Müslümanız elhamdülillah. Dinimizin bize ilk öğrettiği şey, birlik! Bir’i tanıyıp itaat etmek ve o bir etrafında birlik olabilmek. Dünya tarihine bakıldığında, toplumdaki mozaik ve farklı ırk ve dinden de olsalar adalet, barış ve huzur içinde yaşanılan zamanlar ve topraklar, İslamiyet’in hâkim olduğu zaman dilimleri ve yaşandığı yerler olmuştur. Bir olan Allah’a iman eden insanlar, Allah’ın rızasını ümit ve dua ederek, Kur’an ve onun hükümleri altında kardeşçe ve hukuka saygılı olarak hayat sürmüşlerdir. Peki, bugün İslam coğrafyasındaki bu dağınıklık ve kaos nedendir? Dünyaya birlik ve beraberliği taşıyan ve öğreten Müslümanlar neden bu haldedir? Belli ki bir olana ve emirlerine karşı itaatte problem var. Bizi biz ve bir yapan değerlere bağlılıkta zayıflıklar var. Konjonktürel baskının kıskacı ve özentisinden dolayı öz değerlerimize karşı yabancılaşma var. Fıtri olana ve fıtrata karşı gelme var. Tarihimize, medeniyetimize ve kültürel değerlerimize karşı hegemonyanın tazyiki ve bastırılmamız var. Buna bağlı olarak da doğruyu yanlış, dostu düşman, gayr-ı milli olanı milli bilmek var. siyasi, idari, ekonomik, sosyolojik vs. çok şeyler söylenir muhakkak. Lakin temelde olanı bulmak ve söylemek gerekirse, en başa dönmek lazımdır. Problem bizde, kendimizdedir. Yani temel problem, inanç esaslarına olan eksiklik ve zayıflıktadır. Buradaki zayıflık, diğer bütün problemleri beraberinde getirmektedir. Problemlerin neticesi olarak ortaya çıkan tahribe karşı tamir ve buna bağlı olarak yapılacak işler olacaktır ve vardır. Fakat bu asli mesele gözden kaçırılmamalı ve üzerine gidilmelidir. Avrupa Ortadoğu’da -kendi malı gibi gördüğü- maddi kaynakları sömürmek ve koruyabilmek için katliam yapıyor. Can havliyle savrulan milyonlarca insandan bir kısmı mesela Almanya kapısına geldiğinde, ülkenin Başbakanı, bu topraklarda sürekli olmak istiyorsanız, Hristiyan olmalısınız, diyor. İnsanlığa barış ve huzur taşıdığını söyleyen canavar anlayış, Müslümanların kaynaklarını sömürmek için topraklarına giriyor, yetmezmiş gibi, iltica etmek zorunda kalan fertten dinini de istiyor. Kıymetli dostlar! Osmanlı 1492’de İspanya’nın kapı dışarı ettiği Yahudileri bile kabul etmiş bir âlî devletti. Neden? Çünkü insanı insan olarak görüyordu. Allah’ın yarattığı bir varlık olarak. Bu ve benzeri pek çok örnekler vermek mümkün. Fakat o gün yok olmaktan İslamiyet’in hoşgörüsü ile kurtulanlar, bugün dünyaya kan kusturuyorlar. Böyle canavarcasına bir anlayışın ürünü olan davranışlar, ancak İslamiyet’in hakikatleri ile faydalı-sınır altına alınabilir. Ortadoğu’dan bahisle ülkemizin doğusunda başlayarak her tarafı ateşe verdirmek isteyen anlayış da ancak İslamiyet’in hakkaniyetine ittiba ile söndürülebilir / düzeltilebilir. Bu vatanın insanı dindardır. Müslümandır. Bizi ateşe vermek isteyenler ise, “dinini ver oturma iznini al” diyenlerdir. Bütün bunlardan sonra bize düşen, İslamiyet’e sahip çıkmak ve hal ve tavırlarımızda İslamiyet’in güzelliklerini gösterebilmektir. Dosya konumuzda bu mevzu geniş olarak işlenmiştir. İstifade edebilmemiz niyazıyla hepimize huzur, mutluluk ve hayırlı işler yapabildiğimiz güzel zamanlar ve ömürler diliyorum. Kalın sağlıcakla!
Isparta’ya Rahmet Yağmuru 1932 senesinde ezanın aslî hâliyle okunmasının yasaklanmasının ardından, Bedîüzzaman Hazretleri Barla’da çok sıkıntılı günler geçirmiştir. 1934 senesine gelindiğinde o zamanki idareciler, Bedîüzzaman Hazretlerinin mecbûrî ikametgâhının değiştirilmesine karar verirler. Bedîüzzaman Hazretleri, Mevlid Kandiline tevafuk eden sıcak bir yaz günü Barla’dan Isparta’ya nakledilir. Üstadın Isparta’ya geldiği hafta, o güne kadar, o mevsimde nadir görülen şiddetli ve bereketli bir yağmur yağar. Aynı mevsimde bir misli Üstadın doğduğu senelerde yağmış olan bu yağmurun tesadüf olmadığını fark eden Nûr Talebeleri, bunun Risâle-i Nûr’un Isparta’ya ne derece rahmet olduğuna delâlet ettiğini anlamışlar ve bu düşüncelerini kaleme almışlardı. (Bedîüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, 1. Cild, Sayfa 387-388) Huand (Hunat) Hatun Camii ve Külliyesi Külliye, Sultan 1. Alaaddin Keykubat’ın hanımı ve Sultan 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’in annesi olan Mahperi (Huand) Hatun tarafından 1238 senesinde Kayseri’de yaptırılmıştır. Halk tarafından Mahperi Hatun’a hanımefendi anlamında “huand” sıfatı verilmiştir. Külliye, 13. Yüzyıl Selçuklu Külliyelerinin en mühimleri arasındadır. Külliye, cami, medrese, hamam, kümbet ve şimdi mevcut olmayan imaretten meydana gelmiş bir yapı grubudur. Caminin minaresi ve orta kubbesi 1900 senesinde Sultan 2. Abdülhamid döneminde ilave edilmiştir. Camide çok önemli sanat değerini haiz Selçuklu taş mihrabı ve ağaç minber yer almaktadır. Külliyenin kümbeti içinde bulunan en büyük sanduka Huand Hatun’a ve diğer sanduka ise Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev’in kızı Selçuki Hatun’a aittir. Rıza-yı İlâhî İçin Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi’nden zaferle dönmüştü. Bütün halk toplanmış onu şehre girerken alkışlamak için sabırsızlanıyordu. Ama Padişah, gece olmadan şehre girmek istemiyordu. Bunun sebebini herkes merak ettiği halde hiç kimse sormaya cesaret edemiyordu. Sonunda büyük âlimlerden olan İbn-i Kemal: “Padişahım, bir maruzatım var” dedi. Padişahın: “Efendi, ne istediğin varsa hiç çekinmeden söyle” demesi üzerine İbn-i Kemal, cevabı merak edilen soruyu şöyle sordu: “Askerler merakta, bütün halk sokağa dökülmüş, sizi alkışlamayı beklerken siz hâlâ şehre girmezsiniz. Bunun sebeb-i hikmeti nedir?” Yavuz şu şahane cevabı verdi: “Biz; şan, şöhret ve alkış toplamak için değil, Allah rızasını kazanmak için savaşırız.” 03 Ekim 1990 Doğu Almanya ile Batı Almanya Birleşti Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin 18 Mart 1990’da yaptığı ilk serbest seçimlerden sonra, Alman Demokratik Cumhuriyeti ve Almanya Federal Cumhuriyeti arasındaki görüşmeler Birleşme Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Yeniden birleşmiş Almanya, Avrupa Topluluğu’nun (sonra Avrupa Birliği) ve NATO’nun bir üyesi olarak kalmaya devam etmiştir. 1990 yılında yaşanan olayların “yeniden birleşme” olarak mı yoksa “birleşme” olarak mı isimlendirilmesi hakkında tartışma vardır. Birinci halini öneren kişiler Almanya’nın 1871 yılındaki ilk birleşmesini sebep göstermektedirler. Almanya Devleti birleşip büyürken, Alman politikacıları ne yazık ki günümüzde başka devletlerin bölünmesi için politika üretmektedirler. 26 Ekim 1461Trabzon’un Fethi Osmanlı Ordusu, Trabzon Seferi için 23 Mart 1461’de Edirne’den hareket etti. Mahmud Paşa komutasındaki 150 parçadan oluşan donanma da Karadeniz’e açılmıştı. Fatih’in komutasındaki Üsküdar’dan Anadolu’ya geçen ordunun nereye gittiğini ise kimse bilmiyordu. Bu ilerleyiş sırasında Amasra, İsfendiyaroğulları Beyliği, Kastamonu ve Sinop fethedilerek Sivas üzerinden Erzincan ovasına inildi ve Yassıçemen’de karargâh kuruldu. Osmanlı ordusu, çok zor şartlar altında Erzincan ile Trabzon arasını 25-30, bazı kaynaklara göre 40 günde aşabilmiştir. Trabzon kuşatması 40 gün sürdü. En şiddetli savaşlar Zağnos köprüsü civarında oldu. Şehrin kapıları 26 Ekim 1461 günü Osmanlı ordusuna açıldı. 08 Ekim 1936Son Sadrazam AhmedTevfik Paşa Vefat Etti 11 Şubat 1845 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Ferik İsmail Hakkı Paşa’nın oğludur. Subayken askerden ayrılarak Bâb-ı Âlî Tercüme Odası’na girdi. 1872’den sonra çeşitli dış görevlerde bulundu. Roma, Viyana, Petersburg ve Atina’daki görevlerinden sonra, 1885’ten itibaren on yıl süreyle Berlin’de maslahatgüzar ve büyükelçilik yaptı. 1895’te Berlin’den İstanbul’a döndü. Sultan 2. Abdülhamid döneminin Hariciye Nazırı olarak 14 yıl görev yaptı. Sultan 2. Abdülhamid’in ve devamla Sultan 5. Mehmed Reşad’ın saltanatında, 13 Nisan 1909 - 5 Mayıs 1909 tarihleri arasında, Sultan 6. Mehmed Vahideddin’in saltanatında ve İstanbul’un işgal altında bulunduğu dönemde 11 Kasım 1918 - 3 Mart 1919 ve 21 Ekim 1920 - 4 Kasım 1922 tarihleri arasında, üç dönemde toplam iki yıl dört ay yirmi dokuz gün sadrazamlık yapmıştır.
Cenab-ı Hak, yaratmış olduğu bir ağacın tohumuna o ağaca dair tüm programı yazar diğer bir tabirle kodlar. O tohum, kendi içine İlahî irade ve kalem ile yazılmış olan o programa büyük bir sadakat göstererek her türlü zorluk ve meşakkat ortamında bile (karanlık ve çok da uygun olmayan toprak şartları, bazen taş ve kaya gibi bir yer, iklim) neşv ü nema bulup yeşermek için say ü gayret gösterir. O tohumun kendi cirminin binler fevkinde olan o mücadeledeki hissesi aslında sıfırdır. Zira ona bir vücut veren ve ona hikmet ve kudret kalemi ile o programı yazan, en namüsait şartlarda bile onu yalnız bırakmayan, ihtiyacı olan madensel tuz ve mineralleri, ışık ve hava gibi unsurları tam zamanında imdadına yollayan ipek gibi narin bedenini bazen bir taşı yararak zemin yüzüne çıkaran ve onu bir ağaca dönüştürüp sevimli ve leziz meyveler vermesini netice verecek olan süreci an be an gözeten ve takdir eden Rahmet-i İlahiyeden başka bir şey değildir. O Tohum, hadsizlik edip bütün bu mücadeleyi ben verdim, tüm bu meyveler benim gayretimle oldu demez, diyemez. Zira Allah (cc), o tohumu önce bir vücuda sonra da lütuf dolu bir mazhariyete kavuşturmuştur. Bir çok kimse çeşit çeşit, renk renk ve bir birinden farklı lezzetlerde meyveleri görür, hatta istifade eder de o tohumu hatırlamaz. Gerçi tohumun da kendini bildirmek ve görünmek gibi bir çabası da olmaz. Çünkü ona, Allah’ın yazdığı yazı budur. O da bu yazıya ve bunu “Yazana” hep sadık kalmıştır. Bilinmese de, görünmese de o tohum, vazifesini bihakkın eda eder. Cenab-ı Hak, biz insanları kendisine kulluk etmemiz için yaratmıştır. En geniş anlamıyla bu kulluk “Allah’ı tanımak, sevmek, O’na iman etmek ve emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmaktır.” Rabbimiz bu İlahî muradı için de insanların içerisinden onlara marziyat-ı İlahiyeyi gösterecek, onlara örnek olup rehberlik edecek bir ümmet olarak da “Ümmet-i Muhammed (sav)’i” göndermiştir. Yani alemşümûl bir anlam ve değer ifade ettiğini hatırlayarak şunu söylemeliyiz ki; Ümmet-i Muhammed (sav), kıyamete kadar gelecek olan insanlar için gerçek bir örnek olma özelliği taşımaktadır. Cenab-ı Hak, Âl-i İmran Suresi 110. ayette şöyle buyurur: (Ey ashâb-ı Muhammed! Siz,) insanlar(ın iyiliği) için (ortaya) çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz; iyiliği emreder, kötülükten men’ eder ve Allah’a îmân edersiniz! Bu ayetin işaret ettiği “hayırlı ümmet” ifadesini her asırda yaşatan ve ona hayat veren bir topluluk, Ümmet-i Muhammed (sav) içinde hep olmuştur ve olacaktır. Yani her asırda milyonlar münevver meyveler veren bu nuranî ağacın tohumu, her asırda rahmet-i İlahiye tarafından korunacak ve muhafaza edilecektir. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), Hz. İmran’dan (ra) rivayet edilen bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuşlardır: “Ümmetimden bir taife, kendilerine düşmanlık edenlere galib oldukları halde Hak üzerine mücadelede devam ederler. Hatta onların sonuncusu Mesih Deccal ile harp eder.” (Ramuz El-Ahadis, 472) Hz. Muaviye b. Kirra (ra)’dan rivayet edilen bir başka hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuşlardır: “Ümmetimden bir taife kıyamet kopuncaya kadar yardım görmekte devam eder. Kendilerini terk edenlerin ayrılmaları da onlara bir zarar vermez.” (Ramuz El-Ehadis, 472) Yine bir hadis-i şeriflerinde Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadırlar: “Ümmetimden bir taife, hak üzere cihattadır. Kıyamete kadar galip olarak devam eder.” [İbn Asakir] Bu ifadelerden de çok net bir şekilde anlaşılıyor ki; her asırda, her zamanda veya her devirde “Allah’ın rızası üzere bir topluluk, bir taife ya da bir cemaat mutlaka bulunacaktır. Ümmet-i Muhammed’in(sav), devasa nuranî ağacının tohumu ve çekirdeği hükmünde bir topluluk, o ümmetin ruhunu, istikametini, kuvve-i maneviyesini ve belki de en mühimi Cenab-ı Hakk’ın yeryüzündeki rızasını, “umut” ve takdirini yaşatmaya medar ve makbul bir vesile olacaktır. Öyle ki, ümmetin sıkıntı, mihnet ve kürbet zamanlarında onlar için bir nur kılınıp Ümmet-i Muhammed (sav)’in yolunu aydınlatıp bulmalarını temin edecek bir topluluktur bu. Onların, ihlas ve sadakat içinde Kur’an ve Sünnete bağlılık içinde yaşamaları Müslümanlara ilham ve feyiz verecek ve en karanlıklı zamanlarda sergileyecekleri dirayetli tutumları ile müminlere cesaret takviyesi yapacak ve Allah’ın (cc) rızasından başka hiçbir şeye talip olmamanın faziletine canlı birer numune olacaklardır. Yaşadıkları asrı en doğru bir şekilde okuyarak, müminlerin ihtiyacı olan hususları tespit edecek, yapılması gereken hizmetin en doğru ve en makbul şeklini ihdas edeceklerdir. “Sizden hiçbir ücret (karşılık) istemeyene uyun ki, gerçek hidayete erenler onlardır.” (Yasin Suresi, 21) ayetine tam masadak olarak Peygamberlerin (sav) alkışlayacağı bir mazhariyete kavuşacaklardır. Tohumun vazifesi, kendisine yazılan programa sadakattir. Tohumun vazifesi, kendisine bu yazıyı “Yazana” sadakattir. Zira Yüce Allah, omuz omuza vererek, îsâr mesleğinin sırrına mazhar olup, o şerefli hizmete talip olacak ve tüm ömürlerini hakâik-i imaniyeye ve esrar-ı Kur’aniyeye feda edecek kahramanları her asırda özenle seçecektir. Onlar da omuzlarına yüklenen bu ulvi vazifenin tam bir “ihsan-ı İlahî” olduğunu bilerek yaşayacaktır. Sözlerimize Bediüzzaman Hazretlerinin şu manidar ve müjde dolu sözleri ile son verelim: “Hak neşv ü nema bulacaktır; eğer çendan toprakta gizlense... Ve taraftar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır; eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar... [Muhakemat] El hükmü lillah…
Nerede olduğunu bilmeyen bir insanın ne yapacağını bilmesi de mümkün değildir. Mesela bulunduğunuz yer uçsuz bucaksız bir çöl ise orada tarım ile uğraşmak mantıklı değildir. Onun için bulunduğunuz yerin bir çöl olduğunu ve orada tarım yapılamayacağını bilmeniz gerekir. Bir yerden başka bir yere giderken geçici bir süreliğine konaklamakta olduğunuz otelde ise, bir ömür geçiremezsiniz. Adı üstünde; otel. Metodolojik bir şekilde düşünüldüğünde, karşımıza çıkan gerçeklerin bize verdiği mesajları anlamak hiç de zor olmayacaktır. Bulunduğu yeri tanımlayamayan ya da yanlış tanımlayan insanların, ömür sermayelerini doğru yatırım alanlarına yönlendirememeleri kaçınılmazdır. Şimdi bu zaviyeden gönderilmiş olduğumuz ve takdir edilmiş bir müddet boyunca içinde kalacağımız dünyaya bir bakalım. Arapça’da kelimeler erkek ve dişi olarak ikiye ayrılır. Bu sınıflamaya göre “dünya” kelimesi “dişi” bir kelimedir. Dünya kelimesi yine Arapça’da “denaa” kelimesinden türetilen manası “alçak” olan bir kelimedir. Yapı olarak “dişi”, anlam olarak da “alçak” olan dünyayı doğru anlamalıyız. Neden dişi? Çünkü dünyanın doğurgan bir yönü vardır. Ahiret ile ilgili süreci, dünya hayatı doğuracak ve netice verecektir. Çünkü aldatıcı olma hali daha çok bir “dişil” haldir. Çünkü dişi kimlik, tüm canlılığa ve hayata şefkat ve merhamet dolu bir beşiktir. (Dişilik ve şefkat bağı) Çünkü daha çok duygularımıza hitap eden yönü vardır. (İnanırız, severiz, güveniriz, aldanırız) vs. Neden alçak? Çünkü ebedi hayatla yan yana konduğunda çok alçak bir durum ve duruş içindedir. Çünkü gafletteki kimseler için ebedi hayatın önündeki bir engel gibidir. Çünkü kalleşlik yapmaya ya da kalleşliğin yapılmasına uygun bir yerdir. Çünkü ona güvenen ve bel bağlayan herkes yanılmıştır. Daha da detaylandırabileceğimiz bu konuda, yavaşça merama geçsek iyi olur diye düşünüyoruz. Bulunduğumuz koordinatların ne anlama geldiğini bilmeliyiz. Bilmeliyiz ki doğru planlar ve doğru hedefler edinebilelim. “Dünya geldiğimiz yer değil, geçtiğimiz yerdir.” (Tolstoy) Geçmekte olduğu yere, geldiği yer muamelesi yapan insanların doğru hedefleri olamaz. Mesela Ankara’dan İstanbul’a giderken yol üzerinde uğramış olduğumuz bir dinlenme tesisinde, yerleşik bir hayat hayali kurmak yalnızca bir yanılgıdır. Dünya; ahirete giderken rotamız, varış noktamız ahiret iken geçtiğimiz bir yerdir. Geçtiğimiz yerde, yerleşmeye çalışmak veya buradan hiç ayrılmayacakmışız gibi sımsıkı sarılmak, günün birinde ayrılmamız kaçınılmaz olan dünya ile derin bir gönül bağı kurmak, akıllı insanların tercihi olamaz. Bir gün katiyen ayrılacağı şu dünyaya çok kuvvetli bir muhabbetle bağlanan kişi, dünyadan ayrılma vakti geldiğinde ziyadesiyle zorluk çekecektir. İmar izni olmayan bir yere ev yapan, zarar eder! Zemin etüdü neticesinde, hiç de sağlam olmayan bir yere konut yapılmasına devlet izin vermez. Çünkü risk vardır ve can güvenliği tehdit altındadır. Tıpkı bunun gibi, hiç durmadan dönen (sabit olmayan) bu dünyaya yerleşmeye ve orada ebedi kalmak isteyen insana hayret etmemek mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında, “dünyanın imar izni yoktur”. Tehlikeli madde! Ateşle yaklaşma! Bazı araçların ya da bazı yerlerin üzerinde bu uyarı yazısını görürüz ve tedbir alırız. Çünkü uyarılar bir üst bilincin bir başka bilince yönelik mesajlarıdır. Bu uyarıyı dikkate ve ciddiye almayan, bunun bedelini canı ile ödeyebilir. Aynen bunun gibi, dünyaya ve dünyadaki zevklere baktığında “fanidir, hevesle yaklaşma!”yazısını ve uyarısını görmeyen hata eder. Bunun bedelini ise ebedi hayatı ve ebedi nimeti kaybederek öder. Dünyanın bu tehlikeli ve aldatıcı yanını gören kimse, elbette dünya ile ilgili planlarını ve kariyer hedeflerini, dünyanın geçici bir yer olduğu gerçeğinden hareketle yapar ve kaybetmez… Ne dünyada ne de ahirette… Yaşadığımız yeri anlamlandırmak zorundayız. Anlamak zorundayız. Yaşadığımız yerin anlamını bilmezsek, bunun ile birlikte çok daha önemli ve değerli şeyler kaybedebiliriz. Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, 32. Söz Risalesinde dünyanın bu üç yüzünü ayrı ayrı izah etmekte ve bu yüzlere karşı müminlerin takınması gereken tavrı beyan etmektedir. Oradan istifade ile deriz ki; Bu üç ayrı yüze karşı, bu bilinç ve itikat ile geliştireceğimiz tutumlar, bize kazandıran tutumlar olacaktır. Bu üç yüzün ilk ikisini sevmek ve ona ilgi göstermek zararsızdır ve kazandırır. Üçüncü yüz ise uzak durmamız ve belki de tel’in edilmesi gereken yüzdür. Dünyanın birinci yüzü; Allah’ın isimlerine bakar. İlahi isimlerin yansıma bulduğu bir aynadır. Biz dünyanın bu yüzü sayesinde Yaratıcımızın ne kadar güzel özelliklere sahip olduğunu anlama imkânı bulmaktayız. Yani O’nun ne kadar şefkatli, ne kadar kudretli, ne kadar âlim olduğunu bu yansımalarla anlıyoruz. Bu yüz çok zevkli bir tefekkür aynasıdır. Dünyanın bu yüzü de sevilmeye değer. Dünyanın ikinci yüzü; ahirete bakar. Onun tarlasıdır. Ebedi hayat, cennet ve cennet nimetleri ve en önemlisi Rabbimizin rızası ve memnuniyeti burada kazanılır. Dünyanın bu yüzü de sevilmeye değerdir. Dünyanın üçüncü yüzü; nefsin ve egonun isteklerine yöneliktir. Dünyanın bu yüzü insanın sınır tanımayan istek ve hırslarına, tatmin olmayan ve doymayan zevklerine ve ıslah olmayan hâkimiyet duygularına hitap eder. Dünyanın bu yüzüne kanan insan, dünyanın anlam ve hikmetine karşı kör kalır ve derin bir aldanış kuyusuna düşer. Dünyanın daha çok insan bedenine ve onun kuvve-i şeheviyesine hitap eden bu yüzü, insanı gafil ya da fasık hale getirir. Dünyanın bu yüzü sevilmez. Dünyaya baktığında bu üç yüzü de ayrı ayrı görebilen insan, bilinç ve iradesini Allah’a yaklaşmak adına kullanırsa aldanmaz, kanmaz ve ebedi âlemde yanmaz. Esselam Meni’t-tebea’l-Hüda…
Bediüzzaman, toplum hayatının anarşiden kurtulması için 5 esasın toplumda hâkim kılınmasının zaruri olduğunu ifade eder. O beş esasın birincisi hürmet, ikincisi merhamet, üçüncüsü haramdan çekinmek, dördüncüsü emniyet, beşincisi serseriliği bırakıp itaat etmektir. Kamu düzenini bozmak, kargaşa çıkarmak, bozgunculuk yapmak gibi anlamlara gelen terörün bütün çirkinliğiyle kendini gösterdiği bir dönemden geçiyoruz. Anarşi ve terör hadiseleri, her ne kadar sosyal birer hadise iseler de, beslendikleri yer, ateizm ve dinsizlik fikri olduğu için, aynı zamanda imanî ve itikadî meselelerle de yakın alâkaları vardır. Bu sebepten dolayı, Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un pek çok yerinde bu önemli ve dehşetli meseleyi ele almıştır. Anarşinin mahiyeti, sebepleri, sonuçları, def etmenin yolları ve bu bağlamda Risale-i Nur’un vazifesi gibi konular külliyatta çoklukla kendine yer bulmuştur. Biz bu çalışma ile, Bediüzzaman Hazretlerinin külliyâtın farklı yerlerinde geçen terör ile ilgili beyanlarını (bu kelime Risale-i Nurlarda anarşi kelimesi ile ifade edilecektir) ara başlıklar altında toplayıp, bu güncel meselenin önemine ve kurtuluş çaresine nazar-ı dikkatleri celb etmek istiyoruz. Anarşizm Fikrinin Beslendiği Kaynaklar Bediüzzaman Hazretleri, 1789 Fransız İhtilâli’nin sırasıyla önce hürriyetçilik, sonra sosyalizm daha sonra da bolşevizmi ortaya çıkardığını ve bu sosyal inkılâpların mukaddes değerleri tahrip ederek sonuçta anarşiyi doğurduğunu şöyle ifade eder: “Evet, ihtilâl-i Fransevîde hürriyetperverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrib ettiğinden, aşıladığı fikir bilâhere bolşevikliğe inkılab etti. Bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiyeyi ve kalbiyeyi ve insaniyeyi bozduğundan, elbette ektikleri tohumlar hiç bir kayıt ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insanları gâyet dehşetli, gaddar canavarlar hükmüne geçirir, daha siyasetle idare edilmezler.”1 Yine Bediüzzaman, mutlak küfür anlamına gelen küfr-i mutlakın anarşizmi netice verdiğini şöyle ifade eder: “Ben elli-altmış senedir küfr-i mutlaka karşı imana hizmet etmek ve küfr-i mutlakın neticesi olan anarşilikten milleti kurtarmak için bütün kuvvetimle iman hizmetindeki ihlasın neticesi olan asayişi muhafaza ile...”2 Anarşizm Fikrinin Yayılma Zemini Bediüzzaman Hazretleri anarşi ve terör fikrinin, kolayca yayılma zemini bulduğu yerlerin sosyal dokusunu tahlil ederken, bu yerlerin dört özelliğe sahip yerler olduğunu ifade eder. Birincisi, zulüm görmüş insanların yaşadığı yerler olmaları. İkincisi, nüfusça kalabalık yerler olmaları. Üçüncüsü, medeniyette ve hâkimiyette geri kalmış/bırakılmış yerler olmaları. Dördüncüsü de, çalıp yağmalayan çapulcu kabilelerin bulunduğu yerler olmaları.3 Bediüzzaman’dan ‘Anarşist’ Kavramına Farklı Bir Bakış Anarşist deyince akla kamu düzenini bozan, kargaşa çıkaran bozguncu kimseler gelir. Ancak maddî olarak bozgunculuk yapmasa da sözleriyle, duruşuyla ve haliyle maddî anarşistler kadar bozgunculuk yapmak da mümkündür. Manevî anarşist de diyebileceğimiz bu kimseleri, Bediüzzaman Hazretleri şöyle tarif eder: “Muhali (imkânsızı) talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerratı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet, tamamıyla masum olamaz. Demek nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına tereccühüdür. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle âdemlere, anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi (Allah etmesin) bin sene yaşayacak olsa, âdeta mümkün hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrib ile o sureti bozmaya çalışacak.”4 Müslüman Dinden Çıkarsa Anarşist Olur “Bir insanın kalbine iman nuru girdiği zaman güzel ahlâkta, kemalâtta, fazilette adeta çok yüksek bir kulenin zirvesine çıkmak gibi bir vaziyet kazanır. Bütün güzel hasletleri ve değerleri Hazret-i Muhammed’den (asm) öğrenir. Fakat bir Müslüman İslâmiyet dairesinden çıkacak olsa, mürted ve anarşist olur. Adeta o yüksek kemalât ve fazilet kulesinin tepesinden aşağı düşer ve ortada tutunacak hiçbir yer bulamaz. Toplum hayatını zehirleyen bir unsur olur. Çünki anarşi hiçbir hakkı tanımaz. İnsaniyet seciyelerini, canavar hayvanların seciyesine çevirir.”5 “Bir Müslümanın İslâm’dan çıkıp, başka bir dine geçmesi, mesela Hristiyan veya Musevî olması mümkün değildir. Çünki bir Hristiyan Müslüman olsa, İsa Aleyhisselâm’ı daha ziyade sever. Bir Musevî Müslüman olsa, Musa Aleyhisselâm’ı daha fazla sever. Fakat bir Müslüman, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; adeta ruhu ölür. Vicdanı bozulur, sosyal hayata bir zehir olur.”6 Bediüzzaman, bu tespitlerden sonra şöyle der: “İnşâallah, Maarif (eğitim) ve Adliye vekilleri (bakanları) gibi sair erkânlar da bu ehemmiyetli hakikatı tam anlayacaklar. Sağ-sol tabiri yerine, hak ve hakikat ve Kur’ân ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-i mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmağa çalışmalarını rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz ve rica ediyoruz.”7 Risale-i Nur Anarşiye Karşı Sedd-i Zülkarneyn Gibidir Kur’an’ın semavî ifadesiyle ‘Ye’cüc ve Me’cüc’ diye isimlendirilen Moğol, Mançur, Tatar ve Kırgız kabilelerinden oluşan bozguncu ve yağmacı kabileler, tarihte pek çok defa beşer medeniyetlerini ve şehirlerini yakıp yıkmışlar. Öyle ki, bu çapulcu ve bozguncu kabilelerin istilâlarını engellemek için Hazret-i Zülkarneyn, dünyanın yedi harikasından biri olan Çin Seddi’ni inşa etmek zorunda kalmıştır.8 Bediüzzaman Hazretleri, aynen Ye’cüc ve Me’cüc anarşisine karşı Hazret-i Zülkarneyn’in set yapması gibi Risale-i Nur Talebeleri’nin de anarşizme karşı Kur’ânî bir set tesis ettiklerini şöyle ifade eder: “Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî tesisine çalışıyoruz.”9 “Hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gâyet sarsılmış. Bazı yerlerde gâyet elîm ve bîçare ihtiyarlar ve peder ve vâlideler hakkında dehşetli neticeler veriyor. Cenab-ı Hakk’a şükür ki; Risale-i Nur bu müdhiş tahribata karşı, girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneyn’in tahribiyle, Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi; şeriat-i Muhammediye (asm) olan sedd-i Kur’ânî’nin tezelzülüyle de Ye’cüc ve Me’cüc’den daha müthiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.”10 Hariçten Gelecek Anarşizm ve Dahilden Gelecek Nefrete Karşı Risale-i Nur İslâm âlemine yaklaşık 400 sene maddî ve manevî liderlik yapmış olan Türk Milleti, şanlı Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla maddî ve manevî pek çok sarsıntılar geçirmiştir. Sahipsiz kalan İslâm milletleri de, imamesi kopan tesbih taneleri gibi dağılıp batılı devletlerin sömürgesi konumuna gelmişlerdir. 1915’de Rusya’da ihtilâl yapan ve bütün dünyaya bir bulaşıcı hastalık gibi yayılan komünizm fikri, hususen 1940’lardan itibaren Anadolu’yu da ciddi tehdit eder bir seviyeye ulaşmıştır. Anadolu coğrafyası, özellikle de 1925-1950 seneleri arasında, kelimenin tam manâsıyla tek partinin mutlak istibdadı altında kalmıştır. Bütün mukaddes değerlere müthiş saldırıların olduğu ve müthiş bir manevî susuzluğun yaşandığı bu dönem, mazisi İslâm’a hizmet uğrunda kahramanlık destanlarıyla dolu necip bir milletin başına gelebilecek en kara bir dönemdi. Çünkü; kuzeyden çıkan ve bulaşıcı bir veba gibi istilâ etmeye çalışan dinsizlik fikri hariçten saldırırken, dahilde de yüzünü batıya ve onların değerlerine çeviren, İslâm milletlerine sırtını dönen siyasi irade ve yüzüstü bırakılan İslâm milletleri ve onların gücenikliği, ithamları, mazlumiyetleri ve bize olan nefretleri. İşte kısaca resmetmeye çalıştığımız bu dönemde, Bediüzzaman ve talebeleri, her türlü yıldırma, bıktırma, korkutma ve vazgeçirme politikalarına maruz kalmalarına rağmen Risale-i Nur’u neşretmeye çalışarak memleketin istikbalinin iki büyük tehlikesinin bertaraf edilmesine hizmet ediyorlardı. Bu iki dehşetli tehlikenin neler olduğunu Bediüzzaman’ın lisanından dinleyelim: “Biz, Risale-i Nur’la, bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini def etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emarelerle, hattâ mahkemede de kısmen isbat etmişiz. Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeğe çalışan anarşiliğe karşı set çekmek. İkincisi: Üç yüz elli milyon Müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.”11 Yine aynı konuyla ilgili bir başka yerde Hazret-i Üstad şöyle der: “O dehşetli beladan birisi: Hristiyan dinini mağlup eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı manevî istilasına karşı Risale-i Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî vazifesini görebilir. Ve âlem-i İslâmın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi. Ben dünyanın halini bilmiyorum, fakat Avrupa’da istilakârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kale olduğu gibi; âlem-i İslâm’ın ve Asya kıtasının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeğe vesile olan bir mucize-i Kur’âniyedir. Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab ederek resmî neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsun.”12 Yine konuyla ilgili bir başka ifadesi de şöyledir: “Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-i mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’ân’a ve hakaik-i imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle isbat ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-i mutlak altındaki anarşiliğe mağlub olup, âlem-i İslâmın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden (kuzey doğudan) çıkan dehşetli ejderhanın (komünizm) istilâ etmesine sebebiyet verecek.”13 Anarşizme Karşı Ancak İttihad-ı İslâm Dayanabilir 1950’de Demokrat Parti tek başına iktidar olmuştur. O yıllarda Bediüzzaman Hazretleri yazdığı bir mektubunda, hem Demokratların iktidarlarının devamının temini hem de milletin memnuniyeti için şöyle bir hatırlatmada bulunmuştur: “Şimdi milletin arzusuyla şeair-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çare-i yegânesi; ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır. Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mani olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil; belki muhtaçtırlar. Çünki komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik; doğrudan doğruya anarşistliği intaç ediyor. Ve bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikata binaen Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikata istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.”14 Ahirete İman Toplum Hayatında Hükmetmezse Meydan Anarşistlere Kalır “Hem her bir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse; güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî asayiş ve insaniyet altında, anarşilik ve vahşet manâları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamağa başlarlar.”15 Bediüzzaman’dan Siyasetçilere “Hem ehl-i siyasete hiç münasebetimiz olmadığı halde, kat’î bilsinler ki; bu memlekette, bu asırda, milleti anarşilikten, tereddi ve tedenni-i mutlakadan kurtaracak yegâne çaresi, Risale-i Nur’un esasatıdır.”16 Anarşiden Kurtulmak İçin Gerekli Olan 5 Esas Bediüzzaman, toplum hayatının anarşiden kurtulması için 5 esasın toplumda hâkim kılınmasının zaruri olduğunu ifade eder. O beş esasın birincisi hürmet, ikincisi merhamet, üçüncüsü haramdan çekinmek, dördüncüsü emniyet, beşincisi serseriliği bırakıp itaat etmektir.17 Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’un hedef ve maksadının ahiret olmakla beraber, sosyal hayata baktığı zaman ise bu 5 esası kuvvetli ve kudsî bir surette sağlam bir şekilde yerleştirerek asayişin temel taşını muhafaza ettiğini ifade eder.18 Nur Talebeleri Anarşiye Karşı Manevî Bir Zabıtadır “Evet komünist perdesi altında anarşistliğin, emniyet-i umumiyeyi bozmağa dehşetli çalışmasına mukabil, Risale-i Nur ve şakirdleri iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müdhiş ifsadı durduruyorlar ve kırıyorlar ve emniyet ve asayişi temine çalışıyorlar ki, memleketin her tarafında pek çok kesrette bulunan Nur talebeleriyle, bu yirmi sene zarfında alâkadar olan üç-dört mahkeme ve on vilâyetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair hiçbir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş. Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: “Nur talebeleri manevî bir zabıtadır. Asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkikî ile; Risale-i Nur’u okuyan her âdemin kafasına bir yasakçıyı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.”19 “Risale-i Nur’un, siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-i mutlakı kırdığı için, küfr-i mutlakın altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti ve asayişi ve hürriyeti ve adaleti temin eder.”20 1920’lerde Yaklaşan Anarşi Tehlikesi ve Bediüzzaman’ın Feraseti Bediüzzaman Hazretleri’nin en mümtaz özelliklerinden birisi de, Kur’ân ve hadisten aldığı dersle zamanın ruhunu çok iyi okuyup, manevi mücahedesini ona göre yapmasıdır. Hazret-i Üstad’ın tarihçe-i hayatında bunun pek çok örnekleri vardır. Onlardan birisi de 1920’lerin sosyal ve siyasi havasını çok iyi tahlil etmesi ve yaklaşmakta olan büyük bir anarşi tehlikesini fark ederek, bunu 1943’te Denizli Mahkemesi’nde yaptığı destansı savunmasında mahkeme riyasetine mükemmel bir şekilde beyan etmesidir. Şöyle ki: “Evet, eski terbiye-i İslâmiyeyi alan yüzde ellisi meydanda varken ve an’anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterdiği halde, elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmareye tâbi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek kuvvetli ihtimalin düşüncesi ve o belaya karşı bir çare taharrisi yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan men’ettiği gibi, Risale-i Nur’un hem şakirdlerinin de bu zamana karşı alâkalarını kesmiştir.”21 Risale-i Nur Hizmetinin Hiçbir Cereyanla ve Dünyevî Maksatla Alâkası Yoktur Üstad Hazretleri bu konuda şöyle beyan etmektedir: “Bütün sırlarım ve sa’yim (çalışmalarım) ve gâyem ve maksadım ve Risale-i Nur’un en ehemmiyetli hizmeti; (milletimizi) küfr-i mutlaktan kurtarmak ve muhafaza etmek ve bu mübarek milletin hayatını anarşilikten ve mevtini idam-ı ebediden halâs etmek ve ölümü terhis tezkeresine çevirmektir. Bu vazifede lüzum olsa değil yalnız bu hayatımı belki hayat-ı uhreviyemi dahi feda etmeye azmetmişim. Evet mâdem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Elbette bu ihlâs hakikatına dayanan bu vazife, her hizmetin fevkindedir. Ve bu ihlâsı muhafaza için hiçbir cereyanla ve dünyevî maksadlarla kendimizi bulaştırmayız, bulaştıramayız.22 Kaynaklar: 1- Şualar, c. 1, s. 812- Emirdağ Lâhikası, c. 2, s. 1353- Şualar, c. 1, s. 814- Mektubat, c. 2, s. 1135- Emirdağ Lâhikası, c. 2, s. 1096- Emirdağ Lâhikası, c. 2, s. 1657- Emirdağ Lâhikası, c. 2, s. 398- Lem’alar, s. 1109- Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 1910- Kastamonu Lâhikası, s. 9711- Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 8412- Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 6813- Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 14714- Emirdağ Lâhikası, c. 2, s. 1415- Asa-yı Musa, s. 3416- Kastamonu Lâhikası, s. 8517- Şualar, c. 2, s. 918- Şualar, c. 2, s. 919- Lem’alar, s. 27520- Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 8321- Şualar, c. 2, s. 6522- Şualar, c. 2, s. 72
Memleketimiz zorlu fakat inşallah neticesi iyi olacak bir süreçten geçiyor. Bu süreci en hayırlı bir şekilde atlatmak, bu vatanın evlatları olarak hepimizin muradıdır. Bu süreçte herkesin üzerine düşen vazifeler olacaktır ve herkes üzerine düşeni yapmadığı müddetçe -istenilen netice alınsa bile- zaman uzayacaktır. Tek tek üzerimize düşen vazifeleri anlatmak niyetinde değilim. Burada balıktan bahsedeceğim; daha doğrusu balığın başından. Atalar ne demiş: “Balık baştan kokar!” Ya da “Baş başa baş da şeriata bağlıdır!” Bediüzzaman Hazretleri 1921’de milletvekillerini muhatap alarak bir beyanname neşretmiştir. Son derece öneme haiz olduğu ve önümüzde bir seçim sürecinin de varlığı bu beyannameyi tekrar hatırlamamıza ve dergiye taşımamıza vesile oldu. Madem yeni bir kurtuluş savaşı veriyoruz. Madem yeniden silkinip kendimize geliyoruz / geleceğiz. O zaman temel dinamikleri doğru tespit etmeliyiz. Ki netice de doğru çıksın. Bediüzzaman Hazretleri bu beyannameyi 94 sene önce neşretmiş olsa da doğrular ve esaslar değişmiyor. Bölgenin kaderini tayin eden temel unsurlar aynı. Kökeni tarihi ve kaderi perspektifte olan bir meselenin çözümünü uzakta veya konjonktürde aramak da bizi selamete çıkarmaz. Son döneminde güzel günler ve gelişmeleri de yaşayan ülkemize elbette esasa dair olan pencereden bakmak ve çözümü orada aramak mecburiyetindeyiz. Dış görünüş, maddi yön ve donanımın muhakkak bir hakikati var, fakat esas olan iç, ruh ve yazılım ise çözüm de bunların ihtiyacına göre olacaktır. Aşağıdaki beyanda da net görünen odur ki, bu vatan toprakları üzerinde ve şahs-ı manevisi içerisinde olan hiç kimse kendi namına ve nefsi için hareket edemez. Coğrafyanın ifade ettiği mana ve kaderin hüküm sürdüğü gerçekleri göz ardı edemez. Problem çözecek olan da bu manayı anlamadan hüküm sahibi de fiil sahibi de olamaz. Olursa ya da olmaya kalkarsa da ancak başa bela olur. Mevzubahis beyanı aynen aşağıya alıyorum. Fakat aralarda bazı değerlendirmeler gireceğimi bilmenizi isterim. 1339 tarihinde, Meclis-i Mebusana hitaben yazdığım bir hutbenin suretidir. بِسْمِ اللّهِالرَّحْمٰنِالرَّحِيمِاِنَّالصَّلَوةَكَانَتْعَلَىالْمُومِنِينَكِتَابًامَوْقُوتًا Ey mücahidîn-i İslâm! Ey ehl-i hall vel-akd! Bu fakirin bir meselede birkaç sözünü ve birkaç nasihatini dinlemenizi rica ederim. Evvelâ: Şu muzafferiyetteki harikulade nimet-i İlahiye bir şükür ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa nimet şükrü görmezse gider. Mademki Kur’an’ı, Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur’an’ın en sarih ve en kat’î olan salât gibi bir feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Ta onun feyzi böyle harika surette üstünüzde tevali etsin, devam etsin. Allah’ın yardımıyla gelen bir başarı var. Eğer devamı isteniyorsa şükrü gerekir. Şükür, nimetin cinsinden olmalı. Yani başarı neye binaen gelmişse o hal ve fiil üzere olmak lazım gelir. Dikkat edilirse Bediüzzaman Hazretleri başarıyı Allah’ın yardımıyla ve Kur’an’ın namına olduğunu ifade ediyor. Taraflar böyle kabul etmese de esas olan budur. O zaman işin başında olanlar, Allah’ın emri ve Kur’an’ın hükmünü yani namaz kılmayı yerine getirmeliler. Değilse yeniden aynı hallere düşersiniz. Çünkü siz, İslam olmuş ve onun şahs-ı manevisini üzerinde taşıyan bir vatan içerisindesiniz. Yaptıklarınız da o hesaba yazılacaktır. Siz ona uymazsanız, o size uymaz! Sâniyen: Âlem-i İslam’ı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler. Bütün ümmet Kur’an yurdunun selamete çıkmasına, düşmandan kurtulmasına sevindi. Size muhabbet eder, fakat kara kaşınız kara gözünüzden değil, İslam namına yaptığınız işten dolayı sever. Bu teveccühün devamını mı istersiniz, o zaman İslamiyet’in şeairine (namaz, hatt-ı Kur’an, ezan, kılık kıyafet vb.) sahip çıkın! Sâlisen: Bu âlemde evliyâullah hükmünde olan gazilere ve şehidlere kumandanlık ettiniz. Kur’an’ın evamir-i kat’iyesine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nuranî kafileye refik olmağa çalışmak, sizin gibi himmetlilerin şe’nidir. Yoksa burada kumandan iken orada bir neferden istimdad-ı nur etmeğe muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniye, şan ve şerefiyle öyle mergub bir meta değildir ki, sizin gibi insanları işba etsin, tatmin etsin ve maksud-ı bizzât olsun. Şöhreti yani tanınıp bilinmeyi sever misin? O zaman bu dünyada kendi nefsin adına ve geçici sevdalarla uğraşma! Bak, senin emrinde şehid olanlar cennetlere gittiler. Sen orada onlara arkadaş olmak istersen, Kur’an’ın emirlerine uy! Râbian: Bu millet-i İslâmiye cemaatleri her ne kadar bir cemaat namazsız olsa, fâsık da olsa yine başlarındakini mütedeyyin görmek isterler. Hatta umum Kürdistan’da umumen memurlar hakkında en evvel sordukları sual budur: Acaba namaz kılıyorlar mı? Eğer namaz kılarlarsa mutlak emniyet ederler; şayet kılmazlarsa, ne kadar muktedir de olsalar nazarlarında müttehemdirler. Bir zaman, Beytü’ş-Şebab aşairinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: Sebep nedir? Dediler ki: Kaymakamımız namaz kılmıyor, rakı içiyor. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz? Bu sözü söyleyenler de hem namazsız, hem de eşkıya idiler. Baş olmak kolay değildir. Başkasına emredip kendin azade olmak başta duranların işi olamaz. Hele bu memleketin insanına hizmet için meclisi dolduracaksan, emniyet telkin eden dindarlık, en evvel senin üstünde görülmeli. Dindar olmak suç değil, bilakis bu coğrafyanın ve memleketin insanının en önemli özelliğidir. Baştaki baş dindar olup Kur’an’ın emrine uymazsa gövde nasıl olacaktır? Hâmisen: Enbiya’nın ekserisi şarkta ve hükemanın ağlebi garbda gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen gider ya muvakkat olur veya sathî kalır. Konjonktür böyle. Dünya bizi bu tarafa savuruyor demek doğru olmaz. 90 senedir Avrupalılaşıyoruz, nereye geldik? Dünya ve ahiretimize ne katkısı oldu? Akıl doğruyu bulduktan sonra itaat ister. Kalbin ihtiyacını çözemeyen, hiç kimsenin derdine derman olamaz! Sâdisen: Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan firenkler dindeki kaydsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hatta diyebilirim ki, hasmınız kadar İslam’a zarar veren kimseler dindeki ihmalinizden istifade eden insanlardırlar. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmali a’male tebdil etmeniz gerektir. Görüyorsunuz ki, İttihadcıların harika azimleriyle sebat ve fedakârlıklarıyla beraber, şu İslâm’ın şu intibahına da bir sebep oldukları halde, bir derece dinde lâübalilik tavrını gösterdiklerinden, dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için hürmetlerini verdiler. Biz nasıl bu hale geldik? Yanlış halimizden dolayı elbette! Gol yediğimiz yerler yine bizimle ilgili eksiklerden kaynaklanıyor. Biz sağlam olsak, hiç açık kapı bırakmasak şeytanlar aramıza girebilir mi? Camide safta halkına omuz vermeyen bir vekil, hangi meselesinde nasıl omuz verebilir ki halkına? Verse neye yarar? Laubalilik ve dinde gevşeklik fitneci ve dinsizlerin işine yarar. Bize zarar verir. Bizi düşünen bizden olmalı! Dindar ve Kur’an’ın emirlerine itat eder olmalı! Sâbian: Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslam’a hücum edip maddeten uzun zamandan beri galebe ettikleri halde, âlem-i İslam’a dinen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye, birer kemmiye-i kalile suretinde mahkûm kaldığı halde; İslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği şu zamanda, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen lâübaliyane, bir cereyan-ı bid’akârane, İslamiyet’in sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılab vari bir iş görmek, İslam’ın desatirine inkıyad etmekle olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuşsa da çabuk ölüp, sönmüş. Yürütülen savaşlardan en büyüğü ehl-i sünnet ve cemaate karşı olduğu halde bugüne kadar Allah bu bozuk fırkalara izin vermedi. Ayrılıkçı ve bozguncu fırkalar tutunamadı. Sizdeki / bizdeki gevşeklikten fırsat bulup gelen de yer tutamayacaktır. Yani din adına dindarlara zulmeden veya bozmaya çalışan hiç kimse dikiş tutturamadı, tutturamayacak. Gerçekten doğru ve güzel ve insanlığın faydasına iş yapmak, değişiklik istiyorsanız İslam’ın düsturlarına uyun! En köklü bünye dışı değişiklikler bile bu millet ve vatanın sinesinde yer bulamadı, bulamayacak inşallah! Sâminen: Za’f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmağa yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’âniyenin zuhura yakın geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfîce, tahribkârane iş ise, bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm zaten muhtac değildir. Hem bak! Avrupa can çekişiyor. Dini dünyevi sıkıntılarla boğuşuyor. Ne demişti Bediüzzaman Hazretleri, “İstikbal inkılabatı içinde en gür sada İslam’ın sadası olacaktır!” Sen bu vatanın evladı olan / olduğunu söyleyen, bu vatanın gerçeklerini görmezsen nasıl istikbale talip olabilirsin? Nasıl bu coğrafyanın insanına hizmet edebilirsin? Tâsian: Sizin bu İstiklal Harbindeki muzafferiyetinizi ve âlî hizmetinizi takdir eden ve sizi can u dilden seven, cumhur-ı mü’minîndir. Ve bilhassa tabaka-i avamdır ki sağlam Müslümandırlar. Sizi ciddî severler ve sizi tutarlar ve sizlere minnettardırlar ve fedakârlıklarınızı takdir ederler. Ve intibaha gelmiş en cesîm ve en müdhiş bir kuvveti sizlere takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur’âniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz maslahat-ı İslâm namına zarurîdir. Yoksa İslamiyet’ten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz Avrupa meftunu firenk mukallidlerini, avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslam’a münafî olduğundan, âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecektir. Derdimiz millet ve vatan olacaksa, bilelim ki bu millet dindardır. Avrupalılar ve onların mukallitleri teveccüh edilecek merkez olmamalı. Olursa ne olur? Bir zaman ekmeklerine yağ sürülür, aksi halde terör, sıkıntı, musibet kol gezer. Hem milletin adamı milletten olmalı. Yoksa denizdeki çer çöpün sahile vurduğu gibi, bir süre sonra millet ondan o da milletten kopmak zorunda kalır. Bu milletin içinde bahadır evlatlar çoktur. Kazandığınız teveccühün kıymetini biliniz. Bu da ancak milletle ve millet için olmakla olacaktır! Âşiren: Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa; hayatından vazgeçmiş, cesur bir divane lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmi dört saatte bir saati işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede, yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet ve tembellik sebebiyle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir. Hâlbuki feraizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalalete istinad eden tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmale ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus bu güruh-ı mücahidînin ve bu yüksek meclisin ef’âli taklid edilir. Kusurlarını millet ya taklid edecek veya tenkid edecektir; ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-ı ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatürü ve icmaı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden âdemlerle, hakikî ve ciddî iş görülmez. Başta demişti, halk namazsız da olsa başındaki dindar görmek ister. Çünkü emniyeti dindarlıkta bilir. Namaz zor geliyor, ya da ikna olamıyorsan 21. Söz’ü muhakkak okumalısın! Eğer sen milletten olmazsan, dindarlığı yaşantında ve efalinde göstermezsen her türlü kaybederiz. Fasık bir vekil, fıskı çoğaltır. Bu hepimize zarardır. Bugün bazı vekillerin saded dışı hal ve hareketlerine hep beraber şahit oluyoruz. Peki, kime faydası var. Teröre, karışıklığa ve yabancılara… Taklit edilmezsen tenkit edileceksin. Çünkü halktan değilsin. Baş başa, baş da şeriata bağlıdır. Arada itaat olmazsa birlik, beraberlik ve bütünlükten bahsetmek mümkün değildir! Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlînin şahsiyet-i maneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı da deruhte etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtac olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yı hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki meclis elinde bulunmayan ve meclis tarîkıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı isyana sebebiyet verecektir. İnşikak-ı isyan ise, وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا âyetine zıddır. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahıs, ancak ona istinad ile vezaifi deruhde edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise iyiliği de fenalığı da gayr-ı mahduddur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslam’ın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardım edersiniz. Şeairde tehavün, za’f-ı milleti gösterir. Za’f ise düşmanı tevkif etmez, teşci’ eder. İslam’ı görünür kılmak, namaz, ezan, İslam yazısı gibi bakıldığında İslam’ı hatırlatan unsurları öne çıkarmak bu memleketi temsil makamında olanların esas vazifesidir. Memleket ve milletimizin hatta bölgenin ve dünyanın selameti için 1 Kasım –önemli ve tarihi bir tarih olarak- önümüzde duruyor. Hadiste belirtilen güzel günleri hep beraber bekliyor ve hayırla gelmesini dua ediyoruz. Allah hepimize düşen vazifeyi hakkıyla yapabilmeyi nasib eylesin. Âmin. Ne diyelim: Allah başımızdakilerin başlarına akıl, kalblerine iman, hayırlı işlerinde muvaffakıyetler versin! حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ
“Ve Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin! Bil’akis (onlar) hayattadırlar, fakat (siz) anlayamazsınız.” (Bakara Suresi, 154. ayet) İnsanlığın hem maddî hem de manevî önderleri olan Peygamberlerin makamlarına hiçbir kul, çalışarak olsa dahi yetişemez. Ancak Allah yolunda öldürülerek şehadet şerbetini içen şehîdler, Peygamberlerle birlikte haşr olunacaklar ve onlardan sonraki en yüce makamın sahibi olacaklardır. Aslında, Bakara Suresinin 154. ayeti bile tek başına şehîdlerin makamlarını anlamak için bize kâfidir: “Ve Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin! Bil’akis (onlar) hayattadırlar, fakat (siz) anlayamazsınız.” Mektûbât Mecmuasının Birinci Mektubunda Bedîüzzaman Hazretleri, bir manada bu ayetin tefsirini yapmıştır: “Dördüncü Tabaka-i Hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’ân ile, şühedanın ehl-i kubûrun fevkınde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyeviyelerini tarîk-i hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hakk kemâl-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerini daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar. Kemâl-i saadetle mütelezziz oluyorlar. Ölümdeki firâk acılığını hissetmiyorlar.” Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği nimetlerin içinde en başta geleni ruh ve hayat sahibi olmamızdır. En değerli varlığı olan hayatını, Rabbi için feda eden insana da elbette ki en büyük mükâfât verilecektir. Bunun şuurunda olan herkes şehîd olmak ister. Ama şehadeti istemek, kurşunun önüne kendini atmak da değildir. Sonuna kadar mücâdele etmektir aslında. Şehîdlerin Seyyidi Hz. Hamza (ra) şehîd olmadan önce, yorulmak bilmeden kılıç sallamıştı, müşriklere karşı. Hakîkî Muzafferler Şehîdlerdir Hz. Âdem’in (as) oğlu Kabil, bir başka oğlu Habil’i şehîd ederken, Habil’i makamların en yükseğine çıkardığının farkında mıydı acaba? Ya da masum bir cana kıydığı için esfel-i sâfilîne düştüğünü hissedebilmiş miydi? Tarih boyunca savaşta veya barışta haksız yere birinin canına kıyan, yaptığı bu zulmün karşısında kendini muzaffer ve kazanmış zanneden zâlimler, hakikat noktasında en büyük yenilgiyi almışlardır. Asıl kazananlar ise, şehîd ettikleri ya da zulmettikleri kahramanlar ve masumlardır. Birinci Mektûbda da ifade edildiği üzere şehîdler, şehadetlerinin farkında değiller. Daha güzel bir yere gittikleri düşüncesindeler. Bu durumun, yakın tarihimizin en önemli muharebelerinden biri olan Çanakkale Zaferi sonrası anlatılagelenler de dâhil, bir çok örnekleriyle karşılaşıyoruz: Hâlâ savaşa devam ettiğini zannedip mevzisinde saklanmaya devam eden şehîd askerler, şehadetinin ardından savaşan askerlere manen yardım etmeye çalışanlar ya da mıntıka kontrolü yapan şehîd askerlerden meydana gelen manevî bölükler… Bedîüzzaman Hazretlerinin en yakın talebelerinden olup, Denizli Hapishanesindeyken şehîd olan Hafız Ali Ağabeyimiz de aynı şekilde şehâdetinin farkına varmadan tabir-i caizse manevî âlemde Risâle-i Nûr hizmetine devam ediyor. Bütün bu misaller de gösteriyor ki; şehîdler hayatlarını kaybettiklerinin farkında değiller. Ve aslında dördüncü hayat tabakasına geçtikleri için de ayette ifade edildiği üzere, bizim anladığımız manada “ölüler” olarak da nitelendirilemezler. Onlar, kıyamete kadar mütelezzizâne vakit geçirdikleri daha iyi bir âleme geçiş yapmış durumdadırlar. Bu hakikate binaen diyebiliriz ki; şehîdlerin şehadetlerine sebeb olan zâlimler, onların ne kadar yüksek bir makama çıkmalarını sağladıklarının farkına varsalardı, ne yaparlardı acaba? Ya da uğruna kan döktükleri ve kendi çaplarında önemli gördükleri değersizlikleri için bunca zalimliğe ortak olurlar mıydı?’ Zulme Zulümle Karşılık Verilmez Önümüzde Bedîüzzaman Hazretleri gibi bir örnek varken, bize yapılan hangi zulüm, bizi bir başkasına zulmetmeye yönlendirebilir. Bedîüzzaman Hazretleri, yirmiden fazla defa zehirlenmiş, her seferinde Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle, vefat etmemiştir. Yoksa bu zehirlenmelerin her birinin vefatla neticelenmemesi için hiçbir sebep yoktu. Zehirlenmelerin dışında, Bedîüzzaman Hazretlerine yapılan zulümler, işkenceler, tecridler ve hapislerin hiçbiri bırakın karşılık vermeye, onu beddua etmeye bile yönlendirmemiştir. Ama bu durum Üstâd’ı kalblerin fâtihi yapmış. Risâleleri ve davası tüm dünyaya yayılmıştır. Hâlâ onun müsbet hareket tarzını devam ettiren Nûr Talebeleri, tüm dünyada İslâm ve Kur’an davasını en güzel şekilde temsil etmektedirler. Bugün geriye dönüp baktığımızda, Bedîüzzaman Hazretlerinden bize müsbet hareket, hayırlı dua ve tertemiz bir hizmet geçmişi miras kaldığını görerek iftihar ediyoruz. Ancak sahte davalarının geçmişine dönüp baktıklarında, ağlayan analar, gencecik yaşta şehid olan yiğitler, bir hiç uğruna ölen kandırılmışlar ve zulmedilmiş bir coğrafya görenler; bu olanlarla iftihar edebilecekler mi? Ya da hangi dava bu kadar zulmü kaldırabilir?
Allah’ın yarattığı en mümtaz varlık olan insan, hem ferdi hem içtimai hayatta kendisi ile irtibatı bulunan her bir şeye bir kıymet, bir değer addeder. Değer tesmiye edilen bu rabıtaların kalplere ve zihinlere tesisini (temelleşip kökleşmesini) temin etmek için, öncelikle bunların yaratıcımızla olan bağına ihtiyaç vardır. Ancak bu şekilde “değer eğitiminin esasları” sağlam bir niyet ile tesis edilecek, “değer membaı” doğru olarak tespit edilecek, “şahsi ve içtimai hayata tesiri altına alan değişime kapı aralayan modellerle” değerlerin inkişafı sağlanacaktır. “Değer”lerin Tesisinde Doğru Niyet “ Niyet hayır akıbet hayır” “Değer erozyonu” tabiri birçok serzenişin, sitemin, şekvanın yansıması olmuştur. Özellikle eğitim sahasında birçok sıkıntının kaynağında değerlerin yıpranması ve kaybolması aranmıştır. Fakat kalp ve zihinlerin değerlerden mahrumiyeti göz ardı edilmiştir. Değerler, her şeyden önce sağlam temeller ve esaslar üzerine muntazaman ve hikmetle yerleştirilmelidir. Eğer “değer eğitiminin temelleri” atılırken yaratıcı ile bağ kurulup Allah’ın rızası esas alınabilirse bu yöndeki çalışmalar bir ruh kazanacaktır. Allah rızasının esas tutulmasıyla değer tesis edilmesine en güzel misal asrısaadettir. Farklı zamanlarda farklı şekillerde ortaya çıkan değer temayülleri özellikle asrı saadette “Rıza-yı İlahi”nin temerküz ettiği bir çerçevede şekillenmiştir. Allahın rızasını kazanma niyetiyle harekete geçen kalp ve ruhlar, bu doğrultuda olmayan hiçbir şeye itibar etmemiş ve kıymet ittihaz etmemiştir. Niyet böyle olunca bu kutlu zamanda fiil, sözlerde aranılan mikyas da yine “rıza” mikyası olmuştur. Günümüzde hayat sahnesinde ekseriyetle dünyalık çıkar ilişkilerine dayalı ölçüler revaç bulmuştur. “Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz” sözü mucibince niyet ve fikirlerdeki “fena mührü”, fiillere ve sözlere yansımıştır. Rağbet hep kırılacak cam parçalarınadır. Menfaatler hep mevt hududunun bir karış berisinde kalmaktadır. Öteye geçememektedir. Maalesef hâl böyle olunca zihinler maneviyata karşı yabanileşmiş, kalpler dünya hayatının keşmekeşliği içinde sersem olmuştur. Manevi gıdalardan mahrum kalınmış, uhrevi rabıtalar pamuk ipliğine dönüşmüştür. Dünya bağları ise sarsılmaz ve kırılmaz halatlara kalb olmuş, nefisler dizgini ele almıştır. Hâsılı, eğitim sahasında değerlerin doğru tesisi, çocuklarımızın (fidanlarımızın) eğitim ortamında (hasat toprağında) yetişmesi (neşvü nema bulması) cihetiyle çok büyük ehemmiyet taşımaktadır. Zira genç nesillerin meyil ve arzuları kendilerine eğitim vasıtasıyla sunulan değerler nispetinde tahrik olmakta, “müsbet veya menfi” renklerdeki değerlerle hayat rotası belirlenmektedir. Allah’ın rızasının bir niyet olarak kuvvetli bir şekilde kalplerde tesbiti ve tahkimiyle şahsi ve içtimai hayat “değerler kazanacak”tır. Gelecek iki dünya saadetini temin edecek rıza-yı İlahi ile ihya olan “değerler”e sahip dimağlar ile tenvir olacaktır. Dünyaları Cennet Kılacak “Değerler”in Tespiti “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fanî dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.” Her şey değişiyor ama insanın asli ihtiyaçları değişmiyor. Dünya yaratıldığından bu yana bedenlerin su, hava ve gıdaya ihtiyacı var. Kıyamete kadar da bu muhtaçlık sürecek. Aynı beden gibi kalplerin, latifelerin ve ruhların da manevi ihtiyaçları da arz-ı endam etmeye devam edecek. Değerler eğitiminden bahsediyorsak her bir değerin ilerideki netice ve gayesinde bu insanî özellik göz önünde bulundurulmalıdır. Değerler, asli ihtiyaçları karşılamayacak şekilde fıtrata muvafık bir tarzda tespit ve tertip edilmelidir. Değerlerin tespiti için bu nazarla fıtratımıza baktığımızda Halık-ı Zülcelal tarafından yerleştirilen “sonsuz yaşama (ebed) isteği” dikkatimizi çeker. Eğer bu fıtrî özellik sukut ederse geçici istek ve arzular bünyeleri istila edecek, o zaman değer addedilen her bir şey “fena patenti” ile sarmalanacaktır. Dünyanın fani ve çirkin yüzü, herkesin kendi özel dünyasına aksedecek, tehlikenin farkına varılamayacaktır. Her bir fert gerek şahsi gerek içtimai hayatta kendi yapmacık dünyasının büyüklüğünde bir zarar ve hüsranla karşılaşacaktır. Hâsılı, tespit edilen her bir “değer” insanın tahkiki ihtiyaçlarına cevap verebilmeli, fıtrî isteklerini tatmin edebilmeli, “dünyasını cennet kılacak” desteği sağlayabilmelidir. Hedeflenen “değerler” dünya ve ahiret hayatına uzanmadıktan sonra, ömre mana kazandırmadıktan sonra bad-ı hevadır. Değerin “değer kazanması” arzu edilen ve ihtiyaç duyulan şeylerin “beka” ile irtibatını sağlayacak mahiyette olmasıyla, insanı en iyi tanıyan ve bilen yaratıcısı ile bağ kurmasıyla mümkündür. Elbette çapı ve tesiri “iki dünya saadeti” olan değerler silsilesinin; genç nesli fert fert, fevc fevc ellerinden ve gönüllerinden tutarak düştüğü yerden kaldıracağı muhakkaktır. Bunu sağlayacak olan müessir ve müessis ise Kur’ân’dır. Onda, her biri elmas kıymetinde olan -değerini hiçbir zaman yitirmeyen- iman ve Kur’ân hakikatleri mevcuttur. Bu hakikatlerin meyveleri olan ahlaki değerler fert ve cemiyetin hayatını cennete çevirmeye kâfidir. “Değer Eğitimi”nde Model Olarak Önemli Bir “Değer” “Sünnet-i seniye, saadet-i dâreynin temel taşıdır ve kemâlâtın ma‘deni ve menbaıdır.” İnsan sevdiğine fıtraten benzemek ister, onun gibi konuşmak ve yaşamak ister. “Güzelliklerin taşınması” ve aktarılması için doğru modeller ortaya konulması bu bakımdan önemlidir. Şahsiyetlerin güzel teşekkül etmesi tahribatın kapısını kapamak için de şarttır. Değerlerin hayat sahnesinde teşhis edilmesine imkân sağlaması, güzel ahlak ve kötü ahlakı tefrik etmesi, değerleri tanzim ve tertip etmesi cihetleriyle de “model” çok önemlidir. “Değerler eğitiminin” inkişafı yönünden “sağlam ve yeterli model/modeller” ortaya koymak elzemdir. Doğru nazarla bakıldığında “fertlerin hayatlarının ihyası”nın dinin ihyası ile mümkün olduğu hakikati ve dini tebliğ eden Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) hayat tarzının bir model ve rehber olarak gerekliliği hemen hissedilecektir. Zira yaşadığı asrı cehalet asrından saadet asrına çeviren, insanların akıl ve kalplerini iman nuruyla tenvir edip onları beşeriyete muallim eyleyen “nebevi terbiye” ve “yaptığı büyük inkılab” güneş gibi ortadadır. Kalp, ruh ve aklı büyük ve derin yaralar alan insanlık elbette bu “Değer”e (asm) her zamankinden daha muhtaçtır. Hiç şüphesiz değer eğitimi “kalplerin sevgilisi, nefislerin terbiyecisi ve akılların muallimi” (asm)’dan nasibini alabildiği ölçüde muvaffak olabilecektir. Hâsılı, “değer eğitimi”yle çocuk ve genç yaştaki öğrencilere istenilen vasıflara sahip “değerler” sunulabilmelidir. Eğitime tabi olan dimağların kendileri de bir “değer” olarak kazanılabilmelidir. Asırları çiçek bahçesine çeviren, binlerce örnek şahsiyeti meyve veren Hidayet güneşi (asm), elbette tüm güzelliklerin kendisinde temerküz ettiği yegâne model ve rehberdir. Muhammed Mustafa’nın (asm) siret ve suretinin “dem ve damarlara işlercesine” talim edildiği “değer mektebinin” mezunlarının her birinin de “değer” olarak asrımızı gül bahçesine çevirecekleri muhakkaktır. Hulasa Hâlihazırda mevzu bahis olunan “değerler eğitimi”nin zahirde masum ve güler yüzlü olmasına bakılmamalıdır. Günümüz “değer eğitiminde” takip edilen usuller ve muhteviyat cihetiyle sıkıntılar olduğu gibi “modelleme” anlayışında da problem vardır. Ne kadar arzu edilse de kemiyeten ve keyfiyeten istenilen netice elde edilememektedir. Değerler eğitimi tesisinde “Allah rızası” niyetinin esas alınması, Kur’ân ve iman hakikatlerinin değer tespitinde kaynak ve dayanak kabul edilmesi ve İki Cihan Serveri Efendimizin (asm) hayatının yegâne değer hazinesi olarak itikad edilmesi bizim reçetemizdir.
Sevgili Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nurdaki kelimeleri Arapça sathi lügat manasında kullanmamıştır. Belki Kur’an-ı Kerim ve iman hakikatinin kâinat kitabındaki hadsiz delilleri, hüccetleri ve burhanlarını tasavvur ederek kullanmıştır. Risale-i Nurları tefekkürle anlamaya bir yol olması temennisi ile reşha kelimesinin lügat manası ve Risale-i Nur eserleri içinde reşha’ya yüklenen mana üzerinde durmak istiyorum. Reşha kelimesinin lügat manaları; damla, katre, ter, rutubet, yaşlıktır. Toprak kapların yazın sıcağında dışına verdiği rutubet manasında da kullanılır. Reşha kelimesi On Dokuzuncu Söz’de, Risalet-i Ahmediye risalesinin birbirinden farklı bölümlerinin başlıkları olarak kullanılmıştır; Birinci Reşha, İkinci Reşha gibi. Reşha kelimesinin lügat manasını esas alarak, On Dokuzuncu Söz’de tefekkür ufkumuza sunduğu genişliği inceleyeceğiz. Reşha kelimesi lügat manasıyla kullanıldığında fehme verdiği genişlik şöyle de açılır. Bu risalede anlatılan hakikatler, Risalet ve Nübüvvet-i Ahmediyenin (asm) şahs-ı manevisinden birer damla, birer sızıntı, birer nurdur. Diğer bir ifade ile, risalet mesleğinin sonuçları böyle tezahür ediyor demektir. Her bir reşha, o risaletin ayrı bir teraşşuhunu ifade eder. Böylece, Zat-ı Ahmediyenin (asm) manevi nurundan gelen hakikatlerin, bize akseden cihetlerinin bunlar olduğunu anlarız. Şimdi de reşha kelimesinin Üstadımız Hazretlerinin 24. Söz’de yüklediği manaya göre anlamına bakalım. Reşha: Kalbindeki madde-i kesifiye güneşin nar-ı aşkıyla yanarak çabuk tebahhur eden (buharlaşan) ve semaya uruç eden (yükselen) ve güneşin ziyasıyla nura dönen su zerreciğidir. (24. Söz) Bu yeni tanımla reşha kelimesinin tefekkür ufkumuza ne kadar zenginlik kazandırdığı -mananın derinliğine nüfuz edebildiğimiz kadarıyla- aşağıda bir derece izah edilecektir. Semadaki bulut tabakalarından yeryüzüne inen su damlası toprağın içine girdikten sonra içine demir, bakır gibi maddeler karışırlar. O madenlere madde-i kesifiye denir. Safi olan suyun içine o kesif madde karıştığında ağırlaşır ve yerden semaya yükselemez. Bu su damlasına güneş vurduğunda -fizik kurallarına göre- içindeki madde-i kesifiye güneşin narını kendisine çeker ve çabuk ısınır. Bu ısınmayla birlikte, etrafındaki su zerresi, o kesif maddeden tamamen temizlenip safileşir. Sonra o safi kalbiyle hemen buharlaşır ve semavatın yüksek tabakalarına doğru çıkar. İşte semaya yükselen o zerreciğe reşha denilir. Semaya yükselen bu reşha bütün cihetleriyle güneşe müteveccih olur. Safi, pak ve berrak olarak ve madde-i kesifiyeden tamamen temizlenmiş kalbiyle, güneşin görünmeyen gizli ziyasına ayine olur. Kendi mahiyetinde hiçbir renk ve nur olmadığını bilir. Varlığının gayesi, sadece güneşten gelen gizli ve görünmeyen ziyaya mukabil ayine olup o ziyayı tezahür ettirmek, göstermektir. İşte asumanı dolduran bu mavilik, reşha denilen zerrecikten ibarettir. Güneşin ziyası latif olduğu için gizlidir. Yani uzay boşluğunda güneşin şaşaa-i saltanatı görünmez ve bilinmez. Tecelli ve tezahür etmesi için, aksettirecek bir ayine lazımdır. Ne zaman o ziya asumanı dolduran bir reşhaya tecelli ederse o zaman nura döner. Böylece güneşin hakiki nuru ve şaşaa-i saltanatı tezahür etmiş, gözlere görünmüş olur. Reşhaların en mühim diğer bir vazifesi de şudur. Uzaydan gelip reşhaya çarpan zararlı ışıklar, bu reşha sayesinde, süzülür ve geri gönderilir. Böylece yeryüzündeki zihayata temiz ve berrak yani safi nur gönderilir. Bu sayede o nazenin hayat sahipleri zarar görmezler. Büyüyüp inkişaf ederek güzel meyveler verirler. Demek reşha, yeryüzündeki bitkilerin hayatına ve bekasına, devamlılığına hizmet ettirilen en ehemmiyetli bir unsurdur. Aynen onun gibi, enbiya/peygamberlik mesleği de reşhaya benzer. Peygamberler tamamen masum olduklarından kalplerindeki madde-i kesifiye olan ene, şems-i ezelinin ziya-yı esmasından gelen nar-ı aşk ile yanarak insanlığın semasına yükselmişlerdir. Hem o Şems-i Ezelini ziya-yı esmasına safi kalp ve ruhlarıyla müteveccih olmuşlardır. Bütün mülkü, Malikü’l-Mülk’e teslim etmişlerdir. Kendilerini sadece o ziyaya mukabil birer ayine bilmişlerdir. Akval (konuşmaları), ahval (halleri) ve etvarlarıyla (tavırlarıyla) o Şems-i Ezelinin esmasının tezahürüne hizmet ediyor bilmişlerdir. İşte bu sırdandır ki, enbiya mesleği riya, gösteriş ve enaniyetten tamamen uzaktır. Onlar hayatlarını sadece Cenab-ı Hakkın isim, sıfat ve şuanatına ayinedarlık etmek için feda ederler ve o nur ile insanlığa hidayet ederler. Böylece, Cenab-ı Hakk’ın mahiyet ayinelerinde tecelli eden esma-i İlahiye’nin yerleştirdiği istidat tohumlarını inkişaf ettirmek üzere amel ederler. Bu halleriyle insanlığa Allah’ın razı olduğu ve olacaklarını tebliğ ederler. Hem bir toplumda hidayet için bir ferdin bulunması, o toplumun üzerine merhamet-i İlahiyeyi celb eder ve gadab-ı ilahiyeyi geriye çevirir. Bu hakikati Rabbimiz ayet-i kerimede mealen şöyle ferman eder. “Ey Resulüm! Sen onların içindeyken biz onlara azap edici değiliz (…)”. Buradan şu sonuç çıkabilir: Enbiyalar esma-i İlahiyeyi tezahür ettiren reşha olduklarından Cenab-ı Hakk’ın merhametini celb ederler. Evet, insanın kalbindeki enaniyet made-i kesifiyeye benzer; onlara tebliğ ulaştığı zaman kendileri o enaniyetleriyle büyüklenirler. Hatta daha ileri gidenler, kendilerini Allah’a rakip görürler ve daha da ileri giderek kendi uluhiyetlerini ilan ederler. Bunların halleri şu misale benzer. Mesela bir ayine kendi içindeki misali güneşin semadaki güneşle irtibat ve intisabını kesse, kendi içindeki misali, tebei güneşi, hakiki ve zati bir güneş kabul etmek zorunda kalır. İnsan da kendisi ve mahiyet ayinesindeki sıfatları Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının tecellileri ve cilveleri ve gölgeleri kabul etmezse, kendisini -haşa- Allah’a rakip olarak görür. Batıl felsefenin insanlığı sevk ettiği yol budur. Haddini aşan, her ciheti enaniyete bürünen insan -adeta- madde-i kesifiye olmuştur, katılaşmıştır. Nasıl su içindeki madde-i kesifiye güneşin narını çekiyorsa, öyle de insanın mahiyet ayinesindeki madde-i kesifiye denilen kibir, gurur ve enaniyet dahi cehennem ateşini kendisine cezb ve celb eder, çeker. İşte bu sırdan dolayı “kalbinde kibir bulunan cennete giremez” denilmiştir. Hem latif olan ve sadece safi kalbiyle güneşe müteveccih olan reşha havada bulunurken, bir gaflet ile yerden semaya yükselen toz zerrelerinden birine meyleder ve ona yapışırsa artık semada duramaz. Kendinden başka hiçbir şeye tahammül edemediği için safiliğini kaybeder ve kesafet peyda etmiş bir damla olarak yere düşer. Reşha tekrar semaya uruc edip çıkabilmesi için, bulaştığı ve tutunduğu madde-i kesifiyeden güneşin nar-ı aşkıyla yanarak temizlenmesi gerekmektedir. Reşhanın bu hali gibi ülfet, ünsiyet ve gaflet ile kesafet kazanan nefis ve enaniyet-i insaniye, Şems-i Ezelinin nar-ı aşkıyla o madde-i kesifiyeyi tövbe ve istiğfar edip yakarak temizlenir; böylece tekrar semaya uruc eder. İşte, Sevgili Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri reşha kelimesine bu manayı yüklemekle, yukarıdaki lügat manasından çok daha derin, bilinmeyen bir hakikati ortaya çıkarmıştır. Peygamberlik mesleğinin tereşşuhatı olan katre ve damla misal hakikatlerden ziyade, o nübüvvet mesleğinin cevherinin, aslının ve hakikatinin sırlarını ortaya koymuş ve nübüvvet mesleğiyle daire-i vücubun arasındaki derin alakadarlığı tam olarak bizlere göstermiştir. Yani reşhanın lügat manası ile, Peygamber Efendimizden tezahür eden Sünnet-i Seniyeye tabi olunacak yol gösterilmiştir. Üstadımızın reşhaya yüklediği mana ile de o Sünnet-i Seniyenin gölgesi altında kalben, aklen ve ruhen daire-i vücubun kemalatı olan esma-i İlahiye’ye reşha olup, oradan gelen feyze, nurlara mukabil Allah’ın boyasıyla boyanmak yani o güzelliklerin ondan geldiğini bilerek o ahlak ile ahlaklanmak lazım geldiği vurgulanmıştır. Yarabbi aklımız, kalbimiz, ruhumuz, hissiyatlarımız ve bütün cihetlerimizle Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan’ın mucize-i maneviyesinden süzülen şu Risale-i Nurun hakikat-i imaniye derslerine birer reşha olmayı bizler nasib eyle. Âmin. Bizleri madde-i kesifiyeden ibaret olan ve cehennemin ateşini celb eden kibir, gurur, ucb, riya, gösteriş, benlik ve enaniyetten ebediyyen muhafaza eyle. Âmin, âmin, âmin!
Günümüzde insanlar, almak için yaratılmış gibi, sadece kendini düşünüyor. Komşusu aç iken tok yatan bir toplum olduk ve olma yolunda -maalesef- hızla ilerliyoruz. Sadece kendini düşünme, başkalarına bakmama mantığı her ferde bir virüs gibi bulaşıyor. Her şeyin maddiyatla ölçüldüğü asrımızda kendimizden gayrı kimseyi düşünemez olmuşuz. Peki, bu hastalığımızdan nasıl kurtulabiliriz? Sadaka vermede bizlere en güzel örnekliği teşkil eden ecdadımızı örnek alarak bu virüsten kurtulabiliriz. Cihan devleti Osmanlı’da sadaka taşları vardır. “Sadaka Taşı” geleneği ile zengin, yardım etmek istediği zaman, özellikle gece karanlık vakitler seçiliyor, sadaka taşına parasını bırakıyor. Fakir de yine o sadaka taşından sadece kendi ihtiyacı olduğu kadarını alıyor. Yani zenginimiz anlayışlı, düşünen insan; kibirli değil, gururlu değil. Zekâtını, sadakasını verirken gözünün içerisine bakarak fakiri incitecek bir yapıda değil. Tamamen mütevazı ve işin hiç reklamına kaçmadan gizli yardım ediyor. Fakirimiz de bencil değil, üzerinde ve geliyor, “Benim ne kadar ihtiyacım var? Bir kuruşa,” o bir kuruşu alıyor. Kendisinden bir başka fakiri de düşünecek anlayışta…” Bir de bakkallarda veresiye defterleri vardır. Zengin kişi gelir, ismini bile bilmediği fakir insanların borçlarını gizlice öder ve giderdi. Ne veren gösterişe, kibre kapılırdı; ne de fakir küçük düşürülürdü. Sadaka denilince akla sadece fakirlere maddi yardımda bulunmak gelmemeli. Peygamberimiz; “İki kişinin arasını düzeltmen, güzel söz bir söylemen, tebessüm etmen, yoldaki eziyet veren bir şeyi kaldırman, mescide giderken namaz için attığın her adımın, yolunu kaybedene gideceği yeri tarif etmen, gözü görmeyene yardımcı olman, ödünç vermen, selam vermen sadakadır” buyurarak ne kadar da güzel anlatmış sadakayı. Sokakta yürürken tanımadığın birine tebessüm etmen, belki senin için bir şey değiştirmeyebilir. Ama o insan için çok şey değiştirir. Nasıl mı? İşte küçük bir hikâye: “Küçük bir kız yoldan geçen hüzünlü bir adama tebessüm eder. Adam kendini daha iyi hisseder ve bu duygu ile daha önceden kendisine iyilik eden arkadaşına bir teşekkür mesajı yazar. Arkadaşı bu mesajı okuduktan sonra o kadar keyiflenir ki her zaman gittiği lokantada bulunan garsona yüklü bir bahşiş verir. Garson eve giderken, bahşişin bir parçasını, köşe başında bulunan fakir bir adamın önüne bırakır. İki gündür hiçbir şey yemeyen fakir karnını doyurduktan sonra bir apartman bodrumunda bulunan evinin yolunu tutar. Evin yakınlarında soğuktan üşümüş bir köpeği görür ve yanına alarak evine götürür. Köpeğin karnını doyurur ve bir süre sonra yatar. Gece geç saatlerde köpeğin havlamasıyla uyanır ve bir de bakar ki büyük yangın var. Bina halkını uyandırır ve herkes kurtulur.” İnsanların dünya hayatlarında da, ahiret hayatlarında da mutlu olabilmeleri ancak vermekle olur. Çünkü veren kalp yumuşar, yumuşayan kalp Allah’a yönelir. Allah’a yönelen bir kalp de menfaat, bencillik, riya kalmadığından saadet-i dareyne mazhar olur. Günümüz insanı sadakayı neden vermez, hiç düşündük mü? Maddeperest bir asırda yaşadığımız için insanlar her şeyi, mal ve para ile ölçmektedirler. Sadaka verildiğinde malın azalacağı düşüncesi, insanı vermekten alıkoyar. Başka açıdan baktığımızda ise kişi, sadaka verdiğinde zahiren bir menfaat elde etmiyor. Madem her şey menfaate dayandırılıyor. Acaba hadis-i şeriflerin işaretiyle; sadaka verildiğinde malın ziyadeleşmesi, ömrün uzaması, sıkıntıların giderilmesi, belaların def’i gibi onlarca fayda menfaat olarak yetmiyor mu? Lütfen düşünelim! Allah için vermeye de vererek başlayabilmek ümidiyle…
Muallimim diyen olmak gerektir imanlıEdepli, sonra liyakatli, sonra vicdanlıBu dördü olmadan olmaz, çünkü vazife büyük Hayatını, kalbini, zihnini, kalemini milletimizin manen ve maddeten yeniden canlanması için harcamış, kendini âlem-i İslam’ın istikbaline adamış bir kahramandır, istiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy. O, şiirlerinde toplumun manevi hastalıklarına ve kanayan yaralarına değinip onlara çözüm reçetelerini bulmaya çalışmış, bulunduğu asırda manevi temelleri sarsılan, her cihetten hücuma maruz kalan, maddi ve manevi çöküntüye uğrayan İslam toplumunun kurtuluşu için çözüm yolları bulmuş ve bunları cesurca haykırmıştır. Yüz yılımızın en önemli şairi olan Mehmet Akif Ersoy'un en mühim bir mesele ve en tehlikeli bir sorun olarak gördüğü, çözümü için de kafa yorup deva bulmaya çalıştığı cemiyet meselelerinden birisi de “kapkara bir kâbus” ve “hasm-ı hakiki” olarak nitelediği cehalettir. Asrımızın en büyük âlimi ve mütefekkiri olan Bediüzzaman Hz. de bu milletin üç büyük düşmanını “cehalet, zaruret ve fakirlik” olarak tespit etmiştir. İki büyük insanın ortak düşman olarak tespit ettikleri en büyük bir mesele olan cehaletten kurtulma mücadelesinde başarılı olmanın temel şartı, ilimlerin şahı olan marifetullah sahibi, ahlaklı, faziletli, (doğruluk, adalet, temizlik, fedakârlık gibi) yüksek sıfatlara sahip nesiller yetiştirmektir. Bu zamanda böyle nesiller yetiştirmek vazifesi, hiç şüphesiz en başta “bu işin şuurunda olan” ve aynı vasıflara sahip muallimlerin eliyle olacaktır. Mehmet Akif imanlı, irfanlı, ahlaklı, insan-ı kâmilleri yetiştirecek, onlara zamanın müsbet ilimlerinin yanı sıra dinini de öğretecek, milletine ve kendine faydalı bir nesil yetiştirecek öğretmenlerin nasıl olması gerektiğini şöyle tarif etmiştir. Muallimim diyen olmak gerektir imanlı Edepli, sonra liyakatli, sonra vicdanlı Bu dördü olmadan olmaz, çünkü vazife büyük Ona göre öğretmenlerin iman, edep, liyakat ve vicdan sahibi olmaları, vazifelerini hakkıyla ifa etmelerinin öncelikli şartıdır. Örnek şahsiyetleriyle, iman ve ahlaklarıyla, doğruluk ve güvenirlikleriyle, liyakat ve ehliyetleriyle, öğrencilerini yetiştiren öğretmenlere ihtiyaç olduğunu ısrarla belirtir. Yoksa Akif’in: Muallim ordusu derken çekirge orduları Çıkarsa ortaya artık hesab edin zararı tespitinde olduğu gibi imansız ve liyakatsiz öğretmenlerin yetişe(meye)n nesillere verdikleri zararı, her şeyi talan eden çekirgelerin zararına benzetmiştir. Çok ibretliktir ki Bediüzzaman Hazretleri de aynı tehlikeyi görmüş, Şualar 2 Mecmuasının 326-327 sahifelerinde özetle şöyle demiştir: “Biz Risale-i Nur şakirtleri elli sene sonra gelecek nesl-i atiye büyük bir hizmet ediyoruz. Ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyoruz… Evet, hürriyetçilerin ahlak-ı ictimaiyede ve dinde ve seciyeyi milliyede bir derece laubalilik göstermeleriyle 20-30 sene sonra dince, ahlakça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetten şimdiki vaziyet 50 sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i atisi seciyeyi diniye ve ahlak-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek anlıyorsunuz. 1000 seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruhuyla ve canıyla Kur’an’ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde 50 sene sonra o parlak mazisini, dehşetli lekedar edecek, belki mahvedecek bir kısım nesl-i atinin eline, Risale-i Nur gibi bir hakikati verip o dehşetli sukuttan kurtarmayı, en büyük bir vazifeyi vataniye bildiğimizden, bu zaman insanlarını değil o zamanın insanlarını düşünüyoruz. Evet efendiler, gerçi Risale-i Nur sırf ahirete bakar gayesi rıza-yı İlahidir. Ve imanı kurtarmaktır. Ve şakirtleri ise kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebediden ve ebedi hapsi münferitten kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli hizmeti de bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i atinin biçareler kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez dinini terk eden ve İslamiyet seciyesinden çıkan bir Müslüman dalalet-i mutlakaya düşer. Anarşist olur daha idare edilmez…” İfadeleriyle, öğretmenlerin dinden soyutlanmış (seküler) bir eğitimle yetiştirdikleri neslin, istikbalde vatan, millet, din için ne derece büyük bir tehlike oluşturabileceğini tespit etmiştir. Ve eğer nesl-i atinin eline iman-ı tahkiki kazandıran Risale-i Nur verilmezse yüzde 90’ının anarşistliğe gideceğini beyan etmiştir. Evet, Akife göre muallimliğin 4 unsuru vardır. 1) İMAN: İmanlı nesiller ancak imanlı muallimlerle yetişir. Peygamber Efendimizin “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar sonra ailesi onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar”1 hadisi ve Bediuzzaman Hazretlerinin “Bu zamanda Cenab-ı Hak çocukların terbiye vazifesini anne babalarından alıp muallimlerine vermiştir” sözleri nazara alınırsa, bu zamanda imanlı nesiller yetiştirecek gerçek muallimlerin ehemmiyeti anlaşılır. Bir meyvesi cennet, bir meyvesi Cemalulllah, bir meyvesi saadet-i ebediye olan imanın dünyada insanlara güzel ahlak, geçlere itidal ve ölçü, kalplere huzur ve sükûn, akıllara istikamet ve nur, vicdana kuvvet, nefse terbiye, hayata selamet ve emniyet, ulvi hislere hayat verip insanı hakiki insan ettiği muhakkaktır. Öyleyse bir muallim öncelikle iman-ı tahkiki sahibi olmalı ve kendi imanını kurtarıp inkişaf ettirdiği gibi talebelerinin de imanına hizmet etmelidir. Bir muallim için ahirette huzur-u İlahiye vesilelik sevabıyla çıkmak, en büyük bir saadet ve en ehemmiyetli bir muvaffakiyettir. Öğretmenler, derslerin 5-10 dakikasında Allah ve ahiretten bahsetmelidir. Gençlere Allah’ı ve ahireti tanıttırıp dinini ve peygamberini sevdirmelidir. Zira eğitimin en büyük ve en önemli gayesi, iman-ı billâh ve marifetullah ve muhabbetullahdır. En büyük muallimler olan peygamberler, dünyaya bu maksatla gönderilmişlerdir. 2) EDEP: Terbiye, görgü, usul, manalarıyla karşılayabileceğimiz edep kelimesi, her insanda özellikle öğretmenlerde olması gereken ehemmiyetli bir husustur. Mevlana: “İman nedir diye akıldan sordum, akıl, kalbimin kulağına, iman edeptir dedi. Âdemoğlunda edep bulunmazsa o adam değildir. İnsan ile hayvan arasındaki fark, edeptir” demiştir. Yine Şair: Bir insanda olmaz ise hayâ ile edep Neylesin ona medrese mektep Okuyup âlim de olsa Yine merkep, yine merkep diyerek; Kur’an-ı kerimin ilimleriyle amel etmeyip bildiklerini ihlâs ile amel sahasına yansıtmayan edepsiz Yahudi âlimlerini kitap yüklü merkebe benzetmesi2 gibi, edepsiz âlimin ilminden nasipsiz olacağını ifade ediyor. Bediüzzaman’a göre edep sünnet-i seniyyedir. Sünnet-i seniyyenin her meselesi, o meseledeki edebi gösterir. Evet, vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir diye meşhur bir söz vardır. Edep usuldür, bir işi fıtrata uygun yapmaktır. Biz muallimleri maksut damına ulaştıracak, eğitimimizi muvaffak kılacak, öğrencilerin evvela kalplerini ve güvenlerini kazanmak, sonra akıllarının muallimi olmak, sonra nefislerini terbiye etmektir. Böylece onları imanlı, edepli, vatana millete faydalı birer insan olarak yetiştirebiliriz. Bunun için öncelikle biz öğretmenlerin pedagoji ilmini, insan kazanma sanatını, tebliğ usullerini, peygamberimizin eğitim ve insan yetiştirme metodunu bilmemiz ve ciddiyetle uygulamamız şarttır. 3) LİYAKAT: Ayette “Emaneti ehline teslim ediniz.”3 buyrulmuştur. Evet, bir makama ona layık ve ehil biri gelmezse o makamı suiistimal edeceği muhakkaktır. Bu nedenle biz öğretmenler, - Alan bilgisi, pedagojik formasyon ve iman ilminde ehil, kendini yetiştirmiş, - Sürekli kendini geliştiren ve yenileyen, - Emanet, ehliyet ve liyakat sahibi muallimler olmak için ciddi azim ve gayret içinde olmalıyız. İşte biz muallimlerin emanet, ehliyet ve liyakat sahibi olmamızın Bediüzzaman Hz.’lerinin dilinden ifadesi; “Hazm olmayan ilim telkin edilmemeli Hakiki mürşit âlim koyun olur, kuş olmaz, hasbi verir ilmini Koyun verir kuzusuna hazm olmuş, musaffa sütünü Kuş veriyor ferhine (yavrusuna) luab alud (tükrük ile karışmış) kayyini (kusmuğunu)”4 4) VİCDAN: Peygamber Efendimizin “Her ne kadar müftüler fetva verse de sen yine vicdanına danış”5 hadisinde beyan edildiği gibi, vicdan insanın içinde adalet ve insaf terazisidir. Ahmed bin Hanbel ve Taberani, Ebu Salebe el-Huşeyni’den rivayet ediyorlar: “Ben ‘Ya Resulallah! Benim için helalleri ve haramları açıklar mısın?’ dedim. Hz. Peygamber (sav) minbere çıktı ve bana dikkatlice bakmaya başladı. Sonra “İyilik, yapıldığı zaman vicdanın huzur bulduğu, gönlün ferahladığı şeydir. Kötülük ise, yapıldığı zaman vicdanın huzur bulmayıp gönlün sıkıldığı şeydir” buyurdu.6 Vicdan zulüm, yalan, aldatmak, hainlik gibi hallerde insanın göğsünden haykıran bir şahidi adil, iyilik, doğruluk, fazilet, hakikat gibi güzel hallerde de bir teşvik ve takdir edicidir. Bundandır ki şair: “Vicdan vicdan ey hissi ulvi-i samedi Ey ebna-yı beşerin rehberi mutemedi” demiştir. Eşref-i mahlûkat fidesi, ahsen-i takvim çekirdeği, istikbalimizin en büyük yatırımı olan ve bizlere Allah’ın ve ebeveynlerinin emanetleri olan çocuklarımız yaşıtları bir şairin diliyle bize şöyle sesleniyorlar: Ben boş defter, kalem sensin Doğru yazsan, yarın senin Güzel yazsan, ikbal senin Ama bir de karalarsan Vicdan senin, vicdan senin öğretmenim SONUÇ OLARAK Peygamber Efendimiz, “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz.”7 buyurmuştur. Bu hadisi şerifin hükmüyle, muallimlerin, talebelerine karşı Allah katında sorumlu olduğu muhakkaktır. Yani biz muallimler, talebelerimizin dünyevi istikbalinden endişe ettiğimiz gibi, ahiret hayatından da endişe etmeliyiz. Talebelerimizi dünyada yüksek makamlarda, başarılı ve zengin görmek istediğimiz gibi, ahirette de Allah’a yakın ve saadetli görmeyi istemeliyiz. Bu biz muallimlerin öğrencilerine karşı en mühim bir vazifesi ve Allah’a karşı da en büyük bir sorumluluğumuzdur. Ahmet Hüsrev Altınbaşak Hazretlerinin şu ikazı ne kadar da güzel ifade ediyor vaziyeti: “Çocuklar cennete siz cennete, çocuklar cehenneme sizde …” Unutulmamalıdır ki gerçek bir muallim olmamız ve talebelerimizi manen ve ahlaken yetiştirmemiz, evvela bizlerin nefsimizi ıslahımız ile mümkündür. İmanı seven, kalbi iman ile ziynettenmiş; küfrü, fıskı, isyanı kötü gören insanlar ancak manevi rehberler olabilirler. Bu sebeple, evvela kendimiz örnek bir şahsiyet olmalı, öğrencilerimize model olarak onlara rehberlik etmeliyiz. Salih bir talebemizin dünyada bize hürmetli bir yardımcı ve duacı, ahirette ise şefaatçi, aksi halde dünyada hürmetsiz, ahirette ise davacı olacak olacağını unutmamalıyız. Bununla beraber; gençliği ve istikbali dert ve dava edinmiş, bu uğurda ciddi azim ve gayret gösteren, hidayet ve tevfik-i İlahinin refik olduğu muhterem ve mesut muallimleri ahirette büyük mükâfatların beklediği şüphesizdir. Sebep olan yapan gibidir kaidesiyle, yetiştirdikleri Salih talebelerin hayır ve hasenatlarına ortak olurlar. Binler başı ve her başında binler dil ile ibadet eden melekler gibi külli bir ibadetle ibadet ederler. Aynı anda birçok yerde bulunan evliyaullah gibi hizmet ederler. Cenab-ı Hak’dan dua ve niyazımız odur ki; bizleri emanet, ehliyet, liyakat sahibi Kur’ani ve Muhammedi, razı olduğu ve sevdiği bir muallim eylesin. Talebelerimizi de hace-i kâinat ve en büyük muallim olan Peygamberimizin sahabeleri yetiştirdiği gibi, sünnet-i seniyye üzere, onların iki cihan saadetine vesile olacak şekilde yetiştirmeye muvaffak etsin. Milletimizin istikbalinin asr-ı saadetin nurlarına mazhariyetine vesile olmayı, Kur’ani ve Muhammedi mümin ve Müslümanlar yetiştirerek yevm-i mahşerde Cenab-ı Hakkın huzuruna vesilelik sevabıyla çıkmayı nasib eylesin. Âmin. Kaynakça 1- Buhari, Cenaiz, 922- Cuma Suresi, 53- Nisa Suresi, 584- Sözler, Lemaat5- Müsned, I, 1946- İbn Hanbel, IV, 227, no: 181647- Buhari
1980’li yıllarda Tekirdağ Hayrabolu ilçesinde karakol kumandanı olarak vazifeliyim. Ramazan Bayramı namazını kılmak için camiye giderken 5-6 civarında jandarma ve aralarında ilçe müftü vekili olduğu halde yolda karşılaştık. “Hayırdır nereye gidiyorsunuz?” diye sordum. Müftü vekili, “Seni alıp Emiryakup köyüne gideceğiz. Köy camisinde halk gruplaşmış. Bir kısmı, bayram namazını bizim imam kıldıracak, diğer kısmı, bizim imam kıldıracak derken, aralarında çıkan münakaşa kavgaya dönüşmüş. İki imam da köyü terk edip kaçmışlar. Şimdi bayram namazını kıldıracak adam bulamamışlar. Telefonla bizden yardım istediler. Köye gidip hem bu olayın tahkikatını yapacağız, hem de bayram namazını kıldırıp geleceğiz” dedi. Tekrar eve döndüm. Resmi elbiselerimi giyip Emiryakup köyüne hareket ettik. Köy camisine vardığımızda halk cami bahçesinde, duvar dibine oturmuşlar güneşleniyorlardı. Biz cümle kapıdan içeri girince köylüler ayağa kalktılar. Köylülere, “Toplanın, bana doğru yaklaşın.” dedim. Toplandılar. Onlara, “Neden kavga ettiniz? Bugün bayram günü, kardeşlik günüdür. Aynı köyün vatandaşı olarak ileride birbirinizin yüzüne nasıl bakacaksınız? Bu hareketiniz İslam’a, insanlığa yakışıyor mu? Basın yayın duysa sizin bu hareketinizi manşetten verirler, rezil olursunuz. Bayram namazını hangi imam kıldırırsa kıldırsın, çok mu önemli?” gibi söylenmesi gereken hiçbir sözü söylemedim. Doğrudan doğruya Onuncu Hüccet-i İmaniyenin Mukaddimesinden başlayarak, “Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara ya bi’l-kuvve veya bi’l-fiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, alama, evhama manen ve maddeten müptela olur. Evet, şu perişan dünyada, avare nev’-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz hamisiz bir surette, aciz, miskin bir insan, dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu avare nev’-i beşer içinde, bu perişan fani dünyada, insan sahibini tanımasa, malikini bulmasa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, malikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder. Kudretine istinat eder. O vahşet-gâh-ı dünya bir tenezzügaha döner ve bir ticaretgâh olur.” dedim ve dördüncü kelime olan “Lehü’l-mülkü”yü de ezberden okudum. “Şimdi camiye giriyoruz. Müftü Vekilimiz bayram namazını kıldıracak. Namazdan sonra dışarı çıkmayacaksınız. Cami içinde hep birlikte bayramlaşacağız” dedim. Bayram namazı kılındı, dualar yapıldı. Cemaat teker teker müftü vekilinden başlayarak benimle ve diğer vatandaşlarla bayramlaşarak caminin içinde halkalar oluşturdu. Kapıda jandarmalar olduğundan, bayramlaşma bitene kadar dışarıya çıkamadılar. Bilahare köylülerden müsaade aldım ve bizi arabamıza kadar gelip uğurladılar. İlçe merkezine döndüğümde, ilçe jandarma kumandanına telefonla bilgi verdim. Olayın mahkemeye intikal edecek bir boyutu olmadığını, zabıt tutup ifadelerini almadığımı bildirdim. Bir müddet sonra ilçe jandarma kumandanı karakola gelmiş. Benimle beraber Emiryakup köyüne giden askerleri toplayıp sormuş. - Köyde ne yaptınız? Askerler, - Köye vardık. Karakol kumandanımız köylüyü cami avlusunda topladı. Onlara bir konuşma yaptı. Sonra bayram namazını kıldılar. Dönüp geldik, dediklerinde; - Karakol kumandanı köylülere, ayetten hadisten misaller mi verdi, yoksa namaz nasıl kılınır gibi şeyler mi anlattı, diye sorduğunda ise askerler; - Karakol kumandanımız ayetten, hadisten, namazdan falan bahsetmedi. Ancak çok güzel şeyler söyledi, demişler. Hangi askere sorduysa hepsi de, “Çok güzel şey anlattı, beğendik, hoşumuza gitti, ancak aklımızda bir şey kalmamış” diye cevap vermişler. İlçe jandarma kumandanı, bu sefer telefonla müftü vekiline sorduğunda müftü vekili, “Kumandanım! Maşaallah, barekallah! Karakol kumandanı çok güzel, belagatli bir konuşma yaptı. Benim de çok hoşuma gitti. Böyle bir konuşmaya hiç rastlamamıştım. Köylülerde çok beğenip memnun oldular, diye cevap verdiğinde, ilçe jandarma kumandanı; - Peki, ne anlattı kısaca bahseder misin, demiş. Müftü vekili zat; - Belagatli o güzel sözleri ben size nasıl anlatabilirim? Öyle cümleleri nasıl kurup size aktarabilirim? Bu mümkün değil, diye cevap vermiş. Tahlil ve bu hadiseden alacağımız ders: 1980’li yıllarda Risale-i Nurları okumak, yazmak, bulundurmak, taşımak ve anlatmak yasaktı. Türk Ceza Kanunun 163. maddesine göre dini propaganda yapma suçundan 5 yıla kadar hapis cezası ile tecziye edilirdi. Köylülere, çantamdan Risale-i Nuru çıkarıp okusaydım ilgili madde gereğince suç işlemiş olacaktım. Ancak, kitap çıkarmadan, ezberden, Risale-i Nurdan bir parça okumam, müftü vekilini, jandarmaları ve köylüleri memnun ve mesrur etmiştir. Sorulduğunda, mahiyetini kimse bilemediğinden suç unsuru oluşmamıştır. Ahmet Hüsrev Efendinin; “Kardeşlerim! Risale-i Nurdan ezber yapın. Öyle zaman ve zemin olur ki, kitap açıp okuma imkânınız bulunmayabilir. İşte böyle bir yerde ezberden hakikatleri haykırırsınız. O zaman kul da razı olur, Allah da razı olur” nasihatleri tecelli etmiş oldu ve Risale-i Nurlardan ezber yapmanın kıymet ve ehemmiyetini daha iyi idrak etmiş oldum.
İngiltere adasında ateizmin ve dinsizliğin hızla yükselişi ve İseviliğin eski popülerliğini yitirmesi sonucu pek çok kilise satılıp binaları farklı maksatlarla kullanılmaktadır. Kiliseler açık artırmayla satılmakta ve genellikle câmilere ya da meskenlere çevrilmektedir. Ülkede Müslüman nüfusun göçler ve ihtidalar sonucu artması ile, câmi ihtiyacı arttığından satılık kiliselere rağbet de artmıştır. Hristiyanlar kiliselerine cemaat ararken Müslümanlar da cemaatlerini sığdıracak câmi arar olmuştur. Bu yazımızda önce kiliselere dair genel bir değerlendirme yapıp ardından İngiltere’de câmiye dönüştürülen binalara kısaca göz atacağız. Bu câmilerden bazıları, evvelce bir kilise iken bazısı eski bir havra. Kimisi İngilizlerin geleneksel toplanma yeri olan “pub” (birahane)’lerden câmiye tebdil edilirken pek çok kereler de evlerin câmiye dönüştürüldüğü görülmektedir. Birçok numune vermek mümkün, fakat biz sadece fikir vermesi açısından câmiye çevrilen belli dönemlere ait binalara beraberce göz atacağız. Kiliselere ne oluyor? Britanya adasında, Anglikan Kilisesi’ne göre her sene 20 civarında kilise kapanıyor ve farklı kullanımlar için satışa çıkarılıyor.1 Kiliselerin pek müşteri bulamaması, Başpiskopos Justin Welby’nin Yaratıcı’nın varlığından şüphe ettiği2 bir ülkede şaşılacak bir şey olmasa gerek. (Welby, Bristol Katedrali’nde halk buluşma yaptığı ve soruları aldığı bir konuşmasında, BBC Muhabiri Lucy Tegg’in suali üzerine “Zaman zaman Allah’ın varlığından kendisinin de şüphe ettiğini” söylemişti). Ayakta tutulmaya çalışılan kiliseler, cemaat eksikliği sebebiyle giderlerini karşılayamadığı için haftanın belli günlerinde kiraya verilmekte ve giderlerini karşılamaya çalışmaktadırlar. Kiliseler büyüklük ve salonlarının durumuna göre genel olarak dans okullarına, doğum günü partilerine, müzik konserlerine, toplantılara ve eğitim faaliyetlerine ev sahipliği yapmaktadır. Asıl işlevi olan ibadet, sadece Pazar günleri fazla kalabalık olmayan orta yaşlı - yaşlı bir cemaatle yapılmaktadır. İngiltere’de kiliselerin kalabalık olduğu iki dönem de, İngiliz toplumunun kültürel bir parçası haline gelmiş Noel ve Yumurta Bayramı (Christmas ve Easter) zamanlarıdır. Dini sebeplerle olmasa bile kültürel olarak katılım görülür. Ateist bile olsa, kültürel olarak kiliseye giden İngilizler vardır. Bir zamanlar Afrika’ya götürdükleri dini, kendileri çoktan unutmuş gibi. İngiliz yerli halkın dine ilgisinin az olduğu bilinen bir gerçek iken zencilerin yoğun olduğu bölgelerde ise kiliseye gitme oranın yüksek olduğu görülmektedir. Bununla beraber bazı kiliselerin gençleri çekebilmek için diskovâri bir tarz kullanarak “pop müzik” çalınan pazar ayinleri yaptıkları da bilinmektedir. Yaşlı üyeler ve küçük çocuğu olan aileler, kulak sağlıklarını tehlikeye atması sebebiyle, bu yüksek müzikli ayinlere karşı çıksa da bazı papazlar bunun dine olan “coşku”larının bir gereği olduğunu söylemektedir. Rahatsız olanlar için “kulak tıpası” tavsiye edilmektedir. Yüksek sesten şikâyet edenler sadece içeridekiler değil. Kiliselerin yakınlarında oturanlar da aynı dertten muzdarip. Hatta bunun en bariz örneklerinden biri Londra’da 2012 Temmuz ve Ağustos aylarında görülmüştür. Kingsway İnternational Christian Centre ismindeki bir kilise (zenci kilisesidir), bölge sakinleri tarafından belediyeye şikâyet edilmiş, yüksek ses ve gürültü kirliliği sebebiyle uyarı almış ve kilise ses yalıtımı yaptırma kararı almıştır. Bir başka şikâyet de Hertfordshire bölgesindeki St. James Kilisesi’nin komşuları tarafından yapılmıştır. Şikâyetçi olan vatandaş ‘…sanki bir “gece kulübü”nün yanında oturuyoruz...3 diyor. İçkili ve müzikli “dini” partiler düzenlenmesine karşı çıkmayan kilise idaresi partilere devam edebilmek için gece müzik lisansı için belediyeye başvurmuş. Afrika’nın fakir ülkelerinde ve Güney Kore gibi bazı doğu Asya ülkelerinde büyük paralar ve kampanyalarla misyonerlik yapan “coşkulu” Hristiyanlar, İngiltere’de pek de istedikleri sonucu alamıyor. Bunun için kapanan kiliseleri için çare arayanlar, “disko kiliseler”den başka aerobik ve yogo kursları ile üye kazanmaya çalışmaktadır. “Polonya kilisesi, Çin kilisesi” isimli girişimler ile azınlıklara hitap etmek ise, kiliseyi ayakta tutma çabalarından bazılarıdır. Öyle görünüyor ki, İngilizlerden ümitlerini kesip nazarlarını göçmenlere çevirmiş durumdalar. Bazı kiliselerde göçmenler için ücretsiz İngilizce dersleri, kahve ve çay ikramı ya da akşam yemekleri verilmektedir. Bundan sonra İngiltere’de kilise, başarı trendini ne kadar yakalayabilir bilinmez ama kapanan kiliselerin satımı ve devri için ayrı bir heyet kurulduğuna göre ilerleyen yıllarda daha fazla satış olacağını öngörüyor olabilirler. İngiltere'nin Camiileri İngiltere’deki câmileri tarihsel ve yapısal olarak tasnif edecek olursak, temelde dört sınıfa ayırmamız mümkündür. Erken dönemde, meskenden câmiye dönüştürülen binalar. Müslüman sayısının arttığı dönem olan 60-70’lerden sonra başka dinlerin ibadethanesinden câmiye dönüştürülenler. Birahane, kütüphane, sinema ve benzeri binalardan dönüştürülen câmiler. 80-90’lardan başlayarak günümüze kadar gelen dönemde de sıfırdan sırf câmi maksadıyla yapılmış binalar. İngiltere’nin İlk Camiisi: Liverpool İslam Enstitüsü (Meskenden câmiye) Câminin kurucusu olan William Henry Quilliam, aslen Liverpool’da yaşayan bir İngiliz avukattır. Babası Liverpool’un en zengin ve aristokrat ailelerinin birinden olup saat ticareti yapmaktadır. William Quilliam, Fas’a gittiğinde Müslümanları görür ve etkilenir, ardından ihtidası ve kendini İslami ilimlerde yetiştirme süreci başlar. Artık Abdullah olan İngiliz William Quilliam, pay-i tahta gider. İstanbul’da Osmanlı Halifesi 2. Abdülhamid Han Hazretleri ile görüşür ve Osmanlı Halifesinin teveccühünü kazanır. Halife, kendisine cübbe giydirir, sarık sardırır ve Britanya Şeyhülislamı olarak İngiltere’ye tayin eder. Liverpool’a döndüğünde halifenin ve Müslüman ülkelerin desteği ile büyük bir bina satın alır ve İslamiyet’i anlatmaya başlar. Kısa zamanda tesirini gösteren tebliğ ve daveti yüzlerce İngiliz’in ihtidasına vesile olur. Çok başarılı bir strateji ve maddi gücüyle, câmi, yetimhane, matbaa, gazete, dergi, aşevi hizmetleri sayesinde adından söz ettirir. Aristokrasi sınıfına ve zenginlere hitap ettiği gibi, fakirlere ve yetimlere el uzatması onu başarılı kılar. Liverpool Câmisi ve Abdullah Quilliam şehirde diğerleri tarafından pek istenmez. câmi siyasi sebeplerle kapanır. (Mevzuyla ilgili detaylı bir yazımızı gelecek sayılarda okuyabilirsiniz.) Uzun yıllar kapalı kalan bu câmi seneler sonra geçen yıl Ramazan ayında tekrar ibadete açıldı ve şu anda imamlığını Adam Kelwick isminde muhlis bir İngiliz Müslüman yapmaktadır. İngiltere’nin İlk Türk Camisi: Ramazan-ı Şerif (Havradan câmiye) Endülüs mimarisinden etkilenerek inşa edilen Ramazan-ı Şerif Câmii ismini alan bina, aslen New Dalston Havrası (Sinagogu) imiş. İç mimaride havra özelliklerini ve tarihi vasfını muhafaza etmektedir. Kıbrıslı Ramazan Güney ve Kıbrıslı hayırseverlerin girişimi ile satın alınmış ve câmiye dönüştürülmüştür. İngiltere’deki ilk Türk Câmisi olma özelliğini taşıyan Ramazan-ı Şerif Câmii, Shacklewell caddesinde olduğu için bu isimle de biliniyor. Brick Lane Camii (Kiliseden havraya, havradan câmiye) Şu an 3000 kişilik kapasitesi ile Doğu Londra’da Spitafields bölgesinde ve Bangladeşli Müslümanların en yoğun olarak yaşadıkları bölgede bulunan bölgenin en eski yapısı. 1743’te Fransız Protestan kilisesi olarak kurulmuş. Ardından 1809’da Yahudileri Hristiyanlığa davet eden bir grup tarafından kullanılmaya başlanmış. 10 yıl sonra 1819’da Metodist kilisesi olmuş. Büyük bir câmi olarak hizmete girmeden önceki son kullanımı da havra imiş. 1800’lerin sonlarından 1970’e kadar havra olarak kullanılan tarihi bina, 1976’da en güzel halini almış ve câmi olarak ibadete açılmış. Green Lane Camii (Yeşil Cadde Camii) (Kütüphaneden câmiye) 1970’lerde câmi haline getirilen diğer bina da Yeşil Cadde’de bulunan eski halk kütüphanesi. 494 bin Hristiyan ve 234 bin Müslümanın yaşadığı, 200’den fazla irili ufaklı câmi ve mescid bulunan, bazılarınca Birmingham-ı Şerif diye adlandırılan Birmingham şehrinde, artan Müslüman sayısına karşılık yetmeyen ibadethane meselesine çözüm olarak satın alınmış ve ardından yanındaki bina da alınarak genişletilmiştir. Netice İngiltere genelinde, İskoçya ve Galler’de pek çok satılık kilise bulunmaktadır. Cemaat yoksunluğundan ve maddi sebeplerden ayakta duramayarak satılan bu kiliseler câmi ya da mesken olarak kullanılmaktadır. Ülkede Müslüman nüfusun göçler sonucu artması ile câmi ihtiyacı arttığından satılık kiliselere rağbet de artmıştır. Hristiyanlar kiliselerine cemaat ararken Müslümanlar da cemaatlerini sığdıracak câmiler arar olmuştur. Ya Rabbi, Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri’nin emaneti olan Ayasofya’nın câmi olduğu günleri de görmeyi bize nasip eyle! Başta memleketimizde ve bütün âlem-i İslam’daki câmileri ve mescidleri Müslümanlar ile şenlendirmeyi nasib eyle! Ya Rabbi, bizleri gönlü İslam’a, câmilere ve ibadete bağlı olanlardan eyle! Âmin! Kaynaklar: 1- The Church of England, Closed Churches Available for Disposal, https://www.churchofengland.org/clergy-office-holders/pastoralandclosedchurches/closedchurches/closed-churches-available.aspx2- The Guardian Gazetesi, 18 Eylül 2014, “Archbishop of Canterbury admits doubts about existence of God”, http://www.theguardian.com/uk-news/2014/sep/18/archbishop-canterbury-doubt-god-existence-welby3- Daily Mail Gazetesi, 24 Ocak 2015, “Church ordered to keep the noise down after complaints over 'rowdy parties' has now applied for a late licence to serve alcohol and play music” http://www.dailymail.co.uk/news/article-2924556/Church-ordered-noise-complaints-rowdy-parties-applied-late-license-serve-alcohol-play-music.html#ixzz3kIP80Bfi (Alınma tarihi 30 Ağustos 2015)
Bir kısım müşrikler veya Yahudiler veya her ikisi birlikte, Peygamberi zişan Hazret-i Muhammed (sav)’e, peygamberliğinin ispatı için, o zamana kadar varlıklarından haberdar olunan, ancak çok sırlı kullar olduklarından mahiyetleri tam olarak bilinemeyen Ashab-ı Kehf ve Rakim, ve tüm dünyaya hâkim olan Zülkarneyn (as) ile ilgili sorular sorarlar. Bunun üzerine Efendimiz (sav) onlara, “Filan zamana kadar size cevap veririm” der. Çünkü iki cihan serveri (sav) cevabı bilmemektedir ve Cenab-ı Hak tarafından kendisine bildirileceğini düşünmektedir. Fakat belirttiği zaman gelmesine rağmen, Cenab-ı Rabbü’l-Âleminden henüz bir cevap gelmemiştir. Resulü’s-Sakaleyn (sav)’in ruhu çok sıkılmıştır. Nihayet beklenen cevap gelmiştir. Evet, cevap Kehf Suresidir. İki cihan serveri Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav) Kehf Suresi ile ilgili şu hadisleri beyan etmiştir: “Kim Kehf Suresinin başından -bir rivayette sonundan- on ayet ezberlerse Mesih Deccalin şerrinden emin olur.” “‘Kehf Suresi indiğinde 70 bin melek onunla birlikte inmiştir.” “Her kim Kehf Suresini Cuma günü okursa Allah Teâlâ onun günahlarını affeder.” “Her kim Kehf Suresini Cuma günü okursa, iki Cuma arası nur ile aydınlatılır.” “Kim Kehf Suresini okursa, bulunduğu yer ile Mekke arası kendisi için bu okuma nedeniyle aydınlanıp nur olur. Kim Kehf Suresinin sonundan on ayet okursa, sonra da Deccal çıksa, artık ona zararı dokunmaz.” “Kim cuma günü Kehf Suresini okursa, onun için ayağını bastığı yerden göğe kadar bir nur fışkırır. Bu nur kıyamet günü onun yolunu aydınlatır ve o kişinin iki cuma arasında işlemiş olduğu küçük günahlar bağışlanır.” ‘‘Kehf Suresi okunan haneye o gece şeytan girmez.’’ “Azamet ve büyüklüğü yer ile gök arasını dolduran sureyi size haber vereyim mi? Bu sureyi yazana da yine yer ile gök arasının dolusunca ecir vardır. Kim onu cuma günü okursa, iki cuma arasında işlediği ufak günahları af olur. Bu sure. Kehf Suresi” “İsrâ, Kehf ve Meryem Sureleri ilk inen surelerdendir. Bu sureler benim ilk servetimdir.” Deccal, Kehf Suresi Ve Ahir Zaman Arasındaki İlişki Dikkat edilirse, Ahir zamanda geleceği belirtilen Deccal ile Kehf Suresi arasında (Deccalin aleyhine olarak) önemli bir alaka vardır. Deccal, ahir zamanla ilgili bir konu olduğuna göre, bu durumda Kehf Suresinde, ahir zamanda Deccal ile yapılan mücadele hakkında, bu mücadelenin tarafları ve karakterleri hakkında, gerek işareten gerek remzen bazı bilgiler bulabileceğimizi düşünebiliriz. Kehf Suresinin nüzul sebebine baktığımızda, o zamandaki bir kısım müşrikler veya Yahudiler veya her ikisi birlikte, Peygamberi zişan Hazret-i Muhammed (sav)’e, peygamberliğinin ispatı için, o zamana kadar varlıklarından haberdar olunan, ancak çok sırlı kullar olduklarından mahiyetleri tam olarak bilinemeyen Ashab-ı Kehf ve Rakim, ve tüm dünyaya hâkim olan Zülkarneyn (as) ile ilgili sorular sorarlar. Bunun üzerine Efendimiz (sav) onlara, “Filan zamana kadar size cevap veririm” der. Çünkü iki cihan serveri (sav) cevabı bilmemektedir ve Cenab-ı Hak tarafından kendisine bildirileceğini düşünmektedir. Fakat belirttiği zaman gelmesine rağmen, Cenab-ı Rabbü’l-Âleminden henüz bir cevap gelmemiştir. Resulü’s-Sakaleyn (sav)’in ruhu çok sıkılmıştır. Nihayet beklenen cevap gelmiştir. Evet, cevap Kehf Suresidir. Rabbimizin, Habib-i Ekremini Bizzat Kendisinin Terbiye Etmesi Tabii bu arada Cenab-ı Hakkın, Habib-i Ekrem (sav)’i bizzat kendisinin terbiye ettiğini de yine Kehf Suresinden anlıyoruz ki, surenin 23-24. ayetlerinde “(Ey Habîbim!) Sakın hiçbir şey için, Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşâallah demedikçe): ‘Ben bunu yarın kesinlikle yapacak olanım’ deme! (Bunu) unuttuğun zaman ise, Rabbini an ve: ‘Umarım ki Rabbim, bundan (bu kıssadan, peygamberliğime delil olan) daha yakın bir yola (daha nice delillere) beni eriştirir’ de!” diyerek doğrudan doğruya Habibine (sav) İnşallah demesi gerektiğini söyleyerek onu uyarmaktadır. Felsefe-Mitoloji-Sosyoloji Ve Tarihi Açıdan -Haşa- “Tanrının Oğlu” Düşüncesinin Kökenine Kısa Bakış Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin 30. Sözde izah ettiği üzere, nev-i beşerin nefs-i emmaresi olan felsefe, insanın hedefini “Teşebbehe bil-vacib”, yani vücudu vacip olan yaratıcıya benzemek olarak koyduğundan, bu hedefin bir sosyolojik sonucu olarak, tarih boyunca kendisini -haşa- ilah yerine koyan, Kur’an’da Firavunun “Şüphesiz ben sizin en büyük rabbinizim” demesi gibi, örnekler ortaya çıkmıştır. Böylece zamanın geçmesiyle insanlık, özellikle felsefenin etkisiyle, bu batıl düşünceyi maalesef kanıksamıştır. Felsefenin bu hedefi, mitolojinin de işin içine girmesiyle, daha sonra yine sosyolojik bir sonuç olarak, özellikle olağanüstü işleri yapan kişilerin ancak tanrının oğlu olabileceği şeklinde tanımlanmasına yol açmış ve maalesef Batıda İsa (as)’ın, Yahudilerde Üzeyir (as)’ın, hatta bir kısım yapılarda da maalesef Hz. Ali (kv) Efendimizin –haşa- Allah’ın oğlu olduğu düşüncesini yaymıştır. Kehf Suresinde Allah’a -Haşa- Çocuk İsnadı Ve Bir Tür İlim Kaldı Hızır (as)’ın öldürdüğü çocuk, evet acaba bu çocuk kime ya da neye işaret ediyor olabilir? Ve bu çocuğun Hızır (as) tarafından gerçekte neden öldürülmesi gerekiyordu? Aslında Hızır (as) çocuğu neden öldürdüğünü 80. ayette “Ve o çocuğa gelince (o buluğ çağına ulaşmış bir isyankâr idi); hâlbuki ana-babası mümin kimselerdi; onları da azgınlığa ve küfre bürümesinden (sürüklemesinden) korktuk.” diyerek açıklıyor. Peki, aslında isyankârlık, küfre sürüklemek gibi genel menfi özelliklerle beraber, acaba alamet-i farika babından hususi başka özellikleri olabilir miydi bu yetişkin çocuğun? Şimdi, Kehf Suresinin hemen başına 4. ayetine gidelim. Bu ayette Rabbimiz, “Hem: ‘Allah çocuk edindi’ diyenleri korkutsun (diye o Kitabı indirdi)!” diyor. Normalde ne bekliyoruz? Rabbimizin bunu hemen yalanlamasını değil mi? Fakat 4. ayetten hemen sonra çok ilginç bir şekilde “Buna (Allah’a çocuk isnadına) dair ne kendilerinin bir ilmi vardır, ne de atalarının! Ağızlarından çıkan bir söz olarak (bu iddiaları) ne büyük (bir küfür) oldu! (Onlar) yalandan başka bir şey söylemiyorlar.” diyerek, çok garip bir şekilde hemen yalanlamayarak, aslında bu konunun bir olgu, bir mevzu olarak ilmi bir tarafının olduğunu, ancak nihayette -haşa- “Allah çocuk edindi” hükmünün verilerek, yanlış bir hükmün verildiğini anlayabiliriz (Allahu A’lem). Hatta diyebiliriz ki, daha hemen Kehf Suresinin başında mezkur çocuk isnadının zikredilerek başlanması ve nihayet bunun yalanlanarak reddedilmesi ile, aslında Kehf Suresinin Allah’ın çocuk edindiği iddiasına bir reddiye olarak indirildiğini de düşünebiliriz. İşin daha da ilginci, surenin hemen başında mezkûr isnadın reddiyesiyle başlanıp, bilahare ilerleyen ayetlerde, Ashab-ı Kefh ve Rakim, Hızır (as) ve Zülkarneyn (as)’ın kıssalarının anlatılması ve bu kıssaların Allah’ın acayip ayetlerinden olduğunun (9. ayette) özellikle vurgulanmış olmasıdır. Bu da bize, mezkûr isnad ile bu acayip ve sırlı kullar arasında bir ilişki olabileceğini düşündürtmektedir. Peki, Nasıl Bir İlişki? Allahu A’lem, kadim zamanlarda yaşamış ve yaşamakta olan bu acayip ve sırlı kullar hakkında beni Âdem, sadece varlıklarından haberdar oldukları, mahiyetini bilmedikleri bu kulların yaptıkları olağanüstü icraatları ve maceraları nedeniyle, zamanın geçmesiyle “Bunlar öyle acayip işler yapmışlar ki, olsa olsa (Haşa) tanrının oğulları olabilirler” diyerek hüküm etmiş olabilirler. Ve bundan da ilginci, acaba Deccalle mücadelede çok önemli bir silah olan Kehf Suresi, şimdi çok yoğun bir şekilde yaşamakta olduğumuz şu Ahir zaman içinde de, kendisine (Haşa) “Tanrının Oğlu” denilen birine ya da bir misyona işaret etmiş olabilir mi? İşte tam bu noktada Mitoloji bize bir şey hatırlatıyor. Evet, Mitolojide böyle bir karakter var. Kendisine Haşa “tanrının oğlu” denen, Batı dünyasında ismi Hercules/Herkül denen bir karakter var. İşte Allahu A’lem Hızır (as), (Haşa) “tanrının oğlu” tabiriyle kendisine Herkül ismi atfedilen bu yetişkin çocuğu/misyonu öldürüyor. Maalesef bugün tüm dünyada, İsa (as)’ın -haşa- Allah’ın oğlu olduğu yalanını, bir misyon olarak benimseyip bunu yayan ve bu misyona ortak Herküller arayan Papalıktır. Herkül Mevsimi (2013’ün Sonu Ve 2014’te İlginç Tevafuklar) 2013’ün sonu 2014’ün hemen başında Amerika’da son 20 yılın en büyük kasırgası meydana geldi. Amerikalılar bu kasırgaya tahmin edin ne ismini verdiler? Herkül. Yine 7 Şubat 2014 te Türkiye’de ilginç bir film vizyona girdi. İsmi “Herkül”dü. Filmin alt başlığı daha da ilginçti, “Herkül; Efsane Başlıyor”. Anlaşılan birileri herkül efsanesinin başladığını bilmemizi istiyorlardı. Yine çok garip bir şeklide, Hollywood tarihinde nadir görülen, belki de hiç görülmeyen bir şekilde, 6 ay bile geçmeden Temmuzda başka bir film daha vizyona girdi. Tahmin edin ismi neydi? Evet, ismi yine “Herkül”dü. Bu defada Küresel şeytani illüzyon merkezi olan Hollywood, filmin alt başlığını “Herkül; Özgürlük Savaşçısı” olarak belirlemişti. Anlaşılan Hollywood nezdinde herkül, bir özgürlük savaşçısıydı. Ya da bizim öyle düşünmemizi istiyorlardı. Gözümüzün içine zorla sokuyorlardı. Belli ki onlar için çok büyük önem arz ediyordu. Kahraman Milletimizin Hızır (as) İle İmtizacı ve Hızır Misyonuna Sahip Olması Milletler arasında, bu aziz millet kadar Hızır (as)’ı kendi içinde bir kültür olarak yaşayan başka bir millet yoktur. Öyle ki, bizler acil servislerimizin adını, ambulans hizmetlerimizin adını hep Hızır koymuşuzdur. Ve “Hızır gibi yetişti” demişizdir. Hatta halk arasında “Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil” gibi sözlerimiz meşhurdur. Hızır’ın zor durumda olanlarımıza yardım ettiğiyle ilgili birçok kıssa duymuşuzdur. Hatta köylerimizde bile düğün dernek yaptığımız, baharın gelişini kutladığımız, köyümüzün en güzel, en yeşil ve en sulak yerlerinin adını da hep Hızır veya Hıdırlık Tepesi koymuşuzdur. İşte Hızır, bizim her daim içimizde, hemen yanı başımızda, bizden birisidir. Yani kültürel olarak Hızır’la milletimiz mezc olmuştur. Bu cihetten Kehf Suresinde Hızır (as)’ın yaşadığı maceralarda Hızır yerine, bu kültürel mezc halinden hareketle milletimizi koyabiliriz. Böylece o yetişkin çocuğu/misyonu öldürenin biiznillah aziz milletimiz olacağını da düşünebiliriz, Allahu A’lem. Peki, Şimdi Ne Olacak? Hızır (as), o yetişkin çocuğu da öldürdükten sonra, Musa (as) ile biraz da zoraki olan yolculukları son buluyordu. Cay-ı dikkattir ki, 1699 Karlofça anlaşmasından beri, sanki Ashab-ı Kehf gibi 300+9 yıldır uyuduğumuz uykudan uyanıyor, içimize nüfuz etmiş şer odaklarla olan bu zoraki yolculuk da son buluyor, Allahu A’lem. Ve 83. ayet daha sonra ne olacağı hakkında da bir işaret veriyor “(Ey Habîbim!) Sana Zülkarneyn’den de soruyorlar. De ki: ‘Size ondan bir hâtıra okuyacağım (anlatacağım)” denilerek, Zülkarneyn çağının başlayacağını hatırlatıyor inşallah. Zülkarneyn (as), İ’lay-ı Kelimetullah adına tüm dünyayı fethediyor ve İslam’ın sancağını tüm dünyada dalgalandırıyor. İşte üstadımızın muhtelif yerlerde belirttiği üzere, çağımızın bir nev-i Zülkarneyn ordusu, İslamiyet’in en kahraman ordusu olan milletimiz, inşallah dizginleri eline alacak ve bu kış bitecek ve cennet asa bir bahar gelecektir. Peki, biz buna hazır mıyız? Kehf Suresi üzerine tefekkürlerimizi ziyadeleştirmemizin zamanı geldi. Haydi! Her gün Kehf Suresini okumaya var mısınız? Zülkarneyn (as) çağına hoş geldiniz. Vesselam.
“Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 4) 1. İnsan vücudunda denge ve simetri “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 4) Bir ayet-i kerimede “Ey insan! İhsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir? O Allah ki seni yarattı, seni düzgün ve dengeli kılıp, ölçülü bir biçim verdi. Seni istediği her hangi bir şekilde parçalardan oluşturdu”.1 buyrulmuştur. Ayetteki “adeleke” (عدلك) kelimesini müfessirler “Bünye ve uzuvların düzgün, ölçülü ve mutedil olması, azalar arasında uyum ve denge olması” şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu konuda İbn Abbas “Belini doğrulttu, dik ve dengeli kıldı, eğri belli hayvanlar gibi yapmadı.” demiştir.2 Müfessir Mukatil de “Allah tarafından insana iki göz, iki kulak, iki el ve iki ayak verilmiş ve bu azalar arasında tam bir denge ve oran gözetilmiştir. Mesela, iki elden biri diğerinden uzun veya iki gözden biri diğerinden daha büyük yaratılmamıştır.”3 demiştir. Bu ifadeler insan vücudundaki simetrik yapıyı nazara vermektedir. Simetri, bir doğru veya düzlemin iki tarafında bulunan şekillerin ölçü, düzen bakımından birbirinin aynı ve eşit olması durumu, tenazur demektir.4 İnsan vücudu yukarıda müfessirlerin de belirttiği gibi, simetriktir. Farzı muhal insan vücudunu ortadan bölmüş olsak, sağ ve soldaki her iki tarafında birbirinin aynı olduğunu görürüz. Sağ ve sol taraflarımızdaki bütün organlarımızın hepsi -gözler, kaşlar, kulaklar, yüz, eller- simetrik, yani birbirine eşit ve birbirinin aynıdırlar. Kâinatta canlı cansız pek çok şeyde, hayvan vücutlarında, bitkilerin yaprak, çiçek ve meyvelerinde de bu simetri müşahede edilir. Müfessirlerin ayeti tefsir ederken simetriyi nazara vermeleri ayetin manasına uymaktadır. Fakat kanaatimizce ayetin manası yalnızca zikredilenlerle sınırlı değildir. İnsan vücudunda simetrinin de ötesinde pek çok dengeler ve ölçüler vardır. Ayetin insanın maddî veya manevî bütün cihazlarında var olan ölçü ve dengelerden bahsediyor olması daha makul görünmektedir. Aşağıda buna dair bazı örnekler üzerinde durulacaktır. 2. Altın Oran Altın oran nedir? “Yarattığı her şeyi güzel yaptı.” (Secde, 7) “(Allah) her şeyi adet olarak saydı.” (Cin, 28) Altın oran diğer adıyla ilahî oran 1,618 sayısıdır. Altın oran Fibonacci sayı sistemiyle de ilişkili olduğu için ondan da bahsetmeliyiz. Fibonacci sayı sistemi, bir sayının kendinden bir önceki sayı ile toplanmasıyla oluşturulan sayılar sistemidir. 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233, 377, 610, 987, 1597, 2584, 4181, 6765… Bu sayı sisteminde 13. sıradan önceki her hangi bir büyük sayıyı, kendinden bir önceki sayıya böldüğümüzde ya altın oran ya da ona yakın bir sayı çıkmaktadır. Fakat 13. sıradan itibaren hangi sayı kendinden bir önceki sayıya bölünürse bölünsün daima “altın oran” yani 1,618 rakamı çıkmakta ve bu sayı sabitlenmektedir. 1,618 sayısına verilen ehemmiyet, onun estetik özelliğinden kaynaklanmaktadır. Örneğin aşağıdaki şekillerden hangisi sizce daha zariftir? Muhtemelen sondaki dikdörtgeni seçtiniz. Çünkü bu dikdörtgende altın oran kullanılmıştır. Altın oran fıtraten bize daha güzel görünmektedir. Altın oran hangi varlıkta görünüyorsa, ona estetik bir güzellik kazandırmaktadır. Yapılan araştırmalarda galaksilerde, güneş sistemindeki gezegenlerde, pek çok hayvan vücudunda, bitkilerde, çiçeklerde bu orana rastlanmıştır. İnsan vücudunda da çoklukla görülmektedir. Tabiattaki eserlere güzellik katan bu oran, insanlar tarafından bilhassa mimarî, resim ve heykel sanatlarında güzelliği artıran bir unsur olarak çoklukla kullanılmıştır. Biz burada numune olarak yalnızca insan vücudunda görülen İlahî oranla ilgili bazı örnekler vermek istiyoruz. İnsan vücudunda Altın Oran İnsan vücudu araştırıldığında, onun pek çok ince hesaplara göre planlanarak yaratıldığı görülmektedir. Bu planda altın oranın önemli bir yeri vardır. Yalnız bu oranın bilim adamları ve sanatkârların beraberce kabul ettikleri “ideal insan vücudu” için geçerli olduğunu da söylemeliyiz. Bununla beraber diğer insanlarda da altın orana yakın ölçüler vardır. İnsan vücudundaki bir kısım altın oranlar şöyledir: Eğer ayaklarımızı birleştirip, elimizi yere paralel düz olarak açarsak, kendimizi tam bir kare içine almamız mümkündür. Diğer ifadeyle, milimetrik olmasa da kollarımızı iki yana açtığımızdaki genişlik, vücudumuzun boyu ile aynıdır. Eğer ellerimizi, ayaklarımızı açılı bir şekilde açar ve etrafımızda bir daire çizersek, bu dairenin merkezi tam göbeğimize gelir. Yetişkin bir erkeğin boyu ortalama kendi kafasının 8 mislidir.5 Baş ile göbek arası mesafe 3 kafa uzunluğu, göbek ile ayakucu mesafesi 5 kafa uzunluğu kadardır. Bu yüzden burada tam bir altın oran görülmektedir. Çünkü yukarıda Fibonacci serisinde 2-3-5-8 rakamlarının ardı ardına geldiğini görmüştük. Burada da insan vücudunda bu oranların olduğunu görüyoruz. Örneğin 1,60 boyundaki bir adamın kafası 20 cm’dir. Öyleyse göbeğe kadar olan mesafe 60 cm, göbekten ayakucuna kadar olan mesafe ise 100 cm’dir. Göbekten ayakucuna kadar başka bir altın oran daha vardır. Yukarıda göbekten ayakucuna kadar 5 kafa uzunluğu olduğunu söylemiştik. Bu mesafenin göbekle diz kapağı arası 3 kafa uzunluğu, dizle ayakucu arasındaki mesafe ise 2 kafa uzunluğu kadardır. Yani 1,60 boyundaki adamın göbek ve diz arası 60 cm, diz ayak arası 40 cm’dir. Yukarıda 3-5-8 rakamları, burada da 2-3-5 rakamları görülmektedir. İki omuz arası mesafe de iki kafa uzunluğu kadardır. Yani 1,60’lık adamın iki omuz genişliği 40 cm’dir. İnsan yüzünde de altın oran görülür. Saçlarımızın başladığı yerle kaşlar arası (alın), kaşla burun altı ve burun altı ile çene ucu arası birbirine eşittir. Başın genişliği, yüksekliğinin üçte ikisi kadardır (saçın yüksekliği hariç). Diğer bir deyişle baş; genişliği iki buçuk, yüksekliği üç buçuk birim boyutlarında bir dikdörtgen içinde yer alır. Gözü birim olarak aldığımızda ise başın yüksekliği yedi, genişliği beş göz büyüklüğü kadardır. Kulak, kaş ile burun alt noktası arasındaki mesafede yer alır. Burun genişliği iki göz arasındaki mesafeye eşittir. Ayrıca iki göz arası bir göz genişliği kadardır. Burun genişliği bir göz genişliği kadardır diyebiliriz.6 Kollarımızda da altın oran vardır. Dirsek, kolları büyük ve küçük olmak üzere iki kısma ayırır. Kolumuzun üst kısmının alt kısmına oranı altın oranı vereceği gibi, kolumuzun tamamının üst kısma oranı yine altın oranı verir. Vücudumuzda -bilhassa yüz ve ellerde hatta dişlerde- bu saydıklarımızdan başka altın oranlar vardır. Fakat biz bu kadarını yeterli görüyoruz. İnsan vücudundaki bu harikulade planları ve ölçüleri yapmak şuursuz sebeplerin, tesadüflerin işi olamaz. Bütün bu olayları tesadüfe vermek delilsiz bir iddia olmaktan öteye gidemez. İnsan vücudunda ve bütün varlıklarda görülen bu hassas ölçüler ancak her işinde hikmet olan, ilim, irade ve kudret sahibi olan Allah’ın işleridir. Kaynaklar: 1- İnfitar, 6-8.2- Elmalılı,3- Razî,4- Kubbealtı, s, 11105- Kadınların boyu 6,5 ile 7,5 kafa yüksekliği kadardır.6- Oranlar için bkz: Grafik Ve Fotoğraf, İnsan Figürü Çizimi, Megep (Mesleki Eğitim Ve Öğretim Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi), Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara 2008; Grafik ve Fotoğraf, İnsan Başı Çizimi, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2012.
Kelime-i şehâdet, vardır iki kelâmı. Birbirine şâhiddir, hem delil ve burhândır. Birincisi Sânî’ye bir “burhân-ı limmîdir.” İkincisi evvele bir “burhân-ı innîdir.” Burhan: Kelime olarak berraklaştırmak, delil getirmek, açıklığa kavuşturmak anlamında kullanılmaktadır. Istılah anlamı olarak doğruluğunda şüphe bulunmayan ve kesin bilgi ifade eden kıyasa denmektedir. Burhan-ı innî: Buna istikrâ veya istidlal de denmektedir. Cüz’îden külliye, eserden müessire, neticeden sebebe yapılan zihni intikale denir. Tepenin arkasında dumanı görüp ateşi, yoldaki insanın ayak izlerini görüp yürümüş insanları bilmek gibi. İnnî tabiri tahkik ve sübut manasını ifade eder. Hükmün hariçte (zihnin dışında) var olduğunu gösterir. Burhan-ı Limmî: Buna kıyas veya ta’lil de denmektedir. Bütünden parçaya, sebepten neticeye, müessirden esere geliş metoduna denir. Ateşi görenin dumanının olacağını bilmesi gibi. Limmî, “niçin” manasında hükmün illetini ifade ettiğinden bu ismi almaktadır. Kelime şehadetin iki cümlesi vardır. Birincisi: اللهُ اِلاَّ اِلٰهَ لَا اَنْ اَشْهَدُ şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. İkincisi: وَاَشْهَدُ اَنّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ ve şehadet ederim ki Hz. Muhammed (sav) Allah’ın kulu ve resulüdür. Kelime-i Şehadetin bu iki cümlesi birbirine şâhiddir. Birbirinin doğru ve kesin delilidir. Hz. Muhammed’in (sav) Allah’ın peygamberi olduğuna delil birinci cümledir. Cenab-ı Hakkın ulûhiyetidir. Yani اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ cümlesidir. Cenab- ı Hakkın varlığına ve birliğine en açık delil nedir, diye sorulacak olursa ikinci cümledir diye cevap verilir. Hz. Muhammed’in (sav) zatı ve lisanıdır. Yani وَاَشْهَدُ اَنّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ cümlesidir. Konuyu açıklamaya geçmeden önce Bediüzzaman Hazretlerinin Kelime-i Şehadet hakkındaki birkaç açıklamasına göz atmakta yarar vardır. Hz. Üstada göre Kelime-i Şehadet öncelikle âli/yüce bir kelimedir/cümledir. İslamiyet’in temel esasıdır. İslam dininin âlemde dalgalanan en nurlu ve yüce bayrağıdır. İmanı gösteren ve imanın yazılı olduğu mukaddes bir fermandır. Ab-ı hayat/ebedileştiren hayat suyu olan İslamiyet, Kelime-i Şehadetin pınarından doğar. Ebedi saadete nail olacakların elinde ezeli bir fermandır. Allah’ın varlığını ve birliğini, Hz. Muhammed’in (sav) O’nun peygamberi olduğunu ilan eden nurlu bir harita ve güzel, etkili konuşan bir tercümandır. İmanın bir göstergesidir. Bediüzzaman Hazretlerinin Kelime-i Şehadet hakkındaki bu kanaatlerini söyledikten sonra konunun açıklanmasına geçebiliriz. Şehadet kelimesinin iki cümlesinden birincisi ki اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ cümlesidir. Yani Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Evet, Allah’ın var ve bir olduğu davasının sayısız delilleri vardır. Hatta her bir şeyde Allah’ın bir olduğunu gösteren bir ayet ve bir alamet bulunmaktadır. Böyle olmakla beraber, genelde Rabbimizi tarif eden üç büyük ve genel burhan bulunmaktadır. Bunlar da Kâinat, Hz. Muhammed (sav) ve Kur’an-ı Kerim’dir. Konumuz gereği bizler ikinci delili açıklamaya çalışacağız. Yani birinci cümlenin delili olan ikinci cümleyi. Hz. Peygamber (sav) zatıyla, ahlakıyla, icraatıyla, kulluğuyla, tebliğ ettiği İslam diniyle, peygamberliğiyle, mucizeleriyle, elindeki Kur’an-ı Kerimle, yetiştirdiği ve kendisini takip eden ashap ve ümmetiyle dava etmiş ve ispat etmiştir ki “Allah var ve birdir.” O’nun (sav) en büyük davası Allah’ın var ve bir olmasıdır. Hayatı boyunca dünya sathında bu davasını anlatmaya, açıklamaya ve ispat etmeye adamıştır. Allah’ın var ve bir olduğu davası ile anılmaktadır. Getirdiği dini tavsif edilirken “Tevhid Dini” denmektedir. Gerçeğe de bakıldığında Hz. Peygamberin (sav) her hali, her tavrı Allah’ın varlığını ve birliğini göstermektedir. Bunun için Hz. Muhammed’in (sav) hayatını anlatan küçük bir kitapçık dahi bunu göstermeye yetecektir. İkincisi: وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ ve şehadet ederim ki Hz. Muhammed (sav) Allah’ın kulu ve resulüdür. Hz. Muhammed’in (sav) peygamber olduğuna birçok deliller bulunmaktadır. Burada ise öncelikli delilimiz, Onu (sav) peygamber olarak gönderen yüce Allah’tır. Yüce Allah, insanları bir peygambere muhtaç olarak yaratmıştır. Yani peygamberlik, insanların toplumsal hayatında bir zorunluluktur. Fakat bu zorunluluk, insan için geçerlidir. Yüce Allah için hiçbir zorunluluk olamaz. Bunun için Bediüzzaman Hazretleri de “beşeriyette peygamberlik mecburidir” demektedir. Bu zorunluluğun insanlık için söz konusu olduğunu ifade etmektedir. Tarihe az bir dikkatle baktığımızda ilahi bir âdetin dikkat çektiği görülmektedir. O da Yüce Allah’ın, toplulukları bir rehberin, liderin, idarecinin, yöneticinin, modelin, örneğin etrafında toplaması hakikatidir. Toplumların, cemaatlerin, cemiyetlerin, örgütlerin, kolonilerin lidersiz, rehbersiz olamayacağı gerçeğidir. İnsanlar da peygamberlere muhtaçtır. Peygamber ve getirdiği ilahi kanunlar olmadan toplumsal hayatta adalet, huzur, emniyet, güven gibi hakikatleri görmek mümkün değildir. İnsan yaşamının devamı için nasıl ki temel gıdalar bir gereklilikse toplumsal yaşamı için de peygamberlik öyle gereklidir. Zira insan, sosyal bir varlıktır. Bütün ihtiyaçlarını kendisinin karşılaması mümkün değildir. Hem cinsleriyle birlikte yaşayarak hayatını sürdürmesi ve bütün ihtiyaçlarını karşılaması mümkündür. Fakat insanlar çok farklı mizaçlara sahiptir. Farklı olan bu mizaçlardan türlü türlü arzu ve meyiller meydana gelmiştir. Mesela en güzeli seçer, en iyisini tercih eder, en seçkine yönelir, insana en layık bir şerefle yaşamak ister. Bütün bunları yerine getirebilmek için birçok maharetlere, sanatlara sahip olması gerekmektedir ki bu da mümkün değildir. Bundan dolayı insan hemcinsiyle yaşamak zorundadır. Fakat insanların birlikte yaşarken birçok defa duygularına yenilerek adaletsizliklere ve gayr-i meşru yollara başvurduğu görülmektedir. Bundan dolayı sosyal hayatta hukuksuzluklar görülmektedir. İnsanlar düşünce sahibi varlıklar olmasına rağmen toplumsal çıkarları kendi çıkarı için feda edebilmektedir. İşte toplum hayatında adalet, hürriyet, sevgi, hoşgörü, şefkat, diğerkâmlık, huzur, emniyet, eşitlik, düzen gibi hakikatlerin görülmesi bir peygambere ve onun getirdiği dine bağlıdır. Tarih bunu açıkça göstermektedir. Son peygamber olan Hz. Muhammed’i (sav) ve getirdiği İslam dinini dinlemeyen günümüz insanları da göstermektedir ki beşeriyet bir peygamberi ve getirdiği dini yaşamadığında huzur ve emniyetin temini görülememektedir. Devam edecek
1365 yılından İstanbul’un fethi olan 1453 yılına dek Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik yapan il olmuştur. Murat Hüdavendigar zamanında başkent yapılan Edirne, yaklaşık olarak 88 yıl Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik yapmıştır. 1354’de bir gece Süleyman Bey, Gelibolu kalesini aldı ve Osmanlı kuvvetleri Trakya’ya akınlara başladı. Artık Trakya’da Türkler’in ayak sesleri duyuluyordu. 1360’da Dimetoka fethedildi. I. Murad (1359-1389), tahta çıkışından başlayarak Rumeli’nin ele geçirilmesi için yapılan girişimlere büyük önem ve hız verdi. Sultan, Çorlu ile Keşan’ın da Osmanlı yönetimine geçmesinin ardından, Lala Şahin Paşa’yı Hadrianopolis’in fethi ile görevlendirdi. Lala Şahin Paşa, Hacı İlbeyi ile birlikte bu görevi yerine getirerek kenti Bizanslılar’dan aldı. 1362’nin Temmuz ayında I. Murad döneminde Hadrianopolis artık Türkler’indi. 1. Murad’ın Celayirli hükümdarı Üveys Han’a gönderdiği fetihnâmede kentin adı Edirne olarak yer aldı. Fethedilen bu yeni kenti büyük bir onurla ziyarete gelen I. Murad, kalenin yönetimini Lala Şahin Paşa’ya bıraktı. Bundan sonra Edirne Türkler’in Rumeli’yi fethetme hareketlerinde çok önemli bir askerî üs oldu. 1363’de Lala Şahin Paşa, Filibe’yi ele geçirmek amacıyla buradan harekete geçti. Ertesi yıl, Sırp, Eflak ve Macar birliklerinden oluşan haçlı ordusuna karşı Sırpsındığı Savaşı, Edirne’nin 25 km. batısında gerçekleşti. Sultan Murad bir gece düşünde, ak sakallı, nur yüzlü bir kimseyle yarenlik ederken, o kişi ona Edirne’de bir saray yaptırmasını söylediğinden, Edirne’de büyük bir saray inşa ettirildi. Edirne, fetihten sonra büyük bir hızla Türkleşmeye başladı. Osmanlılar’ın şehri 1365’de başkent yapmaları Edirne için yepyeni bir devrin başladığını gösteriyordu. I. Bayezid (1389-1403) İstanbul’u kuşatma hareketlerini buradan yönetti. Yıldırım Bayezid’in ölümünden sonra taht kavgası nedeniyle şehzadeleri birbirlerine düştüler. Bu Fetret Devri’nde (1403-1413) şehir daha büyük bir önem kazandı. Bayezid’in büyük şehzâdesi Emir Süleyman Çelebi, devlet hazinesini Bursa’dan Edirne’ye taşıyarak burada tahta çıktı. Daha sonra şehzadelerden Musa Çelebi, Eflak Voyvodası’nın da yardımı ile ağabeyi ile mücadeleye girerek 1411’de kenti ele geçirdi ve burada kendi adına para bastırdı. 1413’de I. Mehmed Çelebi (1413-1421) Osmanlı Devleti’ni yeniden toparlayarak Edirne’yi kardeşinin elinden aldı. 1419’da bu defa da I. Bayezid’in Ankara Savaşı’nda kaybolan oğlu olduğunu ileri süren Mustafa Çelebi sahneye çıktı. Taht üzerinde hak iddia ederek Edirne’yi ele geçirdi. Bir sultan olduğu inancı ile de burada kendi adına para bastırdı. Ardından güçlü bir orduyla Edirne’den Anadolu’ya geçtiyse de, Bursa yakınlarında II. Murad’a (1421-1451) yenildi. Edirne’de bıraktığı hazinesini aldıktan sonra Eflak’a giderken yakalanan Mustafa Çelebi, 1442’de yeniden Edirne’ye getirilerek öldürüldü. Edirne’de ilk şenlik, işte bu olayın ardından yapıldı. Halk da büyük bir coşku ile bu şenliklere katıldı. ; 2. Murad, Edirne’de şehzadeleri Alaaddin ile Mehmed’e çok görkemli sünnet düğünleri de düzenletti. Sultan, 1444’de tahtı oğlu II. Mehmed’e bırakarak Manisa’ya çekildi. Edirne başkent olduktan sonra tahta çıkan ilk sultan olduğu için, Edirne Sarayı’nda yapılan ilk culüs töreni de II. Mehmed için gerçekleştirildi. Bu ilk tahta çıkışında 12 yaşında olan çocuk sultanın adı, İstanbul’u fethettikten sonra şanına yakışır biçimde Fatih Sultan Mehmet olarak anılacaktı. Manisa’ya çekilen II. Murad, bir haçlı ordusunun harekete geçmesi üzerine yeniden Edirne’ye gelmek zorunda kaldı. Bu haçlı ordusu Varna’da kesin bir yenilgiye uğrayacaktı.II. Murad zaferin ardından yönetimi yine oğluna bırakmasına karşın, yeniçerilerin ayaklanması üzerine Edirne’ye gelerek üçüncü kez tahta çıkmak zorunda kaldı. II. Mehmed (1451-1481), II. Murad’ın 5 Şubat 1451’de ölümüyle kesin olarak tahta çıktı. Artık onun önünde çok önemli bir hedef vardı. Constantinopolis’i almak… Bu amacına yönelik harekâtı Edirne’den başlattı. Selimiye Camii Selimiye Camii, varlığı ile Türk tarihindeki Edirne’ye güç katarak ona simgesel bir nitelik kazandırmıştır. Eskiden bugüne kadar bir şâheser olduğu konusunda herkes birleşmektedirler. Selimiye için “taşın dehaya ulaşması veya dehanın taş kesilmesi” tanımını yapanlar vardır. Bu camii Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki gücünün hâlâ devam ettiği 16. yüzyıldaki politik eğemenliğini de vurgulayan son sultan yapısıdır. Selimiyenin kubbesi sanayi öncesi mimaride tek kubbeli mekân yapılarının gelişmesini en son noktaya ulaştıran bir “doruk nokta” olarak kabul edilir. Mimar Sinan'ın "ustalık eserim" dediği Selimiye Camii, II. Sultan Selim'in emriyle 1569-1575 yılları arasında inşa edilmiştir. Selimiye Camii, teknik mükemmelliği, boyutları ve estetik değerleriyle döneminin ve sonraki zamanların en muhteşem eseridir. Camii'nin içi takriben 6000 kişi almaktadır. Selimiye Arastası (Kavaflar Çarşısı) Selimiye Arastası, Selimiye Camii’ne gelir getirmesi amacıyla bu caminin yapımından sonra III. Murad döneminde Mimar Sinan’ın kalfası Davud Ağa’ya yaptırılmıştır. Arastanın yapılış nedenlerinden biri olarak, Selimiye’ye batı ve güney yönünden destek verme ihtiyacıdır. İkinci Bayezit Külliyesi Padişah II. Bayezid tarafından kurulan bu külliye temel gayesi Edirne’yi Darüşşifa’ya kavuşturmasıydı. Külliyenin ana merkezi Darüşşifa olup; Tabhane, Tıp Medresesi, camii, İmaret, Köprü, Hamam, Un değirmeni, Su deposu, Sıbyan Mektebi, Mehterhane, Muvakkithane gibi bölümler Darüşşifa’nın sosyal, dînî ve kültürel yerleriydi. Döneminde Avrupada diri diri yakılan akıl hastaları buralarda su sesi ve güzel kokulu mevsim çiçekleriyle tedavileri yapılıyordu. Eski Camii (Camii Atik) İç alanı 2116 m2 olup dört adet taştan kare şeklindeki sütuna dayalı dokuz kubbeli bir çatı ile örtülmüştür. Orta kubbede bir ışık feneri vardır. Son cemaat yeri kesme taş ve tuğla sıralaması ile bitirilmiştir. Mimarı Konyalı Hacı Alaaddin’dir. Ustası İbn-i İbrahim’dir. Camiideki yazılar ve kalem işleri ilginçtir. II. Murad döneminde Edirneye gelen ve bu camiide vaaz verdiği söylenen Hacı Bayram Veli’ye duyulan saygı nedeniyle vaaz kürsüsünü imamlar kullanmazlar. Mihrabın sağında bulunan Hacer-ül Esved parçaları özel bir ziyaret noktasıdır. Ayrıca Osmanlı padişahlarından II. Ahmed ve II. Mustafa’nın kılıç kuşanma merasimleri bu camii’de yapılmıştır. Üç Şerefeli Veya Burmalı Camii Bu camiyi yaptıran Osmanlı padişahı II. Murad Edirneyi bir başkent olarak tasarlıyordu. Üç Şerefeli Camii bu düşünce içerisinde ve o dönemde Balkanlar’daki egemenliğin ifadesi gibidir. Osmanlı mimarisinde yeni bir çığır açan bu camii bazı özellikleriyle ilklerin de sahibidir. Örneğin Üç şerefeli, Selçuklu mimarisindeki çok kubbeli dönemden tek kubbeye geçişin ilk denemelerindendir. Bu camii Osmanlı mimari tarihinin ilk büyük revaklı avlusuna sahiptir. Bu avlu, Osmanlı mimarisinin ilk denemesidir, bu avluda 22 adet kubbe vardır. 1438 yılında yapımına başlanan camii 1447 tarihinde bitmiştir. Mimarı Muslihittin, ustası Şahabettin olarak kaynaklarda geçmektedir. Taşhan Sokullu Mehmet Paşa tarafından vakıf olarak yaptırılmış olup otel olarak kullanılmaktadır. Sokullu hamamına bitişiktir. Ali Paşa Çarşısı (Kapalı Çarşı) Edirneliler’in daha çok Kapalı Çarşı adıyla andıkları Ali Paşa Çarşısı Kanuni Sultan Süleyman’ın son yıllarında dört yıl kadar sadrazamlık yapan Hersekli Semiz Ali Paşa tarafından 1569 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Çarşının altı kapısı bulunur. İlk ikisi iki ucunda olup, ortadaki iki yöne açılır ve orta kapı olarak bilinir. Diğer iki kapı doğuya bakar. Güneydeki kapı direkler çarşısına açılır. Dış duvarları kesme taştan olup üzeri tuğladır. 300 m. Uzunluğunda olup giriştekilerle birlikte 129 dükkân bulunur. Tarihçilere göre bir zamanlar bu çarşıda dükkân sahibi olmak; çok zengin ve ayrıcalıklı kişilere özgüymüş. Muradiye Camii (Mevlevihane) 2. Murad rüyasında Hz. Mevlânâ’yı görür ve Hz. Mevlânâ ondan bir Mevlevihâne yapmasını ister. İşte Muradiye Camii böylelikle bir Mevlevihâne olarak yapılır. (1426) daha sonra dervişler arasında çıkan bazı olaylardan sonra 2. Murat burayı kapatarak Camiye çevrilmesini sağlar. Mimarı bilinmeyen Muradiye Camii yan mekânlı “T” planlı camiilerin en güzel örneğidir. Avlusunda şadırvan vardır. Cami dış görünümü sade olmasına karşın iç süslemesi 15. yüzyıl Osmanlı sanatının en önemli yapılarındandır. Mihrab ve duvarları süsleyen nadide çiniler Türk çini sanatının en güzel örnekleridir. Çininin yanısıra orta kubbeleri birbirine bağlayan kemerde, duvarların üst bölümlerinde zengin kalemişleri vardır. Minberi ahşaptır. Caminin solunda II. Murad’ın yaptırdığı büyük imaret, mevlevi tekkesi ve semahane günümüze ulaşmamıştır. Muradiye Camii dört kubbelidir ve Bursa’daki adaşı ile önemli ölçüde plan benzerliği sağlar. Meriç Köprüsü Köprünün yapımına 1832 yılında Edirne’yi ziyarete gelen II. Mahmut’un emriyle burada bulunan ahşap köprünün yerine gündeme gelmiş bütçe sıkıntısı nedeniyle ancak 1842 yılında Abdülmecit döneminde başlayıp beş yılda bitirilmiştir. Köprü bitimiminde konulan kitabe önceki dönemlerde yerinden sökülmüştür. 1960’lı yıllarda tekraren yazdırılmış ve yerine konulmuştur. Sarayiçi Geleneksel Kırkpınar Yağlı Güreşleri Kırkpınar güreşlerinin başlangıç yılı olarak Edirne’nin fethi, yani 1361 yılı kabul edilse de en yaygın rivayet şöyledir. “Süleyman Paşa ile birlikte Rumeli’ye geçen kırk yiğit mola verdikleri her yerde fırsat buldukça güreş tutmaktaymışlar. İçlerinde iki kişi bitiremedikleri güreşi, şimdi Türkiye sınırları dışında olan Ahırköy çayırlarında sürdürmüşler. Bu güreş ölümüne bir güreşmiş ki, ikiside yenişemeden ve güreşirken ölmüşler. Arkadaşları bu iki yiğidi orada bulunan bir ağacın yanına gömmüşler. Rumeli için çıkılan seferden geri dönerken bakmışlarki gömüldükleri yerden bir pınar akıyor. Oraya ayak basanlar 40 kişi olduklarından adı Kırkpınar kalmış. Sonraki yıllarda aynı yerde ölen kişiler anısına güreş tutulmuş.” Kırkpınar yağlı güreşleri önce Balkan Savaşları; sonra Birinci dünya Savaşı ve Yunan işgali nedeniyle sınır değişiklikleri nedeniyle asıl yeri olan Yunanistan’ın Samona Köyü Mera’sında yapılamamıştır. Bir süre Edirne dışında kalan ve Virantekke denilen yerde gerçekleştirilmiştir. Savaşlar ve istilalar nedeniyle bazı yıllarda kesintiye uğrayan Kırkpınar Güreşleri, ilk yapıldığı alanın sınırlarımız dışında kalması nedeniyle 1925 yılından bu yana Edirne'nin Sarayiçi yöresinde yapılmaya başlandı. Kırkpınar Güreşleri her yıl Haziran ayının sonu ve Temmuz ayının ilk haftasında düzenlenir. Büyük, orta, başaltı ve baş boylarında güreşen pehlivanlardan, baş güreşenlerin birincisine “Başpehlivan” ünvanı ve altın kemer ödülü verilir. Güreşlerin vazgeçilmez sembolü Kırkpınar Ağası'dır. Ortaya konan Koç’a açık artırmada en fazla parayı veren kişi Kırkpınar Ağası olur ve bir sonraki yılın güreşlerini organize eder. Ayrıca Kırkpınar şenliklerinde ve güreşlerde yarışmaları kazananlara ödüllerini verip misafirleri ağırlar.