107. Sayı: "Teröre Karşı Tek Yürek"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiNeler Oluyor?
İnsan

Müslümanız elhamdülillah. Dinimizin bi­ze ilk öğrettiği şey, birlik! Bir’i tanıyıp itaat etmek ve o bir etrafında birlik olabilmek. Dünya tarihine bakıldığında, toplumdaki mozaik ve farklı ırk ve dinden de olsalar adalet, barış ve huzur içinde yaşanılan za­manlar ve topraklar, İslamiyet’in hâkim ol­duğu zaman dilimleri ve yaşandığı yerler olmuştur. Bir olan Allah’a iman eden insan­lar, Allah’ın rızasını ümit ve dua ederek, Kur’an ve onun hükümleri altında kardeşçe ve hukuka saygılı olarak hayat sürmüşlerdir. Peki, bugün İslam coğrafyasındaki bu da­ğınıklık ve kaos nedendir? Dünyaya birlik ve beraberliği taşıyan ve öğreten Müslümanlar neden bu haldedir? Belli ki bir olana ve emirlerine karşı itaatte problem var. Bizi biz ve bir yapan değerlere bağlılıkta zayıflıklar var. Konjonktürel bas­kı­nın kıskacı ve özentisinden dolayı öz de­ğerlerimize karşı yabancılaşma var. Fıtri olana ve fıtrata karşı gelme var. Tarihimize, me­deniyetimize ve kültürel değerlerimize karşı hegemonyanın tazyiki ve bastırılmamız var. Buna bağlı olarak da doğruyu yanlış, dostu düşman, gayr-ı milli olanı milli bilmek var. siyasi, idari, ekonomik, sosyolojik vs. çok şeyler söylenir muhakkak. Lakin te­melde olanı bulmak ve söylemek gerekirse, en başa dönmek lazımdır. Problem bizde, ken­dimizdedir. Yani temel problem, inanç esas­larına olan eksiklik ve zayıflıktadır. Buradaki zayıflık, diğer bütün problemleri beraberinde getirmektedir. Problemlerin ne­ti­cesi olarak ortaya çıkan tahribe karşı tamir ve buna bağlı olarak yapılacak işler olacak­tır ve vardır. Fakat bu asli mesele gözden kaçırılmamalı ve üzerine gidilmelidir. Avrupa Ortadoğu’da -kendi malı gibi gör­düğü- maddi kaynakları sömürmek ve ko­ruyabilmek için katliam yapıyor. Can hav­liyle savrulan milyonlarca insandan bir kıs­mı mesela Almanya kapısına geldiğinde, ülkenin Başbakanı, bu topraklarda sürekli ol­mak istiyorsanız, Hristiyan olmalısınız, di­yor. İnsanlığa barış ve huzur taşıdığını söy­leyen canavar anlayış, Müslümanların kay­naklarını sömürmek için topraklarına giri­yor, yetmezmiş gibi, iltica etmek zorunda kalan fertten dinini de istiyor. Kıymetli dostlar! Osmanlı 1492’de İspanya’nın kapı dışarı et­ti­ği Yahudileri bile kabul etmiş bir âlî dev­letti. Neden? Çünkü insanı insan olarak gö­rüyordu. Allah’ın yarattığı bir varlık ola­rak. Bu ve benzeri pek çok örnekler ver­mek mümkün. Fakat o gün yok olmak­tan İslamiyet’in hoşgörüsü ile kurtulanlar, bu­gün dünyaya kan kusturuyorlar. Böyle cana­var­casına bir anlayışın ürünü olan dav­ranış­lar, ancak İslamiyet’in hakikatleri ile faydalı-sınır altına alınabilir. Ortadoğu’dan bahisle ülkemizin doğusunda başlayarak her tarafı ateşe verdirmek isteyen anlayış da ancak İslamiyet’in hakkaniyeti­ne ittiba ile söndürülebilir / düzeltilebilir. Bu va­­tanın insanı dindardır. Müslümandır. Bi­zi ateşe vermek isteyenler ise, “dinini ver oturma iznini al” diyenlerdir. Bütün bunlardan sonra bize düşen, İslami­yet’e sahip çıkmak ve hal ve tavırlarımızda İslamiyet’in güzelliklerini gösterebilmektir. Dosya konumuzda bu mevzu geniş ola­rak işlenmiştir. İstifade edebilmemiz niya­zıyla hepimize huzur, mutluluk ve hayırlı işler ya­pabildiğimiz güzel zamanlar ve ömürler diliyorum. Kalın sağlıcakla!

Metin UÇAR 01 Ekim
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Isparta’ya Rahmet Yağmuru 1932 senesinde ezanın aslî hâliyle okunma­sının yasaklanmasının ardından, Bedî­üz­zaman Hazretleri Barla’da çok sıkıntılı günler geçirmiştir. 1934 senesine gelindiğinde o zamanki idareciler, Bedîüzza­man Hazretlerinin mecbûrî ikametgâhının de­ğiştirilmesine karar verirler. Bedîüzza­man Hazretleri, Mevlid Kandiline tevafuk eden sıcak bir yaz günü Barla’dan Isparta’ya nakledilir. Üstadın Isparta’ya geldiği hafta, o güne kadar, o mevsimde nadir görülen şiddetli ve bereketli bir yağmur yağar. Aynı mevsimde bir misli Üstadın doğduğu senelerde yağmış olan bu yağmurun tesadüf olmadığını fark eden Nûr Talebeleri, bunun Risâle-i Nûr’un Isparta’ya ne derece rahmet olduğuna de­lâlet ettiğini anlamışlar ve bu düşüncelerini kaleme almışlardı. (Bedîüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, 1. Cild, Sayfa 387-388) Huand (Hunat) Hatun Camii ve Külliyesi Külliye, Sultan 1. Alaaddin Keykubat’ın hanımı ve Sultan 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’in annesi olan Mahperi (Huand) Hatun tarafından 1238 senesinde Kayseri’de yaptırılmıştır. Halk tarafından Mahperi Hatun’a hanımefendi anlamında “huand” sıfatı verilmiştir. Külliye, 13. Yüzyıl Selçuklu Külliyelerinin en mühimleri arasındadır. Külliye, cami, medrese, hamam, kümbet ve şimdi mevcut olmayan imaretten meydana gelmiş bir yapı grubudur. Caminin minaresi ve orta kubbesi 1900 senesinde Sultan 2. Abdülhamid döneminde ilave edilmiştir. Camide çok önemli sanat değerini haiz Selçuklu taş mihrabı ve ağaç minber yer almaktadır. Külliyenin kümbeti içinde bulunan en büyük sanduka Huand Hatun’a ve diğer sanduka ise Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev’in kızı Selçuki Hatun’a aittir. Rıza-yı İlâhî İçin Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi’nden zaferle dönmüştü. Bütün halk toplanmış onu şehre girerken alkışlamak için sabırsızlanıyordu. Ama Pa­dişah, gece olmadan şehre girmek istemiyordu. Bunun sebebini herkes merak ettiği halde hiç kimse sormaya cesaret edemiyordu. Sonunda büyük âlimlerden olan İbn-i Kemal: “Padişahım, bir maruzatım var” dedi. Padişahın: “Efendi, ne istediğin varsa hiç çekinmeden söyle” demesi üzerine İbn-i Kemal, cevabı merak edilen soruyu şöyle sordu: “Askerler merakta, bütün halk sokağa dökülmüş, sizi alkışlamayı beklerken siz hâlâ şehre girmezsiniz. Bunun sebeb-i hikmeti nedir?” Yavuz şu şahane cevabı verdi: “Biz; şan, şöhret ve alkış toplamak için değil, Allah rızasını kazanmak için savaşırız.” 03 Ekim 1990               Doğu Almanya ile Batı Almanya Birleşti Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin 18 Mart 1990’da yaptığı ilk serbest seçimlerden sonra, Alman Demokratik Cumhuriyeti ve Almanya Federal Cumhuriyeti arasındaki görüşmeler Birleşme Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Yeniden birleşmiş Al­manya, Avrupa Topluluğu’nun (sonra Avrupa Birliği) ve NATO’nun bir üyesi olarak kalmaya devam etmiştir. 1990 yılında yaşanan olayların “yeniden birleşme” olarak mı yoksa “birleşme” olarak mı isimlendirilmesi hakkında tartışma vardır. Birinci halini öneren kişiler Almanya’nın 1871 yılındaki ilk birleşmesini sebep göstermektedirler. Almanya Devleti birleşip büyürken, Alman politikacıları ne yazık ki günümüzde başka devletlerin bölünmesi için politika üretmektedirler. 26 Ekim 1461Trabzon’un Fethi Osmanlı Ordusu, Trabzon Seferi için 23 Mart 1461’de Edirne’den hareket etti. Mahmud Paşa komutasındaki 150 parçadan oluşan donanma da Karadeniz’e açılmıştı. Fatih’in komutasındaki Üskü­dar’dan Anadolu’ya geçen ordunun nereye gittiğini ise kimse bilmiyordu. Bu ilerleyiş sırasında Amasra, İsfendiyaroğulları Beyliği, Kastamonu ve Sinop fethedilerek Sivas üzerinden Erzincan ovasına inildi ve Yassıçemen’de karargâh kuruldu. Osmanlı ordusu, çok zor şartlar altında Erzincan ile Trabzon arasını 25-30, bazı kaynaklara göre 40 günde aşabilmiştir. Trabzon kuşatması 40 gün sürdü. En şiddetli savaşlar Zağnos köprüsü civarında oldu. Şehrin kapıları 26 Ekim 1461 günü Osmanlı ordusuna açıldı. 08 Ekim 1936Son Sadrazam AhmedTevfik Paşa Vefat Etti 11 Şubat 1845 tarihinde İstanbul’da dün­­yaya gelmiştir. Fe­rik İsmail Hakkı Pa­şa’nın oğludur. Su­bay­ken askerden ay­rı­larak Bâb-ı Âlî Ter­cüme Odası’na girdi. 1872’den sonra çeşitli dış görevlerde bulundu. Roma, Viyana, Petersburg ve Atina’daki görevlerinden sonra, 1885’ten iti­ba­ren on yıl süreyle Berlin’de maslahat­güzar ve büyükelçilik yaptı. 1895’te Ber­lin’den İstanbul’a döndü. Sultan 2. Abdül­hamid döneminin Hariciye Nazırı ola­rak 14 yıl görev yaptı. Sultan 2. Abdülhamid’in ve devamla Sultan 5. Mehmed Reşad’ın saltanatında, 13 Nisan 1909 - 5 Mayıs 1909 tarihleri arasında, Sultan 6. Mehmed Vahideddin’in sal­tanatında ve İstanbul’un işgal altında bu­lunduğu dönemde 11 Kasım 1918 - 3 Mart 1919 ve 21 Ekim 1920 - 4 Kasım 1922 tarihleri arasında, üç dönemde toplam iki yıl dört ay yirmi dokuz gün sad­razamlık yapmıştır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ekim
Konu resmiTohumun Vazifesi, Yazılana Sadakattir
İtikad

Cenab-ı Hak, yaratmış olduğu bir ağacın tohumuna o ağaca dair tüm programı yazar diğer bir tabirle kodlar. O tohum, kendi içine İlahî irade ve kalem ile yazılmış olan o programa büyük bir sadakat göstererek her türlü zorluk ve meşakkat ortamında bile (karanlık ve çok da uygun olmayan toprak şartları, bazen taş ve kaya gibi bir yer, iklim) neşv ü nema bulup yeşermek için say ü gayret gösterir.  O tohumun kendi cirminin binler fevkinde olan o mücadeledeki hissesi aslında sıfırdır. Zira ona bir vücut veren ve ona hikmet ve kudret kalemi ile o programı yazan, en namüsait şartlarda bile onu yalnız bırak­mayan, ihtiyacı olan madensel tuz ve mi­neralleri, ışık ve hava gibi unsurları tam zamanında imdadına yollayan ipek gibi na­rin bedenini bazen bir taşı yararak zemin yü­züne çıkaran ve onu bir ağaca dönüştürüp sevimli ve leziz meyveler vermesini netice verecek olan süreci an be an gözeten ve takdir eden Rahmet-i İlahiyeden başka bir şey değildir. O Tohum, hadsizlik edip bütün bu mü­cadeleyi ben verdim, tüm bu meyveler be­nim gayretimle oldu demez, diyemez. Zi­ra Allah (cc), o tohumu önce bir vücuda son­ra da lütuf dolu bir mazhariyete kavuş­turmuştur. Bir çok kimse çeşit çeşit, renk renk ve bir birinden farklı lezzetlerde meyveleri görür, hatta istifade eder de o tohumu hatırlamaz. Gerçi tohumun da kendini bildirmek ve görünmek gibi bir çabası da olmaz. Çünkü ona, Allah’ın yazdığı yazı budur. O da bu yazıya ve bunu “Yazana” hep sadık kalmıştır. Bilinmese de, görünmese de o tohum, vazifesini bihakkın eda eder. Cenab-ı Hak, biz insanları kendisine kul­luk etmemiz için yaratmıştır. En geniş anla­mıyla bu kulluk “Allah’ı tanımak, sevmek, O’na iman etmek ve emirlerini yerine ge­tirmek ve yasaklarından kaçınmaktır.” Rab­bimiz bu İlahî muradı için de insan­ların içerisinden onlara marziyat-ı İlahiyeyi gös­­terecek, onlara örnek olup rehberlik ede­­cek bir ümmet olarak da “Ümmet-i Mu­ham­med (sav)’i” göndermiştir. Yani alem­şümûl bir anlam ve değer ifade ettiğini ha­tır­layarak şunu söylemeliyiz ki; Ümmet-i Mu­hammed (sav), kıyamete kadar gelecek olan insanlar için gerçek bir örnek olma özelliği taşımaktadır. Cenab-ı Hak,  Âl-i İmran Suresi 110. ayette şöyle buyurur: (Ey ashâb-ı Muhammed! Siz,) insanlar(ın iyiliği) için (ortaya) çı­karılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz; iyiliği emreder, kötülükten men’ eder ve Allah’a îmân edersiniz! Bu ayetin işaret ettiği “hayırlı ümmet” ifa­desini her asırda yaşatan ve ona hayat ve­ren bir topluluk, Ümmet-i Muhammed (sav) içinde hep olmuştur ve olacaktır. Yani her asırda milyonlar münevver meyveler veren bu nuranî ağacın tohumu, her asırda rahmet-i İlahiye tarafından korunacak ve muhafaza edilecektir. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), Hz. İmran’dan (ra) rivayet edilen bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuşlar­dır: “Ümmetimden bir taife, kendilerine düşmanlık edenlere galib oldukları hal­de Hak üzerine mücadelede devam eder­ler. Hatta onların sonuncusu Mesih Dec­cal ile harp eder.” (Ramuz El-Ahadis, 472) Hz. Muaviye b. Kirra (ra)’dan rivayet edi­len bir başka hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuşlardır: “Ümmetimden bir taife kıyamet kopuncaya kadar yardım görmekte devam eder. Kendilerini terk edenlerin ayrılmaları da onlara bir zarar vermez.” (Ramuz El-Ehadis, 472) Yine bir hadis-i şeriflerinde Allah Resu­lü (sav) şöyle buyurmaktadırlar: “Ümme­tim­­den bir taife, hak üzere cihatta­dır. Kı­­ya­mete kadar galip olarak devam eder.” [İbn    Asakir] Bu ifadelerden de çok net bir şekilde an­laşılıyor ki; her asırda, her zamanda veya her devirde “Allah’ın rızası üzere bir top­luluk, bir taife ya da bir cemaat mutlaka buluna­caktır. Ümmet-i Muhammed’in(sav), deva­sa nu­ranî ağacının tohumu ve çe­kir­deği hükmünde bir topluluk, o ümmetin ru­hunu, istikametini, kuvve-i maneviyesini ve belki de en mühimi Cenab-ı Hakk’ın yeryüzündeki rızasını, “umut” ve takdirini yaşatmaya medar ve makbul bir vesile olacaktır. Öyle ki, ümmetin sıkıntı, mihnet ve kür­bet zamanlarında onlar için bir nur kılınıp Üm­­met-i Muhammed (sav)’in yolunu ay­­dınla­tıp bulmalarını temin edecek bir top­­lu­luk­tur bu. Onların, ihlas ve sada­kat içinde Kur’an ve Sünnete bağlılık içinde ya­şa­maları Müslümanlara il­ham ve feyiz verecek ve en karan­lıklı zamanlarda sergile­yecekleri dirayetli tutumları ile müminlere cesaret takviyesi yapacak ve Allah’ın (cc) rızasından başka hiçbir şeye talip olma­manın faziletine canlı birer numune olacaklardır. Yaşadıkları asrı en doğru bir şekilde oku­ya­rak, müminlerin ihtiyacı olan hususları tes­pit edecek, yapılması gereken hizmetin en doğru ve en makbul şeklini ihdas ede­cek­lerdir. “Sizden hiçbir ücret (karşı­lık) is­te­meyene uyun ki, gerçek hidayete eren­ler onlardır.” (Yasin Suresi, 21) ayetine tam ma­sadak olarak Peygamberlerin (sav) alkış­la­yacağı bir mazhariyete kavuşa­cak­lar­dır. Tohumun vazifesi, kendisine yazılan prog­rama sadakattir. Tohumun vazifesi, ken­di­sine bu yazıyı “Yazana” sadakattir. Zira Yüce Allah, omuz omuza vererek, îsâr mes­leğinin sırrına mazhar olup, o şerefli hiz­mete talip olacak ve tüm ömürlerini ha­kâik-i imaniyeye ve esrar-ı Kur’aniyeye fe­da edecek kahramanları her asırda özenle se­çecektir. Onlar da omuzlarına yüklenen bu ulvi vazifenin tam bir “ihsan-ı İlahî” olduğunu bilerek yaşayacaktır. Sözlerimize Bediüzzaman Hazretlerinin şu manidar ve müjde dolu sözleri ile son vere­lim: “Hak neşv ü nema bulacaktır; eğer çendan toprakta gizlense... Ve taraftar ve mültezimleri mu­­zaffer olacaklardır; eğer çendan zaman ve zeminin merha­met­siz­liğinden az ve za­yıf olsalar... [Mu­hakemat] El hükmü lillah…

Enver NÜGAY 01 Ekim
Konu resmiDünyanın İç Yüzü / Dünyanın Üç Yüzü!
Eğitim

Nerede olduğunu bilmeyen bir insanın ne yapacağını bilmesi de mümkün değildir. Mesela bulunduğunuz yer uçsuz bucaksız bir çöl ise orada tarım ile uğraşmak mantıklı değildir. Onun için bulunduğunuz yerin bir çöl olduğunu ve orada tarım yapılamayacağını bilmeniz gerekir. Bir yerden başka bir yere giderken geçici bir süreliğine konaklamakta olduğunuz otelde ise, bir ömür geçiremezsiniz. Adı üstünde; otel.   Metodolojik bir şekilde düşünüldüğünde, karşımıza çıkan gerçeklerin bize verdiği me­sajları anlamak hiç de zor olmayacaktır. Bu­lunduğu yeri tanımlayamayan ya da yanlış tanımlayan insanların, ömür ser­mayelerini doğru yatırım alanlarına yön­lendirememeleri kaçınılmazdır. Şimdi bu zaviyeden gönderilmiş olduğu­muz ve takdir edilmiş bir müddet boyunca içinde kalacağımız dünyaya bir bakalım. Arapça’da kelimeler erkek ve dişi olarak ikiye ayrılır. Bu sınıflamaya göre  “dünya” kelimesi “dişi” bir kelimedir. Dünya kelimesi yine Arapça’da “denaa” kelimesinden türetilen manası “alçak” olan bir  kelimedir. Yapı olarak “dişi”, anlam olarak da “alçak” olan dünyayı doğru anlamalıyız. Neden dişi? Çünkü dünyanın doğurgan bir yönü var­dır. Ahiret ile ilgili süreci, dünya hayatı do­ğuracak ve netice verecektir. Çünkü aldatıcı olma hali daha çok bir “dişil” haldir. Çünkü dişi kimlik,  tüm canlılığa ve ha­ya­ta şefkat ve merhamet dolu bir beşiktir. (Dişilik ve şefkat bağı) Çünkü daha çok duygularımıza hitap eden yönü vardır. (İnanırız, severiz, güve­niriz, aldanırız) vs. Neden alçak? Çünkü ebedi hayatla yan yana kondu­ğunda çok alçak bir durum ve duruş içinde­dir. Çünkü gafletteki kimseler için ebedi ha­yatın önündeki bir engel gibidir. Çünkü kalleşlik yapmaya ya da kalleşliğin yapılmasına uygun bir yerdir. Çünkü ona güvenen ve bel bağlayan her­kes yanılmıştır. Daha da detaylandırabileceğimiz bu ko­nu­da, yavaşça merama geçsek iyi olur di­ye düşünüyoruz. Bulunduğumuz koor­di­nat­ların ne anlama geldiğini bilmeliyiz. Bil­me­­­liyiz ki doğru planlar ve doğru hedefler edinebilelim. “Dünya geldiğimiz yer değil, geçtiğimiz yerdir.” (Tolstoy) Geçmekte olduğu yere, geldiği yer muame­lesi yapan insanların doğru hedefleri ola­maz. Mesela Ankara’dan İstanbul’a giderken yol üzerinde uğramış olduğumuz bir dinlenme tesisinde, yerleşik bir hayat hayali kurmak yalnızca bir yanılgıdır. Dünya; ahirete gi­der­ken rotamız, varış noktamız ahiret iken  geçtiğimiz bir yerdir. Geçtiğimiz yerde, yer­leşmeye çalışmak veya buradan hiç ay­rıl­mayacakmışız gibi sımsıkı sarılmak, günün birinde ayrılmamız kaçınılmaz olan dün­ya ile derin bir gönül bağı kurmak, akıl­lı insanların tercihi olamaz. Bir gün katiyen ayrılacağı şu dünyaya çok kuvvetli bir muhabbetle bağlanan kişi, dünyadan ayrılma vakti geldiğinde ziyadesiyle zorluk çekecektir. İmar izni olmayan bir yere ev yapan, zarar eder! Zemin etüdü neticesinde, hiç de sağlam ol­mayan bir yere  konut yapılmasına devlet izin vermez. Çünkü risk vardır ve can gü­venliği tehdit altındadır. Tıpkı bunun gibi, hiç durmadan dönen (sabit olmayan) bu dünyaya yerleşmeye ve orada ebedi kalmak isteyen insana hayret etmemek mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında, “dünyanın imar izni yoktur”. Tehlikeli madde! Ateşle yaklaşma! Bazı araçların ya da bazı yerlerin üzerinde bu uyarı yazısını görürüz ve tedbir alı­rız. Çünkü uyarılar bir üst bilincin bir başka bilince yönelik mesajlarıdır. Bu uya­rıyı dikkate ve ciddiye almayan, bu­nun bedelini canı ile ödeyebilir. Aynen bu­nun gibi, dünyaya ve dünyadaki zevk­lere baktığında “fanidir, hevesle yak­laş­ma!”yazısını ve uyarısını görmeyen ha­ta eder. Bunun bedelini ise ebedi hayatı ve ebedi nimeti kaybederek öder. Dünyanın bu tehlikeli ve aldatıcı yanını gö­ren kimse, elbette dünya ile ilgili planlarını ve kariyer hedeflerini, dünyanın geçici bir yer olduğu gerçeğinden hareketle yapar ve kaybetmez… Ne dünyada ne de ahirette… Yaşadığımız yeri anlamlandırmak zorunda­yız. Anlamak zorundayız. Yaşadığımız yerin anlamını bilmezsek, bunun ile birlikte çok daha önemli ve değerli şeyler kaybedebiliriz. Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri,  32. Söz Risalesinde dünyanın bu üç yüzünü ayrı ayrı izah etmekte ve bu yüzlere karşı mü­minlerin takınması gereken tavrı beyan etmektedir. Oradan istifade ile deriz ki; Bu üç ayrı yüze karşı, bu bilinç ve itikat ile geliştireceğimiz tutumlar, bize kazandıran tutumlar olacaktır. Bu üç yüzün ilk ikisini sevmek ve ona ilgi göstermek zararsızdır ve kazandırır. Üçüncü yüz ise uzak durmamız ve belki de tel’in edilmesi gereken yüzdür. Dünyanın birinci yüzü; Allah’ın isim­lerine bakar. İlahi isimlerin yansıma bul­duğu bir aynadır. Biz dünyanın bu yüzü sayesinde Yaratıcımızın ne kadar güzel özel­liklere sahip olduğunu anlama imkânı bul­maktayız. Yani O’nun ne kadar şefkatli, ne kadar kudretli, ne kadar âlim olduğunu bu yansımalarla anlıyoruz. Bu yüz çok zevkli bir tefekkür aynasıdır. Dünyanın bu yüzü de sevilmeye değer. Dünyanın ikinci yüzü; ahirete bakar. Onun tarlasıdır. Ebedi hayat, cennet ve cennet nimetleri ve en önemlisi Rabbimizin rızası ve memnuniyeti burada kazanılır. Dünyanın bu yüzü de sevilmeye değerdir. Dünyanın üçüncü yüzü; nefsin ve ego­nun isteklerine yöneliktir. Dünyanın bu yüzü insanın sınır tanımayan istek ve hırs­larına, tatmin olmayan ve doymayan zevk­lerine ve ıslah olmayan hâkimiyet duygu­larına hitap eder. Dünyanın bu yüzüne kanan insan, dünyanın anlam ve hikmetine karşı kör kalır ve derin bir aldanış kuyusuna düşer. Dünyanın daha çok insan bedenine ve onun kuvve-i şeheviyesine hitap eden bu yüzü, insanı gafil ya da fasık hale getirir. Dünyanın bu yüzü sevilmez. Dünyaya baktığında bu üç yüzü de ayrı ayrı görebilen insan, bilinç ve iradesini Allah’a yaklaşmak adına kullanırsa aldanmaz, kan­maz ve ebedi âlemde yanmaz. Esselam Meni’t-tebea’l-Hüda…

Enver NÜGAY 01 Ekim
Konu resmiRisale-i Nur'da Terörün Kaynağı ve Kurtulma Çareleri
Risale-i Nur

Bediüzzaman, toplum hayatının anarşi­den kurtulması için 5 esasın toplumda hâkim kılınmasının zaruri olduğunu ifa­de eder. O beş esasın birincisi hürmet, ikinci­si merha­met, üçüncüsü haramdan çekin­mek, dördüncüsü emniyet, beşinci­si ser­seriliği bırakıp itaat etmektir. Kamu düzenini bozmak, kargaşa çıkar­mak, bozgunculuk yapmak gibi anlamlara gelen terörün bütün çirkinliğiyle kendini gösterdiği bir dönemden geçiyoruz. Anarşi ve terör hadiseleri, her ne kadar sos­yal birer hadise iseler de, beslendikleri yer, ateizm ve dinsizlik fikri olduğu için, aynı za­manda imanî ve itikadî meselelerle de ya­kın alâkaları vardır. Bu sebepten dolayı, Bediüzzaman Hazret­leri Risale-i Nur’un pek çok yerinde bu önem­li ve dehşetli meseleyi ele almıştır. Anar­şinin mahiyeti, sebepleri, sonuçları, def et­me­nin yolları ve bu bağlamda Risale-i Nur’un vazifesi gibi konular külliyatta çok­lukla kendine yer bulmuştur. Biz bu çalışma ile, Bediüzzaman Hazretleri­nin külliyâtın farklı yerlerinde geçen te­rör ile ilgili beyanlarını (bu kelime Risa­le-i Nurlarda anarşi kelimesi ile ifade edi­lecek­tir) ara başlıklar altında toplayıp, bu gün­cel meselenin önemine ve kurtuluş çaresine nazar-ı dikkatleri celb etmek istiyoruz. Anarşizm Fikrinin Beslendiği Kaynaklar Bediüzzaman Hazretleri, 1789 Fransız İh­tilâli’nin sırasıyla önce hürriyetçilik, son­­ra sosyalizm daha sonra da bolşevizmi or­ta­­ya çıkardığını ve bu sosyal inkılâpların mu­­­kaddes değerleri tahrip ederek sonuçta anarşiyi doğurduğunu şöyle ifade eder: “Evet, ihtilâl-i Fransevîde hürriyetper­­ver­lik to­humuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik tü­re­di, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kı­sım mukaddesatı tahrib ettiğinden, aşı­la­­dığı fikir bilâhere bolşevikliğe inkılab etti. Bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiyeyi ve kalbiyeyi ve insaniyeyi boz­duğundan, elbette ektikleri tohumlar hiç bir kayıt ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insanî­den hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insanları gâyet dehşetli, gad­dar canavarlar hükmüne geçirir, daha siyasetle idare edilmezler.”1 Yine Bediüzzaman, mutlak küfür anlamı­na gelen küfr-i mutlakın anarşizmi netice verdiğini şöyle ifade eder: “Ben elli-altmış senedir küfr-i mutlaka kar­şı imana hizmet etmek ve küfr-i mutla­kın neticesi olan anarşilikten milleti kur­­tar­­mak için bütün kuvvetimle iman hiz­­me­tindeki ihlasın neticesi olan asayişi mu­hafaza ile...”2 Anarşizm Fikrinin Yayılma Zemini Bediüzzaman Hazretleri anarşi ve terör fik­rinin, kolayca yayılma zemini bulduğu yer­lerin sosyal dokusunu tahlil ederken, bu yerlerin dört özelliğe sahip yerler ol­du­ğunu ifade eder. Birincisi, zulüm gör­müş insanların yaşadığı yerler olmaları. İkincisi, nüfusça kalabalık yerler olma­ları. Üçüncüsü, medeniyette ve hâkimiyette geri kalmış/bırakılmış yerler olmaları. Dör­düncüsü de, çalıp yağmalayan çapulcu ka­bilelerin bulunduğu yerler olmaları.3 Bediüzzaman’dan ‘Anarşist’ Kavramına Farklı Bir Bakış Anarşist deyince akla kamu düzenini bozan, kargaşa çıkaran bozguncu kimseler gelir. An­cak maddî olarak bozgunculuk yapmasa da sözleriyle, duruşuyla ve haliyle maddî anar­şistler kadar bozgunculuk yapmak da mümkündür. Manevî anarşist de diye­bileceğimiz bu kimseleri, Bediüzzaman Haz­retleri şöyle tarif eder: “Muhali (imkânsızı) talep etmek, kendine fe­nalık etmektir. Zerratı günahkârlardan mü­rekkep bir hükûmet, tamamıyla masum ola­maz. Demek nokta-i nazar, hükûmetin ha­senatı seyyiatına tereccühüdür. Yoksa sey­­yi­esiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öy­le âdem­­lere, anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi (Allah etmesin) bin sene yaşayacak olsa, âdeta mümkün hükû­metin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrib ile o sureti bozmaya çalışa­cak.”4 Müslüman Dinden Çıkarsa Anarşist Olur “Bir insanın kalbine iman nuru girdi­­ği za­­­­­­man güzel ahlâkta, kemalâtta, fazilette ade­­ta çok yüksek bir kulenin zirvesine çık­mak gibi bir vaziyet kazanır. Bütün gü­zel has­letleri ve değerleri Hazret-i Mu­ham­med’den (asm) öğrenir. Fakat  bir Müs­lü­­man İslâmi­yet dairesinden çıkacak olsa, mür­­ted ve anarşist olur. Adeta o yüksek ke­malât ve fazilet kulesinin tepe­sinden aşa­­ğı düşer ve ortada tutunacak hiçbir yer bulamaz. Toplum hayatını ze­hirleyen bir unsur olur. Çünki anarşi hiç­bir hakkı tanı­maz. İnsa­niyet seciyelerini, canavar hay­van­ların se­ciyesine çevirir.”5 “Bir Müslümanın İslâm’dan çıkıp, başka bir dine geçmesi, mesela Hristiyan veya Mu­se­­vî olması mümkün değildir. Çünki bir Hris­tiyan Müslüman olsa, İsa Aleyhisselâm’ı da­ha ziyade sever. Bir Musevî Müslüman olsa, Musa Aleyhisselâm’ı daha fazla se­ver. Fakat bir Müslüman, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın zincirinden çıksa, dinini bırak­sa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; adeta ruhu ölür. Vicdanı bozulur, sosyal hayata bir zehir olur.”6 Bediüzzaman, bu tespitlerden sonra şöyle der: “İnşâallah, Maarif (eğitim) ve Adliye vekil­leri (bakanları) gibi sair erkânlar da bu ehemmiyetli hakikatı tam anlayacaklar. Sağ-sol tabiri yerine, hak ve hakikat ve Kur’ân ve iman kuvvetine dayanıp bu va­tanı küfr-i mutlaktan, anarşilikten, zındıka­dan ve onların dehşetli tahribatlarından kur­tarmağa çalışmalarını rahmet-i İlahiye­den bütün ruh u canımızla niyaz ve rica ediyoruz.”7 Risale-i Nur Anarşiye Karşı Sedd-i Zül­karneyn Gibidir Kur’an’ın semavî ifadesiyle ‘Ye’cüc ve Me’cüc’ diye isimlendirilen Moğol, Man­çur, Tatar ve Kırgız kabilelerinden oluşan bozguncu ve yağmacı kabileler, tarihte pek çok defa beşer medeniyetlerini ve şe­hirlerini yakıp yıkmışlar. Öyle ki, bu ça­pulcu ve bozguncu kabilelerin istilâlarını engellemek için Hazret-i Zülkarneyn, dün­yanın yedi harikasından biri olan Çin Sed­di’ni inşa etmek zorunda kalmıştır.8 Bediüzzaman Hazretleri, aynen Ye’cüc ve Me’cüc anarşisine karşı Hazret-i Zülkar­neyn’in set yapması gibi Risale-i Nur Tale­beleri’nin de anarşizme karşı Kur’ânî bir set tesis ettiklerini şöyle ifade eder: “Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zül­karneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî tesisine çalışıyoruz.”9 “Hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mü­him esas olan hürmet ve merhamet gâyet sar­sıl­mış. Bazı yerlerde gâyet elîm ve bîçare ih­ti­yarlar ve peder ve vâlideler hakkında deh­şetli neticeler veriyor. Cenab-ı Hakk’a şü­kür ki; Risale-i Nur bu müdhiş tahriba­ta karşı, girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneyn’in tah­ribiyle, Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fe­sada vermesi gibi; şeriat-i Muhammediye (asm) olan sedd-i Kur’ânî’nin tezelzülüyle de Ye’cüc ve Me’cüc’den daha müthiş ola­rak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşi­lik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsa­da başlıyor.”10 Hariçten Gelecek Anarşizm ve Dahilden Gelecek Nefrete Karşı Risale-i Nur İslâm âlemine yaklaşık 400 sene maddî ve manevî liderlik yapmış olan Türk Milleti, şanlı Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla mad­­dî ve manevî pek çok sarsıntılar geçir­miştir. Sahipsiz kalan İslâm milletleri de, imamesi kopan tesbih taneleri gibi dağılıp batılı devletlerin sömürgesi konumuna gel­mişlerdir. 1915’de Rusya’da ihtilâl yapan ve bütün dünyaya bir bulaşıcı hastalık gi­bi yayılan komünizm fikri, hususen 1940’lardan itibaren Anadolu’yu da ciddi teh­dit eder bir seviyeye ulaşmıştır. Anado­lu coğrafyası, özellikle de 1925-1950 sene­leri arasında, kelimenin tam manâsıyla tek partinin mutlak istibdadı altında kalmış­tır. Bütün mukaddes değerlere müthiş saldırıların olduğu ve müthiş bir manevî susuzluğun yaşandığı bu dönem, mazisi İslâm’a hizmet uğrunda kahramanlık des­tanlarıyla dolu necip bir milletin başına gelebilecek en kara bir dönemdi. Çünkü; kuzeyden çıkan ve bulaşıcı bir veba gibi is­tilâ etmeye çalışan dinsizlik fikri hariçten saldırırken, dahilde de yüzünü batıya ve onların değerlerine çeviren, İslâm millet­lerine sırtını dönen siyasi irade ve yüz­üstü bırakılan İslâm milletleri ve onların gücenikliği, ithamları, mazlumiyetleri ve bize olan nefretleri. İşte kısaca resmetmeye çalıştığımız bu dö­nemde, Bediüzzaman ve talebeleri, her tür­lü yıldırma, bıktırma, korkutma ve vazge­çirme politikalarına maruz kalmalarına rağ­­men Risale-i Nur’u neşretmeye çalı­şa­rak memleketin istikbalinin iki büyük teh­likesinin bertaraf edilmesine hizmet edi­yorlardı. Bu iki dehşetli tehlikenin ne­ler olduğunu Bediüzzaman’ın lisanından dinleyelim: “Biz, Risale-i Nur’la, bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini def etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emarelerle, hattâ mahkemede de kısmen isbat etmi­şiz. Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeğe çalışan anar­şiliğe karşı set çekmek. İkincisi: Üç yüz el­li milyon Müslümanların nefretlerini kar­deşliğe çevirmekle, bu memleketin en bü­yük nokta-i istinadını temin etmektir.”11 Yine aynı konuyla ilgili bir başka yerde Hazret-i Üstad şöyle der: “O dehşetli beladan birisi: Hristiyan di­nini mağlup eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı manevî istilasına karşı Risale-i Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî vazifesini görebilir. Ve âlem-i İs­lâmın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale et­mek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi. Ben dünyanın halini bilmiyorum, fakat Av­ru­pa’da istilakârane hükmeden ve edyan-ı se­maviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kale olduğu gibi; âlem-i İslâm’ın ve Asya kıtasının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamı­nı izale ve eskideki muhabbet ve uhuvveti­ni iade etmeğe vesile olan bir mucize-i Kur’âniyedir. Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab ederek resmî neşretmeleri lâzım­dır ki, bu iki belaya karşı siper olsun.”12 Yine konuyla ilgili bir başka ifadesi de şöyledir: “Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahra­manlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâ­miyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-i mutlaktan ve dalaletten şanlı bir su­­rette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gi­bi kahramancasına Kur’ân’a ve hakaik-i imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din za­rarına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur’âniye ve ima­niyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyen haber veriyorum ve kat’î hüccet­lerle isbat ederim ki; âlem-i İslâmın mu­habbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-i mutlak altındaki anarşiliğe mağlub olup, âlem-i İslâmın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden (kuzey doğudan) çıkan dehşetli ejderhanın (komünizm) istilâ etmesine se­bebiyet verecek.”13 Anarşizme Karşı Ancak İttihad-ı İslâm Dayanabilir 1950’de Demokrat Parti tek başına ikti­dar olmuştur. O yıllarda Bediüzzaman Haz­­­retleri yazdığı bir mektubunda, hem De­­­mokratların iktidarlarının devamının te­­mini hem de milletin memnuniyeti için şöy­le bir hatırlatmada bulunmuştur: “Şimdi milletin arzusuyla şeair-i İslâmiye­nin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çare-i yegânesi; ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nok­ta-i istinad yapmaktır. Eski zamanda İn­giliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve men­faatleri buna muarız olmakla mani olur­dular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri bu­na muarız değil; belki muhtaçtırlar. Çün­­ki komünistlik, masonluk, zındıklık, din­siz­lik; doğrudan doğruya anarşistliği intaç ediyor. Ve bu dehşetli tahrib edicilere kar­şı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikata binaen Demokrat­lar bütün kuvvetleriyle bu hakikata istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.”14 Ahirete İman Toplum Hayatında Hük­metmezse Meydan Anarşistlere Kalır “Hem her bir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse; güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, ha­miyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uh­revî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hod­gâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî asayiş ve insaniyet altında, anarşilik ve vahşet manâ­ları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirle­nir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kavî­ler zulme, ihtiyarlar ağlamağa baş­larlar.”15 Bediüzzaman’dan Siyasetçilere “Hem ehl-i siyasete hiç münasebetimiz ol­madığı halde, kat’î bilsinler ki; bu mem­lekette, bu asırda, milleti anarşilikten, te­reddi ve tedenni-i mutlakadan kurtaracak yegâne çaresi, Risale-i Nur’un esasatıdır.”16 Anarşiden Kurtulmak İçin Gerekli Olan 5 Esas Bediüzzaman, toplum hayatının anarşi­den kurtulması için 5 esasın toplumda hâkim kılınmasının zaruri olduğunu ifa­de eder. O beş esasın birincisi hürmet, ikinci­si merhamet, üçüncüsü haramdan çekin­mek, dördüncüsü emniyet, beşincisi ser­seriliği bırakıp itaat etmektir.17 Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’un hedef ve maksadının ahiret olmakla bera­ber, sosyal hayata baktığı zaman ise bu 5 esası kuvvetli ve kudsî bir surette sağlam bir şekilde yerleştirerek asayişin temel taşını muhafaza ettiğini ifade eder.18 Nur Talebeleri Anarşiye Karşı Manevî Bir Zabıtadır “Evet komünist perdesi altında anarşist­liğin, emniyet-i umumiyeyi bozmağa deh­­­­­­­şet­­li çalışmasına mukabil, Risale-i Nur ve şakird­leri iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu va­­tanın her tarafında o müdhiş ifsadı dur­duru­­yorlar ve kırıyorlar ve emniyet ve asayişi temine çalışıyorlar ki, memleketin her tarafında pek çok kesrette bulunan Nur talebeleriyle, bu yirmi sene zarfında alâkadar olan üç-dört mahkeme ve on vilâyetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair hiçbir vukuatlarını bulmamış ve kaydet­memiş. Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: “Nur talebeleri mane­vî bir zabıtadır. Asayişi muhafazada bize yar­dım ediyorlar. İman-ı tahkikî ile; Ri­sale-i Nur’u okuyan her âdemin kafasına bir yasakçıyı bırakıyorlar, emniyeti temine ça­lışıyorlar.”19 “Risale-i Nur’un, siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-i mutlakı kırdığı için, küfr-i mutlakın altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti ve asayişi ve hürriyeti ve adaleti temin eder.”20 1920’lerde Yaklaşan Anarşi Tehlikesi ve Bediüzzaman’ın Feraseti Bediüzzaman Hazretleri’nin en mümtaz özel­­liklerinden birisi de, Kur’ân ve hadis­ten al­­dığı dersle zamanın ruhunu çok iyi oku­­yup, manevi mücahedesini ona göre yapması­dır. Hazret-i Üstad’ın tarihçe-i hayatında bunun pek çok örnekleri vardır. Onlardan birisi de 1920’lerin sosyal ve siyasi havasını çok iyi tahlil etmesi ve yaklaşmakta olan büyük bir anarşi tehlikesini fark ederek, bunu 1943’te Denizli Mahkemesi’nde yap­­­­tı­ğı destansı savunmasında mahkeme ri­­­­ya­­­setine mükemmel bir şekilde beyan etme­sidir. Şöyle ki: “Evet, eski terbiye-i İslâmiyeyi alan yüzde ellisi meydanda varken ve an’anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterdiği halde, elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmareye tâ­bi olup millet ve vatanı anarşiliğe sev­ketmek kuvvetli ihtimalin düşüncesi ve o belaya karşı bir çare taharrisi yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan men’ettiği gibi, Ri­sale-i Nur’un hem şakirdlerinin de bu za­mana karşı alâkalarını kesmiştir.”21 Risale-i Nur Hizmetinin Hiçbir Cereyan­la ve Dünyevî Maksatla Alâkası Yoktur Üstad Hazretleri bu konuda şöyle beyan etmektedir: “Bütün sırlarım ve sa’yim (çalışmalarım) ve gâyem ve maksadım ve Risale-i Nur’un en ehemmiyetli hizmeti; (milletimizi) küfr-i mut­laktan kurtarmak ve muhafaza et­mek ve bu mübarek milletin hayatını anarşi­likten ve mevtini idam-ı ebediden halâs etmek ve ölümü terhis tezkeresine çe­virmektir. Bu vazifede lüzum olsa değil yal­nız bu hayatımı belki hayat-ı uhreviye­mi dahi feda etmeye azmetmişim. Evet mâ­dem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı ka­pan­mıyor. Elbette bu ihlâs hakikatına da­ya­nan bu vazife, her hizmetin fevkindedir. Ve bu ihlâsı muhafaza için hiçbir cere­yan­la ve dünyevî maksadlarla kendi­mizi bu­laş­tırmayız, bulaştıramayız.22 Kaynaklar: 1- Şualar, c. 1, s. 812- Emirdağ Lâhikası, c. 2, s. 1353- Şualar, c. 1, s. 814- Mektubat, c. 2, s. 1135- Emirdağ Lâhikası, c. 2, s. 1096- Emirdağ Lâhikası, c. 2, s. 1657- Emirdağ Lâhikası, c. 2, s. 398- Lem’alar, s. 1109- Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 1910- Kastamonu Lâhikası, s. 9711- Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 8412- Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 6813- Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 14714- Emirdağ Lâhikası, c. 2, s. 1415- Asa-yı Musa, s. 3416- Kastamonu Lâhikası, s. 8517- Şualar, c. 2, s. 918- Şualar, c. 2, s. 919- Lem’alar, s. 27520- Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 8321- Şualar, c. 2, s. 6522- Şualar, c. 2, s. 72

Mustafa TOPÖZ 01 Ekim
Konu resmiBediüzzamandan Vekillere: Çözüm Sende!
Tarih

Memleketimiz zorlu fakat inşallah neticesi iyi olacak bir süreçten geçiyor. Bu süreci en hayırlı bir şekilde atlatmak, bu vatanın evlatları olarak hepimizin muradıdır. Bu süreçte herkesin üzerine düşen vazifeler olacaktır ve herkes üzerine düşeni yapmadığı müddetçe -istenilen netice alınsa bile- zaman uzayacaktır. Tek tek üzerimize düşen vazifeleri anlat­mak niyetinde değilim. Burada balıktan bah­se­deceğim; daha doğrusu balığın başından. Atalar ne demiş: “Balık baştan kokar!” Ya da “Baş başa baş da şeriata bağlıdır!” Bediüzzaman Hazretleri 1921’de millet­ve­killerini muhatap alarak bir beyanname neş­retmiştir. Son derece öneme haiz olduğu ve önümüzde bir seçim sürecinin de varlığı bu beyannameyi tekrar hatırlamamıza ve dergiye taşımamıza vesile oldu. Madem yeni bir kurtuluş savaşı veriyoruz. Madem yeniden silkinip kendimize geli­yoruz / geleceğiz. O zaman temel dina­mik­leri doğru tespit etmeliyiz. Ki netice de doğru çıksın. Bediüzzaman Hazretleri bu beyannameyi 94 sene önce neşretmiş olsa da doğrular ve esaslar değişmiyor. Bölgenin kaderini tayin eden temel unsurlar aynı. Kökeni tarihi ve kaderi perspektifte olan bir meselenin çözümünü uzakta veya kon­jonktürde aramak da bizi selamete çıkarmaz. Son döneminde güzel günler ve gelişmeleri de yaşayan ülkemize elbette esasa dair olan pencereden bakmak ve çözümü orada ara­mak mecburiyetindeyiz. Dış görünüş, mad­di yön ve donanımın muhakkak bir hakikati var, fakat esas olan iç, ruh ve yazı­lım ise çözüm de bunların ihtiyacına göre olacaktır. Aşağıdaki beyanda da net görünen odur ki, bu vatan toprakları üzerinde ve şahs-ı manevisi içerisinde olan hiç kimse kendi namına ve nefsi için hareket edemez. Coğrafyanın ifade ettiği mana ve kaderin hüküm sürdüğü gerçekleri göz ardı ede­mez. Problem çözecek olan da bu manayı anlamadan hüküm sahibi de fiil sahibi de olamaz. Olursa ya da olmaya kalkarsa da ancak başa bela olur. Mevzubahis beyanı aynen aşağıya alıyo­rum. Fakat aralarda bazı değerlendirmeler gireceğimi bilmenizi isterim. 1339 tarihinde, Meclis-i Mebusana hitaben yazdığım bir hutbenin suretidir. بِسْمِ اللّهِالرَّحْمٰنِالرَّحِيمِاِنَّالصَّلَوةَكَانَتْعَلَىالْمُومِنِينَكِتَابًامَوْقُوتًا Ey mücahidîn-i İslâm! Ey ehl-i hall vel-akd! Bu fakirin bir meselede birkaç sözünü ve birkaç nasihatini dinlemenizi rica ederim. Evvelâ: Şu muzafferiyetteki harikulade ni­met-i İlahiye bir şükür ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa nimet şükrü görmez­se gider. Mademki Kur’an’ı, Allah’ın tevfi­kiyle düşmanın hücumundan kurtardı­nız; Kur’an’ın en sarih ve en kat’î olan salât gibi bir feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Ta onun feyzi böyle harika surette üstünüzde tevali etsin, devam etsin. Allah’ın yardımıyla gelen bir başarı var. Eğer devamı isteniyorsa şükrü gerekir. Şükür, ni­metin cinsinden olmalı. Yani başarı neye bi­naen gelmişse o hal ve fiil üzere olmak lazım gelir. Dikkat edilirse Bediüzzaman Hazretleri başarıyı Allah’ın yardımıyla ve Kur’an’ın namına olduğunu ifade ediyor. Ta­raflar böyle kabul etmese de esas olan budur. O zaman işin başında olanlar, Allah’ın emri ve Kur’an’ın hükmünü yani namaz kılmayı yerine getirmeliler. Değilse yeniden aynı hal­lere düşersiniz. Çünkü siz, İslam olmuş ve onun şahs-ı manevisini üzerinde taşıyan bir vatan içerisindesiniz. Yaptıklarınız da o he­saba yazılacaktır. Siz ona uymazsanız, o size uymaz! Sâniyen: Âlem-i İslam’ı mesrur ettiniz, m­u­habbet ve teveccühünü kazandınız. Lâ­kin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira Müs­lümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler. Bütün ümmet Kur’an yurdunun selamete çık­masına, düşmandan kurtulmasına sevindi. Size muhabbet eder, fakat kara kaşınız kara gözünüzden değil, İslam namına yaptığınız işten dolayı sever. Bu teveccühün devamını mı istersiniz, o zaman İslamiyet’in şeairine (namaz, hatt-ı Kur’an, ezan, kılık kıyafet vb.) sahip çıkın! Sâlisen: Bu âlemde evliyâullah hükmünde olan gazilere ve şehidlere kumandanlık et­tiniz. Kur’an’ın evamir-i kat’iyesine im­tisal etmekle, öteki âlemde de o nuranî kafileye refik olmağa çalışmak, sizin gibi himmetlilerin şe’nidir. Yoksa burada ku­mandan iken orada bir neferden istimdad-ı nur etmeğe muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniye, şan ve şerefiyle öyle mergub bir meta değildir ki, sizin gibi insanları işba etsin, tatmin etsin ve maksud-ı bizzât olsun. Şöhreti yani tanınıp bilinmeyi sever misin? O zaman bu dünyada kendi nefsin adına ve geçici sevdalarla uğraşma! Bak, senin emrinde şehid olanlar cennetlere gittiler. Sen orada onlara arkadaş olmak istersen, Kur’an’ın emirlerine uy! Râbian: Bu millet-i İslâmiye cemaatleri her ne kadar bir cemaat namazsız olsa, fâsık da olsa yine başlarındakini mütedeyyin gör­mek isterler. Hatta umum Kürdistan’da umu­men memurlar hakkında en evvel sor­dukları sual budur: Acaba namaz kılıyorlar mı? Eğer namaz kılarlarsa mutlak emniyet ederler; şayet kılmazlarsa, ne kadar muktedir de olsalar nazarlarında müttehemdirler. Bir zaman, Beytü’ş-Şebab aşairinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: Sebep nedir? Dediler ki: Kaymakamımız namaz kılmıyor, rakı içiyor. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz? Bu sözü söyleyenler de hem namazsız, hem de eşkıya idiler. Baş olmak kolay değildir. Başkasına emredip kendin azade olmak başta duranların işi ola­maz. Hele bu memleketin insanına hizmet için meclisi dolduracaksan, emniyet telkin eden dindarlık, en evvel senin üstünde gö­rülmeli. Dindar olmak suç değil, bilakis bu coğrafyanın ve memleketin insanının en önemli özelliğidir. Baştaki baş dindar olup Kur’an’ın emrine uymazsa gövde nasıl ola­caktır? Hâmisen: Enbiya’nın ekserisi şarkta ve hü­kemanın ağlebi garbda gelmesi kader-i eze­lînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir ce­reyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen gider ya muvakkat olur veya sathî kalır. Konjonktür böyle. Dünya bizi bu tarafa savuruyor demek doğru olmaz. 90 senedir Avrupalılaşıyoruz, nereye geldik? Dünya ve ahiretimize ne katkısı oldu? Akıl doğruyu bulduktan sonra itaat ister. Kalbin ihtiyacını çözemeyen, hiç kimsenin derdine derman olamaz! Sâdisen: Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan firenkler dindeki kaydsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hatta di­yebilirim ki, hasmınız kadar İslam’a za­rar veren kimseler dindeki ihmalinizden istifade eden insanlardırlar. Maslahat-ı İs­lâ­miye ve selâmet-i millet namına, bu ih­mali a’male tebdil etmeniz gerektir. Görü­yor­sunuz ki, İttihadcıların harika azimleriyle sebat ve fedakârlıklarıyla beraber, şu İs­lâm’ın şu intibahına da bir sebep olduk­ları halde, bir derece dinde lâübalilik tavrını gösterdiklerinden, dâhildeki milletten nef­ret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için hür­metlerini verdiler. Biz nasıl bu hale geldik? Yanlış halimizden dolayı elbette! Gol yediğimiz yerler yine bi­zimle ilgili eksiklerden kaynaklanıyor. Biz sağlam olsak, hiç açık kapı bırakmasak şey­tanlar aramıza girebilir mi? Camide safta halkına omuz vermeyen bir vekil, hangi me­selesinde nasıl omuz verebilir ki halkına? Verse neye yarar? Laubalilik ve dinde gevşeklik fitneci ve dinsizlerin işine yarar. Bize zarar verir. Bizi düşünen bizden olmalı! Dindar ve Kur’an’ın emirlerine itat eder olmalı! Sâbian: Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, me­deniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, mis­yo­nerleriyle âlem-i İslam’a hücum edip mad­deten uzun zamandan beri galebe ettikleri halde, âlem-i İslam’a dinen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye, birer kemmiye-i kalile suretinde mahkûm kaldığı halde; İslâmiyet metanetini ve sa­labetini sünnet ve cemaatle muhafaza ey­lediği şu zamanda, Avrupa medeniyet-i ha­bise kısmından süzülen lâübaliyane, bir cereyan-ı bid’akârane, İslamiyet’in sine­sinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılab vari bir iş görmek, İs­lam’ın desatirine inkıyad etmekle olabilir, baş­ka olamaz. Hem olmamış, olmuşsa da çabuk ölüp, sönmüş. Yürütülen savaşlardan en büyüğü ehl-i sün­net ve cemaate karşı olduğu halde bugüne kadar Allah bu bozuk fırkalara izin verme­di. Ayrılıkçı ve bozguncu fırkalar tutunamadı. Sizdeki / bizdeki gevşeklikten fırsat bulup ge­len de yer tutamayacaktır. Yani din adına dindarlara zulmeden veya bozmaya çalışan hiç kimse dikiş tutturamadı, tutturamaya­cak. Gerçekten doğru ve güzel ve insanlığın faydasına iş yapmak, değişiklik istiyorsanız İslam’ın düsturlarına uyun! En köklü bünye dışı değişiklikler bile bu millet ve vatanın sinesinde yer bulamadı, bulamayacak in­şallah! Sâminen: Za’f-ı dine sebeb olan Avru­pa medeniyet-i sefihanesi yırtılmağa yüz tut­tuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’âniyenin zuhura yakın geldiği bir anda, lâ­kay­dane ve ihmalkârane müsbet bir iş gö­rülmez. Menfîce, tahribkârane iş ise, bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm zaten muhtac değildir. Hem bak! Avrupa can çekişiyor. Dini dün­yevi sıkıntılarla boğuşuyor. Ne demişti Bedi­üzzaman Hazretleri, “İstikbal inkılabatı içinde en gür sada İslam’ın sadası olacak­tır!” Sen bu vatanın evladı olan / olduğunu söyleyen, bu vatanın gerçeklerini görmezsen nasıl istikbale talip olabilirsin? Nasıl bu coğrafyanın insanına hizmet edebilirsin? Tâsian: Sizin bu İstiklal Harbindeki mu­zafferiyetinizi ve âlî hizmetinizi takdir eden ve sizi can u dilden seven, cumhur-ı mü’minîndir. Ve bilhassa tabaka-i avam­dır ki sağlam Müslümandırlar. Sizi cid­dî severler ve sizi tutarlar ve sizlere minnet­tardırlar ve fedakârlıklarınızı takdir ederler. Ve intibaha gelmiş en cesîm ve en müdhiş bir kuvveti sizlere takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur’âniyeyi imtisal ile onlara itti­sal ve istinad etmeniz maslahat-ı İslâm namı­na zarurîdir. Yoksa İslamiyet’ten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz Avrupa meftu­nu firenk mukallidlerini, avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslam’a münafî ol­duğundan, âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecektir. Derdimiz millet ve vatan olacaksa, bilelim ki bu millet dindardır. Avrupalılar ve on­ların mukallitleri teveccüh edilecek merkez olmamalı. Olursa ne olur? Bir zaman ek­mek­lerine yağ sürülür, aksi halde terör, sıkıntı, musibet kol gezer. Hem milletin adamı mil­letten olmalı. Yoksa denizdeki çer çöpün sa­hile vurduğu gibi, bir süre sonra millet ondan o da milletten kopmak zorunda kalır. Bu milletin içinde bahadır evlatlar çoktur. Kazandığınız teveccühün kıymetini biliniz. Bu da ancak milletle ve millet için olmakla olacaktır! Âşiren: Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa; hayatından vazgeçmiş, cesur bir divane lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmi dört saatte bir saati işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede, yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet ve tembellik sebe­biyle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir. Hâlbuki feraizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalalete istinad eden tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmale ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus bu güruh-ı mücahidînin ve bu yüksek meclisin ef’âli taklid edilir. Kusurlarını millet ya taklid edecek veya tenkid edecektir; ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-ı ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatürü ve icmaı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden âdemlerle, hakikî ve ciddî iş görülmez. Başta demişti, halk namazsız da olsa ba­şındaki dindar görmek ister. Çünkü emniye­ti dindarlıkta bilir. Namaz zor geliyor, ya da ikna olamıyorsan 21. Söz’ü muhakkak okumalısın! Eğer sen milletten olmazsan, din­darlığı yaşantında ve efalinde göstermezsen her türlü kaybederiz. Fasık bir vekil, fıskı çoğaltır. Bu hepimize zarardır. Bugün bazı vekillerin saded dışı hal ve hareketlerine hep beraber şahit oluyoruz. Peki, kime faydası var. Teröre, karışıklığa ve yabancılara… Taklit edilmezsen tenkit edileceksin. Çünkü halktan değilsin. Baş başa, baş da şeriata bağlıdır. Arada itaat olmazsa birlik, beraberlik ve bütünlükten bahsetmek mümkün değildir! Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlînin şahsiyet-i mane­viyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle ma­na-yı saltanatı da deruhte etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtac olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yı hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki meclis elinde bulunmayan ve meclis tarîkıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı isyana sebebiyet verecektir. İnşikak-ı isyan ise, وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا  âyetine zıddır. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve ten­fiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade mukte­dirdir. Halife-i şahıs, ancak ona istinad ile vezaifi deruhde edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, zi­yade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise iyi­liği de fenalığı da gayr-ı mahduddur. Ha­rice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fe­nalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki ebedî düş­manlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İs­lam’ın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise za­rurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düş­mana yardım edersiniz. Şeairde tehavün, za’f-ı milleti gösterir. Za’f ise düşmanı tev­kif etmez, teşci’ eder. İslam’ı görünür kılmak, namaz, ezan, İslam yazısı gibi bakıldığında İslam’ı hatırlatan un­surları öne çıkarmak bu memleketi tem­sil makamında olanların esas vazifesidir. Memleket ve milletimizin hatta bölgenin ve dünyanın selameti için 1 Kasım –önemli ve tarihi bir tarih olarak- önümüzde duruyor. Hadiste belirtilen güzel günleri hep beraber bekliyor ve hayırla gelmesini dua ediyoruz. Allah hepimize düşen vazifeyi hakkıyla ya­pabilmeyi nasib eylesin. Âmin. Ne diyelim: Allah başımızdakilerin başlarına akıl, kalblerine iman, hayırlı işlerinde mu­vaffakıyetler versin! حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ

Sevde KARATAŞ 01 Ekim
Konu resmiHakîkî Muzafferler Şehîdlerdir
İnsan

“Ve Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin! Bil’akis (onlar) hayattadırlar, fakat (siz) anlayamazsınız.” (Bakara Suresi, 154. ayet) İnsanlığın hem maddî hem de mane­vî önderleri olan Peygamberlerin ma­kam­ları­na hiçbir kul, çalışarak olsa da­hi ye­ti­şe­mez. Ancak Allah yolunda öldü­rü­lerek şe­hadet şerbetini içen şehîdler, Peygam­ber­lerle birlikte haşr olunacaklar ve onlar­dan sonraki en yüce makamın sahibi ola­caklardır. Aslında, Bakara Suresinin 154. aye­ti bile tek başına şehîdlerin makamlarını anlamak için bize kâfidir: “Ve Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin! Bil’akis (on­lar) hayattadırlar, fakat (siz) anlayamazsınız.” Mektûbât Mecmuasının Birinci Mektu­bunda Bedîüzzaman Hazretleri, bir ma­nada bu ayetin tefsirini yapmıştır: “Dör­düncü Tabaka-i Hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’ân ile, şühedanın ehl-i kubûrun fevkınde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyeviyelerini tarîk-i hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hakk kemâl-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerini daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar. Kemâl-i saadetle mütelezziz oluyorlar. Ölümdeki fi­râk acılığını hissetmiyorlar.” Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği nimetlerin içinde en başta geleni ruh ve hayat sahibi olmamızdır. En değerli varlığı olan hayatı­nı, Rabbi için feda eden insana da elbette ki en büyük mükâfât verilecektir. Bunun şuurunda olan herkes şehîd olmak ister. Ama şehadeti istemek, kurşunun önüne kendini atmak da değildir. Sonuna kadar mücâdele etmektir aslında. Şehîdlerin Sey­yi­di Hz. Hamza (ra) şehîd olmadan ön­ce, yorulmak bilmeden kılıç sallamıştı, müşrik­lere karşı. Hakîkî Muzafferler Şehîdlerdir Hz. Âdem’in (as) oğlu Kabil, bir başka oğlu Habil’i şehîd ederken, Habil’i makamların en yükseğine çıkardığının farkında mıydı acaba? Ya da masum bir cana kıydığı için esfel-i sâfilîne düştüğünü hissedebilmiş miy­di? Tarih boyunca savaşta veya barışta hak­sız yere birinin canına kıyan, yaptığı bu zulmün karşısında kendini muzaffer ve kazanmış zanneden zâlimler, hakikat nok­ta­sında en büyük yenilgiyi almışlardır. Asıl kazananlar ise, şehîd ettikleri ya da zul­mettikleri kahramanlar ve masumlardır. Birinci Mektûbda da ifade edildiği üze­re şehîdler, şehadetlerinin farkında değil­ler. Daha güzel bir yere gittikleri düşünce­sindeler. Bu durumun, yakın tarihimizin en önemli muharebelerinden biri olan Ça­nakkale Zaferi sonrası anlatılagelenler de dâhil, bir çok örnekleriyle karşılaşıyoruz: Hâlâ savaşa devam ettiğini zannedip mev­zi­­sinde saklanmaya devam eden şehîd as­kerler, şehadetinin ardından sava­şan as­kerlere manen yardım etmeye çalışan­lar ya da mıntıka kontrolü yapan şehîd as­ker­lerden meydana gelen manevî bö­lük­ler… Bedîüzzaman Hazretlerinin en ya­­kın talebelerinden olup, Denizli Ha­pis­­ha­­nesindeyken şehîd olan Hafız Ali Ağa­beyimiz de aynı şekilde şehâdetinin farkına varmadan tabir-i caizse manevî âlemde Risâle-i Nûr hizmetine devam ediyor. Bütün bu misaller de gösteriyor ki; şehîd­ler hayatlarını kaybettiklerinin farkında değiller. Ve aslında dördüncü hayat taba­kasına geçtikleri için de ayette ifade edil­diği üzere, bizim anladığımız manada “ölüler” olarak da nitelendirilemezler. On­lar, kıyamete kadar mütelezzizâne vakit geçirdikleri daha iyi bir âleme geçiş yap­mış durumdadırlar. Bu hakikate binaen diyebiliriz ki; şehîdlerin şehadetlerine se­beb olan zâlimler, onların ne kadar yüksek bir makama çıkmalarını sağladıklarının far­kına varsalardı, ne yaparlardı acaba? Ya da uğruna kan döktükleri ve kendi çaplarında önemli gördükleri değersizlikleri için bun­ca zalimliğe ortak olurlar mıydı?’ Zulme Zulümle Karşılık Verilmez Önümüzde Bedîüzzaman Hazretleri gibi bir örnek varken, bize yapılan hangi zu­lüm, bizi bir başkasına zulmetmeye yön­len­di­rebilir. Bedîüzzaman Hazretleri, yir­­mi­­den faz­la defa zehirlenmiş, her se­ferinde Ce­nâb-ı Hakk’ın inayetiyle, vefat etme­miştir. Yoksa bu zehirlenmelerin her birinin vefat­la neticelenmemesi için hiç­bir sebep yok­tu. Zehirlenmelerin dı­şında, Bedîüzzaman Haz­­ret­lerine yapılan zulümler, işkenceler, tec­rid­ler ve hapislerin hiçbiri bırakın kar­şı­lık vermeye, onu beddua etmeye bile yön­lendirmemiştir. Ama bu durum Üstâd’ı kalb­lerin fâtihi yapmış. Risâleleri ve davası tüm dünyaya yayılmıştır. Hâlâ onun müsbet ha­reket tarzını devam ettiren Nûr Talebeleri, tüm dünyada İslâm ve Kur’an davasını en güzel şekilde temsil etmektedirler. Bugün geriye dönüp baktığımızda, Bedîüzzaman Hazretlerinden bize müsbet hareket, hayırlı dua ve tertemiz bir hizmet geçmişi miras kaldığını görerek iftihar ediyoruz. Ancak sahte davalarının geçmişine dönüp baktıklarında, ağlayan analar, gencecik yaş­ta şehid olan yiğitler, bir hiç uğruna ölen kandırılmışlar ve zulmedilmiş bir coğrafya görenler; bu olanlarla iftihar edebilecekler mi? Ya da hangi dava bu kadar zulmü kaldırabilir?

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Ekim
Konu resmiDeğerler Eğitiminde Üç Temel Mesele Değerlerin Tesisi, Tespiti ve Model Arayışı
Eğitim

Allah’ın yarattığı en mümtaz varlık olan insan, hem ferdi hem içtimai hayatta kendisi ile irtibatı bulunan her bir şeye bir kıymet, bir değer addeder. Değer tesmiye edilen bu rabıtaların kalplere ve zihinlere tesisini (temelleşip kökleşmesini) temin etmek için, öncelikle bunların yaratıcımızla olan bağına ihtiyaç vardır. Ancak bu şekilde “değer eğitiminin esasları” sağlam bir niyet ile tesis edilecek, “değer membaı” doğru olarak tespit edilecek, “şahsi ve içtimai hayata tesiri altına alan değişime kapı aralayan modellerle” değerlerin inkişafı sağlanacaktır. “Değer”lerin Tesisinde Doğru Niyet “ Niyet hayır akıbet hayır”  “Değer erozyonu” tabiri birçok serzenişin, si­temin, şekvanın yansıması olmuştur. Özel­lik­le eğitim sahasında birçok sıkıntının kay­­na­ğında değerlerin yıpranması ve kay­bol­­ması aranmıştır. Fakat kalp ve zihin­lerin de­ğerlerden mahrumiyeti göz ardı edil­miştir. Değerler, her şeyden önce sağlam temeller ve esaslar üzerine muntazaman ve hikmet­le yerleştirilmelidir. Eğer “değer eğitiminin temelleri” atılırken yaratıcı ile bağ kurulup Allah’ın rızası esas alınabilirse bu yöndeki çalışmalar bir ruh kazanacaktır. Allah rıza­sının esas tutulmasıyla değer tesis edil­me­sine en güzel misal asrısaadettir. Farklı zamanlarda farklı şekillerde orta­ya çı­kan değer temayülleri özellikle asrı­ saadet­te “Rıza-yı İlahi”nin temerküz ettiği bir çer­çevede şekillenmiştir. Allahın rızasını ka­­zanma niyetiyle harekete geçen kalp ve ruh­­lar, bu doğrultuda olmayan hiçbir şeye iti­bar etmemiş ve kıymet ittihaz etmemiş­tir. Niyet böyle olunca bu kutlu zamanda fiil, sözlerde aranılan mikyas da yine “rıza” mikyası olmuştur. Günümüzde hayat sahnesinde ekseriyetle dünyalık çıkar ilişkilerine dayalı ölçüler re­vaç bulmuştur. “Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz” sözü mucibince niyet ve fikirler­de­ki “fena mührü”, fiillere ve sözlere yansımış­tır. Rağbet hep kırılacak cam parçalarınadır. Menfaatler hep mevt hududunun bir karış berisinde kalmaktadır. Öteye geçememek­tedir. Maalesef hâl böyle olunca zihinler ma­neviyata karşı yabanileşmiş, kalpler dün­ya hayatının keşmekeşliği içinde sersem ol­­muştur. Manevi gıdalardan mahrum ka­lınmış, uhrevi rabıtalar pamuk ipliğine dö­nüş­müştür. Dünya bağları ise sarsılmaz ve kırılmaz halatlara kalb olmuş, nefisler diz­gini ele almıştır. Hâsılı, eğitim sahasında değerlerin doğru tesisi, çocuklarımızın (fidanlarımızın) eği­tim ortamında (hasat toprağında) yetiş­me­­si (neşvü nema bulması) cihetiyle çok bü­­yük ehemmiyet taşımaktadır. Zira genç ne­sillerin meyil ve arzuları kendilerine eği­­­tim vasıtasıyla sunulan değerler nispe­tinde tah­rik olmakta, “müsbet veya men­fi” renk­lerdeki değerlerle hayat rotası be­lir­lenmektedir. Allah’ın rızasının bir niyet olarak kuvvetli bir şekilde kalplerde tesbiti ve tahkimiyle şahsi ve içtimai hayat “değerler kazanacak”tır.  Gelecek iki dünya saadetini temin edecek rıza-yı İlahi ile ihya olan “değerler”e sahip dimağlar ile tenvir olacaktır. Dünyaları Cennet Kılacak “Değerler”in Tespiti “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fanî dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.” Her şey değişiyor ama insanın asli ihtiyaç­ları değişmiyor. Dünya yaratıldığından bu yana bedenlerin su, hava ve gıdaya ihtiyacı var. Kıyamete kadar da bu muhtaçlık süre­cek. Aynı beden gibi kalplerin, latifelerin ve ruhların da manevi ihtiyaçları da arz-ı endam etmeye devam edecek. Değerler eğitiminden bahsediyorsak her bir değerin ilerideki netice ve gaye­sinde bu in­sanî özellik göz önünde bulundurul­malıdır. Değerler, asli ihtiyaçları karşıla­ma­yacak şe­kilde fıtrata muvafık bir tarzda tes­pit ve ter­tip edilmelidir. Değerlerin tespiti için bu nazarla fıtratımıza baktığımızda Halık-ı Zülcelal tarafından yerleştirilen “sonsuz yaşama (ebed) isteği” dikkatimizi çeker. Eğer bu fıtrî özellik sukut ederse geçici istek ve arzular bünyeleri is­tila edecek, o zaman değer addedilen her bir şey “fena patenti” ile sarmalanacaktır. Dün­yanın fani ve çirkin yüzü, herkesin ken­di özel dünyasına aksedecek, tehlikenin far­kına varılamayacaktır. Her bir fert gerek şah­si gerek içtimai hayatta kendi yapmacık dünyasının büyüklüğünde bir zarar ve hüsranla karşılaşacaktır. Hâsılı, tespit edilen her bir “değer” insanın tahkiki ihtiyaçlarına cevap verebilmeli, fıtrî isteklerini tatmin edebilmeli, “dünyasını cen­net kılacak” desteği sağlayabilmelidir. He­deflenen “değerler” dünya ve ahiret ha­ya­tına uzanmadıktan sonra, ömre mana kazandırmadıktan sonra bad-ı hevadır. De­ğerin “değer kazanması” arzu edilen ve ihtiyaç duyulan şeylerin “beka” ile irti­batını sağlayacak mahiyette olmasıyla, in­sanı en iyi tanıyan ve bilen yaratıcısı ile bağ kurmasıyla mümkündür. Elbette çapı ve tesiri “iki dünya saadeti” olan değerler silsilesinin; genç nesli fert fert, fevc fevc ellerinden ve gönüllerinden tutarak düş­tüğü yerden kaldıracağı muhakkaktır. Bunu sağlayacak olan müessir ve müessis ise Kur’ân’dır. Onda, her biri elmas kıy­metinde olan -değerini hiçbir zaman yi­tir­­meyen- iman ve Kur’ân hakikatleri mev­­­­cut­tur. Bu hakikatlerin meyveleri olan ah­­la­ki değerler fert ve cemiyetin hayatını cen­nete çevirmeye kâfidir. “Değer Eğitimi”nde Model Olarak Önem­li Bir “Değer” “Sünnet-i seniye, saadet-i dâreynin temel taşı­dır ve kemâlâtın ma‘deni ve menbaıdır.” İnsan sevdiğine fıtraten benzemek ister, onun gibi konuşmak ve yaşamak ister. “Güzelliklerin taşınması” ve aktarılması için doğ­ru modeller ortaya konulması bu bakımdan önemlidir. Şahsiyetlerin gü­zel teşekkül etmesi tahribatın kapısını kapamak için de şarttır. Değerlerin hayat sahnesinde teşhis edil­mesine imkân sağlaması, güzel ahlak ve kötü ahlakı tefrik etmesi, değerleri tanzim ve tertip etmesi cihetleriyle de “model” çok önemlidir. “Değerler eğitiminin” inkişafı yö­nünden “sağlam ve yeterli model/mo­deller” ortaya koymak elzemdir. Doğru nazarla bakıldığında  “fertlerin ha­yat­larının ihyası”nın dinin ihyası ile mümkün olduğu hakikati ve dini tebliğ eden Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) hayat tarzının bir model ve rehber olarak gerekliliği he­men hissedilecektir. Zira yaşadığı asrı cehalet asrından saadet asrına çeviren, insanların akıl ve kalplerini iman nuruyla tenvir edip onları beşeriyete muallim eyleyen “nebevi terbiye” ve “yaptığı büyük inkılab” güneş gibi ortadadır. Kalp, ruh ve aklı büyük ve derin yaralar alan insanlık elbette bu “Değer”e (asm) her zamankinden daha muhtaçtır. Hiç şüphesiz değer eğitimi “kalplerin sevgilisi, nefislerin terbiyecisi ve akılların muallimi” (asm)’dan nasibini alabildiği ölçüde muvaffak olabilecektir. Hâsılı, “değer eğitimi”yle çocuk ve genç yaştaki öğrencilere istenilen vasıflara sahip “değerler” sunulabilmelidir. Eğitime tabi olan dimağların kendileri de bir “değer” ola­rak kazanılabilmelidir. Asırları çiçek bahçesine çeviren,  binlerce örnek şahsiyeti meyve veren Hidayet güneşi (asm), elbette tüm güzelliklerin kendisinde temerküz etti­ği yegâne model ve rehberdir. Muhammed Mustafa’nın (asm) siret ve suretinin “dem ve damarlara işlercesine” talim edildiği “değer mektebinin” mezunlarının her birinin de “değer” olarak asrımızı gül bahçesine çevire­cekleri muhakkaktır. Hulasa Hâlihazırda mevzu bahis olunan “değerler eğitimi”nin zahirde masum ve güler yüzlü olmasına bakılmamalıdır. Günümüz “de­ğer eğitiminde” takip edilen usuller ve muh­te­viyat cihetiyle sıkıntılar olduğu gibi “modelleme” anlayışında da problem var­dır. Ne kadar arzu edilse de kemiyeten ve keyfiyeten istenilen netice elde edile­memektedir. Değerler eğitimi tesisinde “Allah rızası” niyetinin esas alınması, Kur’ân ve iman ha­ki­katlerinin değer tespitinde kaynak ve dayanak kabul edilmesi ve İki Cihan Serveri Efendimizin (asm) hayatının yegâ­ne değer hazinesi olarak itikad edilmesi bizim reçetemizdir.

İbrahim SARITAŞ 01 Ekim
Konu resmiRisale-i Nur İçindeki Reşha
Risale-i Nur

Sevgili Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nurdaki kelimeleri Arapça sathi lügat manasında kullanmamıştır. Belki Kur’an-ı Kerim ve iman hakikatinin kâinat kitabındaki hadsiz delilleri, hüccetleri ve burhanlarını tasavvur ederek kullanmıştır. Risale-i Nurları tefekkürle anlamaya bir yol olması temennisi ile reşha kelimesinin lügat manası ve Risale-i Nur eserleri içinde reşha’ya yüklenen mana üzerinde durmak istiyorum. Reşha kelimesinin lügat manaları; damla, katre, ter, rutubet, yaşlıktır. Toprak kap­ların yazın sıcağında dışına verdiği rutubet manasında da kullanılır. Reşha kelimesi On Dokuzuncu Söz’de, Ri­salet-i Ahmediye risalesinin birbirinden farklı bölümlerinin başlıkları olarak kul­lanılmıştır; Birinci Reşha, İkinci Reşha gi­bi. Reşha kelimesinin lügat manasını esas alarak, On Dokuzuncu Söz’de tefekkür uf­kumuza sunduğu genişliği inceleyeceğiz. Reşha kelimesi lügat manasıyla kullanıl­dığında fehme verdiği genişlik şöyle de açılır. Bu risalede anlatılan hakikatler, Ri­sa­let ve Nübüvvet-i Ahmediyenin (asm) şahs-ı manevisinden birer damla, birer sı­zıntı, birer nurdur. Diğer bir ifade ile, risalet mesleğinin sonuçları böyle teza­hür ediyor demektir. Her bir reşha, o ri­sa­letin ayrı bir teraşşuhunu ifade eder. Böy­lece, Zat-ı Ahmediyenin (asm) manevi nu­rundan gelen hakikatlerin, bize akseden cihetlerinin bunlar olduğunu anlarız. Şimdi de reşha kelimesinin Üstadımız Haz­retlerinin 24. Söz’de yüklediği manaya göre anlamına bakalım. Reşha: Kalbindeki madde-i kesifiye gü­neşin nar-ı aşkıyla yanarak çabuk te­bahhur eden (buharlaşan) ve semaya uruç eden (yükselen) ve güneşin ziyasıyla nura dönen su zerreciğidir. (24. Söz) Bu yeni tanımla reşha kelimesinin tefekkür ufkumuza ne kadar zenginlik kazandırdığı -mananın derinliğine nüfuz edebildiğimiz kadarıyla- aşağıda bir derece izah edilecektir. Semadaki bulut tabakalarından yeryüzü­ne inen su damlası toprağın içine girdik­ten sonra içine demir, bakır gibi maddeler ka­rışırlar. O madenlere madde-i kesifiye denir. Safi olan suyun içine o kesif madde karıştığında ağırlaşır ve yerden semaya yük­selemez. Bu su damlasına güneş vur­du­­ğunda -fizik kurallarına göre- içindeki madde-i kesifiye güneşin narını kendisine çe­ker ve çabuk ısınır. Bu ısınmayla birlikte, etrafındaki su zerresi, o kesif maddeden tamamen temizlenip safileşir. Sonra o safi kalbiyle hemen buharlaşır ve semavatın yüksek tabakalarına doğru çıkar. İşte se­maya yükselen o zerreciğe reşha denilir. Semaya yükselen bu reşha bütün cihet­leriyle güneşe müteveccih olur. Safi, pak ve berrak olarak ve madde-i kesifiyeden tamamen temizlenmiş kalbiyle, güneşin görünmeyen gizli ziyasına ayine olur. Ken­di mahiyetinde hiçbir renk ve nur olmadığı­nı bilir. Varlığının gayesi, sadece güneşten gelen gizli ve görünmeyen ziyaya mukabil ayine olup o ziyayı tezahür ettirmek, gös­termektir. İşte asumanı dolduran bu ma­vilik, reşha denilen zerrecikten ibarettir. Güneşin ziyası latif olduğu için gizlidir. Yani uzay boşluğunda güneşin şaşaa-i sal­ta­natı görünmez ve bilinmez. Tecelli ve tezahür etmesi için, aksettirecek bir ayi­ne lazımdır. Ne zaman o ziya asumanı dolduran bir reşhaya tecelli ederse o zaman nura döner. Böylece güneşin hakiki nuru ve şaşaa-i saltanatı tezahür etmiş, gözlere görünmüş olur. Reşhaların en mühim diğer bir vazifesi de şudur. Uzaydan gelip reşhaya çarpan za­rarlı ışıklar, bu reşha sayesinde, süzülür ve geri gönderilir. Böylece yeryüzündeki zihayata temiz ve berrak yani safi nur gönderilir. Bu sayede o nazenin hayat sa­hipleri zarar görmezler. Büyüyüp inkişaf ederek güzel meyveler verirler. Demek reş­ha, yeryüzündeki bitkilerin hayatına ve bekasına, devamlılığına hizmet ettirilen en ehemmiyetli bir unsurdur. Aynen onun gibi, enbiya/peygamberlik mes­­leği de reşhaya benzer. Peygamberler ta­mamen masum olduklarından kalp­lerindeki madde-i kesifiye olan ene, şems-i ezelinin ziya-yı esmasından gelen nar-ı aşk ile yanarak insanlığın semasına yük­selmişlerdir. Hem o Şems-i Ezelini zi­ya-yı esmasına safi kalp ve ruhlarıyla müteveccih olmuşlardır. Bütün mülkü, Ma­likü’l-Mülk’e teslim etmişlerdir. Ken­di­leri­ni sadece o ziyaya mukabil birer ayi­ne bilmişlerdir. Akval (konuşmaları), ah­val (halleri) ve etvarlarıyla (tavırlarıyla) o Şems-i Ezelinin esmasının tezahürüne hiz­met ediyor bilmişlerdir. İşte bu sırdandır ki, enbiya mesleği riya, gösteriş ve enaniyetten tamamen uzaktır. Onlar hayatlarını sadece Cenab-ı Hakkın isim, sıfat ve şuanatına ayinedarlık et­mek için feda ederler ve o nur ile insanlığa hidayet ederler. Böylece, Cenab-ı Hakk’ın mahiyet ayine­lerinde tecelli eden esma-i İlahiye’nin yer­leştirdiği istidat tohumlarını inkişaf et­tir­mek üzere amel ederler. Bu halleriyle in­sanlığa Allah’ın razı olduğu ve olacaklarını tebliğ ederler. Hem bir toplumda hidayet için bir ferdin bulunması, o toplumun üzerine merha­met-i İlahiyeyi celb eder ve gadab-ı ilahiyeyi geriye çevirir. Bu hakikati Rabbimiz ayet-i kerimede mealen şöyle ferman eder. “Ey Resulüm! Sen onların içindeyken biz onlara azap edici değiliz (…)”. Buradan şu sonuç çıkabilir: Enbiyalar esma-i İlahiyeyi teza­hür ettiren reşha olduklarından Cenab-ı Hakk’ın merhametini celb ederler. Evet, insanın kalbindeki enaniyet made-i ke­sifiyeye benzer; onlara tebliğ ulaş­tığı zaman kendileri o enaniyetleriyle bü­yük­­lenirler. Hatta daha ileri gidenler, kendi­lerini Allah’a rakip görürler ve daha da ileri giderek kendi uluhiyetlerini ilan ederler. Bunların halleri şu misale benzer. Mesela bir ayine kendi içindeki misali güneşin semadaki güneşle irtibat ve intisabını kesse, kendi içindeki misali, tebei güneşi, hakiki ve zati bir güneş kabul etmek zorunda kalır. İnsan da kendisi ve mahiyet ayinesindeki sıfatları Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının tecel­lileri ve cilveleri ve gölgeleri kabul etmezse, kendisini -haşa- Allah’a rakip olarak görür. Batıl felsefenin insanlığı sevk ettiği yol budur. Haddini aşan, her ciheti enaniyete bürü­nen insan -adeta- madde-i kesifiye olmuş­tur, katılaşmıştır. Nasıl su içindeki madde-i kesifiye güneşin narını çekiyorsa, öyle de insanın mahiyet ayinesindeki madde-i ke­sifiye denilen kibir, gurur ve enaniyet dahi cehennem ateşini kendisine cezb ve celb eder, çeker. İşte bu sırdan dolayı “kalbinde kibir bulunan cennete giremez” denilmiştir. Hem latif olan ve sadece safi kalbiyle güne­şe müteveccih olan reşha havada bulunur­ken, bir gaflet ile yerden semaya yükselen toz zerrelerinden birine meyleder ve ona yapışırsa artık semada duramaz. Kendinden başka hiçbir şeye tahammül edemediği için safiliğini kaybeder ve kesafet peyda etmiş bir damla olarak yere düşer. Reşha tekrar semaya uruc edip çıkabilmesi için, bulaştığı ve tutunduğu madde-i kesi­fi­yeden güneşin nar-ı aşkıyla yanarak te­miz­lenmesi gerekmektedir. Reşhanın bu hali gibi ülfet, ünsiyet ve gaflet ile kesafet kazanan nefis ve enaniyet-i insaniye, Şems-i Ezelinin nar-ı aşkıyla o madde-i kesifiyeyi tövbe ve istiğfar edip yakarak temizlenir; böylece tekrar semaya uruc eder. İşte, Sevgili Üstadımız Bediüzzaman Haz­ret­leri reşha kelimesine bu manayı yük­le­mekle, yukarıdaki lügat manasından çok daha derin, bilinmeyen bir hakikati ortaya çıkarmıştır. Peygamberlik mesleği­nin tereşşuhatı olan katre ve damla mi­sal hakikatlerden ziyade, o nübüvvet mes­le­ğinin cevherinin, aslının ve hakikatinin sır­­­larını ortaya koymuş ve nübüvvet mes­le­ğiyle daire-i vücubun arasındaki derin ala­kadarlığı tam olarak bizlere göstermiştir. Yani reşhanın lügat manası ile, Peygamber Efendimizden tezahür eden Sünnet-i Se­ni­yeye tabi olunacak yol gösterilmiştir. Üsta­dımızın reşhaya yüklediği mana ile de o Sünnet-i Seniyenin gölgesi altında kalben, aklen ve ruhen daire-i vücubun kemalatı olan esma-i İlahiye’ye reşha olup, oradan gelen feyze, nurlara mukabil Allah’ın boya­sıyla boyanmak yani o güzelliklerin ondan geldiğini bilerek o ahlak ile ahlaklanmak lazım geldiği vurgulanmıştır. Yarabbi aklımız, kalbimiz, ruhumuz, hissi­yat­larımız ve bütün cihetlerimizle Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan’ın mucize-i manevi­yesin­den süzülen şu Risale-i Nurun haki­kat-i imaniye derslerine birer reşha olmayı bizler nasib eyle. Âmin. Bizleri madde-i kesifiyeden ibaret olan ve cehennemin ateşini celb eden kibir, gurur, ucb, riya, gösteriş, benlik ve enaniyetten ebediyyen muhafaza eyle. Âmin, âmin, âmin!

Muammer YANIK 01 Ekim
Konu resmiAllah İçin Verebilmek
İnsan

Günümüzde insanlar, almak için yaratılmış gibi, sadece kendini düşünüyor. Komşusu aç iken tok yatan bir toplum olduk ve ol­ma yolunda -maalesef- hızla ilerliyoruz. Sa­de­ce ken­dini düşünme, başkalarına bakma­ma mantığı her ferde bir virüs gibi bulaşıyor. Her şeyin maddiyatla ölçüldüğü asrımızda ken­dimizden gayrı kimseyi düşünemez olmuşuz. Peki, bu hastalığımızdan nasıl kurtulabiliriz? Sadaka vermede bizlere en güzel örnekliği teş­kil eden ecdadımızı örnek alarak bu vi­rüsten kurtulabiliriz. Cihan devleti Osmanlı’da sadaka taşları var­dır. “Sadaka Taşı” geleneği ile zengin, yar­dım etmek istediği zaman, özellikle gece karanlık vakitler seçiliyor, sadaka taşına pa­rasını bırakıyor. Fakir de yine o sadaka ta­şından sadece kendi ihtiyacı olduğu ka­darını alıyor. Yani zenginimiz anlayışlı, düşünen insan; kibirli değil, gururlu değil. Zekâtını, sada­kasını verirken gözünün içerisine bakarak fakiri incitecek bir yapıda değil. Tamamen mütevazı ve işin hiç reklamına kaçmadan gizli yardım ediyor. Fakirimiz de bencil değil, üzerinde ve geliyor, “Benim ne kadar ihtiyacım var? Bir kuruşa,” o bir kuruşu alıyor. Kendisinden bir başka fakiri de dü­şünecek anlayışta…” Bir de bakkallarda veresiye defterleri var­dır. Zengin kişi gelir, ismini bile bilmediği fakir insanların borçlarını gizlice öder ve giderdi. Ne veren gösterişe, kibre kapılırdı; ne de fakir küçük düşürülürdü. Sadaka denilince akla sadece fakirlere maddi yardımda bulunmak gelmemeli. Peygamberimiz; “İki kişinin arasını düzelt­men, güzel söz bir söylemen, tebessüm etmen, yoldaki eziyet veren bir şeyi kal­dır­man, mescide giderken namaz için attı­ğın her adımın,  yolunu kaybedene gideceği ye­ri tarif etmen, gözü görmeyene yardımcı ol­man, ödünç vermen, selam vermen sa­da­kadır” buyurarak ne kadar da güzel an­latmış sadakayı. Sokakta yürürken tanımadığın birine te­bessüm etmen, belki senin için bir şey de­ğiştirmeyebilir. Ama o insan için çok şey değiştirir.  Nasıl mı? İşte küçük bir hikâye: “Küçük bir kız yoldan geçen hüzünlü bir adama tebessüm eder. Adam kendini daha iyi hisseder ve bu duygu ile daha önceden kendisine iyilik eden arkadaşına bir teşek­kür mesajı yazar. Arkadaşı bu mesajı okuduk­tan sonra o kadar keyiflenir ki her zaman gitti­ği lokantada bulunan garsona yüklü bir bah­şiş verir. Garson eve giderken, bahşişin bir parçasını, köşe başında bulunan fakir bir adamın önüne bırakır. İki gündür hiçbir şey yemeyen fakir karnını doyurduktan sonra bir apartman bodrumunda bulunan evinin yolunu tutar. Evin yakınlarında soğuktan üşümüş bir köpeği görür ve yanına alarak evine götürür. Köpeğin karnını doyurur ve bir süre sonra yatar. Gece geç saatlerde köpeğin havlamasıyla uyanır ve bir de ba­kar ki büyük yangın var. Bina halkını uyandı­rır ve herkes kurtulur.” İnsanların dünya hayatlarında da, ahiret ha­yatlarında da mutlu olabilmeleri ancak ver­mekle olur. Çünkü veren kalp yumu­şar, yumuşayan kalp Allah’a yönelir. Allah’a yönelen bir kalp de menfaat, bencillik, riya kalmadığından saadet-i dareyne mazhar olur. Günümüz insanı sadakayı neden vermez, hiç düşündük mü? Maddeperest bir asırda yaşadığımız için insanlar her şeyi, mal ve para ile ölçmekte­dir­ler. Sadaka verildiğinde malın azalacağı düşüncesi, insanı vermekten alıkoyar. Baş­ka açıdan baktığımızda ise kişi, sadaka ver­di­ğinde zahiren bir menfaat elde etmiyor. Madem her şey menfaate dayandırılıyor. Acaba hadis-i şeriflerin işaretiyle; sadaka verildiğinde malın ziyadeleşmesi, ömrün uza­ması, sıkıntıların giderilmesi, belaların def’i gibi onlarca fayda menfaat olarak yet­miyor mu? Lütfen düşünelim! Allah için vermeye de vererek başlayabilmek ümidiyle…

İdris TANYELİ 01 Ekim
Konu resmiMehmet Akif'e Göre Muallimliğin Dört Unsuru
Kültür ve Medeniyet

Muallimim diyen olmak gerektir imanlıEdepli, sonra liyakatli, sonra vicdanlıBu dördü olmadan olmaz, çünkü vazife büyük Hayatını, kalbini, zihnini, kalemini mille­ti­mizin manen ve maddeten yeniden can­lanması için harcamış, kendini âlem-i İs­lam’ın istikbaline adamış bir kahramandır, istiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy. O, şiir­lerinde toplumun manevi hastalıklarına ve kanayan yaralarına değinip onlara çözüm reçetelerini bulmaya çalışmış, bulunduğu asırda manevi temelleri sarsılan, her ci­hetten hücuma maruz kalan, maddi ve manevi çöküntüye uğrayan İslam top­lumunun kurtuluşu için çözüm yolları bulmuş ve bunları cesurca haykırmıştır. Yüz yılımızın en önemli şairi olan Mehmet Akif Ersoy'un en mühim bir mesele ve en tehlikeli bir sorun olarak gördüğü, çözümü için de kafa yorup deva bulmaya çalıştığı cemiyet meselelerinden birisi de “kapka­ra bir kâbus” ve “hasm-ı hakiki” olarak ni­telediği cehalettir. Asrımızın en büyük âlimi ve mütefekkiri olan Bediüzzaman Hz. de bu milletin üç büyük düşmanını “cehalet, zaruret ve fakirlik” olarak tespit etmiştir. İki büyük insanın ortak düşman olarak tespit ettikleri en büyük bir mesele olan cehaletten kurtulma mücadelesinde başarılı olmanın temel şartı, ilimlerin şahı olan marifetullah sahibi, ahlaklı, faziletli, (doğruluk, adalet, temizlik, fedakârlık gibi) yüksek sıfatlara sahip nesiller yetiştirmektir. Bu zamanda böyle nesiller yetiştirmek va­zifesi, hiç şüphesiz en başta “bu işin şuurunda olan” ve aynı vasıflara sahip muallimlerin eliyle olacaktır. Mehmet Akif imanlı, irfanlı, ahlaklı, insan-ı kâmilleri ye­tiştirecek, onlara zamanın müsbet ilim­lerinin yanı sıra dinini de öğretecek, mil­letine ve kendine faydalı bir nesil yetiş­tirecek öğretmenlerin nasıl olması gerek­tiğini şöyle tarif etmiştir. Muallimim diyen olmak gerektir imanlı Edepli, sonra liyakatli, sonra vicdanlı Bu dördü olmadan olmaz, çünkü vazife büyük Ona göre öğretmenlerin iman, edep, liya­kat ve vicdan sahibi olmaları, vazifelerini hakkıyla ifa etmelerinin öncelikli şartıdır. Örnek şahsiyetleriyle, iman ve ahlaklarıyla, doğruluk ve güvenirlikleriyle, liyakat ve ehli­yetleriyle, öğrencilerini yetiştiren öğret­menlere ihtiyaç olduğunu ısrarla belirtir. Yoksa Akif’in: Muallim ordusu derken çekirge orduları Çıkarsa ortaya artık hesab edin zararı tespitinde olduğu gibi imansız ve liyakat­siz öğretmenlerin yetişe(meye)n nesillere verdikleri zararı, her şeyi talan eden çekir­gelerin zararına benzetmiştir. Çok ibretlik­tir ki Bediüzzaman Hazretleri de aynı teh­likeyi görmüş, Şualar 2 Mecmuasının 326-327 sahifelerinde özetle şöyle demiştir: “Biz Risale-i Nur şakirtleri elli sene son­ra gelecek nesl-i atiye büyük bir hiz­met ediyoruz. Ve onları büyük bir var­ta­dan ve millet ve vatanı büyük bir tehli­ke­den kurtarmaya çalışıyoruz… Evet, hürri­yet­çi­lerin ahlak-ı ictimaiyede ve dinde ve se­ciyeyi milliyede bir derece laubalilik gös­ter­meleriyle 20-30 sene sonra dince, ahlakça, namusça şimdiki vaziyeti göster­diği cihetten şimdiki vaziyet 50 sene son­ra bu dindar, namuskâr, kahraman seci­yeli milletin nesl-i atisi seciyeyi diniye ve ahlak-ı içtimaiye cihetinde ne şekle gi­recek anlıyorsunuz. 1000 seneden beri  bu fedakâr millet, bütün ruhuyla ve ca­nıyla Kur’an’ın hizmetinde emsalsiz kah­ra­manlık gösterdikleri halde 50 sene son­ra o parlak mazisini, dehşetli lekedar ede­cek, belki mahvedecek bir kısım nesl-i atinin eline, Risale-i Nur gibi bir hakikati verip o dehşetli sukuttan  kurtarmayı, en büyük bir vazifeyi vataniye bildiğimizden, bu zaman insanlarını değil o zamanın in­sanlarını düşünüyoruz. Evet efendiler, ger­çi Risale-i Nur sırf ahirete bakar gayesi rıza-yı İlahidir. Ve imanı kurtarmaktır. Ve şakirtleri ise kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebediden ve ebedi hapsi münferit­ten kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli hiz­meti de bu millet ve vatanı anarşilik tehli­kesinden ve nesl-i atinin biçareler kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez dinini terk eden ve İslamiyet seciyesinden çıkan bir Müslüman dalalet-i mutlakaya düşer. Anarşist olur daha idare edilmez…” İfadeleriyle, öğretmenlerin dinden soyut­lanmış (seküler) bir eğitimle yetiştirdikleri neslin, istikbalde vatan, millet, din için ne derece büyük bir tehlike oluşturabileceğini tespit etmiştir. Ve eğer nesl-i atinin eline iman-ı tahkiki kazandıran Risale-i Nur ve­rilmezse yüzde 90’ının anarşistliğe gide­ce­ğini beyan etmiştir. Evet, Akife göre muallimliğin 4 unsuru vardır. 1) İMAN: İmanlı nesiller ancak iman­lı muallimlerle yetişir. Peygamber Efendi­mizin “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar sonra ailesi onu Hıristiyan, Ya­hudi veya Mecusi yapar”1 hadisi ve Be­diuzzaman Hazretlerinin “Bu zamanda Ce­nab-ı Hak çocukların terbiye vazifesi­ni anne babalarından alıp muallimleri­ne vermiştir” sözleri nazara alınırsa, bu zamanda imanlı nesiller yetiştirecek ger­çek muallimlerin ehemmiyeti anlaşılır. Bir meyvesi cennet, bir meyvesi Cemalulllah, bir meyvesi saadet-i ebediye olan imanın dünyada insanlara güzel ahlak, geçlere itidal ve ölçü, kalplere huzur ve sükûn, akıllara istikamet ve nur, vicdana kuvvet, nefse terbiye, hayata selamet ve emniyet, ulvi hislere hayat verip insanı hakiki insan ettiği muhakkaktır. Öyleyse bir muallim öncelikle iman-ı tah­kiki sahibi olmalı ve kendi imanını kur­tarıp inkişaf ettirdiği gibi talebelerinin de imanına hizmet etmelidir. Bir muallim için ahirette huzur-u İlahiye vesilelik se­va­­bıyla çıkmak, en büyük bir saadet ve en ehemmiyetli bir muvaffakiyettir. Öğret­men­­ler, derslerin 5-10 dakikasında Allah ve ahiretten bahsetmelidir. Gençlere Allah’ı ve ahireti tanıttırıp dinini ve peygamberini sevdirmelidir. Zira eğitimin en büyük ve en önemli gayesi, iman-ı billâh ve marifetullah ve muhabbetullahdır. En büyük muallimler olan peygamberler, dünyaya bu maksatla gönderilmişlerdir. 2) EDEP: Terbiye, görgü, usul, manalarıyla karşılayabileceğimiz edep kelimesi, her in­sanda özellikle öğretmenlerde olması ge­re­ken ehemmiyetli bir husustur. Mevlana: “İman nedir diye akıldan sordum, akıl, kal­bimin kulağına, iman edeptir dedi. Âdemoğlunda edep bulunmazsa o adam değildir. İnsan ile hayvan arasındaki fark, edeptir”  demiştir.     Yine Şair:     Bir insanda olmaz ise hayâ ile edep     Neylesin ona medrese mektep     Okuyup âlim de olsa     Yine merkep, yine merkep diyerek; Kur’an-ı kerimin ilimleriyle amel etmeyip bildiklerini ihlâs ile amel saha­sı­na yansıtmayan edepsiz Yahudi âlim­lerini kitap yüklü merkebe benzetmesi2 gibi, edepsiz âlimin ilminden nasipsiz ola­cağını ifade ediyor. Bediüzzaman’a göre edep sünnet-i seniyyedir. Sünnet-i se­niy­yenin her meselesi, o meseledeki ede­bi gös­terir. Evet, vusulsüzlüğümüz usulsüz­lü­ğümüzdendir diye meşhur bir söz var­dır. Edep usuldür, bir işi fıtrata uygun yapmaktır. Biz muallimleri maksut damına ulaştıracak, eğitimimizi muvaffak kılacak, öğrencilerin evvela kalplerini ve güvenlerini kazanmak, sonra akıllarının muallimi ol­mak, sonra nefislerini terbiye etmektir. Böylece onları imanlı, edepli, vatana millete faydalı birer insan olarak yetiştirebiliriz. Bunun için öncelikle biz öğretmenlerin pe­dagoji ilmini, insan kazanma sanatını, tebliğ usullerini, peygamberimizin eğitim ve insan yetiştirme metodunu bilmemiz ve ciddiyetle uygulamamız şarttır. 3) LİYAKAT: Ayette “Emaneti ehline tes­­lim ediniz.”3 buyrulmuştur. Evet, bir makama ona layık ve ehil biri gel­­mezse o makamı suiistimal edeceği mu­hak­kaktır. Bu nedenle biz öğretmenler, - Alan bilgisi, pedagojik formasyon ve iman ilminde ehil, kendini yetiştirmiş, - Sürekli kendini geliştiren ve yenileyen, - Emanet, ehliyet ve liyakat sahibi muallim­ler olmak için ciddi azim ve gayret içinde olmalıyız. İşte biz muallimlerin emanet, ehliyet ve liyakat sahibi olmamızın Bediüzzaman Hz.’lerinin dilinden ifadesi; “Hazm olmayan ilim telkin edilmemeli Hakiki mürşit âlim koyun olur, kuş olmaz, hasbi verir ilmini Koyun verir kuzusuna hazm olmuş, musaffa sütünü Kuş veriyor ferhine (yavrusuna) luab alud (tükrük ile karışmış) kayyini (kusmuğunu)”4 4) VİCDAN: Peygamber Efendimizin “Her ne kadar müftüler fetva verse de sen yine vicdanına danış”5 hadisinde beyan edildiği gibi, vicdan insanın içinde adalet ve insaf terazisidir. Ahmed bin Hanbel ve Taberani, Ebu Salebe el-Huşeyni’den ri­va­yet ediyorlar: “Ben ‘Ya Resulallah! Benim için helalleri ve haramları açıklar mısın?’ dedim. Hz. Peygamber (sav) minbere çıktı ve ba­na dikkatlice bakmaya başladı. Sonra “İyi­lik, yapıldığı zaman vicdanın huzur bul­duğu, gönlün ferahladığı şeydir. Kö­­tü­lük ise, yapıldığı zaman vicdanın hu­zur bulmayıp gönlün sıkıldığı şeydir” buyurdu.6 Vicdan zulüm, yalan, aldatmak, hainlik gibi hallerde insanın göğsünden haykıran bir şahidi adil, iyilik, doğruluk, fazilet, ha­kikat gibi güzel hallerde de bir teşvik ve takdir edicidir. Bundandır ki şair: “Vicdan vicdan ey hissi ulvi-i samedi Ey ebna-yı beşerin rehberi mutemedi” demiş­tir. Eşref-i mahlûkat fidesi, ahsen-i takvim çekirdeği, istikbalimizin en büyük yatırımı olan ve bizlere Allah’ın ve ebeveynlerinin emanetleri olan çocuklarımız yaşıtları bir şairin diliyle bize şöyle sesleniyorlar: Ben boş defter, kalem sensin Doğru yazsan, yarın senin Güzel yazsan, ikbal senin Ama bir de karalarsan Vicdan senin, vicdan senin öğretmenim SONUÇ OLARAK Peygamber Efendimiz, “Hepiniz çobansı­nız ve hepiniz güttüklerinizden sorum­lusunuz.”7 buyurmuştur. Bu hadisi şerifin hükmüyle, muallimlerin, talebelerine karşı Allah katında sorumlu olduğu muhakkaktır. Yani biz muallimler, talebelerimizin dün­­yevi istikbalinden endişe ettiğimiz gibi, ahi­ret hayatından da endişe etmeli­yiz. Talebelerimizi dünyada yüksek ma­kam­larda, başarılı ve zengin görmek iste­di­ğimiz gibi, ahirette de Allah’a yakın ve saadetli görmeyi istemeliyiz. Bu biz mual­limlerin öğrencilerine karşı en mühim bir vazifesi ve Allah’a karşı da en büyük bir sorumluluğumuzdur. Ahmet Hüsrev Altınbaşak Hazretlerinin şu ikazı ne kadar da güzel ifade ediyor vaziyeti: “Çocuklar cennete siz cennete, çocuklar cehenne­me sizde …” Unutulmamalıdır ki gerçek bir muallim olmamız ve talebelerimizi manen ve ahla­ken yetiştirmemiz, evvela bizlerin nefsimizi ıslahımız ile mümkündür. İmanı seven, kalbi iman ile ziynettenmiş; küfrü, fıskı, isyanı kötü gören insanlar ancak manevi rehberler olabilirler. Bu sebeple, evvela kendimiz örnek bir şahsiyet olmalı, öğrencilerimize model olarak onlara rehberlik etmeliyiz. Sa­lih bir talebemizin dünyada bize hürmetli bir yardımcı ve duacı, ahirette ise şefaatçi, aksi halde dünyada hürmetsiz, ahirette ise davacı olacak olacağını unutmamalıyız. Bununla beraber; gençliği ve istikbali dert ve dava edinmiş, bu uğurda ciddi azim ve gayret gösteren, hidayet ve tevfik-i İla­hinin refik olduğu muhterem ve mesut muallimleri ahirette büyük mükâfatların beklediği şüphesizdir. Sebep olan yapan gibidir kaidesiyle, yetiştirdikleri Salih tale­belerin hayır ve hasenatlarına ortak olurlar. Binler başı ve her başında binler dil ile ibadet eden melekler gibi külli bir ibadetle ibadet ederler. Aynı anda birçok yerde bulunan evliyaullah gibi hizmet ederler. Cenab-ı Hak’dan dua ve niyazımız odur ki; bizleri emanet, ehliyet, liyakat sahibi Kur’ani ve Muhammedi, razı olduğu ve sevdiği bir muallim eylesin. Talebelerimizi de hace-i kâinat ve en büyük muallim olan Peygamberimizin sahabeleri yetiştirdiği gibi, sünnet-i seniyye üzere, onların iki cihan saadetine vesile olacak şekilde yetiştirmeye muvaffak etsin. Milletimizin istikbalinin asr-ı saadetin nurlarına mazhariyetine vesile olmayı, Kur’ani ve Muhammedi mümin ve Müslümanlar yetiştirerek yevm-i mahşerde Cenab-ı Hakkın huzuruna vesilelik seva­bıyla çıkmayı nasib eylesin. Âmin. Kaynakça 1- Buhari, Cenaiz, 922- Cuma Suresi, 53- Nisa Suresi, 584- Sözler, Lemaat5- Müsned, I, 1946- İbn Hanbel, IV, 227, no: 181647- Buhari

Muhammed Said ARPACI 01 Ekim
Konu resmiRisale-i Nurlardan Ezber Yapmanın Fazileti
Risale-i Nur

1980’li yıllarda Tekirdağ Hayrabolu ilçesinde karakol kumandanı olarak vazifeliyim. Ramazan Bayramı namazını kılmak için camiye giderken 5-6 civarında jandarma ve aralarında ilçe müftü vekili olduğu halde yolda karşılaştık. “Hayırdır nereye gidiyorsunuz?” diye sordum. Müftü vekili, “Seni alıp Emiryakup köyüne gideceğiz. Köy camisinde halk grup­laşmış. Bir kısmı, bayram namazını bi­zim imam kıldıracak, diğer kısmı, bizim imam kıldıracak derken, aralarında çıkan münakaşa kavgaya dönüşmüş. İki imam da köyü terk edip kaçmışlar. Şimdi bayram namazını kıldıracak adam bulamamışlar. Telefonla bizden yardım istediler. Köye gidip hem bu olayın tahkikatını yapacağız, hem de bayram namazını kıldırıp geleceğiz” dedi. Tekrar eve döndüm. Resmi elbiselerimi giyip Emiryakup köyüne hareket ettik. Köy camisine vardığımızda halk cami bahçesinde, duvar dibine oturmuşlar güneşleniyorlardı. Biz cümle kapıdan içeri girince köylüler ayağa kalktılar. Köylülere, “Toplanın, bana doğru yaklaşın.” dedim. Toplandılar. Onlara, “Neden kavga ettiniz? Bugün bayram günü, kardeşlik günüdür. Aynı köyün vatandaşı olarak ileride birbirinizin yüzüne nasıl bakacaksınız? Bu hareketiniz İslam’a, insanlığa yakışıyor mu? Basın yayın duysa sizin bu hareketinizi manşetten verirler, rezil olursunuz. Bayram namazını hangi imam kıldırırsa kıldırsın, çok mu önemli?” gibi söylenmesi gereken hiçbir sözü söylemedim. Doğrudan doğruya Onuncu Hüccet-i İmaniyenin Mukaddimesinden başlayarak, “Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara ya bi’l-kuvve veya bi’l-fiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, alama, evhama manen ve maddeten müptela olur. Evet, şu perişan dünyada, avare nev’-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz hamisiz bir surette, aciz, miskin bir insan, dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu avare nev’-i beşer içinde, bu perişan fani dünyada, insan sahibini tanımasa, malikini bulmasa,  ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, malikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder. Kudretine istinat eder. O vahşet-gâh-ı dünya bir tenezzügaha döner ve bir ticaretgâh olur.” dedim ve dördüncü kelime olan “Lehü’l-mülkü”yü de ezberden okudum. “Şimdi camiye giriyoruz. Müftü Vekilimiz bayram namazını kıldıracak. Namazdan sonra dışarı çıkmayacaksınız. Cami içinde hep birlikte bayramlaşacağız” dedim. Bayram namazı kılındı, dualar yapıldı. Cemaat teker teker müftü vekilinden başlayarak benimle ve diğer vatandaşlarla bayramlaşarak caminin içinde halkalar oluşturdu. Kapıda jandarmalar olduğundan, bayramlaşma bitene kadar dışarıya çıkamadılar. Bilahare köylülerden müsaade aldım ve bizi arabamıza kadar gelip uğurladılar. İlçe merkezine döndüğümde, ilçe jandarma kumandanına telefonla bilgi verdim. Olayın mahkemeye intikal edecek bir boyutu olmadığını, zabıt tutup ifadelerini almadığımı bildirdim. Bir müddet sonra ilçe jandarma kumandanı karakola gelmiş. Benimle beraber Emiryakup köyüne giden askerleri toplayıp sormuş. - Köyde ne yaptınız? Askerler, - Köye vardık. Karakol kumandanımız köylüyü cami avlusunda topladı. Onlara bir konuşma yaptı. Sonra bayram namazını kıldılar. Dönüp geldik, dediklerinde; - Karakol kumandanı köylülere, ayetten hadisten misaller mi verdi, yoksa namaz nasıl kılınır gibi şeyler mi anlattı, diye sorduğunda ise askerler; - Karakol kumandanımız ayetten, hadisten, namazdan falan bahsetmedi. Ancak çok güzel şeyler söyledi, demişler. Hangi askere sorduysa hepsi de, “Çok güzel şey anlattı, beğendik, hoşumuza gitti, ancak aklımızda bir şey kalmamış” diye cevap vermişler. İlçe jandarma kumandanı, bu sefer telefonla müftü vekiline sorduğunda müftü vekili, “Kumandanım! Maşaallah, barekallah! Karakol kumandanı çok güzel, belagatli bir konuşma yaptı. Benim de çok hoşuma gitti. Böyle bir konuşmaya hiç rastlamamıştım. Köylülerde çok beğenip memnun oldular, diye cevap verdiğinde, ilçe jandarma kumandanı; - Peki, ne anlattı kısaca bahseder misin, demiş. Müftü vekili zat; - Belagatli o güzel sözleri ben size nasıl anlatabilirim? Öyle cümleleri nasıl kurup size aktarabilirim? Bu mümkün değil, diye cevap vermiş. Tahlil ve bu hadiseden alacağımız ders: 1980’li yıllarda Risale-i Nurları okumak, yazmak, bulundurmak, taşımak ve anlatmak yasaktı. Türk Ceza Kanunun 163. maddesine göre dini propaganda yapma suçundan 5 yıla kadar hapis cezası ile tecziye edilirdi. Köylülere, çantamdan Risale-i Nuru çıkarıp okusaydım ilgili madde gereğince suç işlemiş olacaktım. Ancak, kitap çıkarmadan, ezberden, Risale-i Nurdan bir parça okumam, müftü vekilini, jandarmaları ve köylüleri memnun ve mesrur etmiştir. Sorulduğunda, mahiyetini kimse bilemediğinden suç unsuru oluşmamıştır. Ahmet Hüsrev Efendinin; “Kardeşlerim! Risale-i Nurdan ezber yapın. Öyle zaman ve zemin olur ki, kitap açıp okuma imkânınız bulunmayabilir. İşte böyle bir yerde ezberden hakikatleri haykırırsınız. O zaman kul da razı olur, Allah da razı olur” nasihatleri tecelli etmiş oldu ve Risale-i Nurlardan ezber yapmanın kıymet ve ehemmiyetini daha iyi idrak etmiş oldum.

Halit BAĞDATLI 01 Ekim
Konu resmiCemaatsiz Kiliseler ve Cami Arayan Cemaatler
İnsan

İngiltere adasında ateizmin ve dinsizliğin hızla yükselişi ve İseviliğin eski popülerliğini yitirmesi sonucu pek çok kilise satılıp binaları farklı maksatlarla kullanılmaktadır. Kiliseler açık artırmayla satılmakta ve genellikle câmilere ya da meskenlere çevrilmektedir. Ülkede Müslüman nüfusun göçler ve ihtidalar sonucu artması ile, câmi ihtiyacı arttığından satılık kiliselere rağbet de artmıştır. Hristiyanlar kiliselerine cemaat ararken Müslümanlar da cemaatlerini sığdıracak câmi arar olmuştur. Bu yazımızda önce kiliselere dair genel bir değerlendirme yapıp ardından İngiltere’de câmiye dönüştürülen binalara kısaca göz atacağız. Bu câmilerden bazıları, evvelce bir kilise iken bazısı eski bir havra. Kimisi İngilizlerin geleneksel toplanma yeri olan “pub” (birahane)’lerden câmiye tebdil edi­lir­ken pek çok kereler de evlerin câmiye dönüştürüldüğü görülmektedir. Birçok nu­mune vermek mümkün, fakat biz sadece fikir vermesi açısından câmiye çevrilen bel­li dönemlere ait binalara beraberce göz atacağız. Kiliselere ne oluyor? Britanya adasında, Anglikan Kilisesi’ne gö­re her sene 20 civarında kilise kapanıyor ve fark­lı kullanımlar için satışa çıkarılıyor.1 Kiliselerin pek müşteri bulamaması, Baş­piskopos Justin Welby’nin Yaratıcı’nın var­lığından şüphe ettiği2 bir ülkede şa­şılacak bir şey olmasa gerek. (Welby, Bris­tol Katedrali’nde halk buluşma yaptığı ve soruları aldığı bir konuşmasında, BBC Mu­habiri Lucy Tegg’in suali üzerine “Zaman zaman Allah’ın varlığından kendisinin de şüphe ettiğini” söylemişti). Ayakta tutulma­ya çalışılan kiliseler, cemaat eksikliği se­be­biyle giderlerini karşılayamadığı için haf­tanın belli günlerinde kiraya ve­ril­mek­te ve giderlerini karşılamaya çalışmak­ta­dır­­lar. Kiliseler büyüklük ve salonları­nın durumuna göre genel olarak dans okul­larına, doğum günü partilerine, müzik kon­serlerine, toplantılara ve eğitim faali­yetlerine ev sahipliği yapmaktadır. Asıl işlevi olan ibadet, sadece Pazar günleri fazla kalabalık olmayan orta yaşlı - yaşlı bir cemaatle yapılmaktadır. İngiltere’de kiliselerin kalabalık olduğu iki dönem de, İngiliz toplumunun kültürel bir parçası haline gelmiş Noel ve Yumurta Bayramı (Christmas ve Easter) zamanlarıdır. Dini sebeplerle olmasa bile kültürel olarak ka­tılım görülür. Ateist bile olsa, kültürel olarak kiliseye giden İngilizler vardır. Bir zamanlar Afrika’ya götürdükleri dini, ken­dileri çoktan unutmuş gibi. İngiliz yerli halkın dine ilgisinin az olduğu bilinen bir gerçek iken zencilerin yoğun olduğu bölgelerde ise kiliseye gitme oranın yüksek olduğu görülmektedir. Bununla beraber bazı kiliselerin gençleri çekebilmek için diskovâri bir tarz kulla­narak “pop müzik” çalınan pazar ayinleri yaptıkları da bilinmektedir. Yaşlı üyeler ve küçük çocuğu olan aileler, kulak sağ­lıklarını tehlikeye atması sebebiyle, bu yük­sek müzikli ayinlere karşı çıksa da bazı papazlar bunun dine olan “coşku”larının bir gereği olduğunu söylemektedir. Ra­hat­sız olanlar için “kulak tıpası” tavsi­ye edilmektedir. Yüksek sesten şikâyet edenler sadece içeridekiler değil. Kilise­lerin yakınlarında oturanlar da aynı dert­ten muzdarip. Hatta bunun en bariz örneklerinden biri Londra’da 2012 Tem­muz ve Ağustos aylarında görülmüştür. Kingsway İnternational Christian Centre ismindeki bir kilise (zenci kilisesidir), böl­ge sakinleri tarafından belediyeye şikâyet edilmiş, yüksek ses ve gürültü kirliliği se­bebiyle uyarı almış ve kilise ses yalıtımı yaptırma kararı almıştır. Bir başka şikâ­yet de Hertfordshire bölgesindeki St. Ja­mes Kilisesi’nin komşuları tarafından ya­pılmıştır. Şikâyetçi olan vatandaş ‘…sanki bir “gece kulübü”nün yanında otu­ruyoruz...3 diyor. İçkili ve müzikli “dini” partiler düzenlenmesine karşı çıkmayan kilise idaresi partilere devam edebilmek için gece müzik lisansı için belediyeye baş­vurmuş. Afrika’nın fakir ülkelerinde ve Güney Ko­re gibi bazı doğu Asya ülkelerinde bü­yük paralar ve kampanyalarla misyonerlik ya­pan “coşkulu” Hristiyanlar, İngiltere’de pek de istedikleri sonucu alamıyor. Bunun için kapanan kiliseleri için çare arayanlar, “disko kiliseler”den başka aerobik ve yogo kursları ile üye kazanmaya çalışmaktadır. “Polonya kilisesi, Çin kilisesi” isimli giri­şim­ler ile azınlıklara hitap etmek ise, kiliseyi ayakta tutma çabalarından bazılarıdır. Öy­le görünüyor ki, İngilizlerden ümitlerini ke­sip nazarlarını göçmenlere çevirmiş du­rumdalar. Bazı kiliselerde göçmenler için üc­retsiz İngilizce dersleri, kahve ve çay ikramı ya da akşam yemekleri verilmektedir. Bundan sonra İngiltere’de kilise, başarı trendini ne kadar yakalayabilir bilinmez ama kapanan kiliselerin satımı ve devri için ayrı bir heyet kurulduğuna göre ilerleyen yıllarda daha fazla satış olacağını öngörüyor olabilirler. İngiltere'nin Camiileri İngiltere’deki câmileri tarihsel ve yapısal olarak tasnif edecek olursak, temelde dört sınıfa ayırmamız mümkündür. Erken dönemde, meskenden câmiye dö­nüştürülen binalar. Müslüman sayısının arttığı dönem olan 60-70’lerden sonra başka dinlerin ibadet­hanesinden câmiye dönüştürülenler. Birahane, kütüphane, sinema ve benzeri binalardan dönüştürülen câmiler. 80-90’lardan başlayarak günümüze ka­dar gelen dönemde de sıfırdan sırf câmi maksadıyla yapılmış binalar. İngiltere’nin İlk Camiisi: Liverpool İslam Enstitüsü  (Meskenden câmiye) Câminin kurucusu olan William Henry Quilliam, aslen Liverpool’da yaşayan bir İn­giliz avukattır. Babası Liverpool’un en zen­gin ve aristokrat ailelerinin birinden olup saat ticareti yapmaktadır. William Quil­liam, Fas’a gittiğinde Müslümanları gö­rür ve etkilenir, ardından ihtidası ve ken­di­ni İslami ilimlerde yetiştirme süreci başlar. Artık Abdullah olan İngiliz William Quil­liam, pay-i tahta gider. İstanbul’da Osmanlı Halifesi 2. Abdülhamid Han Hazretleri ile görüşür ve Osmanlı Halifesinin tevec­cühünü kazanır. Halife, kendisine cüb­be giydirir, sarık sardırır ve Britanya Şeyhül­islamı olarak İngiltere’ye tayin eder. Liverpool’a döndüğünde halifenin ve Müs­lüman ülkelerin desteği ile büyük bir bina satın alır ve İslamiyet’i anlatmaya başlar. Kısa zamanda tesirini gösteren tebliğ ve daveti yüzlerce İngiliz’in ihtidasına vesile olur. Çok başarılı bir strateji ve mad­di gücüyle, câmi, yetimhane, matbaa, ga­ze­te, dergi, aşevi hizmetleri sayesinde adından söz ettirir. Aristokrasi sınıfına ve zen­ginlere hitap ettiği gibi, fakirlere ve ye­tim­lere el uzatması onu başarılı kılar. Liverpool Câmisi ve Abdullah Quilliam şehirde diğerleri tarafından pek istenmez. câmi siyasi sebeplerle kapanır. (Mevzuyla ilgili detaylı bir yazımızı gelecek sayılarda okuyabilirsiniz.) Uzun yıllar kapalı kalan bu câmi seneler sonra geçen yıl Ramazan ayında tekrar ibadete açıldı ve şu anda imamlığını Adam Kelwick isminde muhlis bir İngiliz Müslüman yapmaktadır. İngiltere’nin İlk Türk Camisi: Ramazan-ı Şerif (Havradan câmiye) Endülüs mimarisinden etkilenerek inşa edi­len Ramazan-ı Şerif Câmii ismini alan bi­na, aslen New Dalston Havrası (Sinagogu) imiş. İç mimaride havra özelliklerini ve ta­rihi vasfını muhafaza etmektedir. Kıbrıslı Ramazan Güney ve Kıbrıslı hayır­se­verlerin girişimi ile satın alınmış ve câmiye dönüştürülmüştür. İngiltere’deki ilk Türk Câmisi olma özelliğini taşıyan Ramazan-ı Şerif Câmii, Shacklewell caddesinde oldu­ğu için bu isimle de biliniyor. Brick Lane Camii  (Kiliseden havraya, havradan câmiye) Şu an 3000 kişilik kapasitesi ile Doğu Londra’da Spitafields bölgesinde ve Bang­la­­­deşli Müslümanların en yoğun ola­rak yaşadıkları bölgede bulunan bölge­nin en eski yapısı. 1743’te Fransız Protestan kilisesi olarak ku­rulmuş. Ardından 1809’da Yahudileri Hris­tiyanlığa davet eden bir grup tara­fından kullanılmaya başlanmış. 10 yıl son­ra 1819’da Metodist kilisesi olmuş. Büyük bir câmi olarak hizmete girmeden önceki son kullanımı da havra imiş. 1800’lerin sonlarından 1970’e kadar havra olarak kul­lanılan tarihi bina, 1976’da en güzel halini almış ve câmi olarak ibadete açılmış. Green Lane Camii (Yeşil Cadde Camii)  (Kütüphaneden câmiye) 1970’lerde câmi haline getirilen diğer bina da Yeşil Cadde’de bulunan eski halk kütüp­hanesi. 494 bin Hristiyan ve 234 bin Müslüma­nın yaşadığı, 200’den fazla irili ufaklı câmi ve mescid bulunan, bazılarınca Birming­ham-ı Şerif diye adlandırılan Birmingham şehrinde, artan Müslüman sayısına karşılık yetmeyen ibadethane meselesine çözüm ola­rak satın alınmış ve ardından yanındaki bina da alınarak genişletilmiştir. Netice İngiltere genelinde, İskoçya ve Galler’de pek çok satılık kilise bulunmaktadır. Cemaat yok­sun­luğundan ve maddi sebeplerden ayak­­ta du­ramayarak satılan bu kiliseler câ­mi ya da mesken olarak kullanılmaktadır. Ülkede Müslüman nüfusun göçler sonucu artması ile câmi ihtiyacı arttığından satılık kiliselere rağbet de artmıştır. Hristiyanlar kiliselerine cemaat ararken Müslümanlar da cemaatlerini sığdıracak câmiler arar ol­muştur. Ya Rabbi, Fatih Sultan Mehmed Han Haz­retleri’nin emaneti olan Ayasofya’nın câmi olduğu günleri de görmeyi bize nasip ey­le! Başta memleketimizde ve bütün âlem-i İslam’daki câmileri ve mescidleri Müs­lü­manlar ile şenlendirmeyi nasib eyle! Ya Rabbi, bizleri gönlü İslam’a, câmilere ve ibadete bağlı olanlardan eyle! Âmin! Kaynaklar: 1-  The Church of England, Closed Churches Available for Disposal, https://www.churchofengland.org/clergy-office-holders/pastoralandclosedchurches/closedchurches/closed-churches-available.aspx2- The Guardian Gazetesi, 18 Eylül 2014, “Archbishop of Canterbury admits doubts about existence of God”, http://www.theguardian.com/uk-news/2014/sep/18/archbishop-canterbury-doubt-god-existence-welby3- Daily Mail Gazetesi, 24 Ocak 2015, “Church ordered to keep the noise down after complaints over 'rowdy parties' has now applied for a late licence to serve alcohol and play music” http://www.dailymail.co.uk/news/article-2924556/Church-ordered-noise-complaints-rowdy-parties-applied-late-license-serve-alcohol-play-music.html#ixzz3kIP80Bfi (Alınma tarihi 30 Ağustos 2015)

Hamza BERAAT 01 Ekim
Konu resmiZülkarneyn Çağına Hoşâmedî
Tarih

Bir kısım müşrikler veya Yahudiler veya her ikisi birlikte, Peygam­beri zişan Hazret-i Muhammed (sav)’e, pey­gam­berliğinin ispatı için, o zamana kadar varlıklarından haberdar olunan, ancak çok sırlı kullar olduklarından mahiyetleri tam ola­rak bilinemeyen Ashab-ı Kehf ve Ra­kim, ve tüm dünyaya hâkim olan Zül­karneyn (as) ile ilgili sorular sorarlar. Bunun üzerine Efendimiz (sav) onlara, “Filan zamana kadar size cevap veririm” der. Çünkü iki cihan serveri (sav) cevabı bilmemektedir ve Cenab-ı Hak tarafından kendisine bildirileceğini düşünmektedir. Fa­kat belirttiği zaman gelmesine rağmen, Cenab-ı Rabbü’l-Âleminden henüz bir ce­vap gelmemiştir. Resulü’s-Sakaleyn (sav)’in ruhu çok sıkılmıştır. Nihayet beklenen ce­vap gelmiştir. Evet, cevap Kehf Suresidir.  İki cihan serveri Peygamberimiz Hazreti Mu­hammed (sav) Kehf Suresi ile ilgili şu hadisleri beyan etmiştir: “Kim Kehf Suresinin başından -bir rivayette sonundan- on ayet ezberlerse Mesih Dec­calin şerrinden emin olur.” “‘Kehf Suresi indiğinde 70 bin melek onunla birlikte inmiştir.” “Her kim Kehf Suresini Cuma günü okursa Allah Teâlâ onun günahlarını affeder.” “Her kim Kehf Suresini Cuma günü okursa, iki Cuma arası nur ile aydınlatılır.” “Kim Kehf Suresini okursa, bulunduğu yer ile Mekke arası kendisi için bu okuma ne­deniyle aydınlanıp nur olur. Kim Kehf Suresinin sonundan on ayet okursa, sonra da Deccal çıksa, artık ona zararı dokunmaz.” “Kim cuma günü Kehf Suresini okursa, onun için ayağını bastığı yerden göğe kadar bir nur fışkırır. Bu nur kıyamet günü onun yolunu aydınlatır ve o kişinin iki cuma arasında işlemiş olduğu küçük günahlar bağışlanır.” ‘‘Kehf Suresi okunan haneye o gece şeytan girmez.’’ “Azamet ve büyüklüğü yer ile gök arasını dolduran sureyi size haber vereyim mi? Bu sureyi yazana da yine yer ile gök arasının dolusunca ecir vardır. Kim onu cuma günü okursa, iki cuma arasında işlediği ufak günahları af olur. Bu sure. Kehf Suresi” “İsrâ, Kehf ve Meryem Sureleri ilk inen su­re­lerdendir. Bu sureler benim ilk servetimdir.” Deccal, Kehf Suresi Ve Ahir Zaman Ara­sındaki İlişki Dikkat edilirse, Ahir zamanda geleceği be­lirtilen Deccal ile Kehf Suresi arasında (Dec­calin aleyhine olarak) önemli bir alaka var­dır. Deccal, ahir zamanla ilgili bir konu olduğuna göre, bu durumda Kehf Suresinde, ahir zamanda Deccal ile yapılan mücadele hakkında, bu mücadelenin tarafları ve ka­rakterleri hakkında, gerek işareten gerek rem­zen bazı bilgiler bulabileceğimizi düşü­nebiliriz. Kehf Suresinin nüzul sebebine baktığımız­da, o zamandaki bir kısım müşrikler veya Yahudiler veya her ikisi birlikte, Peygam­beri zişan Hazret-i Muhammed (sav)’e, pey­gamberliğinin ispatı için, o zamana kadar varlıklarından haberdar olunan, ancak çok sırlı kullar olduklarından mahiyetleri tam ola­rak bilinemeyen Ashab-ı Kehf ve Ra­kim, ve tüm dünyaya hâkim olan Zül­karneyn (as) ile ilgili sorular sorarlar. Bunun üzerine Efendimiz (sav) onlara, “Filan zamana kadar size cevap veririm” der. Çünkü iki cihan serveri (sav) cevabı bilmemektedir ve Cenab-ı Hak tarafından kendisine bildirileceğini düşünmektedir. Fa­kat belirttiği zaman gelmesine rağmen, Cenab-ı Rabbü’l-Âleminden henüz bir ce­vap gelmemiştir. Resulü’s-Sakaleyn (sav)’in ruhu çok sıkılmıştır. Nihayet beklenen ce­vap gelmiştir. Evet, cevap Kehf Suresidir. Rabbimizin, Habib-i Ekremini Bizzat Kendisinin Terbiye Etmesi Tabii bu arada Cenab-ı Hakkın, Habib-i Ekrem (sav)’i bizzat kendisinin terbiye ettiğini de yine Kehf Suresinden anlıyoruz ki, surenin 23-24. ayetlerinde “(Ey Habî­bim!) Sakın hiçbir şey için, Allah’ın dile­mesine bağlamadıkça (inşâallah demedikçe): ‘Ben bunu yarın kesinlikle yapacak olanım’ deme! (Bunu) unuttuğun zaman ise, Rab­bini an ve: ‘Umarım ki Rabbim, bundan (bu kıssadan, peygamberliğime delil olan) daha yakın bir yola (daha nice delillere) beni eriştirir’ de!” diyerek doğrudan doğruya Ha­bibine (sav) İnşallah demesi gerektiğini söy­leyerek onu uyarmaktadır. Felsefe-Mitoloji-Sosyoloji Ve Tarihi Açı­dan -Haşa- “Tanrının Oğlu” Düşünce­sinin Kökenine Kısa Bakış Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin 30. Sözde izah ettiği üzere, nev-i beşerin nefs-i emmaresi olan felsefe, insanın hedefini “Te­şebbehe bil-vacib”, yani vücudu va­cip olan yaratıcıya benzemek olarak koy­duğundan, bu hedefin bir sosyolojik so­nucu olarak, tarih boyunca kendisini -haşa- ilah yerine koyan, Kur’an’da Firavunun “Şüphesiz ben sizin en büyük rabbinizim” demesi gibi, örnekler ortaya çıkmıştır. Böylece zamanın geçmesiyle insanlık, özellikle felsefenin et­kisiyle, bu batıl düşünceyi maalesef ka­nıksamıştır. Felsefenin bu hedefi, mitolojinin de işin içine girmesiyle, daha sonra yine sosyolojik bir sonuç olarak, özellikle olağanüstü iş­leri yapan kişilerin ancak tanrının oğlu olabileceği şeklinde tanımlanmasına yol açmış ve maalesef Batıda İsa (as)’ın, Ya­hu­dilerde Üzeyir (as)’ın, hatta bir kı­sım yapılarda da maalesef Hz. Ali (kv) Efendimizin –haşa- Allah’ın oğlu olduğu düşüncesini yaymıştır. Kehf Suresinde Allah’a -Haşa- Çocuk İsnadı Ve Bir Tür İlim Kaldı Hızır (as)’ın öldürdüğü çocuk, evet acaba bu çocuk kime ya da neye işaret ediyor olabilir? Ve bu çocuğun Hızır (as) tarafından gerçekte neden öldürülmesi gerekiyordu? Aslında Hızır (as) çocuğu ne­den öldürdüğünü 80. ayette “Ve o çocu­ğa gelince (o buluğ çağına ulaşmış bir isyankâr idi); hâlbuki ana-babası mümin kimselerdi; onları da azgınlığa ve küfre bürümesinden (sürüklemesinden) korktuk.” diyerek açıklı­yor. Peki, aslında isyankârlık, küfre sü­rük­lemek gibi genel menfi özelliklerle beraber, acaba alamet-i farika babından hususi başka özellikleri olabilir miydi bu yetişkin çocuğun? Şimdi, Kehf Suresinin hemen başına 4. ayetine gidelim. Bu ayette Rabbimiz, “Hem: ‘Allah çocuk edindi’ diyenleri kor­kutsun (diye o Kitabı indirdi)!” diyor. Nor­malde ne bekliyoruz? Rabbimizin bunu hemen yalanlamasını değil mi? Fakat 4. ayetten hemen sonra çok ilginç bir şe­kilde “Buna (Allah’a çocuk isnadına) dair ne kendilerinin bir ilmi vardır, ne de atalarının! Ağızlarından çıkan bir söz olarak (bu iddiaları) ne büyük (bir küfür) oldu! (Onlar) yalandan başka bir şey söylemiyorlar.” diyerek, çok garip bir şekilde hemen yalanlamayarak, aslında bu konunun bir olgu, bir mevzu olarak ilmi bir tarafının olduğunu, ancak nihayette -haşa- “Allah çocuk edindi” hükmünün ve­rilerek, yanlış bir hükmün verildiğini an­layabiliriz (Allahu A’lem). Hatta diyebiliriz ki, daha hemen Kehf Su­resinin başında mezkur çocuk isnadının zikredilerek başlanması ve nihayet bunun yalanlanarak reddedilmesi ile, aslında Kehf Suresinin Allah’ın çocuk edindiği iddia­sına bir reddiye olarak indirildiğini de düşünebiliriz. İşin daha da ilginci, surenin hemen başında mezkûr isnadın reddiyesiyle başlanıp, bila­hare ilerleyen ayetlerde, Ashab-ı Kefh ve Rakim, Hızır (as) ve Zülkarneyn (as)’ın kıs­­salarının anlatılması ve bu kıssaların Allah’ın acayip ayetlerinden olduğunun (9. ayette) özellikle vurgulanmış olmasıdır. Bu da bize, mezkûr isnad ile bu acayip ve sırlı kullar arasında bir ilişki olabileceğini düşündürtmektedir. Peki, Nasıl Bir İlişki? Allahu A’lem, kadim zamanlarda yaşamış ve yaşamakta olan bu acayip ve sırlı kullar hakkında beni Âdem, sadece varlıklarından haberdar oldukları, mahiyetini bilmedikleri bu kulların yaptıkları olağanüstü icraatları ve maceraları nedeniyle, zamanın geçme­siyle “Bunlar öyle acayip işler yapmışlar ki, olsa olsa (Haşa) tanrının oğulları olabilirler” diyerek hüküm etmiş olabilirler. Ve bundan da ilginci, acaba Deccalle müca­delede çok önemli bir silah olan Kehf Suresi, şimdi çok yoğun bir şekilde yaşamakta ol­duğumuz şu Ahir zaman içinde de, ken­di­sine (Haşa) “Tanrının Oğlu” denilen biri­ne ya da bir misyona işaret etmiş olabilir mi? İşte tam bu noktada Mitoloji bize bir şey hatırlatıyor. Evet, Mitolojide böyle bir ka­rakter var. Kendisine Haşa “tanrının oğlu” denen, Batı dünyasında ismi Hercules/Her­­kül denen bir karakter var. İşte Allahu A’lem Hızır (as), (Haşa) “tanrının oğlu” ta­biriyle kendisine Herkül ismi atfedilen bu yetişkin çocuğu/misyonu öldürüyor. Maalesef bugün tüm dünyada, İsa (as)’ın -haşa- Allah’ın oğlu olduğu yalanını, bir mis­­­yon olarak benimseyip bunu yayan ve bu mis­yona ortak Herküller arayan Papa­lıktır. Herkül Mevsimi (2013’ün Sonu Ve 2014’te İlginç Tevafuklar) 2013’ün sonu 2014’ün hemen başında Amerika’da son 20 yılın en büyük kasırgası meydana geldi. Amerikalılar bu kasırgaya tahmin edin ne ismini verdiler? Herkül. Yine 7 Şubat 2014 te Türkiye’de ilginç bir film vizyona girdi. İsmi “Herkül”dü. Filmin alt başlığı daha da ilginçti, “Her­kül; Efsane Başlıyor”. Anlaşılan birileri herkül efsanesinin başladığını bilmemizi istiyorlardı. Yine çok garip bir şeklide, Hollywood tarihinde nadir görülen, belki de hiç gö­rülmeyen bir şekilde, 6 ay bile geçmeden Temmuzda başka bir film daha vizyona girdi. Tahmin edin ismi neydi? Evet, ismi yine “Herkül”dü. Bu defada Küresel şeyta­ni illüzyon merkezi olan Hollywood, filmin alt başlığını “Herkül; Özgürlük Savaşçısı” olarak belirlemişti. Anlaşılan Hollywood nezdinde herkül, bir özgürlük savaşçısıydı. Ya da bizim öyle düşünmemizi istiyorlardı. Gözümüzün içine zorla sokuyorlardı. Belli ki onlar için çok büyük önem arz ediyordu. Kahraman Milletimizin Hızır (as) İle İm­tizacı ve Hızır Misyonuna Sahip Olması Milletler arasında, bu aziz millet kadar Hızır (as)’ı kendi içinde bir kültür ola­rak yaşayan başka bir millet yoktur. Öy­le ki, bizler acil servislerimizin adını, am­bulans hizmetlerimizin adını hep Hızır koymuşuzdur. Ve “Hızır gibi yetişti” de­mi­şizdir. Hatta halk arasında “Her ge­ceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil” gibi sözlerimiz meşhurdur. Hızır’ın zor du­rumda olanlarımıza yardım ettiğiyle il­gi­li birçok kıssa duymuşuzdur. Hatta köy­lerimizde bile düğün dernek yaptığımız, baharın gelişini kutladığımız, köyümüzün en güzel, en yeşil ve en sulak yerlerinin adını da hep Hızır veya Hıdırlık Tepesi koymuşuzdur. İşte Hızır, bizim her daim içimizde, hemen yanı başımızda, bizden birisidir. Yani kültürel olarak Hızır’la milletimiz mezc olmuştur. Bu cihetten Kehf Sure­sinde Hı­zır (as)’ın yaşadığı maceralarda Hızır yeri­ne, bu kültürel mezc halinden hare­ketle milletimizi koyabiliriz. Böylece o yetişkin çocuğu/misyonu öldürenin biiznillah aziz milletimiz olacağını da düşünebiliriz, Al­lahu A’lem. Peki, Şimdi Ne Olacak? Hızır (as), o yetişkin çocuğu da öldürdük­ten sonra, Musa (as) ile biraz da zoraki olan yolculukları son buluyordu. Cay-ı dik­kat­tir ki, 1699 Karlofça anlaşmasından beri, sanki Ashab-ı Kehf gibi 300+9 yıldır uyuduğumuz uykudan uyanıyor, içimize nüfuz etmiş şer odaklarla olan bu zoraki yolculuk da son buluyor, Allahu A’lem. Ve 83. ayet daha sonra ne olacağı hakkında da bir işaret veriyor “(Ey Habîbim!) Sana Zülkarneyn’den de soruyorlar. De ki: ‘Size ondan bir hâtıra okuyacağım (anlatacağım)” denilerek, Zülkarneyn çağının başla­ya­ca­ğını hatırlatıyor inşallah. Zülkarneyn (as), İ’lay-ı Kelimetullah adı­na tüm dünyayı fethediyor ve İslam’ın san­cağını tüm dünyada dalgalandırıyor. İşte üstadımızın muhtelif yerlerde be­lirt­­­tiği üzere, çağımızın bir nev-i Zül­kar­neyn ordusu, İslamiyet’in en kah­ra­man or­du­su olan milletimiz, inşal­lah diz­­ginleri eli­ne alacak ve bu kış bitecek ve cen­­net asa bir bahar gelecektir. Peki, biz buna hazır mıyız? Kehf Suresi üzerine tefekkürlerimizi ziya­deleştirmemizin zamanı geldi. Haydi! Her gün Kehf Suresini okumaya var mısınız? Zülkarneyn (as) çağına hoş geldiniz. Ves­selam.

Ali Kadir UYAR 01 Ekim
Konu resmiİnsan Vücudunda Simetri ve Altın Oran
İnsan

“Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 4) 1. İnsan vücudunda denge ve simetri “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 4) Bir ayet-i kerimede “Ey insan! İhsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir? O Allah ki seni yarattı, seni düzgün ve dengeli kılıp, ölçülü bir biçim verdi. Seni istediği her hangi bir şekilde parçalardan oluşturdu”.1 buyrulmuştur. Ayetteki “adeleke” (عدلك) kelimesini müfes­sirler “Bünye ve uzuvların düzgün, ölçülü ve mutedil olması, azalar arasında uyum ve denge olması” şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu konuda İbn Abbas “Belini doğrulttu, dik ve dengeli kıldı, eğri belli hayvanlar gibi yapmadı.” demiştir.2 Müfessir Mukatil de “Allah tarafından insana iki göz, iki kulak, iki el ve iki ayak verilmiş ve bu azalar arasında tam bir denge ve oran gözetilmiştir. Mesela, iki elden biri diğerinden uzun veya iki gözden biri diğerinden daha büyük yaratılmamıştır.”3 demiştir. Bu ifadeler insan vücudundaki simetrik ya­pıyı nazara vermektedir. Simetri, bir doğ­ru veya düzlemin iki tarafında bulu­nan şekillerin ölçü, düzen bakımından birbiri­nin aynı ve eşit olması durumu, tenazur demektir.4 İnsan vücudu yukarıda müfessirlerin de be­lirttiği gibi, simetriktir. Farzı muhal in­san vücudunu ortadan bölmüş olsak, sağ ve soldaki her iki tarafında birbirinin aynı olduğunu görürüz. Sağ ve sol taraf­larımızdaki bütün organlarımızın hepsi -gözler, kaşlar, kulaklar, yüz, eller- simetrik, yani birbirine eşit ve birbirinin aynıdırlar. Kâinatta canlı cansız pek çok şeyde, hay­van vücutlarında, bitkilerin yaprak, çiçek ve meyvelerinde de bu simetri müşahede edilir. Müfessirlerin ayeti tefsir ederken simetri­yi nazara vermeleri ayetin manasına uymak­tadır. Fakat kanaatimizce ayetin manası yal­nızca zikredilenlerle sınırlı değildir. İnsan vücudunda simetrinin de ötesinde pek çok dengeler ve ölçüler vardır. Ayetin insanın maddî veya manevî bütün cihazlarında var olan ölçü ve dengelerden bahsediyor olması daha makul görünmektedir. Aşağıda buna dair bazı örnekler üzerinde durulacaktır. 2. Altın Oran Altın oran nedir? “Yarattığı her şeyi güzel yaptı.” (Secde, 7) “(Allah) her şeyi adet olarak saydı.” (Cin, 28) Altın oran diğer adıyla ilahî oran 1,618 sayısıdır. Altın oran Fibonacci sayı siste­miyle de ilişkili olduğu için ondan da bah­setmeliyiz. Fibonacci sayı sistemi, bir sayının kendinden bir önceki sayı ile top­lanmasıyla oluşturulan sayılar sistemidir. 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233, 377, 610, 987, 1597, 2584, 4181, 6765… Bu sayı sisteminde 13. sıradan önceki her hangi bir büyük sayıyı, kendinden bir ön­ceki sayıya böldüğümüzde ya altın oran ya da ona yakın bir sayı çıkmaktadır. Fakat 13. sıradan itibaren hangi sayı kendinden bir önceki sayıya bölünürse bölünsün dai­ma “altın oran” yani 1,618 rakamı çıkmakta ve bu sayı sabitlenmektedir. 1,618 sayısına verilen ehemmiyet, onun es­tetik özelliğinden kaynaklanmaktadır. Ör­ne­ğin aşağıdaki şekillerden hangisi sizce daha zariftir? Muhtemelen sondaki dikdörtgeni seçti­niz. Çünkü bu dikdörtgende altın oran kul­lanıl­mıştır. Altın oran fıtraten bize daha güzel görünmektedir. Altın oran hangi varlıkta görünüyorsa, ona estetik bir güzellik kazandırmaktadır. Yapılan araştırmalarda galaksilerde, güneş sistemindeki gezegenlerde, pek çok hayvan vücudunda, bitkilerde, çiçeklerde bu orana rastlanmıştır. İnsan vücudunda da çoklukla görülmektedir. Tabiattaki eserlere güzellik katan bu oran, insanlar tarafından bilhassa mimarî, resim ve heykel sanatlarında güzelliği artıran bir unsur olarak çoklukla kullanılmıştır. Biz burada numune olarak yalnızca insan vücudunda görülen İlahî oranla ilgili bazı örnekler vermek istiyoruz. İnsan vücudunda Altın Oran İnsan vücudu araştırıldığında, onun pek çok ince hesaplara göre planlanarak yaratıldı­ğı görülmektedir. Bu planda altın oranın önemli bir yeri vardır. Yalnız bu oranın bilim adamları ve sanatkârların beraberce kabul ettikleri “ideal insan vücudu” için ge­çerli olduğunu da söylemeliyiz. Bununla beraber diğer insanlarda da altın orana yakın ölçüler vardır. İnsan vücudundaki bir kısım altın oranlar şöyledir: Eğer ayaklarımızı birleştirip, elimizi yere paralel düz olarak açarsak, kendimizi tam bir kare içine almamız mümkündür. Di­ğer ifadeyle, milimetrik olmasa da kolları­mızı iki yana açtığımızdaki genişlik, vücu­dumuzun boyu ile aynıdır. Eğer ellerimizi, ayaklarımızı açılı bir şekilde açar ve etrafımızda bir daire çizersek, bu dairenin merkezi tam göbeğimize gelir. Yetişkin bir erkeğin boyu ortalama kendi kafasının 8 mislidir.5 Baş ile göbek ara­sı mesafe 3 kafa uzunluğu, göbek ile ayakucu mesafesi 5 kafa uzunluğu kadar­dır. Bu yüzden burada tam bir altın oran görülmektedir. Çünkü yukarıda Fibonacci serisinde 2-3-5-8 rakamlarının ardı ardı­na geldiğini görmüştük. Burada da in­san vücudunda bu oranların olduğunu gö­rüyoruz. Örneğin 1,60 boyundaki bir adamın kafası 20 cm’dir. Öyleyse göbeğe kadar olan mesafe 60 cm, göbekten ayak­ucuna kadar olan mesafe ise 100 cm’dir. Göbekten ayakucuna kadar başka bir altın oran daha vardır. Yukarıda göbekten ayak­ucuna kadar 5 kafa uzunluğu olduğunu söylemiştik. Bu mesafenin göbekle diz kapağı arası 3 kafa uzunluğu, dizle ayakucu arasındaki mesafe ise 2 kafa uzunluğu kadardır. Yani 1,60 boyundaki adamın gö­bek ve diz arası 60 cm, diz ayak arası 40 cm’dir. Yukarıda 3-5-8 rakamları, burada da 2-3-5 rakamları görülmektedir. İki omuz arası mesafe de iki kafa uzunluğu kadardır. Yani 1,60’lık adamın iki omuz genişliği 40 cm’dir. İnsan yüzünde de altın oran görülür. Saçlarımızın başladığı yerle kaşlar arası (alın), kaşla burun altı ve burun altı ile çene ucu arası birbirine eşittir. Başın genişliği, yüksekliğinin üçte ikisi ka­dardır (saçın yüksekliği hariç). Diğer bir deyişle baş; genişliği iki buçuk, yüksekliği üç buçuk birim boyutlarında bir dikdörtgen içinde yer alır. Gözü birim olarak aldığımızda ise başın yüksekliği yedi, genişliği beş göz büyüklüğü kadardır. Kulak, kaş ile burun alt noktası arasındaki mesafede yer alır. Burun genişliği iki göz arasındaki mesafeye eşittir. Ayrıca iki göz arası bir göz genişliği kadardır. Burun genişliği bir göz genişliği kadardır diyebiliriz.6 Kollarımızda da altın oran vardır. Dirsek, kolları büyük ve küçük olmak üzere iki kıs­ma ayırır. Kolumuzun üst kısmının alt kıs­mına oranı altın oranı vereceği gibi, kolu­muzun tamamının üst kısma oranı yine altın oranı verir. Vücudumuzda -bilhassa yüz ve ellerde hatta dişlerde- bu saydıklarımızdan başka altın oranlar vardır. Fakat biz bu kadarını yeterli görüyoruz. İnsan vücudundaki bu harikulade planları ve ölçüleri yapmak şuursuz sebeplerin, te­sa­düflerin işi olamaz. Bütün bu olayları te­sadüfe vermek delilsiz bir iddia olmaktan öteye gidemez. İnsan vücudunda ve bütün varlıklarda görülen bu hassas ölçüler ancak her işinde hikmet olan, ilim, irade ve kudret sahibi olan Allah’ın işleridir. Kaynaklar: 1- İnfitar, 6-8.2- Elmalılı,3- Razî,4- Kubbealtı, s, 11105- Kadınların boyu 6,5 ile 7,5 kafa yüksekliği kadardır.6- Oranlar için bkz: Grafik Ve Fotoğraf, İnsan Figürü Çizimi, Megep (Mesleki Eğitim Ve Öğretim Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi), Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara 2008; Grafik ve Fotoğraf, İnsan Başı Çizimi, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2012.

İdris TÜZÜN 01 Ekim
Konu resmi"Kelime-i Şehâdetin Burhânı İçindedir" (1)
İbadet

Kelime-i şehâdet, vardır iki kelâmı. Birbirine şâhiddir, hem delil ve burhândır. Birincisi Sânî’ye bir “burhân-ı limmîdir.” İkincisi evvele bir “burhân-ı innîdir.” Burhan: Kelime olarak berraklaştırmak, delil getirmek, açıklığa kavuşturmak an­la­mında kullanılmaktadır. Istılah anlamı ola­rak doğruluğunda şüphe bulunmayan ve kesin bilgi ifade eden kıyasa denmektedir. Burhan-ı innî: Buna istikrâ veya istidlal de denmektedir. Cüz’îden külliye, eserden müessire, neticeden sebebe yapılan zihni intikale denir. Tepenin arkasında dumanı görüp ateşi, yoldaki insanın ayak izlerini görüp yürümüş insanları bilmek gibi. İn­nî tabiri tahkik ve sübut manasını ifade eder. Hükmün hariçte (zihnin dışında) var olduğunu gösterir. Burhan-ı Limmî: Buna kıyas veya ta’lil de denmektedir. Bütünden parçaya, sebepten neticeye, müessirden esere geliş metoduna denir. Ateşi görenin dumanının olacağını bilmesi gibi. Limmî, “niçin” manasında hük­mün illetini ifade ettiğinden bu ismi al­maktadır. Kelime şehadetin iki cümlesi vardır. Birincisi:  اللهُ اِلاَّ اِلٰهَ لَا اَنْ اَشْهَدُ şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. İkincisi: وَاَشْهَدُ اَنّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ ve şehadet ederim ki Hz. Muhammed (sav) Allah’ın kulu ve resulüdür. Kelime-i Şehadetin bu iki cümlesi bir­birine şâhiddir. Birbirinin doğru ve ke­­sin delilidir. Hz. Muhammed’in (sav) Al­lah’ın peygamberi olduğuna delil birinci cümledir. Cenab-ı Hakkın ulûhiyetidir. Yani اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ cümlesidir. Cenab- ı Hakkın varlığına ve birliğine en açık delil nedir, diye sorulacak olursa ikinci cümledir diye cevap verilir. Hz. Muhammed’in (sav) zatı ve lisanıdır. Yani وَاَشْهَدُ اَنّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ cümlesidir. Konuyu açıklamaya geçmeden önce Bedi­üz­zaman Hazretlerinin Kelime-i Şeha­det hak­kındaki birkaç açıklamasına göz atmakta yarar vardır. Hz. Üstada göre Kelime-i Şe­hadet öncelikle âli/yüce bir kelimedir/cüm­ledir. İslamiyet’in temel esasıdır. İslam dininin âlemde dalgalanan en nurlu ve yüce bayrağıdır. İmanı gösteren ve imanın yazılı olduğu mukaddes bir fermandır. Ab-ı hayat/ebedileştiren hayat suyu olan İslamiyet, Kelime-i Şehadetin pınarından doğar. Ebedi saadete nail olacakların elinde ezeli bir fermandır. Allah’ın varlığını ve birliğini, Hz. Muhammed’in (sav) O’nun peygamberi olduğunu ilan eden nurlu bir harita ve güzel, etkili konuşan bir tercü­mandır. İmanın bir göstergesidir. Bediüzzaman Hazretlerinin Kelime-i Şeha­det hakkındaki bu kanaatlerini söyledik­ten sonra konunun açıklanmasına geçebiliriz. Şehadet kelimesinin iki cümlesinden birin­cisi ki   اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ cümlesidir. Yani Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Evet, Allah’ın var ve bir olduğu davasının sayısız delilleri vardır. Hatta her bir şeyde Allah’ın bir olduğunu gösteren bir ayet ve bir alamet bulunmaktadır. Böyle olmakla beraber, genelde Rabbimizi tarif eden üç büyük ve genel burhan bulunmaktadır. Bunlar da Kâinat, Hz. Muhammed (sav) ve Kur’an-ı Kerim’dir. Konumuz gereği bizler ikinci delili açıklamaya çalışacağız. Yani birinci cümlenin delili olan ikinci cümleyi. Hz. Peygamber (sav) zatıyla, ahlakıyla, icraatıyla, kulluğuyla, tebliğ ettiği İslam diniyle, peygamberliğiyle, mucizeleriyle, elindeki Kur’an-ı Kerimle, yetiştirdiği ve kendisini takip eden ashap ve ümmetiyle dava etmiş ve ispat etmiştir ki “Allah var ve birdir.” O’nun (sav) en büyük davası Allah’ın var ve bir olmasıdır. Hayatı bo­yunca dünya sathında bu davasını an­lat­maya, açıklamaya ve ispat etmeye ada­mıştır. Allah’ın var ve bir olduğu davası ile anılmaktadır. Getirdiği dini tavsif edilirken “Tevhid Dini” denmektedir. Ger­çeğe de bakıldığında Hz. Peygamberin (sav) her hali, her tavrı Allah’ın varlığını ve birliğini göstermektedir. Bunun için Hz. Muhammed’in (sav) hayatını anlatan kü­­çük bir kitapçık dahi bunu göstermeye yetecektir. İkincisi:  وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ ve şehadet ederim ki Hz. Muhammed (sav) Allah’ın kulu ve resulüdür. Hz. Muham­med’in (sav) peygamber olduğuna birçok deliller bulunmaktadır. Burada ise öncelik­li delilimiz, Onu (sav) peygamber olarak gönderen yüce Allah’tır. Yüce Allah, insanları bir peygambere muh­taç olarak yaratmıştır. Yani peygamberlik, insanların toplumsal hayatında bir zorun­luluktur. Fakat bu zorunluluk, insan için geçerlidir. Yüce Allah için hiçbir zorunlu­luk olamaz. Bunun için Bediüzzaman Haz­retleri de “beşeriyette peygamberlik mec­buridir” demektedir. Bu zorunluluğun in­sanlık için söz konusu olduğunu ifade etmektedir. Tarihe az bir dikkatle baktığımızda ilahi bir âdetin dikkat çektiği görülmektedir. O da Yüce Allah’ın, toplulukları bir rehberin, liderin, idarecinin, yöneticinin, modelin, ör­neğin etrafında toplaması hakikatidir. Top­­lumların, cemaatlerin, cemiyetlerin, ör­güt­lerin, kolonilerin lidersiz, rehbersiz ola­mayacağı gerçeğidir. İnsanlar da peygamberlere muhtaçtır. Pey­­gamber ve getirdiği ilahi kanunlar ol­ma­dan toplumsal hayatta adalet, huzur, em­ni­yet, güven gibi hakikatleri görmek müm­kün değildir. İnsan yaşamının devamı için nasıl ki temel gıdalar bir gereklilikse top­lumsal yaşamı için de peygamberlik öyle gereklidir. Zira insan, sosyal bir varlıktır. Bü­tün ihtiyaçlarını kendisinin karşılaması mümkün değildir. Hem cinsleriyle birlikte yaşayarak hayatını sürdürmesi ve bütün ihtiyaçlarını karşılaması mümkündür. Fa­kat insanlar çok farklı mizaçlara sahiptir. Farklı olan bu mizaçlardan türlü türlü arzu ve meyiller meydana gelmiştir. Mesela en güzeli seçer, en iyisini tercih eder, en seçkine yönelir, insana en layık bir şerefle yaşamak ister. Bütün bunları yerine getirebilmek için birçok maharetlere, sanatlara sahip ol­ması gerekmektedir ki bu da mümkün de­ğildir. Bundan dolayı insan hemcinsiyle yaşamak zorundadır. Fakat insanların birlikte yaşar­ken birçok defa duygularına yenilerek ada­letsizliklere ve gayr-i meşru yollara baş­vurduğu görülmektedir. Bundan dolayı sos­yal hayatta hukuksuzluklar görül­mek­te­dir. İnsanlar düşünce sahibi varlıklar ol­masına rağmen toplumsal çıkarları kendi çıkarı için feda edebilmektedir. İşte top­lum hayatında adalet, hürriyet, sevgi, hoş­görü, şefkat, diğerkâmlık, huzur, emniyet, eşitlik, düzen gibi hakikatlerin görülmesi bir peygambere ve onun getirdiği dine bağ­­lıdır. Tarih bunu açıkça göstermektedir. Son peygamber olan Hz. Muhammed’i (sav) ve getirdiği İslam dinini dinlemeyen gü­­nümüz insanları da göstermektedir ki be­şeriyet bir peygamberi ve getirdiği dini ya­şamadığında huzur ve emniyetin temini görülememektedir.  Devam edecek

Muhlis KÖRPE 01 Ekim
Konu resmiEdirne Osmanlı’nın II. Başkenti (1365-1453)
Tarih

1365 yılından İstanbul’un fethi olan 1453 yılına dek Osman­lı İmparatorluğuna başkentlik yapan il olmuştur. Murat Hüdavendigar zamanında başkent yapılan Edirne, yak­laşık olarak 88 yıl Osman­lı İmparatorluğuna başkentlik yap­mıştır.  1354’de bir gece Süleyman Bey, Gelibolu kalesini aldı ve Osmanlı kuvvetleri Trak­ya’ya akınlara başladı. Artık Trakya’da Türk­ler’in ayak sesleri duyuluyordu. 1360’da Dimetoka fethedildi. I. Murad (1359-1389), tahta çıkışından başlayarak Rumeli’nin ele geçirilmesi için yapılan girişimlere büyük önem ve hız verdi. Sultan, Çorlu ile Keşan’ın da Osmanlı yö­netimine geçmesinin ardından, Lala Şa­hin Paşa’yı Hadrianopolis’in fethi ile görev­lendirdi. Lala Şahin Paşa, Hacı İlbeyi ile birlikte bu görevi yerine getirerek kenti Bi­zanslılar’dan aldı. 1362’nin Temmuz ayında I. Murad döneminde Hadrianopolis artık Türkler’indi. 1. Murad’ın Celayirli hükümdarı Üveys Han’a gönderdiği fetihnâmede kentin adı Edirne olarak yer aldı. Fethedilen bu yeni kenti büyük bir onurla ziyarete gelen I. Murad, kalenin yönetimini Lala Şahin Paşa’ya bıraktı. Bundan sonra Edirne Türkler’in Rumeli’yi fethetme hareketlerinde çok önemli bir askerî üs oldu. 1363’de Lala Şahin Paşa, Filibe’yi ele geçirmek amacıyla buradan harekete geçti. Ertesi yıl, Sırp, Eflak ve Macar bir­liklerinden oluşan haçlı ordusuna karşı Sırpsındığı Savaşı, Edirne’nin 25 km. batı­sında gerçekleşti. Sultan Murad bir gece düşünde, ak sakallı, nur yüzlü bir kimseyle yarenlik ederken, o kişi ona Edirne’de bir saray yaptırmasını söylediğinden, Edirne’de büyük bir saray inşa ettirildi. Edirne, fetihten sonra büyük bir hızla Türkleşmeye başladı. Osmanlılar’ın şehri 1365’de başkent yapmaları Edirne için yepyeni bir devrin başladığını gösteriyordu. I. Bayezid (1389-1403) İstanbul’u kuşatma hareketlerini buradan yönetti. Yıldırım Bayezid’in ölümünden sonra taht kavgası nedeniyle şehzadeleri birbirlerine düştüler. Bu Fetret Devri’nde (1403-1413) şehir daha büyük bir önem kazandı. Bayezid’in büyük şehzâdesi Emir Süleyman Çelebi, devlet hazinesini Bursa’dan Edirne’ye taşıyarak burada tahta çıktı. Daha son­ra şehzadelerden Musa Çelebi, Eflak Voy­vodası’nın da yardımı ile ağabeyi ile mü­cadeleye girerek 1411’de kenti ele geçirdi ve burada kendi adına para bastırdı. 1413’de I. Mehmed Çelebi (1413-1421) Osmanlı Devleti’ni yeniden toparlayarak Edirne’yi kardeşinin elinden aldı. 1419’da bu defa da I. Bayezid’in Ankara Savaşı’nda kaybolan oğlu olduğunu ileri süren Mustafa Çelebi sahneye çıktı. Taht üzerinde hak iddia ederek Edirne’yi ele geçirdi. Bir sultan olduğu inancı ile de burada kendi adına para bastırdı. Ardından güçlü bir orduyla Edirne’den Anadolu’ya geçtiyse de, Bursa yakınlarında II. Murad’a (1421-1451) yenildi. Edirne’de bıraktığı ha­zi­nesini aldıktan sonra Eflak’a giderken yakalanan Mustafa Çelebi, 1442’de yeniden Edirne’ye getirilerek öldürüldü. Edirne’de ilk şenlik, işte bu olayın ardından yapıldı. Halk da büyük bir coşku ile bu şenliklere katıldı. ; 2. Murad, Edirne’de şehzadeleri Alaad­din ile Mehmed’e çok görkemli sünnet düğünleri de düzenletti. Sultan, 1444’de tahtı oğlu II. Mehmed’e bırakarak Ma­nisa’ya çekildi. Edirne başkent olduktan sonra tahta çıkan ilk sultan olduğu için, Edirne Sarayı’nda yapılan ilk culüs töreni de II. Mehmed için gerçekleştirildi. Bu ilk tahta çıkışında 12 yaşında olan çocuk sultanın adı, İstanbul’u fethettikten sonra şanına yakışır biçimde Fatih Sultan Mehmet olarak anılacaktı. Manisa’ya çekilen II. Murad, bir haçlı ordusunun harekete geçmesi üzerine yeniden Edirne’ye gelmek zorunda kaldı. Bu haçlı ordusu Varna’da kesin bir yenilgiye uğrayacaktı.II. Murad zaferin ardından yönetimi yine oğluna bırakmasına karşın, yeniçerilerin ayaklanması üzerine Edirne’ye gelerek üçüncü kez tahta çıkmak zorunda kaldı. II. Mehmed (1451-1481), II. Murad’ın 5 Şubat 1451’de ölümüyle kesin olarak tahta çıktı. Artık onun önünde çok önemli bir hedef vardı. Constantinopolis’i almak… Bu amacına yönelik harekâtı Edirne’den başlattı. Selimiye Camii Selimiye Camii, varlığı ile Türk tarihindeki Edirne’ye güç katarak ona simgesel bir nitelik kazandırmıştır. Eskiden bugüne kadar bir şâheser olduğu konusunda herkes birleşmektedirler. Selimiye için “taşın dehaya ulaşması veya dehanın taş kesilmesi” tanımını yapanlar vardır. Bu camii Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki gücünün hâlâ devam ettiği 16. yüzyıldaki politik eğemenliğini de vurgulayan son sultan yapısıdır. Selimiyenin kubbesi sanayi öncesi mimaride tek kubbeli mekân yapılarının gelişmesini en son noktaya ulaştıran bir “doruk nokta” olarak kabul edilir. Mimar Sinan'ın "ustalık eserim" dediği Selimiye Camii, II. Sultan Selim'in emriyle 1569-1575 yılları arasında inşa edilmiştir. Se­limiye Camii, teknik mükemmelliği, bo­yutları ve estetik değerleriyle döneminin ve sonraki zamanların en muhteşem eseridir. Camii'nin içi takriben 6000 kişi almaktadır. Selimiye Arastası (Kavaflar Çarşısı) Selimiye Arastası, Selimiye Camii’ne gelir getirmesi amacıyla bu caminin yapımından sonra III. Murad döneminde Mimar Si­nan’ın kalfası Davud Ağa’ya yaptırılmıştır. Arastanın yapılış nedenlerinden biri olarak, Selimiye’ye batı ve güney yönünden destek verme ihtiyacıdır. İkinci Bayezit Külliyesi Padişah II. Bayezid tarafından kurulan bu külliye temel gayesi Edirne’yi Darüşşifa’ya kavuşturmasıydı. Külliyenin ana merkezi Darüşşifa olup; Tabhane, Tıp Medresesi, camii, İmaret, Köprü, Hamam, Un de­ğir­meni, Su deposu, Sıbyan Mektebi, Meh­terhane, Muvakkithane gibi bölümler Da­rüş­şifa’nın sosyal, dînî ve kültürel yerleriydi. Döneminde Avrupada diri diri yakılan akıl hastaları buralarda su sesi ve güzel kokulu mevsim çiçekleriyle tedavileri yapılıyordu. Eski Camii (Camii Atik) İç alanı 2116 m2 olup dört adet taştan kare şeklindeki sütuna dayalı dokuz kubbeli bir çatı ile örtülmüştür. Orta kubbede bir ışık feneri vardır. Son cemaat yeri kesme taş ve tuğla sıralaması ile bitirilmiştir. Mimarı Kon­yalı Hacı Alaaddin’dir. Ustası İbn-i İb­ra­­him’dir. Camiideki yazılar ve kalem iş­leri ilginçtir. II. Murad döneminde Edir­neye gelen ve bu camiide vaaz verdiği söy­lenen Hacı Bayram Veli’ye duyulan say­­gı nedeniyle vaaz kürsüsünü imamlar kul­­lanmazlar. Mihrabın sağında bulunan Ha­cer-ül Esved parçaları özel bir ziyaret noktasıdır. Ayrıca Osmanlı padişahlarından II. Ahmed ve II. Mustafa’nın kılıç kuşanma merasimleri bu camii’de yapılmıştır. Üç Şerefeli Veya Burmalı Camii Bu camiyi yaptıran Osmanlı padişahı II. Murad Edirneyi bir başkent olarak ta­sar­lıyordu. Üç Şerefeli Camii bu düşünce içe­­ri­sinde ve o dönemde Balkanlar’daki ege­­menliğin ifadesi gibidir. Osmanlı mi­ma­risinde yeni bir çığır açan bu camii bazı özellikleriyle ilklerin de sahi­bidir. Örneğin Üç şerefeli, Selçuklu mima­risindeki çok kub­beli dönemden tek kubbeye geçişin ilk denemelerindendir. Bu camii Osmanlı mi­mari tarihinin ilk büyük revaklı avlusu­na sahiptir. Bu avlu, Osmanlı mimarisinin ilk denemesidir, bu avluda 22 adet kubbe var­dır. 1438 yılında yapımına başlanan ca­mii 1447 tarihinde bitmiştir. Mimarı Mus­lihittin, ustası Şahabettin olarak kaynak­larda geçmektedir. Taşhan Sokullu Mehmet Paşa tarafından vakıf ola­­rak yaptırılmış olup otel olarak kulla­nıl­maktadır. Sokullu hamamına bitişiktir. Ali Paşa Çarşısı (Kapalı Çarşı) Edirneliler’in daha çok Kapalı Çarşı adıyla an­dıkları Ali Paşa Çarşısı Kanuni Sul­tan Süleyman’ın son yıllarında dört yıl ka­dar sadrazamlık yapan Hersekli Semiz Ali Paşa tarafından 1569 yılında Mimar Si­nan’a yaptırılmıştır. Çarşının altı kapısı bulunur. İlk ikisi iki ucunda olup, ortadaki iki yöne açılır ve orta kapı ola­rak bilinir. Diğer iki kapı doğuya bakar. Güneydeki kapı direkler çarşısına açılır. Dış duvarları kesme taştan olup üzeri tuğladır. 300 m. Uzunluğunda olup giriştekilerle bir­likte 129 dükkân bulunur. Tarihçilere göre bir zamanlar bu çarşıda dükkân sahibi olmak; çok zengin ve ayrıcalıklı kişilere özgüymüş. Muradiye Camii (Mevlevihane) 2. Murad rüyasında Hz. Mevlânâ’yı görür ve Hz. Mevlânâ ondan bir Mevlevihâne yapmasını ister. İşte Muradiye Camii böy­lelikle bir Mevlevihâne olarak yapılır. (1426) daha sonra dervişler arasında çıkan bazı olaylardan sonra 2. Murat burayı kapatarak Camiye çevrilmesini sağlar. Mi­marı bilinmeyen Muradiye Camii yan mekânlı “T” planlı camiilerin en güzel ör­neğidir. Avlusunda şadırvan vardır. Cami dış görünümü sade olmasına karşın iç süslemesi 15. yüzyıl Osmanlı sanatının en önemli yapılarındandır. Mihrab ve duvarları süsleyen nadide çiniler Türk çini sanatının en güzel örnekleridir. Çininin yanısıra orta kubbeleri birbirine bağlayan kemerde, duvarların üst bölümlerinde zen­gin kalemişleri vardır. Minberi ahşaptır. Ca­minin solunda II. Murad’ın yaptırdığı büyük imaret, mevlevi tekkesi ve semahane günümüze ulaşmamıştır. Muradiye Camii dört kubbelidir ve Bursa’daki adaşı ile önemli ölçüde plan benzerliği sağlar. Meriç Köprüsü Köprünün yapımına 1832 yılında Edir­ne’yi ziyarete gelen II. Mahmut’un em­riyle burada bulunan ahşap köprünün ye­­­rine gündeme gelmiş bütçe sıkıntısı ne­de­­niyle ancak 1842 yılında Abdülmecit dö­neminde başlayıp beş yılda bitirilmiştir. Köp­rü bitimiminde konulan kitabe önceki dö­nemlerde yerinden sökülmüştür. 1960’lı yıllarda tekraren yazdırılmış ve yerine ko­nulmuştur. Sarayiçi Geleneksel Kırkpınar Yağlı Güreşleri Kırkpınar güreşlerinin başlangıç yılı ola­rak Edirne’nin fethi, yani 1361 yılı kabul edilse de en yaygın rivayet şöyledir. “Süleyman Paşa ile birlikte Rumeli’ye geçen kırk yiğit mola verdikleri her yerde fırsat bulduk­ça güreş tutmaktaymışlar. İçlerinde iki kişi bi­ti­remedikleri güreşi, şimdi Türkiye sı­nır­­ları dışında olan Ahırköy çayırlarında sür­dürmüşler. Bu güreş ölümüne bir güreşmiş ki, ikiside yenişemeden ve güreşirken öl­müş­ler. Arkadaşları bu iki yiğidi orada bu­lunan bir ağacın yanına gömmüşler. Ru­me­li için çıkılan seferden geri dönerken bak­­mış­larki gömüldükleri yerden bir pı­­nar akı­­yor. Oraya ayak basanlar 40 ki­şi ol­­duk­larından adı Kırkpınar kalmış. Son­­ra­­ki yıllarda aynı yerde ölen kişiler anı­sı­na güreş tutulmuş.” Kırkpınar yağlı gü­­reş­leri önce Balkan Sa­vaş­ları; sonra Bi­­rinci dünya Savaşı ve Yu­nan işgali ne­de­niyle sınır değişiklikleri ne­deniyle asıl yeri olan Yunanistan’ın Samona Köyü Me­ra’sında yapılamamıştır. Bir süre Edirne dışında kalan ve Virantekke deni­len yerde ger­çek­leştirilmiştir. Savaşlar ve istilalar ne­de­niyle bazı yıllarda kesin­tiye uğrayan Kırk­pınar Güreşleri, ilk ya­pıl­dığı alanın sı­nırlarımız dışında kal­ması nedeniyle 1925 yılından bu yana Edir­ne'nin Sarayiçi yöre­sinde ya­pılmaya baş­landı. Kırkpınar Güreş­leri her yıl Ha­ziran ayının sonu ve Temmuz ayı­nın ilk haf­tasında düzenlenir. Büyük, orta, başaltı ve baş boylarında güreşen peh­li­van­lardan, baş güreşenlerin birincisine “Baş­peh­li­van” ünvanı ve altın kemer ödülü ve­ri­lir. Güreşlerin vazgeçilmez sembolü Kırk­­pı­nar Ağası'dır. Ortaya konan Koç’a açık ar­tırmada en fazla parayı veren kişi Kırk­­pı­nar Ağası olur ve bir sonraki yılın gü­­reş­lerini organize eder. Ayrıca Kırkpınar şen­­liklerinde ve güreşlerde yarışmaları kaza­nan­­lara ödüllerini verip misafirleri ağırlar.

Mustafa YILMAZ 01 Ekim