yetim yoktu, sadece ev­de oturuyordum. Allah’ın dile­mesiyle arkadaşımın Facebook zaman tünelinde Nur Kampı ile alakalı bir gönderi okudum. Belki maruz kaldığım kazanın hikmeti buydu. Çünkü bundan önce daima işimle meşgul idim. Şimdi ise Risale-i Nur ile ilgili detaylı çalışmam için çok vaktim vardı. Gecikmeden Celil Hoca’yı aradım. Biraz hayal kırıklığına uğrasam da ihtiyatlı bir açıklama yapmıştı bana. Kamp sadece lise talebelerine hastı. Ardından Allah’ın inayetiyle Fazril kardeşi, diğer koordinatörü aradım. O ise Nur Kampı’na  katılabileceğimi söyledi. Elhamdülillah! Özet olarak,  İslam’ın yaşanması ve imanın kuvetlendirilmesi Müs­lüman toplumda ıslah faali­yeti adına en etkili kaidedir. Bu faaliyetin tutarlı, sistemli, organizeli ve sürekli bir biçimde devam etmesi lazımdır. Bundan dolayı Bediüzzaman’ın Fikri ve Risale-i Nur Derneği (Pemikir An-Nur), Malezya İslami Ulusal Öğrenci Derneği ve Malezya İslami Gençlik Hareketi Hayrat Vakfı işbirliğiyle 23-27 Aralık 2013 tarihlerinde Nur Kampı tertiplemek için birleştiler. Mezkur derneklerin beraberce organize ettikleri ilk kamp çalışması idi bu. Kampın hedefi gençleri İslami yaşayışla, uhuvvetle ve imanla eğitmek idi. Derneklerin kendilerine mahsus deneyim ve uzmanlığı ile kampın hedefine ulaşılması arzu ediliyordu. 23 Aralık 2013 tarihinde Kolej Darü'l-Hikmah’da toplanıp kay­dı­mızı yaptık ve kamp yerine hare­ket ettik. Şükür ve sürur hakimdi kalbime. İkindi saatlerinde kamp merkezine vardık. Kamp yeri tepelik bir yerde, suyun tatlı tatlı aktığı nehir kenarında bir yaratılış harikası idi. Burdaki atmosfer, güzelliğiyle ve serinliğiyle şevk ve­riyordu kamp günleri ile için. Tamamen hazırlanan aktiviteler çok zevkliydi. Fakat omzumun kırıklığı spor çalışmalarını biraz sınırlıyordu. Bu tür çalışmalar sırasında genelde gençlerin fo­toğraflarını almakla zaman ge­çirdim. Adeta Allah bana böyle bir vazife vermişti bu saatlerde. Gerçekten Allah’ın planı her şeyden güzel. Zamanın çoğu Risale-i Nur mü­zakareleri ile dolduruluyordu. Bu müzakereler Celil Hoca kontro­lünde ve Sadık Özata Hoca’nın yardımlarıyla ilerliyordu. İlginç analiz ve anlatımlar kalbi­mizi harekete geçirmekteydi. An­latılanları hayata geçirmek adına başarılı idiler. Cidden Risale-i Nur imani anlamda solmuş, toz içinde bulunan kalpleri iman ışığına karşı uyandırarak muvaffak olmuştur. Elhamdülillah! Risale-i Nur müzakarelerinin ya­nında Türkçe dersleri de çok zevk­liydi. Türkçe derslerinde genel, temel iletişim için dersler aldık. Gerçekten büyük bir tecrübe! Rahmetli Ahmad Ammar’ın ba­­­ba­­sının sözleri aklıma geldi. Onu Türkçe öğrenmesi için teş­vik etmişti. Çünkü şanlı Os­manlı hilafetinin bina edildiği coğraf­yanın dili bu Türkçe idi. Büyük bir dava adamı olması için bunu ona aşılamıştı. Biz de inşaallah Türkçeyi öğreniriz. Manevi çalışmalar program bo­yunca hiç eksik olmadı. Katılım­cılar tesbihatlar yapıp, sureler okudular. Cemaatle gece namaz­ları eda edildi. İnşaallah cemaat halinde, bir ruh olarak yapılan bu ibadetler tüm katılımcılar için ebedileşir. Çünkü İslam ümmeti cemaat oldukça, bir oldukça par­çalanmayacak ve küffarın fitne ve tehditlerine boyun eğmeyecektir.Şüphesiz program boyunca hiç umulmayan saat Ahmad Ammar’ın babası Hacı Azam’ın şehidimizle ilgili paylaşım ve katılımcılara yönelik ümitlerini ifade etmek için gerçekleştirdiği ziyareti idi. Hakikaten hiç unu­tulamayacak, şevk dolu da­kikalardı. Hakiki bir davetçi olmak için en mühim üç şeyin ihlas, mücadele ruhu ve insanlara hizmet etmek olduğunu söylüyordu. Bütün birliktelikler muhakkak son bulacaktır. Ümid ederim ki bu ayrılık geçicidir. 27 Aralık 2013’te, Cuma gününde, kamp yerinden ayrıldık. Hakikaten kamp boyunca elde ettiğim tecrübeler, malumatlar benim için çok manalı idi. Kamp sü­resince abi diye çağırdığım, ca­na yakın Celil Hoca ile birlikte olmak bana büyük bir nimet idi. Bütün yapılanlar inşaallah Allah tarafından kabul edilir. Allah katılan herkesten razı olsun. Son olarak diyorum ki inşaallah bu beraberlik İslami kardeşliği diriltsin ve Allah bizi Cennet’te tekrar birleştirsin. Amin, Ya Rabbal’alamin! * Saiful Bakhitar OTHMAN

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiHeybe
Kültür ve Medeniyet

Türkiye Yayıncılar Birliği’nin Kültür ve Turizm Bakanlığı ISBN Ajansı ile Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nden edindiği bilgilere göre; 2013 yılında 47.352 çeşit (başlık) kitap yayınlandı. 536.259.040 adet kitap üretildi. 75.627.384 nüfusa oranına göre, 2013 yılında kişi başına 7,1 kitap düştü. Toplam üretilen kitap sayısının 206.241.635 adedi Milli Eğitim Bakanlığı 2013 yılında ilk ve orta öğretim öğrencilerine dağıttığı ücretsiz kitapları kapsıyor. 2012'de Türkiye'de 42.337 çeşit (başlık) kitap yayınlanmış, 480.257.824 adet kitap üretilmişti. Kişi başına düşen kitap sayısı 6,4’dü. UNESCO verilerine göre Türkiye 2013 yılında 42.337 çeşit (başlık) kitapla dünyada 13. sırada yer aldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Sultan II. Abdülhamid dönemine ait 150 harita ve planı gün yüzüne çıkararak tek kitapta bir araya getirdi. "Sultan II. Abdülhamid Devri Harita ve Planlarında İstanbul" adlı kitapta, Sultan II. Abdülhamid'in emriyle hazırlanan harita ve planların yanı sıra 19. yüzyılın başlarından itibaren İstanbul ve çevresindeki padişah mülkleri, imar faaliyetleri, köprü ve resmi dairelerin çizimleri, askeri yapılar ve nüfus ile ilgili haritalar da bulunuyor. Kitapta yer alan bilgilere göre, büyük fotoğraf albümleriyle ülkenin her yanındaki gelişmeleri takip eden II. Abdülhamid, İstanbul ve çevresini semt semt haritalarıyla toplamış. Osmanlı şehirlerinin haritalarını içeren 1308/1891 tarihli ve karton üzerine renkli, el yapımı 24 haritadan oluşan atlas, 76x122 santimetre boyutlarında bulunuyor. Çoğu el yapımı olan haritaların arka kısımları atlas kumaş ile kaplıyken kitapta bulunan en eski tarihli harita 1806-1807 tarihli. Söz konusu harita, İstanbul'da yeniden inşa edilen tabyalarda yer alan topların menzillerini gösteriyor. Hendesehane ürünü olan harita, 82x92 santimetre ebadında renkli ve el yapımı. Çalışmada yer alan en yeni tarihli harita, 1902 yılına ait. Harita, Küçükçekmece kazasına tabi Alibeyköyü çiftliğinin karton üzerine bez, renkli, el yapımı, 134x190 santimetre boyutunda. Kitapta yer alan haritaların yer ve konularına bakıldığında ülkenin askeri yönden müdafaasından başlayarak, ulaşım yolları, meşhur mahalleri ve stratejik yerlerinin dönemin çağdaş teknolojileri mümkün olduğunca kullanılarak tespit edildiği görülüyor. Bu sayede ihtiyaç halinde nerede ve ne tür tedbirler alınacağı kolaylıkla belirlenebiliyor. Kitaptaki 150 harita ve plana bakıldığında harita ilminin en azından son dönem Osmanlı devlet yöneticileri tarafından yeterince önemsendiği ve nimetlerinden faydalanıldığı anlaşılıyor. 1988 yılında yayına başlayan Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi'nin son sayısı geçtiğimiz günlerde yayınlandı. İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) tarafından çıkarılan, Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi 25 yıl sonra tüm sayılarını tamamladı. Son cildi olan 44. cildi önceki gün matbaadan çıkan ansiklopedinin ilk cildi 1988 yılında basıldı. Bugün Türkiye'de sosyal bilimler sahasında çalışan birçok kişinin ilk başvurduğu kaynak olan İslam Ansiklopedisi'nin yayınlanma fikri Leiden'de 1901- 1935 yılları arasında yayınlanan The Encyclopaedia of Islam (İslam Ansiklopedisi)'nin özellikle İslam'la ilgili maddelerinin yanlı, eksik ve yanlış olması üzerine doğmuştu. Diyanet Vakfı tarafından masrafları üstlenilen ansiklopedinin hazırlık çalışmalarına 1983 yılında İstanbul Bağlarbaşı'nda küçük bir binada başlandı. Çok sayıda kaynağın taranıp araştırılması suretiyle içereceği maddeler tespit edilen ansiklopedinin önce bir örnek nüshası hazırlandı. 23 CİLTTE BİTMESİ BEKLENİYORDU Önceleri yılda bir, daha sonraki yıllarda ise yılda 2 cilt olarak çıkarılmaya başlanan ansiklopedinin maddelerini akademik çevrelerden önemli isimler yazdı. 1988 yılında İslam Araştırmaları Merkezi kurulması üzerine ansiklopedi bu kuruma bağlandı. 23 cilt olacağı öngörülen ansiklopedi 44 ciltte tamamlandı, zaman içerisinde ansiklopediye eklenmesine gerek duyulan maddeler ise 2 ek cilt halinde yayınlanacak. Tamamen telif bir eser olan İslam Ansiklopedisi; İslami ilimler, İslam kültür ve uygarlığıyla ilgili A'dan Z'ye bütün terimler, İslam dünyasında ilim, siyaset, sanat ve edebiyat alanlarında yetişmiş önemli şahsiyetler, ilim ve kültür hayatımıza değer katmış eserler, Fas'tan Endonezya'ya kadar bütün İslam ülkeleri, önemli şehirler, Amerika'dan Rusya'ya, İngiltere'den Avustralya'ya kadar İslamiyet ve Müslüman azınlıklar gibi madde başlıkları içeriyor. 17 BİN MADDE 2 BİN İLİM ADAMI Ansiklopedide kullanılacak kaynakların bir araya getirilmesiyle de İSAM Kütüphanesi doğdu. Merkeze bağlı olarak part time çalışan yüz araştırmacı, yurt içi ve dışından yazarlarla birlikte 2 bin ilim adamı, 17 bin maddelik ansiklopediye imza attı. İslam Ansiklopedisi'nin başlangıcından bugüne Mehmet Akif Aydın, Mehmet İpşirli, İsmail Erünsal, Hayrettin Karaman, Tayyar Altıkulaç, Ali Bardakoğlu, Bekir Topaloğlu, Ahmet Topaloğlu gibi isimler yer aldı. Ansiklopedinin trajı ise yaklaşık 80 bin. Batı'da yayınlanan İslam Ansiklopedisi'nden daha geniş içeriğe sahip ansiklopedinin, Arap dünyasında da muadili yok. İNGİLİZCE VE ARAPÇA YAYINLANACAK Ansiklopedinin içeriği hazırla­nırken çok ciddi bir mutfak çalışması yapılıyor. Yazılacak madde için önce konu üzerinde çalışmış olan ilim adamları tespit ediliyor. Madde sipariş ediliyor. Gelen yazı önce yeterlilik açısından değerlendirilerek kabul ya da reddediliyor. Kabul edilen yazılar redaksiyondan geçiyor. Ayet ve hadis mealleri, bibliyografya kontrol edilip aynı alandaki bilgilerin çapraz kontrolleri yapılıyor. Ek telif gerekiyorsa isteniyor. Teknik redaksiyonla üslup konusunda gözden geçiriliyor. İmla kontrolü ardından yeniden çapraz okumalar yapılıyor. Ansiklopedinin farklı dillere çevrilmesi gündemde. Ancak 44 ciltlik bir eserin çevrilmesi çok kolay olmayacak gibi duruyor. Önümüzdeki dönemde ansiklopedinin İngilizce ve Arapça'ya çevrilmesi düşünülüyor.  

Sena İKBAL 01 Şubat