Hükmün Kaynağı Peygamber Efendimiz (asm), Hicretin 9. senesinde (630) Muaz b. Cebel’i (ra) diğer bir fâkih sahabî Ebû Mûsâ el-Eş’arî (ra) ile birlikte zekât âmili ve kadılık göreviyle Güney Arabistan’a gönderdi. Yemen’in yukarı kısmının kadılığını Muaz (ra) üstlenirken, aşağı kısmında ise bu görevi Ebû Mûsâ (ra) yerine getirdi. Medine’den ayrılmadan önce Resûlullah (asm), Muaz b. Cebel’e (ra) görevi esnasında kendisine bir mesele arz edildiğinde nasıl hüküm vereceğini sordu. Muaz (ra) ise cevaben ilk önce Allah’ın kitabını esas alacağını, onda konuyla ilgili olarak herhangi bir hüküm bulamazsa Resûlullah’ın (asm) sünnetine müracaat edeceğini, bu iki temel kaynakta bulamazsa da kendi ictihadına göre hüküm vereceğini bildirdi. Peygamber Efendimiz (asm) onun verdiği cevabı olumlu karşılamış ve memnûniyetini ifade etmiştir. Bu görüşmeden sonra Resûlullah (asm), kendisine bazı tavsiyelerde bulunarak Yemen’deki görevine uğurlamıştır. Mermer Kule Mermer Kule, İstanbul’un Marmara Denizi kıyısındaki surlarının batı ucundaki son kuledir. Yedikule’ye ve eski Altın Kapı’ya çok yakındır. Mermer Kule’nin temelleri, ilk yapıldığı zaman denizdeydi. Zamanla kıyı şeridi toprakla doldurulduğundan içeride kalmıştır. Dört katlı kule binası, daha eski yapılardan derlenmiş malzemelerle inşa edilmiştir. Kulenin içerisi değerli taş ve mermerle süslenmiştir. Mermer kule, deniz surlarının orijinal bir parçası olmayıp sonradan eklenmiştir. Muhtemelen Sultan Yıldırım Bayezid’in İstanbul’u kuşatmasına bir önlem olarak, 14. Yüzyılın sonlarında yapılmıştır. Dakîka Terazisi Fizikçi Abdurrahman el-Hazînî, Mîzânü’l-Hikme isimli eserinde, 24 saatlik gökyüzü dönüşünü ölçmeye yarayan bir zaman terazisi tarif etmektedir. Mizânü’s-sâat ve ezmânihâ olarak vasıflandırılan bu alet, bir terazi koluna asılmış bir su veya kum haznesinden meydana gelmekteydi. Bu hazne tam olarak hesaplanmış bir delik ile donatılmıştı. Ağırlık kaybı terazi kolundaki bir ağırlığın kaydırılması yoluyla dengelenerek geçen zaman buna uygun bir skalada okunabiliyordu, adeta dakikaların ağırlığı tartılıyormuş gibi. (İslâm’da Bilim ve Teknik, 3. Cilt, Sayfa 117) 02 Aralık 1884Yahya Kemal Beyatlı Doğdu 2 Aralık 1884’te Üsküp’te dünyaya geldi. İlköğrenimini Üsküp’te tamamladı. Ardından ailesiyle birlikte Selanik’e yerleşti. Ortaöğrenimine devam etmek üzere, ailesi tarafından 1902 senesinde İstanbul’a gönderildi. 1903 senesinde Paris’e giderek, 1912 senesine kadar burada kaldı. İstanbul’a döndükten sonra, Dârüşşafaka’da ve Medresetü’l-Vâizîn’de Tarih ve Edebiyat öğretmenliği yaptı. Cumhuriyet’ten sonra milletvekilliği ve büyükelçilik yaptı. Yazdığı şiirler ve nesirler, vefatından sonra Nihad Sami Banarlı tarafından 12 kitaptan oluşan bir külliyât hâlinde neşredilmiştir. Gençliğinde her ne kadar din dışı akımlara maruz kalsa da Üsküdar’da bir iftar vaktinin verdiği hissiyat, onu tekrar özüne döndürmeye yetmiştir. 1958 senesinde vefat etmiştir. Süleymaniye’de Bayram Sabahı, Akıncılar, Sessiz Gemi ve Bir Başka Tepeden isimli şiirleri, en meşhur şiirleri olarak öne çıkmıştır. 11 Aralık 1994 Tek taraflı bağımsızlığını ilan eden Çeçenistan’a, Sovyetler Birliği yüzlerce tank ve askerle girdi Çeçenistan’ın Rusya’dan ayrılmasını istemeyen Rus yönetimi, Çeçenistan’ı tekrar Rusya’ya kazandırmak için Aralık 1994’te başlattığı saldırıyı, karşılaştığı direnişten dolayı ancak iki sene sürdürebildi. Buradaki savaşta devamlı asker kaybetmesi sebebiyle sonuçta oradan çekilmek ve direnişi sürdürenlerle masaya oturmak zorunda kaldı. 1996’da imzalanan Hasavyurt Antlaşmasıyla Çeçenistan’ın bağımsızlığı Moskova tarafından resmen tanınmış oldu. Yeltsin yönetimindeki Rusya’nın 1994–96 yılları arasında Çeçenistan’a yönelik yaptığı başarısız operasyonun ardından 31 Ağustos 1996 tarihinde Çeçenistan adına Aslan Maşadov ile Rusya adına Aleksandr Lebed arasında Çeçenistan’ın siyasi statüsünün 5 yıl içinde kararlaştırılacağına dair anlaşma imzalandı. Bu arada Rus birliklerine ait savaş uçakları Çeçenistan’dan çekilme sürecinde başkent Grozni’yi ağır bombardımana maruz bıraktı ve bunun sonucunda Grozni’de binlerce sivil hayatını kaybetti. 22 Aralık 1574Sultan 3. MuradTahta Çıktı Sultan 2. Selim’in oğlu olarak 1546 senesinde Manisa’da dünyaya gelmiştir. Annesi, Nurbanu Sultan’dır. Dedesi Kanûnî Sultan Süleyman döneminde, Alaşehir Sancakbeyliğine atanmıştır. Babası Sultan 2. Selim tarafından ise, Manisa Sancakbeyliğine getirilmiştir. Sultan 2. Selim’in vefatının ardından Osmanlı tahtına çıktı. İlk icraatlarından biri, Erdel Bey’ini Lehistan Kralı olarak atamak oldu. Ramazan Paşa’yı Fas’ın fethi için görevlendirdi. 1578’de Fas fethedildi. Böylece bütün Kuzey Afrika Osmanlı hâkimiyetine girmiş oldu. İran’la yapılan savaş neticesinde 1590 senesinde imzalanan Ferhad Paşa Antlaşmasıyla, Kars, Tebriz, Tiflis, Gence ve Şehrizur, Osmanlı hâkimiyetine geçti. Sultan 3. Murad, 16 Ocak 1595’de vefat etmiş ve Ayasofya Camiinin avlusundaki kendi türbesine defnedilmiştir.
Günümüz İslam dünyası Problemlerinin Tarihi Kökeni İslam dünyası problemlerinin kaynağını üç önemli meydan okumada arayan Hz. Üstad şöyle demektedir. “Alem-i İslâm için en dehşetli asır, altıncı asır ile Hülâgû fitnesi ve on üçüncü asrın âhiri ve on dördüncü asır ile Harb-i Umumî fitneleri ve neticeleridir.” Dünya savaşlarının İslam coğrafyasında ciddi olumsuz sonuçlar doğurduğu kanaatini taşıyan Bediüzzaman Hazretleri “Evet, Harb-i Umumî neticelerinden hem âlem-i insaniyet, hem âlem-i İslâmiyet çok zarar gördüler.” demekle dikkatleri Birinci Dünya Savaşı’na çekmektedir. Günümüz İslam dünyası problemlerinin doğru teşhis edilebilmesi ve uygun çözüm yollarının bulunabilmesi, yirminci yüzyılı doğru okumakla mümkün görünmektedir. Yüzyılımızda insanlığın peygamberler aracılığı ile kazandığı bütün güzel ve iyi hasletler yozlaştırıldı. İnsanlık en karanlık dönemini yaşadı. Savaşların, katliamların ve soykırımların yüzyılıydı. İnsanlar savaştan, nefretten, yoksulluktan, şiddetten, haksızlıktan, onursuzluktan yorgun düştü. Sadece yüzyılımızda savaşlardan dolayı yaklaşık 180 milyon insan hayatını kaybetti. Adeta kurtların kanunuyla hayat sürdü dünyamız. Servet bir kısım insanların elinde hapsolurken, dünyanın öbür ucunda açlıktan hayat mücadelesi veren kıtalar vardı. Ne yazık ki, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İslâm âleminin büyük bir kısmı sömürge hâline getirildi. Özgürlükleri tehdit edilen Müslüman coğrafyası -sömürgeler vasıtasıyla- Batı medeniyetinin meydan okumasıyla da karşı karşıya kaldı. Avrupa medeniyeti aynı zamanda Müslümanca hayatı da tehdit etmeye başladı. Hayat felsefesini şöyle formüle etti. “Düşünme yaşa. Hayat haz, zevk ve ihtirasları tatmin etmek içindir.” Bu ise aklını kaybetmiş bencillik ve çıkarcılık üzerine kurulu heveslere dayalı bir yaşamı ortaya çıkardı. Böylece imandan beslenen ahlaki değerler aşındırıldı. Hz. Üstad bu konuda şöyle demektedir: يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِ (Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler) ayetinin işaretiyle; bu zamanda ahiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabını ve elemlerini göstermekle olur ki; Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Bin yıldır İslamiyet’e ciddi bir meydan okuması görülmeyen Batı düşüncesinden sömürgeler yoluyla Müslümanların düşünce ve hayat değerlerine itiraz sesleri yükselmeye başladı. Dinin, ideolojinin ve Batı dışındaki bütün medeniyetleri yok sayan Avrupa düşüncesi İslam coğrafyasının değerlerini, doğrularını tehdit ederek Müslümanları birçok şüphelere düşürdü. Dayanak noktası Kur’an ve nebevi sünnet olan İslam medeniyetinin nurunu söndürmeye çalıştı. Bediüzzaman Hazretleri İslam dünyasının problemlerinin kaynağında dikkatleri özellikle Sevr anlaşmasına çekmektedir. O, “Maatteessüf, altı-yedi sene sonra, Harb-i Umumî neticesinde yine o suikast niyetiyle, Sevr Muahedesinde Kur’ân’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirâne fikirlerini yine icrâ etmek olan plânları” demekle Sevr anlaşmasının İslam coğrafyası aleyhine bir ihanet olduğunu ve birçok büyük problemi taşıyan ağır şartlar barındırdığını dile getirmektedir. Günümüz problemlerinin kaynağını Sevr anlaşmasında arayan Hz. Üstad: “Şimdi İslâmlar içinde nur-u Kur’ân’a muhalif hâletlerin ekserîsi o suikastlerin ve Sevr Muahedesi gibi gaddarâne muahedelerin vahim neticeleridir.”demektedir. İslam dünyasının Zihnî, Fikrî Problemleri Hz. Üstad, İslam dünyasının öncelikle kendisi olması ve kendisine yabancı olmaması gerektiğini önemle vurgulamaktadır. Çünkü Batı felsefesi karşısında değerlerini ve doğrularını sorgulayarak şüpheye düşen İslam coğrafyası ciddi bir kimlik problemi yaşadı. Aidiyetini kaybetti. Bediüzzaman Hazretleri, gözünü ufka diken ama sırtını asla tarihine dönmeyen, kökü derinlerde olan bir medeniyetin müntesipleri olduğunu her daim hatırlamakla bu yaranın sarılabileceği kanaatini taşıdı. O, İslam dünyasına, ait olduğu medeniyete daima şükretmesi gerektiğini hatırlatmaktadır. Hz. Üstad, Müslümanların tarihi bir cehalet içinde olmasını benimsemez. İslam dinine aidiyet duygusunu kaybetmeyi doğru bulmaz. Bilinçsizce Batı’nın taklid edilmesine karşı çıkar. Çünkü bu taklit, Müslümanların dinde lakaytlığını sonuç vermektedir. Değerlerinin ve doğrularının aşınması toplumsal ahlakta ve ferdi hayatta yıkıcı izler bırakacağı görüşündedir. Bu konuda İslam coğrafyasını şöyle ikaz eder: “Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.” İslam dünyasının Psikolojik Problemleri Batı’nın hızla yükselişi karşısında gerileme nedenlerini sorgulayan ve çıkış yolları arayan İslam dünyası, değerlerini ve doğrularını bırakarak Avrupa’yı taklit sonucunda psikolojik problemler yaşadı. Bugüne kadar tarihte özne olarak rol alan İslam coğrafyası sömürgeleşmenin etkisiyle ümitsizlik duygusuna kapıldı. Heyecanını yitirdi. Ameli dindarlıktaki gevşeklik ise toplumdaki doğruluk ilkesini zedeledi. İslam toplumunun birbirine olan güven duygusu yara aldı. Hz. Üstad ise, doğruluğun toplum hayatında tekrar diriltilmesi gerektiğini savundu. Bedenen 21. yüzyılda yaşayan fakat fikren orta çağda bulunan bir kısım idareciler istibdada yöneldi. Keyfi, kendi görüşünü merkeze alan, kuvvetten beslenen, suiistimale açık, zulmün temeli olan bu anlayış fikir ve vicdan hürriyetine set çekti. Düşünce zenginliği kayboldu. Bediüzzaman Hazretleri bütün batıl fırkaların, ayrılıkların, şiddetin kaynağı olan istibdadı meşveret ile şura ile çözülebileceğini söyledi. İmparatorlukların sonu olan yüzyılımızdan etkilenen İslam dünyası, birliğin sembolü ve sebebi olan hilafeti kaybetti. Sevr anlaşmasıyla İslam coğrafyasında suni sınırlar çizildi. Zihinler birbirini anlamaz oldu. Kalpler ayrılığa düştü. Kuvvet dağıldı. Suni problemlerle düşmanlıklar üretildi. Aradan muhabbet kalktı. İslam dininin verdiği şefkat sayesinde “biz” diyen Müslümanlar, yirminci yüzyılda “ben” demeye başladı. Ümmet bilinci aşındı. Himmet küçüldü. Tarihin akışında sürekli bulunma şuurunu yitiren İslam dünyası özgüvenini kaybetti. Manevi tarihi köklerini unuttu. Hz. Üstad bu ve benzer problemlere karşı reçeteler nevinden risaleler telif etti. O, ufka baktığında İslam medeniyet güneşinin parlak bir şekilde doğduğunu görebildi. Bu yükselişin engellenemez olduğunu gerekçeleriyle ispat ederek İslam dünyasına ümit verdi. Bediüzzaman Hazretleri bu davasını şöyle ispat etmektedir: “İslam’ın ve Asya’nın istikbali, uzaktan gayet parlak görünüyor. Çünkü Asya’nın hâkim-i evvel ve âhiri olan İslamiyet’in galebesi için dört-beş mukavemet-sûz kuvvetler ittifak ve ittihad etmektedirler. Birinci kuvvet: Maarif ve medeniyetle mücehhez olan İslamiyet’in kuvvet-i hakikiyesidir. İkincisi: Tekemmül-ü mebâdî ve vesaitle mücehhez olan ihtiyac-ı şediddir. Üçüncüsü: Asya’yı gayet sefalette, başka yerleri nihayet refahette görmekten neş’et eden tenebbüh-ü tâm ve teyakkuz-u kâmille mücehhez olan gıpta ve rekabet ve kîn-i muzmerdir. Dördüncüsü: Ehl-i tevhidin düsturu olan tevhid-i kelime; ve zeminin hasiyeti olan itidal ve tâdil-i mizaç; ve zamanın ziyası olan tenevvür-ü ezhan; ve medeniyetin kanunu olan telâhuk-u efkâr; ve bedeviyetin lâzımı olan selâmet-i fıtrat; ve zaruretin semeresi olan hafiflik ve cüret-i teşebbüsle mücehhez olan istidad-ı fıtrîdir. Beşincisi: Bu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olan i’lâ-yı kelimetullah, İslamiyet’in emriyle ve zamanın ilcââtıyla ve fakr-ı şedidin icbarıyla ve her arzuyu öldüren ye’sin ölmesiyle hayat bulan ümitle mücehhez olan arzu-yu medeniyet ve meyl-i teceddüttür.” İslam Dünyasının Toplumsal Problemleri İslam toplumunda görülen üç büyük problemi Hz. Üstad şöyle tespit etmiştir: Cehalet, fakirlik ve ihtilaf. Bugün âlem-i İslam’ın en önemli ve en öncelikli meselesi nitelikli eğitim ihtiyacıdır. Günümüzde Müslümanların yaşadığı toplumsal kargaşaların, ekonomik sıkıntıların, ahlaki bozulmaların, sosyal hastalıkların temelinde nitelikli eğitimin olmayışı yatmaktadır. Nitelikli eğitim konusundaki ihtiyaç, eğitimin olmamasından değil; eğitim sistemlerinin maneviyattan yoksun, akıl ve kalbin birlikteliğinden uzak, sadece dünyevi veya uhrevi bir yapıya sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki, bugün akılları ikna eden, kalplerde yankı bulan, zamanın ruhuna uygun, asrın gereklerini esas alan, dünya ile ukbayı beraber kucaklayan, dini, manevi moral değerleri önceleyen bir eğitim sistemine bütün insanlığın ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç özellikle dünyevileşme belasından nesillerimizi korumak adına bütün âlem-i İslam’ın en elzem ihtiyacıdır. İnanç yönü eksik ve manevi değerlerden uzak seküler bir eğitim yalnız Müslümanların değil, tüm dünyanın en büyük problemidir. Üstad Hazretleri mektebin fünûnunu, medresenin ulûmunu, tekkenin manevi terbiyesini esas alan bir eğitim anlayışının üzerinde ısrarla durmuştur. İslâm’ın ‘nasıl’ yaşanması gerektiğinden önce, ‘niçin’ yaşanması gerektiğinin anlatılmasının önemini sürekli vurgulamıştır. “Medenilere galebe çalmak, ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile (zorlamakla) değildir.” cümlesini esas alan, iman hakikatlerini mutlak referans kabul eden, akıl ve kalbi birlikte tatmin ederek ittifaklarını sağlayacak bir eğitim modelini önermiştir. Bu düşüncesini kurumsallaştırmak için de Medresetüzzehra ismini verdiği bir üniversite projesini ortaya koymuştur. Günümüzde İslam Dünyası’nın bir olması, ittihad etmesi, birlik oluşturması Hz. Üstad’a göre öncelikli bir farzdır. Çünkü Batı’nın hücumları karşısında dâhili ayrılıkları unutup ittifak etmekle tarih sahnesinde varlığı korumak mümkündür. Hatta bu birliğin adını Cemahir-i Müttefıka-i İslamiye olarak teklif etmiştir. İhtilafları gidermek için de Müslümanlar, İttihad-ı İslam’ın gerçekleşmesini sağlayacak ortak paydalara odaklanmalıdır. Hz. Üstad bu konuda İslam Dünyasını şöyle uyarmaktadır: “Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşıانما المؤمنون اخوة kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.” İslam coğrafyasının hayatını bu ittihatta gören ve mezhepsel milliyetçiliği engelleyecek bir formülü de şöyle sunmaktadır: هُوَ حَقُّ yerine هُوَ الْحَقُّ olmalı; هُوَ اَحْسَنُ yerine هُوَ الْاَحْسَنُ olmalı. Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli; “İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.” dememeli; “Budur hak; başkaları batıldır. Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.” İslam toplumunda görülen ekonomik problemlerin kaynağını yalnız içeride yani Müslümanların tembelliğinde arayanların zıddına Bediüzzaman Hazretleri hem dışarıdan hem de içeriden sebeplerini göstermektedir. Hz. Üstad bu konuda şöyle demektedir: “Âyâ, zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neşet ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hint’teki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kûttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.” Dahili sebeplerin başında hırsı zikreden Hz. Üstad diğer sebepleri de şöyle ifade etmektedir: “İnsanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbap çoktur. Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri var. Hâlbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır.” Bediüzzaman Hazretleri’ne göre ırkçılık İslam coğrafyasında çok büyük bir problemdir. O, bunun insanlık tarihinde özellikle de İslam tarihinde birçok kötü sonuçları olduğunu ifade etmiştir. Çünkü ırkçılık düşüncesinde ötekileştirmek, birbirine yabancılaşmak, ittifak edememek, adaleti zedelemek, sevgi duygusunu incitmek, birliktelikten doğan gücü zafiyete uğratmak gibi kötü sonuçlar olduğunu göstermeye çalışmıştır. Bu düşünce Müslümanların ayrılığa düşüp parçalanmasına ve kolayca mağlup olmalarına sebep olduğu için öldüren bir zehir hükmündedir. Müslümanlar arasında düşmanlığa ve dağınıklığa sebeptir. Irkçılık, insanlığın düşmanıdır. Irkçılık düşüncesiyle hareket eden milletler, tarihin şahadetiyle dâhilde ve hariçte birçok zararlar verip insanları tehlikeye atmış, kendileri de türlü tehlikelere maruz kalmışlardır. Irkçılık damarı, her hangi bir hatayı şahsilikten çıkarıp aileyi, kabileyi veya milleti de aynı suçla haksızca mahkûm eder. Üstelik bu konuda kendisini haklı görmektedir. Hz. Üstad bu illete karşı, “Ey insanlar! Şüphesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabileler kıldık.” ayetinin rehberliğinde reçete sunmaktadır. Ayet-i kerimenin işaret ettiği farklılıklar, tanışmak ve yardımlaşmak içindir. Birbirini inkâr etmek, yabancı görmek veya düşman olmak için değildir. Çünkü her millet, her kabile ve her aşiret farklı ilahi tecellilere mazhar olarak değişik meziyetlere ve faziletlere sahip oldular. Tek bir milletin veya kabilenin insanlığın bütün meziyetlerini kendisinde toplaması mümkün değildir. Adil-i Hakim olan Allah-ü Teâlâ faziletleri ve kemalatı insanlar arasında dağıtmıştır. Her millet bir kısım meziyetlerle mümtaz kılınmıştır. Onun içindir ki ayet-i kerime milletlerin tanışıp birbirlerinin özelliklerinden karşılıklı istifade etmelerini, yardımlaşmalarını emretmiştir. Ancak bu karşılıklı iletişim sayesinde istenilen gerçek insanlık seviyesine çıkılabilir. Asr-ı Saadet gibi hakiki medeniyetler tesis edilebilir. Medine medeniyeti işte budur. Demek ki ayrılık ve farklılık, karşı karşıya olmak için değil, yan yana gelmek içindir. Tanışıp yardımlaşmakla meziyetleri bir araya getirmek, birbirimizi tamamlamak içindir. Bediüzzaman Hazretleri milliyetçiliği iki kısma ayırmaktadır. Birincisi menfi milliyetçiliktir. Yani ırkçılık düşüncesidir. İslam’ın karşı çıktığı milliyetçilik budur. Başkasını yutmakla beslenen, diğer milletlere düşmanlıkla devam eden, başkalarını inkâr etmek üzere kurulmuş, zararlı ve uğursuz olan ırk anlayışına dayalı bir milliyetçilik düşüncesidir. Üstad bu anlayışı şöyle özetlemektedir: “Menfi milliyet gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur. Onun içindir ki, hadîs-i şerifte ferman etmiş: “İslamiyet, cahiliye ırkçılığını ortadan kaldırmıştır.” İkinci kısım milliyetçilik ise müspet milliyetçiliktir. Farklı milletleri ve kabileleri küçük görmeden, inkâr etmeden, onlara düşman olmadan, milletini sevmek, onlara şefkat etmek, yardım etmek ve gelişmelerine hizmet etmekte bir zarar yoktur. Çünkü bu düşünce fıtridir. Müsbet olduğu ve birlikteliği temin ettiği için İslamiyet’in men etmediği bir düşüncedir. Bu anlayışta menfaatini, diğer milletlerin zararında görmek yoktur. Bu sevgide ötekileştirmek yoktur. Toplum hayatının kendi içinden kaynaklanan ihtiyaçtan doğar. Yardımlaşmaya, dayanışmaya sebeptir. Menfaatli bir kuvvet temin eder. İslam kardeşliğini pekiştirir. Fakat temelde masum olan bu yaklaşım dahi İslâmiyet’e hizmet etmeli, onun kalesi olmalı, zırhı olmalıdır. Yoksa İslam kardeşliğinin yerine geçmemelidir. Çünkü İslâmiyet’in kardeşlik akdi semavidir. Müslümanları kardeş ilan eden Allah’tır. Onun için bu kardeşlik bakidir. Dünyevi dostluklar ve rütbeler gibi kabir kapısında son bulmaz. Berzahta ve ahirette de menfaat verecek ve devam edecektir. İslam Dünyası genel çerçevesini çizmeye çalıştığımız bu problemlerinin üstesinden gelecek tarihi birikime sahiptir. İlahi kader de İslam medeniyetinin bekasına hükmetmiştir. Öyle ise Hz. Üstadın şu müjdesine bakıp gayretle çalışmalarımıza devam etmeliyiz. “Ümit var olunuz; şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslam’ın sadası olacaktır!”
İngiltere’de Müslüman olarak yaşamak nasıl ve şu anda Avrupa’da İslam’a nasıl bakılıyor sorularını ele alacak olursak mevzuya farklı açılardan yaklaşabiliriz. Mesela eğitim hususunda Müslümanların durumunu düşündüğümüzde diğer inanç toplulukları arasında maalesef en zayıf konumda olduklarını görüyoruz. Keza, hapishane istatistiklerine bakıldığında da, mahpus Müslüman sayısı ile toplumdaki Müslüman sayısı arasında dengesizlik olduğunu görüyoruz. Avrupa’nın Önyargısı: Tek Tip Müslüman Algısı Bununla beraber bu iki istatistikî veriyi anlamak için biraz daha derine dalmak gerek: Mesela, Müslüman toplulukların aynı zamanda ekonomik olarak (iyi okullara gitme ve devlet imkânlarından faydalanma noktasında) en zayıf ve yabancılaştırılmış topluluklardan olduğu gerçeği şaşırtıcı olmayacaktır. Bunun ötesinde, olumlu bir nokta, sosyal ve iktisadi şartlarda hesaba katıldığında hakikatte Müslüman topluluklarda çok yüksek oranda dikey bir sosyal hareketlilik olduğu gözlenmektedir (yani sosyal ve iktisadi olarak başladıkları noktadan yukarı doğru bir seyir izlediklerini görüyoruz). Diğer bir incelik noktası da şu ki, Müslüman topluluklarda son derecede bir çeşitlilik söz konusu: Hindistan alt kıtasından Kuzey ve Güney Afrika’ya, Türkiye’ye ve İslamiyet’i seçen pek çok Avrupalı mühtedilere kadar dünyanın dört bir köşesinden Müslüman var burada. Bu ekstra faktör olan çeşitliliği dikkate aldığınızda, her bir (Müslüman) topluluğun kendi içinde farklı şartlar altında, kendi kültürel normları ve hatta farklı bir dini yaşayış tarzlarının olduğunu görürsünüz. Bu sebeplerden dolayı, İngiltere’de tek tip bir Müslüman topluluğundan bahsetmek mümkün değildir ve detayları tetkik ettiğinizde görürsünüz ki müthiş oranda bir çeşitlilik vardır. Bu bizi, ikinci mevzumuz olan Müslümanlar Avrupa’da nasıl algılanıyor mevzusuna getiriyor. Fransa’daki Müslümanlar (ki çoğunluğunu Kuzey Afrikalı Müslümanlar oluşturur) ile çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu Almanya’daki Müslümanlar ile yine tamamen özellikler taşıyan İngiltere Müslümanları birbirinden ayrılır. Ekonomi Kötüye Gittiği Zaman Suçlu: Göçmenler İşte bu çeşitliliği hiçe sayarak, kaba ve talihsizce bütün Müslümanlar hakkında sanki hepsi aynıymış gibi konuşmak ve dahası yalan yanlış bilgilerle ve gafilcesine önyargı ve basmakalıp fikirlerle bütün bir topluluğu yargılamak modası var. Bunun da sebepleri çok: Birisi, şu eski hastalık - alışkın olmadığı azınlığa nefret besleme ve sevmeme hastalığı (Kâtip Çelebi, kişi bilmediğinin düşmanıdır demiş). Diğer sebeplere gelince, bazı belli siyasi ve sosyal grupların kendi menfaatleri gereğince dikkati başka mevzulara çekmek için kasti olarak saldırmalarıdır (Bir ülkenin ekonomisinde işler ne zaman kötüye gitse, uç fikirlerde her zaman bir artış olur: İnsanlar, dikkatleri başka yere çekmek için genelde “diğer”i suçlar.) Özeleştiri Söylenmesi gereken diğer bir sebep de, Müslüman toplumun kendi hatası. Toplulukların en temel prensiplerinden bazıları sıkı çalışma, birbirlerine destek çıkma ve doğdukları veya yaşadıkları toplumlara bir değer katarak kendi kaderlerini ellerinde tutmaları olmalıdır. Avrupa’da Müslümanların nasıl algılandıklarını bütün bütün kontrol edemeyiz, bu doğru ama en azından yapabileceğimiz en güzel şekilde kendimizi temsil etmeyi kesinlikle deneyebiliriz. Nesiller Arası Durum İngiltere’deki Müslümanların durumundan farklı olarak ve Müslümanların Avrupa’da nasıl görüldükleri ile ilgili olarak, bence burada daha ilginç sorular var. Belki de en ilginç olanı, “sıla” ile “gurbet” arasındaki ilişkilerdir. Çünkü buralardaki Müslümanların çoğu dünyanın dört bir yanından bir zaman gelmiş göçmenlerin çocuklarıdır ve büyük bir etnik çeşitlilik söz konusu. Yine de, etnik ve kültürel olarak çeşitlilik çok olsa da aradan geçen birkaç nesil sonrasında bizler kültürel olarak biraz daha aynılaştık. Pek çoğumuz, “anadil”lerini konuşmaz ve yine pek çoğu sınırlı zaman aralıkları haricinde “ata memleket”lerinde bulunmamıştır. Bu aynı zamanda Müslümanların evlerinde sıkıntılara sebebiyet vermektedir. Şöyle ki, büyüklerin kafasında “bizim memleket” algısı var iken, genç nesiller bu düşünce tarzını anlamazlar. Aslında bunlar gayet normal ve bundan gocunmamak gerek. Aksine her bir neslin kendine has imtihanları olduğu gibi ve imkânları da bulunmaktadır. Bu cihetten duruma müsbet taraftan bakmakta fayda var. İslam nokta-i nazarından, pek çok durumda, eğer evde yaşanan İslam tamamen kültürel bir İslam ise, genç nesil ebeveynlerinin kültürünü kaybettiğinde kültürel İslam’ı da netice itibariyle kaybeder. Bunun tam zıddı olan başka bir fenomen ise şudur ki, genç nesil evde ailenin sahip olduğu ve takip ettiği kültürel-İslam’a bütün bütün zıt bir İslamiyet’i öğrenir. Bu cidden bir fikirler anaforu, çatışmalar ve tezatlar yumağıdır; ama bir de şu tarafından bakalım, bu aynı zamanda bir zenginlik, özgürleşme ve aydınlanma tecrübesi (olabilir). Benim şahsi müşahedatıma göre, İslam’ın sosyal fenomenleri genelde yine kimlik siyasetiyle alakalı. Avrupa’daki birçok Müslüman, içinde yaşadıkları toplumda kendilerini yabancı olarak bulurlar. İçinde yaşadıkları toplum ile bağlantı kurması zor olan Müslümanlar, bu yüzden ailelerinin kültürü üzerinden daha geniş bir kimliğe aidiyet duyabilecekleri İslamî bir hüviyete yer verirler. Avrupa’daki Müslümanlar görürler ki, İslami kimlik; içine doğdukları diğer kimliklerden daha üstündür ve bu yüzden İslami kimliklerine vurgu yaparak baskın Avrupa kültürüne karşı, içinde yaşadıkları bütün kimliklerden daha güçlü bir kimliğe sahip olacaklarını düşünürler. Bunun zıddı bir durum da, hâkim kültüre yaranma adına kültürü terk etmek. İngilizlerin bir sözü var “Banyo suyuyla beraber leğendeki bebeği de fırlatıp atma.” İnsanlar sosyal ve kültürel âdetlerini terk ettiklerinde kendilerini daha derin bir yabancılaşma içinde buluyorlar. Belki de burada anlamamız gereken anahtar tâbir, dengedir. İnsanın ebeveyninin âdetlerini ve kültürünü takip ettirmesinde bir sıkıntı yok çünkü tam anlamasak da âdetler ve normalar bize bir âşinalık, manâ ve toplumbağı sağlıyor. Aslında benim bu makaleyle anlatma istediğim şey şu. İngiltere ve Avrupa’da etrafımızda çok şeyler olurken en doğru davranışı seçmek bazen zor olabiliyor. Yine de şunu hatırlamak lazım ki Rahman ve Rahim olana imanımız sayesinde ümidimiz var ve Müslümanlar inşallah doğru yolları seçecek.
Mülakat: İDSB Genel SekreteriMülakatı Yapan: Av. Ali KURT İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği’ni (İDSB) ve sizi tanıyabilir miyiz? İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) 2005 yılında bir başka çatı kuruluş olan Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı (TGTV) öncülüğünde kuruldu. “Değişen Dünyada Yeni Bir Vizyon Arayışı” başlıklı uluslararası bir toplantı tertip edildi. Türkiye’deki iki yüze yakın STK’nın bir araya gelerek oluşturduğu ve Hayrât Vakfı’nın da kurucuları arasında bulunduğu TGTV birlik beraberlik noktasında çok güzel bir örnek. Bu oluşumun bir benzerini İslam dünyası çapında da yapabilir miyiz maksadıyla dört yüze yakın STK temsilcisinin katıldığı şûrâda İDSB’nin kurulmasına karar verildi. Ön hazırlık olarak kaleme aldığımız kuruluş tüzüğünde Birlik merkezi ve Genel Sekreterin hangi ülkeden olacağı hususu boş bırakıldı. Katılımcıların reylerine sunuldu. Herkes ittifakla Birlik merkezinin Türkiye olmasına, Genel Sekreterin de Türkiye’den seçilmesine karar verdi. O dönem aynı zamanda TGTV’nin de başkanı olan Sayın Necmi Sadıkoğlu Genel Sekreterliğe, biz de Hayrât Vakfı temsilcisi olarak Genel Sekreter Yardımcılığı ve Birlik Türkiye temsilciliğine seçildik. Hayrât Vakfı olarak birçok arkadaşımızla bu birliğin kurulmasına ve süreç içinde gelişmesine ciddi destek verdik ve halen de vermeye devam ediyoruz. Elhamdülillah bugün itibariyle İDSB 52 ülkeden 264 STK’nın bir arada olduğu nitelikli bir kuruluş haline geldi. Son iki yıldır da Birlik Genel Sekreterliğini biz deruhde etmiş olduk. İDSB lafız itibariyle de mana itibariyle de çok kapsayıcı, şu andaki icrası cihetiyle durum nasıl, bundan bahsedebilir misiniz? İslam dünyası bugün tarihinde hiç olmadığı kadar birlik ve beraberliğe muhtaç. Tevhid dininin mensupları olarak bir ilah, bir peygamber, bir kitap ekseninde birçok ortak noktaya sahip olmamıza rağmen, son yüzyıldan bu yana kopmuş bir tesbihin taneleri gibi darmadağınık! Ümmet-i merhume yeni bir ruh ve diriliş muştusuna muhtaç. “İnanıyorsanız, en üstün sizsiniz” buyurdu Rabbimiz bize! Etrafımızdaki olumsuz şartlardan şikâyet etmeye bedel, kendi dinamiklerimizi yeniden tesis etmeye ve teker teker tüm değerlerimizi tekrar ihya etmeye mecbur olduğumuz günlerdeyiz. Doğrudur, önümüzde çok problemler var ama bunların hiçbiri çözümsüz değil. Çıkış yolunu açacak olanlar yine biziz. İDSB bu eksende birçok faaliyete imza attı. Birçok uluslararası konferans ve toplantılar icra edildi. Ortalama her dört ayda bir konsey toplantımızı üye ülkelerden birinde, önemli bir sempozyum eşliğinde yapıyoruz. Yılda iki kez biri içerde, biri dışarda gençlik buluşmaları tertip ediyoruz. İnsanî yardım alanında faaliyet gösteren STK’larımızla beraber İnsani Yardım Platformunu oluşturduk. Başbakanlık Afad, Kızılay, Diyanet Vakfı, Memur-sen, Hak-iş gibi kurumlarımızla işbirliği halinde Suriye’ye yönelik “Bir ekmek bir battaniye” ve “Sana ihtiyacım var” başlıklı yardım kampanyaları düzenledik. Orta Afrika Cumhuriyeti’nden Çad ve Kamerun’a sığınmak zorunda kalan kardeşlerimize uçaklarla yardım malzemesi gönderdik. Hayrât İnsanî Yardım Derneği’miz de bu faaliyetlerde etkin olarak rol aldı ve almaya devam ediyor. Nasip olursa yaklaşık iki ay sonra “Değişen dünyada bireyler arası etkileşim ağı olarak Aile: Şefkat, Nezaket, Hürmet, Paylaşım” başlığıyla uluslararası bir konferans daha düzenleyeceğiz. Yirmiye yakın ülkeden aile bakanının katılmasını planladığımız bu konferans sonunda, aile politikalarına ışık tutacak güzel bir sonuç alacağımızı ümit ediyoruz. Genç İDSB olarak “İslam Dünyasında Neler Oluyor?” başlığı altında Afrika ve Balkan Okumaları, Enerji Politikaları Okumaları, Kriz Bölgeleri Çalışmaları gibi farkındalığı artırıcı çalışmalar yapıyoruz. Ülke Masaları çerçevesinde İslam Dünyasını tanıtacak nitelikli bir network oluşturmayı hedefliyoruz. İDSB’nin en önemli hedefi nedir? Üç elif ayrı ayrı olsa üç kıymeti var. Ama aynı üç elif yan yana, bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, yüz on bir kuvvetinde ve kıymetinde olur, diyor Üstad Bediüzzaman Hazretleri. Bu ümmetin himmet ehli fertleri aynı maksat, aynı hedef istikametinde bir araya gelmek, tesbihin iki ucunu yeniden birleştirmek ve bu elifleri yan yana dizmek zorunda. Çünki ittihad-ı İslam her zaman olduğu gibi, hususan bu devirde farz bir vazifedir. Jakarta’dan İstanbul’a; Astana’dan Bağdat’a, Şam’a; Mekke’den, Medine’den Kahire’ye, Trablusgarp’a, Dar-ı Beyza’ya uzanan muhteşem bir medeniyetin varisleri, kendilerine tevdi edilen emanete tüm olumsuzluklara rağmen işte bu ruhla elhamdülillah sahip çıkıyorlar. Suni sınırlara bedel, buram buram kardeşlik kokan kendi kültür coğrafyasının tüm dünyayı kuşatan ihtişamlı ihatasının idrakiyle bir araya geliyorlar. Ala rağm-i unufihim! Tüm şer odaklarına rağmen, temenni ediyoruz ki Cenab-ı Hak bizleri bu birlik ve beraberlikte muvaffak kılsın. İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) işte bu istikamette şekillenen bir himmet hareketidir. Bir tevhid seferberliğidir. Bu coğrafya birbirini tanımaya, birlikte sürdürülebilir projeler geliştirmeye, kendi bahçesine sahip çıkmaya, kendi geleceğini kendi tayin etmeye hem muhtaç, hem mecburdur. Peki, size göre İslam dünyasının en önemli problemleri nelerdir? Bediüzzaman Hazretleri bu suali cehalet, fakirlik ve ihtilaf olarak cevaplıyor. Gerçekten de bugün önümüzdeki en büyük problemler bunlardır. Günümüz konjonktüründe uluslararası güç odakları; daha küçük parçalara bölünmüş, zayıf ve dış etkilere olabildiğince açık bir coğrafya dizayn etmek istiyorlar. Kendi aralarında Sykes Picot emsali anlaşmalarla ve kendi oluşturdukları haritalarla zenginliklerimizi paylaşmak, bilhassa enerji ve hammadde kaynaklarına ve koridorlarına dilediklerince hükmetmek istiyorlar. BM Güvenlik Konseyi’ndeki daimi beş üye, tamamen şahsi menfaatlerine dayanan bir yaklaşımla yeni dünya düzeni oluşturdular. Ve bu yapılanmanın en büyük mağduru ve hedefi de maalesef İslam Dünyası oldu. Bir Hifulfudul’ü düşünün. Resul-ü Ekrem (asm)’ın nübüvvetten sonra bile “Bugün olsa yine desteklerdim.” dediği mazlumların yanında dimdik duran yapı nerede, uluslararası haksızlıklara çanak tutan BM nerede? Hususan hilafetin sona ermesiyle başsız ve dağınık kalan coğrafyamızın önündeki en büyük sıkıntı, aramızdaki birlik ve beraberliği temin edememektir. Bu kadar zengin kaynaklara sahip olmamıza rağmen fakir kalan insanlarımız, ancak kuvvetli bir ameliyat-ı fikriye ile, ciddi ve nitelikli bir eğitim hamlesiyle kendini toparlayabilir. İslâmiyet tevhid dini olmakla her alanda bir olmayı, bütün olmayı emrediyor. Hâlbuki Müslümanlar arasındaki durum tam tersi gözüküyor. Bunun sebebi nedir? Asr-ı Saadet’ten bu yana, 14 asır devam eden bu sürecin yaklaşık 12 asrını bizim medeniyetimiz lider olarak götürdü diyebiliriz. Fakat her kemalin bir zevali var. Ve kabul edelim ki bu bir sünnetullah. Biz istikameti kaybettik ve bizi biz yapan değerlerden uzaklaştık. Araçlar amaç oldu. Silkinip kendimize gelmek istedik ama olmadı. Sanayi İnkılabı’yla hamle yapan Avrupa medeniyetini gecikmeden yakalayalım diye gönderdiğimiz çocuklar ‘Jöntürk’ olarak batının medeniyetiyle değil, sefahetiyle geri döndüler. Tabi burada aslında kader-i İlahi hükmünü icra etti. Siz ne kadar neyi arzu etseniz de meşiet-i İlahiye hâkimdir. Dünya böyledir. Kâr-zarar deveranı içinde geçiyor hayat, yeknesak değil. İnsanların hayatı böyle olduğu kadar, toplumların hayatında da bu iniş çıkışlar var. Ve derken akıllara zarar kararlar alındı. Hilafet ipi koptu, İslam Dünyası’nda herkes bir tarafa savruldu. Hepsi birer imtihan tabi. Cenab-ı Hak bizleri bazen varlıkla, bazen yoklukla imtihan eder. “İşte bu günler (öyle günlerdir) ki, onları insanlar arasında evirir çeviririz. Tâ ki Allah, îmân edenleri ortaya çıkarsın ve içinizden (bu uğurda can veren) şehîdler (ve yaptıklarınıza şâhidler) edinsin!” buyuruyor Rabbimiz. Bize düşen, içinde bulunduğumuz şartlar içinde kendi imtihanımızı vermek olmalıdır. Her hükmün illeti o işin kader boyutudur. Hikmet ekseninde sebebine gelince: Bize genel anlamda bu son dönemde altı hastalık bulaştı. Hz. Üstad’ın bir asır evvel Cami-i Emevi’de verdiği hutbeyi hatırlayınız. En birinci hastalık yeis, yani ümitsizlik diyordu aziz Üstadımız. Ümidini kaybeden, peşinen mağlup olmuş demektir. Olabilir, bazen zor durumlara düşebilir insanlar, toplumlar. Ama nasıl tavsif ediliyordu sahabenin önde gelen kahramanları: “Mağlubiyeti kabul etmeyen kumandanlar!” Bizler Müslümanları birbirine bağlayan o manevi bağları unuttuk. Muhabbete bedel, düşmanlık tohumları serpildi aramıza. “وَلَا تَنَازَعُوا” “Birbirinize düşmeyin!” emrine uymadık, “فَتَفْشَلُوا” “Gevşersiniz!” tokadını yedik. Bizi kanatlandıran rüzgarımızı söndürdük. Ve bu ma’rekede en önemli meziyetimizi, sıdkı, doğruluğu kaybettik. Halbuki bizler Muhammedü’l-Emin olan bir peygamberin ümmetiyiz. İmanın bitamamiha sıdk, küfrün ise bütün meratibiyle kizb, yalan olduğunu unuttuk. Haliyle temsil kabiliyetimizi yitirdik. Bizi görenler bizde dirilmeliydi ama maalesef ef’alimizle gösteremedik İslam’ın güzelliğini. Hâlbuki Efendimiz (asm)’ı görenler, “Bu yüzde yalan ve hile olamaz” diyerek, sadece onu görmekle imana geliyorlardı. Sıdkı kaybeden bir insan çok değerini inkâr etmiş demektir. Onun için tüm himmetini, ümmete bedel, kendi nefsine sarf eden bir toplum olduk. Haliyle bu arızadan da kendi menfaatini merkeze alan diktatörler ve istibdad rejimleri çıktı. Baba Esed’den Beşşar Esed’e olduğu gibi, Mısır’da, Irak’ta, hatta kendi memleketimizde ve daha birçok bölgede olduğu gibi yıllarca devam eden bir istibdat altında, meziyeti olan insanlar kendi kemalatlarını gösterebilecek bir zemin bulamadı. Bu ümmet bu çerçevede hatasından dönerek kuvvetli bir tevbe etmeli ve kendi değer yargılarına rücu etmelidir. Yiğit düştüğü yerden kalkar. Tedavinin ön şartı doğru teşhistir. Temenni ediyoruz ki Cenab-ı Hak bize çıkış yolumuzu göstersin ve kalplerin sahibi bu doğrularda kalplerimizi mutmain kılsın. Bize düşen kavli ve fiili duaya devam etmek, ümidimizi canlı tutarak o yolda çalışmak olmalıdır. Kabul edecek olan odur. Ona ağır gelecek hiçbir şey yoktur. Bulunduğumuz coğrafya Osmanlı döneminde merkez olarak İslam âleminin ağabeyi, organizatörü pozisyonunda idi. Şu an diğer İslam ülkelerinin Türkiye’ye bakışı nasıl? Suriye sıkıntısı biliyorsunuz dördüncü yılına girdi. Bir toplantıda Suriyeli bir âlime hatırını sordum. Bana “Kardeşim, siz bizi bırakın, siz nasılsınız? Bu ümmet size bakıyor” dedi. Bu tüyler ürperten beklentiyi teyid eden birçok örnekle karşılaşıyoruz. Ama kaderin cilveleriyle şekillenen levh-i mahv ü isbatta her şey aslına rücu eder, bu bir kuraldır. Bu topraklar da elhamdülillah kendi kültür kodlarına geri dönüyor. Bu millet bir asra yakındır fiili olarak dua etti ve Cenab-ı Hak hamden lillah bu duayı kabul etti. Bu günler, bir sebep değil, sonuçtur. Yapılan onca fedakârlıkların, duaların, bu uğurda ödenen bedellerin, nice isimsiz kahramanların bir meyvesidir. İnanıyoruz ki istikbal daha da güzel olacak. Efendimiz (asm) “Ümmetimden bir taife hak üzere kaim olmadıkça kıyamet kopmayacak!” buyurdu. O ne söyledi ki çıkmadı. Ve yine buyurdu ki “Nasılsanız, öyle idare olunursunuz!” Demek çözüm, ne kadar olmakta değil, nasıl olmakta. Her şey, layığını bulur. Bu uğurda yapılan hiçbir hizmet küçük değildir. Kemiyet değil, keyfiyet önemlidir. Hiç bilinmedikleri ve görüşülmedikleri halde gizli birer kutub gibi Allah katında makbul, ağzı dualı ne kullar var! Allah her şeyi hakkıyla görendir, işitendir. Dualara icabet edendir. Tevfik ve muvaffakiyet sadece ondandır. Yine bir başka âlim dedi ki: “İslam dünyasında dört başkent var ki, oralar rahat olduğunda bu ümmet rahat etti. Şam, Bağdat, Kahire ve İstanbul. Bugün ilk üçü kan ağlıyor ve bu ümmet dördüncüsüne dua ediyor.” Tesbiti görüyor musunuz? Tabii burada bize düşen esbabına riayettir. Bu ise fiili duadır. Türkiye bugün Avrupa’nın ifadesiyle “Yeni Osmanlı” olma yolunda. Bu coğrafyaya elhamdülillah tekrar ağabeylik yapıyor. Sadece Suriye’ye şu son üç yılda yapılan yardım, 4,5 milyar dolar. Somali’ye 82. vilayetimiz gibi sahip çıkıyoruz. Türkiye insanî yardım sıralamasında dünyada dördüncü sırada. Gayrisafi milli hasılasına nispetle yapılan yardım noktasında dünya birincisi. Sadece insanların sadakası olmaz, devletlerin de olur. Ve onun da bire on, bire yüz bereketi olur. Allah hiçbir fedakârlığı karşılıksız bırakmaz. Ekonomik gelişmeleri sadece maddi kriterlerle açıklamaya çalışmak doğru mudur? Türkiye bazı noktalarda yalnız da kalsa, o duruşunu bozmuyor. Ama bu duruş, dünyanın her tarafında tüm Müslümanların kalbinde ma’kes buluyor, namütenahi şükürler olsun. Bir örnek daha vermek istiyorum. Bir işadamları gurubumuz Tunus’a gittiler. Kendilerini orada Ticaret Bakanı ağırlıyor ve diyor ki: “Ben Zeynel Abidin bin Ali döneminde müebbet hapse mahkûm olmuştum. Hücre hapsindeydim. Bizim için her şey bitmişti. Bir gün hücremde işittim ki, Türkiye’de kardeşlerim iktidar olmuşlar. Birden canlandım ve dedim ki, o zaman ben buradan çıkarım!” Ve bu arkadaş, Gannuşi hükümetinde Ticaret Bakanı olarak arkadaşlarımızı ağırlıyor. Ama çıtayı nereye koyduğuna bakar mısınız? Bu coğrafyanın her tarafında bu bakış açısı var. Ve bu da bize bir misyon yüklüyor. “Hani benim balonum, elmalı şekerim?” basitliklerinden kurtulmak zorundayız. Önümüzde muazzam bir dava var. Bizler himmetimizi ümmetimiz büyüklüğünde tutmak zorundayız. Allah bizlere bu bakış açısını ihsan etsin. Geçmişte hilafet kurumu Müslümanları bir arada tutuyor, onlar için bir güç teşkil ediyordu. Şimdi ise bu alandaki boşluktan terör faaliyetleri yapan guruplar nemalanmaya çalışıyor. Müslümanları bir arada tutacak böyle bir kurum için nasıl bir adım atılmalıdır? Bir korku filmi düşünün, korkunç ses efektleriyle insanı ürküten bir film. Ve aynı filmi bir de sesini kısarak seyretseniz, bırakın korkutmayı, size komik bile gelebilir. Kitle iletişim araçlarının alabildiğine şer odaklarının kontrolünde olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Dezenformasyon inanılmaz boyutlarda. Habbeyi kubbe yapmakta ve bir işi ters yüz etmekte ciddi maharetleri olan bir algı yönetimi ile karşı karşıyayız. İşte bu noktada bizim coğrafyamızı baskı altında tutmak adına, ellerindeki imkânlarla, aramızda en radikal ve yönlendirilebilir, cahil buldukları unsuların önünü açıyorlar. Onları sevdiklerinden veya beğendiklerinden değil. Onlarla bizi ilzam etmek istiyorlar. İslam bu diyorlar, dünya kamuoyunu korkutuyorlar. IŞİD gibi yapılar, nasıl bizi temsil edebilir? İslam, suçlu suçsuz ayırt etmeden kafa kesme, toplu infaz dini midir? Efendimiz (asm) cihada memur idi, ama düşmanları bile ona saygı duyardı. Boko Haram gibi, Husi gibi, Hizbullah gibi aşırı unsurlar maalesef malum medya organları tarafından reklamları yapılarak dünya kamuoyuna servis ediliyor. Ve bir algı yönetiliyor. Hem haksızlığa maruz kalan biziz, hem suçlanan ve itham altında bırakılan da biz oluyoruz. İslam sulh ve selamet, emniyet dinidir. Rahmet dinidir. İnsanlığın muhtaç olduğu nefes biziz. Gittikçe dinden uzaklaşan Avrupa, eski taassubundan kaynaklanan reflekslerini bırakmıyor, İslam Dün-yası’nı tehdid olarak algılıyor. Huntington medeniyetler çatışmasını nazara verirken aslında kendi kültür anlayışlarını ortaya koyuyordu. Başkasını yutmakla beslenen, diğerlerine düşmanlıkla devam eden bir medeniyet yaklaşımına bedel, cidali değil, muaveneti, yardımlaşmayı esas tutan bir Kur’an medeniyetine sahibiz biz. Ana gövde zayıflayınca, haliyle ortalığı çeşit çeşit mikroplar kaplar. İslam dünyası bu hastalıkları bertaraf edecek temel dinamiklere sahiptir. Unutmayalım ki “اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلٰى عَلَيْهِ” bir kaidedir. Hak öylesine üstündür ki hiçbir zaman mağlup olmaz. Nitekim ellerindeki o kadar imkâna rağmen istedikleri sonuçları tam olarak alabildiklerini söyleyemeyiz. Gelecek göreceğiz, ne günlere gebe! Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler! Onlar tuzak kuruyorlar ama Allah, Hayru’l-makirin’dir. Türkiye’nin devlet olarak bölgede yapmış olduğu çalışmalara STK’lar ve halkın ne gibi destekleri olabilir? Bizler neler yapmalıyız? Sivil toplum çağımızın yükselen değeridir. Diplomatik faaliyetler temelde halk tarafından benimsenip, desteklenmedikçe güdük kalmaya mahkûmdur. Bu konuda sivil topluma ciddi sorumluluklar düşüyor elbette. Hz. Ömer Efendimiz halife olduklarında, cemaate bir yanlışlığını görürlerse ne yapacaklarını sorduğunda, “Seni bu kılıcımızla doğrulturuz ya Ömer!” cevabını aldığında, Allah’a hamd etmişti. İşte gerçek sivil inisiyatif budur. Bir yanlışlık karşısında önce eliyle, olmadı diliyle müdahale eden, daha olmadı kalben buğz eden bir yaklaşım. Bizler her gün bir defa Vitr namazlarında dua ediyoruz ve diyoruz ki “وَ نَخْلَعُ وَ نَتْرُكُ مَنْ يَفْجُرُكَ” “Ya Rab! Biz, sana isyan edeni iktidarından indirir ve onu terk ederiz.” diye söz veriyoruz Rabbin huzurunda. Dinimiz bize fert fert bu sorumluluğu yüklüyor. Şunu unutmayalım ki en küçük dairede en büyük sorumluluğumuz var. Daire genişledikçe azalan bir mesuliyet bu. Öyleyse kendi ailemizden başlayarak yakın çevremizde ve giderek genişleyen haleler içinde bizim en önemli görevimiz önce nefsimize, sonra başkalara hakkı tebliğ olmalıdır. Bizler hakaik-ı İslamiye’nin güzelliğini yaşantımızla göstermek zorundayız. Tevhid dininin mensuplarına ihtilaf yakışmaz. Efendimiz (asm)’ın kendilerini “Tek bir ümmet, tek bir millet” olarak tanımladığı bu muazzam medeniyetin mirasçıları bu birlik beraberliği temin etmek zorundadır. Kişi himmetine göre kıymet alır. Bizler bu ahir zaman fitnesi içinde gayrın kemalatını kendimize hedef tutmalıyız. Bizler milyonlar fedakârlara muhtaç bu emaneti yüklenmeli, karar kavşaklarında şahsi menfaatimizi değil, diğerkâmlığı esas tutmalıyız. Hüsrev Efendi üstadımız sohbetlerinde, “Biz şahsi kemalatımızdan öte, nev’imizin kemalatı için çalışmalıyız. Bu ümmet nereye, biz de oraya” dermiş. Bu eksende yapılan çalışmalara her ölçekte destek vermeliyiz. En değerli nakdimizin ve en kıymetli vaktimizin bu uğurda bu yola sarf edilenler olduğunu unutmamalıyız. Bunları yaparken tek maksadımız rıza-yı İlahi olmalı, gayra kulak asmamalıyız. Hususan böylesine ehemmiyetli bir davanın mirasçıları, daha da dirayetli davranmak zorundadır. İDSB olarak hem ülkemiz hem dünya Müslümanlarına vermek istediğiniz mesajlarla mülakatımızı tamamlamak istiyoruz, neler söylersiniz? İDSB bir birlik projesidir. Bizler bir binanın taşları hükmündeyiz. Gayemiz, İslam dünyası sivil toplum kuruluşları arasında sürdürülebilir gelişim, birlik ve koordinasyonu temin etmek; tüm dünyada adalet, barış ve istikrar ortamının gerçekleşmesine katkıda bulunmak; bireylerin ve toplumların temel hak ve özgürlüklerini korumak; İslam kültür ve değerlerinin tanıtılmasına yönelik faaliyetlerde bulunmaktır. Bu hedefleri inşallah hep beraber elbirliğiyle gerçekleştireceğiz. Mevla bu kutlu yolda yardımcımız olsun. Muhterem Ali Bey, vakit ayırdığınız ve böyle önemli bir konuda bizlerle kıymetli bilgileri paylaştığınız için teşekkür eder, hizmetlerinizde muvaffakiyetler dileriz.AC
Mülakat: Bülent YILDIRIM İHH BaşkanıMülakatı Yapan: Metin UÇAR Bülent Bey, her ne kadar herkes tanıyorsa da sizi ve İHH’yı bir de sizin dilinizden tanıyabilir miyiz? İHH’yı nasıl tanımlıyorsunuz? 1967 yılında Erzurum’da doğdum. İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra gerek gençlik çalışmalarında ve gerekse insani yardım alanında aktif olarak arkadaşlarımızla çalışmaya başladık. İHH, bizim hayatımıza dair hedeflerimizi ve hizmetlerimizi gerçekleştirmek üzere kurduğumuz en önemli mesajımız. Hepinizin bildiği gibi 1990’lı yılların başı tüm dünyada büyük değişimlere ve kırılma noktalarına şahit olmuştu. İdeolojik yapılara dayanan büyük güçler çökerken, Avrupa’da yeni devletler ortaya çıkmış ve bu yeni düzende Müslümanların rolü büyük oranda tartışılmaya başlanmıştı. Bu tartışmalar sırasında yapılan vurgu her zaman İslam’ın yeni bir tehdit olduğu yönündeydi. Komünist bloktan kopan her ülke derhal Batılı sisteme entegre oluyor ve bağımsızlıkları derhal tanınıyordu. Böylesi bir ortamda bağımsızlığını ilan eden Avrupa’nın tek Müslüman ülkesi Bosna-Hersek ise farklı bir algıyla karşılandı. Bosna’nın bağımsızlığını tam olarak kabul etmeyen bölgesel güçler, Sırp saldırıları üzerine sessiz kalmayı tercih etmişti. Yaşanan bağımsızlık süreci ve sonrasındaki haksızlıklar bizim gibi henüz üniversite yıllarındaki idealist gençler için bir yanda ümitleri yeşerten ama öbür yanda uluslararası bir ikiyüzlülüğü görmemizi sağlayan etki uyandırdı. Bosna savaşı, Avrupa’nın ortasında büyük bir Müslüman katliamını beraberinde getirdi. Biz de böylesine galiz bir ikiyüzlülük karşısında yapabileceğimiz bir şeyler olduğuna inanıyorduk. Birkaç arkadaş çevremizdeki esnafı ziyaret etmekle işe başladık. Onlardan gönüllü olarak topladığımız yardımları savaşın ortasındaki Müslüman Bosna halkına taşıdık. Ondan sonra Çeçenistan, Kosova, Afganistan, Filistin, Somali derken bir bakmışız tüm İslam dünyası bizim ilgi alanımız haline gelmiş. Siz bu yardım faaliyetleri vesilesiyle İslam coğrafyasının hemen hemen her tarafını dolaşıyorsunuz. Size göre İslam âleminin en önemli problemi ve ihtiyacı nedir? Yukarıda değindiğim gibi, başlangıçta devletin dışında “insani yardım kuruluşu” diye bir konseptin kabul ettirilmesi bile büyük bir sorun oldu. Örneğin en basitinden mültecilere ilişkin düzenlemeler Soğuk Savaş döneminde hazırlanmış yasal metinlere dayanıyordu. Siz kalkıp ülkenize mülteci olarak sığınmış olan insanlara mevcut mevzuat gereği yardım yapamıyordunuz. Yasal mevzuattan kaynaklanan bu tür sıkıntılar bir yana, karşılaştığımız en ciddi sıkıntı yurt dışına ve özellikle de Müslüman coğrafyalara açılımla ilgiliydi. Birçok bölgeye ilk defa ayak basıyorduk. Oradaki insanları tanımak, ihtiyaçlarını anlamak ve bir güven köprüsü kurmak çok zor oldu. Yakın coğrafyalar bu işin sağlanmasında kolaylaştırıcı oldu ama örneğin dünyanın öbür ucundaki Moro, Mozambik, Brezilya vb. Müslümanlarını yaşadıkları coğrafyada ziyaret etmek, onlarla kalıcı bağlar kurmak hem heyecan vericiydi hem de oldukça sıkıntılı bir süreç idi. Bizden sonra bu coğrafyalara birçok yapı ve kuruluş ayak bastı ama emin olun bu ziyaretlerin kolaylaştırılmasında İHH’nın rolü büyük oldu. Şimdi birçoğuna gitmek Türkiye’nin bir iline gitmek kadar kolay oldu. Eskiden kurulmuş ilişkiler sayesinde hemen her ülkede tanıdık güvenilir bir insan bulmak çok kolay. İslam dünyasının genel sorunlarından bahsedecek olursak, en başta eğitim geliyor. İslam dünyasında okur-yazarlık oranı çok düşük. Özellikle İslam ülkelerinde kadınların büyük bölümü okuma yazma dahi bilmiyor. Bunun yanı sıra, yükseköğrenim imkânları da kısıtlı olduğu için binlerce Müslüman evladı daha iyi okumak üzere Batılı ülkelere göç etmek ve daha sonrasında oralarda yerleşmek zorunda kalıyor. Bu da İslam dünyasından Batıya büyük bir beyin göçü anlamına geliyor. Bir diğer sıkıntı tabi ki, fakirlik. Bir yanda sömürge yönetimlerinin halen sürmesi öte yanda yolsuzluklar milyonlarca insanın fakirliğinde temel sebepler. Bu konuda büyük bir farklılık olduğunu da hatırlatalım. Örneğin bir Kuveyt’te fakir bulmanız zor ama Burkina Faso’da durum tam tersi. İşgaller, etnik ve mezhebi sebeplere dayalı çatışmalar bugün İslam dünyasının diğer bir önemli sorunu. Bu konuda ne yazık ki, arada büyük güvensizlik duvarları var ve taraflar birbirleri ile bir araya gelip konuşmak yerine, diğerini yok etmeye çalışıyor. İslam coğrafyasında sosyal durum hakkında neler söylemek istersiniz? Aileler, çocuklar, insanlar ne durumdalar? İslam dünyasına baktığımızda olumlu ve olumsuz yönleri aynı anda görmeye çalışmalıyız. Bu dünyada tamamen karamsar bir görünüm olmadığı gibi, her şey güzel gidiyor değil. Olumlu yönlere baktığımızda bilinci her geçen gün artan dinamik bir gençlik görüyoruz. Bu idealist gençlik, Batıda bulunmayan en önemli avantajımız. Yine dünyanın içinde bulunduğu sıkıntılı süreçte Müslümanların seslerinin her zamankinden fazla duyulmaya başlaması da olumlu bir alternatif olarak herkese hitap ediyor. Bunları çoğaltmak mümkün. Ama buna karşın İslam dünyasında birçok bölgede eğitim ve maddi imkânların düşük olması halen ciddi bir sorun. Davetçilerin ve manevi liderlerin varlığına rağmen, ahlaki yozlaşma riski her zamankinden daha fazla görünüyor. İletişim imkânlarının çoğalması, aile yapılarındaki dejenerasyonu kolaylaştırıyor. Yetimlerle ilgili çalışmalarınız var. Bu çocuklar bulundukları bölgelerde aynı zamanda misyonerlerin de hedefinde midir? Bölgede bu anlamda durum nasıl, izah edebilir misiniz? Yetimler konusunda Türkiye’de bir çığır açtığımıza inanıyorum. Yardım için bölgelere ilk defa gittiğimizde en mağdur kesimlerin yetimler olduğunu gördüğümüzden onlara özel bir çalışma yapmayı planlamıştık. İşin içine biraz daha derin dalınca çok farklı boyutlar ortaya çıktı. Onların sadece maddi olarak desteklenmesi sorunu çözmeye yetmiyor. Onların zihinsel ve manevi gelişimleri çok daha önemli. Özellikle savaş ve afet bölgelerindeki yetimler, tamamen sahipsizdi. Onların bu durumunu istismar etmek isteyen sadece misyonerler değil. Değişik mafya-vari yapılanmalar da kurbanlarını bu çocuklar arasından seçiyor. Bu nedenle yetim konusu deyince işin içine çok sayıda faktörü katmanız gerekiyor. Bölgenin bu halde olmasında bölgenin yaşayanları olan Müslümanların da sorumlulukları olsa gerek. Bunlar nelerdir ve bu konuda neler yapılmalıdır? Bölgemizde yaşanan savaş, işgal ve iç çatışmalar tek yanlı oluşumlar değil. Yani sadece Batı ya da İsrail bir takım işleri planladığı için bunlar yaşanıyor değil. Bilakis, sorumluluğun büyük kısmı şer güçlere bu bölgede operasyon imkânı veren bizim kendi insanlarımız. Birbirlerini alt etme inadı, dış güçlere uygun zemin hazırlıyor. Suriye’deki krizin bu kadar uzamasının en önemli sebebi Ortadoğu’daki ülkelerin birbirleriyle bir masaya oturup konuşamaması ya da konuşsa bile görüşünü karşı tarafa dayatma hastalığı. Bizler sivil toplum olarak en azından toplum düzeyinde bu kopuklukları giderebiliriz diye düşünüyorum. Yapay sınırlara dayalı düşmanlıklar yerine, yeni dostluklar sivil toplum eliyle kuruluyor. Medyadan öğrendiğimiz kadarıyla Ortadoğu İslam coğrafyası üzerinde adeta üçüncü dünya savaşı yaşanıyor. Haritalar yeniden çiziliyor. Bütün hadiselerin arkasında yeni çıkar düzeni kurma faaliyetleri var. Bu durumdan bölge halkının asıl etkilendiği taraflar nelerdir ve bu konuda çözüm anlamında ne gibi çalışmalar yapılıyor? Osmanlı sonrasından itibaren 100 yıldır Ortadoğu’da sınırlar sürekli değişiyor. Bundan sonra da devam edecek gibi görünüyor. Batılılar kendi çıkarları doğrultusunda bu bölünmeyi artırmaya gayret ederken, bölgemizdeki zalim rejimler onlarla işbirliği halinde. Arap Baharı denilen süreç bu yönüyle toplumsal kesimlerin yaşananlara bir isyanı gibiydi ama darbeciler kısa sürede Batıdan aldıkları destekle bu kazanımları gasp ettiler. Irak ve Suriye gibi etnik ve mezhebi gerilim alanları da bölgenin geleceğini tehdit eden en ciddi konular. Burada sadece bir iktidar mücadelesi yaşanmıyor, bundan daha önemlisi değişik etnik ve mezhebi unsurlar arasında bir varoluş mücadelesine dönüştü. Bu tüm İslam dünyasındaki iç barışı tehdit ediyor. Bunun çözümü, cahil bir şekilde bazı fikirlerin arkasına takılıp fanatizm yapmak yerine, mutedil İslami anlayışı yaygınlaştırmaktır. İhvan’ın yasaklanmasında gördüğümüz gibi, böylesi bir anlayış sadece Batılıları değil diktatörleri de en fazla rahatsız ediyor. Sıkıntı çeken Müslüman kardeşlerimize nispetle rahat olan biz Müslümanlara buradan vermek istediğiniz mesajlarınız var mı, nelerdir? Tabi ki, herkes gücü ve imkânları oranında yardımcı olacaktır. Peygamberimizin dediği gibi, bunun farklı yolları olabilir. Elle, dille ya da kalben buğz ederek kardeşlerimizin sıkıntılarının giderilmesine çaba harcayabiliriz. Her birimiz kardeşlerimizin derdini kalbimizde hissetmeliyiz. Dünyanın farklı bir yerinde kardeşlerimiz acı çekiyor diye bizler de hayatı kendimize zindan yapmak zorunda değiliz. Kastettiğim onların dertlerinin giderilmesi için elimizdeki imkânları kullanıyorsak o zaman sorumluluklarımızı yerine getirmişiz demektir. Vakit ayırdığınız için teşekkür eder, hayırlı çalışmalar dilerim. Sizlere ve okuyucularınıza da ben teşekkür ediyorum.
Farkında olmak ve devamını getirmek zorunda olduğumuz önemli bir konu var ki o da, “Asya kıtasının ve istikbalinin keşşafı ve anahtarı olan ‘şûrâ’dır.” Şûrâ, Meşveret Nedir? Meşveret, müşavere, danışıp işaret almak, yani karşılıklı rey ve görüş almak demektir. Toplanıp meşveret eden bir cemaatin teşkil ettiği o güzel meclise de şûrâ denilir. Çeşitli görüşlere başvurmak suretiyle doğruyu elde etmek, muhtelif çiçeklerden farklı zenginlikler, rayihalar, birbirinden güzel renkler ve tatlar taşıyan incelikleri alıp işledikten sonra ortaya konan balı kovandan almak gibidir. Bir el başka ele kuvvet verdiği gibi, akılların birleşmesi de her şeyi etraflıca görmeye imkân tanıyan ortak aklı insanlığın hizmetine sunar. Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de meşverete yönlendirmiş ve şöyle buyurmuştur: “İş hususunda onlarla müşavere et!” (Al-i İmran 3/159) “Onların işleri aralarında istişare iledir.” (Şura 42/38) İstişarenin Lüzumu Peygamber Efendimiz (sav) bu emirlere uyarak her konuda istişareyi esas tutmuş, Bedir’de Ebu Süfyan’ın geldiğini haber alınca ne gibi tedbir alınacağı konusunda Ensar’la müşavere etmiştir. Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye’de, Taif Seferinde, ezan konusunda olduğu gibi daha pek çok mevzuda da ashabıyla istişare etmiştir. Peygamber Efendimizin istişareye verdiği ehemmiyeti Ebu Hureyre (ra) “İnsanlardan ashabıyla istişare eden kimseler içerisinde Resûlullah (sav)’den daha çok istişare edeni görmedim.” cümleleriyle beyan etmiştir. İstişare etmek ve meşverette bulunmak Kur’ân’ın emridir ve bu itibarla bir ibadettir. Kur’ân hakikatlerini tatbik etmeyi esas alan kimselerin elbette ki, Kur’ân’ın bu emrine itaat etmeleri ve meselelerini istişare ile halletme yoluna gitmeleri gerekir. İslam Âleminde İstişare Bediüzzaman Hazretleri Şam’daki Câmi-i Emevî’de Şam ulemasının ısrarıyla içinde yüz ehl-i ilim bulunan on bin adama yakın bir azîm cemaate verilen hutbesinde dikkatleri meşverete, karşılıklı görüş alışverişinde bulunmaya, birbirinin fikrinden, bilgi ve görgü birikiminden, nazar farklılığından faydalanmaya çekerek şöyle diyordu: Müslümanların toplum hayatındaki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. “Onların işleri kendi aralarında istişareyledir” ayet-i kerimesi, şûrayı esas olarak emrediyor. İnsanlık, farklı zamanlarda yaşamış olmakla birlikte, telahuk-u efkar yani fikirlerin birbirine eklenmesi unvanı altında tarih vasıtasıyla asırlar arasında dahi birbiriyle meşveret edegelmiş, zaman ve mekan ihtilafı buna engel olmamıştır. Bu meşveret insanlığın bütün terakkisinin ve fenlerin esası olmuştur. Dikkatleri asırlar ve kıtalar arası meşverete çeken Bediüzzaman Hazretleri, meşvereti, insanlığın bilgi birikiminin ve terakkisinin temeline koymuştur. Her günün, her asrın, farklı coğrafya ve kültürlerin birikimleri, bugünün kazanımları hükmüne geçmiştir. Bütün bunlarla birlikte ne yazıktır ki, en büyük kıta olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, insanlığın terakkisine sebep olan o hakiki şûrayı yapmaması, yapamaması olmuştur. Asya’nın terakkide geri kaldığının fotoğrafına sebep meşveretsizlik olduğu, Peygamber Efendimiz (sav)’in şu hadislerinden de açıkça anlaşılmaktadır: “Bir millet istişare ettiği müddetçe zillete düşmez.” “Allah ümmetimi dalalet üzere birleştirmez.” “Allah’ın eli cemaat üzerinedir.” Bediüzzaman Hazretleri Neden Israrla Şura Üzerinde Durmuştur? Tarih bize gösteriyor ki, İslâm dünyası ne derece dine tutunmuş ise ilerlemiş, ne vakit dinde zaaf göstermiş ise gerilemiştir. Peygamberlerin çoğunun şarkta gönderilmesi, kader-i ezelînin bir işaretidir ki şarkın hissiyatına hâkim olan, dindir. Bugün İslâm dünyasında ortaya çıkan hadiseler de gösteriyor ki, âlem-i İslam’ı uyandıracak, şu alçaklıktan kurtaracak yine o zemindir. Hem beşerin -hususan Müslümanların- ihtiyaçları hadsiz, düşmanları nihayetsiz, kuvveti ve sermayesi pek cüzidir. İnsanlık, dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğaldığı bir toplumda, hadsiz düşmanlara ve nihayetsiz ihtiyaçlara karşı, elbette ve elbette, dayanma ve yardım isteme noktası olan iman ile mukabele edebilir. Toplum hayatı da yine iman hakikatlerinden gelen şûra ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o ihtiyaçların teminine yol açar. Risale-i Nur’un İhlas Risalesinde izah edildiği gibi haklı şûra, ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olur. Aynen bunun gibi, ihlâs ve hakiki istinad ve dayanışma ile üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, -başta Peygamber Efendimiz olarak- tarihte yaşanmış pek çok hadise bize haber veriyor. Evet, hakikî, samimî bir ittifakta her bir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın her biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevi kıymeti ve kuvvetleri vardır. Asya’nın Bahtı Neden Şûrâya Bağlıdır? Asya kıtasının ve istikbalinin keşşafı ve anahtarı şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıtalar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır. Ta ki bugün için iki milyara dayanmış İslâm’ın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtları, zincirleri açılsın. Bu da ancak meşveret-i şer’iye ile imandaki kahramanlık ve şefkatten doğan şer’i hürriyetle olabilir. Ki o hürriyet, şeriatın adabı ile süslenip üzerimize çöken garbın sefih medeniyetindeki seyyiatı atacaktır inşallah. Asya’nın ve İslâm âleminin istikbalde terakkisinin birinci kapısı, sırtını şeriata dayamış, işinin ehli danışma kurullarından teşekkül etmiş bir idare ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Tali’ ve taht ve baht-ı İslâm’ın anahtarı da hürriyete imkan tanıyan sistemlerdeki istişare meclisleridir. Zira şimdiye kadar İslâm coğrafyası, ecnebilerin manevî baskısı altında eziliyordu. Şimdi İslâmiyet’in hâkimiyeti, dünyada özellikle bundan sonra Asya’da hükümferma olduğunda, her bir Müslüman fert, hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine mâlik olur. Ve hürriyet, istibdat ve esaret altında sıkıntı çeken bir buçuk milyar Müslümanı esaretten kurtarmaya bir çare-i yegânedir. Merkezi Meşveret Müessesesine İhtiyaç Var Zaman gösterdi ki, umum İslâm’a şamil, bütün Müslümanları içine alacak bir meşveret müessesesi lazımdır. Bu müessese öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Onların kararları umum halka bir kefalet-i zımniye teşkil etsin. Hem menba’, hem ma’kes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâm’a karşı vazife-i diniyesini hakkıyla ifa edebilsin. Eski zamanda değiliz. Şimdi zaman cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar cemaatin şahs-ı manevisinden gelen dehaya karşı mağlûp düşerler. Hâkim olan, şahsi menfaatler ve hissiyattan kurtulmuş, aynı maksada dönük bir topluluğun manevi şahsiyetinden çıkan ve farklılıkları içine alıp hepsine hitap edebilecek sağlam bir şahs-ı manevi olmalıdır. Ki, şûralar o ruhu temsil eder. Vasıtasız, doğrudan doğruya bu büyük vazifeyi yapacak hâlis İslâmi bir şûra lâzımdır. Böyle bir şûraya ciddi manada ihtiyaç vardır. Bu şûrâ bütün Müslümanların ittifak edecekleri bir merkezde – yani merkez-i hilafette- tesis olunmazsa, bizzarure başka bir yerde teşekkül edecektir. Sivil Toplumun Güçlendirilmesi Hasan-ı Basri Hazretleri görüşmenin, iletişim içinde olmanın ve meşveret etmenin gerekliliğine işareten “Müşavere eden bir toplum, mutlaka işlerinin en doğrusuna hidayet edilmiş olur” demiştir. Bediüzzaman Hazretleri de bu istikamette bize irtibatta ifrat etmemizi tavsiye etmektedir. Madem ehl-i tevhidiz, öyleyse ittihad etmeye mecburuz. İttihad ittifakı, ittifak muhabbet ve irtibatta ifratı gerekli kılar. Öyleyse bizler Müslümanlar olarak daha sık görüşecek, konuşacak ve problemlerimize çareler arayacağız. İçinde bulunduğumuz türlü sıkıntılardan çıkış yolumuz ancak budur. Birlik ve beraberliğimizdir. Bu konuda sivil inisiyatifler olarak daha aktif ve etkili çalışmalar yapmak durumundayız. Birbirimizi daha iyi tanımalı ve istişare zeminleri oluşturmalıyız. Sonuç olarak Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad-ı İslâm’dır. Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı talihsiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi de İttihad-ı İslam’dır. Asya’nın bahtının miftahı ise, meşveret ve şûrâdır. Dağları görmek için ovalara inmek, ovaları görmek için dağlara çıkmak gerekir. Dağdaki insanın gördükleriyle, ovadaki insanın gördükleri nasıl farklıysa; farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde, farklı birikimlerle bulunan insanların ve toplumların, algı ve değerlendirmeleri de o derece farklıdır. Meşveret ve şûrâ bu farklı algı ve değerlendirmeleri bir araya getirerek bilgi ve tefekkür zenginliği ortaya koyar. Meşveret ve şura, kollektif bir şuurun ortaya çıkmasına zemin hazırlar.
Bediüzzaman Hazretleri, bütün hayatı boyunca müminler arasındaki bağların güçlenmesi için çalışan bir İslam kahramanıdır. O “Hep birlikte Allah’ın ipi olan Kur’an’a sımsıkı sarılın ve parçalanmayın.” ayetine hayatıyla âyine olarak Müslümanları birleştiren, bütünleştiren dinamiklere kuvvet kazandırmak için risaleler telif edip, ittihad-ı İslam’ı; bir ideal, bir hedef, bir vazife olarak talebelerine vasiyet etmiştir. Üstad Hazretleri, asrımızda Müslümanları geri bırakan en önemli sebeblerden birinin ittifaksızlık olduğunu vurgulayıp, bu acı durumun en mühim nedenlerinden birinin de “ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemekten” kaynaklandığını ifade etmiştir. Biz burada, Bediüzzaman Hazretlerinin düşünceleri ışığında, müminler arasındaki bu nurani birlik rabıtalarını ve bu birlik bağlarının hangi yönden ittifak noktalarımız olduğunu sizlerle paylaşmak istiyoruz. Muhabbet Kâinatın Râbıtasıdır Üstad Bediüzzaman, “Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücûdudur.” der. Madem büyük bir insan olan kâinatın her bir unsuru muhabbet bağlarıyla, sevgi zincirleriyle birbirine bağlanmış. Ve madem kâinat ağacının en kıymetli meyvesi olan insanın kalbi Allah sevgisi ve Allah’ın muhabbet ettiği şeylerin sevgisiyle doldurulmuş. Elbette küçük birer kâinat olan insanların husûsan Müslümanların kalplerinin de iman ve İslamiyet’in ulvî muhabbetiyle birbirine bağlanması gerekmez mi? Muhabbete En Lâyık Şey Muhabbettir “Biz muhabbet fedâileriyiz, husumete vaktimiz yok” düsturunu hizmetinin merkezine koyan Bediüzzaman Hazretleri, muhabbet hakkında şöyle der: “Muhabbete en lâyık şey muhabbettir. Ve husûmete en lâyık sıfat husûmettir. Yani insanların toplum hayatını temin eden ve insanlığı saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve insanların toplum hayatını alt üst eden düşmanlık, her şeyden ziyade nefrete ve adâvete ve ondan çekinmeye müstehak, çirkin ve zararlı bir sıfattır.” Tevhid-i İmanî, Tevhid-i Kulûbü İster İman bağı nasıl ki; bir mümini, bir ve tek olan kâinatın sultanına bağlıyor. İnsanı o sultana hizmetkâr ediyor, emirlerine itaatkar ediyor. Aynen öyle de bu iman bağı o sultanın emrindeki müminlerin kalplerini de birbirine bağlamak gerektir. Bu konuda Üstad Hazretleri, şu çarpıcı izahları yapar: “Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü, kalblerin birliğini ister. Ve vahdet-i itikad, inanç birliği dahi, vahdet-i içtimaiyeyi sosyal, toplumsal birliği gerektirir. Mesela sen askerlik yaparken bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir bağ kurarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunmakla arkadaşane bir alâka tesis edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla kardeşâne bir münasebet hissedersin. Hâlbuki bir Müslüman imanın verdiği nur ile ve inancın verdiği şuur ile Müslüman kardeşine karşı esma-i İlahiye adedince birlik alâkaları ve ittifak bağları ve kardeşlik münasebetleri kurar. Mesela: Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Rezzâkınız bir… bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, Kur’an’ınız bir, kıbleniz bir.. birbir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti gerektirir.” İslamiyet bağı, kâinatı ve yıldızları birbirine bağlayacak derecede manevî zincirler gibi oldukları halde; ayrılığa ve düşmanlığa sebebiyet veren sebepler örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve zayıf şeylerdir. Şimdi birisi nefsin aldatmasına kapılıp bir mümin kardeşine karşı hakikî düşmanlık etse ve kin bağlasa; o birlik bağlarına hürmetsizlik edip o bağları koparmış olmaz mı? Ve bu hal on binlerce muhabbet sebeplerini ve kardeşlik münasebetlerini yıkmak değil midir? Mümine Düşmanlık Zulümdür İmam Bediüzzaman, bir mümine düşmanlık etmenin hakikat nazarında zulüm olduğunu söyler. Ve bu haksız muameleyi şöyle bir örnekle açıklar: “Ey mümine kin ve adavet besleyen insafsız adam! Nasıl ki sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir cani var. O gemiyi gark (batırmaya) ve o haneyi ihrak etmeye (yakmaya) çalışan bir adamın, ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semavata işittirecek derecede bağıracaksın. Hatta o gemide bir tek masum, dokuz cani olsa; yine o gemi hiçbir kanun-ı adaletle batırılmaz. Aynen öyle de: Sen rabbani bir hane ve bir ilahi gemi gibi olan bir müminin vücudunda iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi masum sıfat varken; sana zararlı olan ve hoşuna gitmeyen bir cani sıfatı yüzünden mümin kardeşine düşmanlık etmen o manevi vücut hanesinin manen batmasını ve yanmasını arzu edip teşebbüs etmek gibi gaddarca bir zulümdür.” İslami Sıfatlar İttifakı Gerektirirler Bediüzzaman Hazretleri bir müminin din kardeşine kin ve düşmanlığının ne kadar büyük bir insafsızlık ve akılsızlık olduğunu şu çarpıcı misalle anlatır: “Nasıl ki sen âdi küçük taşları, Kâbe’den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de: Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok İslami vasıflar; muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mümine karşı adavete sebebiyet veren ve adi taşlar hükmünde olan bazı kusurları, iman ve İslamiyet’e tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa anlarsın!” Şimdi, iman bağıyla kâlubeladan beri birbirine bağlanan, isimleri levh-i mahfuz defterinde yazılan, merkezi, mihrabı, minberi Mekke ve Medine’de bulunan, Reisleri Fahr-i alem (asm), Mukaddes kitapları Kur’an-ı Azimüşşan olan, camilerde, medreselerde, zikir hanelerde toplanıp hep beraber saf tutan, hedef-i maksatları ilâ-yı kelimetullahdan başka bir şey olmayan Müslümanların birlik halinde olmaları gerekmez mi? Bu Müslümanların ittifak etmeleri, tesanüd üzere bulunmaları imanlarının ve İslamiyetlerinin şanından değil midir? Müminler Bir Vücudun Azaları Gibidir Peygamber Efendimiz (asm); Müminleri bir vücudun azalarına benzetir. Bu öyle bir vücuttur ki birbirini seven, birbirini koruyan, birbirine merhamet edip yardımına koşan İslamiyet şahs-ı manevisinin vücududur. Bediüzzaman Hazretleri bu vücudun insanı kâmil manasında bir vücut olabilmesi için birbirinin noksanını ikmal eden, kusurunu örten, ihtiyacına yardım eden, vazifesine muavenet eden bir vücut olması gerektiğini söyler. Yoksa birbiriyle rekabet eden, birbirini tenkid eden, birbirine itiraz eden, birbirinin ayıbını gören bir vücudun önce hayatının söneceğini sonra ruhunun kaçacağını en sonunda da cisminin dağılacağını ifade eder. Evet, nasıl ki, vücutta bir uzuv ağrıdığı zaman, onun ağrısı diğer uzuvları da etkiler. Bir müminin üzülmesi de imanla şuurlanmış diğer müminleri aynen öyle etkiler. Mesela; Filistin’deki, Gazze’deki, Mavi Marmara olayındaki gözyaşı hepimizin gözyaşı değil midir? Somali’deki açlık, kıtlık hepimizi ağlatmadı mı? Sumatra’da yaşanan felaket hepimizin yüreğini yakmadı mı? Kafkasya’da, Balkanlarda, Keşmir’de ve bugün Suriye’de olan hadiseler bütün Müslümanların içini kanatan yaralarımız değil midir? Ve bu kanayan yaralarımıza beraberce şifa aramamız gerekmiyor mu? Milliyetimizin Esas Ruhu İse İslamiyet’tir Müslümanlara “Size milliyet lazımsa İslamiyet yeter” diyen Üstad Hazretleri Şam’da irad ettiği hutbede bizi birbirimize bağlayan en mühim bir sebep olan İslamiyet milliyeti hakkında şöyle diyordu: “Hakikî milliyetimizin esas ruhu ise İslamiyet’tir. İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile bağlı ve alâkadar olur. Birbirisine manen, lüzum olsa maddeten yardım eder. Şimdi, bu zaruret derecesinde muhtaç olduğumuz samimi ittifakı dağıtmak bir Müslümana hiç yakışır mı? Ve bizi kalubeladan beri bir araya getiren ve ebedi olarak da bizi bir arada tutacak olan bu nurani bağları adavetin ve cehaletin karanlıklarında boğmak hangi insafa sığar? Ve ümmet-i Muhammed’in (asm) en büyük müşterek noktaları olan bu birlik zincirlerini tarafgirâne siyasetle, inatçı rekabetle ve menfi milliyetçilikle kırmak hiç akıl kârı mıdır? Meslek ve Meşreb Taassubu İslam tarihi boyunca mezheb ve meşreb taassububundan kaynaklanan inad ve tarafgirliğin Müslümanların toplumsal hayatında, çok zararlı sonuçları görülmüştür. Neticede ehl-i imanın ittifaksızlığı ehli dalaletin galibiyetini kolaylaştırmıştır. İşte bu zararlara ve kötü sonuçlara düşmemek için Bediüzzaman Hazretleri, farklı meslek ve meşreb sahibi cemaatlere aralarında muhabbet ve uhuvvetin tesisi için şu ölçülere uymaları tavsiyesinde bulunur: Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinilir ve memnun olunur. Bir Müslüman daire-i İslâmiyet içinde hangi meşrebde olursa olsun, Müslüman kardeşleriyle muhabbet ve uhuvvete sebep olacak birlik noktalarının çok olduğunu bilip onlarla ittifak etme yollarını aramalıdır. Cenab-ı Hakk’ın rızası ihlas ile kazanılır. Kesret-i etba’ (tâbi olanların çokluğu) ile ve fazla muvaffakıyet ile değildir. Çünkü onlar vazife-i İlahiyeye aid olduğu için istenilmez; belki bazen verilir. Evet, bazen bir tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazen bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-i İlahîye medar olur. İhlas ve hakperestlik, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine tarafdar olmaktır. Benden ders alıp sevab kazandırsınlar düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir. Ahirette rekabete sebep bir şey yoktur ve rekabet de olamaz. Madem öyledir, ahirete aid olan a’mal-i sâlihada dahi rekabet olamaz; kıskançlık yeri değildir. Hakka hizmet edenler müsbet hareket etmelidirler; yani kendi mesleklerinin muhabbetiyle hareket edip başka mesleklerin düşmanlığı ve noksanlığı fikirlerine ve amellerine müdahale etmemelidir ve onlarla meşgul de olmamalıdırlar. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler. Hak yolda olan her meslek sahibi, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde “Mesleğim haktır yahud daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden, “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel sadece benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu kendine rehber etmelidir. Bir Müslüman hizmet ederken kendisi gibi Hak için çalışanlarla ittifak etmenin tevfik-i İlahî’nin, Allah’ın yardımının gelmesinin bir vesilesi olduğunu bilmelidir ve diyanetteki izzetin bir sebebi bu ittifak ruhu olduğunu unutmamalıdır. Bu asırda ehl-i dalalet kendi aralarında bir şahs-ı manevi oluşturarak İslam’a ve Kur’an’a hücum etmektedirler. Müslümanlar bu şahs-ı manevîye karşı en kuvvetli ferdi ve şahsî olan mukavemetin mağlup düştüğünü anlayıp kendi içlerinde ittifak ve ittihad ederek bir şahs-ı manevi teşkil etmelidirler ki ehl-i dalalate karşı İslam’ın ve Kur’an’ın hakkaniyetini muhafaza edebilsinler. Hakka hizmet edenler nefsini ve enâniyetini öne sürerek birlik ruhunu incitmemelidirler. Her zaman hakperestliği nefisperestliğe tercih etmelidirler. Zira Hakkın hâtırı alidir hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir. Hakka hizmet edenler ecri ve ücreti sadece Allah’tan bekleyerek insanlardan gelen maddi ve manevi ücretlerden istiğna göstermelidirler. Ta ki; ihlas kaçmasın. “El-hubbufillah (Allah için sevmek)” sırrıyla, tarîk-ı hakta gidenlere refakatle iftihar etmek ve arkalarından gitmek ve imamlık şerefini onlara bırakmak ve o Hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enaniyetten vazgeçmek ihlasın bir göstergesidir. Çünkü ihlas ile bir dirhem amel, ihlassız batmanlarca amellerden üstündür. Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! Birbirinizin kusurunu görmeyiniz, yekdiğerinizin ayıbına karşı gözlerinizi yumunuz! Ve haricî düşmanın hücumunda dâhilî münakaşaları terk etmeyi ve ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir uhrevi vazife telakki ediniz. Sonuç Olarak Rabbimizden niyaz ediyoruz ki; bu ümmetin fertleri arasında azami muhabbeti ve uhuvveti ihsan etsin. Ve ittihad-ı İslam’ı en yakın bir gelecekte, en geniş bir dairede görmeyi hepimize nasib eylesin.
Komşuluk nedir? Komşu, ev, işyeri, arazi, köy, kent ve ülke bakımından birbirine yakın olanların aldıkları addır. Aileden sonra en yakın sosyal çevreyi komşular meydana getirir. Toplumsal ilişkiler ağı iyi veya kötü günlerde en yakın çevre ile temas halinde bulunmayı gerektirir. Darlık zamanda yardımlaşma, normal zamanlarda ziyaretleşme, sır sayılabilen halleri gizleme, birbirinin halinden etkilenme, hatta komşunun mülkünü satın almada öncelik hakkına sahip olma komşulukla ilgili bir dizi hak ve sorumlulukların kaynağını teşkil etmiştir (Gölcük, 2007:12). “Komşuluk kavramı bir yanıyla bir umuda işaret eder. Tarihsel/ontolojik anlamıyla komşuluk, dostluğa dayalı niteliğine atfen, mevcut savaşları durduracak bir ‘sığınak’ olarak tasarlanmaktadır. Bunun başlıca nedeni, komşulukla dostluk arasında bir iletişim ve dayanışma olmasına dönük kabuldür. Bu manasıyla komşuluk, dostluğa dayanacak, giderek savaşın engelleyicisi olacaktır” (web1, 2003). “Osmanlı döneminde, toplumsal hayatın hemen her kesiminde komşuluk uygulamaları çok yaygın ve çok etkin olarak uygulandı. Asırlar boyunca da Müslüman olup olmama şartı aranmaksızın komşulara karşı her türlü nezaket, her türlü sevgi ve saygı sergilendi. Birbirleri ile alış verişte bulunma, en azından karşılaştıklarında selâmlaşma, birbirlerini ziyarete gitme, oturup bir arada yemek yeme gibi insanların günlük hayatlarında komşuluk ilişkileri, bütün inceliklerine kadar, titiz bir şekilde yerine getirildi. Nesilden nesile, komşuluk kültürü aktarıldı” (web1, 2003). Komşuluk Kültürü Dünyadaki bütün toplumlarda, toplu yaşamanın tabiî bir sonucu ve gereği olarak bir arada yaşayan insanlar arasında bazı hak ve görevler ortaya çıkmış olup, bu sorumluluklar genellikle kanunlar hâlinde de düzenlenmiştir. Türkiye’de ise bu hak ve görevlere İnsanî unsurlar da ilâve edilmiş ve zaman zaman kanunların da üzerinde uygulamaları ihtiva eden bir “Komşuluk kültürü" ortaya çıkmıştır. Bu komşuluk kültürünün oluşmasında en önemli iki unsur vardır. Bunlardan birisi din ve onun en önemli unsurlarından olan ahlâk, diğeri ise örf, âdet ve geleneklerimizdir. Dinî kaynaklarda komşuluk hukukunun önemini vurgulayan pek çok hüküm, emir ve yasak vardır. Örf ve adetlerimizde komşuluk hukuku ise; kısa, öz, fakat en iyi şekilde atasözlerinde ifade edilmişlerdir: “Ev alma komşu al.”; “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.”; “Komşunun köpeği komşuya havlamaz.” ve daha onlarcası. Ayrıca ahlâk kitaplarında da bu husus oldukça geniş şekilde işlenerek, insanların uygulamalarda bunlara dikkat etmeleri istenmiştir. Komşuluk kültürünün oluşmasında etkili olan unsurlardan birisinin din olduğunu belirtmiştik. Modernleşme bağlamında din olgusunu ele aldığımızda, modernleşmeyle birlikte sekülerizmin kök saldığı herhangi bir toplum zamanla dinin öğretilerinin ve doktrinlerinin dışına çıkar. Bu durum komşuluk kültürünü besleyen en önemli unsuru devre dışı bırakır. Haliyle komşuluk kültürü yeri doldurulmaksızın sosyal hayattan ayrılır. Bu da farklı sıkıntılara gebe kalır. Modern hayattaki yalnız insanın canı sıkıldığında dertleşeceği, hastalandığında ziyaretine gelineceği, mutlu olduğunda mutluluğunu paylaşacağı bir sosyal çevrenin olmayışı demektir. Yalnızlığın neticesinde intihar, şizofren ve paranoyak kaçınılmazdır. Modern toplumun en ileri örneği olan Avrupa ise bu gün bunlarla mücadele vermektedir. Modernleşme Bağlamında Komşuluk Diğer bir unsur ise örf, adet ve gelenekler demiştik. Modernleşme bağlamında, geleneksel toplumdan bir kopuş ve modern topluma bir geçiş söz konusudur. Geleneksel toplumda hakim olan informel ilişkiler artık yerini modern toplumla birlikte formel ilişkilere bırakmıştır, karşılıksız ilişkiler çıkarcı ilişkilere inkılap etmiştir. Geleneksel toplumda; sosyal hayatta yüz yüze ilişkiler yoğun iken, modern toplumda bu yoğunluk azalmaktadır (Akdoğan, 2013). Bu yoğunluğun azalması insana atfedilen değerin azalmasına neden olmuştur. İnsanı insan yapan temel vasıflar zamanla kaybolmaya başlamıştır. Böyle bir ortamda insan ilişki ağı olan komşuluktan bahsedemezsin. Komşuluk ilişkilerindeki insanî özelliklere bakıldığında ise, tamamen âdet, gelenek ve göreneklere dayalı yaşayan bir kültürle karşılaşılır. Komşuluk kültürü temelde, doğumdan ölüme kadar iyi ve kötü günlerde sevinç ve kederi paylaşmaya ve yardımlaşmaya dayanmaktadır. Şöyle açıklanacak olursa; bir kadın doğum yaptığında komşuları hemen anne ve çocuğu için yiyecek-içecek bir şeyler götürerek ziyaret edilir. Daha sonra ise çocuğun ihtiyacı olan giyecek eşyaları veya aileye maddi destek sağlayacak hediyeler götürülür. Çocuğun sünnet düğününde de aynı şeyler tekrarlanır. Düğün sahibi de komşularına yemekler ikram eder. Yine ev veya benzeri bir mülk alan kimseye komşular bir hediye ile hayırlı olsun demeye giderler. Hastalık veya ölüm zamanlarında da komşuluğun gerekleri yapılır. Hasta muhakkak ziyaret edilip ona moral verilir. Ölüm hâlinde ise cenaze evine baş sağlığına ve yardıma ilk önce komşular gelir. Cenaze kefenlenip de evden ayrılacağı zaman komşularından haklarını helal etmeleri istenir, daha sonra camiye götürülür. Burada cenaze namazını kılmak ve mezarlığa kadar götürüp defnetmek en son komşuluk görevidir. Zekât, sadaka ve fitre gibi dini menşeli maddi yardımlar yapılırken de ihtiyaç sahibi komşular öncelikle gözetilir. Komşuluk Kültürü ve Kentleşme Komşuluk, geçiş dönemi boyunca beliren ve kente uygun bir yardımlaşma kaynağı olarak günlük yaşamı her yönüyle kuşatan bir başvurma çerçevesidir. Başka bir deyişle, kent çevresinde ilk uyum ilişkilerini akrabalarıyla başlatan, iş arkadaşlarıyla geliştiren yeni kentlerin, son ve daha kararlı bir aşamada vardıkları az çok sürekli ve kentsel işbirliği sistemi komşuluktur (Sencer, 1979: 31). Farklı sosyal dokulardaki mahallelerde, komşuluk ilişkilerinin ve komşu tanımının ne denli farklılaştığını saptamak amacıyla yapılan bir araştırmada alt gelir grubunda komşuluk ilişkilerinin daha yoğun, konut alanlarının yabancıların buraya erişebilmesi bakımından daha geçirgen olduğu, konut dışı mahremiyet ve güvence sağlama gereksinimini karşılamak amacıyla konut dışı alanlarda (apartman girişi, site girişi) yabancıların erişebilmesi amacıyla çitler, bahçe duvarları, bekçi kulübeleri, kilit, diyafon vb. ses düzeni ile fiziksel engeller oluşturulduğu görülmüştür. İdeal komşu tanımının sosyal gruplar açısından farklılaştığı saptanmıştır (Suer, 1991: 57). Kentleşmeyle birlikte komşuluk ilişkilerinde eskiye göre her ne kadar değişiklikler olsa da komşular, iyi ve kötü günlerde aileden sonra bize en yakın olanlardır. Weber, modernleşmeyle birlikte kentlilerin küçük topluluklarda olduğu kadar komşularıyla yakın arkadaşlık kuramayacaklarına değinmiş, Simmel, daha ileri giderek “kentlilerin her karşılaştığı kişiyle duygusal ilişki kurması veya ona duygusal tepki göstermesi halinde içyapısının zerrelere ayrılacağını, zihin bakımından korkunç bir çıkmaza gireceğini” ileri sürmektedir. Kentleşme yabancılaşma mıdır? Cevabınız Evet ise, neden? Modernleşme ve Kentleşmenin Komşuluk Buhranı “Geleneksel toplumlarda, köyde münasebetler aile ve komşuluk grupları içerisinde geçerken, fertler yoğun bir dayanışma içinde oluyorlar. Bu, fertlerde ait olma birbirinin yardımına koşma gibi davranışların gelişmesini mümkün kılıyor. Modern toplumlarda ise bu durum tam tersidir.” (Görmez, 1991:27) Bilim ve teknolojideki hızlı değişim, toplumsal yapıyı da etkilemekte ve toplumsal yapıdaki değişim hızlı bir şekilde gerçekleşmektedir. Geleneksel toplumlarda toplumsal değişim yavaşken modern toplumlarda toplumsal değişim çok hızlı seyretmektedir. Geleneksel toplumdaki komşuluk kültürü modernleşmeyle birlikte çok hızlı bir ivme kat etmiştir. Kentleşme ile birlikte akrabalık ve komşuluk ilişkilerinde ortaya çıkan sosyal değişim gözler önündedir (Gölcük. 2007:32). Kentleşmeyle birlikte homojen toplum yapısından heterojen toplum yapısına geçiş yaşanmış, geleneksel geniş aile, kentsel çekirdek aileye dönüşmüştür. Modern dünyada kişi, kendi emeği başta olmak üzere, içinde yaşadığı topluma, kültürel değerlere ve rol dağılımına karşı ilgisini kaybeder, toplumsal değer ve normları da anlamsız görmeye başlar. Kendini toplumdan soyutlar ve o topluma ait olmadığı hissine kapılır. İşte bu noktada birey sadece topluma yabancı değil, topyekûn her şeye yabancı olmuş olur. Bu bağlamda komşuluk kültürüne de yabancılaşmış olur (Gölcük, 2007:55). Yabancılaşmayla ilgili Afyonkarahisar’da yapılan çalışmayı paylaşmak istiyorum. Araştırmada “kentleşme yabancılaşmadır'’ yargısına katılanların %75,4'ü bunun nedeni olarak kentlerde komşuluk ilişkilerinin zayıf olmasını gösterirken, %14,8’i ise diğer faktörlere bağlamaktadır. Diğer görüşü içinde insanların yalnız kalması ve yoğun iş temposu nedeni olarak gösterilmektedir. Katılımcıların, %9,9’u ise, akrabalık ilişkilerinin zayıflığı faktörüyle açıklamaktadır (Gölcük, 2007:59). Yukarıdaki grafiği bu bağlamda değerlendiriniz. “Türkiye’de son elli yılda hızlı bir yabancılaşma süreci yaşanmaktadır. Bunun sonucu olarak gerek resmi makamlarda gerekse kamuoyunda bu sürece endişe ile bakılmaktadır. 1982 Anayasası’nın devlete, aileyi destekleme görevi vermesi. 1986’da DPT’nin “Türk ailesi sektörü” oluşturması, 1989’da Aile Araştırma Kurumunun kurulması, hep bu endişenin parçasıdır. Özellikle büyük şehirlerde gecekondularda bireylerin yalnızlığa mahkûm olduğu, cemaat yaşamının kaybolduğu gözlenmektedir” (Şenyapılı, 1981: 20). Araştırmanın sonuçları, kentleşmenin beraberinde birçok alanda yabancılaşmanın yaşandığını göstermektedir. Bu araştırma komşuluk kültürünün zayıflamasıyla birlikte insanın kendine yabancılaştığını göstermektedir. Modernleşmenin dört boyutunu ele alırsak. Siyasal modernleşme; siyasi partiler, parlamentolar, oy hakkı gibi katılımcı karar vermeyi destekleyen anahtar kurumları içeren modernleşme. Kültürel modernleşme; genellikle sekülerleşme ve ulusalcı ideolojiye bağlılığın üretildiği kültürel modernleşme. Ekonomik modernleşme; endüstrileşmeden farklı olmakla birlikte artan bir ekonomik dönüşümle özdeşleşen ve giderek büyüyen iş bölümü, yönetim tekniklerinin kullanımı, teknolojinin ilerlemesi ve ticari yeteneklerin artması gibi unsurları bünyesinde barındıran modernleşme. Toplumsal modernleşme; artan okuma yazma oranı, kentleşme süreci ve giderek geleneksel otoriterliğin zayıflaması gibi öğelerden oluşan toplumsal modernleşme. Bu dört boyuta bakıldığında toplumsal ve yapısal bir farklılaşmadan bahsedilebilir. Peki, bu farklılaşma kime göre önemli olur ya da değişimin, farklılaşmanın yönünü kim belirler? Bu sorunun cevabı oldukça basittir. Modern olma bilincini gerçekleştiren ve içine düştüğü (İkinci Dünya Savaşı ile) buhrandan kurtulma istemindeki Batıdır. Batı dışında kalan toplumların, Batının öngördüğü şekilde ve yapıda toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel alandaki değişmelerdir modernleşme (Gordon, 2003). Konumuz bağlamında bizi ilgilendiren kültürel ve toplumsal modernleşmedir. Görüldüğü üzere kültürel modernleşme; komşuluk kültürü üzerinde etkisi olan dini ortadan kaldırarak yani sekülerizmi ikame ederek tedavisi mümkün olmayan yaralar açmaktadır. Kimileri komşusuzluğu sevdiğini söylese de bir gün öyle bir an olacak ki “komşu komşunun külüne muhtaçtır.” atasözü kulaklarda çınlayacak. Ama artık çok geç kalınmış olunacak komşuluk kültürüne sahip çıkılmazsa. Çünkü insan var olduğundan bu yana sürekli birlikte yaşamış ve birbiriyle ilişki içinde olmuştur. Modernleşmeyle birlikte birbirinden uzaklaşmış ve zamanla yabancılaşmıştır. Toplumsal modernleşme ise bu duruma paraleldir. Burada kentleşme ile birlikte geleneksel aile yapısının yerini çekirdek aile yapısı almıştır. Aileler bütün bir sülale olarak hareket etmekten ziyade çekirdek aile olarak hareket etmektedir. Kentleşme ve sanayinin getirdiği geçim sıkıntısı, yoğun iş temposu vb. sebeplerden dolayı kentte akraba ve komşularıyla bir araya gelememektedirler. Bu durum ise yan komşusunun açlıktan kıvranarak ölmesinden haberi olmayan ya da yüksek sesle müzik dinleyen ama yan komşusunu yeni doğmuş çocuğunun yeni uyuttuğunu bilmeyen ve o anneye çektirdiği eziyetin umuruna getirmeyen bir insan tiplemesini doğurmuştur. Tonnies, Durkheim ve Max Weber modernleşmeyi kitle toplumunun ortaya çıkışı olarak değerlendirmektedir. Kitle toplumunda sanayi ve bürokrasi geleneksel toplumsal bağları ortadan kaldırır. Kitle toplumunda akrabalık ve komşuluk bağları zayıftır. Bu yüzden bireyler toplumsal olarak izole olmuştur. Bu dışlanma sonucu toplum yaşamı belirsizleşir. İnsanlarda güçsüzlük duygusu ortaya çıkar. Modern kentlerde bazı insanların ölümü ancak etrafa yaydıkları koku ile anlaşılmaktadır. Bazı insanlar kentlerde yalnız yaşamakta ve yalnız ölmektedir. Kitle toplumunda insanların yaşamında kendileri ve aileleri vardır. Bazıları aile bağlarını da koparmıştır. Kent hayatının yorucu ve bunaltıcı ortamına bir de olumsuz komşuluk ilişkileri eklenince hayat daha da çekilemez bir boyut almaktadır. Zira kent hayatında diğer insanlarla olan ilişkiler bir anlamda gelip-geçici bir durumdadır. Ancak komşularla olan ilişki devamlılık arz etmektedir. Hayatın devamlılığı açısından komşuluk ilişkileri büyük önem taşımaktadır. Aslında kent hayatında insanlar komşuluk ilişkilerine daha fazla ihtiyaç duymaktadırlar. Çünkü kentin bunaltıcı ve yorucu stres atmosferinden kurtulmanın yollarından birisi de komşularla kurulacak olan samimi ilişkilerdir. Öyle ki gün boyu yaşanan iş yoğunluğundan sonra, komşularla geçirilecek mutlu bir zaman, hem dinlenmeye hem de ilişkilerin derinleşmesine imkân sağlamaktadır (Akdoğan, 2009). Geleneksel toplumlarda daha güçlü olan komşuluk ilişkilerinin modernleşme ve kentleşme süreciyle zayıfladığı görülmektedir. Yani modernleşme ve kentleşme ile komşuluk ilişkileri arasında ters orantı bulunmaktadır (Akdoğan, 2009). Modernleşme komşuluk kültürünü peyderpey azaltmaktadır. Komşuluk ilişkilerinin bize kazandırdıklarını yok etmektedir. İnsanın sosyal yanını yok etmektedir. Sonuç olarak Modern dünyada unutulan insan ve komşuluk ilişkilerinin yeniden canlandırılması ve hayata geçirilmesi, bunalan insanlığın yeniden hayat bulması anlamına gelmektedir. İnsan, toplum ve evren arasında dengeye dayalı bir hayat vardır. Komşuluk ilişkileri de söz konusu hayatta önemli bir yere karşılık gelmektedir. Ancak modern dünyada bu ilişki büyük oranda zedelenmiş ve zayıflamıştır. Zedelenen ve zayıflayan bu ilişkinin yeniden tesisi ve derinleştirilmesi, bu noktada hem öğretici hem de kuşatıcı bir boyut taşımaktadır. Batı’nın bu günkü çöküşünün başlıca nedeni ferdiyetçiliktir (Guenon, 2009:96). Bu bağlamda komşuluk kültürünü en fazla etkileyen modernleşmenin bu yönüdür. Modernleşmenin dayattığı ferdiyetçilik fikri insanın sosyal hayatını ciddi manada etkilemektedir. Bunun bir tezahürü komşuluk kültürüdür. Modern yaşam ve kapitalizm ile birlikte; iç donanım, iç zenginlik ve iç güzellik yerini dış görünüm, güç, iktidar, para, sahiplik, gençlik, güzellik ve cinsellik kavramlarına bıraktı. Parlatılmış, cilalanmış ve şişirilmiş yanılsamalı egolar çağımıza damgasını vurdu. Narsizm doruk noktasına geldi. Altta yatan boşluk, değersizlik ve güvensizlik hisleri; maddi ve somut servetle, sahip olunan sözde değerli objelerle doyurulmaya çalışılmaya başlandı. İletişim teknolojisi ve ağları gelişti, yaygınlaştı ama bu insanların arasındaki gerçek iletişimi ve ilişkiyi güçlendirmeye, zenginleştirmeye yetmedi; bilakis insanları hem kendine hem de birbirine daha da yabancılaştırdı. İnsanlar yalnızlaştı. Bağlar ve bağlılıklar zayıflarken, bağımlılıklar arttı. Uzaklar yakın, özel alanlar kamusal, mahremler aleni olurken, aile hayatı ve sosyal paylaşımlar da yerini yavaş yavaş bireysel yaşantıya ve hatta o da git gide yalnızlığa bıraktı. İstatistiklere göre, kalabalık metropollerde yaşayan insanlar kendilerini daha fazla yalnız hissediyorlar. Modern kent hayatında aileler küçüldü, sosyal bağlar zayıfladı, komşuluk, akrabalık, ahbaplık, arkadaşlık ilişkileri yoğunluğunu ve önemini kaybetti, bazı değerlerin içi boşaldı ve tüm bunların nihayetinde de kalabalıklar içinde yalnız olmak kaçınılmaz son oldu. Depresyon, intihar ve anti-sosyal kişilik bozukluğu oranları; Batı toplumlarında, Doğu ve Akdeniz toplumlarına kıyasla açık ara daha yaygın. Bu farkı yaratan ve Doğu toplumlarını koruyan en güçlü faktörün ise öz kültürleri, insan ve ilişki odaklı yaşam tarzları olduğu düşünülüyor. Aile bağları; eşlik, dostluk, arkadaşlık, komşuluk ilişkileri; doğum, ölüm ve evlilik ritüelleri; gelenekler, sosyal alışkanlıklar ve insancıl paylaşımlar aracılığıyla kurulan destek ağları, iletişim, dayanışma ve duyarlılık en belirgin ve en değerli koruyucu etkenler olarak görülüyor (Altekin, 2013). Kaynakça: AKDOĞAN, Ali (2009), Kentleşme Sürecinde Komşuluk İlişkileri ve İslam, Diyanet İlmi Dergi, Eylül 2009, c. 53.AKDOĞAN, Vefa (2013), Geleneksel Toplum ve Modern Toplum Dikotomisi Bağlamında Modernliğin Eleştirisi, www.toplumvesiyaset.com/yaziOku.php?id=1440 (06.01.2013)ALTEKİN, Serap (2013), “modern hayatın getirdikleri götürdükleri” www.dokudanismanlik.com/modern.hayat.html (05.01.2013).BERKES, Niyazi (2001), Türkiye’de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul.GORDON, Marshall(2003), Sosyoloji Sözlüğü, çev. O. Akkınay, D. Kömürcü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.GÖLCÜK, Müjgân (2007), Kentleşme Sürecinde Akrabalık Ve Komşuluk Kültürü (Afyonkarahisar Örneği), Yüksek Lisans Tezi, Afyonkarahisar.GÖRMEZ, Kemal (1991), Şehir ve İnsan, MEB Yayınları, İstanbul.GUENON, Rene (2009), Modern Dünyanın Bunalımı, çev. M. Kanık, 2. Basım, Hece Yayınları, Ankara.KELEŞ, Ruşen (2012), Kentleşme Politikası, İmge Yayınevi, 12.Baskı, Ankara.MARDİN, Şerif (2008), der. M. Türköne-T. Önder, Türk Modernleşmesi-Makaleler 4, İletişim Yayınları, İstanbul.SENCER, Yakut (1979), Türkiye’de Kentleşme Süreci ve Kırsal Alan Sorunları, Ankara.SUER, Hande (1991), Kentleşme ve Kentlileşme Politikası, Türk Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı Yayınları, Ankara.ŞENYAPILI, Tansal (1981), Gecekondu, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları, Ankara.WEB1, www.varlik.com.tr (l7.03.2003).WEB2, www.tüsiad.orgZİNCİRKIRAN, Memet (2011), Dünden Bugüne Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Dora Yayınları, Bursa
Mülakat: Av. Hakkı AYGÜN Hayrat İnsani Yardım Derneği BaşkanıMülakatı Yapan: İrfan Mektebi Hakkı Bey, Hayrât İnsani Yardım Derneğini kısaca tanıyabilir miyiz? Hayrât İnsani Yardım Derneği, Hayrât Vakfı ile irtibatlı olarak 2013 Mart ayında kuruldu. Derneğimiz; Hayrât Vakfı’nın bugüne kadar sürdürdüğü ‘’İnsani yardım’’ faaliyetlerini, 40 yıllık birikim ve tecrübelerini dernek olarak devam ettiriyor, hayır sahiplerinin yaptığı yardımları itina ile ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyor. Faaliyetlerinizden kısaca bahsedebilir misiniz? Hayrât İnsani Yardım Derneği bugüne kadar yardımlarının büyük bir kısmını savaş ve yokluk içinde yaşamaya çalışan komşumuz Suriye’ye gerçekleştirdi. Suriye için “Sana İhtiyacım Var” kampanyası kapsamında 63 yardım tırını oradaki mazlum ve çaresiz halklara ulaştırdı. Acil ve öncelikli ihtiyaçlar tespit edilerek yardım kalemleri belirlendi. Bunların içinde ilaç, gıda, un, kıyafet, battaniye ve sünger gibi temel ihtiyaç malzemeleri mevcut. Bunun dışında Suriye’de bir de fırın kurduk. Her gün binlerce aileye buradan ekmek ulaştırıyoruz. Suriye içinde 18 ofis ve yüzlerce Suriyeli gönüllümüz bulunmakta. Gönüllülerimiz buradan toplanan yardımları oradaki ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyor. En son Şam bölgesine yakın olan ve afedersiniz kedi köpek etinin yenmesine fetva verilen Guta ve Yermük bölgesinde de ofis açtık. Bunun yanında Kızılay ile ortak yaralı mücahid ve mazlumlar için 11.000 adet “kan durdurucu tampon” projemiz oldu. Ramazan ayında da Suriye içinde 15 bin kişiye iftar verdik. Diğer yardım kuruluşlarının ulaşamadığı 20 çadır kentte yardımlarımız devam ediyor. Savaş bölgelerinde en temel ve gerekli ihtiyaç hiç şüphesiz su kaynakları. Temiz ve kullanıma uygun su bulmak buralarda çok zor. Bu sebeple Suriye’de önemli mevkilerde 18 su kuyusu açtık. Şu anda bu kuyulardan yüz binlerce kişi istifade ediyor. Suriye’de maddi ve temel ihtiyaçların yanı sıra asıl gözden kaçırılmayacak ve hususiyetle üzerinde durduğumuz diğer bir mesele eğitim. Savaş başlayalı 4 yıl kadar oldu bu demek oluyor ki o yıl doğan bir çocuk şimdi 4 yaşında. Ya diğer çocuklar? Bu savaş elbet bir gün bitecek biz istiyoruz ki, savaş sonrası ülkeyi kalkındıracak ve umut ışığı olabilecek nesiller yok olup gitmesin, eğitimlerine kaldıkları yerden devam edebilsinler. Bunun için Suriye’de eğitim faaliyetlerimiz devam ettiği gibi Kahramanmaraş, Gaziantep ve Şanlıurfa gibi vilayetlerimizde de eğitim çalışmalarımız sürüyor. Suriyeli binlerce talebe açılan okullarda maddi ve manevi eğitim görüyor. Derneğimizin yardımları elbette ki Suriye ile sınırlı değil. Suriye’de yaşanan savaş ve hususen Türkiye’ye komşuluk gibi özel durumlarından dolayı bu bölgeye ulaşmak daha kolay fakat yardımlarımız tüm dünyada devam ediyor. Kurban Bayramında 30 ülkede Kurban faaliyeti gerçekleştirdik. Yüz binlerce insana ulaştık, bayramlaştık, hasbihal ettik. Gittiğimiz hiçbir ülkeyi eli boş ziyaret etmedik. Ülkelerin gelecekleri olan çocukları mahzun bırakmadık. Bayramlık kıyafet, oyuncak, şeker, kırtasiye malzemesi ve Kur’an Elifbası dağıtarak onların da gönüllerini aldık, sevindirdik. Ayrıca gidilen ülkelerde, o yerlerin önde gelen din ve devlet adamları ile irtibatlar kurduk. Türkiye’yi, Hayrât Vakfı’nı ve Hayrât İnsani Yardım Derneği’ni anlatma ve tanıtma imkânımız oldu. Dünya üzerinde Müslüman ülkeler içinde en çok yardıma muhtaç elbette ki Filistin. Savaşın yanı sıra korkunç bir abluka içinde. Ramazan ayında İsrail’in Gazze’ye düzenlemiş olduğu saldırılar sırasında da İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Yeryüzü Doktorları ile beraber acil ilaç ve gıda yardımını oradaki masum halka ulaştırdık. Şimdilerde yürüttüğümüz 54 ülkeyi kapsayan “Hayırda Yarışalım” kampanyasını gerçekleştiriyoruz. Kampanya kapsamında yetim, eğitim, sağlık, acil yardım başlıkları bulunuyor. Türkiye ve dünyadaki kurum ve kuruluşlar, STK’lar, Üniversiteler ve okullarla birlikte gerçekleştireceğimiz kampanyamıza tüm hayırseverlerin katkısını bekliyoruz. Hayırseverler derneğimizin web sitesi, facebook ve twitter dan bize ulaşabilecekleri gibi “3674”e kısa mesaj göndererek de kampanyalara katkı sağlayabilirler. Bunların yanında, yurtdışından gelen misafir öğrenciler için kurulan Hayrât Uluslararası Öğrenci Derneğimizi de maddi olarak destekliyoruz. Son olarak Konya Ermenek’te meydana gelen maden kazasında Hayrât İnsani Yardım Derneği ekipleri olay vuku bulur bulmaz olay mahalline ulaştılar. Oradaki ailelere, kurtarma ekiplerine, güvenlik ekiplerine günlük bin kişilik yemek verildi, Sayın Bakanlarımız ve AFAD ekipleri ile koordineli çalışmalar yapıldı. İslam dünyasının temel problemi nedir sizce? İslam dünyasının problemleri ve çözüm yolları bundan yüz sene önce Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri tarafından en mükemmel şekilde ortaya konulmuştur. Öne çıkan başlıklar; cehalet, fakirlik ve ihtilaf ile mücadele etmektir. Cehaletle mücadele, fen ilimleri ve din ilimlerinin mezc edilerek, imani ve ahlaki eğitim ile olabilir. Fakirlikle mücadele ise, sanayi ve teknoloji konusunda İslam ülkelerinin gelişmesi ve dayanışması ile olabilir. İhtilafın ilacı ise Müslümanların birleşmesi ve ittihad etmesidir. Ayrıca Müslümanların yeisten ve ümitsizlikten kurtulması, sıdkın doğruluğun toplum hayatında ve siyasi hayatta diriltilmesi, Müslümanlar arasında kardeşlik ve muhabbetin tesisi, ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî irtibat noktalarının kuvvetlendirilmesi, İslam âlemindeki baskıcı rejimlerden kurtulma zarureti ve son olarak Müslümanların şahsi menfaatleri yerine, İslam âleminin menfaatini düşünmeleri en önemli temel meseleler olarak karşımıza çıkmaktadır. Yardım faaliyetleri çerçevesinde gittiğiniz yerlerde insanların hallerini gözlemliyorsunuz, buna göre fikri, hayali bir resim çizecek olursanız nasıl bir fotoğraf çıkar ortaya? İman ve Kur’an hakikatlerinden uzaklaşan ve dine karşı lakayt kalan İslam Dünyası’nın dört-beş asırdır tahakküm altında olduğunu görüyoruz. Artık bu gidişe bir dur demenin zamanı gelmiştir. Bunun yolu ise, doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e layık doğruluğu ve istikameti göstermemiz, İslamiyet’in esaslarını, iman ve Kur’an hakikatlerini bizzat yaşamamız, Allah’ın inayetine ve rahmetine istinad etmemizdir. Kafamdaki fotoğraf; bütün insanlığın huzur ve barış içinde yaşadığı bir fotoğraftır. Bunun için, İslam Âlemi’nin bir an önce baskıcı rejimlerden kurtulması, İslami değerleri benimseyen liderler etrafında kenetlenmesi ve İttihad-ı İslam’ı gerçekleştirmesi gerekmektedir. Bu gerçekleştiğinde ise sadece Müslümanlar değil bütün insanlık âlemi barış ve huzura kavuşacaktır. İslam coğrafyasının problemleri bu yapılan yardımlarla çözülür mü, yoksa yapılması gereken başka şeyler de var mı? İslam dünyasının problemlerinin çözümünde maddi ve insani yardımlar hiçbir şekilde yeterli olamaz. Çünkü asıl olan mağduriyet üzerine yardımın yapılması değil, mağduriyeti ortaya çıkaran sebeplerin ortadan kaldırılmasıdır. Bu sebeple Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından dile getirilen “dünya beşten büyüktür’’ ifadesi çok önemli. Çünkü dünyanın kaderi menfaat şebekesi olarak hareket eden ve ölüm ve gözyaşından başka bir şey vadetmediği fiilen tescillenen beş ülkeye teslim edilemez. Bu konuda çok önemli bir mesele ise şudur. Dünyayı karıştıran şer güçlerin en büyük hedefi Ehl-i Sünnet dediğimiz sünni inancı ortadan kaldırmaktır. Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta oynanan oyunların, İşid ve Kürt gruplar arasındaki mücadelenin temelinde de bu vardır. Bu sebeple Türkiye’nin istikrarını devam ettirmesi ve güçlenmesi çok daha önemli bir hale gelmiştir. Ayrıca Türkiye’nin üzerinde durması gereken diğer çok önemli bir konu da; sadece maddi yardımlarla yetinmeyip, asırlardır elde ettiği imani ve İslami birikimini ve kültürünü İslam coğrafyasında yaygınlaştırmak olmalıdır. Rabbimizin kelamına, iman ve Kur’an hakikatlerine, özellikle Risale-i Nur’daki imani ve Kur’ani delillere bütün insanlığın ihtiyacı var. Bu cihette Türkiye’nin çok kuvvetli olan bu birikimini bütün insanlığa ulaştırma vazifesinin olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla dünyevi yardımlar bir yana, insanların ahiretlerini kurtaracakları yardıma daha çok önem verilmesi gerekiyor. Muhammed Suresi 7. ayetteki ‘’Ey îmân edenler! Eğer (siz) Allah’a (dînine) yardım ederseniz, (O da) size yardım eder ve ayaklarınızı sâbit kılar’’ fermanı bize bu konuda yol gösteriyor. Yurtdışındaki Müslümanlar Türkiye’yi nasıl görüyorlar, buradan asıl beklentileri neler? Türkiye, son yıllarda sağladığı maddi ve manevi gelişim neticesinde İslam Âlemi’nin tek umudu haline gelmiştir. Bütün İslam Âlemi’nin gözü Türkiye’dedir. Gittiğimiz ülkelerdeki en ücra yerlerdeki Müslümanlar bile kendi ülkelerinden çok Türkiye’deki gelişmeleri takip etmekte ve dua etmektedirler. Dünyadaki Müslümanların Türkiye’den asıl beklentileri; Türkiye’nin bütün İslam Âlemi’ne liderlik ederek zulmü ortadan kaldırması, dünyada medeniyeti, ittifakı, adaleti, huzuru ve barışı tesis etmesidir. Çünkü “Dünyaya söyleyecek sözümüz var’’ ve “Dünya bizi bekliyor’’. Biz de Allah’ın izni ile bu duaların kabul olacağına inanıyor, bu yolda gayret gösteriyoruz.
Numan ibni Beşir Radıyallahu Anh’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyordu: “Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” Bugün İslam coğrafyasında pek çok ateşli hastalıklar kol geziyor maalesef. Her yerimiz ağrıyor. Fakat bu tevhid etmiş bir beden içerisinde temerküz eden sevgiden kaynaklanan bir rahatsızlıktan çok, birbirimizle alakamızı kesmekten kaynaklanan ayrılık ve dağınıklık acısı. Ve üzülerek söylüyoruz ki bütün bir coğrafya ateşler içerisinde. Dün ne diyordu İkbal: “Çin bizim, Arabistan bizim, Hindistan da bizimdir; Biz Müslümanlarız, bütün cihan bizimdir. Tevhid emaneti kalbimizde saklıdır; Dünyadan ismimizi silmek imkansızdır.” Peki ne oldu şimdi tevhid emanetine? Neden çil yavruları gibi, kopmuş tespih taneleri gibi darmadağın halde bu ümmet? Neden kalbimizdeki emanete ihanet! Enfal Suresi 46. ayete kulak verelim öyleyse. Zira bizi bizden daha iyi bilen Rabbimiz değil midir? Ne buyuruyordu Rabbimiz: “Allah’a ve Resûlüne itâat edin; birbirinizle çekişmeyin; sonra içinize korku düşer de (size heybet veren) rüzgârınız (kuvvetiniz) gider; o halde sabredin! Şübhesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” Sabır, oturup diş sıkmak değil elbette. Malumunuz sabrın üç çeşidi var. Musibetlere karşı sabır. Taatte sabır. Günahlara karşı sabır. O zaman gelin, Yunus Aleyhisselam gibi biz de kendimizi fark edelim ve Bediüzzaman Hazretlerinin şu cümlelerine kulak verelim: “İslâmiyetin mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve su-i fehim ve su-i edeple İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti ifa edemedik. Tâ, o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi. ... Öyle ise, ey ihvan-ı müslimîn! Geliniz, ona tarziye vereceğiz. Elbirliğiyle dest-i sadakati uzatacağız, biat edeceğiz. Onun hablü’l-metinine sarılacağız.” O sağlam ip ise Kur’an ve Sünnettir. Ve bu asırda hakaik-i imaniyeyi ders veren başta Nur Risaleleridir. Öyleyse bize düşen, o ipe dizilmek ve tez zamanda o ipin başına imamesini takabilmektir. Dünya dünyapersetlerin hesaplarına göre pay edilirken, kader de herkese bir şeyler paylaştırıyor muhakkak. Dünyayı ahiretin tarlası ve esma-yı İlahiyenin mazharı olarak gören ehl-i iman, elbette dünyaya rıza-yı İlahi için bakacak ve üçüncü yüz olan sırf dünyaya nazar etmekten hazer edecek. Fakat şunu iyice belleyecek ki hem yakın hem uzak istikbali ihata edebilecek. İşte o âlî söz ve yüksek hedef: “Şu istikbal inkılâbâtı içinde en gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır.” Ve müminler olarak şunu bileceğiz ve amel edeceğiz: “Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez.” Slogan ve vitrin işleri bir tarafa bırakıp en dar daire olan ve bizi direkt ilgilendiren kalb dairemize dönüp içerisini kolaçan edelim. Eksikleri tamamlayıp fazlalaıkları atalım. Unutmayalım ki, “Amelinizde rızâ-yı İlâhî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse, ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse, tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktizâ ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya; yalnız, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.” Çok kıymetli İrfan Mektebi okuyucuları! Dost düşman bütün dünyanın gözü Türkiye üzerinde. Geçmişte icra ettiği fonksiyonu yeniden işletsin umudu veya işletmesin korkusu içerisinde. Böyle olmakla birlikte bize düşen, kendimizi fark etmek ve “Ey iman edenler, iman ediniz” fermanını bir kez daha düşünmektedir. Gerisi devam eden sayfalarda. Lütfen dosyayı okuyun. Değerlendirmeler kendinize. Kalın sağlıcakla.
Mülakat: Kerem KINIK Yeryüzü Doktorları Yönetim Kurulu BaşkanıMülakatı Yapan: İrfan Mektebi Kerem Bey, sizi ve Yeryüzü Doktorlarını tanıyabilir miyiz? 1970’de Hekimhan’da öğretmen bir anne babanın evladı olarak doğdum. Kanlıca, Bebek ve Paşabahçe’de ilk ve orta öğrenimimi tamamladım. 1993’de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldum. Mecburi hizmetimi Amasya'da Sağlık Ocağı Sorumlu Hekimi olarak tamamladım. 1995 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sağlık Dairesi’nde Müdür Yardımcısı olarak göreve başladım. 1999 yılında özel sektöre sağlık işletmecisi olarak geçtim. 2004 yılında İstanbul İl Genel Meclisine seçildim, meclis üyesi ve Sağlık Komisyonu Başkanı olarak beş yıl hizmet verdim. Bu süre zarfında Avrupa Birliği Bölgeler Asamblesi Sağlık ve Sosyal Politikalar Komisyonunda İstanbul’u temsil ettim. İngiltere’de Portsmouth Üniversitesinde Stratejik Bilgi Teknolojileri Yönetimi eğitimi aldım. Ulusal ve uluslararası teknoloji firmalarında Genel Müdürlük faaliyetlerimden sonra son çalışma yerim olan Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi'nde Rektör Danışmanı olarak çalışmaktayım. Diş Hekimi Hatice Öztürk Kınık'la evliyim ve Muhammed Furkan, Abdullah Harun ve Fatıma Zehra'ya babalık vazifelerimi Yeryüzü Doktorlarından kalan zamanda yerine getirmeye çalışıyorum. Yeryüzü Doktorları uzunca yıllara dayanan bir sosyal birlikteliğin sonunda doğdu. Afetler, savaşlar ve yoksulluk gibi nedenlerle pek çok insan ve toplum mahrumiyet içerisinde en temel insan hakkı olan sağlık hizmetlerine erişemiyor ne yazık ki. Bizler de “Acaba bir nebze de olsak bu yaraları sarabilir miyiz? Bizde olanları ihtiyaç sahipleri ile paylaşabilir miyiz?” diye sorduk ve Yeryüzü Doktorlarını 2000 yılında kurduk. Yeryüzü Doktorları, felaketlerin, savaşların ve iç karışıklıkların açtığı her yarayı sarmak için, dünyanın her bölgesine ulaşmaya çalışıyor ve tıbbi yardıma ihtiyaç duyan insanlar için çeşitli sağlık projeleri hayata geçiriyor. Kimi yerde tam donanımlı hastaneler ve sağlık merkezleri inşa ederek, kimi yerde beslenme sağlığı merkezleri kurarak sürdürülen bu projeler, on binlerce insanın hem derdine deva, hem ruhuna şifa oluyor. İslam dünyasının problemler, ihtiyaçlar içerisinde olmasını nasıl yorumluyorsunuz, neden böyle? Hem İslam dünyasındaki bu ihtiyaçlar gerçekten yokluktan mı, yoksa varlığın değerlendirilememesinden midir? İslam dünyasının eğitim, sağlık, toplumsal refah, adalet, demokrasi, insan hakları gibi alanlarda çok büyük zaafları bulunmakta, bu durumu parçalanmışlık ve lidersizlik derinleştirmektedir. Dünyadaki kaynakların insanlar arasında ayrım gözetilmeden eşit şekilde paylaşılması gerektiği herkes tarafından evrensel bir değer olarak addedilir ama iş uluslararası ilişkilerin pratiklerine dayandığında dünya tarihi, aç gözlülük ve hırs etkisiyle kendi çıkar dairesinin dışında kalanlara büyük bir umarsızlıkla yaklaşan ülkelerle doludur. Kendi medeniyet ekseninde sağladığı birliği kaybeden İslam dünyası, bu pay kavgasında hep pasif kalmıştır. Medeniyet perspektifli düşünemedikleri için sahip olduğu zenginlikleri pervasızca boşa harcayan zengin İslam ülkeleri de aslında bu durumdadır. Refahın somut çıktıları değerlendirildiğinde bazı kalemlerde dünya standartlarının çok üzerinde seyreden ama bazı kalemlerde ölçüm bile yapılamayacak kadar fakir durumda olan bu ülkeler, esasen varlık içerisinde yokluk yaşamaktalar. Bu ana sebep ortadan kalkmadan eğitim, sağlık, üretim, adalet, kalkınma üzerine yapılacak tüm yardımlar taşıma suyla değirmen döndürmenin ötesine geçemeyecektir. ‘Balık tutmayı öğretecek’ faaliyetleriniz de var mı? Yani gittiğiniz yerlerde yardım alanınızla ilgili eğitim faaliyetleri de yapılıyor mu? Yeryüzü Doktorları faaliyet gösterdiği coğrafyalarda en önemli yatırımın insana yapılan yatırım olduğuna inanmaktadır. Bu bağlamda ülkelerin sağlıklı insan kapasitesinin arttırılması için çeşitli programlar yürütmekteyiz. Önlisans, Lisans ve Yüksek Lisans alanlarında formel mesleki eğitim programları, Tıpta Uzmanlık ve Sürekli Tıp Eğitimleri, Öğrenci ve akademisyen değişimleri, Sertifika Programları ve Bilimsel kongreler gibi kapsamlı programlarla toplumların sağlıklı insan gücü kapasiteleri arttırılmaktadır. Medyada öne çıkan ülkeler var ama daha acil ihtiyaç sahibi bölgeler var mı, nereler? Dünyanın en az gelişmiş 25 ülkesi Afrika kıtasında bulunuyor. Afrika’da yaşanan kıtlık, kuraklık ve iç savaşlar halkı çok zor durumda bırakıyor. Somali, zor durumda olan bu 25 ülkenin başlarında geliyor. Somali, Yeryüzü Doktorları tarafından, hastane, beslenme merkezi, Sağlık Meslek Yüksekokulu, Tıpta Uzmanlık Eğitimi, Gönüllü Sağlık Ekipleri gibi kısa, orta ve uzun vadeli projelerle desteklenmektedir. Somali, Türkiye medyasında adı sık sık duyulan ve büyük yardım kampanyalarıyla desteklenen bir ülke. Afrika’da Somali gibi adı duyulmayan ancak yoklukla boğuşan nice ülkeler var. Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Afrika’nın en fakir ülkelerinden biri. Yeryüzü Doktorları, sahip olduğu coğrafi avantajlara rağmen insani yardım olmadan kendi kendini idame ettiremeyen bu ülkede uzun vadeli sağlık projeleri yürütüyor. Lubumbashi’de pek yakında açılacak olan 60 yatak kapasiteli Hewa Bora hastanesi ve civar bölgelerdeki sağlık klinikleri bunlardan bazıları. Yine Afrika’da; Nijer, Moritanya, Sierra Leone ile Arap yarım adasında Yemen, insani yardım listesinde üst sırada olması gereken ülkeler arasında. Yeryüzü Doktorları olarak STK ve devlet yetkililerinden bölgeye ait nasıl bir talebiniz olurdu? Bizler neler yapabiliriz? Yeryüzü Doktorları’nın ağırlıklı olarak faaliyet gösterdiği fakir Afrika ve Asya ülkelerindeki sağlık merkezleri ve buralarda çalışan sağlık profesyonellerinin gerek eğitim, gerekse ekipman anlamında desteklenmeleri gerekmektedir. Kampanyalarımızın ve faaliyetlerimizin duyurulması hazırladığımız projelere fon bulma anlamında ciddi katkılar sağlayacaktır.
İslâm’ın vahyinin üzerinden tam 1446 sene geçti. İlk asrını saymayacak olursak, İslâm; 13 küsur asırdan beri, İ’la-yı Kelimetullah adına, Ceziretü’l-Arab’dan Orta Asya’ya; Kuzey Afrika’dan Avrupa’nın içlerine; Anadolu’dan Viyana kapılarına; yine bugünkü adıyla Orta Doğu’dan Uzak Doğu’ya kadar önce Sahabiler, Tabiînler, Melikler, Emirler ve nihayet Osmanlı Sultanları vasıtasıyla tebliğ edildi. Bu 13 küsurluk asır boyunca onun adına çok seferler düzenlendi; çok canlar yandı; çok gözyaşları sel olup aktı... Ancak, İslam’ın Müslümanlara yüklediği bu ulvî tebliğ vazifesi yerine getirilirken, Kuranî ve Peygamberî metod harfiyyen takip ve tatbik edildi. Belâgât ile nasîhât bu teblîğ metodunun vazgeçilmez unsuru oldu. Bazen kabul gördü, bazen de reddedildi. Muhtelif şiddet ve haksızlıklara maruz kaldı. Ama her defasında nefs-i müdafaada bulundu. Onun varlığından dahî rahatsız olanlara karşı i’tidâl ile mukâvemet etme yolunu seçti. Cezîretü’l-Arab’dan haykırılan bu ilâhî mesaj tüm insanlığa dünya barışı ve âhiret saâdetinin temîni için çok mücâhede ve mücâdeleler verdi ve hâlâ vermektedir. Bugün itibariyle, sanki “Tarih tekerrürden ibarettir” sözünü teyîd edercesine, 20. yüzyılın son çeyreği ile 21. yüzyılın başlarında bulunduğumuz şu asırda, teknoloji çağında; bilginin anlık paylaşıldığı bir zamanda; ak ile karanın rahatlıkla anlaşılabildiği bir ortamda, üzerinden 14 asır geçmesine rağmen bazı mabeynlerin İslâm’a karşı olan kin ve nefret duygularını azaltmamaları, birazcık akıl ve iz’ân sahibi insanı düşündürmelidir... Bu kin ve nefret mantığını biz Müslümanlar çok iyi idrâk etsek bile, arada kalmış beyinlere anlatmada zorlandığımız âşikârdır. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla soğuk savaşın yerini alabilecek bir düşman ihdâs etmek gerektiğine inanan bazı egemen güçlerin, Sovyet Bloku’ndan boşalan “düşman hedef tahtasına” maalesef İslâm’ı koydukları malumdur. Önceleri basit bir başörtüsü meselesi gibi görülen bu anti-müslüman ırkçılığı, her geçen gün giderek dozunu arttırmış, uluslararası komplo ve oyunlarla yerini ırkçılıktan daha öteye bir “İslâm düşmanlığı”na taşımıştır. 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika’da ikiz kulelerin infilâk ettirilmesi, dünya üzerinde İslâm ve Müslüman düşmanlığı algısını inşa etmek için bir milâd olarak telakki edilmelidir. Bu tarihten itibaren gerek Avrupa’da gerekse Amerika’da hatta ve hatta Müslüman ülkelerde dindar Müslümanlara karşı bir cadı avı başlatılmış ve bu cadı avı bugün çok farklı mecralara meyletmiştir. Ekilen kin ve nefret tohumlarının neticesi olarak toplumlarda huzursuzluklar başlamış, ictimâî bir patlamanın eşiğine doğru sürüklenmiştir insanlık... Özellikle Avrupa toplumlarında Müslüman, büyük bir tehlike olarak telâkkî edilmeye başlanmıştır. Tehlike korkuyu; korku cehâleti; cehâlet ise her türlü vahşeti körükleyecek bir mâhiyete bürünmüştür. Maddî ve manevî açıdan çıkmaza giren cahil toplumlar, İslâm’ı ve Müslümanları bir günah keçisi gibi görmekte; içine düştükleri girdaptan İslâm ve Müslümanları mes’ul tutmaktadırlar. 7 milyar nüfuslu dünyamızın içinde kendini imtiyazlı gören bir küçük zümrenin sırf kendi maddî menfaatleri adına, dünya hayatını, herkes için olduğu gibi kendileri için de cehenneme çevirdiklerini görememektedirler herhalde! İslâm, 21. yüzyılda dahi yükselen bir yıldız ve parlayan bir güneş olarak egemen güçlerin ilk sıradaki kaygıları olmuştur. Bu sebepledir ki İslâm coğrafyasındaki bu kronik keşmâkeşlik, biraz da bir kısım Müslümanların, üretilen bu İslâm ve Müslüman düşmanlığı algı operasyonları karşısında maalesef gaflet içerisinde avlanmaları nedeniyle devam etmektedir. “Medeniyetler çatışmasından” daha ziyade, “mezhebler çatışmasını” kurgulayan bu algı operasyonlarına karşı rasyonel bir tutumla cevap vermek yerine, hissî davranmak yolunu seçmiştir bu kısım Müslümanlar. Bu bağlamda, Usame Bin Ladin ve El-Kaide, 2000’li yılların başlarında sahneye konulan bu algı operasyonları karşısında egemen güçlerin bekledikleri reaksiyonu veren bir grup olmuştur. İslâm düşmanlığı ile marûz kafalarda bu anti’liğin hadd safhalara çıkmasında El-Kaide, belirli bir menfî algının oluşmasına sebeb olsa da Usame Bin Ladin’in öldürülmesiyle İslâm düşmanlığının Avrupa toplumlarında 2010-2012 yılları arasında bir azalma görüldüğü tesbit edilmiştir. Kısmen müsbete doğru eğillim gösteren bu tablo, müzmin İslam düşmanlarını çok endişelendirmiş olmalı ki bir kurgulama da biz yapacak olursak: “İslam coğrafyasında yeni çalkantıları doğuracak yeni senaryolar sahneye konulmuş”, sözde “İslam Devleti” adına çıkmış, ne idüğü, neye hizmet ettiği, amacının ne olduğu belli olmayan bir güruhun tahrîbâtları, yapılan son anketlerde, Batılı toplumlarda İslam düşmanlığını körüklemiş göstermektedir. “İslam düşmanlığı, Batılı düşünürlerce; Berque’den Derrida’ya; Esposito’dan Sack’a; Ward’dan Wright’a, Legendre, Badiou, Agamden ve Nancy’ye kadar yahudi düşmanlığının bir uzantısı olarak görülmekle beraber, bugünkü tezâhürâtıyla ifrâta düşmüş Müslümanların ihanetinin bir neticesi” değerlendirmesine maruz kalmıştır. Bununla birlikte, dünya üzerinde “Müslümanları öldürmeye davet eden çocuk video oyunlarıyla, ismi İslâm olduğu için çocuk programlarına alınmayan televizyon kanallarıyla, bütün medeniyetlerin aynı olmadığını çığıran devlet adamlarıyla”, İslam düşmanlığı; zamanımızın en revaçtaki kin ve nefret âbidesi olarak önümüzde durmaktadır. Böyle bir vahîm durumda, Bedîüzzamân Said Nursi Hazretleri’nin dediği gibi: “Madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukâbilinde ve şiddetli tazyîkât karşısında ve salvetli bid’alar, dalâletler içerisinde, bizler gâyet az ve zaîf ve fakîr ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gâyet ağır ve büyük ve umûmî ve kudsî bir vazîfe-i imâniyye ve hizmet-i Kur’âniyye omuzumuza ihsân-ı İlâhi tarafından konulmuş; elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle (tüm âlem-i İslâm olarak ittihâdı ve) ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz.” Vesselâm.
بِسْـــــــــــــــــــــمِ اللَّهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِ الْعَالَم۪ينَ وَالصَّلَاةُ عَلٰی سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَ عَلٰٓی اٰلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ Cenab-ı Hakkın birliğine, doğru ve şüphesiz olarak inanmayı sonuç verecek şekilde ispat eden iki büyük delil (Kainat ve Kur’ân-ı Kerim) ve İhlas suresinin i’cazını gösteren bir nükte Şu kâinât tamamıyla bir burhân-ı muazzamdır. Lisân-ı gayb şehâdetle müsebbihtir, muvahhiddir. Evet, tevhîd-i Rahmânla, büyük bir sesle zâkirdir ki: لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Kâinat bütün olarak Allah’ın bir olduğuna muazzam bir burhandır. Âlem, gaybî bir dille, herkesin duyamadığı ama gördüğü hal diliyle, yüce Allah’ın bir olduğuna ve hiçbir şekilde ortağının bulunmadığına varlığıyla şahitlik ederek O’nu tesbih eder. Âlem, O’nun birliğini ilan eden bir muvahhiddir. Evet, kâinatta görülen ve Rahman’ın bir tecellisi olan yardımlaşma, dayanışma, ahenk, sanat, lütuf, nimet ve merhamet gibi deliller Rahman olan bir Allah’ı zikreder ve der ki “Allah’tan başka ibadet edilecek ilah yoktur.” Bütün zerrât-ı hüceyrâtı, bütün erkân ve a‘zâsı birer lisân-ı zâkirdir. O büyük sesle beraber der ki: لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Kâinatın en küçük varlığından tut ta en büyüğüne kadar her şey hem birer birer hem de hep beraber Allah’ı zikretmektedir. Bütün varlıkların zikrinden oluşan o büyük ses der ki “Ondan başka yaratıcı ve terbiye edici bir ilah yoktur.” O dillerde tenevvü‘ var. O seslerde merâtib var. Fakat bir noktada toplar onun zikri, onun savtı ki: لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Âlemdeki varlıklar farklı olduğundan her birinin zikri de değişiktir. Merhamete muhtaç olan “Ya Rahman” derken, rızka muhtaç olan ise “Ya Rezzak” diyecektir. Bir çekirdek “Ya Fettah” derken bir yıldız “Ya Nur” diyecektir. Demek her bir varlık muhtaç olduğu şeylere göre Allah’ı zikretmektedir. Bu zikirler keyfiyet olarak da birbirinden farklıdır. Kimisi şuursuz, kimisi hususi, kimisi de çok zengin zikir çekmektedir. İnsan ise bütün varlığın zikirlerini içine alacak tarzda zikretmektedir. O, kimi, niçin zikrettiğinin şuurundadır. Cenab-ı Hakk’ı bütün isim ve sıfatlarıyla zikretmektedir. Fakat bu zikirler her ne kadar değişik olsa da hepsi tek bir noktada toplanmaktadır. Onları toplayan ise Allah’ın zikridir ki “Ondan başka zikredilmeye layık ilah yoktur.” cümlesidir. Bu bir insan-ı ekberdir, büyük sesle eder zikri. Bütün eczâsı, zerrâtı küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki: لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Kâinat büyük bir insandır. Çünkü insanda tecelli eden bütün Esma-yı Hüsna âlemde de tecelli etmektedir. Hem insan kâinatın küçük bir modelidir. Çünkü her bir âlemden alınan örnek ve numunelerden meydana gelmiştir. Âdeta âlemde her ne varsa numuneleri insanda vardır. Âlem-i ervahtan/emirden ruh, levh-i mahfuzdan hafıza, misal âleminden hayal, şahadet âleminden beden gibi o âlemleri temsil edecek öz insanda mevcuttur. Bu sırdan dolayı olmalı ki Hz. Ali (ra) وَ تزعم أنك جرمٌ صغير،،وفيك انطوى العالمُ الأكبرُ Sen kendini küçük bir cisim sanırsın. Hâlbuki sende büyük bir âlem saklıdır, demiştir. Evet, büyük bir insan olan kâinat büyük bir sesle zikretmektedir. Âlemdeki küçük varlıklar da kâinatın yüksek sesle yaptığı zikirle beraber zikrederek derler ki “Ondan başka varlıkta istediği gibi tasarruf eden ve yaratıcı olan bir İlah yoktur.” Burada kâinatın büyük bir insan olarak gösterilmesi, insanın manen kâinat kadar değerli ve kâinata denk bir varlık olduğunu ifade etmektedir. Şu âlem halka-i zikri içinde okuyor aşrı, şu Kur’ân maşrık-ı nûru, bütün zîruh eder fikri ki: لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Bütün varlıklar adeta zikir halkası oluşturarak Allah’ı zikrederlerken, Âlem, böyle bir halkada Kur’andan bir aşır okumaktadır. Kur’an-ı Kerim ise doğu tarafından yani Arabistan’dan doğan bir ilahi nurdur. Şuurlu, akıl sahibi bütün canlıların ortak düşüncesi şudur ki “Ondan başka zikredilecek bir ilah yoktur.” Bu Furkān-ı Celîlüşşân, o tevhîde nâtık burhân, bütün âyât sâdık lisân, şuââtı bârika-i îmân, beraber der ki: لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Hak ile batılı ayıran ve şanı pek yüce olan Kur’an-ı Kerim, Allah’ın bir olduğunu söyleyen doğru ve şüphesiz bir delildir. Her bir ayeti bu gerçeği doğrulayan ve söyleyen bir dil hükmündedir. Kur’an-ı Kerim’in her bir ayetinden çıkan sızıntılar ise parıldayan imandır. İşte bu mukaddes kitap bütün ayetleriyle der ki “Allah’tan başka İlah yoktur.” Kulağı ger yapıştırsan, şu Furkân’ın sînesine, derinden tâ derine sarîhan işitirsin, semâvî bir sadâ der ki: لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Her kim hak ile batılı ayıran Kur’an’ı dinlese, açıp inceleyerek okusa, en iyi şekilde, en ince ayrıntısına kadar açıkça şunu işitecektir: “Ondan başka İlah yoktur” O sestir gayeten ulvî, nihâyet derecede ciddî, hakîkî pek samîmî, hem nihâyet mûnis ve mukni‘ ve burhânla mücehhezdir, mükerrer der ki: لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Kur’an-ı Kerim’in bu sesi pek yücedir. Çünkü vahiydir. Onun için her türlü noksanlıktan münezzehtir. Konu edindiği bütün meseleler hakikattir. Onun için son derece ciddidir. Bu ses samimidir. Herkesin anlayabileceği bir üslupta indirildiği için kimse ona karşı yabancılık hissetmemektedir. Anlattığı bütün hakikatler doğru ve şüphesiz delillerle desteklenmiştir. Birçok ayetinde şu gerçeği tekrar etmektedir: “Ondan başka İlah yoktur.” Şu burhân-ı münevverde cihât-ı sittesi şeffaf. Ki üstünde münakkaştır müzehher sikke-i i‘câz, içinde parlayan nûr-u hidâyet, der ki: لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Doğru, şüphesiz ve parlak bir delil olan Kur’an-ı Kerim’in altı yönü yani her tarafı şeffaftır. Ona hiçbir şaibe yaklaşamaz. Kim ona baksa üstünde mucize ve taklit edilemez oluşunu görecektir. İçine girildiğinde, ayetlerine bakıldığında hidayet nurlarının parladığına şahit olacaktır. İşte hem mucize oluşu hem de içindeki hidayetiyle Kur’an der ki “Ondan başka hidayete erdiren bir ilah yoktur.” Evet, altında nesc olmuş mühefhef mantık ve burhân, sağında aklı istintâk, mürefref her taraf, ezhân “Sadakte” der ki: لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Kur’an-ı Kerim ince bir mantık ve kesin bilgiyi verecek delil üzerine oturmaktadır. Mantık ve delillerle desteklenmiştir. Onun için aklın prensipleriyle çelişmemektedir. Sağ tarafından bakıldığında veya bugüne kadar geçmiş zaman dilimine bakıldığında Kur’an sorgulayan, düşünen bir akla önem vermiştir. Birçok ayetinde de düşünmeyi emretmiştir. Onun için zihinler der ki “Ondan başka ilah yoktur.” Yemin olan şimâlinde eder vicdanı istişhâd, emâmında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. Onun miftâhıdır her dem ki: لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Sol taraftan bakıldığında bu yön de sağ taraf gibi şereflidir. (Sol taraf sağ tarafa benzetilmiştir) Çünkü İslamiyet’te sağdan başlamak sünnettir. Sağ tarafa bir öncelik tanınmıştır. Onun için sol taraf tabiri sağa benzetilmiştir. Bu benzetme Kur’an-ı Kerim hakkında ince ve güzel bir edeptir. İlahi kelama sol taraftan bakıldığında görülecektir ki o, temiz ve selim vicdanları şahit tutmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in ön tarafı yani rehberliği ise dünya ve ahret için her yönüyle hayırdır. Onun hedefinde insanlar ve cinler için saadet vardır. Saadetin yollarını göstermektedir. Bu güzellikler için Kur’an’dan yararlanmak gerekmektedir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’in anahtarı ise tevhidi ifade eden “Ondan başka ilah yoktur.” cümlesidir.
Üstlerine küçük gelen yırtık pırtık mantolar giymiş iki çocuk, birbirlerine sokulmuş dış kapının önünde duruyorlardı. “Kullanılmış kâğıt var mı bayan?” Meşguldüm. Yok deyip onları başımdan savmak istiyordum, ama o sırada gözüm ayakkabılarına ilişti. Karla kaplanmış ince sandaletlerden giymişlerdi. “İçeri girin, size bir fincan sıcak kakao yapayım” dedim. Bir şey demediler. Islak sandaletleri şöminenin önünde izler bıraktı. Dışarıda soğuğa karşı kendilerini biraz toparlamaları için onlara kakao ile reçelli ekmek verdim. Sonra mutfağa geri döndüm. Ön odadan hiç ses gelmemesi dikkatimi çekti. İçeri baktım. Kız, boş kakao fincanını iki elinin arasında tutmuş, içine bakıyordu. Oğlan, düz bir sesle sordu: “Hanımefendi siz zengin misiniz?” Kanepelerin eskimiş kılıflarına baktım. “Zengin olmak mı, hayır tabii ki zengin değilim” dedim. Kız fincanını dikkatle tabağına yerleştirdi. “Fincanlarınızla tabaklarınız takım da” dedi. Sesinde bildik bir açlık vardı, ama bu karnının açlığı değildi. Sonra kâğıt çuvallarını yüklenip gittiler. Teşekkür etmemişlerdi. Etmeleri de gerekmiyordu, çünkü daha fazlasını yapmışlardı. Buz mavisi seramik fincanlar ve tabakları takımdılar. Mutfağa geri döndüm patateslere baktım, et suyuna karıştırdım. Patates ve et suyu, başımızı sokacak bir ev, düzenli bir işi olan kocam, mutlu bir yaşamım. Bunlar da takımdı. Ve galiba gerçekten zengindim. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırdım, odayı topladım. Küçük sandaletlerin çamurlu izleri hâlâ şöminenin önündeydi. Onları temizlemedim. Ne kadar zengin olduğumu unutmamak için, onların orada kalmalarını istedim.
Süleymaniye Külliyesi, Kanûnî Sultan Süleyman tarafından, Ser Mimarân-ı Hassa, Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Caminin yapımına 13 Haziran 1550 yılında başlanmış ve 15 Ekim 1557 yılında tamamlanarak ibadete açılmıştır. Osmanlı-Türk mimarlığının en önemli yapılarından biri olan Süleymaniye’yi, Mimarı, ‘kalfalık dönemi eseri’ olarak isimlendirir. Cami, şehrin en yüksek yeri olan, Haliç’e ve Boğaz’a hâkim üçüncü tepenin üzerindedir; cami, darülkurra, darülhadis, darüşşifa, darüzziyafe, hamam, imaret, çeşme, medrese, dükkân, çarşı ve Kanûnî ile Hürrem Sultan'ın türbeleriyle geniş bir imar ve şehircilik hareketidir. Süleymaniye’yi sadece Cami olarak değil, bir bütün olarak “Külliye” yani bir yaşam merkezi, bir sosyo-kültürel kompleks olarak görmek gerekir. Bulunduğu semte de ismini veren Süleymaniye, aynı zamanda üzerine oturduğu tepeyle bütünleşmiş ve tepeyi tamamlayan, zirveyi teşkil eden, harika bir tasarımdır. Osmanlı külliyeleri içinde Fatih külliyesinden sonra ikinci büyük külliye Süleymaniye külliyesidir. Külliye İstanbul yarımadasının Haliç, Marmara, Topkapı Sarayı ve Boğaziçi'ni gören ortadaki en yüksek tepesinde inşa edilmiştir. Mimar Sinan'ın türbesi ise kuzeydoğu tarafındaki dış avlu duvarlarının karşısında mütevazı küçük bir yapıdır. Mimar Sinan, Süleymaniye başladığında yaklaşık 60 yaşındadır. Süleymaniye Camii Klasik Osmanlı Mimarisinin en önemli örneklerinden biridir. Yapımından günümüze dek İstanbul'da yüzü aşkın deprem gerçekleşmesine karşın, camide herhangi bir önemli hasar oluşmamıştır. Caminin iç kısmı 61x70 m ölçülerinde olup, yerden yüksekliği 49,50 m, dört fil ayağı üzerine oturan caminin kubbesi 26,20 m çapındadır. Bu ana kubbe, Ayasofya'dan sonraki en yüksek kubbedir. Kubbe kasnağında otuz iki pencere bulunmaktadır. Süleymaniye tasarımının özelliklerinden biri de minarelerin avlunun dört köşesinde yerleşmiş olmasıdır. 49,50 m yüksekliğinde kubbe ile avluyu cami siluetinde birleştirmek için Mimar Sinan, cami ile revaklar arasındaki minareleri çok yüksek (76m) ve üç şerefeli; avlunun kuzey köşesine koyduğu minareleri daha alçak (56m) ve iki şerefeli yapmıştır. Bu vakarlı, azametli orantı Süleymaniye'yi Haliç ve Anadolu’dan ihtişamla seyretmemizi sağlamaktadır. Süleymaniye dört minaresiyle Kanûnî’nin fetihten sonra dördüncü, minarelerindeki on şerefe de onuncu Osmanlı Padişah’ı olduğuna işarettir. Akustiği sağlamanın yanı sıra kubbe ağırlığını hafifletmek üzere pişmiş kilden yapılmış “Sebu” denilen testilerden altmış dört tanesi Merkezi kubbeye ağızları aşağıya gelecek şekilde yerleştirilmiştir. Testilerin derinliği 50 cm. ve ağız kısmının delik kısmı 5 cm. ebatlarındadır. Mimar Fossati’nin, Sultan Abdülmecid döneminde yaptığı tamiratta kapatılan tesitlerin ağız kısmı kubbeye dikkatle bakıldığında seçilebilmektedir. Süleymaniye Camii, Osmanlı camilerinin gelişme sürecinde önemli bir noktayı işgal ederken, klasik Osmanlı mimari üslubu ve sanat tekniklerinin üstün başarıyla sergilendiği bir şaheserdir. Günümüzden yaklaşık beş yüz sene önce inşa edilmiş olmasına rağmen bugünkü yaşam kavramlarının, hatta bugünkü tekniğin ötesinde gerçekleştirilmiş bir eser olarak önümüzde durmaktadır. Süleymaniye’de ortak paydada hep huzur vardır. İster eğitim veren medreselerde, ister kervansarayda, ister caminin içinde ama her yerde önce huzur vardır. Bunu Mimar Sinan, hem su (avlunun ortasındaki şadırvan, o devrin şartlarında kısmen Bizans kanalları kullanılarak Istranca derelerinden getirilen suyu, doğal kule prensibi ile hava akımı oluşturarak oksijenle arıtan, tarihin ilk içme suyu hazırlama istasyonudur) hem de hava (Cami, içindeki kandil islerini temizleyecek hava akımına uygun inşa edilmiştir. Yani cami içinde, yağ lambalarından çıkan islerin tek bir noktada toplanmasını sağlayan bir hava akımı yaratacak şekilde inşa edilmiştir. Camiden çıkan isler ana giriş kapısının üzerindeki odada toplanmış ve bu isler öğrenciler için mürekkep yapımında kullanılmıştır). İs odasının boyu 5,75 m, eni 2,00 m, basık kemerli tavanın en yüksek yeri 1,70 metredir. Yirmi sekiz revakın çevrelediği cami avlusunun ortasında dikdörtgen şeklinde bir şadırvan bulunmaktadır. Caminin kıble tarafında içinde Kanûnî Sultan Süleyman'ın ve eşi Hürrem Sultan'ın bulunduğu bir hazire mevcuttur. Kanûnî Sultan Süleyman'ın türbesinin kubbesi yıldızlarla donanmış gökyüzü imajını vermesi için, değerli taşların yanı sıra ufak aynalarla süslenmiştir. Kanûnî Türbesi’nin giriş kapısının üzerindeki pencerenin üst tarafında Mevlevi sikkesi şeklinde bir Hacerü’l- Esved parçası bulunmaktadır Cami süslemeleri açısından sade bir yapıya sahiptir. Mihrap duvarındaki pencereler Revzenlerle süslüdür. Mihrabın iki tarafındaki pencereler üzerinde yer alan çini madalyonlarda Fetih Suresi, caminin ana kubbesinin ortasında ise Nur Suresi yazılı bulunmaktadır. Caminin hat yazıları Ahmet Karahisari’nin manevi oğlu ve talebesi olan Hasan Çelebi’nindir. Mimar Fossati’nin yaptığı restorasyonda kubbe yazısı Hattat Abdülfettah Efendi’ye yazdırılmıştır. 1960’lı yıllarda yapılan restorasyonda ise kubbe yazısı hariç sıva üstü yazılar Hattat Halim Özyazıcı tarafından yenilenmiştir. İçeride, üst kat pencere üzeri yazılar ise Abdülfettah Efendi hattı iledir. Söylentiye göre hava akımı ve ses akustiğini kontrol amacıyla caminin ortasında nargile içerken padişah Kanûnî çıkagelir. İnşaatın uzamasından esasen canı sıkkın olduğundan bu durumu yanlış değerlendirerek “Bre mimarbaşı bu ne haldir? İnşaata mukayyet olacağına nargileyle keyif mi çatarsın?” deyince Sinan serinkanlılıkla yaptığı deneyi açıklar. Durumu anlamakla birlikte Kanûnî yine de hiddetle caminin ne zaman biteceğini sorar. Sinan kimsenin beklemediği kısa bir vade verip yapımının iki ayda tamamlanacağını söyleyince, padişah duruma açıklık getirerek sorusunu yineler: “Cümleten bu bina ne zamana dek tamam olur?” Sinan üzgün, ama sakin ve emindir: “İki ay olunca, bu bina da tamam olur”. Sinan sözünde durur ve gerçekten tam iki ay sonra cami eksiksiz tamamlanır. Açılış töreninde caminin anahtarını açması için padişaha sunan Sinan’a, Kanûnî anahtarı geri verir ve “bina eylediğin Beytullah’ı sıdk-u safa ve duayla yine sen açmak evladır” diyerek ve camiyi ona açtırarak gönlünü alır. Mimar Sinan, bu cami inşasına binanın oturup sağlamlaşması için bir sene ara verir. Bu sırada İran şahı Tahmasb, bir elçiyle bin kese para ve çeşitli mücevherler göndererek şu mektubu yazmış: “İşittik ki camiyi tamamlamaya kudretiniz kalmamış, yapmaktan vazgeçmişsiniz. Bu mücevher ve parayı harcayıp camiyi bitirmeye gayret edin ki bu hayırlı işte bizim de payımız olsun”. Sultan, Şah'ın incitici mektubuna şiddetle kızarak bin kese parayı elçinin gözü önünde İstanbul Yahudileri’ne dağıtıverdi ve elçiye: -Yahudi Efendilerinize malınız nasip olsun ki, cehennemde sizlere bindikleri vakit kamçı vurmasınlar. Yoksa sizler gibi namaz kılmayan insanların cami yaptırma ile ne alâkası olur?'' diye söyledi. Mücevherleri de elçinin gözü önünde Mimar Sinan'a vererek: "Bu kıymetli diye gönderdiği mücevherler benim camimin taşları yanında kıymetsizdir. Hemen bunları başka başka taşlar içine katıp kullan" dedi. Elçi bunu görünce aklı başından giderek hayretle susup kaldı. Şah’ın mektubuna münasip cevap yazıldı. Mimar Sinan bu mücevherleri sanatkârlığını göstererek minarenin her altı köşe zırhları arasına konulan mermer gülleri içinde bu mücevherleri süs yapmıştır. Bunun için o minareye hâlâ Cevahir Minaresi denilir. Güneş ışığı mücevherlere vurduğu zaman parıldar ve ışıldar. Evliya Çelebi seyahatnamesinde bu taşların zamanla sıcağın şiddetinden bozulduğunu ve parıltılarını kaybettiğini yazmıştır. Süleymaniye cami inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmiştir. O gün gelince İstanbul’un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmiştir. Herkes hayranlıkla Mimar Sinan’ın sonradan “Kalfalık eserim” dediği muhteşem yapıyı seyrediyordu. Fakat bunların arasında bulunan bir çocuk “Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!” diye bağırıyordu. Herkes de bakıyordu ama bir kusur, bir eğrilik görmüyorlardı. Çocuğun bu eğri lafı Mimar Sinan’a kadar ulaşmıştı. Koca Sinan hemen çocuğu bulup ona “Yavrucuğum hangi minare eğri göster bana” der. Çocukta “İşte şu” diye minarelerden birini gösterdi. Mimar Sinan hemen adamlarını toplayıp uzun halatları minareye bağlattı. “Çekin yukarıya doğru” diye çektirmeye başladı. Çocuğa da “Oğlum bak bu minareyi doğrultuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver” dedi. Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı. Çocuk bir süre sonra “Tamam minare doğru” diye bağırdı. İşçiler halatları çözüp işi bıraktılar. Başından beri olaya tanık olan ustalardan biri Sinan’a sordu; -Ulu mimarbaşımız, sen herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok. O halde ne diye düzeltmeye kalkıştın? Mimar Sinan’ın cevabı inceliğin, anlayışın ve hoşgörünün simgesiydi. “Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını ama çocuğun kafasındaki “Eğri minare” intibaını öylece bırakamazdım. Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki “Eğri minare” intibaını da öylece bırakamazdım. Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki “Eğri” kanaati silinsin. Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde inanç yayılırdı. Yine yapımı sırasında “İslam dünyası bir şaheser çıkarıyor” haberleri ile telaş içine düşen Vatikan, bir mermer blok içerisine dışarıdan belli olmayan bir Haç döktürür ve Sultan Süleyman’a “Mabedinizin minberi için hediyemizdir” diye gönderir. Taşı bilmeden minbere koysalar, “İslam Halifesi Haç önünde namaz kılıyor, vaaz ediyor” diye alay konusu olup, hediyenin asıl maksadı da yerine gelecek. Sultan bunun istihbaratını alır ve emriyle Mimar Sinan, bloğu ortadan kestirip Haç’ı ortaya çıkarır. İki parça olan mermer blok ve Haçları, yine iki adet dış avludan iç avluya geçen kapıların girişinde yere yerleştirir. Avluya her girmek isteyen artık Haç’ı çiğneyip girer. Sonra da Vatikan’a haber yollanır, “Hediyenizi aldık, kabul ettik, doğru yere yerleştirdik”. Günümüzde, kapıların önündeki koyu mermer bloklar üzerindeki Haç iyice aşındığı için çok zor ve ancak çok yakından seçilebilmektedir.
Savaşların Doğurduğu Birlik: AB Amiral Dönitz’in talimatıyla Wilhelm Keitel’in Almanya’yı kayıtsız şartsız teslim eden imzayı attığı 8 Mayıs 1945 tarihine kadar olan 6 yıllık dönemde 17 milyon litre kan akmış, 40 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiş, milyonlarca insan yurtlarından ayrılmış, yine milyonlarcası sakat kalmış, köprüler, yollar, fabrikalar, alt yapılar, üst yapılar, tarım alanları yerle bir olmuştur.1 Hem dünya hem de Avrupa için yıkıcı ve kanlı olan bu son savaş, savaşın baş aktörleri ve faktörleri olan Almanlar ile Fransızlar arasında ilk de değildir. 1870 ile 1945 yılları arasında üç defa savaşan bu devletler, savaşların ikisinde dünyayı da peşlerinden sürüklemişlerdir. Kıta Avrupa’sının yaşadığı ve yaşattığı bu savaşlar iktisadi, siyasi, içtimai, ruhi, bedeni, her alanda atlatılması kolay olmayan travmalara yol açmıştır. Henüz yaşananların harareti sönmemiş, hadiselerin birincil şahitleri, muhatapları, mağdurları olan kuşak değişmemiş, gözlerden yaş silinmemiş, ruhi ve bedeni yaralar iyileşmemiş, şehirler yeniden inşa edilmemişken; 1946 yılında Churchill’in “Ayağa kalk Avrupa (Stand up Europe) Biz Avrupa Birleşik Devletleri yaratmak mecburiyetindeyiz. Niçin bu kudretli kıtanın halklarına daha geniş bir vatanperverlik ve daha geniş bir vatandaşlık verecek olan bir Avrupa Topluluğu mevcut olmasın? Buna rıza gösterenleri ve muktedir olanları bir araya getirmeliyiz. Sizlere hitap ediyorum. Avrupa, ayağa kalk."2 çağrısı ile Eski Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri Jean Monnet ve Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman’ın aynı doğrultudaki çağrıları ve davetleri3 bütün yaşananlara rağmen karşılık bulmuş ve neticede bugünkü Avrupa ortaya çıkmıştır. İhtiyacın Ortaya Çıkardığı Kavram: İttihad-ı İslam Dünyanın batısında birlik arayışı ve inşası böyle şekillenirken, Dünyanın doğusu, Ortadoğu’su birlik arayışından uzak kalmamıştır. Avrupa’daki çağrılardan daha eski olan Ortadoğu’daki ilk birlik çağrılarının mahiyeti İslam merkezli olduğu için “İttihad-ı İslam” olarak nitelendirilmektedir. 150 yıllık serüveni bulunan bu kavramın yolculuğu, ‘1869 yılında Hürriyet gazetesinde İttihad-ı İslam ifadesinin yer aldığı bir makale yayınlanması’4 ile başlamıştır. İttihad’ın bozulmamasına yönelik çağrılar içeren Namık Kemal’in kaleme aldığı bu makale sonraki İtthad-ı İslam çalışmalarının çekirdeği olmuştur. 9 Nisan 1872 tarihinde Basiret gazetesinde yine bir makalede İttihad-ı İslam konusuna yer verilmesinin ardından, dönemin diğer gazetelerinde de İbret, Hakayıku’l-Vekayi, Hadika, Ruzname-i Ceride- Havadis, Devir-Bedir gazetelerinde de yoğun bir İttihad-ı İslam tartışması başlamıştır.5 1873 tarihinde Ticaret Bahriye Mahkemesi Zabıt Kâtibi Esad Efendi tarafından İttihad-ı İslam isimli küçük bir kitapçık yayınlanmıştır.6 19 ve 20. yüzyılda İslam dünyasının çeşitli coğrafyalarında, İslam dünyasında ve Ortadoğu’da çağrısı etkili olabilen Muhammed İkbal, Şeyh Sunusi, Sa’d Zağlul, Cemaleddin Afgani, Abdulhamid b. Badis, Muhammed Abduh, Bediüzzaman Said Nursi, Hasan El-Benna, Necmettin Erbakan, Suudi Arabistan Kralı Faysal gibi daha ismini sayamadığımız pek çok fikir ve siyaset adamı İslam Birliği çağrılarında bulunmuşlardır. Onların bu çağrıları Ortadoğu toplumlarında karşılık bulmuş ve bulmaya devam etmektedir. Kavramın Güncellenen Metodolojisi İttihad-ı İslam fikrinin mahiyeti siyasi tarihin değişimine ayak uydurmakta zorlanmamıştır. İslam Dünyası’nın coğrafi ve siyasi yapısındaki değişmeler İttihad-ı İslam’ın sonu olmamıştır. Fikir her dönemde kendisini güncellemeyi başarmıştır. Fikir ilk ortaya çıktığında Osmanlı Devleti’nin birliğini muhafaza etmek eksenli iken İmparatorluğun dağılması sonrasında Ortadoğu’da yeni devletlerin ortaya çıkmasıyla devletleri bir araya getirme idealine dönüşmüştür. Fikir son dönemde bir adım daha mesafe kat etmiş ve toplumlararası işbirliği için kendisine bir zemin daha bulmuştur. Sivil toplum kuruluşlarının (STK) gelişmesiyle fikrin faaliyet alanına STK’lar da dahil olmuştur. Günümüzde İttihad-ı İslam siyasal ve sosyal ayağı olan güçlü, sağlam çoklu kurumsal yapıya sahip fikir haline gelmiştir. Başta İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) olmak üzere çok sayıda STK; fikrin toplumsal kurumlarını oluşturmaya başlamıştır. İttihad-ı İslam Mümkün mü? Muhal mi? Ortadoğu bölgesinde geçmişte yaşanan, geçmişte başlayıp halen devam eden, günümüzde yeni ortaya çıkan çatışmalara bakarak, bölgede çatışmaların gelecekte de süreceği, mezhepsel ve/veya etnik ayrışmaların daha da artacağı ve ittihadın sağlanamayacağı öngörüleri İttihad-ı İslam karşısında güçlü şekilde dile getirilmektedir. Bu argümanlar üzerinden İttihad-ı İslam projelerinin muhal olduğu yine güçlü şekilde vurgulanmaktadır. Hadisatın akışı içerisinde yer alırken, sadece basına yansıyan anlık haberleri, günlük, haftalık aylık ve yıllık olayları esas alarak; toplumsal ve siyasi dinamikleri, aktörleri, geçmişi, tarihi verileri hesaba ve kıyasa katmadan geleceği analiz etmenin ne derece yanlış olabileceğinin en çarpıcı örneği İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında ortaya çıkan Avrupa Birliği’dir. Eğer Churchill, Monet ve Schuman birlik çağrılarını bir adım geriye çekerek savaşın devam ettiği bir zaman dilimi içerisinde yapmış olsalardı, muhtemelen bu çağrıları hakkında yapılan değerlendirmeler, şu an Ortadoğu için yapılan değerlendirmelerden öteye geçemeyecekti. O an için tarihin önünde Avrupa Birliği gibi bir örnek bulunmadığı için belki bir nebze bu çağrılara yapılan eleştiriler makul ve mazur da görülebilirdi. Ortadoğu’daki birlik çağrıları ve çabaları Churchill, Monet ve Schuman örneğinde olduğu gibi çatışmalar bittikten sonra başlamamıştır. Çatışmaların bitmesinin bir adım öncesi olan çatışmaların devam ettiği, şu an içinde de yer aldığımız süreç içerisinde de başlamamıştır. Bu çağrılar daha da önce çatışmalar, ayrılıklar sürecinin henüz başlamadığı, yoğunlaşmadığı ancak emarelerinin ortaya çıktığı yaklaşık 150 yıl önce başlamıştır. Ortadoğu’da muhtemel birliğin geleceğini analiz edebilmek için fikrin 150 yıllık serüvenine göz atmak zorunludur. Bugün fikrin toplumsal karşılığını ve tabanının 150 yıl öncesinden daha güçlü olduğunu, önemli bir kitlenin bu fikri benimseyen STK’lar içerisinde yer aldığını görüyoruz.7 Bugün “Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı talihsiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır” çağrısını tekraren dile getirenlerin, kulak verenlerin, Ortadoğu’nun kurtuluşu olarak görenlerin sayısının geçmişten daha fazla olduğunu kuvvetle tahmin edebiliyoruz. İttihad-ı İslam konusunda Ortadoğu’da genişleyen toplumsal altyapısının, siyasal üst yapıyı da zamanla zorlayacağı görülmektedir. Nitekim Mısır’da yapılan ilk seçimleri ‘1936 yılında bütün İslam Dünyası liderlerine mektup yazarak birlik çağrısında bulunan’8 Hasan El-Benna geleneğinden gelen İhvan Hareketi’nin kazanması bunu göstermektedir. Çatışmaları sona erdirmeye, birliği sağlamaya yönelik çağrılar siyasi alanda da devam etmektedir. İslam Dünyası’nın ve coğrafyasının en önemli ülkelerinden birisi olan Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Tayyip ERDOĞAN’ın, Başbakanlığı döneminde sık sık İslam Dünyası’nda yer alan ülkelerin başkentlerine, diğer şehirlerine, halklarına seslenmesi, selamlar, göndermesi, birlik çağrılarında bulunması,9 Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra da doğrudan ‘Ey Şii kardeşim, Bağdat’ta camiye dalıp namaz kılanları katlettiğinde kimi sevindiriyorsun? Ey Sünni kardeşim, Kerbela’da üzerindeki bombayı patlatıp çocukların bile ölmesini sağladığında kimi sevindiriyorsun’10 şeklindeki çatışmayı ortadan kaldırmaya yönelik çağrılarının Churchill’in “Avrupa Ayağa Kalk” çağrısından daha az önemli olduğu söylenemez. Bölge ülkelerini bir araya getirecek faktörlerin Avrupa’dan daha fazla olduğu 150 yıl içerisinde birlik çağrılarında bulunan muhtelif isimlerce sürekli vurgulanmıştır. Bölgenin yaşadığı travmalar İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan hasar ve travmalardan daha fazla değildir. Mukayese ederek ilerleyebileceği biri örnek olmadığı halde Avrupa’nın başarabildiği bütünleşmeyi, Ortadoğu bölgesinin başaramayacağını söylemek, anlık veriler günlük haberler üzerinden geleceği analiz etmek olacaktır. Ortadoğu’nun geleceği analiz edilirken İttihad-ı İslam fikri de dikkate alınmak durumundadır. Kaynaklar: 1-xÇağrı ERHAN, ‘Avrupa’nın İntiharı ve İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Temel Sorunlar’ http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/476/5517.pdf (24.10.2014) 2-xSüleyman DEMİREL, ‘Zaten Avrupalıyız AB’yi Kaçıramayız’, 02.08.2002, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=45301 (Erişim Tarihi 24.10.2014) 3-xT. C. Avrupa Birliği Bakanlığı, http://www.ab.gov.tr/index.php?p=105&l=1 (Erişim Tarihi 24.10.2014) 4-xMümtaz’er TÜRKÖNE, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, Etkileşim Yayınları, İstanbul, Mayıs 2011, s.216 5-xTÜRKÖNE, a.g.e., s.227 6-xAzmi ÖZCAN, Pan-İslamizm Osmanlı Devleti Hindistan Müslümanları ve İngiltere (1877-1914), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi yayını, İstanbul. 1992, s.54 7-xİslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB), http://www.theunity.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=540&Itemid=7 (Erişim Tarihi 24.10.2014) 8-xHasan El Benna, Hatıralarım Müslüman Kardeşler, Beka Yayınları, s.268-381-385 9-xhttp://www.akparti.org.tr/site/haberler/genclere-yeni-hedef-2071/31767#1 (Erişim Tarihi 24.10.2014) 10-xhttp://staff.aljazeera.com.tr/haber/erdogandan-hamaneye-tepki-boyle-bir-dini-onder-olabilir-mi (Erişim Tarihi 24.10.2014)