12. Sayı: "Su-i Zan"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiToplumu Kemiren Dehşetli Hastalık: Su-i zan
İnsan

KALPLE YAPILAN GIYBET Herkesin kalbinde olanı, ancak gaybı bilen Allah bilir. Gözünle görüp tevil kabul etmeyen kat'î bir malumâta sahip olmadıkça, kimse için kötü düşünmeye hakkın yoktur! Gözünle görmeyip, kulağınla duymadığın hususlarda kalbine gelen şüpheler şeytandandır! Şeytan ise en fâsık kimse olduğu için, onu tasdik değil, yalanlaman gerekir. Nitekim Allah Kur'ân'da şöyle buyurur: Ey iman edenler! Eğer fâsık bir kimse size bir haber getirirse, onun içyüzünü araştırın; yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de, sonra yaptığınıza pişman olursunuz. (Hucurât, 6) İmam-ı Gazali Hazretleri (rh) Su-i zan etmeyelim! Ama bununla beraber su-i zanna sebep olacak durumlardan da uzak duralım! Yanlış anlaşılacak söz veya işlerden uzak durmak, hem bizim için, hem de etrafımızdaki insanlar için en selâmetli yoldur. Hz. Ömer (ra) Töhmete (ithama, su-i zanna) sebep olacak işlere girişen, kendisinden başkasını kınamasın demiştir. İSLÂM'IN HEDEFLEDİĞİ TOPLUM İslâm dini, Müslümanların büyüklere saygı, küçüklere şefkat, akranlara da muhabbet ederek, birbirleriyle sağlıklı iletişim kuran kuvvetli bir toplum oluşturmalarını hedeflemiştir. İslâm dininin iman, ibâdet ve ahlâk kurallarına baktığımız zaman, bütün kuralların bu hedefe yönelik olduğunu görürüz. Oluşturulmak istenen bu kuvvetli toplum hakkında Peygamberimiz (asm)'ın şu sözleri büyük ehemmiyeti hâizdir: Büyüğümüze saygı göstermeyen, küçüğümüze şefkat etmeyen bizden değildir Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız, Bir mü'minin diğer mü'mine karşı durumu bir binanın birbirini destekleyen tuğlaları gibidir. (Onlar da birbirlerine destek olurlar), Mü'minleri birbirlerine merhamet etmede, sevmede, birbirlerini korumakta bir cesedin âzâları gibi görürsün. Vücudun bir âzâsı hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar uykusuzluğa ve ateşli hastalığa karşı yardımlaşırlar. Müslüman olarak Kur'ân ve sünnetin hedeflediği bu toplumu oluşturmak hepimizin görevidir. Şu soruların cevabını bulmak ve gerçekleştirmek için kafa yormalıyız: Böyle bir toplum oluşturabilmek için ne yapabiliriz? Aramızdaki iletişimi, muhabbeti bozan şeyler nelerdir? Bunları nasıl izâle edebiliriz? Aramızdaki iletişimi artırabilmek için neler yapabiliriz? Muhabbeti tesis ederek, birlik ve beraberliği nasıl sağlayabiliriz? *** Bu yazıda Müslümanlararası iletişimi bozan, Müslüman toplumu kemiren sebeblerden yalnızca bir tanesi olan su-i zan  üzerinde duracağız. SÛ-İ ZAN NEDİR? Kur'ân-ı Kerîm'de meâlen şöyle buyrulur: Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakınınız, çünkü zannın bir kısmı günahtır. (Hucurât, 12) Bu âyette Allah, mü'minin mü'mine su-i zan  etmesini açıkça yasaklamıştır. Su-i zannın iyi anlaşılması için, konuyla ilgili vehim, zan, gâlip zan, yakîn kelimelerini de izah etmemiz gerekir: Vehim: Bir şeyin olacağına veya olmayacağına dair elimizde hiçbir karîne, delil olmadan kalbimize gelen şeye vehim -kuruntu- denir. Zan: Eğer bir karîne varsa ve karîne hem müsbet, hem de menfî cihete uygulanabilir ise buna zan denilir. (Bu zanda kesinlik olmadığı için şüpheye vesîledir) Müsbet cihette zanda bulunmak hüsn-ü zan, menfî cihette zanda bulunmak ise su-i zan dır. Gâlib zan: Karîneler artar ise buna gâlib zan (veya zann-ı gâlib) denilir. (Yanımıza gelen adamda hafif bir içki kokusu hissediyorsak onun içki içtiğine hükmetmek 'zann-ı gâlib'dir. Koku olduğu halde yine de zan diyoruz. Çünkü o şahıs içki içmemiş, fakat bilmecburiye, içki içenlerin yanından gelmiş olabilir.) Abdullah bin Amr (ra) şöyle demiştir: Ben, Resulullah (asm)'ın Kâbe'yi tavaf ettiğini ve (tavaf esnasında) söyle dediğini gördüm: Sen ne kadar hoşsun, senin kokun ne kadar hoş. Sen (Allah katında) ne kadar büyüksün, senin kutsallığın ne kadar büyük! (Ama) Muhammed'in canı (kudret) elinde olan (Allah)'a yemin ederim ki, mü'minin malı, kanı ve hakkında ancak hüsn-ü zan beslenmesi yönüyle kutsallığı, Allah katında senin kutsallığından daha büyüktür. (İbn-i Mâce) Yakîn: Karîneler iyice artarsa yakîn hasıl olur. Yakîn içinde şek olmayan bilgidir. (Açıkça içki içerken  gördüğümüz adamın içki içtiğine hükmetmemiz 'yakîn'dir) HÜSN-Ü ZAN, SÛ-İ ZAN Bir Müslümanın söylediği söz veya yaptığı iş, iyiye veya kötüye yorumlanabilecek durumda ise, bizim bu gibi durumlarda hüsn-ü zanda bulunmamız, Müslümanın söz ve fiilini iyiye yormamız gerekir. Elimizde delil olmadığı hâlde onu kötüye yorumlamamız, su-i zan etmemiz, Kur'ân ve sünnet tarafından yasaklanmıştır. Hz. Ömer (ra), Mü'min kardeşinden çıkan hayra ihtimalini gördüğün bir sözü, kötüye yorma. demiştir. Peygamberimiz (asm) Zan doğru da olur, yanlış da buyurmuştur. Su-i zannımız doğru olduğu takdirde, bu zannın bize bir zararı olmaz. Fakat yanlış olduğu takdirde harama girmiş oluruz. Tabiinden Said b. Müseyyeb (ra) şöyle demiştir: Peygamberimizin sahâbelerinden bazı kardeşlerim bana (bir mektupta) şöyle yazdılar: Kardeşinin yaptığı bir işi aksine bir delil olmadığı müddetçe, en iyi şekilde yorumla (hüsn-ü zan et!) Müslüman bir kimseden çıkmış hayra ihtimali olan bir sözü şer olarak telakkî etme! (Beyhakî) İmam-ı Gazâlî (rh) su-i zannı, Kalple yapılan gıybet olarak tanımlar. Bununla kalbe gelen düşünceleri değil de, Kalbin kesinlikle hükmettiği şeyi kastettiğini söyler. Su-i zannın haram olma sebebi hakkında da şöyle der: Herkesin kalbinde olanı, ancak gaybı bilen Allah bilir. Gözünle görüp tevil kabul etmeyen kat'î bir malumâta sahip olmadıkça, kimse için kötü düşünmeye hakkın yoktur! Gözünle görmeyip, kulağınla duymadığın hususlarda kalbine gelen şüpheler şeytandandır! Şeytan ise en fâsık kimse olduğu için, onu tasdik değil, yalanlaman gerekir. Nitekim Allah Kur'ân'da şöyle buyurur: Ey iman edenler! Eğer fâsık bir kimse size bir haber getirirse, onun içyüzünü araştırın; yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de, sonra yaptığınıza pişman olursunuz. (Hucurât, 6) (İhyâ-u Ulumi'd-Dîn.c.3, s.334, Bedir yay.) SÛ-İ ZANDAN SAKINMAK Hz. Aişe (ra) Peygamberimiz (asm)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: (Mü'min) kardeşine su-i zan  eden, hakîkatte Rabbine su-i zan  etmiş olur. Çünkü Allah u Teâlâ 'Zannın çoğundan sakınınız' buyurmaktadır. (İbn-i Merduye, İbn-i Neccar) Ebu Hureyre (ra)'dan Peygamberimiz (asm)'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Size zandan uzak durmanızı tavsiye ederim! Muhakkak ki, zan sözün en yalanıdır. Birbirinizin gizli kusurlarını araştırmayın, birbirinizle rekabet etmeyin, birbirinize hased etmeyin, birbirinize buğz etmeyin! Allah'ın kulları kardeş olun! (Mâlik, Ahmed, Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizi) Mü'min kardeşinden çıkan hayra ihtimalini gördüğün bir sözü,kötüye yorma. Hz. Ömer (ra) Abdullah bin Amr (ra) şöyle demiştir: Ben, Resulullah (asm)'ın Kâbe'yi tavaf ettiğini ve (tavaf esnasında) şöyle dediğini gördüm: Sen ne kadar hoşsun, senin kokun ne kadar hoş. Sen (Allah katında) ne kadar büyüksün, senin kutsallığın ne kadar büyük! (Ama) Muhammed'in canı (kudret) elinde olan (Allah)'a yemin ederim ki, mü'minin malı, kanı ve hakkında ancak hüsn-ü zan beslenmesi yönüyle kutsallığı, Allah katında senin kutsallığından daha büyüktür. (İbn-i Mâce) HÜSN-Ü ZAN VE SÛ-İ ZAN SAHİBİ OLANLAR Bir öğretmen yarısı dolu, yarısı boş bir bardağı öğrencilere göstermiş ve Burada ne görüyorsunuz? demiş. Öğrencilerin bir kısmı Yarısı boş bir bardak derken, diğerleri Yarısı dolu bir bardak demişler.Bu iki cümleden hangisi doğru, hangisi yanlış? Elbetteki bu iki cümlenin ikisi de doğru. Fakat aralarında mühim bir fark var. Bu iki cümle öğrencilerin bakış açılarını, psikolojik yönlerini de ortaya koymaktadır. Yarısı boş bir bardak diyenler, hırslı ve su-i zan sahibi, Yarısı dolu bir bardak diyenler de kanaatkar ve hüsn-ü zan sahibi kimselerdir. Bardağa bu nazarla bakanlar, insanlara da farklı bakmazlar. (Acaba biz burada, su-i zan mı yapıyoruz, hüsnü zan mı? Dikkat edin, vereceğiniz cevap sizin de psikolojik yanınızı ele verebilir.) Bazı insanlar vardır ki, insanların daima hata ve kusurlarına -yani bardağın boş kısmına- odaklanmışlardır. Suratları asıktır ve ağızlarından tenkit eksik olmaz. Hüsn-ü zan mümkün olduğu durumlarda, onlar her zaman su-i zan şıkkını tercih ederler. Onlar hayatı kendileri ve başkaları için zehir ederler. Kimse mecbur kalmadıkça bunlarla beraber olmak istemez. Bazı insanlar da vardır ki, çok iyimserdirler. İnsanların hata ve kusurlarına değil, meziyetlerine -bardağın dolu kısmına- odaklanmışlardır. Yüzleri daima mütebessimdir. İnsanların daima iyiliklerinden, güzelliklerinden bahsederler. Onlar insanlara daima hüsn-ü zanla muamele ederler. Onların yanında herkes kendini rahat hisseder. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin, Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır dediği gibi, bu insanlar da hayattan lezzet alır ve başkalarının lezzet almasına vesile olurlar. SÛ-İ ZANNA SEBEB OLACAK DURUMLARDAN UZAK OLMAK Su-i zandan uzak durduğumuz gibi, su-i zanna sebep olacak söz ve davranışlardan da uzak olmalıyız. Peygamberimizin hanımlarından Safiye bt. Huyey (ra) şöyle der: Peygamber (asm) mescidde îtikafa girmişti. Geceleyin onu ziyarete gittim ve konuştum. (Konuşmamız bittikten) sonra kalktım, o da beni uğurlamak için kalktı. O sırada ensardan iki adam oradan geçtiler, Resulallah'ı görünce hızlandılar. Peygamber (asm) onlara hitaben, Yavaş olunuz! Bu benim zevcem Huyey kızı Safiye'dir dedi. Onlar da Sübhânallah! Yâ Resulallah (biz sana su-i zan edecek değiliz) dediler. Peygamberimiz de Şeytan insanın damarlarında kanın akışı gibi akar, (kalplere çok kolay vesvese verir). Ben şeytanın sizin kalbinize kötü bir şey atmasından korktum buyurdu. (Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud)Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır. Bedîüzzaman Hazretleri (rh) Peygamberimizin sahâbeleri durdurup durumu izah etmesi onları su-i zandan korumak içindi. Bu hassasiyeti bizim de göstermemiz gerekir. Su-i zan etmeyelim! Ama bununla beraber su-i zanna sebep olacak durumlardan da uzak duralım! Yanlış anlaşılacak söz veya işlerden uzak durmak, hem bizim için, hem de etrafımızdaki insanlar için en selâmetli yoldur. Hz. Ömer (ra) Töhmete (ithama, su-i zanna) sebep olacak işlere girişen, kendisinden başkasını kınamasın demiştir. Atalarımız, Kapını kilitle, komşunu hırsız tutma! demişlerdir. Yani kapını kilitlemezsen ve hırsızlık olursa, komşuna su-i zan edebilirsin. Öyleyse tedbirini al, su-i zan etme! Bu atasözüne uygun olarak tabiinden Ebu'l-Aliyye (ra) da şöyle demiştir: Biz, hizmetçilerimiz kötü ahlâka alışmasın veya biz su-i zan etmeyelim diye (onlara teslim edilen eşyayı) mühürlemekle, ölçmekle ve saymakla emrolunmuştuk. (Buhârî, Edebü'l-Müfred) SÛ-İ ZAN YAPMIŞSAK  NE YAPALIM? Sahâbe Harise b. Numan (ra) şöyle der: Peygamberimiz (asm) Ümmetim şu üç şeyi bırakmaz: tıyere (uğursuzluk tutma), hased ve su-i zan. buyurdu. Bir adam Kendisinde bunlar olan kimsenin kalbinden, bunları ne giderir Yâ Resulallah? diye sordu. Peygamberimiz şöyle buyurdu: Hased ettiğin zaman Allah'a istiğfar et, bağışlanmayı dile! Su-i zan ettiğinde de araştırma (aldırış etme), uğursuzluk hissettiğinde yürü (ehemmiyet verme!) (Taberânî) Su-i zan etmeyelim! Ama bununla beraber su-i zanna sebep olacak durumlardan da uzak duralım! Yanlış anlaşılacak söz veya işlerden uzak durmak, hem bizim için, hem de etrafımızdaki insanlar için en selâmetli yoldur. Hz. Ömer (ra) Töhmete (ithama, su-i zanna) sebep olacak işlere girişen, kendisinden başkasını kınamasın demiştir. Hadisdeki Su-i zan ettiğin zaman araştırma! ifadesi, iki mânâya da gelebilir. Birincisi Aldırış etme, üzerinde durma, şeytanın bir vesvesesi olarak düşün! demektir. İkincisi, Su-i zan ederek, muhatabın gizli kusurlarını araştırma! demektir. Çünkü su-i zan haram olduğu gibi insanların gizli kusurlarını araştırmak da haramdır. Su-i zan ettiğimiz konu, mühim ve öyle aldırış edilmeyecek bir konu değilse, en güzeli su-i zan ettiğimiz şahısla konuşarak meseleyi vuzuha kavuşturmaktır. Çünkü su-i zannımız, bizim yanlış algılamamızdan ve iletişim kopukluğundan meydana gelmiş olabilir. Muhatapla iletişim kurmamız bizi büyük bir yanlışlıktan kurtarabilir. Fakat bu durumda da hassas olmak gerekir. Muhatabımızın kalbinden geçeni bilmediğimiz için, onun söylediğini kabul etmemiz gerekir. Peygamberimiz (asm) kendisine özür beyan eden kim olursa olsun, onların özrünü -aksine bir delil olmadıkça- kabul ederdi ve Ben insanların kalblerini açmaya, karınlarını yarmaya me'mur değilim derdi. O her zaman insanların zâhirî hallerine göre muamele ederdi. Bir savaşta kelime-i şehâdet getiren bir adamı öldürdüğü için Üsâme b. Zeyd'e kızmıştı. Üsâme, O ölüm korkusuyla öyle dedi deyince de Kalbini yarıp baktın mı? demişti.Ebu Hureyre (ra) Peygamberimiz (asm)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: Meryem oğlu İsâ (as) bir adamın hırsızlık yaptığını gördü. (Daha sonra) ona: Sen hırsızlık mı yaptın? diye sordu. Adam Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, hayır (hırsızlık yapmadım) dedi. Bunun üzerine İsâ (as), Allah'a îmân ettim ve kendi gözümü yalanladım dedi». (Buhârî, Müslim, Neseî)Evet insan hüsn-i zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Su-i zan sâikasıyla kendisinde bulunan su'-i ahlâkı, başkalara teşmil etmemelidir. Ve başkaların bazı harekâtının, hikmetini bilmediğinden, takbih etmemelidir. Binâenaleyh eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hâllerini beğenmemek, su-i zandır.Su-i zan ise, maddî ve manevî hayat-ı içtimâiyeyi  zedeler. (Mesnevî-i Nuriye, s.55)Bedîüzzaman Said Nursî (rh)

İdris FERİD 01 Ağustos
Konu resmiYiğitsen Gel! Ölümü Özlemek Var
Risale-i Nur

Yâ Rab! Ölüm gecelerine ‘şeb-i arus' (âşıkın mâşukuna kavuştuğu gece, vuslat gecesi) dedikleri Mevlanâ'lar misali ölümü bize senin de sevgilin olan sevgililerimize kavuşma vesilesi kıl. Ve ey ölüm!Öyle yaşayayım ki seni sevenleri, geldiğinde bana beni alnımdan şehâdetle öpesin! Ölüm! Ön cephesi vahşet arka cephesi rahmet olan kelime.. Bizi korkutan ölüm müdür sizce? Eğer İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan'da hayattadır deseler ve bir davet de olsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. der. Bediüzzaman Hazretleri (rh). Ve bugün bize deseler ki Hz. Yusuf (as) Mısır'a geldi! Hangi birimiz merak edip de gidip görmek istemeyiz ki, içi güzel dışı güzel Hz. Yusuf'u?!  Ve yine dense ki; Bu yıl hac mevsiminde iki cihanın güneşi Hz. Muhammed (asm) dünya cesediyle dahi gelip ümmetiyle birlikte hac yapacak! Heyecan ötesi bir heyecan ile imkânsızlıkta imkânı oluşturup ne yapar ne eder katılmak istemez miyiz?! Peki kabrin öbür tarafında milyonlar Yusuflar ve Ahmed Faruklar ile bekliyorken Resulullah Efendimiz (asm) bizi, ölümün siyah peçesini aralamaktaki cesaretsizliğimizin nedir sebebi? Âhiret âlemine iman eden her bir akla malumdur ki ölüm; hayat vazifesinden bir terhis, dünya imtihanındaki ubudiyetten bir paydos, öteki âleme gitmiş ahbap ve akrabalara kavuşmaya bir vesile, hakîkî vatana ve ebedi saadete girmeye bir vasıta, sıkıntılı dünya hayatından cennet bahçelerine bir davettir.  De ki: Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp buluşacaktır. Sonra gaybı da müşâhede edilebileni de bilen Allah'a döndürüleceksiniz;O da size yaptıklarınızı haber verecektir.(Cumâ, 8) Resulullah (sav) şöyle buyurdular:«Sizden hiç kimse, maruz kaldığı bir zarar sebebiyle ölümü temennî etmesin. Mutlaka bunu yapmak mecburiyetini hissederse, bari şöyle söylesin: Rabbim, hakkımda hayat hayırlı ise yaşat, ölüm hayırlı ise canımı al!» Ölüm ki; müştak olduğumuz ölümsüzlüğe açılan bir kapıyken bizi korkutan elbette günahlarımızdan başkası değildir. Güzelleri en güzele kavuşturan ölüm, güzeldir. Zira Rahmet ve saadetin mukaddemesi olan ölüm bütün nîmetlerin başlangıcıdır. Öyleyse kendisi de nîmetin ta kendisidir.  Şair de ne güzel ifade etmiştir. Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü peygamber? Allah'tan hayırlı uzun ömür isteyiniz! buyurur Efendimiz (asm). Lâkin dünya lezzetlerinden daha çok istifade etmek, çoluk çocuğunun mürüvvetini görmek, dünyevî iş ve planları mükemmelleştirmek için değildir bu talep. Ölümün istenmeyişinde tek mâkul sebep vardır. O da Allah'ın rızâsına vesile olacak daha çok amel yapabilmek ve ölüme hazırlanabilmek adınadır. Yoksa iman nuruyla ebediyete öyle bir vuslat arzusu hâsıl olmalı ki ruhlarımızda, ömrün geçip tükenmesiyle esef almak şurada dursun, Niyazi-i Mısrî'den mülhem bir edâ ile; Binâ-yı ömrümün bir taşı daha düştü, ruhumun hasretiyle kavrulduğu vatan-ı aslîme biraz daha yaklaştım mısralarını ruhlarımız terennüm edebilmelidir. ÖLÜMÜN SİYAH PEÇESİNİ ARALAYABİLMEK.. Yaratılmışlar harâbiyete mahkumdur. Güneş batar, çiçekler solar, zamanın geçmesiyle saniyeler, dakikalar ölür. Lezzetler gibi musibetler de fânidir. Her dakika binler hücresi ölen beden-i insanî gün gelir kendisi de ölür. Dünya da içindekiler gibi gün gelecek harap olacaktır. Tevessu' (büyüme gelişme) kanununa dahil olan her şey ölüme mahkum olduğu içindir ki; küçük kâinat olan insanın ölmesi gibi sürekli büyümekte olan şu koca kâinat da gün gelecek ölecektir. Ölümden kurtuluşu yoktur cisimlerimizin. Allah'ın bekasından beka verdiği ruhlarımızdır geriye kalan. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri'nin yakaladığı El mevtü hakkun  tefekkürünü keşke yapabilsek her an. Benden öncekiler öldü, ben de öleceğim, hemasırlarım da ölecek, ölüp gidenlerin ardında kalan eserleri de, dünya da, kâinat da ölecek. Ve şimdi dünya sahnesinin oyuncuları olan insanlar elli sene sonrasının iskeletleri değil midir? Evet şu an yaşayan, nefes alan, konuşan,  koşuşturan, gülen, eğlenen, yazan ve okuyan bizler.. elli sene sonrasının ehl-i kuburu değil miyiz!? Ve şu fânî dünyada bildiğimiz belki de en kat'î hakîkat her şey ya cennet ya cehennemde açmak üzere ölecektir. Ölümün getirdiği firkat azabıyla müteessir olan kalplerimize ise Allah (cc) ne büyük mütesellîdir. Ölüm öldürülmüyor. Lâkin öleni tekrar diriltecek olan var! Öyleyse Madem O (cc) var her şey var. Ölümü ümit ile yeis arasında sık tefekkür etmek ve dünyadaki bu en büyük ve kaçınılmaz gerçeği güzel bir hazırlık içinde sevebilmektir marifet. Her mü'min onun karanlık, siyah ve çirkin peçesini cesurca aralayabilmelidir. Ve o peçenin altında fevkalade güzel nuranî sima ile karşılaşılacak ve ölüm gelmeden ölüm özlenecektir. Öbür âlemde olan sevgililer ise ölümü bize özlemek için zaten kâfi birer sebeptirler. Ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır. Ehl-i dalalet için, zulümat-ı ebedi kuyusudur.Yâ Rab! Ölüm gecelerine «şeb-i arus (âşıkın mâşukuna kavuştuğu gece, vuslat gecesi) dedikleri Mevlanâ'lar misali ölümü bize senin de sevgilin olan sevgililerimize kavuşma vesilesi kıl.Ve ey ölüm! Öyle yaşayayım ki seni sevenleri, geldiğinde bana beni alnımdan şehâdetle öpesin! Nasîhat istersen ölüm yeter, evet ölümü düşünen hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddi çalışır.. Bedîüzzaman Said Nursi (rh) Bugünü düşünürüm, dün geçti yarın var mı? gençliğime de güvenmem, ölen hep ihtiyar mı? Hallac-ı Mansur

Mehlika YAĞMUR 01 Ağustos
Konu resmiAllah'adır Tevekkülümüz, Îtimadımız

Mü'minler, sırf Allah'a dayanıp güvensin! (İbrahîm, 11) Tevekkül, lügat mânâsıyla, ‘işi başkasına ısmarlamak' demektir. Geniş ve ıstılâhî mânâda ise; sebeplere mürâcaat edip onlara riâyet ettikten sonra ve kendine âit vazifeyi yaptıktan sonra, neticenin hayırlı olmasını, kudreti sonsuz olan Allah'tan dilemek ve neticenin mâhiyetini O'na bırakmaktır. Tevekkül; Yüceler Yücesinin küllî iradesine tam teslim olmak, sonsuz kudretine tam îtimat etmek, engin rahmetinden tam emin olmak, üstün izzetine tam güvenmek, geniş hikmetini tam kabullenmek, ihatalı ilmini tam bilmek, her şeyden haberdar olduğunu tam hissetmek ve tesirli hükmün sadece O'na âit olduğunu bilip hükmüne tereddütsüz boyun eğmektir. İnsan, fıtraten çok zayıf, zayıf olduğu kadar da nihayetsiz şeylere muhtaç bir varlıktır. Her şeyi arzular, her şeyi sever. Fakat ne arzu ettiklerini her vakit elde edebilir, ne de sevdiklerine tam olarak nâil olabilir. Öyleyse böyle bir varlık, mutlaka her şeye gücü yeten, her şeyi elinde bulunduran birine dayanmak zorundadır. Bu zorunluluğu, iliklerine kadar ruhunda hisseden insanın, Cenâb-ı Hakk'ın kudretine dayanmaktan başka çaresi yoktur. İnanan insanların, inandıkları ölçüde imtihanları da ağır ve çeşitli olacaktır. İçten ve dıştan düşmanları en amansız saldırılarını yapacaktır. Böyle bir varlığın; isteklerini yerine getirecek, korktuklarından emin kılacak, kendisine yetecek birine sığınması zaruridir. Allah (cc) meâlen şöyle buyuruyor: Kim Allah'a tevekkül ederse, O ona yeter. (Talak, 3)  Kuluna Allah yetmez mi? (Zümer,36)  Bir kutsi hadiste de Cenâb-ı Hakk; Kulum beni nasıl tanıyorsa, ben ona öyle muamele ederim. buyuruyor. Yani, Allah'ı güçlü, inayetli, merhametli bilerek, işlerini Allah'a ısmarlayan, O'na güvenen, ve O'na dayanan insanı Allah zayî etmeyecektir. Tevekkülün içinde ve mânâsında ciddi bir huzur, sürekli bir rahatlık vardır. O'nun içindir ki, başta Resulullah olmak üzere, bütün evliyâ, asfiyâ ve diğer kâmil insanlar; rahatı, huzuru, tevekkülde bulmuşlar ve hep onu tavsiye etmişlerdir. Hatta bazıları, kendi iradesinden tamamen sıyrılarak, her şeyiyle Allah'ın iradesine sığınmış ve gerçek rahatı ve huzuru yakalamışlardır. Tevekkülün neticesi, Allah'ın kefilliğini, vekilliğini, veliliğini kazanmaktır. Kur'ân bize bu hakikati meâlen şöyle haykırıyor: Sen Allah'a tevekkül et,  vekil olarak Allah yeter. (Ahzab,3) Allah'a dayanan kimse şüphesiz istikamet yoluna iletilmiş demektir. (Âl-i İmran, 101) TEVEKKÜL VE SEBEPLER Tevekkül; esbap dairesinde eksiksiz sebeplere riâyet edip, sonra da Kudreti Sonsuz'un üzerimizdeki tasarrufunu beklemektir ki, iki adım ötesi, teslim mertebesidir. Birkaç adım ötede de her şeyi bütün bütün Allah'a havâle edip, yine her şeyi O'ndan bekleme makamı sayılan tefviz gelir. Tevekkül, hiç bir zaman, çalışmayı ve sebebe sarılmayı terkedip, Allah'ın dediği olur diyerek kenara çekilmek değildir. Biz sebepler âleminde yaşıyoruz. Bu dünyada her şey sebepler neticesinde husule gelmektedir. Bizler de bu âlemin düsturu olan sebeplere riâyet etme mecburiyetindeyiz.    DUÂNA KATRAN KAT! Yaşlı bir kadının biricik devesi uyuz olmuştu. Ölürse bütün işleri altüst olacak, bağına, bahçesine giderken eşyasını yükleyecek vasıtadan mahrum kalacaktı. Bunun için günlerce düşünmüş, bir tedbir hatırına gelmemişti. Durmadan duâ ediyor, devesini kurtarmasını Allah'tan diliyordu. Bir gün yine kıra çıkardığı devesinin ot yemeyip, su içmediğini, iskelet haline geldiğini görünce üzüntüsü bir kat daha arttı, başladı ağlamaya. Hem ellerini açmış duâ ediyor, hem de durmadan ağlıyordu. İşte bu sırada Peygamberimiz, ashâbıyla birlikte oradan geçmekteydi. Yaşlı kadının ağladığını görünce sordu: Ey Allah'ın kulu, niçin gözyaşı döküp ağlıyorsun? Kadın titrek sesle cevap verdi: Niçin olacak, dedi, devem için. Devem benim her şeyim. Ya ölürse halim ne olur? Yakalandığı hastalıktan kurtarması için Rabbime günlerdir el açıp duâ ediyorum, fakat bir türlü kabul edilmiyor. Tebessüm eden Peygamberimiz şöyle cevap verdi: Kabul olmasını istiyorsan duâna biraz da katran kat, katran! Kadın düşünmeye başladı. Ne demekti duasına katran katmak? Nihayet anlar gibi oldu. Bu defa gidip komşulardan katran bulan kadın, uyuz devesine önce iyice bir katran sürdü. Bundan sonra da ellerini açıp duâya başladı. Katranla uyuz sivilcelerindeki mikroplar tümüyle ölmüş, böylece deve uyuzdan kurtulmuştu. TEVEKKÜLDE EMNİYET VARDIR İnsan, kendinin sahibi değildir. Onun sahibi Allah'tır. Öyleyse, insan kendi yükünü çekme zahmetinden kurtulmalı, her şeyi esas sahibine vermelidir. Bu da O'na imanla, kadere rıza göstermekle ve O'na tam teslim olmakla mümkündür. Tevekkül eden, bütün korkulardan emin olur. En zor anlarda bile Allah'a olan  imanı ve tevekkülü sayesinde sahil-i selâmete çıkar ve kurtulur.

A. Zeynep ÜNSAL 01 Ağustos
Konu resmiCuma Günü ve Fazileti
İbadet

İbn Huzeyme'nin Selmân-ı Fârisî'den yaptığı bir rivâyete göre, bir defa Peygamberimiz (asm) Hz. Selmân (ra)'a: Selmân, sen Cumayı ne zannediyorsun? diye sorunca o da: Allah ve Rasulü daha iyi bilir. der. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: Senin atan Âdem (as)'in yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir araya getirildi. buyurmuştur. Ebu Hureyre'den rivâyet edilen başka bir hadiste de: Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı Cuma günüdür: Âdem (as) o gün yaratıldı, o gün Cennet'e girdi, yine o gün Cennet'ten çıkarıldı. Bir de kıyamet Cuma günü kopacaktır. (5) buyurulmuştur. Cuma günü ve fazileti İnsanlarda velî, Cumada dakika-i icâbe, Ramazan'da Leyle-i Kadir, Esmâ-i Hüsnâda İsm-i Âzam, ömürde ecel meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir. Yirmi sene müphem bir ömür, nihâyeti muayyen bin sene ömre müreccahtır. BU GÜNE CUMA İSMİNİN VERİLMESİ Haftanın günlerine İslâmiyetten önce verilen isimler şimdiki gibi değildi. Cuma gününe ‘yevmu'l-arube' denirdi (1) Süheylî'ye göre bu isim Süryânîce olup ‘rahmet' mânâsına gelmektedir. Arube yerine Cuma adını veren, bir rivâyete göre Peygamberimiz (asm)'ın dedelerinden Ka'b İbn Lüeyy'dir. İbn Sîrîn'den gelen bir başka rivâyete göre de bu ad Cuma namazı henüz farz kılınmadan evvel Medine'de bulunan Müslümanlar tarafından verilmiştir. İbn Sîrîn'in rivâyeti şöyledir: Hz. Peygamber (asm) Medine'ye hicret etmeden ve Cuma âyeti nazil olmadan önce Medineliler Cuma namazı kılmışlardı. Ensâr: Yahudilerin bir günü var, her yedi günde bir araya toplanıyorlar, Hristiyanların da öyle. Bizim de bir toplanma günümüz olsun, o günde Allah'ı zikredelim; şükredelim. dediler. Bunun üzerine: Sebt: Cumartesi günü Yahudilerin, ahad: pazar günü Hristiyanların, o halde bunu arube: günü yapalım. demişlerdi. Bu suretle Es'ad İbn Zürâre'nin yanında toplandılar, Es'ad b. Zürâre (ra) onlara iki rekat namaz kıldırdı ve vaaz etti. Toplandıkları âna ‘Cuma' adını verdiler. (2) Süryanilerin Cuma gününe arube yani rahmet adını vermeleri bu günün eski ümmetler tarafından da mübarek kabul edildiğini isbat eder. DİĞER DİNLERDE VE TARİHTE CUMANIN ÖNEMİ Diğer semâvi dinlerde de Cuma gününe dikkat çekilmiş, fakat onlar bunu terkederek başka günlere yönelmişlerdir. Ebu Hureyre'den Allah Resulu (asm)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: Bizler, bizden önce kitap verilenlere göre en sonuncusuyuz. Kıyâmette ise en öne geçeceğiz. Onlar, Allah'ın kendilerine farz kıldığı bu Cuma gününde ihtilafa düştüler. Allah onu bize gösterdi. Diğer insanlar bu konuda bize uyuyorlar. Ertesi gün Yahudilerin, daha ertesi gün ise Hristiyanlarındır. (3) Peygamberimiz (asm) bir hadislerinde de şöyle buyurmaktadır: Ehli kitap olan Yahudi ve Hristiyanlara Cuma günü verilmiştir. Fakat onlar, ihtilaf ederek onu bıraktılar. Allah rahmetiyle bizi, bu konuda hidâyete erdirdi ve o günü bu ümmete verdi. Onu, müminler için bir bayram yaptı. Bugüne ilk sahip çıkan Müslümanlardır. Ehli kitap ise, bu konuda onlara tabidirler. (4) İbn Huzeyme'nin Selmân-ı Fârisî'den yaptığı bir rivâyete göre, bir defa Peygamberimiz (asm) Hz. Selmân (ra)'a: Selmân, sen Cumayı ne zannediyorsun? diye sorunca o da: Allah ve Rasulü daha iyi bilir. der. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: Senin atan Âdem (as)'in yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir araya getirildi. buyurmuştur. Ebu Hureyre'den rivâyet edilen başka bir hadiste de: Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı Cuma günüdür: Âdem (as) o gün yaratıldı, o gün Cennet'e girdi, yine o gün Cennet'ten çıkarıldı. Bir de kıyamet Cuma günü kopacaktır. (5) buyurulmuştur. Diğer bir rivâyette de, yukardaki sözlere ilâveten şu cümleler yer almıştır: Kıyamet de o gün kopacaktır. İnsan ve cin'den başka hiçbir mahluk yoktur ki, Cuma günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar -kıyamet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın. Bir de o günün içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir Müslüman kul tesadüfen o esnada namaz kılıp Allah'tan bir hacetini dilemez ki, onu Allah O'na vermesin.  CUMA GÜNÜNÜN MAKBÛLİYETİ Cuma gününün hem dünyada hem âhirette, hem insanlar hem de melekler arasında ayrı bir hususiyeti vardır. Bu özellikleri Enes b. Malik'in rivâyet ettiği hadiste, Peygamberimiz (asm) şöyle anlatmaktadır:  Bana Cebrâil geldi. Avucunda beyaz bir ayna vardı. Bana: Bu, Cuma (namazı)dır, Rabbin onu, sana ve senden sonra ümmetine bayram olsun diye, farz kılmıştır dedi. Ben: Bu günde bizim için ne vardır? diye sordum. Şöyle dedi: O günde, pek hayırlı bir vakit vardır. Kim o zaman içerisinde, kendisi için nasip edilen bir hayrı isterse, Allah onu kendisine verir. Ama istediği şey, kendisi için takdir edilmemişse, Allah, ondan daha büyük bir nimeti kendisi için âhirete saklar. Kul kendisi için takdir edilmiş olan bir kötülükten Allah'a sığınırsa, Allah onu, ondan daha büyüğünden muhafaza buyurur. Cuma günü, meleklerin yanında günlerin en kıymetlisidir. Biz onu, âhirette yevmü'l-mezîd (ikramı çok olan gün) diye anarız. Rasulullah (asm) buyurur ki: Cebrail'e: O güne niçin yevmü'l-mezid denir? diye sordum. Şöyle dedi: Çünkü Azîz ve Celîl olan Rabbin, cennette beyaz misk ile donatılmış bir vadi hazırlamıştır. Cuma günü olduğunda, İlliyyînden Kürsü makamına iner. Hadisin sonu şöyle bitmektedir: Yüce Allah, Cuma günü mü'minler için tecelli buyurur, onlar Allah'ın cemaline nazar ederler. (6) İCÂBET SAATİ VE GİZLİ OLMASININ HİKMETLERİ Cuma gününü diğer günlerden üstün yapan meziyetlerinden biri yukarıdaki rivâyetlerden anlaşıldığı üzere bu günde icâbet saatinin olmasıdır. Hicrî takvime göre Cuma günü miladi takvime göre perşembe günü güneş batımında başlar Cuma günü güneş batımına kadar devam eder. İcâbet saatinin Cuma gününün 24 saati içinde bulunması muhtemel olup bu konuda muhtelif rivâyetler vardır. İcâbet saati konusunda Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmaktadır: Bu saat imamın minbere oturduğu zaman ile namazın kılındığı vakit arasındadır. (7)  Başka bir rivâyette, Peygamberimiz (asm) bu saat için: Cuma namazına girişten itibâren, namazdan çıkıncaya kadar. buyurmuştur. Fakat bu saatin bilinmeyen ve meçhul kalan bir saat olduğu yolunda da rivâyetler vardır. Meselâ yine Ebu Hureyre (ra) demiştir ki: Bu saatin hangi saat olduğunu Nebiyy-i Ekrem Efendimiz'den (asm) sorduk. Bize: ‘Bu saati ben biliyordum. Lâkin sonradan Leyle-i Kadir bana unutturulduğu gibi, bu da bana unutturuldu!' buyurdu. (8) Üstad Bedîüzzaman Hazretleri de Cuma'daki saat-i icâbede yapılan duânın makbule daha yakın olduğu yolundaki rivâyeti duânın kabul şartları arasında sayıyor. (9)  Ayrıca saat-i icâbenin meçhul kalmasını ise, sâir saatleri ve dakîkaları kıymetten düşürmemek ve her saate aynı derecede ehemmiyet verilmesini sağlamak hikmetine bağlıyor: İnsanlarda velî, Cumada dakika-i icabe, Ramazan'da Leyle-i Kadir, Esmâ-i Hüsnâda İsm-i Âzam, ömürde ecel meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir. Yirmi sene müphem bir ömür, nihâyeti muayyen bin sene ömre müreccahtır. (10) Cenâb-ı Hakk, bizlere Cuma günlerini hakkıyla idrak ve ihyâ etmeyi nasip eylesin. Amîn. Kurtubî, Tefsir, XVIII, 99 Muhammed Ali es-Sâbunî, Ahkâm Tefsiri, II, 463 Buhârî, Cuma, 1 Müslim, Cuma, 856. Müslim, Cumua, 5. Şafii, Müsned, No. 374; Heysemi, Mecmau'z Zevaid, II, 164. Riyazüs- Sâlihîn, 1154. Tecrit Terc. 106. Osmanlıca Mektubât, s. 105 Osmanlıca Mektubât, s. 464

Murat İNCEİMAMOĞLU 01 Ağustos
Konu resmiCuma Âdâbı
İbadet

Size bir Sure haber vereyim mi ki, azameti semâ ile arz arasını doldurmuş, onu yetmişbin melek teşyî' etmiştir? O Sure Kehf süresidir. Kim Cuma günü bu Sureyi okursa Allah onu öteki Cumaya kadar bu Sure ile mağfiret eder, sonunda üç gün de ziyâdesi vardır. Ve semâya ulaşan bir nur verilir ve Deccal'in fitnesinden muhafaza edilir. Yatacağı vakit bu Surenin sonundan beş âyet okuyan hıfz olunur ve gecenin istediği vaktinde kaldırılır. Ebu Lübabe bin Abdilmünzir (ra)'ın rivâyet ettiği bir hadiste şöyle denilmiştir: Cuma günü, Allah katında öteki günlerin en üstünü ve en büyüğüdür. O Allah katında kurban bayramı ve fıtır bayramından daha büyüktür. Cuma gününün beş hasiyeti vardır: 1) Allah, Adem (as)'ı o gün yarattı. 2) Allah, Adem (as)'ı o gün yer yüzüne indirdi. 3) Allah,  Adem (as)'ın ruhunu o gün aldı. 4) Cuma gününde bir an vardır ki; o anda kul bir şey isterse, haram bir şey istemediği sürece Allah  istediğini ona mutlaka verir. 5) Kıyamet o gün kopacaktır, ne kadar mukarreb melek, ne kadar sema, ne kadar yer, ne kadar rüzgar, ne kadar dağ, ne kadar deniz varsa hepsi mutlaka Cuma gününden korkarak kendilerine mahsus ibâdet ederler. (2) Bu sebeplerden dolayı Ebu Hureyre'nin hadisinde bu güne Cuma denmiştir. Kur'ân Cuma gününde tamamlanmıştır. Çünkü: Bugün, size dininizi kemale erdirdim meâlindeki Mâide Suresi 3. âyeti Cuma günü Veda Haccında nâzil olmuştur. (3) Cuma âdâbı şöyle sıralanabilir: Cuma günün evvelinde, varsa bir ihtiyac tedarik etmeli, nikâh akdetmek ve bunun gibi mühim işler yapılmalıdır; bu sünnettir. Perşembeyi Cumaya bağlayan gece iki rekat nafile namaz kılınmalı.Cuma gününde; Yani perşembeyi Cumaya bağlayan gece iki rek'at namaz kılıp Fâtiha'dan sonra onbir defa Zilzâl Suresini okuyan kimseyi Allah Teâlâ kabir azâbından ve kıyâmet korkularından emin kılar. (4)Cuma gecesinde Sure-i Duhân okunmalıdır. Peygamberimiz: Bir kimse Cuma gecesi veya Cuma günü Sure-i Duhân'ı okursa, Cenâb-ı Allah o kimse için cennete bir saray bina eder. buyurmuştur. Cuma gecesi Yasin Suresi okunmalıdır. Kim Cuma gecesi Yasin Suresi okursa bağışlanır. (5) Cuma günü mü'minlerin ictima günleridir. Bu sebepten dolayı bu günü bir bayram bilmeli ona göre diğer vakitlerden ziyade taharet ve nezafete riâyetle Cuma'ya hürmet etmelidir. Nebiyy-i Ekrem (asm) Hazretleri: Cuma günü, ibâdet ve ezkâr ile mü'minlerin kalbi mesrur olacak bir bayram günüdür. (6) buyurmuşlardır Cuma günü gusl edilmeli ve her türlü beden temizliği îtina ile yapılmalıdır; zira Peygamberimiz (asm): Bir kâse su, bir altın bile olsa; Cuma günü guslediniz! diye emretmiştir. Güzel ve temiz elbiseler giymeli, Güzel ve başkalarını rahatsız etmeyen hoş kokular sürmeli, Misvak kullanılmalıdır. Nitekim peygamberimiz: Bu Cuma Allah'ın Müslümanlara verdiği bir bayram günüdür. Kim Cumaya gidecekse boy abdestini alsın, yanında güzel koku varsa sürünsün, misvağını da kullansın. buyurmuştur. Kokusuyla başkaları rahatsız edecek (sağan ve sarımsak v.b.) yiyecekler yenmemeli; kirli, pis kokan elbise ve çoraplar giyilmemelidir. Bu kul hakkını ihlaldir. Cuma günü Cuma vaktinden önce Kehf Suresi okunmalıdır. Size bir Sure haber vereyim mi ki, azameti semâ ile arz arasını doldurmuş, onu yetmişbin melek teşyî' etmiştir? O Sure Kehf süresidir. Kim Cuma günü bu Sureyi okursa Allah onu öteki Cumaya kadar bu Sure ile mağfiret eder, sonunda üç gün de ziyâdesi vardır. Ve semâya ulaşan bir nur verilir ve Deccal'in fitnesinden muhafaza edilir. Yatacağı vakit bu Surenin sonundan beş âyet okuyan hıfz olunur ve gecenin istediği vaktinde kaldırılır. (7) Cumadan önce mümkünse kalbin marazlarına mücerreb bir ilaç ve ruhu manevî kirlerden arındıran bir duâ olan Evrad-ı Kudsiye veya mütefekkirane okunsa imana kuvvet veren. (8) Hulasatu'l-Hulâsa okunmalıdır. Cumaya erken gidilmeye çalışılmalı, saat-i icâbeyi araştırıp o saati değerlendirmelidir. Ebu Hureyre (ra)'dan rivâyet olunduğuna göre Resul-i Ekrem (asm) Efendimiz Hazretleri buyurmuşlardır ki: Cuma gününde bir saat vardır. Allah'ın kullarından bir müslim namazda ve kıyamda iken Allah Teâlâ'dan niyâz ile bir şey isteyip duâsı o saate tesadüf ederse Allah u Teâlâ Hazretleri o kimsenin dileğini verir. (9) Cuma günü namaz için seslenildiği (ezan okunduğu) zaman, hemen alış-verişi bırakıp, Allah'ın zikrine koşulmalıdır.Ey îmân edenler! Cuma günü namaz için seslenildiği (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ın zikrine koşun ve alış-verişi bırakın! Eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır (10) Âyetten anlaşılacağı üzere Cuma vakti alış veriş yapmak yasaklanmıştır.Özürsüz Cuma terk edilmemelidir. Peygamberimiz (asm): Vallâhi, bir adama (benim yerime cemaate nmaz kıldırmasını, emretmeyi sonra Cumaya gelmeyenlerin evlerini üzerlerine yakmayı arzu ettim (11) Kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa Cumaya gitsin. Kim eğlence ve ticaretle meşgul olarak Cuma'ya gitme ihtiyacı hissetmezse Allah  da ondan râzı olmaz. (12) Kim zaruretsiz üç Cuma'yı terk ederse Allah kalbini mühürler (Cehenneme kor) (13)Cumaya vaktinde gidip, ön saflarda bulunmak efdaldir.Rivâyetlerden camiye gelmede öncelik sırasına göre deve, sığır, koyun hatta tavuk tasadduk etme sevabı verildiği anlaşılmaktadır. Cumaya sonradan gelip, cemâati rahatsız ederek öne geçmemek gerekir. Peygamberimiz (asm) Cumaya geç kalıp cemaatin önüne geçmeye çalışan bir adama Otur! Hem rahatsız ettin, hem de geç kaldın demiştir. Hutbe okunurken konuşulmamalıdır. Başka şeylerle uğraşılmamalıdır. Namazdaki gibi durmalıdır.Cuma namazından sonra Cenâb-ı Allah'a zikir, tahmid ve ta'zimde bulunulmalı, yapılan günahlar için de istiğfar edilmelidir. Cuma namazından sonra daha oturduğu yerden kalkmadan yüz defa: Sübhanallahi ve bihamdihî, sübhanallahi'l azîmi ve bihamdihî, estağfirullâh diyen kimsenin yüzbin günâhını, ana ve babasının da yirmidörtbin günâhını Allah mağfiret eder. (14) Cuma Namazından Sonra duâ edilmeli,Nebiyy-i Ekrem (asm) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: Kim Cuma namazından sonra -konuşmadan ve kalkmadan- İhlâs Suresi'ni, Felâk Suresi'ni ve Nâs Suresi'ni yedişer defa okursa Allah u Teâlâ onu gelecek Cumaya kadar, zarar verici şeylerden muhafaza buyurur, (15) Cumadan sonra helâl rızık kazanmak için ziraat, ticaret ve san'at'a yönenilmelidir. Nihâyet namaz bitince, artık yeryüzünde dağılın ve Allah'ın lütfundan (rızkınızı) arayın ve Allah'ı çok zikredin; tâ ki kurtuluşa eresiniz! (16) Cuma Suresi, 9-11 Tergıp ve Terhip, c. 2, s. 136 Celâleyn şerhi, c. 2, s. 179 Râmuzü'l-ehâdîs, 427 (Deylemî'den) Esbehanî el-Câmi'u's-Sağîr Uhfetü'z-zâkirîn, 269 Asayı musa 245 Buharî, Deavât, 61 Cuma suresi, 9 Müslim, hâkim. Taberanî İmam Ahmet, Ebu Davut, Nesâi, Tirmizi, İbn mâce, Hâkim Buharî, Deavât, 61 el-Câmiu's-Sağir Cuma Suresi, 10

Zeynel Abidin YILDIRIM 01 Ağustos
Konu resmiAllah (Celle Celâlühü ve Celle Şânuhü)
İnsan

Eğer ‘Allah' lafzından ‘elif' harfi kaldırılsa geriye ‘lillâh' lafzı kalır. Bunun mânâsı: Allah'a mahsustur şeklindedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bu şekilde ve lillâhi diye başlayan âyetler vardır. Eğer ‘lillâh' lafzındaki ilk ‘lâm' harfi kaldırılsa geriye ‘lehü' lafzı kalır. Bunun mânâsı şudur: O'nun içindir veya O'nundur. Nitekim bu şekilde Allah'a delâlet eden ve ‘lehü' lafzıyla başlayan âyetler vardır.Eğer ‘lehü' lafzındaki ‘lâm' harfi kaldırılsa geriye ‘hü' yani ‘O' kalır. Bu kelime de Allah'a delâlet etmektedir. Bu şekilde O'nu gösteren ve Kur'ân'da geçen âyetler vardır. Bu hususiyet sadece ‘Allah' isminde vardır.En güzel isim ve en güzel sıfatlara sâhip olan, kâinatı yaratan, Vâcib-ü'l-Vücud (varlığı zarurî) olan, bütün övgü ve ibâdetlere layık bulanan ve kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Cenâb-ı Hakk'ın zâtının hususî ismidir. Lafza-i Celâl, lafzullâh, lafzatullah da denilen ‘Allah' ism-i şerîfi, Cenâb-ı Hakk'ın zâtına has ve en câmi (kapsamlı, toplayıcı) ismidir. İSM-İ HAS Meryem Suresi 65. âyette meâlen şöyle buyrulmuştur: Hiç O'nun adıyla isimlendirilmiş (başka) birini biliyor musun? Âyette geçen ismin ‘Allah' ism-i celîlî olduğu tefsirlerde bildirilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki: ‘İsm-i has' olan bu isim başka birine mecaz yoluyla da olsa verilemez. Bunu teyiden Firavun: Ene rabbükümü'l-a'la =ben sizin en yüce rabbinizim. demiş fakat hâşâ: enellah= ben allâhım dememiştir. Zaten tarihte böyle bir isimle isimlenen veya isimlendirilmiş bir kimse bilinmiyor. ‘Allah' ismi, Kur'ân-ı Kerîm'de en çok zikredilen isimdir. Mecmu'-u Kur'ânda ikibin sekizyüz altı (2806) defa zikredilmiştir. ALLAH İSMİ, BÜTÜN İSİMLERE DELÂLET EDER Bu ismin Cenâb-ı Hakk'ın zâtına mahsus bir isim olması dolayısıyla en geniş muhtevalı ve en kapsamlı ismidir.Buna dair Bedîüzzaman Hazretleri şöyle der: Bütün esmâ-i hüsnânın ifade ettiği mânâlar ile bütün sıfat-ı kemaliyeye Lâfza-i Celâl olan ‘Allah' bil'iltizam delâlet eder. Allah Lâfza-i Celâl'i, bütün sıfât-ı kemaliyeyi tazammun eden (gerektiren, içine alan) bir sadeftir. Çünkü; lâfza-i celâl, Zât-ı Akdes'e delâlet eder (delil olur); Zât-ı Akdes de, bütün sıfât-ı kemaliyeyi istilzam eder (gerektirir); öyle ise, o lâfza-i mukaddese, delâlet-i iltizâmiye ile bütün sıfât-ı kemâliyeye delâlet eder. İhtar: Başka ism-i haslarda bu delâlet yoktur. Çünkü başka zâtlarda sıfât-ı kemaliyeyi istilzam etmek yoktur. İşte bu itibarla bir kimse kelime-i tevhîdi Lâ ilâhe illallâh diyerek söylediği zaman Lâ Hâlıka illallâh veya Lâ Kayyume illallâh veya Lâ Râzıka illallâh gibi bütün esmâ-yı hüsnâyı tazammun eden binlerle kelâmı söylemiş olur. ŞEHÂDET Yine buna binâen bir kimse başka bir dinden İslâm dinine geçmek ve Müslüman olmak için şehâdet getirmesi gereklidir. Eğer şehâdet getirirken ‘Allah' yerine meselâ Eşhedü en lâ ilâhe illa-Rahmân dese veya Eşhedü en lâ ilâhe illa-Rahîm yani Şehâdet ederim ki Rahmân'dan başka ilâh yoktur veya Rahîm'den başka ilâh yoktur gibi başka bir ismi söylese bu şehâdeti makbul olmaz. Küfürden çıkıp İslâm'a girmiş olmaz. Bu da ‘Allah' isminin yüce hususiyetlerini ortaya koyar. (Tefsir-i Kebir, Râzî) İSM-İ A'ZÂM Arapçada olsun herhangi başka bir lisanda olsun ‘Allah' lafzının yerini tutacak veya eş anlamlı başka bir isim yoktur. Çünkü bu anlam ve muhtevâ genişliğine sâhib her hangi bir isim veya kelime veya lafız yoktur. (Elmalılı)Hadislerde beyan edilen en büyük zikrin Lâ ilâhe illallâh olması ve bütün peygamberlerin en büyük dâvâları ve sözlerinin Lâ ilâhe illallâh olması ve bütün velîlerin en büyük ve en çok devam edegeldikleri zikirlerinin de Lâ ilâhe illallâh olması da bu sırlardandır. Ey Rabbimiz! ‘Allah' ism-i şerifinin hürmetine seni ziketme, sana şükretme ve sana güzelce ibâdet etme hususunda bizlere yardım et. Son nefeste hem kelime-i tevhîdi hem kelime-i şehâdeti söyleyerek ruhumuzu teslim etmemizi nasib ve müyesser eyle! Âmîn. Binlerle âmîn! Yine bu hususilik ve câmiiyet dolayısıyla Allah ismi, ism-i a'zamdır diyenler olmuş.‘Allah' isminin başka bir hususiyeti de şudur: Eğer ‘Allah' lafzından ‘elif' harfi kaldırılsa geriye ‘lillâh' lafzı kalır. Bunun mânâsı: Allah'a mahsustur şeklindedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bu şekilde ve lillâhi diye başlayan âyetler vardır. Eğer ‘lillâh' lafzındaki ilk ‘lâm' harfi kaldırılsa geriye ‘lehü' lafzı kalır. Bunun mânâsı şudur: O'nun içindir veya O'nundur. Nitekim bu şekilde Allah'a delâlet eden ve ‘lehü' lafzıyla başlayan âyetler vardır. Eğer ‘lehü' lafzındaki ‘lâm' harfi kaldırılsa geriye ‘hü' yani ‘O' kalır. Bu kelime de Allah'a delâlet etmektedir. Bu şekilde O'nu gösteren ve Kur'ân'da geçen âyetler vardır. Bu hususiyet sadece ‘Allah' isminde vardır. Diğer isimlerde bu hususiyet yoktur. Aynı zamanda mânâ yönünden de böyledir. Çünkü eğer Cenâb-ı Hakk'a Rahmân ismi ile duâ edildiğinde onu rahmet sıfatı ile vasıflandırmış ama kahır yönünden vasıflandırmamış oluruz. O'na Alîm ismi ile duâ edildiğinde onu ilimle vasıflandırmış oluruz. Ama Kudret sıfatıyla vasıflandırmış olmayız. Fakat ‘Allah' dediğimizde ise O'nu bütün sıfatlarıyla vasıflandırmış oluruz. (Tefsir-i Kebir, Râzî) ALLAH LAFZINA HER AN MUHTACIZ! Üstad Bediüzzaman Hazretleri‘Allah' lafzına insanın her an muhtaç olduğunu şöyle beyan ediyor:  Cismânî ihtiyaçlar, vakitlerin ihtilafıyla tebeddül eder (değişir). Ya noksanlaşır veya fazlalaşır. Meselâ: Havaya olan ihtiyaç her an vardır. Suya olan ihtiyaç midenin harareti zamanlarında olur. Gıdaya olan ihtiyaç her günde olur. Ziyaya olan ihtiyaç alel-ekser (çoğunlukla) haftada bir defa lazımdır. Ve hâkezâ. Kezâlik manevî ihtiyaçların da vakitleri muhtelif ve mütefavittir (farklı farklıdır). Her anda ‘Allah' kelimesine ihtiyaç vardır. Her vakit besmeleye. Her saat ‘Lâ İlâhe İllâllah' cümlesine ihtiyaç vardır. ‘Allah' lafzından harfler tek tek kaldırıldığında en son ‘O' manasındaki ‘hü' lafzı kaldığını ifade etmiştik. Yani harf olarak sadece ‘he' harfi kalıyor. ‘He' harfinin mahreci göğüsten ve ciğerlerden çıkar. Buna göre her nefeste ‘he' harfi söylenmiş oluyor. Yani ‘O' mânâsına gelen ‘Allah' lafzı her nefeste söylenmiş oluyor. Rüzgarların çıkardığı sesler. Yapraklara temas ettiğinde çıkan sesler, ayrıca solunum yapan tüm canlılarda aynı tarzda ‘Allah' derler.      Böylece Bedîüzzaman Hazretleri'nin söylediği gibi her an havaya muhtaç olan insan, her nefeste ‘O' yani ‘Allah' diyerek manevî ihtiyacını gidermiş oluyor. Dolayısıyla Allah'ı anmak bittiğinde her an Allah'a muhtaç olan insan ‘Allah' diyemediği için ölüyor. Ey Rabbimiz! ‘Allah' ism-i şerifinin hürmetine seni zikretme, sana şükretme ve sana güzelce ibâdet etme hususunda bizlere yardım et. Son nefeste hem kelime-i tevhîdi hem kelime-i şehâdeti söyleyerek ruhumuzu teslim etmemizi nasib ve müyesser eyle! Âmîn. Binlerle âmîn!

İlyasi RAMAZANOĞLU 01 Ağustos
Konu resmiDil Öğreniminde Püf Noktaları
Kültür ve Medeniyet

Seviyeniz ilerledikçe Türkçe sözlük kullanımını bırakın! O dilin sözlüklerini kullanın! Meselâ İngilizce'de anlamını bilmediğiniz bir kelimeye İngilizce-İngilizce bir sözlükten bakın! Bu ilk başlarda biraz zor olacaktır. Lâkin bu alışkanlığı edinen kişi o dildeki tariflere alıştığı için kendisini daha iyi ifade etmeğe başlayacaktır. Zaman zaman o dili konuşanlarla pratik yapın ve konuşma esnasında aldığınız mutluluğu görün! Bir de ileri düzeyde öğrendiğinizde alacağınız mutluluğu tahmin etmeğe çalışın! - Mümkün olduğunca o dile maruz kalmaya çalışın. Dilbilimciler çocukların dili çabuk öğrenmelerini, anadile maruz olma oranında hızlı olduğundan bahsederler. Meselâ kendisiyle yeterince konuşulmayan, anne babası bütün gün tarla bahçede çalışan çocukların konuşmaya geç başlamasının, konuşmaları yeteri kadar duymamalarından kaynaklandığı söylenmektedir. İkinci dil öğreniminde süreç biraz farklı işlese de dile maruz kalma mantığı aynıdır.- O dili kullanabileceğiniz fırsatları değerlendirin! Mümkün olduğu kadar çok dinlemeye ve konuşmaya gayret gösterin! Kaset, CD, İngilizce haberler bunlar için çok güzel fırsatlardır. - Çantanızda küçük bir hikaye kitabıyla kelime defterinizi taşıyın! Durakta, teneffüste, seyahatte veya herhangi vakitte boş zamanınızı değerlendirin! - Günde belli bir süre az dahi olsa mutlaka çalışın. Çalışılmadığı sürede dille olan bağlantı kesilir. Malumdur ki, dil nankördür. Başka dili yıllarca konuşup anadilini konuşamayanların bile anadillerini büyük oranda unuttukları vâkidir. Kaldı ki, bu bizim anadilimiz değilse çok daha çabuk unutulur. Çalışmalara ara vermemeye çalışın! - Yabancı dil öğreniminde yanlış yapmaktan korkmayın! Yeni öğrendiğiniz kalıp ve kelimeleri kullanmaya çalışın! Yanlış yapmaktan korktukça dil kullanımından sakınır hâle gelir ve dili az kullanmaya başlarsınız. Dil yeteneğinin ise pratik hâle gelebilmesi için çok kullanılması gerekir. - Kendinize bir kelime defteri tutun ve bu defterin içinizi açıcı ve renkli olmasını temin edin! Tabi tercih size kalmış ama mümkün olduğu kadar kullanışlı olmasına dikkat edin! - Öğrendiğiniz her kelimeyi üşenmeden bu kelime defterine yazın ve mümkünse renkli kalemle cümle içinde tekrar kullanarak yazın! - Öğrenilen kelimelerin yanına hatırlatıcı olması için öğrendiğiniz mekânı ve kelimeyi duyduğunuz kişinin adını yazabilirsiniz! - Yine çağrışımı sağlaması bakımından öğrenilen kelimelerin yanına hatırlatıcı resimler ve semboller koyun! - Her öğrendiğiniz kelimenin altında bir miktar boşluk bırakın! Bu boşlukları daha sonra öğrendiğiniz ve öncekiyle eşanlama sahip olanlarının altına yazın! Aynı yöntemi birbiriyle  alakalı diğer kelimeler için de kullanın! Böylece birbiriyle alakalı kelimeleri duyduğunuzda anlama kolaylaşır. - Bir süre sonra düzenli bir defter tutuyorsanız ne kadar kelime öğrendiğinizi gördüğünüz için moraliniz artar ve motive olursunuz. - Öğrendiğiniz kelimeleri mutlaka yeni cümlelerde ve konuşma ortamlarında kullanın! - Seviyeniz ilerledikçe Türkçe sözlük kullanımını bırakın! O dilin sözlüklerini kullanın! Meselâ İngilizce'de anlamını bilmediğiniz bir kelimeye İngilizce-İngilizce bir sözlükten bakın! Bu ilk başlarda biraz zor olacaktır. Lâkin bu alışkanlığı edinen kişi o dildeki tariflere alıştığı için kendisini daha iyi ifade etmeğe başlayacaktır. - Dil sabır işidir. Başarısızlıklara karşı sağlam durun ve daima motivasyonunuzu yüksek tutun! Şevkinizi kıracak vesile ve ortamlardan uzak durun! - Yabancı dilde yayın yapan dergilerden münasip olanları takip edin! Onlardaki kelimeleri çıkarın! Defterinize yazın! Kullanmaya çalışın! - Kelime defterinizde bir süre yığılan kelimeler unutulma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bunları unutmamak için bir arkadaşınızdan size kelimelerin anlamlarını sormasını isteyin! - Gördüğünüz bazı kelime kalıplarını ve tamlamalarını ezberleyin! - Kelime ezberlerken herkesin kendine has teknikleri vardır. Siz kendinize has bir yöntem geliştirebilirsiniz. Bazı insanlar görerek, bazıları işiterek, bazıları yazarak, bazıları dokunarak öğrenir. Bu öğrenme tipleri değişebilmektedir. Bunların birkaçı bir arada da olabilir. Siz kendinize uygun olarak nasıl daha kolay ezberliyorsanız ona uygun yöntemler geliştirin! Kelime kartlarına yazmak, resimli kelime kartları kullanmak, öğrendiklerinizi kaydedip gün içinde boş olduğunuz vakitlerde dinlemek bunlardan bazılarıdır. - Öğrendiklerinizin sadece yazılı ortamda kalmasından kaçının! Mutlaka sözlü olarak ifade etmeye çalışın. Eğer konuşacak kimse yoksa kendinize anlatın. (Tabi etrafta kimse olmadığından emin olun, deli olduğunuzu düşünebilirler.) - O dili bilen arkadaşlarınızla konuşma kulüpleri kurun! Her toplandığınızda farklı mevzular belirleyip konuşmaya çalışın! - Mümkünse dil kurslarına gidin ve çalışmalarınızın düzenli olmasını sağlayın! -    En önemlisi bütün bu çalışmalarınızı yaparken esas vazifelerinizi ve sorumluluklarınızı unutmayın! Dilin amaç değil araç olduğunu unutmayıp mesainizi ona göre harcayın!

Hamza BERAAT 01 Ağustos
Konu resmiGayrete Karşı, Hidâyet
İnsan

Ey kalpleri Döndüren /Çeviren Allah'ım ! Kalbimi Dininin Üzerine Sabit Kıl! Cenâb-ı Hakk'ın hidâyetimizi arttırması ve bizi bu noktada kararlı kılması için hidâyete elyak olmamız ve kendimizi hidâyet nuruna ve ikramlarına hazır hâle getirmek noktasında ciddiyetle gayret göstermemiz gerektiği büyük bir hakîkat olarak karşımıza çıkmaktadır. Unutmamalıyız ki ne kadar gayret gösterirsek o kadar rahmet ve hidâyet edilecek. Zira hidâyetin devamı bu gayrete bağlı olacaktır.    Şanlı, izzetli ecdadımız Cenâb-ı Hakk'a (cc) ve O'nun necip Peygamberine (asm) olan itaatleriyle beraber ferâset dolu bir hayat sürmüşler ve kendi edindikleri tecrübeleri çok güzel, anlamlı, hissiyat-ı millîmize uygun sözlerle bu günlere aktarmışlardır. Bu anlamlı sözlerden bir tanesi de şudur: İslâm olmak çok önemlidir ama daha önemlisi İslâm olarak kalmak ve ölmektir. Bu gibi cümleler İslâmiyet'in esaslarının çok iyi anlaşılıp yaşanmasıyla ortaya çıkan altın cümleler olup zamanın tefsir ettiği ve hakîkatlerini her zaman teyid ettiği cümlelerdir. Öyle ki İslâm olmak büyük bir şeref olmakla birlikte mesele bu noktada bitmemektedir. Cenâb-ı Hakk hidâyet verir, doğru yolu gösterir, sevk eder ve kul bu aşamadan sonra kendi ihtiyarı ile bu yolda gayret eder. Hâl ve harekât tarzlarını kendisine verilen bu ihsânı muhafaza ve yüceltmek üzerine bina eder. Zira kendisine hidâyet edilenin üzerine, Cenâb-ı Hakk tarafından cebir gösterilip mecbur kılınmaz. BAZI YANLIŞ ANLAMALAR Kur'ân-ı Kerîm'de 350 yerde geçmekte olan hidâyet kelimesi ‘irşad etmek', 'doğru yolu göstermek', ‘hedefe götüren şeyi göstermek', ‘hediye' anlamlarını taşımakla birlikte, ‘bir insanın Allah (cc) ve Resulü (asm)'ın yolunda olması, her türlü İslâm dışı hallerden uzak olması', ‘insanı dünya hayatının amacına ulaştıran şey' gibi mânâları ifade eder. Sözün ucuzladığı âhirzaman hayatında konu ile ilgili bazı yanlış ifadeler kullanılmaktadır. Özellikle cenâze merasimlerinde Ne yapalım, Allah hidâyet etmedi, etseydi daha iyi bir hayatı olurdu veya Bu kadar hidâyet etti gibi benzeri ifadeler sanki Cenâb-ı Hakk'ın hidâyet ettikleri ve etmedikleri gibi bir ayırımının olduğu sonucuna varılan yanlış anlamları beraberinde getirmektedir. Hâlbuki bu anlayış Kelâm-ı Ezelî'de meâlen şöyle ifade edilmektedir: Ey Muhammed! De ki: Ey insanlar, size Rabbiniz tarafından bir hak geldi. Kim doğru yola giderse, kendi lehine doğru yola gitmiş olur. Kim de saparsa, kendi aleyhine sapmış olur. Ben üzerinize vekil değilim. (Yunus, 108). Size hiç bir şekilde ayırım yapılmadan bir hak/hidâyet geldi/verildi. Bundan sonra bu hidâyeti sürekli ve sâbit hale getirmek için gayret size aittir. Ezelî ve ebedî bir hidâyete karşı, gayret sizdendir. Buradan bir işârî mânâ da şöyle olabilir ki; kimseye oturduğu yerde uğraşmadan hidâyet verilmeyecek ve imtihan sırrı bozulmayacaktır. KISACA, NEDİR HİDÂYET? Nasıl ki güneşli bir günde insanların güneşten istifade edebilmeleri için güneşe doğru gitmeleri şarttır, aksi takdirde güneş onların oturdukları gölgeye özellikle gidip onlara gülmeyecektir. İşte aynen öyle de insanlar da hidâyet güneşinden istifade etmek isterlerse hidâyete sebebiyet verecek her türlü vesîleyi kullanarak hidâyete koşmaları gerekir. Bu gayretle beraber hidâyet yolunda hidâyeti verenden yardım istenebilir, bu yoldan ayırmaması için duâ edilebilir. Bunun aksine hiçbir gayret gösterilmeden, Allah bu kadar hidâyet verdi diyerek Rahmet-i İlâhiye ittiham edilemez. Mesela namaz kılan bir insan kendisine ihsan edilen hidâyet yoluna girmiş bir insandır. Onun hakkıdır ki kıldığı her vakitte Fâtiha ile birlikte sırat-ı müstakîmi istesin ve o yolda sebat kılınmasını talepte bulunsun. Bu noktada hidâyet namazla gelecektir ve şartlıdır. Zira, İman edenler ve sâlih ameller işleyenleri, imanlarına karşılık Rabbleri onları hidâyete erdirir, doğru yola eriştirir. (Tâha, 82) ALLAH, DİLEDİĞİNE HİDÂYET VERİR Kur'ân-ı Kerîm'de hidâyet ile ilgili birçok âyette Cenâb-ı Hakk'ın dilediğine hidâyet vereceği buyurulmaktadır. Bu âyetler bazı insanların kendilerine hidâyet verilmediği zira Cenâb-ı Hakkın onlar için dilemediği gibi algılanmamalıdır. Evet, Allah, (cc) dilediğine hidâyet verir. Bu noktada peygamberler ve kitaplar gönderir. Kullarına merhameti ile muamele eder. Öyle ki rahmeti, kendisine inanan ve inanmayan herkesi kuşatır. Küre-i arzı kendisine beşik yapar. Ruh, beden, hayat, sıhhat verir. Daha dünyaya gelmeden onu en güzel mucizelerle donatır. Sonra onu muhatap kabul eder ve seçilmiş kullarını onlara rehber gönderir. Emir ve yasaklarını tebliğ ettirir. Sonra da onlardan itaatlerini ister. İşte bu noktada bütün saydıklarımız birer hidâyet nümunesidir. Bu aşamadan sonra hidâyeti kabul etmek ve etmemek gibi bir durum söz konusudur. Kabul edenler için Kitab'ında meâlen, Doğru yola girenlere gelince, Allah onların hidâyetlerini artırmış ve onlara kötülükten sakınma çarelerini ilham etmiştir. (Muhammed, 17) buyurduğu emri ile kendilerine hidâyet yolunda ihsanlarda bulunur. Onlara nuru, rahmeti ile sevk ve teşvik edici ikramlarda bulunur. İlham eder ve hayırları kendilerine kolaylaştırır. İman ve Kur'ân yolunda kendilerini kararlı kılar. Bu ikramlar ise sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk'ın verebileceği ikramlardır. Bu nedenle peygamberlerin hidâyet üzerinde doğrudan bir tesirleri yoktur ve olamaz. Onlar ancak tebliğ edici ve yol göstericilerdir. Cenâb-ı Hakk'ın hidâyetimizi arttırması ve bizi bu noktada kararlı kılması için hidâyete elyak olmamız ve kendimizi hidâyet nuruna ve ikramlarına hazır hale getirmek noktasında ciddiyetle gayret göstermemiz gerektiği büyük bir hakîkat olarak karşımıza çıkmaktadır. Unutmamalıyız ki ne kadar gayret gösterirsek o kadar rahmet ve hidâyet edilecek. Zira hidâyetin devamı bu gayrete bağlı olacaktır. Yazımızı bir kaç güzel duâ ile bitirelim:Resul-ü Ekrem Efendimiz (asm) buyuruyor: Ey kalpleri döndüren/çeviren Allahım! Kalbimi dîninin üzerinde sabit kıl! (âmîn) Allaha hamd olsun. Eğer Allah bizi hidâyete erdirmeseydi, doğru yolu bulamazdık. (A'râf, 43)Ey Rabbimiz, bizi hidâyete ulaştırdıktan sonra, kalplerimizi saptırma! Bize kendi katından rahmet ihsan eyle! Şüphesiz ki, Sen bol ihsan sahibisin. (âmîn) (Âl-i İmrân, 8)

Yusuf Bahadır DEREN 01 Ağustos
Konu resmiDilde Islah Hareketleri
İnsan

Onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın!' denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslah edicileriz' derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar. (Bakara, 11,12) Hiç kuşkusuz insanlar arası en önemli iletişim aracı dildir. Beynelmilel meşhur bir söz vardır: Dil iletişimdir. Ne yazık ki çok konuda ortak bir noktada anlaşamayan ülkemiz münevver ve ilim adamları Türk dilini bir anlaşma ve iletişim aracı olmaktan çıkarmışlar, çoğu zaman ülke gündemini işgal edecek kadar ihtilafı ileri götürmüşlerdir. Türkiye'nin yüzünü batıya döndüğü Tanzimat Fermanı'yla ortaya çıkan dalgalanmalar daha o zaman Türk edebiyatında, fikir ve kültür hayatında ileride yaşanacak bir ihtilafın habercisiydi. Bir tarafta Divan Edebiyatı taraftarları bir tarafta yeni edebiyat taraftarları bir tarafta bu iki edebiyat arasında gelgit yaşayan edebiyatçılarımız… Evet ‘dil fesadı' bu dönemde başladı. Daha sonraki dönemlerde, ekilen ihtilaf  tohumları yeşerdi. Birbirinin yazdığını okumayan, tasvip etmeyen, daha doğrusu anlamayan iki parçalı bir edebiyat dünyamız oluştu. İki ayrı edebiyat; toplumu, kültürü, dili derinden etkiledi. Sanayi devrimini yapıp teknik alanlarda hızla ilerleyen Avrupa'nın karşısında edebî ve kültürel  ve siyasi çekişmelerle yıpranan ve vakit kaybeden bir Osmanlı… Batıya yöneliş, her şeyimizle beraber dilimizi de vurdu ve dil alanında bir kaosun başlangıcı oldu. Birbirinin zevkinden düşüncesinden dilinden anlamayan, aynı ülkede, şehirde ve mahallede yan yana yaşayan insanlarımız bir kavgaya tutuştular. Bu kavganın temelinde bir dil problemi, bir de edebiyat tercihi problemi vardı. Osmanlı'nın son zamanında  buna bir de alfabe meselesi dahil oldu. Bazı divan şairlerinin dili ifrat denilebilecek kadar ağır kullanması, 17. ve 18. yüzyılda yazılan nesirlerin neredeyse sade bir vatandaş tarafından tamamı anlaşılmayacak derecede Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerden oluşması Divan Edebiyatına ve haliyle diline karşı bir tepki oluşmasına neden oldu. Bir taraftan Divan Edebiyatına ve diline daha sonra elifbasına karşı takınılan tutum, öbür taraftan günümüz Türkçesinin içine düştüğü hâl, yüz yıl gibi kısa bir sürede nereden nereye geldiğimizi, eskiye dair ne varsa karşı duranların tavrının çok da insaflı olmadığını ortaya koymaktadır. İzmir'de yapılan bir bilim kongresinde, Türk bilim adamları tarafından sunulan bazı bildirilerden alınan cümleler gelinen son noktayı bariz bir şekilde göstermektedir: «Kontinü nocturmal enürezise dispoze populasyonun antesedanın da marital partnerlerin herediter conduct patolojilerini intravenöz push edilen droglar endükler.» «Tirimestrede travay kontredikedir. Kooperasyon inpatientin kariyeristik kohezyonudur. Organik risk faktörünü retrospektif spilit eder.» (Bu cümlelerde sadece altı çizili yerler Türkçedir dikkat edelim!)Osmanlıca bazı metinlerde başta bulunan Ol… ve sonda bulunan -dır. dan başka Türkçe unsur bulunmuyor diyenlerin kulakları çınlasın! Ne Osmanlı Türkçesi sadece üstte verilen örneklerden mürekkeptir ne de günümüz Türkçesi verdiğimiz tıp alanında kullanılan dilden oluşmaktadır. Yaşadığımız bu yüzyıllık dil serüvenini Cemil Meriç o güzel Türkçesi ile bir yazısında çok güzel ifade ediyor: Kamus, bir milletin hafızasıdır. Kamusa uzanan el, namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız ihtilali, tek mukaddese saygı göstermiştir: Kamusa. Heyhat! Batı da cinnet bile terbiyeli Cemil Meriç şöyle devam ediyor: Argo, kanundan kaçanların dili. Uydurma dil ise tarihten kaçanların. Argo: Korkunun ördüğü duvar; uydurma dil ise şuursuzluğun. Biri, günahları gizleyen peçe öteki ise irfanı boğan kement. Argo, yaralı bir vicdanın sesi. Uydurma dil, hafızasını kaybeden bir neslin. Argo her ülkenin, uydurma dil ülkesizlerin… Evet millet olarak ne yazık ki milli hafızamızı kaybettik. Benliğimizi kaybettik. Atalarımız ile aynı dili paylaşamadığımızdan onlarda güzel adına ne varsa kaybettik. Peyami Safa'nın dediği gibi Osmanlıca yazılan eserlerin arasında, İstanbul'un göklere fırlayan tarihi eserleri arasında iki gözü kör dolaşan bir turist gibi gezinip duran bir millet hâline dönüştük.Yeniden hafızamızı tazelemek, ecdadımızın iman ve irfan havasını teneffüs etmek için Türkçemize öz kimliğini kazandırmak zorundayız.Allah serencamımızı hayretsin. Cemil MERİÇ, Bu Ülke, İstanbul, 2000. Peyami SAFA, Osmanlıca-Türkçe-Uydurmaca, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1999 Abdurrahman Süreyya, Mizanu'l-Belaga, İstanbul 1303 Seyyid Mehmed Nüzhet, Muğni'l-Küttâb, İstanbul 1286 BEDİÜZZAMAN VE DİL Son devirde tecdid ve ıslah vazifesi yapan ve ihtilafları bertaraf eden Bedîüzzaman Hazretleri, dil konusunda da ihtilafı halletmiş, Türkçe için de son noktayı koymuştur. 24. Söz'den seçtiğimiz aşağıdaki küçük paragraf bile Üstad Hazretleri'nin dil zevkini ve seviyesini göstermeye yeten denizden bir katredir: Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın herbir taifesi, lisan-ı hâl ve istidad diliyle Fâtır-ı Hakîm'den sual ediyorlar, duâ ediyorlar ki: ‘Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün her bir tarafında tâifemizin bayrağını dikmekle Saltanat-ı Rububiyetini lisanımızla ilân edelim. Ve ruy-i arz mescidinin her bir köşesinde sana ibâdet etmek için bize tevfik ver. Ve meşhergâh-ı arzın her bir tarafında senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını, senin bedi' ve antika san'atlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahate iktidar ver!' derler. (24. Söz) Risâle-i Nur'da bir iman ve Kur'ân Türkçesi ile risâleler neşredilmiştir. Bizim için asıl Türkçe, Kur'ân Türkçesi diyebileceğimiz bu Türkçe'dir. Her şeyimizi olduğu gibi dilimizi de Kur'ânîleştirmeliyiz. FÂTİHA'NIN KELİMELERİ Fâtiha Suresi'ni dikkatli bir şekilde dil yönüyle incelediğimiz de nerede ise bütün kelimelerinin günlük lisanımıza girdiğini görürüz: Elhamdülillâh, Rab, âlem, Rahmân, Rahîm, Mâlik, yevm, din, sırat, müstakim, en'am, aleyh, gayr, magdub, ve, dâllin, âmin. KONFİÇYÜS'ÜN CEVABI Bundan iki bin beş yüz sene önce Çin'de yaşayan meşhur mütefekkir Konfiçyus'e: Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu? diye sorduklarında şu yanıtı vermiştir:Hiç kuşkusuz işe, önce dili gözden geçirmekle başlardım. Dil kusurlu olursa, kelimeler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Vazifeler gereği gibi yapılamazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adâlet yanlış yola sapar. Adâlet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki, bir toplum için hiçbir şey dil kadar önemli değildir.

Murat DARICIK 01 Ağustos