97. Sayı: "Bu Ümmet Size Bakıyor"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Hükmün Kaynağı Peygamber Efendimiz (asm), Hicretin 9. senesinde (630) Muaz b. Cebel’i (ra) diğer bir fâkih sahabî Ebû Mûsâ el-Eş’arî (ra) ile birlikte zekât âmili ve kadılık göreviyle Güney Arabistan’a gönderdi. Yemen’in yukarı kısmının kadılığını Muaz (ra) üstlenirken, aşağı kısmında ise bu görevi Ebû Mûsâ (ra) yerine getirdi. Medine’den ayrılmadan önce Resûlullah (asm), Muaz b. Cebel’e (ra) görevi esnasında kendisine bir mesele arz edildiğinde nasıl hüküm vereceğini sordu. Muaz (ra) ise cevaben ilk önce Allah’ın kitabını esas alacağını, onda konuyla ilgili olarak herhangi bir hüküm bulamazsa Resûlullah’ın (asm) sünnetine müracaat edeceğini, bu iki temel kaynakta bulamazsa da kendi ictihadına göre hüküm vereceğini bildirdi. Peygamber Efendimiz (asm) onun verdiği cevabı olumlu karşılamış ve memnûniyetini ifade etmiştir. Bu görüşmeden sonra Resûlullah (asm), kendisine bazı tavsiyelerde bulunarak Yemen’deki görevine uğurlamıştır. Mermer Kule Mermer Kule, İstanbul’un Marmara Denizi kıyısındaki surlarının batı ucundaki son kuledir. Yedikule’ye ve eski Altın Kapı’ya çok yakındır. Mermer Kule’nin temelleri, ilk yapıldığı zaman denizdeydi. Zamanla kıyı şeridi toprakla doldurulduğundan içeride kalmıştır. Dört katlı kule binası, daha eski yapılardan derlenmiş malzemelerle inşa edilmiştir. Kulenin içerisi değerli taş ve mermerle süslenmiştir. Mermer kule, deniz surlarının orijinal bir parçası olmayıp sonradan eklenmiştir. Muhtemelen Sultan Yıldırım Bayezid’in İstanbul’u kuşatmasına bir önlem olarak, 14. Yüzyılın sonlarında yapılmıştır. Dakîka Terazisi Fizikçi Abdurrahman el-Hazînî, Mîzânü’l-Hikme isimli eserinde, 24 saatlik gökyüzü dönüşünü ölçmeye yarayan bir zaman terazisi tarif etmektedir. Mizânü’s-sâat ve ezmânihâ olarak vasıflandırılan bu alet, bir terazi koluna asılmış bir su veya kum haznesinden meydana gelmekteydi. Bu hazne tam olarak hesaplanmış bir delik ile donatılmıştı. Ağırlık kaybı terazi kolundaki bir ağırlığın kaydırılması yoluyla dengelenerek geçen zaman buna uygun bir skalada okunabiliyordu, adeta dakikaların ağırlığı tartılıyormuş gibi. (İslâm’da Bilim ve Teknik, 3. Cilt, Sayfa 117) 02 Aralık 1884Yahya Kemal Beyatlı Doğdu 2 Aralık 1884’te Üsküp’te dünyaya geldi. İlköğrenimini Üsküp’te tamamladı. Ardından ailesiyle birlikte Selanik’e yerleşti. Ortaöğrenimine devam etmek üzere, ailesi tarafından 1902 senesinde İstanbul’a gönderildi. 1903 senesinde Paris’e giderek, 1912 senesine kadar burada kaldı. İstanbul’a döndük­ten sonra, Dârüşşafaka’da ve Med­resetü’l-Vâizîn’de Tarih ve Ede­biyat öğretmenliği yap­­tı. Cumhuriyet’ten sonra milletvekilliği ve büyükelçilik yaptı. Yazdığı şiirler ve nesirler, vefatından sonra Nihad Sami Banarlı tarafından 12 kitaptan oluşan bir külliyât hâlinde neşredilmiştir. Gençliğinde her ne kadar din dışı akımlara maruz kalsa da Üsküdar’da bir iftar vaktinin verdiği hissiyat, onu tekrar özüne döndürmeye yetmiştir. 1958 senesinde vefat etmiştir. Süleymaniye’de Bayram Sabahı, Akıncılar, Sessiz Gemi ve Bir Başka Tepeden isimli şiirleri, en meşhur şiirleri olarak öne çıkmıştır. 11 Aralık 1994 Tek taraflı bağımsızlığını ilan eden Çeçenistan’a, Sovyetler Birliği yüzlerce tank ve askerle girdi Çeçenistan’ın Rusya’dan ay­rılma­sı­nı istemeyen Rus yö­ne­ti­mi, Çeçenistan’ı tekrar Rusya’ya kazandırmak için Aralık 1994’te başlattığı saldırıyı, karşılaştığı direnişten dolayı ancak iki sene sürdürebildi. Buradaki savaşta devamlı asker kaybetmesi sebebiyle sonuçta oradan çekilmek ve direnişi sürdürenlerle masaya oturmak zorunda kaldı. 1996’da imzalanan Hasavyurt Antlaşmasıyla Çeçenistan’ın ba­ğımsızlığı Moskova tarafından resmen tanınmış oldu. Yeltsin yönetimindeki Rusya’nın 1994–96 yılları arasında Çe­çenistan’a yönelik yaptığı başarısız operasyonun ardından 31 Ağustos 1996 tarihinde Çeçenistan adına As­lan Maşadov ile Rusya adına Alek­sandr Lebed arasında Çe­çenistan’ın siyasi statüsünün 5 yıl içinde kararlaştırılacağına dair anlaşma imzalandı. Bu arada Rus birliklerine ait savaş uçakları Çeçenistan’dan çekilme sürecinde başkent Grozni’yi ağır bombardımana maruz bı­­raktı ve bunun sonucunda Grozni’de binlerce sivil hayatını kaybetti. 22 Aralık 1574Sultan 3. MuradTahta Çıktı Sultan 2. Selim’in oğlu olarak 1546 senesinde Manisa’da dünyaya gelmiştir. Annesi, Nurbanu Sultan’dır. Dedesi Kanûnî Sultan Süleyman döneminde, Alaşehir Sancakbeyliğine atanmıştır. Babası Sultan 2. Selim tarafından ise, Manisa Sancakbeyliğine getirilmiştir. Sultan 2. Selim’in vefatının ardından Osmanlı tahtına çıktı. İlk icraatlarından biri, Erdel Bey’ini Lehistan Kralı olarak atamak oldu. Ramazan Paşa’yı Fas’ın fethi için görevlendirdi. 1578’de Fas fethedildi. Böylece bütün Kuzey Afrika Osmanlı hâkimiyetine girmiş oldu. İran’la yapılan savaş neticesinde 1590 senesinde imzalanan Ferhad Paşa Antlaşmasıyla, Kars, Tebriz, Tiflis, Gence ve Şehrizur, Osmanlı hâkimiyetine geçti. Sultan 3. Murad, 16 Ocak 1595’de vefat etmiş ve Ayasofya Camiinin avlusundaki kendi türbesine defnedilmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Aralık
Konu resmiRisale-İ Nur Işığında İslam Dünyasının Problemleri Ve Çözüm Yolları
Kültür ve Medeniyet

Günümüz İslam dünyası Prob­lemlerinin Tarihi Kökeni İslam dünyası problemlerinin kay­nağını üç önemli meydan oku­mada arayan Hz. Üstad şöyle demektedir. “Alem-i İslâm için en dehşetli asır, altıncı asır ile Hülâgû fitnesi ve on üçüncü asrın âhiri ve on dördüncü asır ile Harb-i Umumî fitneleri ve neticeleridir.” Dünya savaşlarının İslam coğraf­ya­sında ciddi olumsuz sonuç­lar doğurduğu kanaatini taşıyan Be­diüzzaman Hazretleri “Evet, Harb-i Umumî neticelerinden hem âlem-i insaniyet, hem âlem-i İslâmiyet çok zarar gör­düler.” demekle dikkatleri Bi­rinci Dünya Savaşı’na çekmektedir. Günümüz İslam dünyası prob­lemlerinin doğru teşhis edile­bilmesi ve uygun çözüm yolları­nın bulunabilmesi, yirminci yüz­yılı doğru okumakla mümkün görünmektedir. Yüzyılımızda insanlığın peygam­berler aracılığı ile kazandığı bü­tün güzel ve iyi hasletler yozlaştı­rıldı. İnsanlık en karanlık döne­mini yaşadı. Savaşların, katliamların ve soykırımların yüzyılıydı. İnsanlar savaştan, nefretten, yoksulluktan, şiddetten, haksızlıktan, onursuz­luktan yorgun düştü. Sadece yüzyılımızda savaşlardan dolayı yaklaşık 180 milyon insan haya­tını kaybetti. Adeta kurtların ka­nunuyla hayat sürdü dünyamız. Servet bir kısım insanların elinde hapsolurken, dünyanın öbür ucun­da açlıktan hayat mücadelesi ve­ren kıtalar vardı. Ne yazık ki, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İslâm âleminin büyük bir kısmı sömürge hâline getiril­di. Özgürlükleri tehdit edilen Müslüman coğrafyası -sömürge­ler vasıtasıyla- Batı medeniyetinin meydan okumasıyla da karşı karşıya kaldı. Avrupa medeniyeti aynı zamanda Müslümanca hayatı da tehdit etmeye başladı. Hayat felsefesini şöyle formüle etti. “Düşünme yaşa. Hayat haz, zevk ve ihtirasları tatmin etmek içindir.” Bu ise aklını kaybetmiş bencillik ve çıkarcılık üzerine kurulu heveslere dayalı bir yaşamı ortaya çıkardı. Böylece imandan beslenen ahlaki değerler aşındırıldı. Hz. Üstad bu konuda şöyle de­mektedir:  يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِ (Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler) ayetinin işaretiyle; bu zaman­da ahiretin elmas gibi nimet­lerini, lezzetlerini bildiği hal­de, dünyevî kırılacak şişe par­çalarını ona tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarma­nın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabını ve elem­lerini göstermekle olur ki; Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Bin yıldır İslamiyet’e ciddi bir meydan okuması görülmeyen Batı düşüncesinden sömürgeler yoluyla Müslümanların düşünce ve hayat değerlerine itiraz sesleri yükselmeye başladı. Dinin, ideo­lojinin ve Batı dışındaki bütün medeniyetleri yok sayan Avrupa düşüncesi İslam coğrafyasının değerlerini, doğrularını tehdit ederek Müslümanları birçok şüphelere düşürdü. Dayanak noktası Kur’an ve ne­be­vi sünnet olan İslam medeniyeti­nin nurunu söndürmeye çalıştı. Bediüzzaman Hazretleri İslam dün­yasının problemlerinin kay­na­ğında dikkatleri özellikle Sevr anlaşmasına çekmektedir. O, “Maatteessüf, altı-yedi se­ne sonra, Harb-i Umumî ne­ti­cesinde yine o suikast ni­yetiyle, Sevr Muahedesinde Kur’ân’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirâne fikirlerini yine icrâ etmek olan plânları” demekle Sevr anlaşmasının İs­lam coğrafyası aleyhine bir iha­net olduğunu ve birçok büyük prob­lemi taşıyan ağır şartlar barındırdığını dile getirmektedir. Günümüz problemlerinin kayna­ğını Sevr anlaşmasında arayan Hz. Üstad: “Şimdi İslâmlar içinde nur-u Kur’ân’a muhalif hâletlerin ekserîsi o suikastlerin ve Sevr Muahedesi gibi gadda­râne muahedelerin vahim neti­celeridir.”demektedir. İslam dünyasının Zihnî, Fikrî Problemleri Hz. Üstad, İslam dünyasının ön­celikle kendisi olması ve kendisi­ne yabancı olmaması gerektiğini önemle vurgulamaktadır. Çün­kü Batı felsefesi karşısında de­ğer­lerini ve doğrularını sorgula­yarak şüpheye düşen İslam coğ­rafyası ciddi bir kimlik prob­lemi yaşadı. Aidiyetini kay­betti. Bediüzzaman Hazretleri, gözünü ufka diken ama sırtını asla tarihine dönmeyen, kökü derinlerde olan bir medeniyetin müntesipleri olduğunu her daim hatırlamakla bu yaranın sarı­labileceği kanaatini taşıdı. O, İslam dünyasına, ait olduğu me­deniyete daima şükretmesi gerek­tiğini hatırlatmaktadır. Hz. Üstad, Müslümanların tari­hi bir cehalet içinde olmasını benimsemez. İslam dinine aidi­yet duygusunu kaybetmeyi doğru bulmaz. Bilinçsizce Batı’nın tak­lid edilmesine karşı çıkar. Çünkü bu taklit, Müslümanların dinde lakaytlığını sonuç vermekte­dir. Değerlerinin ve doğrularının aşın­­ması toplumsal ahlakta ve fer­di hayatta yıkıcı izler bırakacağı görüşündedir. Bu konuda İslam coğrafyasını şöyle ikaz eder: “Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalış­mayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvet­ten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, itti­bâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık edi­yorsunuz. Çünkü şu surette itti­bâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.” İslam dünyasının Psikolojik Problemleri Batı’nın hızla yükselişi karşısında gerileme nedenlerini sorgulayan ve çıkış yolları arayan İslam dünyası, değerlerini ve doğru­larını bırakarak Avrupa’yı taklit sonucunda psikolojik problemler yaşadı. Bugüne kadar tarihte özne olarak rol alan İslam coğraf­yası sömürgeleşmenin etkisiyle ümitsizlik duygusuna kapıldı. Heyecanını yitirdi. Ameli dindarlıktaki gevşeklik ise toplumdaki doğruluk ilkesini ze­deledi. İslam toplumunun bir­birine olan güven duygusu yara aldı. Hz. Üstad ise, doğruluğun toplum hayatında tekrar diril­tilmesi gerektiğini savundu. Bedenen 21. yüzyılda yaşayan fa­kat fikren orta çağda bulunan bir kısım idareciler istibdada yöneldi. Keyfi, kendi görüşünü merkeze alan, kuvvetten besle­nen, suiistimale açık, zulmün temeli olan bu anlayış fikir ve vicdan hürriyetine set çekti. Düşünce zenginliği kayboldu. Bediüzzaman Hazretleri bütün batıl fırkaların, ayrılıkların, şid­detin kaynağı olan istibda­dı meşveret ile şura ile çözülebi­leceğini söyledi. İmparatorlukların sonu olan yüz­yılımızdan etkilenen İslam dünyası, birliğin sembolü ve se­bebi olan hilafeti kaybetti. Sevr anlaşmasıyla İslam coğrafyasında suni sınırlar çizildi. Zihinler birbirini anlamaz oldu. Kalpler ayrılığa düştü. Kuvvet dağıldı. Suni problemlerle düşmanlıklar üretildi. Aradan muhabbet kalktı. İslam dininin verdiği şefkat sa­yesinde “biz” diyen Müslümanlar, yirminci yüzyılda “ben” demeye başladı. Ümmet bilinci aşındı. Himmet küçüldü. Tarihin akışında sürekli bulunma şuurunu yitiren İslam dünyası özgüvenini kaybetti. Manevi tarihi köklerini unuttu. Hz. Üstad bu ve benzer prob­lemlere karşı reçeteler nevinden risaleler telif etti. O, ufka bak­tığında İslam medeniyet gü­neşi­nin parlak bir şekilde doğ­duğunu görebildi. Bu yükseli­şin engellenemez olduğunu ge­­rek­­çeleriyle ispat ederek İs­lam dün­yasına ümit verdi. Be­di­üzzaman Hazretleri bu davasını şöyle ispat etmektedir: “İslam’ın ve Asya’nın istikbali, uzaktan gayet parlak görünüyor. Çünkü Asya’nın hâ­­kim-i evvel ve âhi­ri olan İs­la­miyet’in galebesi için dört-beş mukavemet-sûz kuv­vetler ittifak ve ittihad etmektedirler. Birinci kuvvet: Maarif ve me­­de­niyetle mücehhez olan İsla­miyet’in kuvvet-i hakikiyesidir. İkincisi: Tekemmül-ü mebâdî ve vesaitle mücehhez olan ihtiyac-ı şediddir. Üçüncüsü: Asya’yı gayet sefalet­te, başka yerleri nihayet refahet­te görmekten neş’et eden te­nebbüh-ü tâm ve teyakkuz-u kâmille mücehhez olan gıpta ve rekabet ve kîn-i muzmerdir. Dördüncüsü: Ehl-i tevhidin düs­turu olan tevhid-i kelime; ve zeminin hasiyeti olan itidal ve tâdil-i mizaç; ve zamanın ziya­sı olan tenevvür-ü ezhan; ve me­deniyetin kanunu olan telâ­huk-u efkâr; ve bedeviyetin lâ­zımı olan selâmet-i fıtrat; ve zaruretin semeresi olan hafiflik ve cüret-i teşebbüsle mücehhez olan istidad-ı fıtrîdir. Beşincisi: Bu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olan i’lâ-yı kelimetullah, İslamiyet’in em­riyle ve zamanın ilcââtıyla ve fakr-ı şedidin icbarıyla ve her arzuyu öldüren ye’sin ölmesiyle hayat bulan ümitle mücehhez olan arzu-yu medeniyet ve meyl-i teceddüttür.” İslam Dünyasının Toplumsal Problemleri İslam toplumunda görülen üç büyük problemi Hz. Üstad şöyle tespit etmiştir: Cehalet, fakirlik ve ihtilaf. Bugün âlem-i İslam’ın en önem­­li ve en öncelikli meselesi nitelikli eğitim ihtiyacıdır. Gü­nü­müzde Müslümanların yaşa­dığı toplumsal kargaşaların, eko­nomik sıkıntıların, ahlaki bozul­maların, sosyal hastalıkların teme­linde nitelikli eğitimin olmayışı yatmaktadır. Nitelikli eğitim konusundaki ih­ti­yaç, eğitimin olmamasından de­ğil; eğitim sistemlerinin mane­viyattan yoksun, akıl ve kal­bin birlikteliğinden uzak, sa­de­ce dünyevi veya uhrevi bir yapıya sahip olmasından kay­naklanmaktadır. Halbuki, bugün akılları ikna eden, kalplerde yankı bulan, zamanın ruhuna uygun, asrın gereklerini esas alan, dünya ile ukbayı beraber kucaklayan, dini, manevi moral değerleri önceleyen bir eğitim sistemine bütün insanlığın ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç özellikle dünyevileşme belasından nesillerimizi korumak adına bütün âlem-i İslam’ın en elzem ihtiyacıdır. İnanç yönü eksik ve manevi değerlerden uzak seküler bir eğitim yalnız Müslümanların değil, tüm dün­yanın en büyük problemidir. Üstad Hazretleri mektebin fü­­­nû­nunu, medresenin ulû­mu­nu, tekkenin manevi terbi­ye­sini esas alan bir eğitim an­layışının üzerinde ısrarla dur­muştur. İslâm’ın ‘nasıl’ yaşan­ması gerektiğinden önce, ‘ni­çin’ yaşanması gerektiğinin an­­latılmasının önemini sürekli vur­gulamıştır. “Medenilere ga­le­­be çalmak, ikna iledir. Söz an­la­­mayan vahşiler gibi icbar ile (zorlamakla) değildir.” cüm­lesini esas alan, iman hakikatlerini mutlak referans kabul eden, akıl ve kalbi birlikte tatmin ederek ittifaklarını sağlayacak bir eği­tim modelini önermiştir. Bu düşüncesini kurumsallaştırmak için de Medresetüzzehra ismini verdiği bir üniversite projesini ortaya koymuştur. Günümüzde İslam Dünyası’nın bir olması, ittihad etmesi, birlik oluşturması Hz. Üstad’a göre öncelikli bir farzdır. Çünkü Batı’nın hücumları karşısında dâhili ayrılıkları unutup ittifak etmekle tarih sahnesinde varlığı korumak mümkündür. Hatta bu birliğin adını Cemahir-i Müt­tefıka-i İslamiye olarak teklif et­miştir. İhtilafları gidermek için de Müslümanlar, İttihad-ı İslam’ın gerçekleşmesini sağlayacak ortak paydalara odaklanmalıdır. Hz. Üs­tad bu konuda İslam Dünya­sını şöyle uyarmaktadır: “Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşıانما المؤمنون اخوة kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa ne ha­ya­tınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.” İslam coğrafyasının hayatını bu ittihatta gören ve mezhepsel milliyetçiliği engelleyecek bir formülü de şöyle sunmaktadır:   هُوَ حَقُّ yerine هُوَ الْحَقُّ olmalı;                      هُوَ  اَحْسَنُ yerine هُوَ الْاَحْسَنُ olmalı. Her Müslim kendi mes­lek, mezhebine demeli; “İşte bu hak­tır; başkasına ilişmem. Başkaları gü­zelse, benim en güzelidir.” de­memeli; “Budur hak; başkaları batıldır. Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.” İslam toplumunda görülen eko­nomik problemlerin kaynağını yalnız içeride yani Müslüman­ların tembelliğinde arayanların zıddına Bediüzzaman Hazretleri hem dışarıdan hem de içeriden sebeplerini göstermektedir. Hz. Üstad bu konuda şöyle demek­tedir: “Âyâ, zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neşet ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hint’teki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Av­rupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kûttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya müna­fıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.” Dahili sebeplerin başında hırsı zikreden Hz. Üstad diğer sebepleri de şöyle ifade etmektedir: “İnsanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbap çoktur. Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri var. Hâlbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır.” Bediüzzaman Hazretleri’ne göre ırkçılık İslam coğrafyasında çok büyük bir problemdir. O, bunun insanlık tarihinde özellikle de İslam tarihinde bir­çok kötü sonuçları olduğunu ifade etmiştir. Çünkü ırkçı­­lık dü­şüncesinde ötekileştirmek, bir­­­bi­ri­ne yabancılaşmak, ittifak ede­me­mek, adaleti zedelemek, sevgi duygusunu incitmek, bir­liktelikten doğan gücü zafiyete uğratmak gibi kötü sonuçlar olduğunu göstermeye çalışmıştır. Bu düşünce Müslümanların ay­rılığa düşüp parçalanmasına ve kolayca mağlup olmalarına sebep olduğu için öldüren bir zehir hükmündedir. Müslümanlar ara­sında düşmanlığa ve dağınıklığa sebeptir. Irkçılık, insanlığın düş­manıdır. Irkçılık düşüncesiyle hareket eden milletler, tarihin şahadetiyle dâhilde ve hariçte birçok zararlar verip insanları tehlikeye atmış, kendileri de türlü tehlikelere maruz kalmışlardır. Irkçılık damarı, her hangi bir hatayı şahsilikten çıkarıp aileyi, kabileyi veya milleti de aynı suçla haksızca mahkûm eder. Üstelik bu konuda kendisini haklı gör­mektedir. Hz. Üstad bu illete karşı, “Ey insanlar! Şüphesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabileler kıldık.” ayetinin rehberliğinde reçete sunmaktadır. Ayet-i kerimenin işaret ettiği farklılıklar, tanışmak ve yardımlaşmak içindir. Birbirini inkâr etmek, yabancı görmek veya düşman olmak için değildir. Çünkü her millet, her kabile ve her aşiret farklı ilahi tecellilere mazhar olarak değişik meziyetlere ve faziletlere sahip oldular. Tek bir milletin veya kabilenin insanlığın bütün meziyetlerini kendisinde toplaması mümkün değildir. Adil-i Hakim olan Allah-ü Teâlâ faziletleri ve kemalatı insanlar arasında dağıtmıştır. Her millet bir kısım meziyetlerle mümtaz kılınmıştır. Onun içindir ki ayet-i kerime milletlerin tanışıp birbirlerinin özelliklerinden karşılıklı istifade etmelerini, yardımlaşmalarını emretmiştir. Ancak bu karşılıklı iletişim sayesinde istenilen gerçek insanlık seviyesine çıkılabilir. Asr-ı Saadet gibi hakiki medeniyetler tesis edilebilir. Medine medeniyeti işte budur. Demek ki ayrılık ve farklılık, karşı karşıya olmak için değil, yan yana gelmek içindir. Tanışıp yardımlaşmakla meziyetleri bir araya getirmek, birbirimizi tamamlamak içindir. Bediüzzaman Hazretleri milli­yet­çiliği iki kısma ayırmaktadır. Birincisi menfi milliyetçiliktir. Yani ırkçılık düşüncesidir. İslam’ın karşı çıktığı milliyetçilik budur. Başkasını yutmakla beslenen, di­ğer milletlere düşmanlıkla devam eden, başkalarını inkâr etmek üzere kurulmuş, zararlı ve uğursuz olan ırk anlayışına dayalı bir milliyetçilik düşüncesidir. Üstad bu anlayışı şöyle özetlemektedir: “Menfi milliyet gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur. Onun içindir ki, hadîs-i şerifte ferman etmiş: “İslamiyet, cahiliye ırkçılığını or­tadan kaldırmıştır.” İkinci kısım milliyetçilik ise müspet milliyetçiliktir. Farklı mil­letleri ve kabileleri küçük görmeden, inkâr etmeden, onlara düşman olmadan, milletini sevmek, onlara şefkat etmek, yardım etmek ve gelişmelerine hizmet etmekte bir zarar yoktur. Çünkü bu düşünce fıtridir. Müsbet olduğu ve birlikteliği temin ettiği için İslamiyet’in men etmediği bir düşüncedir. Bu anlayışta menfaatini, diğer milletlerin zararında görmek yoktur. Bu sevgide ötekileştirmek yoktur. Toplum hayatının ken­di içinden kaynaklanan ihtiyaç­tan doğar. Yardımlaşmaya, daya­nışmaya sebeptir. Menfaatli bir kuvvet temin eder. İslam kar­deşliğini pekiştirir. Fakat temelde masum olan bu yaklaşım dahi İslâmiyet’e hizmet etmeli, onun kalesi olmalı, zırhı olmalıdır. Yoksa İslam kardeşliğinin yeri­ne geçmemelidir. Çünkü İslâ­miyet’in kardeşlik akdi semavidir. Müslümanları kardeş ilan eden Allah’tır. Onun için bu kardeşlik bakidir. Dünyevi dostluklar ve rütbeler gibi kabir kapısında son bulmaz. Berzahta ve ahirette de menfaat verecek ve devam edecektir. İslam Dünyası genel çerçevesini çizmeye çalıştığımız bu problem­lerinin üstesinden gelecek tarihi birikime sahiptir. İlahi kader de İslam medeniyetinin bekasına hük­metmiştir. Öyle ise Hz. Üs­tadın şu müjdesine bakıp gayretle çalışmalarımıza devam etmeliyiz. “Ümit var olunuz; şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslam’ın sadası olacaktır!”

Muhlis KÖRPE 01 Aralık
Konu resmiİngiltere Ve Avrupa'daki Müslümanların Durumu
İnsan

İngiltere’de Müslüman olarak ya­şamak nasıl ve şu anda Avrupa’da İslam’a nasıl bakılıyor sorularını ele alacak olursak mevzuya farklı açılardan yaklaşabiliriz. Mesela eği­­tim hususunda Müslü­man­­lar­ın du­­ru­munu düşündüğü­müz­de diğer inanç toplu­lukları arasında maalesef en zayıf konumda ol­duk­larını görüyoruz. Keza, ha­pishane istatistiklerine ba­kıl­dı­ğında da,  mahpus Müslü­man sa­­yısı ile toplumdaki Müslü­man sayısı arasında dengesizlik ol­du­ğunu görüyoruz. Avrupa’nın Önyargısı: Tek Tip Müslüman Algısı Bununla beraber bu iki istatis­tikî veriyi anlamak için biraz da­­ha derine dalmak gerek: Me­­se­la, Müslüman topluluk­ların aynı zamanda ekonomik ola­­­rak (iyi okullara gitme ve dev­­let imkânlarından fay­da­lan­­ma noktasında) en zayıf ve yaban­cılaştı­rılmış topluluk­lar­dan oldu­ğu gerçeği şaşırtıcı olmaya­cak­tır. Bunun ötesinde, olumlu bir nokta, sosyal ve iktisadi şartlar­da hesaba katıldığında hakikatte Müslüman topluluklarda çok yük­­­sek oranda dikey bir sos­yal ha­reketlilik olduğu gözlen­mek­­te­dir (yani sosyal ve ikti­sadi ola­rak başladıkları nokta­dan yu­ka­rı doğru bir seyir izle­dikleri­ni gö­rüyoruz). Diğer bir incelik noktası da şu ki, Müslüman top­luluklar­da son derecede bir çeşitlilik söz konusu: Hindistan alt kıtasından Kuzey ve Gü­ney Afrika’ya, Türki­ye’ye ve İslami­ye­t’i seçen pek çok Avrupalı mühtedilere kadar dünyanın dört bir köşesinden Müslüman var burada. Bu ekstra faktör olan çeşitliliği dikkate aldığınızda, her bir (Müslüman) topluluğun kendi içinde farklı şartlar altında, kendi kültürel normları ve hatta farklı bir dini yaşayış tarzlarının olduğunu gö­rür­sünüz. Bu sebeplerden dolayı, İngiltere’de tek tip bir Müslü­man topluluğundan bahsetmek mümkün değildir ve detayları tetkik ettiğinizde görürsünüz ki müthiş oranda bir çeşitlilik vardır. Bu bizi, ikinci mevzumuz olan Müslümanlar Avrupa’da nasıl al­gılanıyor mevzusuna getiriyor. Fransa’daki Müslümanlar (ki ço­ğunluğunu Kuzey Afrikalı Müs­lü­manlar oluşturur) ile çoğunlu­ğunu Türklerin oluşturduğu Alman­ya’daki Müslümanlar ile yine tamamen özellikler taşı­yan İngiltere Müslümanları bir­birinden ayrılır. Ekonomi Kötüye Gittiği Za­man Suçlu: Göçmenler İşte bu çeşitliliği hiçe sayarak, ka­ba ve talihsizce bütün Müslü­manlar hakkında sanki hepsi aynıymış gibi konuşmak ve dahası yalan yanlış bilgilerle ve gafilcesine önyargı ve basmakalıp fikirlerle bütün bir topluluğu yar­gılamak modası var. Bunun da sebepleri çok: Birisi, şu eski has­talık - alışkın olmadığı azınlığa nefret besleme ve sevmeme has­­talığı (Kâtip Çelebi, kişi bil­me­diğinin düşmanıdır demiş). Di­ğer sebeplere gelince, bazı belli siyasi ve sosyal grupların kendi menfaatleri gereğince dikkati baş­­ka mevzulara çekmek için kas­­ti olarak saldırmalarıdır (Bir ül­ke­nin ekonomisinde işler ne za­man kötüye gitse, uç fikirlerde her zaman bir artış olur: İnsanlar, dikkatleri başka yere çekmek için genelde “diğer”i suçlar.) Özeleştiri Söylenmesi gereken diğer bir sebep de, Müslüman toplumun kendi hatası. Toplulukların en temel prensiplerinden bazıları sıkı çalışma, birbirlerine destek çıkma ve doğdukları veya yaşa­dıkları toplumlara bir değer katarak kendi kaderlerini elle­rinde tutmaları olmalıdır. Avru­pa’da Müslümanların nasıl algı­landıklarını bütün bütün kontrol edemeyiz, bu doğru ama en azından yapabileceğimiz en güzel şekilde kendimizi temsil etmeyi kesinlikle deneyebiliriz. Nesiller Arası Durum İngiltere’deki Müslümanların du­ru­mundan farklı olarak ve Müs­lü­manların Avrupa’da nasıl gö­rüldükleri ile ilgili olarak, bence burada daha ilginç sorular var. Belki de en ilginç olanı, “sıla” ile “gurbet” arasındaki iliş­ki­lerdir. Çünkü buralardaki Müs­lümanların çoğu dünyanın dört bir yanından bir zaman gel­miş göçmenlerin çocuklarıdır ve büyük bir etnik çeşitlilik söz konusu. Yine de, etnik ve kültürel olarak çeşitlilik çok olsa da aradan geçen birkaç nesil sonrasında bizler kültürel olarak biraz daha aynılaştık. Pek çoğumuz, “anadil”lerini konuş­maz ve yine pek çoğu sınırlı zaman aralıkları haricinde “ata mem­leket”lerinde bulunmamış­tır. Bu aynı zamanda Müslüman­ların evlerinde sıkıntılara sebebi­yet ver­mektedir. Şöyle ki, büyük­lerin ka­fasında “bizim memleket” algısı var iken, genç nesiller bu düşünce tarzını anlamazlar. As­lında bunlar gayet normal ve bundan gocunmamak gerek. Ak­sine her bir neslin kendine has imtihanları olduğu gibi ve im­kân­ları da bulunmaktadır. Bu cihetten duruma müsbet taraftan bakmakta fayda var. İslam nokta-i nazarından, pek çok durumda, eğer evde yaşanan İslam tamamen kültürel bir İs­lam ise, genç nesil ebeveynleri­nin kültürünü kaybettiğinde kültü­rel İslam’ı da netice itibariyle kaybeder. Bunun tam zıddı olan başka bir fenomen ise şudur ki, genç nesil evde ailenin sahip olduğu ve takip ettiği kültürel-İslam’a bütün bütün zıt bir İslamiyet’i öğrenir. Bu cidden bir fikirler anaforu, çatışmalar ve tezatlar yumağıdır; ama bir de şu tarafından bakalım, bu aynı zamanda bir zenginlik, özgürleşme ve aydınlanma tecrü­besi (olabilir). Benim şahsi müşa­hedatıma göre, İslam’ın sosyal fenomenleri genelde yine kimlik siyasetiyle alakalı. Avrupa’daki birçok Müslüman, içinde yaşadıkları toplumda ken­di­lerini yabancı olarak bulur­lar. İçinde yaşadıkları toplum ile bağlantı kurması zor olan Müslümanlar, bu yüzden aile­lerinin kültürü üzerinden da­ha geniş bir kimliğe aidiyet duya­bilecekleri İslamî bir hüvi­yete yer verirler. Avrupa’daki Müs­lümanlar görürler ki, İslami kimlik; içine doğdukları diğer kimliklerden daha üstündür ve bu yüzden İslami kimliklerine vurgu yaparak baskın Avrupa kül­türüne karşı, içinde yaşadık­ları bütün kimliklerden daha güçlü bir kimliğe sahip olacaklarını düşünürler.  Bunun zıddı bir durum da, hâkim kültüre yaranma adına kültürü terk etmek. İngilizlerin bir sözü var “Banyo suyuyla beraber le­ğendeki bebeği de fırlatıp atma.” İnsanlar sosyal ve kültürel âdet­lerini terk ettiklerinde kendileri­ni daha derin bir yabancılaşma içinde buluyorlar. Belki de bura­da anlamamız gereken anahtar tâbir, dengedir. İnsanın ebeveyninin âdetlerini ve kültürünü takip et­tirmesinde bir sıkıntı yok çünkü tam anlamasak da âdetler ve normalar bize bir âşinalık, manâ ve toplumbağı sağlıyor. Aslında benim bu makaleyle an­latma istediğim şey şu. İngiltere ve Avrupa’da etrafımızda çok şey­ler olurken en doğru davranışı seç­mek bazen zor olabiliyor. Yine de şunu hatırlamak lazım ki Rahman ve Rahim olana imanı­mız sayesinde ümidimiz var ve Müslümanlar inşallah doğru yol­ları seçecek.

Emre KAZIM 01 Aralık
Konu resmiKardeşim, Siz Bizi Bırakın, Siz Nasılsınız? Bu Ümmet Size Bakıyor
Mülakatlar

Mülakat:  İDSB Genel SekreteriMülakatı Yapan: Av. Ali KURT İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği’ni (İDSB) ve sizi tanıyabilir miyiz? İslam Dünyası Sivil Toplum Ku­ruluşları Birliği (İDSB) 2005 yı­lında bir başka çatı kuruluş olan Türkiye Gönüllü Teşekküller Vak­fı (TGTV) öncülüğünde kuruldu. “Değişen Dünyada Yeni Bir Vizyon Arayışı” başlıklı uluslararası bir toplantı tertip edildi. Türkiye’de­ki iki yüze yakın STK’nın bir araya gelerek oluşturduğu ve Hayrât Vakfı’nın da kurucuları arasında bulunduğu TGTV bir­lik beraberlik noktasında çok güzel bir örnek. Bu oluşumun bir benzerini İslam dünyası ça­pında da yapabilir miyiz mak­sadıyla dört yüze yakın STK temsilcisinin katıldığı şûrâda İDSB’nin kurulmasına karar verildi. Ön hazırlık olarak kaleme aldı­ğımız kuruluş tüzüğünde Birlik merkezi ve Genel Sekreterin han­gi ülkeden olacağı hususu boş bırakıldı. Katılımcıların reylerine sunuldu. Herkes ittifakla Birlik merkezinin Türkiye olmasına, Ge­nel Sekreterin de Türkiye’den seçilmesine karar verdi. O dö­nem aynı zamanda TGTV’nin de başkanı olan Sayın Necmi Sa­dıkoğlu Genel Sekreterliğe, biz de Hayrât Vakfı temsilcisi olarak Genel Sekreter Yardımcılığı ve Birlik Türkiye temsilciliğine seçildik. Hayrât Vakfı olarak birçok ar­kadaşımızla bu birliğin kurulma­sına ve süreç içinde gelişmesine ciddi destek verdik ve halen de vermeye devam ediyoruz. Elham­dülillah bugün itibariyle İDSB 52 ülkeden 264 STK’nın bir arada olduğu nitelikli bir kuruluş haline geldi. Son iki yıldır da Birlik Genel Sekreterliğini biz deruhde etmiş olduk. İDSB lafız itibariyle de mana itibariyle de çok kapsayıcı, şu andaki icrası cihetiyle durum nasıl, bundan bahsedebilir misiniz? İslam dünyası bugün tarihinde hiç olmadığı kadar birlik ve beraberliğe muhtaç. Tevhid dini­nin mensupları olarak bir ilah, bir peygamber, bir kitap ekseninde birçok ortak noktaya sahip ol­mamıza rağmen, son yüzyıldan bu yana kopmuş bir tesbihin taneleri gibi darmadağınık! Ümmet-i merhume yeni bir ruh ve diriliş muştusuna muh­taç. “İnanıyorsanız, en üstün siz­siniz” buyurdu Rabbimiz bize! Etrafımızdaki olumsuz şartlar­dan şikâyet etmeye bedel, kendi dinamiklerimizi yeniden tesis et­meye ve teker teker tüm değer­lerimizi tekrar ihya etmeye mec­bur olduğumuz günlerdeyiz. Doğrudur, önümüzde çok prob­lemler var ama bunların hiçbiri çözümsüz değil. Çıkış yolunu açacak olanlar yine biziz. İDSB bu eksende birçok faali­yete imza attı. Birçok uluslararası konferans ve toplantılar icra edil­di. Ortalama her dört ayda bir konsey toplantımızı üye ülkelerden birinde, önemli bir sempozyum eşliğinde yapıyoruz. Yılda iki kez biri içerde, biri dışarda gençlik buluşmaları tertip ediyoruz. İnsanî yardım alanında faaliyet gösteren STK’larımızla beraber İn­sani Yardım Platformunu oluş­turduk. Başbakanlık Afad, Kızı­­lay, Diyanet Vakfı, Memur-sen, Hak-iş gibi kurumlarımızla işbirliği halinde Suriye’ye yönelik “Bir ekmek bir battaniye” ve “Sana ihtiyacım var” başlıklı yardım kam­panyaları düzenledik.  Or­ta Afrika Cumhuriyeti’nden Çad ve Kamerun’a sığınmak zo­runda kalan kardeşlerimize uçak­larla yardım malzemesi gön­der­dik. Hayrât İnsanî Yardım Derneği’miz de bu faaliyetlerde etkin olarak rol aldı ve almaya devam ediyor. Nasip olursa yaklaşık iki ay sonra “Değişen dünyada bireyler arası etkileşim ağı olarak Aile: Şefkat, Nezaket, Hürmet, Paylaşım” baş­lığıyla uluslararası bir konferans daha düzenleyeceğiz. Yirmiye ya­­kın ülkeden aile bakanının ka­tılmasını planladığımız bu kon­ferans sonunda, aile politikaları­na ışık tutacak güzel bir sonuç alacağımızı ümit ediyoruz. Genç İDSB olarak “İslam Dün­yasında Neler Oluyor?” başlığı altında Afrika ve Balkan Okuma­ları, Enerji Politikaları Okumaları, Kriz Bölgeleri Çalışmaları gibi farkındalığı artırıcı çalışmalar ya­pı­yoruz. Ülke Masaları çerçe­ve­sinde İslam Dünyasını tanıta­cak nitelikli bir network oluşturmayı hedefliyoruz. İDSB’nin en önemli hedefi nedir? Üç elif ayrı ayrı olsa üç kıymeti var. Ama aynı üç elif yan yana, bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, yüz on bir kuvvetinde ve kıymetinde olur, diyor Üstad Bediüzzaman Hazretleri. Bu ümmetin himmet ehli fert­leri aynı maksat, aynı hedef is­tikametinde bir araya gelmek, tesbihin iki ucunu yeniden bir­leştirmek ve bu elifleri yan yana dizmek zorunda. Çünki ittihad-ı İslam her zaman olduğu gibi, hususan bu devirde farz bir vazifedir. Jakarta’dan İs­tanbul’a; Astana’dan Bağdat’a, Şam’a; Mekke’den, Medine’den Kahire’ye, Trablusgarp’a, Dar-ı Beyza’ya uzanan muhteşem bir medeniyetin varisleri, kendilerine tevdi edilen emanete tüm olum­suzluklara rağmen işte bu ruhla elhamdülillah sahip çıkıyorlar. Suni sınırlara bedel, buram bu­ram kardeşlik kokan kendi kültür coğrafyasının tüm dünyayı kuşa­tan ihtişamlı ihatasının idrakiyle bir araya geliyorlar. Ala rağm-i unufihim! Tüm şer odaklarına rağmen, temenni edi­yo­ruz ki Cenab-ı Hak bizleri bu birlik ve beraberlikte muvaffak kılsın. İslam Dünyası Sivil Toplum Ku­­­­ruluşları Birliği (İDSB) iş­te bu is­tikamette şekillenen bir him­­­met hareketidir. Bir tev­hid sefer­berliğidir. Bu coğ­rafya bir­birini tanımaya, birlik­te sür­­­dürülebilir projeler geliştir­me­ye, kendi bah­çesine sahip çık­maya, kendi gele­ceğini kendi ta­yin etmeye hem muhtaç, hem mecburdur. Peki, size göre İslam dünyasının en önemli problemleri nelerdir? Bediüzzaman Hazretleri bu su­ali cehalet, fakirlik ve ihtilaf ola­rak cevaplıyor. Gerçekten de bu­gün önümüzdeki en büyük problem­ler bunlardır. Günümüz konjonktüründe ulus­lararası güç odakları; daha kü­çük parçalara bölünmüş, zayıf ve dış etkilere olabildiğince açık bir coğrafya dizayn etmek isti­yorlar. Kendi aralarında Sykes Picot emsali anlaşmalarla ve kendi oluşturdukları haritalarla zenginliklerimizi paylaşmak, bil­hassa enerji ve hammadde kay­nak­larına ve koridorlarına dile­diklerince hükmetmek istiyorlar. BM Güvenlik Konseyi’ndeki da­i­mi beş üye, tamamen şahsi men­faatlerine dayanan bir yak­laşımla yeni dünya düzeni oluş­turdular. Ve bu yapılanmanın en büyük mağduru ve hedefi de maa­lesef İslam Dünyası oldu. Bir Hifulfudul’ü düşünün. Resul-ü Ekrem (asm)’ın nübüvvetten son­ra bile “Bugün olsa yine destek­lerdim.” dediği mazlumların ya­nında dimdik duran yapı nerede, uluslararası haksızlıklara çanak tutan BM nerede? Hususan hilafetin sona erme­siyle başsız ve dağınık kalan coğ­rafyamızın önündeki en büyük sıkıntı, aramızdaki birlik ve bera­berliği temin edememektir. Bu kadar zengin kaynaklara sahip olmamıza rağmen fakir kalan insanlarımız, ancak kuvvetli bir ameliyat-ı fikriye ile, ciddi ve ni­telikli bir eğitim hamlesiyle ken­dini toparlayabilir. İslâmiyet tevhid dini olmakla her alanda bir olmayı, bü­­tün olmayı emrediyor. Hâlbuki Müs­­­­lümanlar arasındaki du­rum tam tersi gözüküyor. Bu­nun sebebi nedir? Asr-ı Saadet’ten bu yana, 14 asır devam eden bu sürecin yaklaşık 12 asrını bizim medeniyetimiz lider olarak götürdü diyebiliriz. Fakat her kemalin bir zevali var. Ve kabul edelim ki bu bir sünnetullah. Biz istikameti kay­bettik ve bizi biz yapan değer­lerden uzaklaştık. Araçlar amaç oldu. Silkinip kendimize gelmek istedik ama olmadı. Sanayi İnkı­labı’yla hamle yapan Avrupa me­de­niyetini gecikmeden yaka­la­yalım diye gönderdiğimiz ço­cuk­lar ‘Jöntürk’ olarak batının medeniyetiyle değil, sefahetiyle geri döndüler. Tabi burada aslında kader-i İlahi hükmünü icra etti. Siz ne kadar neyi arzu etseniz de meşiet-i İla­hiye hâkimdir. Dünya böyledir. Kâr-zarar deveranı içinde geçiyor hayat, yeknesak değil. İnsanların hayatı böyle olduğu kadar, top­lumların hayatında da bu iniş çıkışlar var. Ve derken akıllara zarar kararlar alındı. Hilafet ipi koptu, İslam Dünyası’nda herkes bir tarafa savruldu. Hepsi birer imtihan tabi. Cenab-ı Hak bizleri bazen varlıkla, bazen yoklukla imtihan eder. “İşte bu günler (öyle günlerdir) ki, onları insanlar arasında evirir çeviririz. Tâ ki Allah, îmân eden­leri ortaya çıkarsın ve içinizden (bu uğurda can veren) şehîdler (ve yaptıklarınıza şâhidler) edinsin!” buyuruyor Rabbimiz. Bize dü­şen, içinde bulunduğumuz şartlar içinde kendi imtihanımızı vermek olmalıdır. Her hükmün illeti o işin kader boyutudur. Hikmet ekseninde sebebine gelince: Bize genel an­lamda bu son dönemde altı has­talık bulaştı. Hz. Üstad’ın bir asır evvel Cami-i Emevi’de verdiği hutbeyi hatırlayınız. En birinci hastalık yeis, yani ümitsizlik diyordu aziz Üstadımız. Ümidini kaybeden, peşinen mağ­lup olmuş demektir. Olabilir, ba­zen zor durumlara düşebilir in­san­lar, toplumlar. Ama nasıl tav­sif ediliyordu sahabenin önde gelen kahramanları: “Mağlubiyeti kabul etmeyen kumandanlar!” Bizler Müslümanları birbirine bağ­layan o manevi bağları unut­tuk. Muhabbete bedel, düşman­lık tohumları serpildi aramıza.                 “وَلَا تَنَازَعُوا” “Birbirinize düşmeyin!” emrine uymadık, “فَتَفْشَلُوا” “Gev­şer­si­niz!” tokadını yedik. Bizi ka­nat­­lan­dıran rüzgarımızı söndür­dük. Ve bu ma’rekede en önemli me­zi­yetimizi, sıdkı, doğruluğu kay­bet­tik. Halbuki bizler Mu­ham­medü’l-Emin olan bir pey­gam­berin ümmetiyiz. İmanın bi­ta­mamiha sıdk, küfrün ise bütün meratibiyle kizb, yalan oldu­ğunu unuttuk. Haliyle tem­sil kabiliyetimizi yitirdik. Bizi görenler bizde dirilmeliydi ama maalesef ef’alimizle gösteremedik İslam’ın güzelliğini. Hâlbuki Efen­dimiz (asm)’ı görenler, “Bu yüzde yalan ve hile olamaz” di­yerek, sadece onu görmekle ima­na geliyorlardı. Sıdkı kaybeden bir insan çok değerini inkâr etmiş demektir. Onun için tüm himmetini, üm­mete bedel, kendi nefsine sarf eden bir toplum olduk. Haliyle bu arızadan da kendi menfaatini merkeze alan diktatörler ve istibdad rejimleri çıktı. Baba Esed’den Beşşar Esed’e olduğu gibi, Mısır’da, Irak’ta, hatta kendi memleketimizde ve daha birçok bölgede olduğu gibi yıllarca devam eden bir istibdat altında, meziyeti olan insanlar kendi kemalatlarını gösterebilecek bir zemin bulamadı. Bu ümmet bu çerçevede hata­sından dönerek kuvvetli bir tevbe etmeli ve kendi değer yargılarına rücu etmelidir. Yiğit düştüğü yer­den kalkar. Tedavinin ön şartı doğru teşhistir. Temenni edi­yoruz ki Cenab-ı Hak bize çıkış yolumuzu göstersin ve kalplerin sahibi bu doğrularda kalplerimizi mutmain kılsın. Bize düşen kavli ve fiili duaya devam etmek, ümidimizi canlı tutarak o yolda çalışmak olmalıdır. Kabul edecek olan odur. Ona ağır gelecek hiçbir şey yoktur. Bulunduğumuz coğrafya Os­man­­lı döneminde merkez ola­rak İslam âleminin ağabeyi, orga­nizatörü pozisyonunda idi. Şu an diğer İslam ülkelerinin Türkiye’ye bakışı nasıl? Suriye sıkıntısı biliyorsunuz dör­düncü yılına girdi. Bir toplantıda Suriyeli bir âlime hatırını sor­dum. Bana “Kardeşim, siz bi­zi bırakın, siz nasılsınız? Bu ümmet size bakıyor” dedi. Bu tüyler ürperten beklentiyi teyid eden birçok örnekle kar­şı­laşıyoruz. Ama kaderin cilve­leriyle şekillenen levh-i mahv ü isbatta her şey aslına rücu eder, bu bir kuraldır. Bu topraklar da elhamdülillah kendi kültür kod­larına geri dönüyor. Bu millet bir asra yakındır fiili olarak dua etti ve Cenab-ı Hak hamden lillah bu duayı kabul etti. Bu günler, bir sebep değil, sonuçtur. Yapılan onca fedakârlıkların, duaların, bu uğurda ödenen bedellerin, nice isimsiz kahramanların bir meyvesidir. İnanıyoruz ki istikbal daha da güzel olacak. Efendimiz (asm) “Ümmetimden bir taife hak üzere kaim olma­dıkça kıyamet kopmayacak!” bu­yur­du. O ne söyledi ki çıkmadı. Ve yine buyurdu ki “Nasılsanız, öyle idare olunursunuz!” Demek çözüm, ne kadar olmakta de­ğil, nasıl olmakta. Her şey, la­yığını bulur. Bu uğurda ya­pı­­lan hiçbir hizmet küçük değil­dir. Kemiyet değil, keyfiyet önem­lidir. Hiç bilinmedikleri ve görü­şülmedikleri halde gizli birer ku­tub gibi Allah katında makbul, ağzı dualı ne kullar var! Allah her şeyi hakkıyla görendir, işitendir. Dualara icabet edendir. Tevfik ve muvaffakiyet sadece ondandır. Yine bir başka âlim dedi ki: “İslam dünyasında dört başkent var ki, oralar rahat olduğunda bu ümmet rahat etti. Şam, Bağdat, Kahire ve İstanbul. Bugün ilk üçü kan ağlıyor ve bu ümmet dördüncüsüne dua ediyor.” Tes­biti görüyor musunuz? Tabii burada bize düşen esbabına riayettir. Bu ise fiili duadır. Tür­kiye bugün Avrupa’nın ifadesiyle “Yeni Osmanlı” olma yolunda. Bu coğrafyaya elhamdülillah tek­rar ağabeylik yapıyor. Sadece Su­ri­ye’ye şu son üç yılda yapılan yardım, 4,5 milyar dolar. Soma­li’ye 82. vilayetimiz gibi sahip çıkıyoruz. Türkiye insanî yar­dım sıralamasında dünyada dör­düncü sırada. Gayrisafi mil­li hasılasına nispetle yapılan yar­dım noktasında dünya birincisi. Sadece insanların sadakası olmaz, devletlerin de olur. Ve onun da bire on, bire yüz bereketi olur. Allah hiçbir fedakârlığı kar­şı­lıksız bırakmaz. Ekonomik geliş­meleri sadece maddi kriterlerle açıklamaya çalışmak doğru mu­dur? Türkiye bazı noktalarda yalnız da kalsa, o duruşunu bozmuyor. Ama bu duruş, dün­yanın her tarafında tüm Müs­lümanların kalbinde ma’kes bu­luyor, namütenahi şükürler olsun. Bir örnek daha vermek istiyorum. Bir işadamları gurubumuz Tu­nus’a gittiler. Kendilerini orada Ticaret Bakanı ağırlıyor ve di­yor ki: “Ben Zeynel Abidin bin Ali döneminde müebbet hapse mahkûm olmuştum. Hüc­re hapsindeydim. Bizim için her şey bitmişti. Bir gün hücremde işittim ki, Türkiye’de kardeşlerim iktidar olmuşlar. Birden canlandım ve dedim ki, o zaman ben buradan çıkarım!” Ve bu arkadaş, Gannuşi hükü­metinde Ticaret Bakanı olarak arkadaşlarımızı ağırlıyor. Ama çı­tayı nereye koyduğuna bakar mısınız? Bu coğrafyanın her ta­rafında bu bakış açısı var. Ve bu da bize bir misyon yüklüyor. “Hani benim balonum, elmalı şekerim?” basitliklerinden kurtulmak zo­runda­yız. Önümüzde muazzam bir dava var. Bizler himmetimizi ümmetimiz büyüklüğünde tut­mak zorundayız. Allah bizlere bu bakış açısını ihsan etsin. Geçmişte hilafet kurumu Müs­lümanları bir arada tutuyor, onlar için bir güç teşkil edi­yordu. Şimdi ise bu alandaki boşluktan terör faaliyetleri ya­pan guruplar nemalanmaya ça­lışıyor. Müslümanları bir arada tutacak böyle bir kurum için nasıl bir adım atılmalıdır? Bir korku filmi düşünün, kor­kunç ses efektleriyle insanı ürkü­ten bir film. Ve aynı filmi bir de sesini kısarak seyretseniz, bırakın korkutmayı, size komik bile ge­lebilir. Kitle iletişim araçlarının alabildiğine şer odaklarının kont­ro­lünde olduğu bir dünyada ya­şı­yoruz. Dezenformasyon ina­nıl­­maz boyutlarda. Habbeyi kub­be yapmakta ve bir işi ters yüz etmekte ciddi maharetleri olan bir algı yönetimi ile karşı karşıyayız. İşte bu noktada bizim coğrafya­mızı baskı altında tutmak adına, ellerindeki imkânlarla, aramızda en radikal ve yönlendirilebilir, cahil buldukları unsuların önü­nü açıyorlar. Onları sevdiklerinden veya beğendiklerinden değil. On­larla bizi ilzam etmek istiyorlar. İslam bu diyorlar, dünya kamu­oyunu korkutuyorlar. IŞİD gi­bi yapılar, nasıl bizi temsil edebilir? İslam, suçlu suçsuz ayırt etmeden kafa kesme, toplu infaz dini midir? Efendimiz (asm) cihada memur idi, ama düşmanları bile ona saygı duyardı. Boko Haram gibi, Husi gibi, Hizbullah gibi aşırı unsurlar maalesef malum medya organları tarafından reklamları yapılarak dünya kamuoyuna servis ediliyor. Ve bir algı yönetiliyor. Hem haksızlığa maruz kalan biziz, hem suçlanan ve itham altında bırakılan da biz oluyoruz. İslam sulh ve selamet, emniyet dinidir. Rahmet dinidir. İnsanlığın muh­taç olduğu nefes biziz. Gittikçe dinden uzaklaşan Avrupa, eski taassubundan kaynaklanan ref­leks­lerini bırakmıyor, İslam Dün­­­-yası’nı tehdid olarak algılıyor. Huntington medeniyetler çatış­masını nazara verirken aslında kendi kültür anlayışlarını orta­ya koyuyordu. Başkasını yut­mak­la beslenen, diğerlerine düş­man­lıkla devam eden bir me­­deniyet yaklaşımına be­del, cidali değil, muaveneti, yar­­­dımlaşmayı esas tutan bir Kur’an medeniyetine sahibiz biz. Ana gövde zayıflayınca, haliyle ortalığı çeşit çeşit mikroplar kaplar. İslam dünyası bu hastalıkları bertaraf edecek temel dinamik­lere sahiptir. Unutmayalım ki                                                             “اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلٰى عَلَيْهِ” bir kaidedir. Hak öylesine üstün­dür ki hiçbir zaman mağlup olmaz. Nitekim ellerindeki o kadar imkâna rağ­men istedik­leri sonuçları tam olarak alabil­diklerini söyle­yeme­yiz. Gelecek göreceğiz, ne günlere gebe! Mevla görelim neyler, ney­lerse güzel eyler! Onlar tuzak kuruyorlar ama Allah, Hayru’l-makirin’dir. Türkiye’nin devlet olarak bölge­de yapmış olduğu çalışmalara STK’lar ve halkın ne gibi des­tekleri olabilir? Bizler neler yapmalıyız? Sivil toplum çağımızın yükselen değeridir. Diplomatik faaliyetler temelde halk tarafından benim­senip, desteklenmedikçe güdük kalmaya mahkûmdur. Bu konuda sivil topluma ciddi sorumluluklar düşüyor elbette. Hz. Ömer Efendimiz halife ol­du­klarında, cemaate bir yanlış­lığını görürlerse ne yapacaklarını sordu­ğunda, “Seni bu kılıcımızla doğrulturuz ya Ömer!” cevabını aldığında, Allah’a hamd etmişti. İşte gerçek sivil inisiyatif budur. Bir yanlışlık karşısında önce eliyle, olmadı diliyle müdahale eden, daha olmadı kalben buğz eden bir yaklaşım. Bizler her gün bir defa Vitr na­mazlarında dua ediyoruz ve diyo­ruz ki “وَ نَخْلَعُ وَ نَتْرُكُ مَنْ يَفْجُرُكَ” “Ya Rab! Biz, sana isyan edeni iktidarından indirir ve onu terk ederiz.” diye söz veriyoruz Rabbin huzurunda. Dinimiz bize fert fert bu sorumluluğu yüklüyor. Şunu unutmayalım ki en kü­çük dairede en büyük sorumlu­luğumuz var. Daire genişledikçe azalan bir mesuliyet bu. Öyleyse kendi ailemizden başlayarak ya­kın çevremizde ve giderek genişle­yen haleler içinde bizim en önemli görevimiz önce nefsimize, sonra başkalara hakkı tebliğ olmalıdır. Bizler hakaik-ı İslamiye’nin güzel­liğini yaşantımızla göstermek zo­rundayız. Tevhid dininin mensuplarına ih­tilaf yakışmaz. Efendimiz (asm)’ın kendilerini “Tek bir ümmet, tek bir millet” olarak tanımladığı bu muazzam medeniyetin mirasçıları bu birlik beraberliği temin etmek zorundadır. Kişi himmetine göre kıymet alır. Bizler bu ahir zaman fitnesi içinde gayrın kemalatını kendimize hedef tutmalıyız. Biz­ler milyonlar fedakârlara muhtaç bu emaneti yüklenmeli, karar kav­şaklarında şahsi menfaatimizi de­ğil, diğerkâmlığı esas tutmalıyız. Hüsrev Efendi üstadımız sohbet­lerinde, “Biz şahsi kemalatımız­dan öte, nev’imizin kemalatı için çalışmalıyız. Bu ümmet nereye, biz de oraya” dermiş. Bu eksende yapılan çalışmalara her ölçekte destek vermeliyiz. En değerli nakdimizin ve en kıymetli vaktimizin bu uğurda bu yola sarf edilenler olduğunu unutmamalıyız. Bunları yaparken tek maksadımız rıza-yı İlahi ol­malı, gayra kulak asmamalıyız. Hususan böylesine ehemmiyetli bir davanın mirasçıları, daha da dirayetli davranmak zorundadır. İDSB olarak hem ülkemiz hem dünya Müslümanlarına ver­mek istediğiniz mesajlarla mü­lakatımızı tamamlamak isti­­yoruz, neler söylersiniz? İDSB bir birlik projesidir. Bizler bir binanın taşları hükmündeyiz. Gayemiz, İslam dünyası sivil top­lum kuruluşları arasında sür­dürülebilir gelişim, birlik ve koor­dinasyonu temin etmek; tüm dünyada adalet, barış ve istikrar ortamının gerçekleşmesine katkı­da bulunmak; bireylerin ve top­lumların temel hak ve özgür­lüklerini korumak; İslam kültür ve değerlerinin tanıtılmasına yö­ne­lik faaliyetlerde bulunmaktır. Bu hedefleri inşallah hep bera­ber elbirliğiyle gerçekleştireceğiz. Mevla bu kutlu yolda yardım­cımız olsun. Muhterem Ali Bey, vakit ayır­dığınız ve böyle önemli bir konuda bizlerle kıymetli bil­gileri paylaştığınız için teşek­kür eder, hizmetlerinizde mu­vaffakiyetler dileriz.AC

Mülakatlar * 01 Aralık
Konu resmiBatıda Bulunmayan En Önemli Avantajımız: Dinamik Gençlik*
Mülakatlar

Mülakat: Bülent YILDIRIM İHH BaşkanıMülakatı Yapan: Metin UÇAR Bülent Bey, her ne kadar her­­­kes tanıyorsa da sizi ve İHH’yı bir de sizin dilinizden tanı­yabilir miyiz? İHH’yı nasıl ta­nımlıyorsunuz? 1967 yılında Erzurum’da doğ­dum. İstanbul Hukuk Fakül­tesini bitirdikten sonra gerek gençlik çalışmalarında ve gerek­se insani yardım alanında aktif olarak arkadaşlarımızla çalış­ma­ya başladık. İHH, bizim haya­tımıza dair hedeflerimizi ve hiz­metlerimizi gerçekleştirmek üze­re kurduğumuz en önemli mesa­jımız. Hepinizin bildiği gibi 1990’lı yılların başı tüm dün­yada büyük değişimlere ve kırılma noktalarına şahit ol­muş­tu. İdeolojik yapılara da­yanan büyük güçler çökerken, Avrupa’da yeni devletler ortaya çıkmış ve bu yeni düzende Müslümanların rolü büyük oranda tartışılmaya başlanmıştı. Bu tartışmalar sırasında yapılan vurgu her zaman İslam’ın ye­ni bir tehdit olduğu yönün­deydi. Komünist bloktan kopan her ülke derhal Batılı sisteme entegre oluyor ve bağımsızlık­ları derhal tanınıyordu. Böylesi bir ortamda bağımsızlığını ilan eden Avrupa’nın tek Müslü­man ülkesi Bosna-Hersek ise farklı bir algıyla karşılandı. Bos­na’nın bağımsızlığını tam olarak kabul etmeyen bölgesel güçler, Sırp saldırıları üzerine sessiz kalmayı tercih etmişti. Yaşanan bağımsızlık süreci ve sonrasındaki haksızlıklar bi­zim gibi henüz üniversite yıl­larındaki idealist gençler için bir yanda ümitleri yeşerten ama öbür yanda uluslararası bir ikiyüzlülüğü görmemizi sağla­yan etki uyandırdı. Bosna sa­vaşı, Avrupa’nın ortasında bü­yük bir Müslüman katliamını beraberinde getirdi. Biz de böylesine galiz bir ikiyüzlülük kar­şısında yapabileceğimiz bir şeyler olduğuna inanıyorduk. Bir­kaç arkadaş çevremizdeki es­nafı ziyaret etmekle işe başladık. Onlardan gönüllü olarak topla­dığımız yardımları savaşın orta­sındaki Müslüman Bosna hal­kı­na taşıdık. Ondan sonra Çeçenis­tan, Kosova, Afganistan, Filistin, Somali derken bir bakmışız tüm İslam dünyası bizim ilgi alanımız haline gelmiş. Siz bu yardım faaliyetleri ve­silesiyle İslam coğrafyasının hemen hemen her tarafını do­laşıyorsunuz. Size göre İslam âleminin en önemli problemi ve ihtiyacı nedir? Yukarıda değindiğim gibi, baş­langıçta devletin dışında “insani yardım kuruluşu” diye bir kon­septin kabul ettirilmesi bile bü­yük bir sorun oldu. Örneğin en basitinden mültecilere iliş­kin düzenlemeler Soğuk Sa­vaş döneminde hazırlanmış ya­sal metinlere dayanıyordu. Siz kalkıp ülkenize mülteci ola­rak sığınmış olan insanlara mev­cut mevzuat gereği yardım yapa­mı­yordunuz. Yasal mevzuattan kaynaklanan bu tür sıkıntılar bir yana, karşılaştığımız en ciddi sıkıntı yurt dışına ve özellikle de Müslüman coğrafyalara açı­lımla ilgiliydi. Birçok bölgeye ilk defa ayak basıyorduk. Ora­daki insanları tanımak, ihti­yaç­larını anlamak ve bir güven köp­rüsü kurmak çok zor ol­du. Yakın coğrafyalar bu işin sağ­lanmasında kolaylaştırıcı oldu ama örneğin dünyanın öbür ucundaki Moro, Mozambik, Bre­zilya vb. Müslümanlarını ya­şa­dıkları coğrafyada ziyaret et­mek, onlarla kalıcı bağlar kurmak hem heyecan vericiydi hem de oldukça sıkıntılı bir süreç idi. Bizden sonra bu coğrafyalara birçok yapı ve kuruluş ayak bastı ama emin olun bu ziyaretlerin kolaylaştırılmasında İHH’nın rolü büyük oldu. Şimdi bir­çoğuna gitmek Türkiye’nin bir iline gitmek kadar kolay ol­du. Eskiden kurulmuş ilişkiler sayesinde hemen her ülkede tanıdık güvenilir bir insan bul­mak çok kolay. İslam dünyasının genel sorun­larından bahsedecek olursak, en başta eğitim geliyor. İslam dün­yasında okur-yazarlık ora­nı çok düşük. Özellikle İslam ülkelerinde kadınların büyük bö­lümü okuma yazma dahi bilmiyor. Bunun yanı sıra, yükseköğrenim imkânları da kısıtlı olduğu için binlerce Müslüman evladı daha iyi okumak üzere Batılı ülkelere göç etmek ve daha sonrasında oralarda yerleşmek zorunda ka­lıyor. Bu da İslam dünyasından Batıya büyük bir beyin göçü anlamına geliyor. Bir diğer sıkıntı tabi ki, fakir­lik. Bir yanda sömürge yönetimleri­nin halen sürmesi öte yanda yolsuzluklar milyonlarca insanın fakirliğinde temel sebepler. Bu konuda büyük bir farklılık oldu­ğunu da hatırlatalım. Örneğin bir Kuveyt’te fakir bulmanız zor ama Burkina Faso’da durum tam tersi. İşgaller, etnik ve mezhebi sebep­lere dayalı çatışmalar bugün İs­lam dünyasının diğer bir önemli sorunu. Bu konuda ne yazık ki, arada büyük güvensizlik duvarları var ve taraflar birbirleri ile bir araya gelip konuşmak yerine, di­ğerini yok etmeye çalışıyor. İslam coğrafyasında sosyal du­rum hakkında neler söylemek istersiniz? Aileler, çocuklar, in­sanlar ne durumdalar? İslam dünyasına baktığımızda olumlu ve olumsuz yönleri aynı anda görmeye çalışmalıyız. Bu dünyada tamamen karamsar bir görünüm olmadığı gibi, her şey güzel gidiyor değil. Olumlu yönlere baktığımızda bilinci her geçen gün artan dinamik bir gençlik görüyoruz. Bu idealist gençlik, Batıda bulunmayan en önemli avantajımız. Yine dünyanın içinde bulunduğu sıkıntılı süreçte Müslümanların seslerinin her zamankinden fazla duyulmaya başlaması da olumlu bir alternatif olarak herkese hitap ediyor. Bunları çoğaltmak mümkün. Ama buna karşın İslam dünyasında birçok bölgede eğitim ve maddi imkânların düşük olması halen ciddi bir sorun. Davetçilerin ve manevi liderlerin varlığına rağmen, ahlaki yozlaşma riski her zamankinden daha fazla görünüyor. İletişim imkânları­nın çoğalması, aile yapılarındaki dejenerasyonu kolaylaştırıyor. Yetimlerle ilgili çalışmalarınız var. Bu çocuklar bulundukları bölgelerde aynı zamanda mis­yonerlerin de hedefinde midir? Bölgede bu anlamda durum nasıl, izah edebilir misiniz? Yetimler konusunda Türkiye’de bir çığır açtığımıza inanıyorum. Yardım için bölgelere ilk defa gittiğimizde en mağdur kesimlerin yetimler olduğunu gördüğümüzden onlara özel bir çalışma yapmayı planlamıştık. İşin içine biraz daha derin dalınca çok farklı boyutlar ortaya çıktı. Onların sadece maddi olarak desteklenmesi sorunu çözmeye yetmiyor. Onların zihinsel ve manevi gelişimleri çok daha önemli. Özellikle savaş ve afet bölgelerindeki yetimler, tamamen sahipsizdi. Onların bu durumunu istismar etmek isteyen sadece misyonerler değil. Değişik mafya-vari yapılanma­lar da kurbanlarını bu çocuklar arasından seçiyor. Bu nedenle yetim konusu deyince işin içine çok sayıda faktörü katmanız gerekiyor. Bölgenin bu halde olmasında bölgenin yaşayanları olan Müs­lümanların da sorumlulukları olsa gerek. Bunlar nelerdir ve bu konuda neler yapılmalıdır? Bölgemizde yaşanan savaş, işgal ve iç çatışmalar tek yanlı oluşumlar değil. Yani sadece Batı ya da İsrail bir takım işleri planladığı için bunlar yaşanıyor değil. Bilakis, sorumluluğun büyük kısmı şer güçlere bu bölgede operasyon imkânı veren bizim kendi insanlarımız. Birbirlerini alt etme inadı, dış güçlere uygun zemin hazırlıyor. Suriye’deki krizin bu kadar uzamasının en önemli sebebi Ortadoğu’daki ülkelerin birbirleriyle bir masaya oturup konuşamaması ya da konuşsa bile görüşünü karşı tarafa dayatma hastalığı. Bizler sivil toplum olarak en azından toplum düzeyinde bu kopuklukları giderebiliriz diye düşünüyorum. Yapay sınırlara dayalı düşmanlıklar yerine, yeni dostluklar sivil toplum eliyle kuruluyor. Medyadan öğrendiğimiz ka­darıyla Ortadoğu İslam coğ­rafyası üzerinde adeta üçüncü dünya savaşı yaşanıyor. Hari­talar yeniden çiziliyor. Bütün hadiselerin arkasında yeni çı­kar düzeni kurma faaliyetleri var. Bu durumdan bölge hal­kının asıl etkilendiği taraflar nelerdir ve bu konuda çözüm anlamında ne gibi çalışmalar yapılıyor? Osmanlı sonrasından itibaren 100 yıldır Ortadoğu’da sınırlar sürekli değişiyor. Bundan sonra da devam edecek gibi görünüyor. Batılılar kendi çıkarları doğrul­tusunda bu bölünmeyi artırmaya gayret ederken, bölgemizdeki zalim rejimler onlarla işbirliği halinde. Arap Baharı denilen süreç bu yönüyle toplumsal kesimlerin yaşananlara bir isyanı gibiydi ama darbeciler kısa sürede Batıdan aldıkları destekle bu kazanımları gasp ettiler. Irak ve Suriye gibi etnik ve mezhebi gerilim alanları da bölgenin geleceğini tehdit eden en ciddi konular. Burada sadece bir iktidar mücadelesi yaşanmıyor, bundan daha önemlisi değişik etnik ve mezhebi unsurlar arasında bir varoluş mücadelesine dönüştü. Bu tüm İslam dünyasındaki iç barışı tehdit ediyor. Bunun çözümü, cahil bir şekilde bazı fikirlerin arkasına takılıp fanatizm yapmak yerine, mutedil İslami anlayışı yaygınlaştırmaktır. İhvan’ın yasaklanmasında gördü­ğü­müz gibi, böylesi bir anlayış sadece Batılıları değil diktatörleri de en fazla rahatsız ediyor. Sıkıntı çeken Müslüman kar­deş­lerimize nispetle rahat olan biz Müslümanlara buradan ver­­mek istediğiniz mesajları­nız var mı, nelerdir? Tabi ki, herkes gücü ve imkân­ları oranında yardımcı olacaktır. Pey­gamberimizin dediği gibi, bunun farklı yolları olabilir. Elle, dille ya da kalben buğz ederek kardeşlerimizin sıkıntılarının gi­derilmesine çaba harcayabiliriz. Her birimiz kardeşlerimizin der­dini kalbimizde hissetmeliyiz. Dünyanın farklı bir yerinde kardeşlerimiz acı çekiyor diye bizler de hayatı kendimize zin­dan yapmak zorunda değiliz. Kastettiğim onların dertlerinin giderilmesi için elimizdeki im­kânları kullanıyorsak o zaman sorumluluklarımızı yerine getir­mişiz demektir. Vakit ayırdığınız için teşekkür eder, hayırlı çalışmalar dilerim. Sizlere ve okuyucularınıza da ben teşekkür ediyorum.

Mülakatlar * 01 Aralık
Konu resmiMeşveret Kültürünün Yerleştirilmesi, Sivil Toplumun Güçlendirilmesi
Kültür ve Medeniyet

Farkında olmak ve devamını ge­tirmek zorunda olduğumuz önemli bir konu var ki o da, “Asya kıtasının ve istikbalinin keş­şafı ve anahtarı olan ‘şûrâ’dır.” Şûrâ, Meşveret Nedir? Meşveret, müşavere, danışıp işa­ret almak, yani karşılıklı rey ve görüş almak demektir. Toplanıp meşveret eden bir cemaatin teş­kil ettiği o güzel meclise de şûrâ denilir. Çeşitli görüşlere baş­vur­mak suretiyle doğruyu elde et­mek, muhtelif çiçeklerden fark­lı zenginlikler, rayihalar, birbirin­den güzel renkler ve tatlar taşıyan incelikleri alıp işledikten sonra ortaya konan balı kovandan al­mak gibidir. Bir el başka ele kuvvet verdiği gi­bi, akılların birleşmesi de her şeyi etraflıca görmeye imkân tanıyan ortak aklı insanlığın hizmetine sunar. Rabbimiz, Kur’an-ı Ke­rim­’de meşverete yönlendirmiş ve şöyle buyurmuştur: “İş husu­sunda onlarla müşavere et!”      (Al-i İmran 3/159) “Onların işleri aralarında istişare iledir.” (Şura 42/38) İstişarenin Lüzumu Peygamber Efendimiz (sav) bu emirlere uyarak her konuda is­ti­şareyi esas tutmuş, Bedir’de Ebu Süfyan’ın geldiğini haber alınca ne gibi tedbir alınacağı konusunda Ensar’la müşavere et­miştir. Bedir esirleri konu­­sunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye’de, Taif Seferinde, ezan konusunda olduğu gibi daha pek çok mevzuda da as­habıyla istişare etmiştir. Peygamber Efendimizin istişa­reye verdiği ehemmiyeti Ebu Hu­reyre (ra) “İnsanlardan ashabıyla istişare eden kimseler içerisinde Resûlullah (sav)’den daha çok is­tişare edeni görmedim.” cüm­leleriyle beyan etmiştir. İstişare etmek ve meşverette bu­lunmak Kur’ân’ın emridir ve bu itibarla bir ibadettir. Kur’ân hakikatlerini tatbik etmeyi esas alan kimselerin elbette ki, Kur’ân’ın bu emrine itaat etme­leri ve meselelerini istişare ile halletme yoluna gitmeleri gerekir. İslam Âleminde İstişare Bediüzzaman Hazretleri Şam’da­ki Câmi-i Emevî’de Şam ule­ma­sı­nın ısrarıyla içinde yüz ehl-i ilim bulunan on bin adama yakın bir azîm cemaate verilen hutbe­sinde dikkatleri meşverete, karşılıklı görüş alışverişinde bulunmaya, birbirinin fikrinden, bilgi ve görgü birikiminden, nazar farklı­lığından faydalanmaya çekerek şöyle diyordu: Müslümanların toplum hayatındaki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. “Onların işleri kendi aralarında istişareyledir” ayet-i kerimesi, şû­rayı esas olarak emrediyor. İnsanlık, farklı zamanlarda yaşa­mış olmakla birlikte, telahuk-u efkar yani fikirlerin birbirine eklenmesi unvanı altında tarih vasıtasıyla asırlar arasında dahi birbiriyle meşveret edegelmiş, zaman ve mekan ihtilafı buna engel olmamıştır. Bu meşveret insanlığın bütün terakkisinin ve fenlerin esası olmuştur. Dikkatleri asırlar ve kıtalar arası meşverete çeken Bediüzzaman Hazretleri, meşvereti, insanlığın bilgi birikiminin ve terakkisinin temeline koymuştur. Her günün, her asrın, farklı coğrafya ve kültürlerin birikimleri, bugünün kazanımları hükmüne geçmiştir. Bütün bunlarla birlikte ne yazık­tır ki, en büyük kıta olan As­ya’nın en geri kalmasının bir sebe­bi, insanlığın terakkisine sebep olan o hakiki şûrayı yapmaması, yapamaması olmuştur. Asya’nın terakkide geri kaldığının fotoğ­rafına sebep meşveretsizlik oldu­ğu, Peygamber Efendimiz (sav)’in şu hadislerinden de açıkça an­laşılmaktadır: “Bir millet istişare ettiği müddetçe zillete düşmez.” “Allah ümmetimi dalalet üzere birleştirmez.” “Allah’ın eli cemaat üzerinedir.” Bediüzzaman Hazretleri Ne­den Is­rarla Şura Üzerinde Durmuştur? Tarih bize gösteriyor ki, İslâm dün­yası ne derece dine tutunmuş ise ilerlemiş, ne vakit dinde zaaf göstermiş ise gerilemiştir. Peygamberlerin çoğunun şarkta gönderilmesi, kader-i ezelînin bir işaretidir ki şarkın hissiyatına hâkim olan, dindir. Bugün İslâm dünyasında ortaya çıkan hadiseler de gösteriyor ki, âlem-i İslam’ı uyandıracak, şu alçaklıktan kur­taracak yine o zemindir. Hem beşerin -hususan Müslü­manların- ihtiyaçları hadsiz, düş­manları nihayetsiz, kuvveti ve sermayesi pek cüzidir. İnsanlık, dinsizlikle canavarlaşmış, tahri­batçı, muzır insanların çoğaldığı bir toplumda, hadsiz düşmanlara ve nihayetsiz ihtiyaçlara karşı, elbette ve elbette, dayanma ve yardım isteme noktası olan iman ile mukabele edebilir. Toplum hayatı da yine iman ha­ki­katlerinden gelen şûra ile yaşayabilir, o düşmanları dur­du­rur, o ihtiyaçların teminine yol açar. Risale-i Nur’un İhlas Risalesinde izah edildiği gibi haklı şûra, ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olur. Aynen bunun gibi, ihlâs ve hakiki is­tinad ve dayanışma ile üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş gör­düklerini, -başta Peygamber Efen­dimiz olarak- tarihte yaşan­mış pek çok hadise bize haber veriyor. Evet, hakikî, samimî bir ittifakta her bir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulak­larıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın her biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevi kıymeti ve kuvvetleri vardır. Asya’nın Bahtı Neden Şûrâya Bağlıdır? Asya kıtasının ve istikbalinin keşşafı ve anahtarı şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıtalar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır. Ta ki bugün için iki milyara dayanmış İslâm’ın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtları, zincirleri açılsın. Bu da ancak meşveret-i şer’iye ile imandaki kahramanlık ve şefkatten doğan şer’i hürriyetle olabilir. Ki o hürriyet, şeriatın adabı ile süslenip üzerimize çö­ken garbın sefih medeniyetinde­ki seyyiatı atacaktır inşallah. Asya’nın ve İslâm âleminin is­tikbalde terakkisinin birinci ka­pısı, sırtını şeriata dayamış, işinin ehli danışma kurullarından te­şek­kül etmiş bir idare ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Tali’ ve taht ve baht-ı İslâm’ın anahtarı da hürriyete imkan tanıyan sistemlerdeki istişare meclisleridir. Zira şimdiye kadar İslâm coğ­rafyası, ecnebilerin manevî bas­kısı altında eziliyordu. Şimdi İs­lâ­miyet’in hâkimiyeti, dünyada özellikle bundan sonra Asya’da hükümferma olduğunda, her bir Müslüman fert, hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine mâlik olur. Ve hürriyet, istibdat ve esaret altında sıkıntı çeken bir buçuk milyar Müslümanı esaretten kurtarmaya bir çare-i yegânedir. Merkezi Meşveret Müessesesine İhtiyaç Var Zaman gösterdi ki, umum İslâm’a şamil, bütün Müslümanları içine alacak bir meşveret müessesesi lazımdır. Bu müessese öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. On­ların kararları umum halka bir kefalet-i zımniye teşkil etsin. Hem menba’, hem ma’kes vazi­yetini alsın. Âlem-i İslâm’a karşı vazife-i diniyesini hakkıyla ifa edebilsin. Eski zamanda değiliz. Şimdi za­man cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar hari­ka da olsalar cemaatin şahs-ı manevisinden gelen dehaya kar­şı mağlûp düşerler. Hâkim olan, şahsi menfaatler ve his­si­yattan kurtulmuş, aynı mak­sada dönük bir topluluğun ma­nevi şahsiyetinden çıkan ve fark­lılıkları içine alıp hepsine hitap edebilecek sağlam bir şahs-ı manevi olmalıdır. Ki, şûralar o ruhu temsil eder. Vasıtasız, doğrudan doğruya bu büyük vazifeyi yapacak hâlis İslâmi bir şûra lâzımdır. Böyle bir şûraya ciddi manada ihtiyaç vardır. Bu şûrâ bütün Müslümanların ittifak edecekleri bir merkezde – yani merkez-i hi­lafette- tesis olunmazsa, bizza­ru­re başka bir yerde teşekkül edecektir. Sivil Toplumun Güçlendirilmesi Hasan-ı Basri Hazretleri görüş­menin, iletişim içinde olmanın ve meşveret etmenin gerekliliği­ne işareten “Müşavere eden bir toplum, mutlaka işlerinin en doğrusuna hidayet edilmiş olur” demiştir. Bediüzzaman Hazretleri de bu istikamette bize irtibatta ifrat etmemizi tavsiye etmektedir. Madem ehl-i tevhidiz, öyleyse ittihad etmeye mecburuz. İtti­had ittifakı, ittifak muhabbet ve irtibatta ifratı gerekli kılar. Öyleyse bizler Müslümanlar ola­rak daha sık görüşecek, konu­şacak ve problemlerimize çareler arayacağız. İçinde bulunduğu­muz türlü sıkıntılardan çıkış yolumuz ancak budur. Birlik ve beraberliğimizdir. Bu konuda sivil inisiyatifler olarak daha aktif ve etkili çalışmalar yapmak durumundayız. Birbirimizi daha iyi tanımalı ve istişare zeminleri oluşturmalıyız. Sonuç olarak Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad-ı İslâm’dır. Aza­metli bahtsız bir kıtanın, şanlı talihsiz bir devletin, değerli sa­hipsiz bir kavmin reçetesi de İttihad-ı İslam’dır. Asya’nın bah­tının miftahı ise, meşveret ve şûrâdır. Dağları görmek için ovalara in­mek, ovaları görmek için dağlara çıkmak gerekir. Dağdaki insanın gördükleriyle, ovadaki insanın gördükleri nasıl farklıysa; farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde, farklı birikimlerle bulunan in­san­ların ve toplumların, algı ve değerlendirmeleri de o derece farklıdır. Meşveret ve şûrâ bu farklı algı ve değerlendirmeleri bir araya getirerek bilgi ve tefekkür zen­ginliği ortaya koyar. Meşveret ve şura, kollektif bir şuurun ortaya çıkmasına zemin hazırlar.

Metin UÇAR 01 Aralık
Konu resmiEhl-İ İmanı Birbirine Bağlayan Nurani Rabıtalar
İnsan

Bediüzzaman Hazretleri, bütün ha­yatı boyunca müminler ara­sındaki bağların güçlenmesi için çalışan bir İslam kahramanı­dır. O  “Hep birlikte Allah’ın ipi olan Kur’an’a sımsıkı sarılın ve parçalanmayın.” ayetine hayatıyla âyine olarak Müslümanları bir­leştiren, bütünleştiren dinamik­lere kuvvet kazandırmak için risaleler telif edip, ittihad-ı İs­lam’ı; bir ideal, bir hedef, bir vazife olarak talebelerine vasiyet etmiştir. Üstad Hazretleri, asrı­mızda Müslümanları geri bıra­kan en önemli sebebler­den bi­­ri­nin ittifaksızlık olduğunu vur­­gulayıp, bu acı durumun en mü­him nedenlerinden birinin de “ehl-i imanı birbirine bağlayan nu­rani rabıtaları bilmemekten” kay­naklandığını ifade etmiştir. Biz burada, Bediüzzaman Haz­retlerinin düşünceleri ışığında, mü­minler arasındaki bu nurani bir­lik rabıtalarını ve bu birlik bağlarının hangi yönden ittifak noktalarımız olduğunu sizlerle paylaşmak istiyoruz. Muhabbet Kâinatın Râbıtasıdır Üstad Bediüzzaman, “Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücûdu­dur.” der. Madem büyük bir in­san olan kâinatın her bir unsu­ru muhabbet bağlarıyla, sevgi zin­cirleriyle birbirine bağlanmış. Ve madem kâinat ağacının en kıymetli meyvesi olan insanın kalbi Allah sevgisi ve Allah’ın muhabbet ettiği şeylerin sevgisiyle doldurulmuş. Elbette küçük birer kâinat olan insanların husûsan Müslümanların kalplerinin de iman ve İslamiyet’in ulvî muhab­betiyle birbirine bağlanması ge­rek­mez mi? Muhabbete En Lâyık Şey Muhabbettir “Biz muhabbet fedâileriyiz, husu­me­te vaktimiz yok” düsturunu hizmetinin merkezine koyan Be­diüzzaman Hazretleri, muhabbet hakkında şöyle der: “Muhabbete en lâyık şey muhabbettir. Ve husûmete en lâyık sıfat husûmet­tir. Yani insanların toplum ha­yatını temin eden ve insanlığı saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade se­vilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve insanların toplum hayatını alt üst eden düşmanlık, her şeyden ziyade nefrete ve adâvete ve ondan çekinmeye müstehak, çirkin ve zararlı bir sıfattır.” Tevhid-i İmanî, Tevhid-i Kulûbü İster İman bağı nasıl ki; bir mümini, bir ve tek olan kâinatın sultanına bağlıyor. İnsanı o sultana hizmet­kâr ediyor, emirlerine itaatkar ediyor. Aynen öyle de bu iman bağı o sultanın emrindeki mü­minlerin kalplerini de birbirine bağlamak gerektir. Bu konuda Üstad Hazretleri, şu çarpıcı izah­ları yapar: “Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü, kalblerin birliğini ister. Ve vahdet-i itikad, inanç birliği dahi, vahdet-i içti­maiyeyi sosyal, toplumsal birliği gerektirir. Mesela sen askerlik ya­parken bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir bağ kurarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunmakla arkadaşane bir alâka tesis edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla kardeşâne bir münasebet hisse­dersin. Hâlbuki bir Müslüman imanın verdiği nur ile ve inancın verdiği şuur ile Müslüman kar­deşine karşı esma-i İlahiye ade­dince birlik alâkaları ve it­ti­fak bağları ve kardeşlik müna­sebetleri kurar. Mesela: Her iki­nizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Rezzâkınız bir… bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dini­niz bir, Kur’an’ınız bir, kıbleniz bir.. birbir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti gerektirir.” İslamiyet bağı, kâinatı ve yıldız­ları birbirine bağlayacak derece­de manevî zincirler gibi oldukları halde; ayrılığa ve düşmanlığa se­bebiyet veren sebepler örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve zayıf şeylerdir. Şimdi birisi nefsin al­datmasına kapılıp bir mümin kardeşine karşı hakikî düşmanlık etse ve kin bağlasa; o birlik bağ­larına hürmetsizlik edip o bağları koparmış olmaz mı? Ve bu hal on binlerce muhabbet sebeplerini ve kardeşlik münase­bet­lerini yık­mak değil midir? Mümine Düşmanlık Zulümdür İmam Bediüzzaman, bir mümi­ne düşmanlık etmenin hakikat nazarında zulüm olduğunu söyler. Ve bu haksız muameleyi şöyle bir örnekle açıklar: “Ey mümine kin ve adavet besleyen insafsız adam! Nasıl ki sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir cani var. O gemiyi gark (batırmaya) ve o haneyi ihrak etmeye (yakmaya) çalışan bir adamın, ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimli­ğini, semavata işittirecek derecede bağıracaksın. Hatta o gemide bir tek masum, dokuz cani olsa; yine o gemi hiçbir kanun-ı adaletle batırılmaz. Aynen öyle de: Sen rabbani bir hane ve bir ilahi gemi gibi olan bir müminin vücudunda iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi masum sıfat varken; sana zararlı olan ve hoşuna gitmeyen bir cani sıfatı yüzünden mümin kardeşine düşmanlık etmen o manevi vücut hanesinin manen batmasını ve yanmasını arzu edip teşebbüs etmek gibi gaddarca bir zulümdür.” İslami Sıfatlar İttifakı Gerektirirler Bediüzzaman Hazretleri bir mü­minin din kardeşine kin ve düş­manlığının ne kadar büyük bir insafsızlık ve akılsızlık olduğunu şu çarpıcı misalle anlatır: “Nasıl ki sen âdi küçük taşları, Kâbe’den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çir­kin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de: Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud aza­metinde olan İslâmiyet gibi çok İslami vasıflar; muhabbeti ve it­tifakı istediği halde, mümine karşı adavete sebebiyet veren ve adi taşlar hükmünde olan bazı kusurları, iman ve İslamiyet’e tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa anlarsın!” Şimdi, iman bağıyla kâlubeladan beri birbirine bağlanan, isimleri levh-i mahfuz defterinde yazılan, merkezi, mihrabı, minberi Mekke ve Medine’de bulunan, Reisleri Fahr-i alem (asm), Mukaddes kitapları Kur’an-ı Azimüşşan olan, camilerde, medreselerde, zikir hanelerde toplanıp hep beraber saf tutan, hedef-i maksatları ilâ-yı kelimetullahdan başka bir şey olmayan Müslümanların birlik halinde olmaları gerekmez mi? Bu Müslümanların ittifak etmeleri, tesanüd üzere bulunmaları iman­larının ve İslamiyetlerinin şanın­dan değil midir? Müminler Bir Vücudun Azaları Gibidir Peygamber Efendimiz (asm); Mü­minleri bir vücudun azalarına ben­zetir. Bu öyle bir vücuttur ki birbirini seven, birbirini koru­yan, birbirine merhamet edip yardımına koşan İslamiyet şahs-ı ma­nevisinin vücududur. Bediüz­zaman Hazretleri bu vücu­dun insanı kâmil manasında bir vücut olabilmesi için birbirinin noksanını ikmal eden, kusurunu örten, ihtiyacına yardım eden, vazifesine muavenet eden bir vücut olması gerektiğini söy­ler. Yoksa birbiriyle rekabet eden, birbirini tenkid eden, bir­birine itiraz eden, birbirinin ayı­bını gören bir vücudun önce hayatının söneceğini sonra ruhu­nun kaçacağını en sonunda da cisminin dağılacağını ifade eder. Evet, nasıl ki, vücutta bir uzuv ağrıdığı zaman, onun ağrısı diğer uzuvları da etkiler. Bir müminin üzülmesi de imanla şuurlanmış diğer müminleri aynen öyle et­kiler. Mesela; Filistin’deki, Gaz­ze­’deki, Mavi Marmara ola­yındaki gözyaşı hepimizin göz­yaşı değil midir? Somali’deki açlık, kıtlık hepimizi ağlatmadı mı? Sumatra’da yaşanan fela­ket hepimizin yüreğini yakmadı mı? Kafkasya’da, Balkanlarda, Keş­mir’de ve bugün Suriye’de olan hadiseler bütün Müslümanların içini kanatan yaralarımız de­ğil midir? Ve bu kanayan yara­larımıza beraberce şifa aramamız gerekmiyor mu? Milliyetimizin Esas Ruhu İse İslamiyet’tir Müslümanlara “Size milliyet la­zım­sa İslamiyet yeter” diyen Üs­tad Hazretleri Şam’da irad et­tiği hutbede bizi birbirimize bağlayan en mühim bir sebep olan İs­lamiyet milliyeti hakkında şöyle diyordu: “Hakikî milliyetimizin esas ruhu ise İslamiyet’tir. İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile bağlı ve alâkadar olur. Birbirisine manen, lüzum olsa maddeten yardım eder. Şimdi, bu zaruret derecesinde muh­taç olduğumuz samimi itti­fakı dağıtmak bir Müslümana hiç yakışır mı? Ve bizi kalubeladan beri bir araya getiren ve ebedi olarak da bizi bir arada tutacak olan bu nurani bağları adavetin ve cehaletin karanlıklarında boğ­mak hangi insafa sığar? Ve üm­met-i Muhammed’in (asm) en büyük müşterek noktaları olan bu birlik zincirlerini tarafgirâne siyasetle, inatçı rekabetle ve menfi milliyetçilikle kırmak hiç akıl kârı mıdır? Meslek ve Meşreb Taassubu İslam tarihi boyunca mezheb ve meşreb taassububundan kay­nak­lanan inad ve tarafgirliğin Müslü­manların toplumsal hayatında, çok zararlı sonuçları görülmüştür. Neticede ehl-i imanın ittifaksız­lığı ehli dalaletin galibiyetini ko­laylaştırmıştır. İşte bu zararlara ve kötü sonuçlara düşmemek için Bediüzzaman Hazretleri, fark­lı mes­­lek ve meşreb sahibi cemaat­lere aralarında muhabbet ve uhuv­­vetin tesisi için şu ölçülere uy­­ma­ları tavsiyesinde bulunur: Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omu­zunda taşıyanlara ne kadar kuv­vetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinilir ve memnun olunur. Bir Müslüman daire-i İslâmi­yet içinde hangi meşrebde olursa olsun, Müslüman kardeşleriyle muhabbet ve uhuvvete sebep olacak birlik noktalarının çok olduğunu bilip onlarla ittifak etme yollarını aramalıdır. Cenab-ı Hakk’ın rızası ihlas ile kazanılır. Kesret-i etba’ (tâbi olanların çokluğu) ile ve fazla muvaffakıyet ile değildir. Çünkü onlar vazife-i İlahiyeye aid olduğu için istenilmez; belki bazen verilir. Evet, bazen bir tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazen bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-i İlahîye medar olur. İhlas ve hakperestlik, Müslü­manların nereden ve kimden olur­sa olsun istifadelerine tarafdar olmaktır. Benden ders alıp sevab kazandırsınlar düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir. Ahirette rekabete sebep bir şey yoktur ve rekabet de olamaz. Madem öyledir, ahirete aid olan a’mal-i sâlihada dahi rekabet olamaz; kıskançlık yeri değildir. Hakka hizmet edenler müsbet hareket etmelidirler; yani kendi mesleklerinin muhabbetiyle hare­ket edip başka mesleklerin düş­manlığı ve noksanlığı fikirlerine ve amellerine müdahale etme­me­lidir ve onlarla meşgul de olmamalıdırlar. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket ede­mezler. Hak yolda olan her meslek sahibi, başkasının mesleğine iliş­memek cihetinde “Mesleğim hak­tır yahud daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin hak­sızlığını veya çirkinliğini ima eden, “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel sa­dece benim meş­rebimdir” di­ye­mez olan in­saf düsturunu ken­dine rehber et­melidir. Bir Müslüman hizmet ederken kendisi gibi Hak için çalışanlarla ittifak etmenin tevfik-i İlahî’nin, Allah’ın yardımının gelmesinin bir vesilesi olduğunu bilmelidir ve diyanetteki izzetin bir sebebi bu ittifak ruhu olduğunu unut­mamalıdır. Bu asırda ehl-i dalalet ken­di aralarında bir şahs-ı ma­nevi oluşturarak İslam’a ve Kur’an’a hücum etmektedirler. Müslü­man­lar bu şahs-ı manevîye karşı en kuvvetli ferdi ve şahsî olan mukavemetin mağlup düştüğü­nü anlayıp kendi içlerinde ittifak ve ittihad ederek bir şahs-ı manevi teşkil etmelidirler ki ehl-i dalalate karşı İslam’ın ve Kur’an’ın hakka­ni­yetini muhafaza edebilsinler. Hakka hizmet edenler nefsini ve enâniyetini öne sürerek bir­lik ruhunu incitmemelidirler. Her zaman hakperestliği nefisperest­liğe tercih etmelidirler. Zira Hak­kın hâtırı alidir hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir. Hakka hizmet edenler ecri ve ücreti sadece Allah’tan bekleye­rek insanlardan gelen maddi ve manevi ücretlerden istiğna gös­­termelidirler. Ta ki; ihlas kaç­masın. “El-hubbufillah (Allah için sev­­mek)” sırrıyla, tarîk-ı hak­ta gi­denlere refakatle iftihar et­mek ve arkalarından gitmek ve imamlık şerefini onlara bı­rak­mak ve o Hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle ena­niyetten vazgeçmek ihlasın bir göstergesidir. Çünkü ihlas ile bir dirhem amel, ihlassız batmanlar­ca amellerden üstündür. Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek ister­se­niz, aklınızı başınıza alınız! Birbi­rinizin kusurunu görmeyiniz, yek­diğerinizin ayıbına karşı göz­­leri­nizi yumunuz! Ve haricî düş­­manın hücumunda dâhilî mü­­nakaşaları terk etmeyi ve ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir uhrevi vazife telakki ediniz. Sonuç Olarak Rabbimizden niyaz ediyoruz ki; bu ümmetin fertleri arasında aza­mi muhabbeti ve uhuvveti ihsan etsin. Ve ittihad-ı İslam’ı en yakın bir gelecekte, en geniş bir dairede görmeyi hepimize nasib eylesin.

Ayhan Mirza İNAK 01 Aralık
Konu resmiModernleşme Bağlamında Türkiye'de Komşuluk Kültürü
Kültür ve Medeniyet

Komşuluk nedir? Komşu, ev, işyeri, arazi, köy, kent ve ülke bakımından birbirine ya­­kın olanların aldıkları addır. Aile­den sonra en yakın sosyal çev­reyi komşular meydana geti­rir. Top­lumsal ilişkiler ağı iyi veya kötü günlerde en ya­kın çevre ile te­mas halinde bulunmayı gerekti­rir. Dar­lık za­manda yardımlaşma, nor­mal za­manlarda ziyaretleşme, sır sayı­labilen halleri gizleme, bir­­birinin halinden etkilenme, hat­­ta komşunun mülkünü satın al­ma­da öncelik hakkına sahip olma komşulukla ilgili bir dizi hak ve sorumlulukların kaynağını teşkil etmiştir (Gölcük, 2007:12). “Komşuluk kavramı bir yanıyla bir umuda işaret eder. Tarihsel/ontolojik anlamıyla komşuluk, dostluğa dayalı niteliğine atfen, mevcut savaşları durduracak bir ‘sığınak’ olarak tasarlanmaktadır. Bunun başlıca nedeni, komşu­lukla dostluk arasında bir ile­tişim ve dayanışma olmasına dönük kabuldür. Bu manasıyla komşuluk, dostluğa dayanacak, giderek savaşın engelleyicisi ola­caktır” (web1, 2003). “Osmanlı döneminde, toplumsal hayatın hemen her kesiminde komşuluk uygulamaları çok yay­gın ve çok etkin olarak uygulandı. Asırlar boyunca da Müslüman olup olmama şartı aranmaksızın komşulara karşı her türlü nezaket, her türlü sevgi ve saygı sergilendi. Birbirleri ile alış verişte bulunma, en azından karşılaştıklarında se­lâmlaşma, birbirlerini ziyarete gitme, oturup bir arada yemek yeme gibi insanların günlük ha­yatlarında komşuluk ilişkileri, bü­tün inceliklerine kadar, titiz bir şe­kilde yerine getirildi. Nesilden nesile, komşuluk kültürü akta­rıldı” (web1, 2003). Komşuluk Kültürü Dünyadaki bütün toplumlarda, toplu yaşamanın tabiî bir sonucu ve gereği olarak bir arada yaşayan insanlar arasında bazı hak ve görevler ortaya çıkmış olup, bu sorumluluklar genellikle kanun­lar hâlinde de düzenlenmiştir. Türki­ye’de ise bu hak ve görevlere İnsanî unsurlar da ilâve edilmiş ve zaman zaman kanunların da üzerinde uygulamaları ihtiva eden bir “Komşuluk kültürü" or­­taya çıkmıştır. Bu komşu­luk kültürünün oluşmasında en önem­li iki unsur vardır. Bunlar­dan birisi din ve onun en önemli unsurlarından olan ahlâk, diğeri ise örf, âdet ve geleneklerimizdir. Dinî kaynaklarda komşuluk hu­kukunun önemini vurgulayan pek çok hüküm, emir ve yasak vardır. Örf ve adetlerimizde kom­şuluk hukuku ise; kısa, öz, fa­kat en iyi şekilde atasözlerinde ifa­de edilmişlerdir: “Ev alma kom­­şu al.”; “Komşu komşunun kü­lüne muhtaçtır.”; “Komşunun kö­pe­ği komşuya havlamaz.” ve da­ha onlarcası. Ayrıca ahlâk ki­taplarında da bu husus oldukça geniş şekilde işlenerek, insanların uygulamalarda bunlara dikkat et­meleri istenmiştir. Komşuluk kültürünün oluşma­sında etkili olan unsurlardan biri­sinin din olduğunu belirtmiştik. Modernleşme bağlamında din ol­gusunu ele aldığımızda, modern­leşmeyle birlikte sekülerizmin kök saldığı herhangi bir toplum zamanla dinin öğretilerinin ve doktrinlerinin dışına çıkar. Bu durum komşuluk kültürünü besleyen en önemli unsuru devre dışı bırakır. Haliyle komşuluk kültürü yeri doldurulmaksızın sosyal hayattan ayrılır. Bu da farklı sıkıntılara gebe kalır. Mo­dern hayattaki yalnız insanın ca­nı sıkıldığında dertleşeceği, hasta­landığında ziyaretine geli­ne­ce­ği, mutlu olduğunda mutlu­luğunu paylaşacağı bir sosyal çevrenin olmayışı demektir. Yalnızlığın neti­cesinde intihar, şizofren ve paranoyak kaçınılmazdır. Mo­dern toplumun en ileri örneği olan Avrupa ise bu gün bunlarla mücadele vermektedir. Modernleşme Bağlamında Komşuluk Diğer bir unsur ise örf, adet ve gelenekler demiştik. Modernleş­me bağlamında, geleneksel top­lumdan bir kopuş ve modern topluma bir geçiş söz konusudur. Geleneksel toplumda hakim olan informel ilişkiler artık yerini modern toplumla birlikte formel ilişkilere bırakmıştır, karşılıksız ilişkiler çıkarcı ilişkilere inkılap etmiştir. Geleneksel toplumda; sosyal hayatta yüz yüze ilişkiler yoğun iken, modern toplumda bu yoğunluk azalmaktadır (Ak­doğan, 2013). Bu yoğunluğun azalması insana atfedilen değerin azalmasına neden olmuştur.  İn­sanı insan yapan temel vasıflar zamanla kaybolmaya başlamıştır. Böyle bir ortamda insan ilişki ağı olan komşuluktan bahsedemezsin. Komşuluk ilişkilerindeki insa­nî özel­liklere bakıldığında ise, ta­ma­men âdet, gelenek ve gö­re­neklere dayalı yaşayan bir kül­türle karşılaşılır. Komşuluk kül­türü temelde, doğumdan ölü­me kadar iyi ve kötü günlerde sevinç ve kederi paylaşmaya ve yardımlaşmaya dayanmaktadır. Şöy­le açıklanacak olursa; bir kadın doğum yaptığında komşu­ları hemen anne ve çocuğu için yiyecek-içecek bir şeyler götüre­rek ziyaret edilir. Daha sonra ise çocuğun ihtiyacı olan giyecek eşyaları veya aileye maddi destek sağlayacak hediyeler götürülür. Çocuğun sünnet düğününde de aynı şeyler tekrarlanır. Düğün sahibi de komşularına yemekler ikram eder. Yine ev veya benzeri bir mülk alan kimseye komşular bir hediye ile hayırlı olsun demeye giderler. Hastalık veya ölüm za­manlarında da komşuluğun ge­rek­leri yapılır. Hasta muhakkak ziyaret edilip ona moral verilir. Ölüm hâlinde ise cenaze evine baş sağlığına ve yardıma ilk ön­ce komşular gelir. Cenaze kefenlenip de evden ayrılacağı zaman komşularından haklarını helal etmeleri istenir, daha sonra camiye götürülür. Burada cenaze namazını kılmak ve mezarlığa kadar götürüp defnetmek en son komşuluk görevidir. Zekât, sadaka ve fitre gibi dini menşeli maddi yardımlar yapılırken de ihtiyaç sahibi komşular öncelikle gözetilir. Komşuluk Kültürü ve Kentleşme Komşuluk, geçiş dönemi boyun­ca beliren ve kente uygun bir yardımlaşma kaynağı olarak gün­lük yaşamı her yönüyle kuşatan bir başvurma çerçevesidir. Başka bir deyişle, kent çevresinde ilk uyum ilişkilerini akrabalarıyla başlatan, iş arkadaşlarıyla geliştiren yeni kentlerin, son ve daha kararlı bir aşamada vardıkları az çok sü­rekli ve kentsel işbirliği sistemi komşuluktur (Sencer, 1979: 31). Farklı sosyal dokulardaki mahal­lelerde, komşuluk ilişkilerinin ve komşu tanımının ne denli fark­lılaştığını saptamak amacıyla ya­pı­lan bir araştırmada alt gelir grubunda komşuluk ilişkilerinin daha yoğun, konut alanlarının yabancıların buraya erişebilmesi bakımından daha geçirgen ol­duğu, konut dışı mahremiyet ve güvence sağlama gereksinimini karşılamak amacıyla konut dışı alanlarda (apartman girişi, site girişi) yabancıların erişebilmesi amacıyla çitler, bahçe duvarları, bekçi kulübeleri, kilit, diyafon vb. ses düzeni ile fiziksel engel­ler oluşturulduğu görülmüştür. İde­al komşu tanımının sosyal grup­­lar açısından farklılaştığı sap­tanmıştır (Suer, 1991: 57). Kentleşmeyle birlikte komşu­luk ilişkilerinde eskiye göre her ne kadar değişiklikler olsa da komşular, iyi ve kötü günlerde aileden sonra bize en yakın olan­lardır. Weber, modernleşmeyle birlikte kentlilerin küçük topluluklarda olduğu kadar komşularıyla ya­kın arkadaşlık kuramayacak­ları­na değin­miş, Simmel, daha ileri giderek “kentlilerin her kar­şı­laş­tığı kişiyle duygusal ilişki kur­ması veya ona duygusal tepki göstermesi halinde içyapısının zerrelere ayrılacağını, zihin bakı­mından korkunç bir çıkmaza gireceğini” ileri sürmektedir. Kentleşme yabancılaşma mıdır? Cevabınız Evet ise, neden? Modernleşme ve Kentleşmenin Komşuluk Buhranı “Geleneksel toplumlarda, köyde münasebetler aile ve komşuluk grupları içerisinde geçerken, fert­ler yoğun bir dayanışma içinde oluyorlar. Bu, fertlerde ait olma birbirinin yardımına koşma gibi davranışların gelişmesini müm­kün kılıyor. Modern toplumlarda ise bu durum tam tersidir.” (Gör­mez, 1991:27) Bilim ve teknolojideki hızlı de­­ğişim, toplumsal yapıyı da et­ki­lemekte ve toplumsal yapı­da­ki değişim hızlı bir şekil­de ger­çekleşmektedir. Geleneksel top­­­lumlarda toplumsal değişim ya­­vaşken modern toplumlarda top­lumsal değişim çok hızlı sey­retmektedir. Geleneksel top­lum­daki komşuluk kültürü mo­dern­leşmeyle birlikte çok hızlı bir ivme kat etmiştir. Kentleşme ile birlikte akrabalık ve komşuluk ilişkilerinde ortaya çıkan sosyal değişim gözler önündedir (Göl­cük. 2007:32). Kentleşmeyle birlikte homojen toplum yapısından heterojen top­lum yapısına geçiş yaşanmış, gele­neksel geniş aile, kentsel çekirdek aileye dönüşmüştür. Modern dünyada kişi, kendi eme­ği başta olmak üzere, içinde yaşadı­ğı topluma, kültürel değer­lere ve rol dağılımına karşı ilgisini kaybeder, toplumsal değer ve normları da anlamsız görmeye başlar. Kendini toplumdan so­yut­lar ve o topluma ait olma­dığı hissine kapılır. İşte bu noktada birey sadece topluma yabancı değil, topyekûn her şeye yabancı olmuş olur. Bu bağlamda komşuluk kültürüne de yabancılaşmış olur (Gölcük, 2007:55). Yabancılaşmayla ilgili Afyonka­ra­hisar’da yapılan çalışmayı pay­laş­mak istiyorum. Araştırma­da “kent­­leşme yabancılaşmadır'’ yar­­­­gı­­sı­na katılanların %75,4'ü bu­­nun nedeni olarak kentlerde komşuluk ilişkilerinin zayıf ol­masını gösterirken, %14,8’i ise diğer faktörlere bağlamaktadır. Diğer görüşü içinde insanların yalnız kalması ve yoğun iş tem­posu nedeni olarak gösteril­mek­tedir. Katılımcıların, %9,9’u ise, akrabalık ilişkilerinin zayıflığı faktörüyle açıklamaktadır (Göl­cük, 2007:59). Yukarıdaki grafiği bu bağlamda değerlendiriniz. “Türkiye’de son elli yılda hız­lı bir yabancılaşma süreci yaşan­maktadır. Bunun sonucu ola­rak gerek resmi makamlarda ge­rekse kamuoyunda bu sürece endişe ile bakılmaktadır. 1982 Anayasası’nın devlete, aileyi des­tekleme görevi vermesi. 1986’da DPT’nin “Türk ailesi sektörü” oluşturması, 1989’da Aile Araş­tır­ma Kurumunun kurulması, hep bu endişenin parçasıdır. Özel­likle büyük şehirlerde ge­ce­kon­dularda bireylerin yal­nız­lığa mahkûm olduğu, ce­maat yaşamının kaybolduğu göz­len­mektedir” (Şenyapılı, 1981: 20). Araştırmanın sonuçları, kent­leş­­menin beraberinde bir­çok alan­da yabancılaşmanın ya­şan­dığını göstermektedir. Bu araş­tırma komşuluk kültürünün za­yıflamasıyla birlikte insanın kendine yabancılaştığını göster­mektedir. Modernleşmenin dört boyutunu ele alırsak. Siyasal modernleş­me; siyasi partiler, parlamentolar, oy hakkı gibi katılımcı karar vermeyi destekleyen anahtar ku­rum­ları içeren modernleşme. Kültürel modernleşme; genellikle sekülerleşme ve ulusalcı ideolo­jiye bağlılığın üretildiği kültürel modernleşme. Ekonomik modern­­leş­me; endüstrileşmeden fark­lı ol­makla birlikte artan bir ekono­mik dönüşümle özdeşleşen ve giderek büyüyen iş bölümü, yö­netim tekniklerinin kullanımı, teknolojinin ilerlemesi ve tica­ri yeteneklerin artması gibi un­surları bünyesinde barındıran mo­dernleşme. Toplumsal modern­leşme; artan okuma yazma ora­nı, kentleşme süreci ve gide­rek geleneksel otoriterliğin zayıf­la­ması gibi öğelerden oluşan top­lumsal modernleşme. Bu dört boyuta bakıldığında top­­lumsal ve yapısal bir farklı­laşmadan bahsedilebilir. Peki, bu farklılaşma kime göre önemli olur ya da değişimin, farklılaşmanın yönünü kim belirler? Bu sorunun cevabı oldukça basittir. Modern olma bilincini gerçekleştiren ve içine düştüğü (İkinci Dünya Savaşı ile) buhrandan kurtul­ma istemindeki Batıdır. Batı dı­şında kalan toplumların, Batının ön­gör­düğü şekilde ve yapıda toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel alandaki değişmelerdir modernleşme (Gordon, 2003).   Konumuz bağlamında bizi ilgi­lendiren kültürel ve toplumsal modernleşmedir. Görüldüğü üze­re kültürel modernleşme; kom­şu­luk kültürü üzerinde etkisi olan dini ortadan kaldırarak ya­ni sekülerizmi ikame ederek tedavisi mümkün olmayan yara­lar açmaktadır. Kimileri komşu­suzluğu sevdiğini söylese de bir gün öyle bir an olacak ki “komşu komşunun külüne muhtaçtır.” atasözü kulaklarda çınlayacak. Ama artık çok geç kalınmış olunacak komşuluk kültürüne sahip çıkılmazsa. Çünkü insan var olduğundan bu yana sürekli birlikte yaşamış ve birbiriyle ilişki içinde olmuştur. Modernleşmeyle birlikte birbirinden uzaklaşmış ve zamanla yabancılaşmıştır. Top­lumsal modernleşme ise bu duruma paraleldir. Burada kent­leşme ile birlikte geleneksel aile yapısının yerini çekirdek aile yapısı almıştır. Aileler bütün bir sülale olarak hareket etmekten ziyade çekirdek aile olarak hare­ket etmektedir. Kentleşme ve sa­na­yinin getirdiği geçim sı­kın­tısı, yoğun iş temposu vb. sebeplerden dolayı kentte akraba ve komşularıyla bir ara­ya gelememektedirler. Bu durum ise yan komşusunun açlıktan kıv­­ranarak ölmesinden haberi ol­mayan ya da yüksek sesle müzik dinleyen ama yan komşusunu yeni doğmuş çocuğunun yeni uyuttuğunu bilmeyen ve o anneye çektirdiği eziyetin umuruna ge­tirmeyen bir insan tiplemesini doğurmuştur. Tonnies, Durkheim ve Max Weber modernleşmeyi kitle top­lu­munun ortaya çıkışı olarak de­ğerlendirmektedir. Kitle top­­­lu­mun­da sanayi ve bürok­rasi geleneksel toplumsal bağ­ları or­tadan kaldırır. Kitle top­lumunda akrabalık ve komşuluk bağları zayıftır. Bu yüzden bireyler top­lumsal olarak izole olmuştur. Bu dışlanma sonucu toplum ya­şa­mı belirsizleşir. İnsanlarda güç­süzlük duygusu ortaya çıkar. Mo­dern kentlerde bazı insanların ölümü ancak etrafa yaydıkları koku ile anlaşılmaktadır. Bazı insanlar kentlerde yalnız yaşa­makta ve yalnız ölmektedir. Kit­le toplumunda insanların ya­şa­­mında kendileri ve aileleri var­dır. Bazıları aile bağlarını da koparmıştır. Kent hayatının yorucu ve bu­naltıcı ortamına bir de olumsuz komşuluk ilişkileri eklenince ha­yat daha da çekilemez bir boyut almaktadır. Zira kent hayatında diğer insanlarla olan ilişkiler bir anlamda gelip-geçici bir du­rum­dadır. Ancak komşularla olan ilişki devamlılık arz etmek­tedir. Hayatın devamlılığı açı­sından komşuluk ilişkileri bü­yük önem taşımaktadır. As­lında kent hayatında insanlar komşuluk ilişkilerine daha fazla ihtiyaç duymaktadırlar. Çünkü kentin bunaltıcı ve yorucu stres atmosferinden kurtulmanın yol­larından birisi de komşularla ku­rulacak olan samimi ilişkilerdir. Öyle ki gün boyu yaşanan iş yoğunluğundan sonra, kom­şu­­larla geçirilecek mutlu bir za­man, hem dinlenmeye hem de ilişkilerin derinleşmesine imkân sağlamaktadır (Akdoğan, 2009). Geleneksel toplumlarda daha güç­lü olan komşuluk ilişkileri­nin modernleşme ve kentleşme süre­ciyle zayıfladığı görülmektedir. Yani modernleşme ve kentleşme ile komşuluk ilişkileri arasında ters orantı bulunmaktadır (Ak­doğan, 2009). Modernleşme kom­­­şuluk kültürünü peyderpey azal­tmak­tadır. Komşuluk ilişkile­ri­­nin bize kazandırdıklarını yok etmektedir. İnsanın sosyal yanını yok etmektedir. Sonuç olarak Modern dünyada unutulan in­san ve komşuluk ilişkilerinin ye­niden canlandırılması ve hayata geçirilmesi, bunalan insanlığın yeniden hayat bulması anlamına gelmektedir. İnsan, toplum ve evren arasında dengeye dayalı bir hayat vardır. Komşuluk ilişkileri de söz konusu hayatta önemli bir yere karşılık gelmektedir. An­cak modern dünyada bu ilişki büyük oranda zedelenmiş ve zayıflamıştır. Zedelenen ve zayıf­layan bu ilişkinin yeniden tesisi ve derinleştirilmesi, bu noktada hem öğretici hem de kuşatıcı bir boyut taşımaktadır. Batı’nın bu günkü çöküşünün başlıca nedeni ferdiyetçiliktir (Guenon, 2009:96). Bu bağlamda komşuluk kültürünü en fazla etkileyen modernleşmenin bu yönüdür. Modernleşmenin dayat­tı­ğı ferdiyetçilik fikri insanın sosyal hayatını ciddi manada etkilemektedir. Bunun bir teza­hürü komşuluk kültürüdür. Modern yaşam ve kapitalizm ile birlikte; iç donanım, iç zenginlik ve iç güzellik yerini dış görü­nüm, güç, iktidar, para, sahiplik, genç­lik, güzellik ve cinsellik kav­ramlarına bıraktı. Parlatılmış, ci­lalanmış ve şişirilmiş yanılsamalı egolar çağımıza damgasını vur­du. Narsizm doruk noktasına geldi. Altta yatan boşluk, de­ğersizlik ve güvensizlik hisleri; maddi ve somut servetle, sahip olunan sözde değerli objeler­le doyurulmaya çalışılmaya baş­landı. İletişim teknolojisi ve ağ­ları gelişti, yaygınlaştı ama bu insanların arasındaki gerçek ile­tişimi ve ilişkiyi güçlendirmeye, zenginleştirmeye yetmedi; bilakis insanları hem kendine hem de birbirine daha da yabancılaştırdı. İnsanlar yalnızlaştı. Bağlar ve bağ­lılıklar zayıflarken, bağımlılıklar arttı. Uzaklar yakın, özel alanlar kamusal, mahremler aleni olur­ken, aile hayatı ve sosyal pay­laşımlar da yerini yavaş yavaş bireysel yaşantıya ve hatta o da git gide yalnızlığa bıraktı. İstatistiklere göre, kalabalık met­­ro­pollerde yaşayan insanlar ken­di­lerini daha fazla yalnız hissediyorlar. Modern kent ha­yatında aileler küçüldü, sosyal bağlar zayıfladı, komşuluk, ak­rabalık, ahbaplık, arkadaşlık iliş­kileri yoğunluğunu ve önemini kaybetti, bazı değerlerin içi bo­şaldı ve tüm bunların nihaye­tinde de kalabalıklar içinde yal­nız olmak kaçınılmaz son oldu. Depresyon, intihar ve anti-sosyal kişilik bozukluğu oranları; Batı toplumlarında, Doğu ve Akdeniz toplumlarına kıyasla açık ara daha yaygın. Bu farkı yaratan ve Doğu toplumlarını koruyan en güçlü faktörün ise öz kültürleri, insan ve ilişki odaklı yaşam tarzları olduğu düşünülüyor. Aile bağları; eşlik, dostluk, arkadaşlık, komşuluk ilişkileri; doğum, ölüm ve evlilik ritüelleri; gelenekler, sosyal alışkanlıklar ve insancıl paylaşımlar aracılığıyla kurulan destek ağları, iletişim, dayanışma ve duyarlılık en belirgin ve en değerli koruyucu etkenler olarak görülüyor (Altekin, 2013). Kaynakça: AKDOĞAN, Ali (2009), Kent­leşme Sürecinde Komşuluk İliş­kileri ve İslam, Diyanet İlmi Der­gi, Eylül 2009, c. 53.AKDOĞAN, Vefa (2013), Gele­neksel Toplum ve Modern Top­lum Dikotomisi Bağlamında Mo­dernliğin Eleştirisi, www.toplumvesiyaset.com/yaziOku.php?id=1440 (06.01.2013)ALTEKİN, Serap (2013), “mo­dern hayatın getirdikleri götür­dükleri” www.dokudanismanlik.com/modern.hayat.html (05.01.2013).BERKES, Niyazi (2001), Türki­ye’de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul.GORDON, Marshall(2003), Sos­­yoloji Sözlüğü, çev. O. Akkı­nay, D. Kömürcü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.GÖLCÜK, Müjgân (2007), Kent­leşme Sürecinde Akrabalık Ve Komşuluk Kültürü       (Afyon­karahisar Örneği), Yüksek Lisans Tezi, Afyonkarahisar.GÖRMEZ, Kemal (1991), Şehir ve İnsan, MEB Yayınları, İstanbul.GUENON, Rene (2009), Mo­dern Dünyanın Bunalımı, çev. M. Kanık, 2. Basım, Hece Yayınları, Ankara.KELEŞ, Ruşen (2012), Kent­leşme Politikası, İmge Yayınevi, 12.Baskı, Ankara.MARDİN, Şerif (2008), der. M. Türköne-T. Önder, Türk Mo­dernleşmesi-Makaleler 4, İleti­şim Yayınları, İstanbul.SENCER, Yakut (1979), Tür­kiye’de Kentleşme Süreci ve Kırsal Alan Sorunları, Ankara.SUER, Hande (1991), Kentleşme ve Kentlileşme Politikası, Türk Sosyal Ekonomik Siyasal Araştır­malar Vakfı Yayınları, Ankara.ŞENYAPILI, Tansal (1981), Ge­cekondu, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları, Ankara.WEB1, www.varlik.com.tr (l7.03.2003).WEB2,   www.tüsiad.orgZİNCİRKIRAN, Memet (2011), Dünden Bugüne Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Dora Yayınları, Bursa

Mustafa ŞAHİN 01 Aralık
Konu resmi"Dünya Beşten Büyüktür"
Mülakatlar

Mülakat: Av. Hakkı AYGÜN Hayrat İnsani Yardım Derneği BaşkanıMülakatı Yapan: İrfan Mektebi Hakkı Bey, Hayrât İnsani Yar­dım Derneğini kısaca tanı­yabilir miyiz? Hayrât İnsani Yardım Derneği, Hayrât Vakfı ile irtibatlı olarak 2013 Mart ayında kuruldu. Der­neğimiz; Hayrât Vakfı’nın bu­güne kadar sürdürdüğü ‘’İnsani yardım’’ faaliyetlerini, 40 yıllık birikim ve tecrübelerini dernek olarak devam ettiriyor, hayır sa­hiplerinin yaptığı yardımları itina ile ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyor. Faaliyetlerinizden kısaca bah­se­debilir misiniz? Hayrât İnsani Yardım Derneği bugüne kadar yardımlarının bü­­yük bir kısmını savaş ve yok­luk içinde yaşamaya çalı­şan komşumuz Suriye’ye gerçekleş­tirdi. Suriye için “Sana İhtiya­cım Var” kampanyası kapsamında 63 yardım tırını oradaki mazlum ve çaresiz halklara ulaştırdı. Acil ve öncelikli ihtiyaçlar tespit edilerek yardım kalemleri belir­lendi. Bunların içinde ilaç, gıda, un, kıyafet, battaniye ve sünger gibi temel ihtiyaç malzemeleri mevcut. Bunun dışında Suriye’de bir de fırın kurduk. Her gün binlerce aileye buradan ekmek ulaştırıyoruz. Suriye içinde 18 ofis ve yüzlerce Suriyeli gö­nül­lümüz bulunmakta. Gönüllüleri­miz buradan toplanan yardımları oradaki ihtiyaç sahiplerine ulaş­tırıyor. En son Şam bölgesine yakın olan ve afedersiniz ke­di köpek etinin yenmesine fet­va verilen Guta ve Yermük bölge­sinde de ofis açtık. Bunun yanında Kızılay ile or­tak yaralı mücahid ve mazlum­lar için 11.000 adet “kan dur­durucu tampon” projemiz oldu. Ramazan ayında da Suriye içinde 15 bin kişiye iftar verdik. Diğer yardım kuruluşlarının ula­şa­madığı 20 çadır kentte yar­dım­larımız devam ediyor. Sa­vaş bölgelerinde en temel ve gerekli ihtiyaç hiç şüphesiz su kaynakları. Temiz ve kullanıma uygun su bulmak buralarda çok zor. Bu sebeple Suriye’de önem­li mevkilerde 18 su kuyusu aç­tık. Şu anda bu kuyulardan yüz binlerce kişi istifade ediyor. Suriye’de maddi ve temel ihti­yaçların yanı sıra asıl gözden ka­çırılmayacak ve hususiyetle üze­rinde durduğumuz diğer bir mesele eğitim. Savaş başlayalı 4 yıl kadar oldu bu demek oluyor ki o yıl doğan bir çocuk şimdi 4 yaşında. Ya diğer çocuklar? Bu savaş elbet bir gün bitecek biz istiyoruz ki, savaş sonrası ülkeyi kalkındıracak ve umut ışığı olabilecek nesiller yok olup gitmesin, eğitimlerine kaldıkları yerden devam edebilsinler. Bu­nun için Suriye’de eğitim faali­yetlerimiz devam ettiği gibi Kah­­ramanmaraş, Gaziantep ve Şan­lı­urfa gibi vilayetlerimizde de eğitim çalışmalarımız sürüyor. Suriyeli binlerce talebe açılan okullarda maddi ve manevi eğitim görüyor. Derneğimizin yardımları elbet­te ki Suriye ile sınırlı değil. Su­riye’de yaşanan savaş ve hususen Türkiye’ye komşuluk gibi özel durumlarından dolayı bu böl­geye ulaşmak daha kolay fakat yardımlarımız tüm dünyada de­vam ediyor. Kurban Bayramında 30 ülkede Kurban faaliyeti gerçekleştirdik. Yüz binlerce insana ulaştık, bay­ramlaştık, hasbihal ettik. Git­tiğimiz hiçbir ülkeyi eli boş zi­yaret etmedik. Ülkelerin gele­cek­leri olan çocukları mahzun bırakmadık. Bayramlık kıya­fet, oyuncak, şeker, kırtasiye malzemesi ve Kur’an Elifba­sı dağıtarak onların da gönül­lerini aldık, sevindirdik. Ayrıca gidilen ülkelerde, o yer­lerin önde gelen din ve devlet adamları ile irtibatlar kurduk. Türkiye’yi, Hayrât Vakfı’nı ve Hayrât İnsani Yardım Derneği’ni anlatma ve tanıtma imkânımız oldu. Dünya üzerinde Müslüman ülke­ler içinde en çok yardıma muh­taç elbette ki Filistin. Savaşın yanı sıra korkunç bir abluka içinde. Ramazan ayında İsrail’in Gazze’ye düzenlemiş olduğu sal­dırılar sırasında da İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Yeryüzü Dok­torları ile beraber acil ilaç ve gıda yardımını oradaki masum halka ulaştırdık. Şimdilerde yürüttüğümüz 54 ül­­keyi kapsayan “Hayırda Yarı­şa­lım” kampanyasını ger­çek­leş­­tiriyoruz. Kampanya kap­sa­mın­da yetim, eğitim, sağlık, acil yar­dım başlıkları bulunu­yor. Tür­ki­ye ve dünyadaki ku­rum ve kuruluşlar, STK’lar, Üni­ver­si­teler ve okullarla bir­likte gerçekleştireceğimiz kampanya­mıza tüm hayırseverlerin katkı­sını bekliyoruz. Hayırseverler der­neğimizin web sitesi, facebook ve twitter dan bize ulaşabilecekleri gibi “3674”e kısa mesaj gön­dererek de kampanyalara katkı sağlayabilirler. Bunların yanında, yurtdışından gelen misafir öğrenciler için ku­rulan Hayrât Uluslararası Öğrenci Derneğimizi de maddi olarak destekliyoruz. Son olarak Konya Ermenek’te meydana gelen maden kazasında Hayrât İnsani Yardım Derneği ekipleri olay vuku bulur bulmaz olay mahalline ulaştılar. Oradaki ailelere, kurtarma ekiplerine, gü­venlik ekiplerine günlük bin kişilik yemek verildi, Sayın Ba­kanlarımız ve AFAD ekipleri ile koordineli çalışmalar yapıldı. İslam dünyasının temel prob­lemi nedir sizce? İslam dünyasının problemleri ve çözüm yolları bundan yüz sene önce Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri tarafından en mükemmel şekilde ortaya konulmuştur. Öne çıkan başlık­lar; cehalet, fakirlik ve ihtilaf ile mücadele etmektir. Cehaletle mücadele, fen ilimleri ve din ilimlerinin mezc edilerek, ima­ni ve ahlaki eğitim ile olabilir. Fakirlikle mücadele ise, sanayi ve teknoloji konusunda İs­lam ülkelerinin gelişmesi ve dayanış­ması ile olabilir. İhtilafın ilacı ise Müslümanların birleşmesi ve ittihad etmesidir. Ayrıca Müslümanların yeisten ve ümitsizlikten kurtulması, sıdkın doğruluğun toplum hayatında ve siyasi hayatta diriltilmesi, Müs­lümanlar arasında kardeşlik ve muhabbetin tesisi, ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî irtibat noktalarının kuvvetlendirilmesi, İslam âlemindeki baskıcı rejim­lerden kurtulma zarureti ve son olarak Müslümanların şah­si men­faatleri yerine, İslam âle­minin menfaatini düşünmeleri en önemli temel meseleler olarak karşımıza çıkmaktadır. Yardım faaliyetleri çerçevesinde gittiğiniz yerlerde insanların hallerini gözlemliyorsunuz, bu­na göre fikri, hayali bir resim çizecek olursanız nasıl bir fotoğraf çıkar ortaya? İman ve Kur’an hakikatlerinden uzaklaşan ve dine karşı lakayt kalan İslam Dünyası’nın dört-beş asırdır tahakküm altında oldu­ğunu görüyoruz. Artık bu gidişe bir dur demenin zamanı gelmiştir. Bunun yolu ise, doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e layık doğruluğu ve istikameti göstermemiz, İslami­yet’in esaslarını, iman ve Kur’an hakikatlerini bizzat yaşamamız, Allah’ın inayetine ve rahmetine istinad etmemizdir. Kafamdaki fotoğraf; bütün insanlığın huzur ve barış içinde yaşadığı bir fotoğraftır. Bunun için, İslam Âlemi’nin bir an önce baskıcı rejimlerden kurtulması, İslami değerleri be­­nim­seyen liderler etrafında kenetlenmesi ve İttihad-ı İslam’ı gerçekleştirmesi gerekmektedir. Bu gerçekleştiğinde ise sadece Müslümanlar değil bütün in­san­lık âlemi barış ve huzura kavuşacaktır. İslam coğrafyasının problem­leri bu yapılan yardımlarla çözülür mü, yoksa yapılması gereken başka şeyler de var mı? İslam dünyasının problemleri­nin çözümünde maddi ve insa­ni yardımlar hiçbir şekilde ye­ter­li olamaz. Çünkü asıl olan mağduriyet üzerine yardımın ya­pılması değil, mağduriyeti orta­ya çıkaran sebeplerin ortadan kaldırılmasıdır. Bu sebeple Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından dile getirilen “dünya beşten bü­yüktür’’ ifadesi çok önemli. Çünkü dünyanın kaderi menfaat şebekesi olarak hareket eden ve ölüm ve gözyaşından başka bir şey vadetmediği fiilen tescillenen beş ülkeye teslim edilemez. Bu konuda çok önemli bir me­sele ise şudur. Dünyayı karıştıran şer güçlerin en büyük hedefi Ehl-i Sünnet dediğimiz sünni inancı ortadan kaldırmaktır. Mı­sır’da, Suriye’de, Irak’ta oyna­nan oyunların, İşid ve Kürt gruplar arasındaki mücadelenin temelinde de bu vardır. Bu sebeple Türkiye’nin istikrarını de­vam ettirmesi ve güçlenmesi çok daha önemli bir hale gel­miştir. Ayrıca Türkiye’nin üze­rinde durması gereken diğer çok önemli bir konu da; sadece mad­di yardımlarla yetinmeyip, asırlar­dır elde ettiği imani ve İslami birikimini ve kültürünü İslam coğrafyasında yaygınlaştırmak olmalıdır. Rabbimizin kelamına, iman ve Kur’an hakikatlerine, özellikle Ri­sale-i Nur’daki imani ve Kur’ani delillere bütün insanlığın ihti­yacı var. Bu cihette Türkiye’nin çok kuvvetli olan bu birikimini bü­tün insanlığa ulaştırma vazifesinin olduğunu düşünüyorum. Dola­yı­sıyla dünyevi yardımlar bir yana, insanların ahiretlerini kur­taracakları yardıma daha çok önem verilmesi gerekiyor. Mu­hammed Suresi 7. ayetteki ‘’Ey îmân edenler! Eğer (siz) Allah’a (dînine) yardım ederseniz, (O da) size yardım eder ve ayaklarınızı sâbit kılar’’ fermanı bize bu konuda yol gösteriyor. Yurtdışındaki Müslümanlar Tür­­­­kiye’yi nasıl görüyorlar, bu­ra­­dan asıl beklentileri neler? Türkiye, son yıllarda sağladığı mad­di ve manevi gelişim neti­cesinde İslam Âlemi’nin tek umudu haline gelmiştir. Bü­tün İslam Âlemi’nin gözü Tür­kiye’dedir. Gittiğimiz ülkelerdeki en ücra yerlerdeki Müslümanlar bile kendi ülkelerinden çok Tür­kiye’deki gelişmeleri takip etmekte ve dua etmektedirler. Dün­yadaki Müslümanların Tür­ki­ye’den asıl beklentileri; Tür­kiye’nin bütün İslam Âlemi’ne liderlik ederek zulmü ortadan kaldırması, dünyada medeniyeti, ittifakı, adaleti, huzuru ve ba­rışı tesis etmesidir. Çünkü “Dün­yaya söyleyecek sözümüz var’’ ve “Dünya bizi bekliyor’’. Biz de Allah’ın izni ile bu duaların kabul olacağına inanıyor, bu yolda gayret gösteriyoruz.

Mülakatlar * 01 Aralık
Konu resmiBu Ümmet Size Bakıyor, Ya Siz?
İnsan

Numan ibni Beşir Radıyallahu Anh’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyordu: “Mü­minler birbirlerini sevmekte, bir­birlerine acımakta ve bir­birlerini korumakta bir vücu­da benzerler. Vücudun bir uz­vu hasta olduğu zaman, di­ğer uzuvlar da bu sebeple uyku­suzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” Bugün İslam coğrafyasında pek çok ateşli hastalıklar kol geziyor maalesef. Her yerimiz ağrıyor. Fakat bu tevhid etmiş bir beden içerisinde temerküz eden sevgiden kaynaklanan bir rahatsızlıktan çok, birbirimizle alakamızı kes­mekten kaynakla­nan ayrılık ve dağınıklık acısı. Ve üzülerek söy­lüyoruz ki bütün bir coğrafya ateşler içerisinde. Dün ne diyordu İkbal: “Çin bizim, Arabistan bizim, Hin­distan da bizimdir; Biz Müslümanlarız, bütün cihan bizimdir. Tevhid emaneti kalbimizde sak­lıdır; Dünyadan ismimizi silmek im­kansızdır.” Peki ne oldu şimdi tevhid ema­netine? Neden çil yavruları gibi, kopmuş tespih taneleri gibi dar­­madağın halde bu ümmet? Ne­den kalbimizdeki emanete ihanet! Enfal Suresi 46. ayete kulak ve­relim öyleyse. Zira bizi bizden da­ha iyi bilen Rabbimiz değil mi­dir? Ne buyuruyordu Rabbimiz: “Allah’a ve Resûlüne itâat edin; birbirinizle çekişme­yin; sonra içi­nize korku düşer de (size heybet veren) rüzgârınız (kuvvetiniz) gi­der; o halde sab­redin! Şübhesiz ki Allah, sab­re­denlerle beraberdir.” Sabır, oturup diş sıkmak değil el­bette. Malumunuz sabrın üç çeşidi var. Musibetlere karşı sa­bır. Taatte sabır. Günahlara kar­şı sabır. O zaman gelin, Yu­nus Aleyhisselam gibi biz de kendimizi fark edelim ve Bedi­üzzaman Hazretlerinin şu cüm­lelerine kulak verelim: “İslâmiyetin mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve su-i fehim ve su-i edeple İslâ­mi­­yetin hakkını ve müstehak ol­duğu hürmeti ifa edemedik. Tâ, o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi. ... Öyle ise, ey ihvan-ı müslimîn! Geliniz, ona tarziye vereceğiz. El­­birliğiyle dest-i sadakati uzata­cağız, biat edeceğiz. Onun hab­lü’l-metinine sarılacağız.” O sağlam ip ise Kur’an ve Sün­nettir. Ve bu asırda hakaik-i ima­niyeyi ders veren başta Nur Risaleleridir. Öyleyse bize dü­şen, o ipe dizilmek ve tez za­manda o ipin başına imamesini takabilmektir. Dünya dünyapersetlerin hesap­larına göre pay edilirken, kader de herkese bir şeyler paylaştırıyor muhakkak. Dünyayı ahiretin tar­lası ve esma-yı İlahiyenin mazharı olarak gören ehl-i iman, elbette dünyaya rıza-yı İlahi için bakacak ve üçüncü yüz olan sırf dünyaya nazar etmekten hazer edecek. Fakat şunu iyice belleyecek ki hem yakın hem uzak istikbali ihata edebilecek. İşte o âlî söz ve yüksek hedef: “Şu istikbal inkılâbâtı içinde en gür sa­dâ İslam’ın sadâsı olacaktır.” Ve müminler olarak şunu bilece­ğiz ve amel edeceğiz: “Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez.” Slogan ve vitrin işleri bir tarafa bırakıp en dar daire olan ve bizi direkt ilgilendiren kalb dairemize dönüp içerisini kolaçan edelim. Eksikleri tamamlayıp fazlalaıkları atalım. Unutmayalım ki, “Ame­linizde rızâ-yı İlâhî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küs­se, ehemmiyeti yok. Eğer o ka­bul etse, bütün halk reddetse, tesi­ri yok. O razı olduktan ve ka­bul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktizâ ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya; yalnız, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.” Çok kıymetli İrfan Mektebi oku­yucuları! Dost düşman bütün dünyanın gözü Türkiye üzerinde. Geçmişte icra ettiği fonksiyonu yeniden işletsin umudu veya iş­letmesin korkusu içerisinde. Böy­le olmakla birlikte bize düşen, ken­­di­mizi fark etmek ve “Ey iman eden­ler, iman ediniz” fermanını bir kez daha düşünmektedir. Gerisi devam eden sayfalarda. Lüt­­fen dosyayı okuyun. Değer­len­dir­meler kendinize. Kalın sağ­lıcakla.

Metin UÇAR 01 Aralık
Konu resmiVarlıkta Yokluk Sıkıntısı Çekmek
Mülakatlar

Mülakat: Kerem KINIK Yeryüzü Doktorları Yönetim Kurulu BaşkanıMülakatı Yapan: İrfan Mektebi Kerem Bey, sizi ve Yeryüzü Dok­torlarını tanıyabilir miyiz? 1970’de Hekimhan’da öğretmen bir anne babanın evladı olarak doğdum. Kanlıca, Bebek ve Paşa­bahçe’de ilk ve orta öğrenimimi tamamladım. 1993’de İstanbul Üni­­versitesi Tıp Fakültesi’nden me­zun oldum. Mecburi hizme­timi Amasya'da Sağlık Ocağı So­­rumlu Hekimi olarak tamam­ladım. 1995 yılında İstanbul Bü­yük­şehir Belediyesi Sağlık Dai­resi’nde Müdür Yardımcısı olarak göreve başladım. 1999 yılında özel sektöre sağlık işletmecisi olarak geçtim. 2004 yılında İs­tanbul İl Genel Meclisine se­çildim, meclis üyesi ve Sağlık Komisyonu Başkanı olarak beş yıl hizmet verdim. Bu süre zarfında Avrupa Birliği Bölgeler Asamblesi Sağlık ve Sosyal Politikalar Ko­misyonunda İstanbul’u temsil ettim. İngiltere’de Portsmouth Üni­versitesinde Stratejik Bilgi Teknolojileri Yönetimi eğitimi al­dım. Ulusal ve uluslararası tek­noloji firmalarında Genel Mü­dürlük faaliyetlerimden son­ra son çalışma yerim olan Bezmi­âlem Vakıf Üniversitesi'nde Rek­­tör Danışmanı olarak çalış­mak­tayım. Diş Hekimi Hatice Öztürk Kınık'la evliyim ve Mu­hammed Furkan, Abdullah Ha­run ve Fatıma Zehra'ya ba­balık vazifelerimi Yeryüzü Dok­torlarından kalan zamanda yerine getirmeye çalışıyorum. Yeryüzü Doktorları uzunca yıllara dayanan bir sosyal birlikteliğin sonunda doğdu. Afetler, savaşlar ve yoksulluk gibi nedenlerle pek çok insan ve toplum mahrumi­yet içerisinde en temel insan hakkı olan sağlık hizmetlerine erişemiyor ne yazık ki. Bizler de “Acaba bir nebze de olsak bu yaraları sarabilir miyiz? Bizde olanları ihtiyaç sahipleri ile pay­laşabilir miyiz?” diye sorduk ve Yeryüzü Doktorlarını 2000 yılında kurduk.    Yeryüzü Doktorları, felaketlerin, savaşların ve iç karışıklıkların aç­tığı her yarayı sarmak için, dün­yanın her bölgesine ulaşmaya çalışıyor ve tıbbi yardıma ihtiyaç duyan insanlar için çeşitli sağlık projeleri hayata geçiriyor. Kimi yerde tam donanımlı hastaneler ve sağlık merkezleri inşa ederek, kimi yerde beslenme sağlığı merkezleri kurarak sürdürülen bu projeler, on binlerce insanın hem derdine deva, hem ruhuna şifa oluyor. İslam dünyasının problemler, ih­­­tiyaçlar içerisinde olmasını na­­sıl yorumluyorsunuz, neden böy­le? Hem İslam dünyasındaki bu ihtiyaçlar gerçekten yokluk­tan mı, yoksa varlığın değerlen­dirilememesinden midir? İslam dünyasının eğitim, sağlık, toplumsal refah, adalet, demok­rasi, insan hakları gibi alanlarda çok büyük zaafları bulunmakta, bu durumu parçalanmışlık ve lidersizlik derinleştirmektedir. Dün­­yadaki kaynakların insanlar ara­­sında ayrım gözetilmeden eşit şekil­de paylaşılması gerektiği herkes tarafından evrensel bir değer olarak addedilir ama iş uluslararası ilişkilerin pratikleri­ne dayandığında dünya tarihi,  aç gözlülük ve hırs etkisiyle kendi çıkar dairesinin dışında kalanlara büyük bir umarsızlıkla yaklaşan ülkelerle doludur. Ken­di medeniyet ekseninde sağ­ladığı birliği kaybeden İslam dün­yası, bu pay kavgasında hep pasif kalmıştır. Medeniyet pers­pektifli düşünemedikleri için sahip olduğu zenginlikleri per­va­sızca boşa harcayan zengin İs­lam ülkeleri de aslında bu du­rumdadır. Refahın somut çık­tıları değerlendirildiğinde bazı kalemlerde dünya standartları­nın çok üzerinde seyreden ama bazı kalemlerde ölçüm bile yapı­lamayacak kadar fakir durumda olan bu ülkeler, esasen varlık içerisinde yokluk yaşamaktalar. Bu ana sebep ortadan kalkmadan eğitim, sağlık, üretim, adalet, kal­kınma üzerine yapılacak tüm yardımlar taşıma suyla değir­men döndürmenin ötesine geçe­meyecektir. ‘Balık tutmayı öğretecek’ faa­liyet­leriniz de var mı? Yani gittiğiniz yerlerde yardım ala­nınızla ilgili eğitim faaliyet­­leri de yapılıyor mu? Yeryüzü Doktorları faaliyet gös­terdiği coğrafyalarda en önemli yatırımın insana yapılan yatırım olduğuna inanmaktadır. Bu bağ­lamda ülkelerin sağlıklı insan ka­pasitesinin arttırılması için çeşit­li programlar yürütmekteyiz. Ön­lisans, Lisans ve Yüksek Lisans alanlarında formel mesleki eğitim programları, Tıpta Uzmanlık ve Sürekli Tıp Eğitimleri, Öğrenci ve akademisyen değişimleri, Ser­ti­fika Programları ve Bilimsel kongreler gibi kapsamlı program­larla toplumların sağlıklı insan gücü kapasiteleri arttırılmaktadır. Medyada öne çıkan ülkeler var ama daha acil ihtiyaç sahibi bölgeler var mı, nereler? Dünyanın en az gelişmiş 25 ül­ke­si Afrika kıtasında bulunuyor. Af­rika’da yaşanan kıtlık, kuraklık ve iç savaşlar halkı çok zor durumda bırakıyor. Somali, zor durumda olan bu 25 ülkenin başlarında geliyor. Somali, Yeryüzü Dok­tor­ları tarafından, hastane, bes­lenme merkezi, Sağlık Meslek Yük­sekokulu, Tıpta Uzmanlık Eği­timi, Gönüllü Sağlık Ekipleri gibi kısa, orta ve uzun vadeli proje­lerle desteklenmektedir. So­mali, Türkiye medyasında adı sık sık duyulan ve büyük yar­dım kampanyalarıyla destekle­nen bir ülke. Afrika’da Somali gibi adı duyulmayan ancak yoklukla boğuşan nice ülkeler var. Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Afrika’nın en fakir ülkelerinden biri. Yeryüzü Doktorları, sahip olduğu coğrafi avantajlara rağmen insani yardım olmadan kendi kendini idame ettiremeyen bu ülkede uzun vadeli sağlık projeleri yürütüyor. Lubumbashi’de pek yakında açılacak olan 60 yatak kapasiteli Hewa Bora hastanesi ve civar bölgelerdeki sağlık klinikleri bunlardan bazıları. Yine Afrika’da; Nijer, Moritanya, Sierra Leone ile Arap yarım adasında Yemen, insani yardım listesinde üst sırada olması gereken ülkeler arasında. Yeryüzü Doktorları olarak STK ve devlet yetkililerinden bölgeye ait nasıl bir talebiniz olurdu? Bizler neler yapabiliriz? Yeryüzü Doktorları’nın ağırlık­lı olarak faaliyet gösterdi­ği fakir Afrika ve Asya ülke­lerinde­ki sağ­lık merkezleri ve bu­ra­larda ça­lışan sağlık profes­yonelleri­nin gerek eğitim, gerekse ekip­man anlamında desteklen­me­leri ge­rekmektedir. Kampan­ya­­ları­mızın ve faaliyetlerimizin duyurulması hazırladığımız pro­je­lere fon bul­ma anlamında cid­di katkılar sağ­layacaktır.

Mülakatlar * 01 Aralık
Konu resmiAsrın Vebası: İslam Düşmanlığı
İnsan

İslâm’ın vahyinin üzerinden tam 1446 sene geçti. İlk asrını sayma­yacak olursak, İslâm; 13 küsur asırdan beri, İ’la-yı Kelimetullah adına, Ceziretü’l-Arab’dan Orta As­ya’ya; Kuzey Afrika’dan Avru­pa’nın içlerine; Anadolu’dan Vi­ya­na kapılarına; yine bugünkü adıyla Orta Doğu’dan Uzak Do­­ğu’ya kadar önce Sahabiler, Tabiîn­ler, Melikler, Emirler ve nihayet Osmanlı Sultanları vası­tasıyla tebliğ edildi. Bu 13 küsurluk asır boyunca onun adına çok seferler düzen­lendi; çok canlar yandı; çok göz­yaşları sel olup aktı... Ancak, İs­lam’ın Müslümanlara yüklediği bu ulvî tebliğ vazifesi yerine geti­rilirken, Kuranî ve Peygamberî me­tod harfiyyen takip ve tatbik edil­di. Belâgât ile nasîhât bu teb­lîğ metodunun vazgeçilmez un­suru oldu. Bazen kabul gördü, bazen de reddedildi. Muhtelif şid­det ve haksızlıklara maruz kal­dı. Ama her defasında nefs-i mü­dafaada bulundu. Onun var­lı­ğından dahî rahatsız olanlara karşı i’tidâl ile mukâvemet etme yolunu seçti. Cezîretü’l-Arab’dan haykırılan bu ilâhî mesaj tüm insanlığa dünya barışı ve âhiret saâdetinin temîni için çok mücâhede ve mücâdeleler verdi ve hâlâ vermektedir. Bugün itibariyle, sanki “Tarih te­­kerrürden ibarettir” sözünü te­yîd edercesine, 20. yüzyılın son çeyreği ile 21. yüzyılın baş­larında bulunduğumuz şu asırda, teknoloji çağında; bil­gi­nin anlık paylaşıldığı bir za­manda; ak ile karanın rahatlık­la anlaşılabildiği bir ortamda, üze­rinden 14 asır geçmesine rağ­men bazı mabeynlerin İs­lâm’a karşı olan kin ve nefret duygularını azaltmamaları, biraz­cık akıl ve iz’ân sahibi insanı düşündürmelidir... Bu kin ve nefret mantığını biz Müslümanlar çok iyi idrâk etsek bile, arada kalmış beyinlere anlat­mada zorlandığımız âşikârdır. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yı­kılmasıyla soğuk savaşın ye­ri­ni alabilecek bir düşman ih­dâs etmek gerektiğine inanan ba­zı egemen güçlerin, Sovyet Blo­ku’ndan boşalan “düşman he­def tahtasına” maalesef İslâm’ı koydukları malumdur. Önceleri basit bir başörtüsü me­selesi gibi görülen bu anti-müs­lüman ırkçılığı, her geçen gün giderek dozunu arttırmış, ulus­lararası komplo ve oyunlarla yerini ırkçılıktan daha öteye bir “İslâm düşmanlığı”na taşımıştır. 11 Eylül 2001 tarihinde Ame­rika’da ikiz kulelerin infilâk etti­rilmesi, dünya üzerinde İslâm ve Müslüman düşmanlığı algısını in­şa etmek için bir milâd olarak telakki edilmelidir. Bu tarihten itibaren gerek Avru­pa’da gerekse Amerika’da hatta ve hatta Müslüman ülkelerde dindar Müslümanlara karşı bir cadı avı başlatılmış ve bu cadı avı bugün çok farklı mecralara meyletmiştir. Ekilen kin ve nefret tohumları­nın neticesi olarak toplumlarda hu­zur­suzluklar başlamış, ictimâî bir patlamanın eşiğine doğru sü­rüklenmiştir insanlık... Özellikle Avrupa toplumlarında Müslüman, büyük bir tehlike ola­rak telâkkî edilmeye başlan­mış­tır. Tehlike korkuyu; korku cehâleti; cehâlet ise her türlü vahşeti körükleyecek bir mâhi­yete bürünmüştür. Maddî ve ma­nevî açıdan çıkmaza giren cahil toplumlar, İslâm’ı ve Müs­lümanları bir günah keçisi gibi görmekte; içine düştükleri gir­daptan İslâm ve Müslümanları mes’ul tutmaktadırlar. 7 milyar nüfuslu dünyamızın içinde kendini imtiyazlı gören bir küçük zümrenin sırf kendi maddî menfaatleri adına, dünya hayatını, herkes için olduğu gibi kendileri için de cehenneme çevirdiklerini görememektedirler herhalde! İslâm, 21. yüzyılda dahi yükse­len bir yıldız ve parlayan bir güneş olarak egemen güç­lerin ilk sıradaki kaygıları olmuş­tur. Bu sebepledir ki İslâm coğ­raf­ya­sındaki bu kronik keş­mâ­keş­lik, biraz da bir kısım Müslü­manların, üretilen bu İslâm ve Müslüman düşmanlığı algı ope­rasyonları karşısında maalesef gaf­let içerisinde avlanmaları ne­­de­niyle devam etmektedir. “Me­deniyetler çatışmasından” daha ziyade, “mezhebler çatış­ma­­sını” kurgulayan bu algı ope­ras­yon­ları­na karşı rasyonel bir tutumla cevap vermek yerine, hissî dav­ranmak yolunu seçmiştir bu kı­sım Müslümanlar. Bu bağlamda, Usame Bin Ladin ve El-Kaide, 2000’li yılların baş­larında sahneye konulan bu algı operasyonları karşısında egemen güçlerin bekledikleri reaksiyonu veren bir grup olmuştur. İslâm düşmanlığı ile marûz ka­fa­larda bu anti’liğin hadd saf­halara çıkmasında El-Kaide, be­lirli bir menfî algının oluşma­sına sebeb olsa da Usame Bin Ladin’in öldürülmesiyle İs­lâm düşmanlığının Avrupa toplum­larında 2010-2012 yılları ara­sında bir azalma görüldüğü tesbit edilmiştir. Kısmen müsbete doğru eğillim gösteren bu tablo, müzmin İslam düşmanlarını çok endişelendirmiş olmalı ki bir kurgulama da biz yapacak olursak: “İslam coğ­raf­yasında yeni çalkantıları doğu­racak yeni senaryolar sahneye konulmuş”, sözde “İslam Dev­leti” adına çıkmış, ne idüğü, neye hizmet ettiği, amacının ne olduğu belli olmayan bir gü­ruhun tahrîbâtları, yapılan son anketlerde, Batılı toplumlarda İslam düşmanlığını körüklemiş göstermektedir. “İslam düşmanlığı, Batılı düşü­nür­ler­ce; Berque’den Derrida’ya; Esposito’dan Sack’a; Ward’dan Wright’a, Legendre, Badiou, Agamden ve Nancy’ye kadar ya­hudi düşmanlığının bir uzan­tısı olarak görülmekle beraber, bugünkü tezâhürâtıyla ifrâta düşmüş Müslümanların ihaneti­nin bir neticesi” değerlendirmesi­ne maruz kalmıştır. Bununla birlikte, dünya üzerinde “Müslümanları öldürmeye davet eden çocuk video oyunlarıyla, ismi İslâm olduğu için çocuk programlarına alınmayan televiz­yon kanallarıyla, bütün medeni­yetlerin aynı olmadığını çığıran devlet adamlarıyla”, İslam düş­manlığı; zamanımızın en re­vaçtaki kin ve nefret âbidesi ola­rak önümüzde durmaktadır. Böyle bir vahîm durumda, Bedîüz­zamân Said Nursi Hazretleri’nin dediği gibi: “Madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukâbilinde ve şiddetli tazyîkât karşısında ve salvetli bid’alar, da­lâ­letler içerisinde, bizler gâyet az ve zaîf ve fakîr ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gâyet ağır ve büyük ve umûmî ve kudsî bir vazîfe-i imâniyye ve hizmet-i Kur’âniyye omuzumuza ihsân-ı İlâhi tarafından konulmuş; elbet­­te, herkesten ziyade, bütün kuvve­timizle (tüm âlem-i İslâm olarak ittihâdı ve) ihlâsı kazanmaya mec­bur ve mükellefiz.” Vesselâm.

Ahmed BAKCAN 01 Aralık
Konu resmiTevhîdin İki Burhân-ı Muazzamı ve Sûre-i İhlâs’ın Bir Nükte-i İ‘câziyesi
İbadet

بِسْـــــــــــــــــــــمِ اللَّهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِ الْعَالَم۪ينَ وَالصَّلَاةُ عَلٰی سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَ عَلٰٓی اٰلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ   Cenab-ı Hakkın birliğine, doğ­ru ve şüphesiz olarak inanma­yı sonuç verecek şekilde ispat eden iki büyük delil (Kainat ve Kur’ân-ı Kerim) ve İhlas suresinin i’cazını gösteren bir nükte Şu kâinât tamamıyla bir bur­hân-ı muazzamdır. Li­sân-ı gayb şehâdetle müseb­bih­tir, muvahhiddir. Evet, tevhîd-i Rahmânla, büyük bir sesle zâkirdir ki:  لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Kâinat bütün olarak Allah’ın bir olduğuna muazzam bir burhandır. Âlem, gaybî bir dille, herkesin duyamadığı ama gördüğü hal diliyle, yü­ce Allah’ın bir olduğuna ve hiçbir şekilde ortağının bulunmadığına varlığıyla şa­hit­lik ederek O’nu tesbih eder. Âlem, O’nun birliğini ilan eden bir muvahhiddir. Evet, kâinat­ta görülen ve Rahman’ın bir tecellisi olan yardımlaşma, da­­yanışma, ahenk, sanat, lü­tuf, nimet ve merhamet gibi deliller Rahman olan bir Allah’ı zikreder ve der ki “Al­lah’tan başka ibadet edilecek ilah yoktur.” Bütün zerrât-ı hüceyrâtı, bü­tün erkân ve a‘zâsı birer lisân-ı zâkirdir. O büyük ses­le beraber der ki:  لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Kâinatın en küçük varlığından tut ta en büyüğüne kadar her şey hem birer birer hem de hep beraber Allah’ı zikretmektedir. Bütün varlıkların zikrinden oluşan o büyük ses der ki “Ondan başka yaratıcı ve terbiye edici bir ilah yoktur.” O dillerde tenevvü‘ var. O seslerde merâtib var. Fakat bir noktada toplar onun zik­ri, onun savtı ki:  لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Âlemdeki varlıklar farklı ol­duğundan her birinin zikri de değişiktir. Merhamete muh­taç olan “Ya Rahman” der­ken, rızka muhtaç olan ise “Ya Rezzak” diyecektir. Bir çekirdek “Ya Fettah” derken bir yıldız “Ya Nur” diyecektir. Demek her bir varlık muhtaç olduğu şeylere göre Allah’ı zikretmektedir. Bu zikirler key­fiyet olarak da birbirinden farklıdır. Kimisi şuursuz, kimisi hususi, kimisi de çok zengin zikir çekmektedir. İnsan ise bütün varlığın zikir­lerini içine alacak tarzda zikretmektedir. O, kimi, niçin zikrettiğinin şuurundadır.  Ce­nab-ı Hakk’ı bütün isim ve sıfatlarıyla zikretmektedir. Fakat bu zikirler her ne kadar değişik olsa da hepsi tek bir noktada toplanmaktadır. Onları toplayan ise Allah’ın zikridir ki “Ondan başka zikredilmeye layık ilah yoktur.” cümlesidir. Bu bir insan-ı ekberdir, büyük sesle eder zikri. Bütün eczâsı, zerrâtı küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki:  لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Kâinat büyük bir insandır. Çünkü insanda tecelli eden bütün Esma-yı Hüsna âlemde de tecelli etmektedir. Hem insan kâinatın küçük bir modelidir. Çünkü her bir âlemden alınan örnek ve numunelerden mey­dana gelmiştir. Âdeta âlemde her ne varsa numuneleri insanda vardır. Âlem-i ervahtan/emirden ruh, levh-i mahfuzdan hafıza, misal âleminden hayal, şahadet âleminden beden gibi o âlemleri temsil edecek öz insanda mevcuttur. Bu sırdan dolayı olmalı ki Hz. Ali (ra)   وَ تزعم أنك جرمٌ صغير،،وفيك انطوى العالمُ الأكبرُ Sen kendini küçük bir cisim sanırsın. Hâlbuki sende büyük bir âlem saklıdır, demiştir. Evet, büyük bir insan olan kâinat büyük bir sesle zikretmektedir. Âlemdeki küçük varlıklar da kâinatın yüksek sesle yaptığı zikirle beraber zikrederek derler ki “Ondan başka varlıkta istediği gibi tasarruf eden ve yaratıcı olan bir İlah yoktur.” Burada kâinatın büyük bir insan olarak gösterilmesi, insanın manen kâinat kadar değerli ve kâinata denk bir varlık olduğunu ifade etmektedir. Şu âlem halka-i zikri içinde okuyor aşrı, şu Kur’ân maşrık-ı nûru, bütün zîruh eder fikri ki:  لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو  Bütün varlıklar adeta zikir hal­kası oluşturarak Allah’ı zikre­derlerken, Âlem, böyle bir hal­kada Kur’andan bir aşır okumaktadır. Kur’an-ı Kerim ise doğu tarafından yani Arabis­tan’dan doğan bir ilahi nurdur. Şuurlu, akıl sahibi bütün can­lıların ortak düşüncesi şudur ki “Ondan başka zikredilecek bir ilah yoktur.” Bu Furkān-ı Celîlüşşân, o tev­hîde nâtık burhân, bütün âyât sâdık lisân, şuââtı bârika-i îmân, beraber der ki:  لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Hak ile batılı ayıran ve şanı pek yüce olan Kur’an-ı Kerim, Allah’ın bir olduğunu söyleyen doğru ve şüphesiz bir delildir. Her bir ayeti bu gerçeği doğrulayan ve söyleyen bir dil hükmündedir. Kur’an-ı Kerim’in her bir ayetinden çıkan sızıntılar ise parıldayan imandır. İşte bu mukaddes kitap bütün ayetleriyle der ki “Allah’tan başka İlah yoktur.” Kulağı ger yapıştırsan, şu Furkân’ın sînesine, derinden tâ derine sarîhan işitirsin, semâvî bir sadâ der ki: لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Her kim hak ile batılı ayıran Kur’an’ı dinlese, açıp inceleyerek okusa, en iyi şekilde, en ince ayrıntısına kadar açıkça şunu işitecektir: “Ondan başka İlah yoktur” O sestir gayeten ulvî, nihâyet derecede ciddî, hakîkî pek samîmî, hem nihâ­yet mûnis ve mukni‘ ve burhânla müceh­hezdir, mükerrer der ki:  لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Kur’an-ı Kerim’in bu sesi pek yücedir. Çünkü vahiydir. Onun için her türlü noksanlıktan münezzehtir. Konu edindiği bü­tün meseleler hakikattir. Onun için son derece ciddidir. Bu ses samimidir. Herkesin anlayabile­ceği bir üslupta indirildiği için kimse ona karşı yabancılık hissetmemektedir. Anlattığı bü­tün hakikatler doğru ve şüphe­siz delillerle desteklenmiştir. Bir­çok ayetinde şu gerçeği tekrar etmektedir: “Ondan başka İlah yoktur.” Şu burhân-ı münevverde ci­hât-ı sittesi şeffaf. Ki üstünde münakkaştır müzehher sikke-i i‘câz, içinde parlayan nûr-u hidâyet, der ki:  لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو  Doğru, şüphesiz ve parlak bir delil olan Kur’an-ı Kerim’in altı yönü yani her tarafı şeffaftır. Ona hiçbir şaibe yaklaşamaz. Kim ona baksa üstünde mucize ve taklit edilemez oluşunu görecektir. İçine girildiğinde, ayetlerine bakıldığında hidayet nurlarının parladığına şahit olacaktır. İşte hem mucize oluşu hem de içindeki hidayetiyle Kur’an der ki “Ondan başka hidayete erdiren bir ilah yoktur.” Evet, altında nesc olmuş mü­­­hef­­hef mantık ve bur­hân, sa­ğında aklı istintâk, mürefref her taraf, ezhân “Sadakte” der ki:  لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Kur’an-ı Kerim ince bir mantık ve kesin bilgiyi verecek delil üze­rine oturmaktadır. Mantık ve de­­lillerle desteklenmiştir. Onun için aklın prensipleriyle çeliş­me­mektedir. Sağ tarafından ba­kıl­dığında veya bugüne kadar geçmiş zaman dilimine bakıl­dığında Kur’an sorgulayan, dü­şünen bir akla önem vermiştir. Birçok ayetinde de düşünmeyi emretmiştir. Onun için zihinler der ki “Ondan başka ilah yoktur.”  Yemin olan şimâlinde eder vic­danı istişhâd, emâmında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadet­tir. Onun miftâhıdır her dem ki:  لَٓآ اِلٰهَ اِلَّا هُو Sol taraftan bakıldığında bu yön de sağ taraf gibi şereflidir. (Sol taraf sağ tarafa benzetilmiştir) Çünkü İslamiyet’te sağdan baş­lamak sünnettir. Sağ tarafa bir öncelik tanınmıştır. Onun için sol taraf tabiri sağa benzetilmiştir. Bu benzetme Kur’an-ı Kerim hakkında ince ve güzel bir edeptir. İlahi kelama sol taraftan bakıl­dığında görülecektir ki o, te­miz ve selim vicdanları şahit tutmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in ön tarafı yani rehberliği ise dünya ve ahret için her yönüyle hayırdır. Onun hedefinde insanlar ve cinler için saadet vardır. Saadetin yollarını göstermektedir. Bu gü­zellikler için Kur’an’dan ya­rar­lanmak gerekmektedir. Bu ko­nuda Kur’an-ı Kerim’in anahtarı ise tevhidi ifade eden “Ondan başka ilah yoktur.” cümlesidir.

Muhlis KÖRPE 01 Aralık
Konu resmiSiz Zengin misiniz?
İnsan

Üstlerine küçük gelen yırtık pır­tık mantolar giymiş iki çocuk, birbirlerine sokulmuş dış kapının önünde duruyorlardı. “Kullanılmış kâğıt var mı bayan?” Meşguldüm. Yok deyip onları başımdan savmak istiyordum, ama o sırada gözüm ayakkabı­larına ilişti. Karla kaplanmış ince sandaletlerden giymişlerdi. “İçeri girin, size bir fincan sıcak kakao yapayım” dedim. Bir şey demediler. Islak sanda­letleri şöminenin önünde izler bıraktı. Dışarıda soğuğa karşı kendilerini biraz toparlamaları için onlara kakao ile reçelli ekmek verdim. Sonra mutfağa geri döndüm. Ön odadan hiç ses gelmemesi dikkatimi çekti. İçeri baktım. Kız, boş kakao fincanını iki elinin arasında tutmuş, içine bakıyordu. Oğlan, düz bir sesle sordu: “Hanımefendi siz zengin misiniz?” Kanepelerin eskimiş kılıflarına baktım. “Zengin olmak mı, hayır tabii ki zengin değilim” dedim. Kız fincanını dikkatle tabağına yerleştirdi. “Fincanlarınızla tabaklarınız ta­kım da” dedi. Sesinde bildik bir açlık vardı, ama bu karnının açlığı değildi. Sonra kâğıt çuvallarını yüklenip gittiler. Teşekkür etmemişlerdi. Etmeleri de gerekmiyordu, çünkü daha fazlasını yapmışlardı. Buz mavisi seramik fincanlar ve tabakları takımdılar. Mutfağa geri döndüm patateslere baktım, et suyuna karıştırdım. Patates ve et suyu, başımızı sokacak bir ev, düzenli bir işi olan kocam, mutlu bir yaşamım. Bunlar da takımdı. Ve galiba gerçekten zengindim. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırdım, odayı topladım. Kü­çük sandaletlerin çamurlu izleri hâlâ şöminenin önündeydi. On­ları temizlemedim. Ne kadar zengin olduğumu unut­mamak için, onların orada kal­malarını istedim.

İrfan MEKTEBİ 01 Aralık
Konu resmiMimar Sinan'ın Kalfalık Eseri: Süleymaniye Camii
Tarih

Süleymaniye Külliyesi, Kanûnî Sul­tan Süleyman tarafından, Ser Mi­marân-ı Hassa, Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Caminin yapımına 13 Haziran 1550 yılında başlan­mış ve 15 Ekim 1557 yılında tamamlanarak ibadete açılmış­tır. Osmanlı-Türk mimarlığının en önem­li yapılarından biri olan Süleymaniye’yi, Mimarı, ‘kalfalık dönemi eseri’ olarak isimlendirir. Cami, şehrin en yüksek yeri olan, Haliç’e ve Boğaz’a hâkim üçüncü tepenin üzerindedir; cami, darülkurra, darülhadis, darüşşifa, darüzziyafe, hamam, imaret, çeşme, medrese, dükkân, çarşı ve Kanûnî ile Hürrem Sultan'ın türbeleriyle geniş bir imar ve şehircilik ha­reketidir. Süleymaniye’yi sadece Cami olarak değil, bir bütün olarak “Külliye” yani bir ya­şam merkezi, bir sosyo-kültürel komp­leks olarak görmek gere­kir. Bulunduğu semte de is­mini veren Süleymaniye, aynı za­manda üzerine oturduğu te­peyle bütünleşmiş ve tepeyi tamamlayan, zirveyi teşkil eden, harika bir tasarımdır. Osman­lı külliyeleri içinde Fatih külli­yesinden sonra ikinci büyük kül­liye Süleymaniye külliyesidir. Külliye İstanbul yarımadasının Haliç, Marmara, Topkapı Sarayı ve Boğaziçi'ni gören ortadaki en yüksek tepesinde inşa edilmiştir. Mimar Sinan'ın türbesi ise ku­zeydoğu tarafındaki dış avlu du­varlarının karşısında mütevazı kü­çük bir yapıdır. Mimar Sinan, Süleymaniye başladığında yakla­şık 60 yaşındadır. Süleymaniye Camii Klasik Os­manlı Mimarisinin en önem­li örneklerinden biridir. Yapı­mın­dan günümüze dek İstan­bul'da yüzü aşkın deprem gerçekleşmesine karşın, camide herhangi bir önemli hasar oluş­mamıştır. Caminin iç kısmı 61x70 m ölçülerinde olup, yer­den yüksekliği 49,50 m, dört fil ayağı üzerine oturan caminin kubbesi 26,20 m çapındadır. Bu ana kubbe, Ayasofya'dan sonra­ki en yüksek kubbedir.  Kubbe kasnağında otuz iki pencere bu­lunmaktadır. Süleymaniye ta­sa­­rı­mının özelliklerinden biri de minarelerin avlunun dört kö­şe­sinde yerleşmiş olmasıdır. 49,50 m yüksekliğinde kubbe ile avlu­yu cami siluetinde birleştirmek için Mimar Sinan, cami ile re­vaklar arasındaki minareleri çok yüksek (76m) ve üç şerefeli; av­lunun kuzey köşesine koyduğu minareleri daha alçak (56m) ve iki şerefeli yapmıştır. Bu vakarlı, azametli orantı Süleymaniye'yi Haliç ve Anadolu’dan ihti­şam­la seyretmemizi sağlamaktadır. Süley­maniye dört minaresiyle Kanû­nî’nin fetihten sonra dör­düncü, minarelerindeki on şerefe de onuncu Osmanlı Padişah’ı olduğuna işarettir. Akustiği sağlamanın yanı sıra kubbe ağırlığını hafifletmek üzere pişmiş kilden yapılmış “Sebu” denilen testilerden altmış dört tanesi Merkezi kubbeye ağızları aşağıya gelecek şekilde yerleştirilmiştir. Testilerin derin­liği 50 cm. ve ağız kısmının delik kısmı 5 cm. ebatlarındadır. Mimar Fossati’nin, Sultan Ab­dülmecid döneminde yaptığı ta­miratta kapatılan tesitlerin ağız kısmı kubbeye dikkatle ba­kıldığında seçilebilmektedir. Süleymaniye Camii, Osmanlı camilerinin gelişme sürecinde önemli bir noktayı işgal ederken, klasik Osmanlı mimari üslubu ve sanat tekniklerinin üstün başarıyla sergilendiği bir şaheserdir. Günümüzden yaklaşık beş yüz sene önce inşa edilmiş olmasına rağmen bugünkü yaşam kavramlarının, hatta bugünkü tekniğin ötesinde gerçekleştiril­miş bir eser olarak önümüzde durmaktadır. Süleymaniye’de ortak paydada hep huzur vardır. İster eğitim veren medreselerde, is­ter kervansarayda, ister caminin içinde ama her yerde önce huzur vardır. Bunu Mimar Sinan, hem su (avlunun ortasındaki şadırvan, o devrin şartlarında kısmen Bi­zans kanalları kullanılarak Istran­ca derelerinden getirilen suyu, doğal kule prensibi ile hava akımı oluşturarak oksijenle arıtan, tari­hin ilk içme suyu hazırlama is­tasyonudur) hem de hava (Ca­mi, içindeki kandil islerini te­mizleyecek hava akımına uygun inşa edilmiştir. Yani cami içinde, yağ lambalarından çıkan islerin tek bir noktada toplanmasını sağlayan bir hava akımı yaratacak şekilde inşa edilmiştir. Camiden çıkan isler ana giriş kapısının üzerindeki odada toplanmış ve bu isler öğrenciler için mürekkep yapımında kullanılmıştır). İs oda­sının boyu 5,75 m, eni 2,00 m, basık kemerli tavanın en yüksek yeri 1,70 metredir. Yirmi sekiz revakın çevrelediği cami avlusunun ortasında dik­dört­gen şeklinde bir şadırvan bu­lunmaktadır. Caminin kıble ta­­rafında içinde Kanûnî Sultan Süleyman'ın ve eşi Hürrem Sul­tan'ın bulunduğu bir hazire mev­cuttur. Kanûnî Sultan Sü­ley­man'ın türbesinin kubbesi yıl­­dız­larla donanmış gökyüzü ima­jını vermesi için, değerli taş­ların yanı sıra ufak aynalarla süs­lenmiştir. Kanûnî Türbesi’nin gi­riş kapısının üzerindeki pence­renin üst tarafında Mevlevi sikke­si şeklinde bir Hacerü’l- Esved parçası bulunmaktadır Cami süslemeleri açısından sa­de bir yapıya sahiptir. Mihrap duvarındaki pencereler Revzen­ler­le süslüdür. Mihrabın iki ta­rafındaki pencereler üzerinde yer alan çini madalyonlarda Fetih Suresi, caminin ana kubbesinin ortasında ise Nur Suresi yazılı bulunmaktadır. Caminin hat ya­zıları Ahmet Karahisari’nin ma­nevi oğlu ve talebesi olan Hasan Çelebi’nindir. Mimar Fos­­sati’nin yaptığı restorasyon­da kubbe yazısı Hattat Abdülfettah Efendi’ye yazdırılmıştır. 1960’lı yıllarda yapılan restorasyonda ise kubbe yazısı hariç sıva üstü yazılar Hattat Halim Özyazıcı tarafından yenilenmiştir. İçeride, üst kat pencere üzeri yazılar ise Abdülfettah Efendi hattı iledir. Söylentiye göre hava akımı ve ses akustiğini kontrol amacıyla caminin ortasında nargile içer­ken padişah Kanûnî çıkagelir. İnşaatın uzamasından esasen canı sıkkın olduğundan bu durumu yanlış değerlendirerek “Bre mi­marbaşı bu ne haldir? İnşaata mukayyet olacağına nargileyle keyif mi çatarsın?” deyince Sinan serinkanlılıkla yaptığı deneyi açıklar. Durumu anlamakla bir­likte Kanûnî yine de hiddetle ca­minin ne zaman biteceğini sorar. Sinan kimsenin beklemediği kısa bir vade verip yapımının iki ayda tamamlanacağını söyleyince, pa­di­şah duruma açıklık getirerek so­ru­sunu yineler: “Cümleten bu bi­na ne zamana dek tamam olur?” Sinan üzgün, ama sakin ve emin­dir: “İki ay olunca, bu bina da tamam olur”. Sinan sözünde durur ve gerçekten tam iki ay sonra cami eksiksiz tamamlanır. Açılış töreninde caminin anah­tarını açması için padişaha su­nan Sinan’a, Kanûnî anahtarı geri verir ve “bina eylediğin Bey­tullah’ı sıdk-u safa ve duayla yine sen açmak evladır” diyerek ve camiyi ona açtırarak gönlünü alır. Mimar Sinan, bu cami inşasına binanın oturup sağlamlaşması için bir sene ara verir. Bu sırada İran şahı Tahmasb, bir elçiyle bin kese para ve çeşitli mücevherler göndererek şu mektubu yazmış: “İşittik ki camiyi tamamlamaya kudretiniz kalmamış, yapmaktan vazgeçmişsiniz. Bu mücevher ve parayı harcayıp camiyi bitirmeye gayret edin ki bu hayırlı işte bizim de payımız olsun”. Sultan, Şah'ın incitici mektubuna şiddetle kızarak bin kese parayı elçinin gözü önünde İstanbul Yahudileri’ne dağıtıverdi ve elçiye: -Yahudi Efendilerinize malınız nasip olsun ki, cehennemde sizlere bindikleri vakit kamçı vurmasınlar. Yoksa sizler gibi namaz kılmayan insanların cami yaptırma ile ne alâkası olur?'' diye söyledi. Mücevherleri de elçinin gözü önünde Mimar Sinan'a vererek: "Bu kıymetli diye gönderdiği mücevherler benim camimin taşları yanında kıymetsizdir. Hemen bunları başka başka taşlar içine katıp kullan" dedi. Elçi bunu görünce aklı başından giderek hayretle susup kaldı. Şah’ın mektubuna münasip cevap yazıldı. Mimar Sinan bu mücevherleri sanat­kârlığını göstererek minarenin her altı köşe zırhları arasına konulan mermer gülleri içinde bu mücevherleri süs yapmıştır. Bunun için o minareye hâlâ Cevahir Minaresi denilir. Güneş ışığı mücevherlere vurduğu zaman parıldar ve ışıldar. Evliya Çelebi seyahatnamesinde bu taşların zamanla sıcağın şiddetinden bo­zulduğunu ve parıltılarını kay­bettiğini yazmıştır. Süleymaniye cami inşası tamam­lanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmiştir. O gün gelince İstanbul’un her yanından insan­lar bu eşsiz eserin açılışında bu­lunmak için şehrin bu nok­tasına akın etmiştir. Herkes hay­ranlıkla Mimar Sinan’ın son­radan “Kalfalık eserim” dediği muh­teşem yapıyı seyrediyordu. Fa­kat bunların arasında bulu­nan bir çocuk “Aaa şu minareye ba­kın nasıl eğri!” diye bağırıyordu. Herkes de bakıyordu ama bir kusur, bir eğrilik görmüyorlardı. Çocuğun bu eğri lafı Mimar Sinan’a kadar ulaşmıştı. Koca Sinan hemen çocuğu bulup ona “Yavrucuğum hangi minare eğri göster bana” der. Çocukta “İşte şu” diye minarelerden birini gösterdi. Mimar Sinan hemen adamlarını toplayıp uzun halatları minareye bağlattı. “Çekin yukarıya doğru” diye çektirmeye başladı. Çocuğa da “Oğlum bak bu minareyi doğrultuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver” dedi. Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı. Çocuk bir süre sonra “Tamam minare doğru” diye bağırdı. İşçiler halatları çözüp işi bıraktılar. Başından beri olaya tanık olan ustalardan biri Si­nan’a sordu; -Ulu mimarbaşımız, sen her­kesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok. O halde ne diye düzeltmeye kalkıştın? Mimar Sinan’ın ce­vabı inceliğin, anlayışın ve hoş­görünün simgesiydi. “Ben bil­mez miyim minarede eğrilik ol­madığını ama çocuğun kafasında­ki “Eğri minare” intibaını öy­lece bırakamazdım. Bu yön­teme başvurdum ki çocuğun kafasındaki “Eğri minare” inti­baını da öylece bırakamazdım. Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki “Eğri” kanaati si­linsin. Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri ol­duğu şeklinde inanç yayılırdı. Yine yapımı sırasında “İslam dünyası bir şaheser çıkarıyor” haberleri ile telaş içine düşen Va­tikan, bir mermer blok içerisine dışarıdan belli olmayan bir Haç döktürür ve Sultan Süleyman’a “Mabedinizin minberi için hedi­yemizdir” diye gönderir. Taşı bil­meden minbere koysalar, “İs­lam Halifesi Haç önünde na­maz kılıyor, vaaz ediyor” diye alay konusu olup, hediyenin asıl maksadı da yerine gelecek. Sultan bunun istihbaratını alır ve emriyle Mimar Sinan, bloğu ortadan kestirip Haç’ı ortaya çıkarır. İki parça olan mermer blok ve Haçları, yine iki adet dış avludan iç avluya geçen kapıların girişinde yere yerleştirir. Avluya her girmek isteyen artık Haç’ı çiğneyip girer. Sonra da Vatikan’a haber yollanır, “Hediyenizi al­dık, kabul ettik, doğru yere yerleştirdik”. Günümüzde, kapı­ların önündeki koyu mermer bloklar üzerindeki Haç iyice aşındığı için çok zor ve ancak çok yakından seçilebilmektedir.

Mustafa YILMAZ 01 Aralık
Konu resmiOrtadoğu’nun Kaosunda İttihad-ı İslamı Aramak: Mümkün mü, Muhal mi?
İnsan

Savaşların Doğurduğu Birlik: AB Amiral Dönitz’in talimatıyla Wil­helm Keitel’in Almanya’yı kayıt­sız şartsız teslim eden imzayı attığı 8 Mayıs 1945 tarihine kadar olan 6 yıllık dönemde 17 milyon lit­re kan akmış, 40 milyondan faz­la insan hayatını kaybetmiş, mil­yon­larca insan yurtlarından ayrılmış, yine milyonlarcası sakat kalmış, köprüler, yollar, fabri­kalar, alt yapılar, üst yapılar, ta­rım alanları yerle bir olmuştur.1 Hem dünya hem de Avrupa için yıkıcı ve kanlı olan bu son savaş, savaşın baş aktörleri ve faktörleri olan Almanlar ile Fran­sızlar arasında ilk de değildir. 1870 ile 1945 yılları arasında üç defa savaşan bu devletler, sa­vaş­­ların ikisinde dünyayı da peş­­­­lerinden sürüklemişlerdir. Kı­­­­­­ta Av­­­ru­­pa’sının yaşadığı ve ya­­şat­­­tığı bu savaşlar iktisadi, siyasi, içtimai, ruhi, bedeni, her alanda atlatılması kolay olmayan travmalara yol açmıştır. Henüz yaşananların harareti sön­memiş, hadiselerin birincil şahit­leri, muhatapları, mağdurları olan kuşak değişmemiş, gözlerden yaş silinmemiş, ruhi ve bedeni yaralar iyileşmemiş, şehirler yeniden in­şa edilmemişken; 1946 yılında Churchill’in “Ayağa kalk Avrupa (Stand up Europe) Biz Avrupa Birleşik Devletleri yaratmak mec­buriyetindeyiz. Niçin bu kudretli kıtanın halklarına daha geniş bir vatanperverlik ve daha geniş bir vatandaşlık verecek olan bir Avrupa Topluluğu mevcut ol­ma­sın? Buna rıza gösterenleri ve muk­tedir olanları bir araya getir­meliyiz. Sizlere hitap ediyorum. Avrupa, ayağa kalk."2 çağrısı ile Eski Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri Jean Monnet ve Fran­sa Dışişleri Bakanı Robert Schu­man’ın aynı doğrultudaki çağ­rı­ları ve davetleri3 bütün yaşa­nanlara rağmen karşılık bulmuş ve neticede bugünkü Avrupa or­taya çıkmıştır.     İhtiyacın Ortaya Çıkardığı Kavram: İttihad-ı İslam Dünyanın batısında birlik ara­yı­şı ve inşası böyle şekillenir­ken, Dünyanın doğusu, Ortado­ğu’su birlik arayışından uzak kalma­mıştır. Avrupa’daki çağrılardan daha eski olan Ortadoğu’daki ilk birlik çağrılarının mahiyeti İslam merkezli olduğu için “İttihad-ı İs­lam” olarak nitelendirilmektedir. 150 yıllık serüveni bulunan bu kavramın yolculuğu, ‘1869 yılında Hürriyet gazetesinde İtti­had-ı İslam ifadesinin yer aldı­ğı bir makale yayınlanması’4 ile başlamıştır. İttihad’ın bozulma­ma­sına yönelik çağrılar içeren Na­mık Kemal’in kaleme aldığı bu makale sonraki İtthad-ı İslam çalışmalarının çekirdeği olmuştur. 9 Nisan 1872 tarihinde Basiret gazetesinde yine bir makalede İttihad-ı İslam konusuna yer verilmesinin ardından, dönemin diğer gazetelerinde de İbret, Hakayıku’l-Vekayi, Hadika, Ruz­name-i Ceride- Havadis, Devir-Bedir gazetelerinde de yoğun bir İttihad-ı İslam tartışması başlamıştır.5 1873 tarihinde Tica­ret Bahriye Mahkemesi Zabıt Kâtibi Esad Efendi tarafından İttihad-ı İslam isimli küçük bir kitapçık yayınlanmıştır.6 19 ve 20. yüzyılda İslam dünya­sının çeşitli coğrafyalarında, İs­lam dünyasında ve Ortadoğu’da çağrısı etkili olabilen Muhammed İkbal,  Şeyh Sunusi, Sa’d Zağlul, Ce­maleddin Afgani, Abdulhamid b. Badis, Muhammed Abduh, Bediüzzaman Said Nursi, Hasan El-Benna, Necmettin Erbakan, Suudi Arabistan Kralı Faysal gibi daha ismini sayamadığımız pek çok fikir ve siyaset adamı İslam Birliği çağrılarında bulun­muşlardır. Onların bu çağrıları Ortadoğu toplumlarında karşılık bulmuş ve bulmaya devam et­mektedir. Kavramın Güncellenen Metodolojisi İttihad-ı İslam fikrinin mahiyeti siyasi tarihin değişimine ayak uy­durmakta zorlanmamıştır. İslam Dün­yası’nın coğrafi ve siyasi ya­pısındaki değişmeler İttihad-ı İs­lam’ın sonu olmamıştır. Fikir her dönemde kendisini güncellemeyi başarmıştır. Fikir ilk ortaya çık­tığında Osmanlı Devleti’nin bir­li­ğini muhafaza etmek eksenli iken İmparatorluğun dağılması sonrasında Ortadoğu’da yeni dev­letlerin ortaya çıkmasıyla dev­letleri bir araya getirme idealine dönüşmüştür. Fikir son dönemde bir adım daha mesafe kat etmiş ve toplumlar­arası işbirliği için kendisine bir zemin daha bulmuştur. Sivil top­lum kuruluşlarının (STK) geliş­me­siyle fikrin faaliyet alanına STK’lar da dahil olmuştur. Gü­nü­müzde İttihad-ı İslam siyasal ve sosyal ayağı olan güçlü, sağlam çoklu kurumsal yapıya sahip fi­kir haline gelmiştir. Başta İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) olmak üzere çok sayıda STK; fikrin toplumsal ku­rum­­­larını oluşturmaya başlamış­tır. İttihad-ı İslam Mümkün mü? Muhal mi? Ortadoğu bölgesinde geçmişte yaşanan, geçmişte başlayıp halen devam eden, günümüzde yeni ortaya çıkan çatışmalara bakarak, bölgede çatışmaların gelecekte de süreceği, mezhepsel ve/veya etnik ayrışmaların daha da artacağı ve ittihadın sağlanamayacağı ön­gö­rü­leri İttihad-ı İslam karşısında güçlü şekilde dile getirilmektedir. Bu argümanlar üzerinden İtti­had-ı İslam projelerinin muhal ol­duğu yine güçlü şekilde vur­gulanmaktadır. Hadisatın akışı içerisinde yer alır­ken, sadece basına yansıyan an­lık haberleri, günlük, haftalık ay­lık ve yıllık olayları esas alarak; toplumsal ve siyasi dinamikleri, aktörleri, geçmişi, tarihi verileri hesaba ve kıyasa katmadan gele­ceği analiz etmenin ne derece yanlış olabileceğinin en çarpıcı örneği İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında ortaya çıkan Avrupa Birliği’dir. Eğer Churchill, Monet ve Schu­man birlik çağrılarını bir adım ge­riye çekerek savaşın devam ettiği bir zaman dilimi içerisinde yapmış olsalardı, muhtemelen bu çağrıları hakkında yapılan değerlendirmeler, şu an Ortadoğu için yapılan değerlendirmelerden öteye geçemeyecekti. O an için tarihin önünde Avrupa Birliği gibi bir örnek bulunmadığı için belki bir nebze bu çağrılara yapılan eleştiriler makul ve mazur da görülebilirdi. Ortadoğu’daki birlik çağrıları ve çabaları Churchill, Monet ve Schuman örneğinde olduğu gibi çatışmalar bittikten sonra başlamamıştır. Çatışmaların bit­me­si­nin bir adım öncesi olan çatışmaların devam ettiği, şu an içinde de yer aldığımız süreç içerisinde de başlamamıştır. Bu çağrılar daha da önce çatışmalar, ayrılıklar sürecinin henüz baş­lamadığı, yoğunlaşmadığı ancak emarelerinin ortaya çıktığı yak­laşık 150 yıl önce başlamıştır. Ortadoğu’da muhtemel birliğin geleceğini analiz edebilmek için fikrin 150 yıllık serüvenine göz atmak zorunludur. Bugün fik­rin toplumsal karşılığını ve taba­nının 150 yıl öncesinden daha güçlü olduğunu, önemli bir kitlenin bu fikri benimseyen STK’lar içerisinde yer aldığını görüyoruz.7 Bugün “Azametli baht­sız bir kıtanın, şanlı talihsiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır” çağrısını tekraren dile getirenlerin, kulak verenlerin, Or­tadoğu’nun kurtuluşu olarak görenlerin sayısının geçmişten daha fazla olduğunu kuvvetle tahmin edebiliyoruz. İttihad-ı İslam konusunda Orta­doğu’da genişleyen toplumsal altyapısının, siyasal üst yapı­yı da zamanla zorlayacağı görül­mektedir. Nitekim Mısır’da ya­pı­lan ilk seçimleri ‘1936 yılında bütün İslam Dünyası liderlerine mektup yazarak birlik çağrısında bulunan’8 Hasan El-Benna ge­le­ne­ğinden gelen İhvan Hare­keti’nin kazanması bunu göster­mektedir. Çatışmaları sona erdirmeye, bir­liği sağlamaya yönelik çağrı­lar siyasi alanda da devam et­mek­tedir. İslam Dünyası’nın ve coğrafyasının en önemli ülkele­rinden birisi olan Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Tayyip ERDO­­ĞAN’ın, Başbakanlığı döne­minde sık sık İslam Dünyası’nda yer alan ülkelerin başkentlerine, diğer şehirlerine, halklarına ses­lenmesi, selamlar, göndermesi, bir­lik çağrılarında bulunması,9 Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra da doğrudan ‘Ey Şii kardeşim, Bağdat’ta camiye dalıp namaz kılanları katlettiğinde kimi sevindiriyorsun? Ey Sünni kardeşim, Kerbela’da üzerindeki bombayı patlatıp çocukların bile ölmesini sağladığında kimi sevindiriyorsun’10 şeklindeki çatış­mayı ortadan kaldırmaya yönelik çağrılarının Churchill’in “Avrupa Ayağa Kalk” çağrısından daha az önemli olduğu söylenemez. Bölge ülkelerini bir araya geti­recek faktörlerin Avrupa’dan da­ha fazla olduğu 150 yıl içe­risinde birlik çağrılarında bu­lunan muhtelif isimlerce sürekli vurgulanmıştır. Bölgenin yaşa­dığı travmalar İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan hasar ve travmalardan daha fazla değildir. Mukayese ederek ilerleyebileceği biri örnek olmadığı halde Avrupa’nın başarabildiği bütün­leş­meyi, Ortadoğu bölgesinin ba­şaramayacağını söylemek, anlık veriler günlük haberler üzerinden geleceği analiz etmek olacaktır. Ortadoğu’nun geleceği analiz edi­lirken İttihad-ı İslam fikri de dik­kate alınmak durumundadır. Kaynaklar: 1-xÇağrı ERHAN, ‘Avrupa’nın İntiharı ve İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Temel Sorunlar’ http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/476/5517.pdf (24.10.2014) 2-xSüleyman DEMİREL, ‘Za­ten Av­ru­palıyız AB’yi Kaçıramayız’, 02.08.2002, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=45301 (Erişim Tarihi 24.10.2014) 3-xT. C. Avrupa Birliği Bakanlığı, http://www.ab.gov.tr/index.php?p=105&l=1 (Erişim Tarihi 24.10.2014) 4-xMümtaz’er TÜRKÖNE, Si­yasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, Etkileşim Yayınları, İs­tanbul, Mayıs 2011, s.216 5-xTÜRKÖNE, a.g.e., s.227 6-xAzmi ÖZCAN, Pan-İslamizm Osmanlı Devleti Hindistan Müslümanları ve İngiltere (1877-1914), TDV İslâm Araştırmaları Merkezi yayını, İstanbul. 1992, s.54 7-xİslam Dünyası Sivil Top­lum Kuruluşları Birliği (İDSB), http://www.theunity.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=540&Itemid=7 (Erişim Tarihi 24.10.2014) 8-xHasan El Benna, Hatıralarım Müslüman Kardeşler, Beka Ya­yınları, s.268-381-385 9-xhttp://www.akparti.org.tr/site/haberler/genclere-yeni-hedef-2071/31767#1 (Erişim Tarihi 24.10.2014) 10-xhttp://staff.aljazeera.com.tr/haber/erdogandan-hamaneye-tepki-boyle-bir-dini-onder-olabilir-mi (Erişim Tarihi 24.10.2014)

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Aralık