
Yaşadığımız hayat, çoğu zaman bize dünyaya asıl geliş gayemizi unutturabiliyor. Halbuki bizler, bizi asıl gayemizden uzaklaştıracak şeylere karşı sürekli teyakkuz halinde olmalıyız ve bunların yol bulup ruhlarımızı kendi ağlarına almasına fırsat vermemeliyiz. Allah Teâlâ, önümüze bu günlerde altın bir fırsat koyuyor; üç aylar!... Allah Teâlâ bu aylarda af ve mağfiretini, nimetlerini sağanak sağanak yağdırıyor. Recep, Şaban, Ramazan aylarının bütün gün ve geceleri sürpriz feyiz ve bereketlerle dopdoludur. Üstelik bu aylar içinde bulunan Regaip, Miraç, Beraat ve Kadir geceleri, hiçbir maddi ve dünyevi ölçü ile değerlendirilemeyecek kadar ilahi ikramlarla donatılmıştır. İşte bu ölçüde Allah Teâlâ, sene içinde, biz kullarına, gönül dünyalarında adeta bir manevi hamle yapmaları adına özel gün ve geceler nasip etmiştir. O’na (cc) binlerce hamd ü sena olsun. Bizim de bu günleri bir fırsat bilerek, çok iyi değerlendirmemiz gerekir. Aslında biraz gönül uyanıklığı dikkat ve samimiyetle bu günlerin ve gecelerin feyzinden yararlanabilirsek, manevi yoldaki pek çok eksiğimizi telafi edebilir ve kâmil insan olma yolunda mesafeler kat edebiliriz. “Recep, Allah Teâlâ’nın ayıdır. Şaban, benim ayımdır. Ramazan ise, ümmetimin ayıdır.” (Suyuti) Üç aylara girerken okunacak dua Rabbimizin üç ayları hakkımızda hayırlı kılması, Ümmet-i Muhammed’in sıkıntı ve ıstıraplardan kurtulması, bu mübarek gün ve geceleri nasıl değerlendirilmesi gerekiyorsa, o ölçüde ihya eden, onlardan azami istifade eden ve her gecesinde Kadir gecesi kıymetinde sevabın verildiği kullarından eylemesi niyazıyla: “Allah’ım! Recep ve Şaban aylarını bizim için mübarek kıl ve bizi Ramazan ayına ulaştır.” (Ahmed Bin Hanbel, Müsned) Kaza ve kefaret orucu borcu bulunanlar bu aylarda tutabilirler Üç ayların tamamını oruçlu geçirmek, Resûlüllah’ın (sav) uygulamaları arasında sayılmamıştır. Fakat kaza ve kefaret orucu bulunanlar bu aylarda tutabilirler. Üç ayların Ramazan’dan önceki iki ayında tutulan oruçların bir amacı da Ramazan’a hazırlanmaktır.

Söyleyeceğimiz sözü, bütün insanlığa ve bütün insanlığın birikimini ciddiye alarak söyleyemediğimiz sürece, söyleyeceğimiz sözün bir kıymet-i harbiyesinin olacağını da, insanlığın yaşadığı köklü varoluş sorunlarına merhem olabileceğini de sanmıyorum. Bütün İnsanlığa ve Varlığa Hitap… Fakat önümüzde aşılması zor, devâsâ bir bariyer var: Eşyanın hakikatine, bir şeyin gerçek mahiyetine nüfûz edememe yakıcı sorunu bu. Zaman-mekân mesafesinin ortadan kalktığı, her şeyin tek bir / küresel coğrafyada cereyan ettiği, küresel bir ölçek büyümesinin yaşandığı ama buna rağmen, insanlık tarihinde, insanın ufkunun en fazla daraldığı büyük paradokslar çağında yaşıyoruz. Düşünsenize: Bütün insanlığın birikimlerine ulaşabilecek durumdayız; ama bu birikimlerin hiç birine tam olarak nüfûz edebilecek durumda değiliz. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde yaşanmamış ontolojik bir felâkettir bu. Algı Kapılarının Kapanması ve Hakikate Dokunamamak… Martin Lings, “hakikat, insana o kadar yakın ki, dokunabilse ulaşacak ona. Ama çağımızda hakikate dokunabilmek bile o kadar zor ki!” demişti. yüzyılın en büyük Batılı düşünürü Heidegger, Batı uygarlığının insanlığı getirdiği noktanın “varlığa varoluşsal saldırı” olduğunu söylemiş ve ta Batı uygarlığının başlangıç noktasına kadar derin bir arkeoloji / kazı yaparak, “düşünce, Socrates'le birlikte bitti” demişti bize. Oysa bize hâlâ ezberletilen şey, “düşünce”nin, Socrates, Eflatun ve Aristo'yla birlikte başladığı illüzyonudur. Peki, Socrates gibi bilge bir adam bile, ne yapmıştı da, insan, düşünme yetilerini ve yeteneklerini yitirmişti? Socrates, insanın varoluş ve hakikat arayışı çabasını, salt insana endekslemiş, insanın Tanrı'yla ve kâinât'la irtibatını kopararak insanı her şeyin ölçüsü ve ölçütü katına yükseltmiş ve böylelikle insanı yere düşürmüş, yere mahkûm etmiş, yersiz-yurtsuzlaştırmıştı. Böylelikle Arş'tan Arz'a yuvarlanan insan, eşyanın hakikatini kavrama imkânlarını da, “mekân”larını da yitirmişti. Bunun en çarpıcı göstergesi, techne / tekne'nin teknolojiye dönüştürülmesi / indirgenmesi sürecidir: Teknolojiye dönüşmeden önce techne / “araç / eşya” ile insan arasındaki ilişki, hem techne'yi, hem de insanı varedici bir ilişkiydi: İnsan, eşyaya / araca bakarak kendini ve hakikatin izini sürebiliyordu. Nasıl, techne''nin tekno-lojik'e dönüşmesi, insanın araç'la ilişkisini tarumâr etmişse, aynı şekilde, Theo'nun lojik'le / akıl'la kavranması çabası demek olan teo-loji de din'i tarumâr etmişti. İşte Socrates'le birlikte başlayan sürecin geldiği noktada, Heidegger'in “başıboş hayvan, vahşî canavar” olarak tarif ettiği teknolojinin dünyasına, araçlara / vasıtalara zât / cevher konumu biçilen ve bu vasıtaları doğuran vasatın hem ifadesi, hem de yeniden-ifade edicisi işlevi görmesi gereken vasıtaların / araçların / parça'ların her şeye hükmetmeye başladığı “araçsal akıl”ın zulmüne (kalbimizi karartan, algı kapılarımızı kapatan) zorbalığına mahkûm olmaktan kurtaramadı insan kendisini. O yüzden, bizzat modernliğin teorisyenlerinin bile, bizi “araçsal akıl”ın “zulüm”lerine mahkûm eden modernliği, “demir kafes” (“iron cage” / Weber) olarak tarif etmeleri ve modernliğin, -bize ezberletilenin tam aksine- “özgürlük kaybı” ve “anlam krizi”ne yol açtığını söylemeleri, yaşanan illüzyonun hangi boyutlarda seyrettiğini göstermesi bakımından önemlidir. “Felâket ve Helâket” Noktası Buradan geleceğim nokta, Bediüzzaman'ın neden çağ aşan ve çağ açacak dâhî bir mütefekkir olduğunu gösteren hayatî bir nokta: Feyerabend, “Batı uygarlığı, dünya üzerindeki hâkimiyetini iki şeye borçlu: Silah ve reklâm” demişti. İşte bu zorbaca egemenliğin sonucunda tek bir zeitgeist'ın / zamanın ruhu algısı'nın bütün yeryüzünde zorla hâkim kılındığı bir yokoluş ve yok ediş süreci, insanlık tarihinde başka bir zaman diliminde yaşanmadı. Batılılar, 300 yıl gibi kısa bir zaman dilimi içinde insanlığın geliştirdiği “26 medeniyetten 16'sını fiilen yok ettiler, 9'unu fosilleştirdiler” (Toynbee). Oysa insanlık tarihi boyunca aynı zaman dilimlerinde farklı medeniyetler kendi zeitgeist'larını yani kendilerine özgü duyuş, kavrayış ve düşünüş biçimlerini yaşayabilmiş ve yaşatabilmişlerdi. Geldiğimiz nokta, insanın, çağ körleşmesine ve algı kapılarının kapanmasına yol açan araçların hükümranlığına ve “pornografi”ye (ayartı'ya, ego'nun, hızın ve hazların fetişleştirilmesine) mahkûm olduğu, Bediüzzaman'ın ifadeleriyle tastamam bir “felâket ve helâket” noktasıdır. Bediüzzaman ve Verâset-i Risâlet İşte Bediüzzaman, Batı uygarlığının insanlığı sürüklediği bu ontolojik felâkete isyan eden ve çıldıran büyük düşünür Nietzsche ile bu felâketin boyutlarını derinlemesine analiz eden Nietzsche'nin şakirdi Heidegger'le aynı zaman dilimlerinde yaşayan bir düşünürdü ve sadece İslâm dünyasında değil, bütün dünyada, hem insanlığın sürüklendiği bu metafizik felâketin ve ontolojik yokoluş sorununun boyutlarını en az bu düşünürler kadar derinlemesine gören, iliklerine kadar hisseden ama hem de onlardan farklı olarak bu metafizik “felâketin ve helâket”in nasıl aşılabileceğinin yollarını gösteren tek düşünürüydü insanlığın. Peki, Bediüzzaman'ı bu ayrıcalıklı konuma yerleştirmemize yol açan şey neydi? Verâset-i risâlet'i üstlenmesi ve bunun, hücrelerine kadar şuurunda olarak nefes alıp verebilmesi, hayatını, tefekkürünü bu yüksek hakikate lâyık olma bilinciyle sürdürmüş olmasıydı. Nietzsche'nin Deccal kitabında “bizim kültürümüzden daha sofistike bir kültür olan İslâm kültürünü yok etmek yerine, onun önünde diz çökmeliydik” dediğini bilmiyordu ama bu büyük düşünüre böylesine hayatî bir tespiti yaptıran felâket ve helâket çağının ne olduğunu, buraya nasıl gelindiğini ve buradan sâhil-i selâmete nasıl çıkılabileceğini çok iyi biliyordu Bediüzzaman. O yüzden nebevî soluğu kuşanarak derin nefes aldı. Çağının diğer İslâmcı düşünürleri gibi, “Batı'nın ilmini alalım, ahlâkını ve değerlerini atalım” ya da “Kur'ân'dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm''ı” gibi sığ savunma ve yenilgi psikolojileriyle hareket etmedi. Bediüzzaman, tıpkı Efendimiz (sav) gibi “eşyanın hakikatleri”nin izini sürdü. En derin, en bütüncül perspektifi kuşandı: Vahyin sunduğu ve sivilizasyon'la / uygarlık'la özü itibariyle hiçbir benzerliği olmayan vahyî bir medeniyet idrakiyle donandı: Efendimiz'in bizatihî kendileri için yaptıkları, “ilmin medinesi” tarifinin, insan sûretine bürünen “medine”ye giden yolun kapısının “bekçisi” Hz. Ali''nin (ra) ve manevî takipçilerinin (Gavs-ı Azam'ın / ks) izinden giderek eşyanın hakikatini bir bütün olarak idrak etme zorlu ve uzun yolculuğuna soyundu. İmajinatif Tevhid Tasavvuru Bediüzzaman'ın tefekkürünün anahtarı, İbn Arabî'de bir benzerine rastladığımız, Bediüzzaman'da imajinatif boyutlar kazanan o muazzam Tevhid tasavvuruydu. Bediüzzaman, insanlığın, hakikatten kopmasını ve inançsızlık bataklığının eşiğine sürüklenmesini önleyebilecek ve insanlığı, hayatın bütün zahirî-batınî tezahürlerinden sanata, estetikten tarih felsefesine kadar tefekkürün bütün alanlarında sarsılmaz / istikamet üzere sürdürülebilecek bir diriliş ve varoluş yolculuğuna soyunduracak medeniyet yolculuğunun yapı taşlarını bu tefekkür sürecinde muhkem bir şekilde döşemişti. Bediüzzaman'ın Tevhid tasavvuru, tevhid'in ehadiyet (parça'larda, atom'larda, cüz'î gerçekliklerde tezahürü) ile vâhidiyet (bütün'de tezahürü) yolculuklarından oluşan derûnî, çok katmanlı, kuşatıcı bir tasavvurdu. Bu imajinatif ve kanatlandırıcı tasavvur, “ilmin medinesi” olma nebevî şuuruyla donanan Bediüzzaman'ın, hakikatin Mekke sürecinde hayat bulmasına, Medine sürecinde hayat olmasına ve vahiy-sonrası süreçteki dinin hayatiyet kazanmasının yegâne şartını teşkil eden medeniyet yolculuğunda ise bütün insanlığa ve varlığa hayat sunmasına yol açabilecek nebevî tasdik tasavvuru'ydu. O yüzden, İbn Sina, “varlık, iyilik; yokluk, kötülüktür” ve İbn Arabi, “iyilik varlıktadır, kötülük yokluktadır” derken, Bediüzzaman, “vücud, mahz-ı hayr; adem, mahz-ı şer” yani, “varlık, iyiliğin tâ kendisi ve kaynağı; yokluk, kötülüğün ta kendisi ve kaynağıdır” diyebilmişti. Dalga-Kıran ve Dalga Kuran Üç Said Bediüzzaman'ı diğer düşünürlerden ayıran şey, “ilmin medinesi”nin açtığı, Hz. Ali'nin tuttuğu fütûhat-ı hakikat kapısından girebilmesi ve çağımızda parça'ların bütün'den kopuk olarak varolmasının insanlığı sürükleyeceği katastrofu bihakkın idrak edebilmiş olması ve Efendimiz'in Sünnet-i Seniyye'sinde dercedilen hakikatin bütün -ilim, irfan, hikmet- süreçlerinde nefes kesici bir tefekkür ve varoluş yolculuğuna çıkması olmuştu. Sünnet'in birinci mertebesindeki, kavl/söz, akl'a bakıyordu; fiil, kalbe, hâl de ruh'a. Bediüzzaman, Üç Said sürecinde, veraset-i risalet'le techiz edilen bir mütefekkirdi. Medeniyetler, önce dalga-kırma, sonra da dalga-kurma süreçleri geliştirdikleri zaman hayat bulur, hayat olur ve hayat sunarlar. İşte Bediüzzaman da, Eski Said sürecinde, bir âlim olarak ilmin hakikatlerini keşfederek dalga kırmış ve hakikatin hayat bulmasına; Yeni Said sürecinde bir ârif olarak ve irfan denizinde yüzerek muhkem bir dalga kurmuş, hakikatin hayat/ı olmasına, Üçüncü Said sürecinde ise hakîm olarak ve bütün insanlığa esaslı, diriltici bir ruh üfleyerek hakikatin hayat sunmasına imkân tanıyan hikmet taşlarını döşemişti. Böylelikle, 13. ve 14. yüzyıllarda yaşadığımız birinci büyük medeniyet krizinin aşılmasında âlim sütununda Gazâli'nin, ârif sütununda İbn Arabî Hazretleri'nin, hakîm sütununda ise tarihinin hikmetlerinin, ruhunun ve işleyiş mantığının kavranması konusunda ibn Haldun'un üçünün birden oynadıkları kurucu rolü, Bediüzzaman Hazretleri iki asırdır iliklerimize kadar yaşadığımız ikinci büyük medeniyet krizinin açılması sürecinde tek başına oynayacaktır. Böylesine muazzez bir rolün Bediüzzaman tarafından nasıl oynanabileceğini görebilmek için Risaleler'in dilinin çok katmanlı yapısının İslâm tefekkür dili ve geleneği çerçevesinde çok iyi deşifre edilmesi gerekiyor. Bu hayatî meseleyi daha sonraki yazılarda enine-boyuna, derinlemesine irdeleyeceğim.

Ayasofya Câmi İken 1937 senesinden beridir müze olan Ayasofya Câmii, Osmanlı döneminde Cuma Namazının kılındığı ana merkez vazifesini görmekteydi. Ayrıca Ayasofya, fethin ve i’lâ-yı kelîmetullâh’ın bir sembolü olarak görülmekteydi. Bu sebeple birçok Osmanlı Padişahının Ayasofya’yı farklı şekillerde tefriş ettiğini gözlemleyebiliyoruz. Fatih Sultan Mehmed devrinde başlamak üzere, özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda, Ayasofya’nın içine mihraplar, minber, müezzin mahfilleri, vaaz kürsüsü ve maksureler eklenmiştir. Mihrabın iki yanında bulunan bronz kandiller, Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) tarafından Budin Seferi (1526) dönüşünde camiye hediye edilmiştir. Ana mekâna girişin sağ ve sol köşelerinde bulunan Helenistik Döneme (MÖ. 3 ve 4. yy) ait iki mermer küp ise, Bergama’dan getirilerek, Sultan III. Murad (1574-1595) tarafından Ayasofya’ya hediye edilmiştir. 1800’lü yıllarda Hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılan 7,5 m. çapındaki 8 adet hat levhası ana mekânın duvarlarına yerleştirilmiştir. “Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin” yazılı bu levhalar, İslam âleminin en büyük hat levhaları olarak bilinmektedir. Aynı hattat, kubbenin ortasına ise Nur Suresi’nin 35. ayetini yazmıştır. Abdurrahman Nursî Abdurrahman Nursî, Bedîüzzaman Hazretlerinin ağabeyi Molla Abdullah’ın oğludur. Üstad Hazretlerinin esaret dönüşü İstanbul’da kaldığı dört buçuk senelik devir içerisinde, onunla beraber kalmıştır. Üstad Hazretlerinin İstanbul’da bulunduğu yıllarda basılan ilk tarihçe-i hayatının son kısmını da Abdurrahman yazmıştı. Daha sonra bir vesile ile Üstad Hazretlerinin yanından ayrılır ve Ankara’da memur olarak çalışmaya başlar. Bedîüzzaman Hazretlerinin Barla’ya sürgün edilmesi sebebiyle uzun bir müddet ondan haber alamayan Abdurrahman, sevgili amcasının Barla’da bulunduğunu haber alır ve onunla mektuplaşmaya başlar. Bu sırada Bedîüzzaman Hazretleri, yeni bastırdığı Haşir Risâlesinin bir nüshasını Abdurrahman’a gönderir. Abdurrahman Nursî, bu irtibatın üzerinden çok geçmeden, 1928 senesinde Ankara’da vefat eder. Somuncu Baba Hz. 1331 senesinde Kayseri’nin Akçakaya Köyünde dünyaya gelmiştir. Seyyid olan Somuncu Baba’nın asıl ismi Şeyh Hâmid-i Velî’dir. Şam, Tebriz ve Erdebil gibi ilim merkezlerinde maddî-manevî tahsilini tamamladıktan sonra, irşad için Bursa’ya yerleşmiştir. Bursa'da çilehanesinin yanında yaptırdığı ekmek fırınında somun pişirip çarşı pazar dolaşarak, insanlara ekmek dağıtmıştır. Bu sebeple Somuncu Baba olarak tanınmıştır. Bursa Ulu Camii’nin açılış hutbesini Somuncu Baba Hazretleri okumuş, hutbede Fatiha Suresini yedi farklı şekilde tefsir etmiştir. Şöhretten kaçınan Somuncu Baba, manevî şahsiyetinin büyüklüğü ortaya çıkınca, talebeleriyle birlikte önce Aksaray’a, ardından da Malatya’nın Darende ilçesine yerleşmiştir. 1412 senesinde Darende’de vefat etmiştir. Hacı Bayram-ı Velî başta olmak üzere birçok evliyanın yetişmesini sağlamıştır. 6 Nisan 1326Bursa’nın Fethi Osman Gazi tarafından başlatılan Bursa Kuşatması, Osman Gazi’nin hastalanması sebebiyle, oğlu Orhan Gazi tarafından devam ettirilmiştir. Öncelikle Mudanya Limanını ve Orhaneli’ni fetheden Orhan Gazi, Bursa’nın Doğu Roma ile irtibatını kopardı. Doğu Roma’dan yardım gelmeyeceğini anlayan Bursa Kale Komutanı, Bursa’yı Osmanlılara teslim etti. Bu arada Osman Gazi vefat etti. Orhan Gazi, babasının na’şını Bursa’ya getirterek Gümüşlü Kümbet olarak bilinen yere defnetti. Fethin ardından Bursa, Osmanlı’nın başşehri oldu. Edirne’nin fethine kadar, başşehirliği devam etti. Osmanlı Devleti için en önemli şehirler arasındaki yerini hep korudu. İlk altı Padişah’ın türbesi Bursa’da bulunmaktadır. 20 Nisan 1862İlk Pastörizasyon Deneyi Pasteur, mayalanma olayında ve bulaşıcı hastalıklarda mikroorganizmaların sorumlu olduğunu ispatladı. Kendiliğinden türeme teorisini çürüttü. Bu sayede süt ve meyve suyu gibi mayalanabilir sıvıların uzun süre bozulmadan saklanabilmelerini sağlayan “pastörizasyon” adlı konserve yönteminin gelişmesini sağladı. Bu yöntem, sütü 63°C'de otuz dakika süreyle ısıtmak ve daha sonra sütü hızlı bir biçimde soğuttuktan sonra kapalı ve sterilize edilmiş şişelere koyarak uygulanıyordu. Buna benzer bir yöntem, günümüzde (UHT) adı altında kullanılmaktadır. Gıdaların uzun süre bozulmadan saklanabilmelerini sağlayan pastörizasyon yönteminin aslında, yiyeceklerin insan sağlığına olan faydalarını azalttığı ve mümkünse pastörize edilmemiş ürünlerin tüketilmesinin tercih edilmesi gerektiği, günümüzde uzmanlar tarafından ifade edilmektedir. 24 Nisan 1512Yavuz Sultan Selim Tahta Çıktı 10 Ekim 1470’de babası Sultan 2. Bayezid’in Sancakbeyliği sırasında, Amasya’da dünyaya gelmiştir. Tahta çıkana kadar Trabzon Sancakbeyliği yaptı. Saltanatı sekiz sene sürdü. Bu sürede, Osmanlı Devleti’nin topraklarını üç katına çıkardı. Çaldıran Zaferi ve ardından yaptığı fetihlerle Anadolu Birliğini sağlamıştır. Mercidabık ve Ridaniye Zaferleriyle de Arab Yarımadası ve Mısır’ı fethetmiştir. Memluklerin tarih sahnesinden silinmesiyle birlikte, Hilâfet Osmanlılara geçmiştir. Böylece Yavuz Sultan Selim 74. İslâm Halifesi olmuştur. Bir rivayete göre; Osmanlı hazinesinin kapısını mühürledikten sonra, şöyle vasiyet etmiştir: “Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurabilirse kendi mührü ile mühürlesin, aksi halde Hazine-i Hümayun benim mührümle mühürlensin.” Bu vasiyet tutulmuş, o tarihten sonra gelen padişahların hiçbiri onun kadar hazineyi dolduramadığından, hazinenin kapısı yaklaşık 400 yıl kadar Yavuz'un mührüyle mühürlenmiştir.

ارسال رسل كرچگي لطفڭله دوزلت نفسمي، روحم نَفَس آلسين لاهوت ايلنڭ نور طولی اقليمنه دالسين ديدارينى عرض أيله كه حيران باقا قالسين اڭ سوگيلينڭ حرمتنه حكمڭه رام ايت خوشلانمدیغڭ هر نه كه وار، قلبه حرام ايت يا رب، قيل عقيده مده كي امراضي تداوي زيراكه بودر منبعی انواع مساوي ايمان ايله كفر اولمدي اصلا متساوي اڭ سوگيلينڭ حرمتنه حكمڭه رام ايت خوشلانمدیغڭ هر نه كه وار، قلبه حرام ايت گچديسه ده بيڭلرجه خطالرله شبابم عفوڭله قبول ايت يوجه درگاهڭه ، ربّم ايمانده ، ولو، ذرّه قدر قالمايا ريبم اڭ سوگيلينڭ حرمتنه حكمڭه رام ايت خوشلانمدیغڭ هر نه كه وار، قلبه حرام ايت پيغمبر اگر چيقسه حياتدن، او مماتدر وارلق بو وجود مشعله سندن لمعاتدر اوندن اوزاق اولمقسه جحيم درگاهدر اڭ سوگيلينڭ حرمتنه حكمڭه رام ايت خوشلانمدیغڭ هر نه كه وار، قلبه حرام ايت وامق، اوڭا مطلق اولارق تام اويولورمش مولايي سَوَن، ايلچيسنه تابع اولورمش ارسال رسل كرچگنى طوغري بولورمش اڭ سوگيلينڭ حرمتنه حكمڭه رام ايت خوشلانمدیغڭ هر نه كه وار، قلبه حرام ايت ٤ اوجاق ٢٠٠٤، استانبول جاود سراج اوغلي İRSÂL-İ RUSÜL GERÇEĞİ Lütfunla düzelt nefsimi, rûhum nefes alsın Lâhut ilinin nûr dolu iklîmine dalsın Didârını arz eyle ki hayrân bakakalsın En sevgilinin hürmetine hükmüne râm et Hoşlanmadığın her ne ki var, kalbe harâm et Yâ Rab, kıl akîdemdeki emrâzı tedâvî Zîrâ ki budur menbâ’ı envâ-ı mesâvî Îmân ile küfür olmadı asla mütesâvî En sevgilinin hürmetine hükmüne râm et Hoşlanmadığın her ne ki var, kalbe harâm et Geçtiyse de binlerce hatâlarla şebâbım Affınla kabûl et yüce dergâhına, Rabbim Îmânda, velev, zerre kadar kalmaya raybim En sevgilinin hürmetine hükmüne râm et Hoşlanmadığın her ne ki var, kalbe harâm et Peygamber eğer çıksa hayâttan, o memâttır Varlık bu vücûd meş’âlesinden leme’âttır Ondan uzak olmaksa cahîm-i dergâhtır En sevgilinin hürmetine hükmüne râm et Hoşlanmadığın her ne ki var, kalbe harâm et Vâmık, ona mutlak olarak tam uyulurmuş Mevlâyı seven, elçisine tâbi’ olurmuş İrsâl-i rusül gerçeğini doğru bulurmuş En sevgilinin hürmetine hükmüne râm et Hoşlanmadığın her ne ki var, kalbe harâm et 4 Ocak 2004, İstanbul Cavid Saraçoğlu

Özgecan ne ilkti ne de son olacaktı. Hafızanızı zorlamaya gerek yok sanırım. İlim, irfan yerine gün yok ki televizyonlarda, gazetelerde baş kesenleri, seri katilleri, intiharları, infialleri, suç örgütlerini ve onların yaptıkları vahşeti, sanal bir âlemdeki en olmaz yazıları, en olmaz görüntüleri, ilkokul seviyesine kadar inen madde bağımlılığıyla ilgili haberleri ve daha bunlar gibi pek çok rezaleti görmemiş olalım. Kalbimiz, dimağımız her gün iğdiş iğdiş edilirken bizler sadece seyrediyoruz. Özgecan boğazlanmadı. Boğazlanan bir zalimin paslı vicdanından başka bir şey değildi. Kesilen elleri, merhametsiz yüreğinin sökülüp atılmasıydı. Yakılan katilin kendisiydi aslında ve cehennem ateşine eş hem dünya da hem ukbada kaynayacaktı. Şimdi dillendirilen bir soru var gündemde. Katilin cezası ne olmalı? Tabut mu, yatak mı? Yoksa hadım mı? Düşüncemi sona saklamak isterim. Bu soru daha çok su götürür. Önce sebepleri bir hallediverin. Oku yaydan çıkmadan önce durdurun. Bataklığı sinekler üşüşmeden önce kurutun… Yapılan her vahşetten sonra, öldürülen her Özgecan’dan ardından bir sürü mersiyeler yazılır, taziye dilekleri sunulur, ziyaretler yapılır. Köşe yazarları çatlar, çırpınır, sivil toplum örgütleri açıklama üstüne açıklama yapar, siyasiler demeçler yağdırır. Sonra… Sonrası yok. Olması gereken yok. Tanzimat’tan bu yana yok zaten. Dem ve damarlarımızda dolaşması gereken adalet, hoşgörü, merhamet, vicdan, ahlak söylemleri ağzımıza sakız olmaktan öteye geçemedi. Bir kadını ölesiye döverken, ya da öldürürken bilmiyor değildik Efendimizin kadına bir fiske dahi vurmadığını, kan davası güderken yahut haksız cana kıyarken veda hutbesinden habersiz değildik aslında. Yalanın adımız kadar kötü olduğundan emindik hep. “Şüphesiz ki Allah size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”(Nahl Suresi–90) ayetini her cuma hutbesinde dinlerdik can kulağıyla. İki kere iki hep dört ederdi. Kırmızı ışıkta durulur, yeşilde geçilirdi. Bilmeyenimiz yok değildi bunları? Fakat olmadı. Bildiklerimiz paçalarımızdan yukarı çıkamadı her nedense… Bir türlü içselleştiremedik. Bir Teklif Sunsam Size İçerisinde değişik olayların yazılı olduğu bir soru kartı hazırlasak. Ülke, şehir, yer, kişi isimleri olmasa. Sorularınızı çevremizdekilere hatta mümkünse ülkeler aşıp bir yabancıya yahut bir Avrupalıya okusak; sonrada bu yaşananların hangi coğrafya olduğunu bir tahmin ettirsek. İsterseniz hemen başlayalım: 1- Esir alınan bir asker yakılarak öldürüldü. 2- …. örgütü tarafından bir ülkenin rehineleri kurbanlık koyun gibi kesildi. Hem de birbirlerine baka baka… 3- Mezhep savaşları yüzünden yüzlerce insan öldü. 4- İş yerine atılan bombada son belirlemelere göre yüzden fazla ölü var. 5- İki milyon insan ülkesindeki iç savaştan dolayı yerlerini yurtlarını terk ettiler. 6- Bir ülkede askerler diri diri toprağa gömüldü. 7- İşgal edilen ülkede acı dinmiyor. Şimdiye kadar on binlerce ölü, yüz binlerce yaralı olduğu söyleniyor. Kadınlar tecavüze uğradı. Çocuklar babasız kaldı… İnsanlar aç ve çaresiz. Bitmeyen soruları burada keselim. Cevapları ise malum “İslam coğrafyası…” Kime sorulursa sorulsun herkesin vereceği cevap bu. Böyle mi olmalıydı? Gerçek ya da yalan, zihinlerde böyle bir algı mı oluşmalıydı? Yazık çok yazık! Oysa fıtrat sınır koymasa da din, sonu gelmez arzu ve isteklerimize bir sınır, bir hudut koymuştu. Ne ifratı, ne tefriti savunmuştu. Tamda ikisinin ortasında yer alacak hassas bir dengeyi murad etmişti. Vasat daire, istikamet dairesini... Kulağımda hep çınlayan muhakkıkların o muhteşem sözünü hiç unutmadım. “Bir şey haddini aşarsa zıddına inkılab eder…” Savunduğu davanın tersiyle mütenasip bir hayat yaşamak, cenneti beklerken cehennemin yolunda ömür tüketmek ne korkunç! Özgecan bir sonuç. Sadece sonuç odaklı çözümün nakıs olduğu muhakkak. Neden Bu Hale Geldik Bu Tartışılmalı? Birçok sebep sayılabilir. Seviyesiz tartışma programları, kavgayı, cinselliği, hırsı, öfkeyi, şiddeti özendiren, tetikleyen filmler, diziler, yarışmalar vesaire… Ama bunlardan daha da önemli bir müsebbip daha var. Eğitim diyorum kestirmeden. Bizim geniş yollardan önce geniş gönüllere, ihtiyacımız var. En konforlu evler, en güzel arabalar, yatlar, katlar, en yeni telefonlar, pahalı oyuncaklar yetmiyor. Canavara dönüşen bedenlerimizi madde doyurmuyor artık bilesiniz. Kalkınmanın planını yaparken kemalâta çıkan merdivenlerin de planlarını belirtin lütfen. Haz merkezli ve egosantrik bir eğitim anlayışıyla sadece burnundan kıl aldırmayan yöneticiler, doktorlar, mühendisler, şoförler, esnaflar yetiştirirsiniz. Okul, dershane ve ev üçgeninde gidip gelen öğrenciler maalesef hayata dair birçok şeyi ıskalayarak büyümekteler. Belki bu çocuklarımız gönüllerince oyun oynayamayacaklar, bir balık tutmanın zevkine varamayacaklar, kütüphanedeki o güzelim kitapların tadına varamayacaklar. Obezite bir beynin mahsulü olarak yetişen çocuklar, hayatlarını test ve tost arasında geçirip gideceklerdir. Böyle bir neslin ileride psikolojik ve sosyolojik bir travma geçirmeleri mukadderdir. İşte üzülerek söylüyorum ki Türkiye bunu yaşıyor ve böyle giderse daha da yaşayacak. Sadece aklı doymuş olan obezite beyinlerin bu ülkede yapamayacağı hiçbir kötülük yoktur. Çağımız insanı gürültüyle, keşmekeşle, medyayla, günlük rutin işlerle uğraşırken maalesef vicdanını kaybediyor, kaybediyoruz. Daha doğrusu vicdanımızı boğuyoruz. Onun teneffüse, temizlenmeye ve güçlenmeye ihtiyacı var. Vicdan, inançla, idealle, idrakle, adanmışlıkla, cesaretle, sorumlulukla ve ahlak duygusuyla perçinlenir, güçlenir. Bunlarla beslemediğimiz zaman vicdan muvazenesini kaybeder. İşte o zaman bakışı bulanır, doğruyu yanlış, yanlışı doğru görmeye başlar. Ve Bir de Sevgisizliktir Bütün Kötülüklerin Kaynağı… İkinci Dünya Savaşında bir Nazi subayı, küçük bir Yahudi çocuğu yanına çağırır ve ona “Hangi gözümün takma olduğunu bilirsen seni ve aileni savaşın olmadığı güvenli bir yere göndereceğim.” der. Çocuk kısa bir zaman dilimi geçmesine rağmen muhatabına cevabını hemen bildirir. “Sağ gözünüz” der. Çocuk yanılmamıştır. Nazi subayı şaşkın “Nasıl oldu da doğru bir tahmin de bulundun?” diye sorar. Çocuğun verdiği cevap ise müthiştir. “O gözünüz, diğerine nazaran çok daha insani bakıyor.” Eminim ki bu gün insani bir gözle olaylara yaklaşabilenler bağrından çıktıkları topluma çok daha fazla değer katacaklardır. Sevgi gücü, değil eğitimde içtimai arenada bile halledemeyeceği hiçbir problem yoktur. Merhamet ve sevgiden yoksun bir milletin başı göğe de değse, dört bir tarafı mamur şehirler inşa da hiçbir kıymeti yok. Siz onun kalbine bakın, eğer orası iflas etmişse o insan ya da o toplum bir mezar-ı müteharriktir yahut morgdaki bir cenazeden farksızdır. Değer yargılarımızla taban tabana zıt olan bu cinayetleri, bu zulümleri, sosyolojik bir tahlile tabi tuttuğumuzda bu tür olumsuz olayların temelinde aramızdan kaybolup giden değerlerin çığlıklarını duyarsınız. Maalesef toplumun değer yargılarını besleyen okullarımız ise, bu tür sorunların üstesinden gelmek yerine, sınavlarda daha başarılı olmanın ve birkaç test daha çözmenin derdinde. Kimsenin fedakârlıktan, adaletten, arkadaşlıktan, aşktan, sevgiden, muhabbetten bahsettiği yok. Bugünün medeniyet çarşısında bu güzel hasletlerin yeterince satıldığını söyleyemem. Her yerde bir sürü sınav kitapları ve kişilik gelişim insanları yırtıcı hayvana dönüştüren çıldırtan, delirten, canavarlaştıran ne kadar kitap varsa bunları bugünün pazarında bulmak mümkün. O halde gelin. Akıl ve kalbi el ele verip buluşturalım. Biri ötekine tercih edilmesin. Nesiller ne taassup içinde yetişsin, ne de şüphe içinde kıvranıp dursun. Aklın ve kalbin mezciyle hakikatin merdiveninde yürümeye çalışsın. Şimdi başta sorduğumuz sorunun cevabına geri dönelim. Sonuç Ne Olmalı, Katile Hangi Ceza Uygulanmalı? Rahatça uzandığınız koltuklarınızdan hemencecik karar vermeyin. Önce olayın merkezine kendinizi alıverin. Olmadıysa kızınızın yahut oğlunuzun ya da eşinizin, annenizin veya babanızın başına gelmiş olsun. Rabbim uzak tutsun ama bir an için Özgecan oluverin. Minibüste nereye götürüldüğünüz belli olmayan bir yolculuğa çıkmışken, birileri tarafından, bir anda şah damarınız kesilsin. Henüz ölmemiş olun. Saatlerce çaresizce öylece bekleyin. İçten sessiz çığlıklarınızı ne duyan olsun, ne gören. Sadece ve sadece yanınızda elindeki kanlı bıçağıyla bekleyen bir katil olsun. Ardından, kesik kesik duyulan hırıltılarınıza aldırmayan bu cani tarafından elleriniz kesilsin. Az daha dişinizi sıkın bitmek üzere. Nihayetinde benzin dökülerek yakılan bedeninizin külleri havaya savrulsun. Bitmek üzere, dedim. Dedim ama sanırım bir şeyi unuttum. O da; ailenizin, özellikle de annenizin feryatlarının ömrü boyunca arş-ı a’layı nasıl titrettiğinden haberiniz de olsun. Toplumun, suyun, toprağın öfkesini de hesaba katın. Hiçbir duygusal yorum yapmadan, objektif kararlar verebilirsiniz artık. Evet, hükmünüzü belirleyin idam mı, yoksa çağ dışı diyerek beş on sene yatıp çıkmasını istediğiniz hapis mi? Dedim ya, acele etmeyin. Kararınızı bir daha, gerekirse bir daha gözden geçirin. Ama ne hüküm verirseniz verin ceza, fille doğru orantıda olsun. Ne eksik, ne fazla… Kısacası, adil olsun. Öyle bir ceza olsun ki vicdanlarınız itminana kavuşsun. Sadece sizin değil, toplumun vicdanında da ma’kes bulsun. En önemlisi de nefsî olmasın. Hisleriniz aklınıza galebe çalmasın. Kararınızın içinde sadece hukuk, sadece hukuk yer alsın. Siz düşünedurun. Benim Kararım Tereddütsüz ‘idam’! Hatta mümkün olsa -suçun gereği olarak- tekrar tekrar idam… Hangi hapishane temizler bu kirli yüzü, hangi idam sehpası bu katilden daha sevimsizdir? “Ben sana cife demem, cife duyar, ar eder Cifeye damlan düşse inan ki murdar eder.” Söylenecek sadece bir söz, annenin feryadını dindirecek bir çağrı vardır: “Zalimler için yaşasın cehennem!” Ve bugün olmasa da “Kısasta hayat vardır” kelamı bir gün mutlaka, ama mutlaka hayat bulacaktır. Allah, Özgecan’ın ailesinin yar ve yardımcısı olsun…

Ömer İbnü’l-Hattab (ra)’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:“Ey İnsanlar! Bu ümmetten ileride bir topluluk gelecek, zina edene verilen recm cezasını inkâr edecek, ahir zamanda Deccalın gelmesini inkâr edecek, güneşin kıyamet alameti olarak batıdan doğmasını inkâr edecek, kabir azabını inkâr edecek, şefaati inkâr edecek, günahlarından dolayı cehennem ateşinde yandıktan sonra ateşten çıkacakları inkâr edecek.” (Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 196) İslâm dinine göre, ölüm yokluk değildir. Ölüm esnasında ruh cesetten ayrılır. Ceset çürüyüp, dağılsa da, ruh varlığını devam ettirir. Ruhun varlığını devam ettirdiği âleme Kabir Âlemi veya Berzah Âlemi denilir. (Berzah, aralık demektir. Kabir âlemi, dünya ile ahiret arasında olduğu için ona Berzah Âemi denilmiştir.) Kabir âlemi, ahiret hayatının da başlangıcıdır. İmtihan dönemi bittiği için mükâfat ve ceza bu âlemde başlar. İnsan kabre konulduktan sonra, Münker ve Nekir adlı iki melek gelip onu sorgu ve suale tabi tutarlar. Mümin kimseler bu sorulara doğru cevap verirler. Bu sorgu sualden sonra müminin kabri, güzel bir âleme dönüşür. Bu hal kıyamete kadar sürer. Kâfirler, münafıklar sorgu ve suale doğru cevap veremezler, arkasından da onların kabri, devamlı azaba dûçâr olacakları bir âleme dönüşür. (Bkz. Tirmizî, Cenaiz, Bab, 70, hn: 1071). Mümin olup asi, aşırı günahkâr olanlar da, kâfirler gibi işledikleri günahlardan dolayı azap görürler. Bu konuda Peygamberimiz, “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyurmuştur. (Tirmizî, Kitabu Sıfati’l-Cenne, Bab, 15, hn, 2549) Kur’ân’ın bir kısım ayetlerinde kabir azabına değinilir. Peygamberimiz (sav) de mütevatir derecesine ulaşmış pek çok hadisiyle kabir hayatından bahsetmiştir. Sahabeler, tabiin ve tebeü tabiinden nakledilen pek çok sözlerden, onların da bu inançta olduğu, bu konuda onlar arasında her hangi bir ihtilaf söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. İlk dönem yazılı metinlerin pek çoğunda, örneğin İmam-ı A’zam’ın “Fıkh-ı Ekber” risalesinde, İmam Malik’in “Muvatta” adlı kitabında kabir azabıyla ilgili ifadeler görülür. İlk dönemlerden günümüze kadar -bir kısım Mutezile haricinde- bütün tefsir, hadis, fıkıh, kelam âlimleri, mutasavvıflar ve ümmet-i Muhammed de aynı inancı taşımıştır. Günümüzde batı medeniyetinin tesirinde kalmış bazı Müslümanların, kabir hayatını kabullenmekte zorlandığını, bu yüzden ayetleri tevil edip, hadisleri inkâr ettiklerini görüyoruz. Bu yazımızda kabir hayatıyla ilgili ayet ve hadisleri ele alarak konuyu vuzuha kavuşturmaya çalışacağız. Kabir Hayatıyla İlgili Ayetler Kabir hayatından bahseden ayetlerin bir kısmı çok açık, bazıları da karinelerle anlaşılacak şekildedir. Bazıları da peygamberimizin tefsiriyle kabirden bahsettiği anlaşılan ayetlerdir. Bu ayetleri sırayla ele alalım: “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.” (Bakara, 154) “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Rableri katında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar, Allah’tan gelen nimet ve keremin; Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.” (Âl-i İmran, 169-171) Şehitlerin cesetlerine baktığımızda, zahiren onların da diğer ölülerden farklı olmadığını görürüz. Hâlbuki bu ayetler açıkça şehitlerin bizim anlayamadığımız bir tarzda hayatlarını devam ettirdiğini ifade etmektedir. Allah, zahire aldanmamamız gerektiğini, bizim her şeyi, bilip, göremediğimizi bize ihtar ederek, şehitlerin hayatta olduğunu beyan etmiştir. Bu yönüyle şehitlerin hayatta oluşu, kabir âleminin en mühim delilidir. “Onlardan birine ölüm gelip çattığında: ‘Rabbim!’ der, ‘Beni geri çevir; ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve hareketler) yapayım.’ Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.” (Müminun, 100) Buradaki berzahtan kasıt, kabir hayatıdır. Berzah iki şeyin arasını ayıran şey demektir. Kabir hayatı, dünya ve ahiret arasında olduğu için, ona berzah denilmiştir. “O zalimler, ölümün (boğucu) dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: ‘Haydi canlarınızı kurtarın! Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun ayetlerine karşı kibir taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız!’ derken onların halini bir görsen!” (En’am, 93) Bu ayette ruhu kabzedilen kâfirlere meleklerin “Bugün alçaklık azabıyla azablandırılacaksınız” demeleri, onların ölümün hemen ardından kabir azabına duçar olacağına delildir. “Firavunun kavmini kötü azab kuşatıverdi: Ateş “kötü azab”, Onlar sabah akşam o ateşe sokulurlar. Kıyametin kopacağı gün de: Firavun ailesini azabın en çetinine sokun (denilecek)!” (Mümin, 45-46) Âyetteki “sabah akşam o ateşe sokulurlar” ifadesi, bu azabın dünya veya ahiret azabı olmadığını, kabir azabı olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Müfessirlerin çoğunluğu bu ayeti kabir azabının delili olarak kabul etmişlerdir. (Bkz. İbn Cevzî, Zadü’l-Mesir, İbn Kesir, Razi, Tefsir, Daru’l-Fikr, 1995, c. 14, s. 74) “(Nuh’un kavmi) günahları yüzünden suda boğuldular, ardından da ateşe sokuldular ve o zaman Allah’a karşı yardımcılar da bulamadılar.” (Nuh, 25) Ayette Nuh (as) kavminin boğulduktan hemen sonra ateşe sokuldukları ifade edilmektedir. (فأدخلوا) kelimesindeki (fe) “hemen ardından” manasına gelmektedir. Ayrıca fiil, mazi/geçmiş zaman fiilidir. Dolayısıyla bu olay geçmişte vuku bulmuştur. Kabir azabını kabul etmeyenler “Ateşe atıldılar” ifadesini, “ileride cehenneme atılacaklar” manasında olduğunu söylemişlerse de bu yanlıştır. Çünkü belagat ilmi yönünden -ayete mana verirken- kelimenin hakiki manası önceliklidir. Bir sebep olmadan hakiki manayı bırakıp, lafzı başka bir manaya hamletmek yanlıştır. Bu ayetteki mazi sıygasıyla gelen “Ateşe atıldılar” ifadesini “ilerde cehennem ateşine atılacaklar” şeklinde yorumlamak ayeti keyfi olarak tevil etmektir ve yanlıştır. (Razî, c. 15, s. 146.) “(Cehennemlikler): ‘Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Bir daha (bu ateşten) çıkmaya yol var mıdır?’ derler.” (Mümin, 11) Ölüm, hayatın bitmesiyle hâsıl olan bir şeydir. Bu ayette iki defa ölümden kasıt, birincisi, dünya hayatının bitmesiyle olan ölüm, ikincisi ise, kabir hayatının bitmesiyle olan ölümdür. Ayeti başka bir manaya haml etmek mümkün değildir. Dolayısıyla bu ayet kabir azabından bahsetmektedir. (Razî, age. c. 14, s. 40) “Allah sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette sapasağlam tutar. Zalimleri ise Allah saptırır. Allah dilediğini yapar.” (İbrahim, 27) Bu ayetteki “ahiret”ten kasıt kabir, “sağlam söz”den kasıt ise, kelime-i şehadettir. Peygamberimiz (sav) bu ayeti tefsir ederken şöyle buyurmuştur: “Müslüman, kabirde sorguya çekildiğinde Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de (sav) Allah’ın resulü olduğuna şehadet eder. Bu Allah’ın kitabında “Allah sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette sapasağlam tutar.” dediği şeydir. (Buhari, Kitabu Tefsiri’l-Kur’ân, 14, Bab, 2) “Onlara (münafıklara) iki defa azap edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azaba itileceklerdir.” (Tevbe, 101) Tabiin müfessirlerinden Dahhak “Bana ulaştığına göre (asr-ı saadet dönemindeki) insanlar “Onlara iki defa azab edeceğiz” ayeti hakkında “(Birinci azap dünyada) katledilme, (ikinci azap ise) katilden sonra berzahtaki azaptır” diyorlardı. “Sonra da onlar büyük bir azaba itileceklerdir” ayeti ise cehennem azabıdır.” (Celaleddin Suyutî, ed-Dürrü’l-Mensur) Sahabelerden İbn Abbas, tabiinden, Ebu Malik, Mücahid, Katade, Hasan, İbn Cüreyc’de ikinci azabın kabir azabı olduğunu söylemişlerdir. (Taberi, Tefsir, Müessesetü’r-Risale, 2000, c. 14. s. 442, 443, 444.) “Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” (Taha, 124) Ayetteki “Sıkıntılı bir hayat” ifadesini Peygamberimiz (sav), kabir azabı olarak tefsir etmiştir. Ebu Hureyre (ra) şöyle der: Peygamberimiz (sav): “Sıkıntılı bir hayat” ayeti niçin indirildi biliyor musunuz? “Sıkıntılı hayat” nedir biliyor musunuz?” dedi. Sahabeler “Allah ve resulü daha iyi bilir!” dediler. Peygamberimiz “(Bu) kâfirin kabirdeki azabıdır.” buyurdu. (Taberi, Tefsir, c. 18, s. 394) Sahabelerden Ebu Said el-Hudri, Ebu Hureyre, tabiinden Süddi, Ebu Salih de bunun “kabir azabı” olduğunu söylemişlerdir. İmam İbn Cerir Taberî, “Sıkıntılı bir hayat” ifadesi hakkındaki değişik görüşleri aktardıktan sonra “İsabetli olan görüş, bunun kabir azabı olmasıdır” demiştir. (Taberi, c. 18, s. 392-394.) Buraya kadar aktardığımız ayetler kabir azabının varlığı hakkında bir kanaat vermektedir. Hadisler Kabir hayatı hakkındaki hadisler tevatür derecesine ulaşmıştır. Bu konuda pek çok âlimin ittifakı vardır. İbn Teymiye, öldükten sonra kişinin melekler tarafından sorgulanması hakkında peygamberimizden rivayet edilen hadislerin mütevatir olduğunu, bu konuda sahabelerden Bera b. Azib, Enes b. Malik, Ebu Hureyre ve başkalarından hadisler rivayet edildiğini söylemiştir. İbn Teymiye’nin talebesi İbn Kayyim’de “Kitabu’r-Ruh” adlı kitabında, kabir azabı, Münker ve Nekir’in ölen şahsı sorgulamasıyla ilgili hadisler hakkında “bu konuda hadisler çoktur ve mütevatirdir” demiş, daha sonra bu konuda 25 sahabenin ismini sayarak onların rivayet ettiği hadisleri zikretmiştir. (Kettanî, Nazmu’l-Mütenasir) İmam Suyutî, “Şerhü’s-Sudur bi Şerhi’l-Mevta ve’l-Kubur” adlı kitabında “Kabir Fitnesi Ve İki Meleğin Sualleri” adlı bir başlık açmış, orada 26 sahabeden bu konuda hadis rivayet edildiğini ve bu hadislerin tevatür derecesine ulaştığını söylemiş, sonra elliden fazla olan bu hadisleri sıralamıştır. (Celaleddin Suyutî, Şerhü’s-Sudur, Kahraman Yayınları) Yukarıda bazı hadislere değindik. Burada iki hadis naklederek konuyu bitirmek istiyoruz. Hz. Aişe (ra), “Peygamber (sav) namazda (teşehhüde veya namazdan sonra) ‘Allah’ım kabir azabından sana sığınırım’ diye dua ederdi” demiştir. (Buhari, Sıfatü’s-Salat, Bab, 65; Müslim, Mesacid, Bab, 24, hn: 124 (585)) İbn Abbâs (ra)’dan şöyle rivayet edilmiştir: Peygamber (sav) Medine yahut Mekke bahçelerinden bir bahçenin yanından geçti. O esnada kabirlerinde azab olunan iki insanın sesini işitti. Peygamber (sav): “Bunlar azab olunuyorlar. Azab olunmaları da (kendi zanlarınca) büyük olan bir şey yüzünden değildir” dedi. Sonra şöyle devam etti: “Bilakis (yaptıkları şey büyüktür). Onların biri sidiğinden sakınmazdı, diğeri de nemime (koğuculuk) ederdi (insanlar arası laf taşıyıp birbirlerine düşürürdü)”. Ondan sonra yaprakları soyulmuş bir hurma dalı istedi. Dalı iki parça yaptı. Her birinin kabri üzerine bir parça koydu. “Yâ Rasûlallah! Bunu niçin yaptın?” denildi. “Bunlar kurumadıkları müddetçe -yâhud: kuruyuncaya kadar- onlardan azab hafifletilir” buyurdu. (Buhari, Vudu, Bab, 54; Müslim, Taharet, Bab, 34, hn: 111 (292))

Minber, cami ve mescitlerde, dînî bayram ve cuma günlerinde, imamın çıkıp hutbe okuduğu merdivenli yüksek kürsüdür. Aşağı tarafında perdeyle örtülmüş bir kapısı bulunur. En yüksek yerinde durulacak bir sahanlığı olup, bu sahanlığın dört köşesindeki direklere dayanan küçük bir kubbesi ve bunun üstünde de minarenin külahına benzeyen bir külahı vardır. Minber, lügatte “Yüksek yer” manasına gelir. Hadislerde bu kelime “Cennette kurulacak tahtlar” anlamında da kullanılmış; Allah için birbirlerini sevenlerin adil olanların ve cömertlerin nurdan minberler üzerinde oturacakları bildirilmiştir. Genel olarak mimarî açıdan, cami içerisinde mihrabın sağ tarafına denk gelecek şekilde inşa edilmektedir. İmamın, özellikle cemaate yüksekçe bir yerden hitap edebilmesi için merdivenli biçimde tasarlanmış cami içi bütünleyici bir elemandır. Minberler taştan, mermerden inşa olunduğu gibi ahşaptan da yapılır. Yanları ve kapılarının üstü gayet sanatkârane oymalarla; ağaçtan olanları ise sedef ve kemik kakmalarla, kündekâri olarak, tezyin olunarak süslenmiştir. Cemaate nazaran mihrabın sağ tarafına konan minberler, camilerin en mühim bir kısmını teşkil eder. Bazı namazgâhlarda taştan merdivenli bir sed halinde yapılmış olanları da vardır. Minbere çıkan imamlar (hatibler) Peygamber Efendimiz’e ve Halifelere hürmeten yukarıdan üçüncü kademenin üstüne çıkmayarak daha aşağı otururlar. Asr-ı Saadet’te Peygamber Efendimiz’in (sav) Medine'deki Mescid-i Nebevî’de Ashab-ı Kirâm’a hitab ettikleri zaman, uzun müddet ayakta durduklarını gören Ashab oraya bir Hurma Ağacı dikerek, Peygamberimiz’in(sav) ona dayanmasını rica etmişlerdi. Aradan yıllar geçtikten sonradan ilk minber Hz. Peygamber(sav)'in ashabıyla istişaresinden sonra isteği üzerine marangoz olan bir köle tarafından yapılmıştır. Ahşap olan ilk minber, Medine'den Şam tarafına doğru yaklaşık 15 km mesafede bulunan ormandan kesilen Ilgın ağacından üç kademeli olarak, her kademesi birer fasılalı ve iki karış kadar enli olan bir minber yapılmış ve Peygamberimiz, (sav) hitabelerini bu yüksekçe mevkiden, herkesi görerek irad ettiği rivayet edilmektedir. İlk minber, mesciddeki yerine konulup, Allah Resulünün üzerine ilk çıkışında, daha önce yaslanarak hitap ettiği hurma kütüğünden bir müddet sonra aynen ızdıraplı bir deve yavrusunun çıkardığı ses gibi ses çıkarmaya başladı. Bu sesi sahabelerden birçoğu duyuyordu. Efendimiz minberden inerek elini onun üzerine koydu, onunla konuştu. Ona neden ağladığını sordu. O da kendisinden ayrıldığı için ağladığını söyledi. Bu olayı Üstad Bediuzzaman Said Nursi Mektubat’ta şöyle nakleder. “Evet, Mescid-i Şerifte, hurma ağacından olan kuru direk, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hutbe okurken ona dayanıyordu. Sonra minber-i şerif yapıldığı vakit, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm minbere çıkıp hutbeye başladı. Okurken, direk deve gibi enin edip ağladı; bütün cemaat işitti. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yanına geldi, elini üstüne koydu, onunla konuştu, teselli verdi, sonra durdu Şu mucize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, pek çok tariklerle, tevatür derecesinde nakledilmiştir.” Asr-ı Saadet’ten beri camilerde hutbe için daha çok kademeli, taştan, mermerden veya ahşaptan minberler yapılmıştır. Hz. Peygamber(sav) vefat edince ilk halife Hazret-i Ebû Bekir(r.a.), Peygamberimiz’e (sav) hürmeten minberin ikinci, Hazret-i Ömer(r.a.) ise her ikisine de hürmetinden dolayı birinci basamağında konuşmalarını ve nasihatlerini yapmışlar. Hazret-i Osman(r.a.) minberin kapısına ilk olarak bir perde astırmış, üçüncü basamağı kullanmıştır. Hz. Peygamber(s.a.v)'in minberi h. 49 tarihine kadar daha önceki hali üzere kalmıştır. Hz. Peygamber(sav)'in hayatında bir ilim kürsüsü, bir idare makamı özelliği olan minber, ondan sonra hutbeler dışında halifelerin üzerinde bey'at aldıkları ve göreve başlarken çıkmayı mutad hale getirdikleri bir yer olarak fonksiyonunu sürdürmüştür. Hâkimiyetin sembolü haline gelen minber, valilerin göreve başlarken ve ondan ayrılırken çıktıkları, hükümdarın temsilcisi olarak oturdukları bir makamdı. Mescid-i Nebevî'den sonra ilk minber Mısır'da Amr Camii'ne konuldu. Ancak başlangıçtaki hükümranlıkla ilgili fonksiyonu sebebiyle olmalıdır ki, Hz. Ömer(r.a.)'ın emriyle bu minber kaldırıldı. Hicrî 132 yılından itibaren Mısır'da eyalet camilerine minberin konulmasıyla minber, bütün cuma camilerine yayıldı. Ahşap ve mermer işçiliğinin en güzel örneklerini teşkil edecek minberler yapıldı. Ahşap minberlerin en eski örneği Kayravan Camii minberidir. Kurtuba'daki II. Hakem minberi kaynakların verdiği bilgilere göre çok değerliydi. Tekerlekler üzerinde yürütülebilen minberde Hz. Ömer'e ait bir Kur'an nüshası da bulunduğu bildirilmektedir. Anadolu'da en eski minber Konya Alaaddin Camii'nin ahşap minberidir; bu minber kendisinden sonrakilere örnek teşkil etmiştir. Selçuklu taş minberleri ise kötü tamirler sonucu özelliklerini yitirmişlerdir. Osmanlılar döneminde mermerden yapılan minberler yaygındır. Bitki motifleri ve geometrik şekillerle süslenen minberler camiin iç süslemesi ve mimari üslubuyla bir bütünlük arz etmektedir. Mescid-i Nebevî'de Müslümanların en fazla rağbet ettikleri yer Minber'le Hz. Peygamber (sav)'in kabri arasıdır. Peygamber Efendimiz (sav) “Evimle minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim de havzım üzerindedir.” Bunun manasını bazı âlimler cennet bahçesi olan ravza-ı şerife gibi minberinde aynen ahirete intikal edeceğini söylemişlerdir. Mescid-i Nebevî içindeki Resulullah Efendimiz’in (sav) kabr-i şerifiyle minberi arasındaki 26 metre uzunluğundaki yere “Ravza-ı Mutahhara” denir. Ravza “Bahçe” demektir. İlk minber-i şerif, üç basamak ve bir metre yüksekliğindeydi. Minberin bu şekli, tamamen yandığı h. 654/1256 yılında çıkan yangına kadar devam etmiş; çeşitli yıllarda başka minberler yapılmıştır, bugünkü on iki basamaklı son mermer minber, Sultan III. Murad Han tarafından 1590'da İstanbul'dan yaptırılarak göndermiştir. Minberler zamanla caminin ebadına nisbetle yükselmiş, abidevi bir şekil almıştır. Selçuklular zamanında minberler pek sanatkârane ağaç oymadır ki, Konya Alaaddin Camii, Bursa Ulu Camii minberleri zamanlarının en nefis örnekleridir. Bu devirlerde minberlerin en üst kademesinden sonra etrafı bir korkulukla tamam olmakta idi. Zamanla külahlar ilave edilmiştir. Minberler camilerimizin yükseliş devrinde mermerden yapılmıştır ki, bu meyanda Edirne Üç Şerefeli Camii, Sultan Ahmed Camii minberleri muhteşem eserlerdir. Minberler devirlere göre yine mermerden ve ahşaptan olmak üzere Barok ve Rokoko üsluplarında yapılmıştır. Osmanlı devrinde cami ile bütünlük içinde ele alınan minberlerde taş ve mermer malzemenin daha çok kullanıldığı görülmektedir. Genelde bir perde ile örtülen kapı üstte mukarnas ve bunun üzerinde bir sıra palmet dizisiyle sonlanmaktadır. Merdiven korkulukları umumiyetle kafes şebekelidir. Yan aynalıklar ise bazen düz bırakılmış, bazen da ortada kafes oyması bir göbekle değerlendirilmiştir. Minberin köşk kısmı örneklerin bazısında ahşaptan, bazısında da mermerden yapılmıştır; bu kısım alemli bir külâhla son bulmaktadır.

Allah, birdir. “Elif “de bir (1) rakamı gibidir. Allah kelimesi “Elif” ile başlar. Kur’an-ı Kerim’in ilk nazil olan ve “İkra” ile başlayan ayeti gibi, ilk sure olan Fatiha Suresi de “Elif” ile başlıyor. Tarihe mal olmuş her şeyin ilk adımı, ilk sözü ve ilk harfi hep önemli olmuştur. Bunların belki de en mühimi Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in muhatap olduğu ve sadece Hira Mağarasını değil, belki bütün cihanı hatta âlemi aydınlatarak beşeriyeti tenvir etmiş olan (İkra / اقرأ) hitabıdır. Taraf-ı İlahî’den gelen ve Cebrail (as) vasıtasıyla bir kelama dönüşen bu söz, belki de hidayetin en rahmetli bir vesikası olan Kurân-ı Azîmüşşan’ın muhteşem kapısı, milyonlarca kelime içinde Rabbimiz tarafından seçilmiş en müstesna sözcük ve şuur sahibi her mahlûkun tüm yaşamını kaplayacak olan ve onlara bir şeref ve değer katacak olan amelin adıdır. Burada nazarımızı celbeden mühim noktalardan birisi ise o kudsi kelimenin yani (İkra / اقرأ) kelimesinin “Elif” harfi ile başlamasıdır. Kur’an-ı Kerim’in dili olan Arapçanın ilk harfi olan “Elif” ile. Uzaktan bakıldığında tıpkı bir insan silueti gibi gözüken “Elif” ile. Bir binayı inşa ederken, temelindeki güçlü sütunlara benzeyen “Elif” ile. Tevhidi, birliği ve tekliği hatırlatan “Elif” ile. Kâinatta tesadüfün zerresine bile müsaade ve müsamaha göstermeyecek şiddet ve ciddiyet içinde tezahür eden Kudret-i Mutlak’ın beşeriyete olan hikmetli hitabının hiçbir safhası ve hiçbir unsuru bu iradenin dışında kalamaz. Dolayısıyla her kelimesi, her ayeti, her harfi ve ilk harfi de bu mudakkik iradeden hissedardır. Dinimiz, tevhid dinidir. Tevhidin belki de en şirin remzi “Elif” harfidir. Bize iman ve itikat, teslimiyet ve tevekkül, ihlas ve sadakat gibi en ulvi mefhumları hatırlatan tevhid dininin sembolü, simgesi, işareti ve bayrağı bu harftir. Bu harf, tek hamle ile bir tek hareket ile yazılan ve yukarıdan aşağıya doğru çizilen bir harf olmasıyla, her zaman Rahmet-i İlahînin müşahhas bir tecelligâhı olan semadan arza bir dokunuşun hikmet dolu alameti olmuştur. Anadolu kültüründe ve geleneklerimizde ölümü, faniliği ve tevhidi temsil ettiği düşünülen servi ağacı da tıpkı bir “Elif” gibidir. Genellikle mezarlarımızda dikilen bir ağaç olan servi, yapraklarını dökmeyen, güçlü ve dirayetli hali ile hayata bağlılığı hatırlatırken, ebedi hayatın bir müjdecisi gibi arz-ı endam eder. Dimdik duruşu ile doğruluğu ve dürüstlüğü çağrıştırırken, rüzgâr esintileri ile birlikte adeta “Hû, hû” diye zikreder. Allah, birdir. “Elif “de bir (1) rakamı gibidir. Allah kelimesi “Elif” ile başlar. Kur’an-ı Kerim’in ilk nazil olan ve “İkra” ile başlayan ayeti gibi, ilk sure olan Fatiha Suresi de “Elif” ile başlıyor. Yani bu kabil misallerin sayısını artırabiliriz. Biz şimdi ilk akla gelen ve mühim olanları seçtik ve zikrettik. Âlemde zerre miskal tesadüf yoktur. Bu kelimeler ve bu harfler de, vücut bulma sebeplerinden tutun, ta ki şekillerine kadar kaderin hikmetli tezgâhında dokunmuş ve Rabbimizin en şerefli muhatabı olan insan tarafından okunmuştur. Bizlere böylesine nihayetsiz Rabbanî hazineleri hatırlatan Kur’an harflerinin her bir tanesini ayrı ayrı mühimseyerek idrak etmeli ve o harfler ile gerek kıraaten (okuyarak) gerekse kitabeten (yazarak) meşgul olmalıyız. Bu harflerle beraber hayatımıza akacak olan feyiz, bereket ve ilim ile şerefyâb olmalıyız.

Her insanın kendi özünde taşıması lazım gelen değerler vardır; sevgi, saygı, duyarlılık, hoşgörü, yardımlaşma, anne-babaya karşı saygı gibi. Fakat bazı değerler vardır ki, adeta kök gibidir ve diğerlerine değer katmaktadır. Bu haslet ise diğergâmlıktır. Diğergâmlık Nedir, Ne Değildir? Hodgâm olmamaktır. Yani kendini düşünen, kendini beğenen olmamaktır. Egoist düşünce ve yaşamdan uzak olmaktır. “Ben merkezli” yerine “o merkezli” hareket etmektir. “Kendin için istediğini, başkaları için istemediğin; kendin için istemediğini başkaları için istediğin müddetçe (kâmil manada) mü’min olamazsın”. Ve “Komşusu aç olduğu halde kendisi tok yatan kimse bizden değildir” mealindeki hadisler ve daha birçok prensipler diğergâmlığın ve tam manasıyla İslâm ahlakının özünü teşkil etmektedir.1 Bu yazımda sizlere, bu temel hasletin asr-ı saadette nasıl filizlendiğini ve bu filizden toprağa düşen tohumun Osman Gazi’nin göğsünde yeşeren Ulu Çınar’a dönüşmesini ve İslâm Sancağı’nı âlemde dalgalandıran devletin mevti hengâmında insanlığa verdiği ibretlik bir dersi anlatmaya çalışacağım. Yermük Harbi Bu harp, Hazret-i Ebu Bekir zamanında, İslâm ordusu ile Bizans İmparatorluğu arasında yapılmıştır. Bu savaşta 240 bin kişilik Hristiyan ordusunun karşısında 46 bin kişiden oluşan İslâm ordusu vardı. Düşman kuvvetleri açık ve net olarak daha güçlüydüler. Fakat onlar gayesiz, ulvi değerlere sahip bir ruhtan yoksun, ölümden korkan bir kalabalık iken, Müslümanlar, gazilik ve şehadet mertebeleri gibi mukaddes seciyelerle teçhiz edilmiş kahramanlardan müteşekkildi. Hazret-i Ebu Bekir bu savaş için, dört koldan ilerleyecek olan dört tane komutan seçti. Bunlar Amr Bin As, Yezid Bin Ebu Süfyan, Ebu Ubeyde Bin Cerrah ve Şurahbil Bin Hasene idi. Halid Bin Velid ise Irak Fethi sonrası ikinci bir emirle sefere dâhil olur. İlk feragat bu esnada gerçekleşti. Dört komutan, İslâm ordusunun sevk ve idaresini Halid Bin Velid’e teslim ettiler. Çetin çarpışmaların neticesinde Bizanslar 120 bin ölü verirken Müslümanlar sadece 3 bin mücahidini şehitler divanına yazdırdılar. Ölüm ve Diğergâmlık Evet, üstün ruhlu insanlar, ölüm bir kefeye diğergâmlık bir kefeye konsa hiç tereddüt etmeden kardeşini kendisine tercih edenlerdir. Hadiseyi Hz. Huzeyfe’nin ağzından dinleyelim: Yermük Savaşında idi. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de güç belâ kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum. Fakat ne çare, bir kan seli içinde yatan amcamın oğlu, kaş göz işaretleriyle bile zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek: - Su istiyor musun, dedim. Belli ki istiyordu, çünkü dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Göz işareti ile de “Çabuk, hâlimi görmüyor musun?” der gibi bakıyordu bana. Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken biraz ötedeki yaralıların arasındaki İkrime’nin iniltisi duyuldu: - Su, su! Ne olur bir damla olsun su! Amcamın oğlu Haris bu feryadı duyar duymaz, göz ve kaş işaretiyle suyu hemen İkrime’ye götürmemi istedi. Kızgın kumların üzerinde yatan şehitlerin aralarından koşa koşa İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime elini kırbaya uzatırken İyas’ın iniltisi duyuldu: - Ne olur bir damla su verin! Allah rızası için bir damla su! Bu feryadı duyan İkrime, elini hemen geri çekerek suyu İyas’a götürmemi işaret etti. Haris gibi o da içmedi. Ben kırbayı alarak şehitlerin arasında dolaşa dolaşa İyas’a yetiştiğim zaman, kendisinin son kelimesini işitiyordum. Diyordu ki: - İlâhî! İman davası uğrunda canımızı feda etmekten asla çekinmedik. Artık bizden şahadet rütbesini esirgeme. Hatalarımızı affeyle! Belli ki, İyas artık şahadet şerbeti içiyordu. Benim getirdiğim suyu gördü, fakat vakit kalmamıştı, başladığı Kelime-i Şehadeti ancak bitirebildi. Derhal geri döndüm, koşa koşa İkrime’nin yanına geldim; kırbayı uzatırken bir de ne göreyim! İkrime’nin de şehit olduğunu gördüm. Bari dedim, suyu amcamın oğlu Hâris’e yetiştireyim. Koşa koşa ona geldim, ne çâre ki o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula ruhunu teslim eylemişti. Hayatımda birçok hadise ile karşılaştım, fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırmadı. Bunların birbirine bu derece fedakâr ve şefkatli halleri, gıpta ile baktığım en büyük iman kuvveti tezahürü olarak hafızama âdeta nakşoldu! İnsanlık tarihi bu muhteşem manzarayı yaşadığında takvimler 635 yılına işaret etmekteydi. Osman Gazi ve Osmanlı Devleti Süleyman Şah’ın kahraman oğlu Ertuğrul Gazi, Kayı boyunu 90 yaşına kadar idare ettikten sonra vefatıyla birlikte 1281’de oğlu Osman Gazi başa geçti. Osman Gazi’nin ilginç bir rüyası vardır. Osman Gazi sık sık Şeyh Edebali’nin ziyaretine gider, nasihatlerini dinlerdi. Misafir olarak kaldığı bir gecede gördüğü rüya şöyle idi. Şeyh Edebali’nin koynundan çıkan bir ay geldi, kendi koynuna girdi. Göğsünden bir çınar ağacı bitti. Öylesine büyük bir ağaç oldu ki dalları gökleri, kökleri tüm dünyayı sardı. Gölgesi bütün yeryüzünü tuttu. İnsanlar o ağacın gölgesinde toplandılar. Ulu dağlara ve dağların eteğinden çıkan coşkun sulara hep o ağaç gölge etti. Evet, Osman Gazi özünde öyle bir kahraman ve himmet sahibi idi ki, onun çekirdeğinden ortaya çıkan çınar ağacı, bütün efradıyla (padişahlarıyla, askerleriyle, halkıyla) diğergâmdı. Müthiş Tevafuk İtilaf devletleri, Osmanlı Devleti’nin zayıflamasını fırsat bilip içteki uzantılarının yardımıyla İstanbul’u işgal ettiler. Bu safhadan sonra ikinci planları Çanakkale Boğazını da zapt edip, kendilerini güvene almaktı. Bu sebeple, Birleşik Krallık ve Fransa, misli o güne kadar görülmemiş donanma ve ordularıyla Çanakkale’ye geldiler. İstanbul elçiliğinde görev yapan Aubrey Herbert adlı bir İngiliz subayı, Türkçeye hâkim olması sebebiyle, cephenin ilerisinde bilgi almak maksatlı -istihbaratçı olarak- görev yapmaktaydı. Bu kişi savaş sonrası hatıralarını “Devler Ülkesinde Devletler Savaşı; Çanakkale” adlı kitabında kaleme alır. Şahit olduğu bir hadisenin özeti şöyledir: Savaş olanca dehşeti içinde devam ederken, bazen iki taraf yaralıları ve ölüleri toplayabilmeleri için kısa süreli ateşkesler olurdu. Bu anların birisinde, yine haber toplamak düşüncesiyle Osmanlı askerlerinin arasında gezinirken, su isteyen bir askerimizin sesini duyar. Hemen bir su matarası alıp sesin geldiği tarafa gider. Son anlarını yaşayan yaralı kahramanımıza suyu uzatır. Askerimiz suyu içecektir ki başka bir askerin su istediğini duyar. Daha içmeden, suyu ona götür diye işaret eder. İngiliz subayı bu diğergâmlığın karşısında şaşkındır. Zira Osmanlı askeri, ölürken dahi kardeşini kendine tercih etmektedir. Evet, biz gelelim hissemize Yermük Harbi, 635 yılında yapılmıştı. Osman Gazi, 1281 yılında başa geçmişti. Bu iki tarihin toplamı 1916 yapmaktadır ki bu tarih Çanakkale Savaşı yıllarıdır. Benzer iki hadise, manidar bir tevafukla bize “Kaderin üstünde bir kader vardır. Hiçbir şey tesadüfi değildir” dersini vermektedir. Rabbim bizleri dünyasını feda eden, ahiret davası için diğergâm olan kullarından eylesin. Âmin. Bu vesileyle tüm şehitlerimizi Rahmet dua ve Fatiha’larla yâd ediyorum. Kaynak: 1- Kubbealtı Lügatı

İlkbahar ayları, Rabbimizin izni ve kudretiyle bütün güzelliklerini göstermeye yüz tutarken, aynı zamanda manevi bahar ayları olan, şuhûr-ı selase yani üç aylar da Nisan ayı içerisinde biz Allah’ın kullarına ‘merhaba’ diyor. Ve yine Miladi olarak 20 Nisanda dünyayı teşrif eden Peygamber Efendimiz (sav)’in viladeti münasebetiyle de ‘Kutlu Doğum Haftası’ idrak ediliyor. Kıymetli İrfan Mektebi müdavimleri, bizler de derginin başına derc ettiğimiz bu yazımızda, Efendimiz (sav)’in -malumunuz olduğu üzere- üç aylara başlarken yaptığı duası üzere Rabbimize niyaz ediyoruz: “Allah’ım Receb ve Şaban ayını bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” Rabbim cümlemize bu şuur ve idrakle üç ayları teneffüs etmeyi ve yapılacak ibadet ve dualar hürmetine bütün dünyaya barış, huzur, güven ve mutluluğun gelmesini nasib eylesin. Amin. Bu vesileyle Efendimiz (sav)’in Veda Hutbesi’nde söylediği şu sözleri de hatırla/t/mak isterim: “Ey müminler! Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve Peygamberinin sünnetidir.” Efendimiz (sav) ile birlikte başlayıp devam eden bütün zamanlar içinde kim/ler bu tavsiyeye/emre uymuş ise istikamet üzere kalmışlardır. Dönemlerinin maddi-manevi en iyileri olmuşlardır. Fakat ne zaman bu emre sırt dönmüşlerse o zaman da her şey tam tersi olmuştur. Fransa’nın en marûf müsteşriklerinden Gaston Care, 1913 senesinde Figaro Gazetesi’nde bu mevzuu teyit eden ifadeleriyle şöyle yazıyordu: “Yüz milyonlarla insanın dini olan Müslümanlık, bütün sâliklerine nazaran, dünyanın kıvâmı olan bir dindir. Bu aklî dinin menbaı ve düstûru olan Kur’ân, medeniyet cihânının istinâd ettiği temelleri muhtevîdir. O kadar ki, bu medeniyetin, İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların imtizâcından vücûd bulduğunu söyleyebiliriz. Filhakîka bu âlî din, Avrupa’ya, dünyanın imârkârâne inkişâfı için lâzım olan en esaslı kaynakları te’mîn etmiştir. İslâmiyet’in bu fâikiyetini teslîm ederek, ona medyûn olduğumuz şükrânı tanımıyorsak da, hakîkatin bu merkezde olduğunda şek ve şübhe yoktur. İslâmiyet yeryüzünden kalkacak ve bu suretiyle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hayır, buna imkân yoktur.” Dünyanın –özellikle İslam coğrafyasının- yaşadığı sıkıntı ve problemleri göz önüne alırsak, bir an her şeyi bir kenara bırakıp kendimize dönmeli ve “Ben/biz ne haldeyiz? İslam’ın neresindeyiz?” diye sormamız gerekmektedir. Hayırla meşgul olanı batıl istila edemez. Gece olmuşsa dünya güneşe sırtını dönmüş demektir. Karanlığa küfür etmek, başa gelene kızmak yerine, durduğumuz ve döndüğümüz yeri tespit etmeli ve Efendimiz (sav)’in yukarıdaki ifadelerini tekrar tekrar hatırlamalıyız. “Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız.” Sevgili dostlar! İçinde bulunduğumuz nimet/ler/in kıymetini bilmeli, şükrünü eda edebilmeliyiz ki üzerimizde devam etsinler. Malumunuz, nimetin şükrü cinsindendir. Yani İslamiyet nimeti ile müşerref isek Müslümanca yaşamalıyız ki, hem bizim hem de diğer insanlar için bereketi ve güzellikleriyle berdevam olsun. “Yoksa barışı devam ettirmeye imkan kalır mı?” İslamofobi’nin üretilen yerli aktörler üzerinden pazarlandığı ve algılarla oynandığı şu dehşetli zamanlarda biz Müslümanlar lütfen Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadelerine kulak verelim: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.” (Hutbe-i Şâmiye)

Sual: Asr-ı Saadette maddi bir cihad vardı. Onlar maddi zorluklar çekmişler ama biz şu an nefislerimizle manevi olarak cihad ediyoruz. Şu an bizim işimiz daha zor görünüyor. Bundan dolayı, onların zamanına göre şuan bizim manevi mücadelemiz daha yüksektir diyebilir miyiz? Cevap: Peygamberlerden sonra en yüksek manevi makam ehl-i sünnet âlimlerinin ittifakı ile Sahabelere aittir. Onlara külli fazilet noktasında yetişmek mümkün değildir. Allah Teâlâ Hazretleri, başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere, Tevrat ve İncil’de sahabeleri medh ü sena etmiştir. Devletler, milletler, insanlık topyekûn İslamiyet’in esaslarına muhalif oldukları, peygamberimizi yalnızca bir insan şeklinde gören sahabeler, yani O’nun davasının, fikirlerin, söylediklerinin dünyadaki yansımalarını, sonuçlarını görmedikleri, hatta bir kısım sahabe mucizesiz olarak iman ettikleri halde, öyle bir iman ettiler ki değil şüpheye kapılmak, belki vesveseye bile düşmüyorlardı. Dünya bütün büyüklüğüyle beraber onlara tereddüt veremiyordu. Bizler ise İslamiyet’in doğruluğunu, hak olduğunu gösteren, devletleşen esasları, milyarlarca taraftarı, benimseyeni, Müslüman’ı olduğu ve onlar, bizler için imanımıza, İslamiyet’imize, amellerimize destek veren, takviye eden şahitler olduğu halde en küçük bir Avrupa filozofunun sözüyle tereddüt geçiren, endişe eden, şüphe duyan sönük imanımız ve buna bağlı olan terakkimiz kıyas kabul eder mi? Hem sahabelerin imanlarının derecelerini, kuvvetini, takvadaki üstünlüklerini gösteren tam ve mükemmel dindarlıkları, salih amelleri nerede? Doğru dürüst düzenli olarak farzları eda edemeyen bizlerin zayıf imanımız nerede? Hem bugün olan batıl fikirler, kötü yaşantılar, ekonomik sıkıntılar, cahillikler, şerler o gün de vardı. Bundan dolayı cahiliyet devri deniyordu. Çok uzun zamandan beri manevi güneş insanların üstüne doğmamış ve asırlardan beri aydınlanma nedir bilmiyorlardı. Vahşi bir ortam, mutaassıp bir insan, bedevi bir zaman, karanlık bir dönem vardı. Bir coğrafya vardı. Bir insanlık vardı. Bununla birlikte sahabeler imanlarıyla ortaya çıktıklarında, onların bu imanlarını takviye edecek ne bir devlet, ne bir İslami yaşantı, ne bir güzel örf ve adet, ne milyarlarca Müslüman, ne bir şeair, ne bir ortak toplum şuuru, ne bir geçmiş vardı. Kısacası zaman, zemin ve şartlar onların lehine değil aleyhine idi. Onlar maddi ve manevi akıl almaz sıkıntılara karşılaştılar ve göğüs gerdiler. İmanlarını muhafaza için, değil nefisleriyle belki dünya milletlerine karşı bütün sahalarda mücadele etmek zorunda kaldılar. Onlar İslamiyet’i yaşamak konusunda bizler kadar rahat değildiler. Bizler kadar geniş imkânlara sahip değildiler. Hiçbir hayati tehlike olmayan zamanımız nerede? Her an ölebilmek ve her şeyini kaybetmek vaziyeti nerde? İnsanın en değerli sermayesi olan hayatını feda etmesi en büyük bir fedakârlıktır. Bir mücadeledir. Bir terakkidir. Şu anda sahabeler berzah âleminde bulunuyorlar. Ebedi saadete nail olmuşlar. Allah’ın rızasını kazanmışlar. Dünya imtihanını en güzel bir netice ile bitirmişler. Sonlarından endişe edecek bir korku taşımıyorlar. Bizler ise hala hayattayız. Ebedi bir cenneti, saadeti, nimeti kazanmak veya kaybetmekle karşı karşıyayız. Bize düşen mücadelemizin derecesini kıyaslamak yerine, imanımızı muhafaza edecek dersler almak, takviye etmek, ameller işlemektir. Sahabelerin küçük bir kardeşi olmak, onlara komşu olabilmek, şefaatlerine mazhar olmak için O üstadlarımızı taklid etmeliyiz.

Ülü’l-azm peygamberler bütün peygamberlerin en üstünleridir. Onlar içinde ise en büyük peygamber, Peygamberimiz (sav)’dir. Bu yazımızda peygamberimizin en büyük peygamber oluşu üzerinde durmak istiyoruz. Fakat önce bazı ön bilgiler üzerinde durmalıyız. Peygamberlik ve Dereceleri Kur’ân-ı Kerim, hiçbir peygamber ayırt etmeksizin, bütün peygamberlere imanı farz kılmıştır. Bu konuda iki ayet şöyledir: “(Peygamber ve müminler) hepsi Allah’a, meleklerine, kitablarına ve peygamberlerine ‘Allah’ın peygamberlerinin hiçbirisinin arasında ayırım yapmayız’ diye iman ettiler.” (Bakara, 284) “(Biz, peygamberlerden) bir kısmına iman eder, bir kısmını inkâr ederiz.” diyenler ve böylece bunun (iman ile küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu, işte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir.” (Nisa, 150-151) Her ne kadar peygamberler, peygamber olma yönünden eşit iseler de, aralarında fazilet yönünden derece farkı vardır. Bu konuda iki ayet şöyledir: “Gerçekten biz, peygamberlerin bir kısmını, diğerlerinden üstün kıldık.” (Isra, 55) “O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah, onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir.” (Bakara, 253) Peygamberler içinde ülü’l-azm peygamberler, peygamberlerin en üstünleridir. Ülü’l-Azm Peygamberler Ülü’l-azm; azim sahipleri, zorluklara karşı sabır ve sebat edenler manasına gelir. Ülü’l-azm peygamberler ise, vazifelerini yerine getirirken karşılaştıkları zorluklara karşı yılgınlık göstermeden fevkalade bir direnç ve sabır gösteren peygamberler manasına gelir. Bir ayette “Resullerden ülü’l-azm sahiplerinin sabrettikleri gibi sen de (karşılaştığın zorluklara) sabret!” (Ahkaf, 35) buyrulur. Bazı âlimler ayette geçen “ülü’l-azm peygamberler” ifadesini ayrım yapmaksızın “Bütün peygamberler ülü’l-azimdirler, burada kastedilen, senden önceki bütün peygamberler gibi sabret!” demektir demişlerdir. Âlimlerin ekseriyeti ise, bu ayette kastedilenlerin peygamberlerin büyükleri olduğunu, peygamberler içinden zorluklara karşı gösterdikleri azimlerinin üstünlüğü ile mümtaz olan bir kısmın, yani şeriat sahibi olup onun kuruluş ve yerleşmesinde çok çalışan ve onun meşakkatlerine ve hasımlarının düşmanlıklarına tahammül ederek sabreden şerefli peygamberler olduğunu söylemişlerdir.1 *** Âlimler başta Peygamberimiz olmak üzere Nuh, İbrahim, Musa ve İsa Aleyhisselamların ülü’l-azm ve en üstün peygamberler olduklarını söylemişlerdir. Buna iki ayeti delil olarak göstermişlerdir: “O, dini doğru uygulayın, onda ayrılığa düşmeyin, diye hem Nuh’a tavsiye ettiğini hem sana vahy eylediğimizi hem İbrahim’e, Musa’ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için de şeriat kıldı.” (Şûra, 13) “Hatırla o zamanı ki biz peygamberlerden misaklarını almıştık. Senden de Nuh’tan da İbrahim’den de Musa ile Meryem oğlu İsa’dan da.” (Ahzab, 72) Peygamberimiz (sav) En Büyük Peygamberdir Ülü’l-azm peygamberler bütün peygamberlerin en üstünleridir. Onlar içinde ise en büyük peygamber, Peygamberimiz (sav)’dir. Âlimler buna dair bazı deliller zikretmişlerdir. Onlardan bazıları şöyledir: 1. Kur’ân’da “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107) buyrulur. O âlemlere rahmet olunca bütün âlemlerden üstün olması gerekir. Çünkü diğer peygamberler de bu âlemlere dâhildirler. 2. Bütün peygamberler kendi kavimlerine, Peygamberimiz ise, bütün insanlık âlemine gönderilmiştir. Kur’ân’da “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik.” (Sebe, 28), “De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim” (A’raf, 158) buyrulur. O’nun risaleti umumi olduğu için mertebesi de daha yüksektir. 3. Bütün peygamberlerin peygamberliği belli bir zamanı kapsar. Peygamberimiz (sav)’in peygamberliği ise kıyamete kadar devam edecektir. O’nun şeriatı kendisinden önceki bütün peygamberlerin şeriatlarını nesh etmiş, hükümlerini kaldırmıştır. Bütün bunlar O’nun diğer peygamberlerden üstün olduğunu gösterir. 4. Miraç mucizesi yalnızca O’na ihsan edilmiş ve O, Mescid-i Aksa’da bütün peygamberlere imam olmuş, namaz kıldırmıştır. Bütün peygamberlere imam olması O’nun büyüklüğünü gösterir. 5. Sahih bir hadiste Peygamberimiz (sav), “Ben kıyamet gününde Âdemoğullarının efendisiyim. (…) Bütün peygamberler benim sancağım altında olacaklar” buyurmuştur.3 Bu hadis açıkça O’nun bütün peygamberlerin üstünü olduğunu gösterir. 6. Ümmet-i Muhammed hakkında Kur’ân’da “Sizler insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.” (Ali İmran, 110) buyrulur. Ümmet-i Muhammed ümmetlerin en hayırlısı olursa, bu ümmetin peygamberi de bütün peygamberlerin en üstünü olur. Kaynaklar: 1- Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, Azim Dağıtım, c. 7, s. 120.2- Bkz. Aliyyü’l-Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi, Çağrı yy, s. 296.3- Tirmizi, Tefsirü’l-Kur’ân, hn: 3073; Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 281, 295.

Michael Hart, büyük bir gerçeği insanlığa tekrar hatırlatmıştır. Gerçekten de Resûl-i Ekrem (sav) o büyük yarımadada vahşi ve adetlerine mutaassıp ve inatçı kavimleri, çok kısa bir süre zarfında o kötü adetlerinden temizleyerek en güzel ahlaklar ile teçhiz etmiş, donatmıştır. Onları bütün âleme muallim ve medenî milletlere üstat eylemiştir. Bu sadece bir devlet idareciliği değildir. Çünkü O (sav), ashabının akıllarını, ruhlarını, kalplerini ve hatta nefislerini fethetmiştir. Kalplerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin terbiyecisi ve ruhların sultanı olmuştur. Hicretin yedinci yılında Resûl-i Ekrem (sav) birçok hükümdara elçiler gönderip onları İslamiyet’e davet etmiştir. Bu elçilerden Dıhye b. Halife (ra)’ı da Bizans İmparatoru Herakliyus’a gönderir. İmparator, kendisine gelen mektubu okur ve yapılan tebliği kabul eder. Fakat saltanat endişesi gibi bazı düşünceler imanını açıklamasına mani olur. Herakliyus’un Kudüs’te olduğu bir vakitte Ebu Süfyan da, ki o zamanlar henüz Müslüman olmamıştır, kendi kabilesinden yaklaşık 40 kişilik bir kafileyle -ticaret amacıyla- orada bulunmaktadır. Bunu haber alan imparator, onları saraya çağırtır. Tercümanı aracılığıyla Ebu Süfyan’a, memleketlerinde peygamberlik davasıyla ortaya çıkan kişi hakkında bazı sorular sormak istediğini söyler. Fakat kesinlikle yalan söylemeyeceğine dair söz alır ve bu söze kafilesindeki diğer insanları da şahit tutar. Ardından aralarında şu konuşmalar geçer. - Onun soyu, nesebi nasıldır? - İçimizde onun nesebi kadar şerefli bir sülale yoktur. - Bu, peygamberliğin bir delilidir… Atalarından hükümdarlık yapan var mıdır? - Hayır, yoktur. - Bu davada bulunmadan önce ara-sıra da olsa yalan söylediğini gördünüz mü? - Hayır, hiç yalan söylediği olmamıştır. - İşte, bir peygamberlik alameti daha… Onun dinine girdikten sonra ayrılanlar oldu mu? - Hayır. - Bu da peygamberliğini bir delili… Ona tabi olanlar halkın zenginleri mi, yoksa fakirleri mi? - Daha çok fakirler… - Artıyorlar mı yoksa eksiliyorlar mı? - Devamlı artıyorlar. - Bir peygamberlik delili daha… Savaşırken cepheyi terk ettiği oldu mu? - Hayır. Savaştan korkmaz. Bazen yener, bazen yenilir. - İşte peygamberlik delillerinden biri daha… Sizi neye davet ediyor? - Bir olan Allah’a ibadet etmeye, putları terk etmeye ve iffetli olmaya… - Senin bu söylediklerine bakılırsa, o bir peygamberdir. Ben bu sıralar bir peygamberin çıkacağını biliyordum, ama sizden olacağını zannetmiyordum. İnanıyorum ki çok yakın bir zamanda ayağımın bastığı bu yerler onun olacaktır. Eğer ona ulaşabileceğimi bilseydim, kendisiyle karşılaşmak için bütün güçlüklere katlanırdım. Eğer yanında olabilseydim, ayaklarına su dökerdim… Ebu Süfyan henüz Müslüman olmamasına rağmen bütün soruları doğru olarak cevaplandırmıştır. Bu hususta şöyle der: “Vallahi onun hakkında bana sorulanlar hususunda söyleyeceğim yalanları, arkadaşlarımın orada burada anlatmalarından korkmasaydım muhakkak yalan söylerdim.” Evet, marifet odur ki düşman dahi tasdik etsin. O zamanlar bir İslam düşmanı olan Ebu Süfyan, Resûl-i Ekrem (sav)’in güzel ahlakını ve yüksek karakterini inkar edemiyor. 1400 sene önceki bu tasdikin bir benzerini, asrımızda ABD’li astrofizikçi Michael Hart yapıyor. Halen NASA’da çalışmakta ve astronomi ve bilim tarihi üzerine dersler vermekte olan Michael Hart matematik, bilgisayar ve hukuk üzerine de öğrenim görmüştür. “Dünya Tarihine Yön Veren En Etkin Yüz” adlı kitabı 15 dile çevrilmiş ve 500 binden fazla satmıştır. Hart, bu kitapta ilk sırayı Hz. Muhammed (sav)’e ayırmıştır ve şunları söylemiştir: - Muhammed, tarihte hem dini hem de din dışı alanlarda üstün başarı göstermiş tek kişiydi. - Bu kitaptaki insanların çoğunluğu, uygarlık merkezlerinde, kültür düzeyi yüksek ya da büyük siyasal önem taşıyan ulusların üyesi olarak doğmuş ve bu ortamlarda yetiştirilmiş olmanın getirdiği üstünlüğe sahiptirler. Muhammed ise 571 yılında Arabistan’ın güneyindeki Mekke şehrinde, o zamanlar ticaret, sanat ve bilim merkezlerinin çok uzağında olan, dünyanın geri kalmış bir yerinde doğmuştu. Altı yaşında öksüz kaldı ve mütevazı koşullarda büyüdü. - Tarihte ilk kez Muhammed tarafından birleştirildikten ve yüreklerine Tanrı inancının coşkusu dolduktan sonra, bu küçük Arap orduları, insanlık tarihindeki en şaşırtıcı fetihlere girişiyorlardı. - Arabistan’ın kuzey doğusunda Sasanilerin büyük Pers imparatorluğu, kuzey batısında merkezi Konstantinopolis olan Bizans ya da Doğu Roma imparatorluğu yer almaktaydı. Sayısal olarak Araplar karşılarındakilerin hiç dengi değildi. Ama savaş alanında her şey bambaşkaydı ve coşku dolu Araplar Mezopotamya, Suriye ve Filistin’in tamamını süratle fethettiler. 642 yılına kadar; Pers orduları Kadisiye (637) ve Nihavent (642) savaşlarında yenilgiye uğratılmış, Mısır da Bizans İmparatorluğu’ndan alınmıştı. - Bunun ötesinde, Muhammed (İsa’dan farklı olarak) dinsel olduğu kadar din dışı alanlarda da bir liderdi. Hatta Arap fetihlerinin arkasındaki itici güç olarak, tüm zamanların en etkili siyasal lideri olarak değerlendirilse yeridir. - O halde görüyoruz ki yedinci yüzyıldaki Arap fetihleri insanlık tarihi üzerinde günümüze kadar önemli bir rol oynamaya devam etmiştir. Dinî ve din dışı etkilerin bu emsalsiz karışımı, Muhammed’in “insanlık tarihindeki en etkili kişi” unvanını hak ettiğine inanmama yol açmaktadır. Michael Hart, büyük bir gerçeği insanlığa tekrar hatırlatmıştır. Gerçekten de Resûl-i Ekrem (sav) o büyük yarımadada vahşi ve adetlerine mutaassıp ve inatçı kavimleri, çok kısa bir süre zarfında o kötü adetlerinden temizleyerek en güzel ahlaklar ile teçhiz etmiş, donatmıştır. Onları bütün âleme muallim ve medenî milletlere üstat eylemiştir. Bu sadece bir devlet idareciliği değildir. Çünkü O (sav), ashabının akıllarını, ruhlarını, kalplerini ve hatta nefislerini fethetmiştir. Kalplerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin terbiyecisi ve ruhların sultanı olmuştur. Hz. Muhammed (sav)’in yapmış olduğu bu değişimi, bir karşılaştırmayla daha net şekilde gözler önüne serebiliriz. Şöyle ki, Osmanlı Padişahlarının on yedincisi olan 4. Murat, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimden, büyük bir güç kullanarak ancak kaldırabilmiştir. Fakat Resûl-i Ekrem (sav), son derece inatçı ve mutaassıp olan büyük kavimlerden, dem ve damarlarına yerleşmiş büyük ve çok adetleri, görünüşte küçük bir kuvvet ve gayretle, kısa bir zamanda kaldırıp, yerlerini en yüksek ahlak ve erdemlerle doldurmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)’in yapmış olduğu icraatlar kadar, onun sağ ve sol yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan nurani zakirler de nübüvvetinin birer delilidir. Nasıl ki kökler bir ağacın hayatını sürdürebilmesi için gerekli maddeleri ona ulaştırıyor ve meyveleri de o ağacın neticesi olarak vücuda geliyor. Aynen öyle de, ismi Muhammed (sav) olan son bir peygamberin geleceğini, kendisinden önce risalet vazifesi yapan 124 bin peygamber haber vererek adeta o ağaca hayattar birer kök olmuşlardır. Ayrıca yine kendisinden sonra gelen 124 milyon evliya, onun peygamberliğini tasdik ederek o ağaca birer meyve olmuşlardır. Bununla birlikte, 124 bin peygamber mucizeleriyle ve 124 milyon evliya kerametleriyle bu davalarını ispat etmişlerdir. Bu kadar hesapsız imzalarla teyit edilen bir davaya hangi vehim, hangi vesvese şüphe düşürebilir? Peygamber Efendimiz (sav)in göstermiş olduğu mucizeleri de onun peygamberliğinin delillerindendir. Gelecekten doğru olarak haber vermesi, yemeklerin bereketlenmesi, parmaklarından çeşme gibi su akıtması, ağaçların itaat etmesi, hurma kütüğünün, dağ, taş gibi cansız varlıkların konuşması, bir avuç toprağın düşman ordusundaki bütün askerlerin gözlerine girmesi, pişirilip sofraya konmuş bir keçinin “Ben zehirliyim, beni yemeyin…” diye konuşması, savaşta kılıcı kırılan bir sahabe efendimize verdiği bir değneğin uzun beyaz bir kılıca dönüşmesi, gece karanlığında bir sahabe efendimize verdiği bir değneğin el feneri gibi etrafa ışık saçması, hasta ve yaralıların şifa bulması, ayın ikiye yarılması, duasıyla bazı harikaların ortaya çıkması, hayvanların bile O’nu tanıması ve ölülerin dirilmesi gibi bine yakın mucize Resûl-i Ekrem (sav)’in risaletine delalet etmektedir. Onun gösterdiği bu mucizelerin en büyüğü ise Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’dır. Nasıl ki Musa (as) zamanında sihir, İsa (as) zamanında da tıp revaçta idi. Bu sebeple mucizelerinin en mühimleri bu hususlarda gelmiştir. Aynen öyle de asr-ı saadette Arap Yarımadası ekseriyet-i mutlaka ile okuma-yazma bilmiyordu. Bu sebeple övünülecek hadiselerini, tarihlerini ve atasözlerini yazı yerine şiir ve belagat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Manidar bir kelam, şiir ve belagat cazibesiyle atalardan torunlara hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte bu fıtrî ihtiyaç neticesi olarak o asırda en ziyade revaç bulan fesahat ve belagat, yani hitap ettiği kimselere uygun, tam yerinde, düzgün, açık, güzel söz söyleme sanatı idi. Hatta bir kabilenin belagat sahibi bir şairi, o kabilenin en büyük bir milli kahramanı gibiydi. En ziyade onunla iftihar edilirdi. Belagat o kadar kıymetliydi ki, bir şairin bir sözü için iki kavim büyük bir savaşa girebiliyor veya savaşmak üzere olan iki kavim sulh edebiliyordu. Hatta “Muallakat-ı Seb’a” namıyla, en çok beğenilen yedi şairin yedi şiiri, altınla Kâbe’nin duvarına yazılır ve onlarla iftihar edilirdi. İşte böyle bir zamanda, belagat ve fesahatin en revaçta olduğu bir anda Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan nüzul etti. İnsanlık tarihinde zirveyi yaşayan o asrın beliğ şairlerini, en kısa bir suresine mukabeleye davet etti. Bir zaman âlemi siyasetle idare eden o zeki kavim ve o siyasi millet, eğer mümkün olsaydı bir iki satırla muaraza edip Kur’ân’ın davasını iptal edebilirdi. Ancak muaraza-yı bilhuruf mümkün olmadığı için muharebe-i bissuyufa mecbur oldular. Yani onlar için en kolay ve rahat bir yol olan şiirle Kur’ân’a benzer bir söz söylemek yerine, ona karşı çıkmak için en tehlikeli ve zorlu bir yol olan savaş yolunu seçtiler. Demek ki, şiir ve belagat alanında bu derece ileri olan o insanların Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın bir ayetinin bile benzerini yazamamaları, onun, insanların kabiliyetlerinin üstünde bir hususiyete sahip olduğunu gösteriyor. Demek, Kur’ân beşer kelamı değil, Allah Kelamıdır ve onu getiren Zât da Allah’ın Resûlüdür. Rabbimiz, hepimizi Habibine ümmet eylesin. Ve O’nun şefaatine mazhar, sünnetlerinin ittibâına muvaffak ve dâr-ı saadette âl ve ashabına komşu eylesin. Âmin.

Son dönemlerde “Hadis imamlarının 500.000 hadis ezbere bildiği veya bu kadar veya daha fazla Hadis-i Şerif’ten kitaplarını yazmalarına dair bilgiler geldikçe bu kadar hadis olması mümkün mü?” gibi sözlere çok rastlamaktayız. Yazımızda bu işin mahiyetini ele alarak, bu konuyu bir nebze olsun aydınlatmaya çalışacağız.1 Bilindiği üzere hadisler, sened ve metin olarak iki kısımdan ibarettir. Sened kısmı hadisi Hz. Peygamber’e (sav) ulaştırıncaya kadar arada bulunan hadisi rivayet eden râvilerin isimlerinden müteşşekil olan kısımdır. Metin ise, Hz. Peygamber’e (sav) ait olduğu ifade edilen bölümdür. Bununla birlikte hadisler, hadisi söyleyenin açısından merfû, mevkûf, maktû denilen kısımlara ayrılmaktadır. Merfû hadis, hadisin metninin Hz. Peygamber’e (sav) kadar ulaşan hadise verilen isimdir. Mevkûf hadis, sahabeye kadar ulaşır. Maktû ise, tabiine kadar ulaşır. Mevkûf ve maktû hadisler Hz. Peygamber’e (sav) isnad edilmediği halde onlara hadis denmesinin sebebi, menbaanın Hz. Peygamber (sav) olma ihtimaline binaendir. Hususen sahabenin söylediği ibadetle alakalı olan haberler ve gaybi haberler, sahabenin kendilerinden bilemeyeceği haberler oldukları için, hükmen merfû kabul edilmişlerdir. Hadis usulüne dair bu kısa malumattan sonra hadislerin sayısı meselesi daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü hadislerin sayılmasında rakamların muhtelif çıkmasının bir kısım sebebleri vardır. Bunlar: 1- Her bir sened ayrı olduğu zaman ayrı bir hadis olarak kabul edilmektedir. 2- Metinlerdeki en ufak değişiklikler bile farklı hadis olarak sayılmaktadır. 3- Bir kısım sayımlarda yalnız merfû hadisler ele alınırken bir kısımlarında ise mevkûf ve maktû hadisler de sayılmıştır. 4- Ayrıca bir kısım sayımlara, hadis olmadığı halde kasden Hz. Peygamber’e (sav) nisbet edilen mevzu rivayetleri de dâhil etmeleri rakamları değiştirmektedir. Bunlar ve bunlara benzer sebepler hadislerin sayısına etki etmektedir. Sayının artmasında ana sebep olan seneddeki ravilerin artmasının olduğu görmek bakımından hadislerin her geçen dönem arttığını görmemiz için aşağıdaki malumat bize bir fikir verecektir. İlk dönem muhaddislerinin ezberlerine ve rivayet ettiklerine baktığımız şu rakamlara rastlamaktayız: 1- Abdullah ibn Ömer’in talebesi olan Nafi’nin (ö.117-715)2 binden fazla hadis ezberlediği söylenir. 2- İbn Şihab ez-Zühri’nin (ö.124-741) 2.000 kadar hadis ezberlediği ifade edilmektedir. Yukarıdaki iki hadis âliminin hadislere olan alakalarına ve güçlü hafızalarına rağmen rakamlar düşük görülmektedir. Onların hemen peşine vefatı (152-769) olan Ma’mer bin Raşit’in (ra) talebesi Abdurrezzak’dan (ra) on bin hadis işitildiği söylenmiştir. Peşine gelen Süfyan es-Sevri’den (ra) ise kendisinden 30.000 kadar hadis işitildiği bildirilmektedir. Muhaddislerin vefat tarihleri ilerledikçe rakamlar artmaktadır. Mesela vefatı (204-819) hadis âlimi Ebu Davud (ra) et-Tayalisi 40.000 hadis ezberinden yazdırmış. 100.000 kadar hadisi de ayrıca yazdırmıştır. En çok hadis toplayan hadis âlimlerinden Yahya bin Ma’in ise 600.000, bazı bilgilere göre de 1.000.000 hadis yazmıştır. Bu noktada en çok dikkat çeken malumatlardan birisi, (241-855)’de vefat eden Ahmed b. Hanbel’in (ra) hadis kitabı Müsned’ini 750.000 hadisten seçtiği ve ezberinde de 1.000.000 hadisin olduğu rivayetidir. Büyük muhaddis Buhari’nin (ra) (ö.256-869) ise kitabını 600.000 hadis arasından seçtiğini, ayrıca 100.000 sahih, 200.000 gayr-i sahih hadisi ezbere bildiği ifade edilmektedir. Ayrıca Müslim’in (ra) (ö.261-874) kitabını 300.000 hadis arasından seçerek telif ettiği, Ebu Davud’un (ra) (ö.275-888) ise kitabını 500.000 hadisten seçerek telif ettiği ifade edilmektedir. Bütün bu malumatlardan görüldüğü üzere, hadis sayılarında gitgide bir artış görülmektedir. İşte bu artışın arkasındaki temel sebep, hadislerin metin olarak artması değil, hadisleri rivayet eden ravilerin artmasına bağlı olarak, senedin artmasıdır. Mesela; “Kim benim adıma yalan söylerse (hadis uydurursa) cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Buhârî, İlim 38) Hadisi 60 sahabe tarafından 177 ayrı senedle gelmiş, daha sahabe kuşağında 233 hadis gibi sayılmıştır. Bu rakam, diğer kuşaklarda da hadis kitaplarına girinceye kadar devam etmiştir. “Ameller ancak niyetlere göredir” hadisi, ilk üç tabakada birer ravi tarafından rivayet edilmiştir. Ancak dördüncü ravi olan Yahya bin Said’den 700 kadar kişi rivayet etmiş ve en sonunda bu rivayetin sayılan rakamı 25.480’i bulmuştur. Tek bir lafız olan bir rivayetten bu büyük rakamın ortaya çıkması bize gösteriyor ki, muhaddisler, hadislerin yalnızca metinlerini değil, seneddeki ravi isimleri değiştikçe onları da ezberlemiş ve bunları bu sayılara dahil etmişlerdir. Hadislerin, sened meselesinden sonra, tekrarlı ve tekrarsız sayılmalarının rakamlara nasıl etki ettiği, sayıları hakkında fikir vermek üzere şu malumatlar bizim için önemlidir. Kütüb-i Tis’a’da yer alan eserlerin tekrarlı, tekrarsız hadis sayıları: Kütüb-i Tis’a’da tekrarlı ve tekrarsız hadis sayıları ile birlikte çeşitlerine göre toplam hadis sayıları: Kütüb-i Tis’a’da yer alan toplam 62.169 hadis, tekrarları çıkarıldığında 10 bin civarında, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde bulunan toplam 26.363 hadis de, tekrarları çıkarıldığında 9.339’a düşmektedir. Kısaca, hadislerin büyük bölümünü ihtiva ettiği kabul edilen Kütüb-i Tis’a’da tekrarsız hadis sayısı 10 binden fazla değildir. Bunların da çoğunun Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde olduğu anlaşılmaktadır. Mûtemed hadis kitaplarında yer alan hadislerin tekrarlarıyla birlikte 100.000 kadar olduğunu söyleyen İbn Kesir haklı görülebilir. Nitekim Suyuti’nin (ra) Cemu’l - Cevami adlı eserinin 80 bin veya 100 bin, Ali el- Muttaki’nin Kenzu’l-Ummali’inin 46.624 hadis ihtiva ettiği hatırlanacak olursa, söz konusu bu sayının isabetli olduğunu söylemek mümkündür. Ancak daha önce de işaret edildiği gibi, hadislerin tamamı bir araya derlenip yeniden tekrarsız bir dokümanı yapılmadıkça, bu rakamlar pek fazla bir anlam ifade etmeyecektir. Bütün bu tespitlerin ardından, sahabe ve tabiun sözleri de dahil, toplam hadis sayısının 30.000’i geçmeyeceği kanaatindeyiz.3 Birden fazla senedle gelen hadislerin farklı olan her bir senedinin ayrı bir hadis kabul edilmesi, başta ayet tefsirleri olmak üzere sahabe ve tabiilere ait bazı sözlerin hadislerin içerisinde mütalaa edilmesi, ayrıca mana rivayetinden kaynaklanan farklılıkların, farklı hadisler olarak değerlendirilmesi ve hadis kitaplarında yer alan hadislerin bir takım sebeplerden ötürü pek çok defa tekrar edilmesi, hadislerin sayısında görülen artışın önemli sebepleri arasında zikredilebilir.4 Sonuç olarak net ifade edilmemekle birlikte 30.000 kadar olan hadis sayısı, yukarıda zikredilen sebeplerle 1.000.000 rakamlarına ulaşmaktadır. Meselenin aslı bu kadar kolay ve anlaşılır olmakla birlikte, olayı anlamak veya tahlil etmek yerine, aceleci bir üslûpla, hadis usul ve yöntemini araştırmaksızın “Bu kadar hadis olmaz” diyerek hüküm vermenin yanlış olacağı kanaatindeyiz. Kaynaklar: 1- Bu yazı, Prof. Dr. Mustafa Karataş hocanın, “Hadislerin Sayısı” adlı kitabından istifade edilerek hazırlanmıştır.2- Râvinin hicri ve miladi olacak şekilde vefat tarihleridir.3- Karataş Mustafa, Hadislerin Sayısı, Nun Yayıncılık, s. 240-2414- Karataş Mustafa, Hadislerin Sayısı, Nun Yayıncılık, s. 243

Vehhâbîliği besleyen kökler, insanlık tarihi içerisinde de üç esâsa dayanır. Fakat Risale-i Nur’da iki esas izah edilmiştir. Üçüncü esas için Bediüzzaman Hazretleri ‘sükût’ ibaresini koyarak telif etmemiştir. Yirmi Sekizinci Mektup’ta geçen Vehhâbîlik bahsinde sırasıyla şu meseleler işlenir: - Vehhâbîliğin beslendiği köklerin, İslâm tarihî içinde dayandığı esaslar. - Vehhâbîliğin beslendiği köklerin, insanlık tarihi içinde dayandığı esaslar. - Mekke ve Medine’nin Vehhâbîlerin eline geçmesinin hikmetleri. - Vehhabîlerin İslâm büyüklerinin türbelerine hürmetsizlik edip tahrip etmelerinin hikmetleri. Bediüzzaman Hazretleri dört nüktede Vehhâbîlik meselesi anlatır. BİRİNCİ NÜKTE Vehhâbîliğin beslendiği kökler, İslâm tarihî içinde üç esasa dayanır. Birinci Esas Hazret-i Ali (ra), çoğunlukla Arabistan’ın Necid bölgesinde yaşayan Vehhâbîlerin ecdadı olan Hâricîlere kılıç çekmiş ve Nehrivan’da onların hâfızlarını öldürmüştür. Bu hâl Vehhâbîlerde derinden derine, din adına, Hz. Ali'nin (ra) fazîletlerine karşı bir küsmek ve bir düşmanlık damarı oluşturmuştur. Hazret-i Ali (r.a) ‘Şâh-ı Velâyet’ (evliyaların şâhı) ünvânının sahibi ve tarikatlerin ekserisi kendisine dayandığı için, Hâricîlerde ve günümüzde Hâricîlerin bayraktârı olan Vehhâbilerde, evliyalara ve tarikatlere karşı bir inkâr, tezyif ve düşmanlık damarı yerleşmiştir. İkinci Esas Yalancı peygamber olan Müseylime-i Kezzâb’ın fitnesiyle dinden çıkmaya yüz tutan Necid bölgesi insanları, Hazret-i Ebûbekir'in (ra) hilâfetinde, Hâlid bin Velid'in (ra) kılıcıyla cezalandırılmıştır. Bu hal Vehhâbîler’de, hulefâ-yı râşidîne ve dolayısıyla da Ehl-i Sünnet’e karşı bir gücenme damarını oluşturmuştur. Vehhâbîler, esasen hâlis Müslüman oldukları halde, yine de eskiden ecdadlarının yedikleri darbeleri unutmamış, günümüzde de hâlâ onun intikam duygusuyla hareket ederek ehl-i sünnete düşmanlık etmektedirler. Üçüncü Esas Vehhâbilerin itikattaki büyük ve dâhi imamlarından olan meşhur İbn-i Teymiye ve İbn-i Kayyıme'l-Cevzî gibi zâtlar, Muhyiddîn-i Arabî (ks) gibi büyük evliyalara karşı çok fazla hücum ederek, küfre girdiklerine hükmetmişlerdir. Bununla beraber, güyâ Ehl-i Sünnet mezhebini Şîa’lara karşı müdafaa etmek adına “Hazret-i Ebû Bekir'in (ra) Hazret-i Ali'den (ra) daha faziletli olduğunu müdafaa ediyorum” diyerek, Hazret-i Ali'nin (ra) kıymetini çok aşağı düşürmüşlerdir. Hazret-i Ali’nin (ra) hârika fazîletlerini ve meziyetlerini âdileştirmişlerdir. Vehhâbîler kendilerini Hanbelî mezhebinde kabul ederler. Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed İbn-i Hanbel Hazretleri bir milyon hadîsin hâfızı ve râvîsi; ve şiddetli olan Hanbelî mezhebinin reisi ve ‘Kur'ân’ın yaratılması’ meselesinde olduğu gibi, cihana meydan okurcasına hakikati savunmaktan asla taviz vermeyen bir zât olduğundan, onun bir derece zâhirî ve mutaassıbâne ve Alevîlere muhâlefetkârâne mezhebinden din nâmına istifade edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrip ediyorlar ve kendilerini haklı zan ediyorlar. Halbuki, bir dirhem hakları varsa, bazen on dirhem ilâve ediyorlar. İKİNCİ NÜKTE Vehhâbîliği besleyen kökler, insanlık tarihi içerisinde de üç esâsa dayanır. Fakat Risale-i Nur’da iki esas izah edilmiştir. Üçüncü esas için Bediüzzaman Hazretleri ‘sükût’ ibaresini koyarak telif etmemiştir. Birinci Esas Maddî tarih nazarıyla bakılırsa, insanlığın siyasî ve sosyal hayatı, ilk çağlardan asrımıza kadar birkaç devir geçirmiştir. Birinci devir, ‘vahşet ve bedevîlik devri’dir. Bu devir, semavî dinlerin ve kurulan hükümetlerin etkisiyle sona ermiş ve yarı medenî sayılabilecek ve adına ‘kölelik devri’ denilen ikinci bir devir başlamıştır. Fakat bu ikinci devirde zekîler ve güçlüler, ellerindeki imkânlarla diğer insanların bir kısmını köleleştirerek âdeta hayvan derecesine indirmişlerdir. Pek çok zulümlere imza atmışlardır. Sonra köleleştirilen ve zulümlere maruz kalan bu sınıflar, uyanarak gayrete gelmiş ve kölelikten kurtularak bu devre son vermişlerdir. Fakat bu defa kölelikten kurtulan sınıflar, ellerine gücü geçirince kendilerini köleleştirenlerden öç alırcasına onları köleleştirerek esir almışlar ve ‘esir devri’ denilebilecek yeni bir devri başlatmışlardır. Yani yeni devrin güçlüleri, zayıflarına, önceki devirde olduğu gibi ‘esir muâmelesi’ yapmışlardır. Sonra, 1789’daki Fransız İhtilâli gibi çok inkılâplarla, esir devri de sona ermiş ve ‘ecîr devri’ denilebilecek yeni bir devir başlamıştır. Bu devirde, zenginlerden oluşan ve ‘havas’ denilen tabaka, avâmı ve fukara tabakasını küçük bir ücret karşılığında kendilerine hizmetçi yapmışlardır. Yani sermaye sahipleri olan işverenler, işçi ve amele kesimini küçük bir ücret karşılığında çok zor şartlarda çalıştırmışlardır. Bu devirde sû-i istimâller o dereceye varmış ki, bir sermâye sahibi, kendi yerinde oturup, bankalar vasıtasıyla faizle bir günde bir milyon lira kazandığı halde; bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar maden ocaklarında en zor şartlarda karın tokluğuna çalışmak durumunda kalmıştır. Bu durum işçi kesiminde, işveren kesimine karşı müthiş bir kin ve gücenme duygusunu netice vermiş ve isyan başlatmıştır. Dolayısıyla, öncelikle Rusya’da başlayan komünist ihtilâli, Rusya’nın bin yıllık kültür birikimini zîr ü zeber etmiştir. Komünizm fikri, Birinci Dünya Savaşı’ndan da istifade ederek, bütün dünyada kök salmıştır. Şurası çok önemlidir ki; bolşevizm perdesi altında, işçi ve avam kesiminin işveren ve havas kesimine karşı isyanı, avamda havâssa karşı bir kin ve bir inkâr fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa ait fazilet ve şeref adına ne varsa, hepsini kırmak ve inkâr etmek için bir cesaret vermiştir. İşte Vehhâbîliğin fikirleri, tam da dünyadaki sosyal ve siyasi yapının buna çok müsait olduğu bir zamanda ve zeminde yayılma imkânı bulmuştur. Yani komünist ideolojinin bütün mukaddes değerleri inkâr ederek, zengin ve havassa ait bütün fazilet ve şereflere saldırdığı bir zamanda, Vehhâbîlik de bundan istifade ederek, İslâm’ın havassı hükmünde olan evliyaya, tasavvufa ve ehl-i sünnetin büyüklerine karşı red ve inkâr düşüncelerini yaymış ve siyasî desteği de arkasına alarak Arabistan’da devletleşme cihetine gitmiştir. İkinci Esas Fransız İhtilâli’nin en önemli sonuçlarından olan ırkçılık fikri, tüm dünyada bir bulaşıcı hastalık gibi çok hızla yayılıp kuvvet kazanmıştır. Bu ırkçılık fikri, İslâm’ın ruhuna taban tabana zıttır. Müslüman milletler, Avrupalıları körü körüne taklit ederek, bu zehirli fikre hiç ihtiyaçları olmadığı halde maalesef sarılmışlar ve çok felâketlere düşmüşlerdir. Irkçılık fikri, ‘İslâm Kardeşliği’ fikrinin hem tek alternatifi hem de muhalifi olduğundan, dinî mukaddesâta hürmetkâr olamamış ve bahaneler buldukça da saldırmıştır. Bediüzzaman Hazretleri’nin birinci ve ikinci esaslardaki hem siyasi hem de sosyolojik tahlillerinden anlıyoruz ki; toprağa ekilen bir tohumun uygun şartları bulduğunda çimlenmesi gibi, son iki asırda da Vehhâbîlik fikri uygun zemini ve şartları bulduğundan inkişaf etmiştir. Bu dönemde dünya siyasî ve sosyal hayatında en revaçta olan komünizm ve ırkçılık fikri, İslâm âleminde de etkisini göstermiş ve Vehhâbîlik fikrinin kuvvet bulmasını beslemiştir. Komünizm ve ırkçılık fikirlerinin her türlü mukaddes değere savaş açarak yayılma imkânı bulduğu bir zamanda, bu ortamdan istifade eden Vehhâbîlik fikri de, kendi görüşlerine taraftar bulmuş ve yayılmıştır. ÜÇÜNCÜ NÜKTE Bediüzzaman Hazretleri bu nüktede, bir mezhebin hak mı yoksa bâtıl mı olduğunun nasıl anlaşılabileceğinin çok önemli ölçülerini ortaya koymaktadır. Bu ölçülerin ne olduğuna geçmeden önce, şu tespiti yapar: İslâm âleminde ortaya çıkan bâtıl mezhebler, ne kadar bâtıl da olsalar, içlerinde onlara hayat veren ve dayandıkları bir hak ve hakikat cihetleri mutlaka vardır. Yani, hiçbir İslâmî mezheb, başlangıçta bâtıl bir hükme dayanmaz. Fakat zaman içinde o mezheb, başlangıçta dayandığı hak ve hakikat cihetinden uzaklaşıp bâtıl bir noktaya gelir ve haktan sapar. Bu tespitten sonra Bediüzzaman Hazretleri, bir mezhebin hak veya bâtıl olmasının ölçüsünü şöyle nazara verir: Eğer bir mezhebin, ortaya koyduğu eserlerine ve icraatlarına, başlangıçta dayandığı hak ve hakikat ciheti hükmediyorsa ve o mezhebin müsbet cihetleri menfî cihetlerinden daha fazlaysa, o mezheb haktır. Eğer, o mezhebin içindeki hak ve hakîkat, neticelerine ve eserlerine hükmedemiyor ve menfî cihetleri müsbet cihetlerinden daha fazlaysa, o mezheb bâtıldır. O mezhebin tâbileri de, ehl-i bid'a ve dalâlet olur. Meselâ Şîalar başlangıçta, Kur'ân'ın emrine uyarak ‘Ehl-i Beyt muhabbetini’ esas tutmuşlardır. Bu muhabbet, meşru ve hak bir muhabbettir. Fakat daha sonra Hazret-i Ömer’in (ra) hilâfeti zamanında İran’ın bin yıllık şanlı devletleri yıkılınca, millî gururları çok rencide olduğundan, Hazret-i Ömer’e (ra) dolayısıyla da ehl-i sünnet büyüklerine karşı bir intikam ve gücenme damarı Şialarda hâkim olmuştur. Müslüman oldukları halde bu garaz ve intikam duygusu onların kalplerine tam yerleşmiş ve tarih boyunca Sahabe ve ehl-i sünnete karşı düşmanlık gösterip muhalefet etmişlerdir. Zaman içinde, Hazret-i Ali’yi (ra) sevmek gibi son derece haklı ve hakikatli olan meşru sevgileri, bu sebeplerden dolayı, Hazret-i Ömer’e (ra) olan düşmanlıklarından kaynaklanır bir hale geldiğinden bâtıl, hakikatsiz ve zulümkâr bir hal almıştır. Bir diğer misal de Vehhâbiler ve Hâricîlerdir. Bunlar da, şeriatin açık ve kesin hükümlerine (nusûs-u şeriat), âyet ve hadislerin zâhir manâlarına dayanarak, hâlis tevhide ters düşecek ve putperestliği çağrıştıracak her şeyi reddetmeyi, mezheblerinde esas kabul etmişlerdir. Yani, ‘tevhide gölge düşürecek her türlü fikir ve harekete karşı çıkmak’ gibi meşru ve hak bir esas üzerine fikirlerini bina etmişlerdir. Fakat, birinci nüktedeki üç esasta beyân edilen sebeplerden ortaya çıkan garazlardan dolayı, haktan uzaklaşıp dalâlete sapmışlar ve aşırı derecede tahribâta girişmişlerdir. Hazret-i Üstad, ehl-i bid’adan olan Vehhâbîlerin, ‘Haremeyn-i Şerifeyn’ denilen Mekke ve Medine’ye hâkim olmalarının hikmetini şöyle ise şöyle anlatır: Bâtıl bir mezhebin, her yönüyle bâtıl olması gerekmediği gibi, hak olan bir mezhebin de her yönünün hak olması lâzım değildir. Bu kâideye binâen, seyyidlerden ve Ehl-i Sünnet’ten olan Mekke Şerifi Hüseyin, siyaseten zaafiyet göstererek, İngiliz’lerin kirli siyasetlerinin Mekke ve Medine’ye kadar girmesine fırsat vermiştir. “Ey îmân edenler! Müşrikler ancak bir necis (bir pislik)tir; bu yıllarından sonra artık Mescid-i Harâm’a (Kâ‘be ve civârına) yaklaşmasınlar!”1 âyeti çok açık bir şekilde gayr-ı müslimlerin Mekke ve Medine’ye girmesini yasakladığı halde, Mekke Şerifi’nin gösterdiği bu siyasî zaafiyet, maalesef âlem-i İslâm’ın kalbi hükmünde olan bu mübarek beldeleri, İngiliz siyasetinin İslâm âlemini aldatmak ve kendi istibdadı altına almak için kullandığı bir merkez üssü haline getirmiştir. Vehhâbîler ise, her ne kadar ehl-i bid’a olsalar da, takip ettikleri siyasetleri gereği, Mekke ve Medine’yi ele geçirdiklerinde, İngilizleri buralara -ehl-i sünnet olan Mekke Şerifi Hüseyin gibi- sokmamışlardır. Yani, itikatça bâtıl olan Vehhâbîler, bu noktada siyaseten hak bir yol takip ettiklerinden, bu mübarek beldelerde Ehl-i Sünnete gâlip gelmişler ve hâkim olmuşlardır denilebilir. DÖRDÜNCÜ NÜKTE Bu nüktede Bediüzzaman Hazretleri, Vehhâbîlerin Ehl-i Sünnet’e ve Haremeyn-i Şerifeyn’e musallat olmalarının hakiki sebeplerini, İlâhî kader noktasında izah etmektedir. Şöyle ki: Şu imtihan dünyasında, Rabbimizin hikmeti gereği, sebep-sonuç ilişkisi içinde vücuda gelen hâdiselerin hakiki fâili, sebepler değildir. O hâdiselerin hakîki sahibi ve fâili, kaderdir. Kader ise hükmünü, İlâhî hikmete göre verir. İnsanlar zulmetseler de, kader daima adalet eder. Öyle ise bu Vehhâbî hâdisesine, sadece Vehhâbilerin Ehl-i Sünnet’in değerlerine karşı aşırıya giderek tecavüz etmesi nazarıyla bakmamak gerekir. Demek ki Ehl-i Sünnet, bir yerlerde yanlışa girmiş ki kadere fetvâ verdirmiştir. Kader de Vehhâbileri Ehl-i Sünnet’e musallat etmiştir. Evet, Vehhâbiler yaptıkları ile zulmetmişlerdir. Çünkü, hem çok aşırıya gidip ölçüyü kaçımışlar, hem intikam ve garaz duygularıyla bu zulümlerini yapmışlar, hem de Haricîlik nâmına bu cinayetleri işlemişlerdir. Fakat kader, Vehhâbîlerin bu zulüm ve cinayetlerine rağmen yine de üç sebebe binâen adâlet etmiştir. Birincisi Peygamberimizin sahih hadislerinde, kabir ziyaretinin âdâbı ve kabristana gösterilmesi gereken hürmetin ölçüleri çok net ortaya konulmuştur. Buna rağmen maalesef çok sû-i istimaller yapıldı ve pek çok gayr-i meşru hâdiseler yaşandı. Özellikle de evliyâların kabirlerine karşı gösterilmesi gereken hürmet ve ziyarette çok ciddi yanlışlıklar yapıldı. Veli bir zatın kabrini ziyaret edenler, Allah’a yönelerek ve O’ndan isteyerek, sadece Cenâb-ı Hakk’ın makbul bir kulu olduğu için o evliyanın şefaatine ve mânevî duâsına mazhar olabilmek için bu ziyaretlerini yapmaları gerekirdi. Halbuki Allah’tan değil o kabirde yatan evliyadan medet ve yardım isteyerek, bizzat himmet ve tasarruf edip imdada yetişen bir kudret nazarıyla kendisine bakarak, câhilce o veli zatı ve kabrini takdîs ettiler. Hattâ bu yanlışlık o dereceye vardı ki; namaz kılmayan bazı insanlar, o meşhur türbelere kurban kesip yalvarıyorlardı. İşte, aşırıya giderek şer’î hudutların bu şekilde çiğnenmesi, kadere fetvâ verdirdi ve türbeleri bütün bütün tahrip eden Vehhâbîleri, Ehl-i Sünnet’e musallat etti. Vehhâbîler, Ehl-i Sünnet’in bu aşırılık ve yanlışlıklarını tamir ve tadil edeceklerine, tam aksine hareket ettiler. Yani kabirlere ve özellikle de evliya türbelerine karşı hürmeti tamamen terk edip, zâlimce tecavüz ve tahrip etmeye başladılar. Elbette Vehhâbîler, “Zâlim, Allah'ın kılıcıdır; onunla başkalarına ceza verir, sonra da döner onun cezasını verir.” kâidesine mazhar olacaklar ve daha sonra bu yaptıkları zulümlerin cezasını çekeceklerdir. İkincisi Şu asırda madde fikri gâlip gelmiştir. Sadece görünürde olan ve hiçbir etkiye sahip olmayan sebepler, hakiki tesir sahibi ve fâil zannediliyor. Böylece insanlar sebeplere yapışıyor. Eğer, hiçbir etki gücüne sahip olmayan ve İlâhî isimlerin aksettiği birer ayna vazifesi gören sebepler, hakiki tesir sahibi olan Allah’ın kudretinin önüne geçip nazar-ı dikkati kendisine çevirirse, bu durum hâlis ve hakiki tevhide uygun düşmez. İşte, şu gâfil maddî asırdaki insanlar, mütedeyyin de olsalar, sebeplerin etki gücünün olduğunu zannederek sebeplere fazla sarılıyorlar. Bu vaziyete de hikmet-i İlâhiye müsade etmiyor. İşte bu hakikate ve hikmete binâen, evliyânın ve İslâm büyüklerinin türbelerine birer mukaddes ziyâretgâh nazarıyla bakmak, o hikmete şu zamanda pek muvâfık düşmediğinden, kader-i İlâhî onu tâdil ve tamir etmek istedi ki, Vehhâbîleri musallat etti. Üçüncüsü Şu asırda enâniyet, o derece dizginleri eline almış ki, çoğu insanlar âdeta birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud gibi olmuşlar. İşte enaniyette çok ileri giden, bu asrın gaflet ve dalâlet bataklığına düşmüş insanları, İslâm büyüklerini kendi nefisleriyle kıyaslayarak, hâşâ o mübarek zatları enaniyetli olmakla itham etmişler. Yine bu asrın o gâfil ve dâll insanları, Allah'ı tanımadıkları için, çok şeylere ve çok zâtlara bir çeşit Rab gözüyle bakmışlar. Çünkü bir idareciyi tanımayan birisi, herkesin kendi kendinin idarecisi olduğunu iddia etmek ve kabul etmek zorundadır. Hem, eski zamandaki putperestlerin asrımızda başka bir türü olan heykelperestlerin ve sûretperestlerin gâyet müthiş bir riyâkârlık içinde şan, şöhret ve şeref peşinde koştukları bir zamanda, İslâm büyüklerinin türbelerine câhilce ve aşırı bir tarzda, avâm insanların takdîs edercesine hürmetlerini, elbette kader-i İlâhî münâsip görmedi ki; bu tahripçi Vehhâbîleri Ehl-i Sünnet’e musallat etti. Onlarla Ehl-i Sünnet’i tâdil ve terbiye edecek. Bütün hayatı boyunca insaf, hakkâniyet ve müsbet hareket ölçülerine göre hareket etmiş olan Bediüzzaman Hazretleri, Vehhâbilerin bütün günah ve tahripleriyle beraber, şükre sebep ve çok önemli bir yönlerinin de olduğunu söyler. Hattâ bu yönlerinin, bütün tahrip ve günahlarına rağmen şimdilik onları muvaffak ettiğini ifade eder. Şöyle ki: Vehhâbiler namaza çok dikkat ediyorlar ve şeriatin hükümlerine uygun hareket etmeye çalışıyorlar. Başkaları gibi lâkaydlık etmiyorlar. Âdeta dine olan bağlılıkları ve tassupları adına bu tecâvüz ve tahripleri yapıyorlar. Başka dinsizler gibi, dîni ehemmiyetsiz görmekten dolayı şeâir-i dîniyeyi tahrip etmiyorlar. Netice olarak; Hazret-i Üstad, kaynağı ve kökleri İslâm âleminde olan Vehhâbîliğin sayıca küçük bir fırka olduğunu, koca âlem-i İslâm’ın büyük havuzu içinde ya eriyeceğini veya normalleşeceğini söyler. Kaynak: 1- Tevbe Suresi, 28a

[دردنجي سؤال] صحابه لره قارشو ادعاي رجحانيت نره دن چيقييور؟ كيم چيقارييور؟ شو زمانده، بو مسئله يي مدار بحث ايتمك نه دندر؟ هم مجتهدين عظا مه قارشو مساوات دعوا ايتمك نه دن ايلري كلييور؟ [الجواب] شو مسئله يي سويله ينلر ايكي قسمدر: [بر قسمي]، صافي اهل ديانت و اهل علمدركه؛ بعض احاديثي كورمشلر، شو زمانده اهل تقوا و صلاحتي تشويق و ترغيب ايچون أويله بحثلر آچييورلر. بو قسمه قارشو سوزيمز يوق. ذاتًا اونلر آزدرلر، چابوق ده انتباهه كليرلر. [ديگر قسمي] ايسه مدهش مغرور انسانلردركه؛ مذهبسزلكلريني، مجتهدين عظا مه مساوات دعواسي آلتنده نشر ايتمك ايسته يورلر و دينسزلكلريني، صحابه يه قارشو مساوات دعواسي آلتنده اجرا ايتمك ايسته يورلر. چونكه [اولاً] بويله اولان اهل ضلالت سفاهته كيرمشلر، سفاهتده ترياكي اولمشلر؛ سفاهته مانع اولان تكاليف شرعيه يي ياپامييورلر.. كنديلرينه بهانه بولمق ايچون ديرلركه: شو مسائل، اجتهاديه در. او مسائلده، مذهبلر بربرينه مخالف كيدييور. هم اونلر ده بزم كبي انسانلردرلر، خطا ايده بيليرلر. أويله ايسه بز ده اونلر كبي اجتهاد ايدرز، ايسته ديگمز كبي عبادتمزي ياپارز. اونلره تابع اولمغه نه مجبوريتمز وار؟ ايشته بو بدبختلر، بو دسيسۀ شيطانيه ايله، باشلريني مذاهبڭ زنجيرندن چيقارييورلر. بونلرڭ شو دعوالري نه قدر چوروك، و نه قدر اساسسز اولديغي يگرمي يدنجي سوزده قطعي بر صورتده كوستريلديگندن اوڭا حواله ايدرز. [ثانيًا]؛ او قسم اهل ضلالت مجتهدينلرده ايش بيتمه يور. اونلرڭ اوموزلرنده اولان يالڭز نظريات دينيه در. حالبوكه بو قسم اهل ضلالت، ضروريات دينيه يي ترك ايتمك ايسته يورلر تغيير ايتمك ايسته يورلر. بونلر اونلردن داها ايي يز ديسه لر، مسئله تمام اولمايور. چونكه مجتهدين، نظرياته و قطعي اولمايان تفرعاته قاريشابيليرلر. حالبوكه بو مذهبسز اهل ضلالت، ضروريات دينيه يه ده فكرلريني قاريشديرمق و قابل تبديل اولمايان مسائلي تبديل ايتمك و قطعي اركان اسلاميه يه قارشو كلمك ايسته دكلرندن؛ البته ضروريات دينيه نڭ حمله لري و ديركلري اولان صحابه لره ايليشه جكلر. هيهات! دگلبونلركبيانسانصورتنده كيحيوانلر،بلكهحقيقيانسانلروحقيقيانسانلرڭاڭكامللرياولاناوليانڭبيوكلري؛صحابه نڭكوچكلرينهقارشومساواتدعواسنيقزانامدقلري،غايتقطعيبرصورتدهيگرمييدنجيسوزدهاثباتايديلمشدر. اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَی رَسُولِكَ الَّذِي قَالَ لاَ تَسُبُّوا اَصْحَابِي لَوْ اَنْفَقَ اَحَدُكُمْ مِثْلَ اُحُدٍ ذَهَبًا مَا بَلَغَ نِصْفَ مُدٍّ مِنْ اَصْحَابِي صَدَقَ رَسُولُ اللّٰهِ Dördüncü Suâl: Sahabelere karşı iddia-yı rüchaniyet nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu mes’eleyi medar-ı bahsetmek nedendir? Hem müctehidîn-i izama karşı müsavat dava etmek neden ileri geliyor?1 Elcevab: Şu mes’eleyi söyleyenler iki kısımdır: Bir kısmı, safi ehl-i diyanet ve ehl-i ilimdir ki; bazı ehadîsi görmüşler, şu zamanda ehl-i takva ve salahatı teşvik ve tergib için öyle bahisler açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibaha gelirler. Diğer kısmı ise müdhiş mağrur insanlardır ki; mezhebsizliklerini, müctehidîn-i izama müsavat davası altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, sahabeye karşı müsavat davası altında icra etmek istiyorlar. Çünki evvelen: Böyle olan ehl-i dalalet sefahete girmişler, sefahette tiryaki olmuşlar; sefahete mani olan tekâlif-i Şer’iyeyi yapamıyorlar. Kendilerine bahane bulmak için derler ki: Şu mesail, içtihadiyedir. O mesailde, mezhebler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardırlar, hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tabi olmaya ne mecburiyetimiz var? İşte bu bedbahtlar, bu desise-i şeytaniye ile, başlarını mezahibin zincirinden çıkarıyorlar. Bunların şu davaları ne kadar çürük, ve ne kadar esassız olduğu Yirmi Yedinci Söz’de kat’î bir surette gösterildiğinden ona havale ederiz. Sâniyen; o kısım ehl-i dalalet müctehidînlerde iş bitmiyor. Onların omuzlarında olan yalnız nazariyat-ı diniyedir. Halbuki bu kısım ehl-i dalalet, zaruriyat-ı diniyeyi terketmek istiyorlar tağyir etmek istiyorlar. Bunlar Onlardan daha iyiyiz deseler, mes’ele tamam olmuyor. Çünki müctehidîn, nazariyata ve kat’î olmayan teferruata karışabilirler. Halbuki bu mezhebsiz ehl-i dalalet, zaruriyat-ı diniyede fikirlerini karıştırmak ve kâbil-i tebdil olmayan mesaili tebdil etmek ve kat’î erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden; elbette zaruriyat-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan sahabelere ilişecekler. Heyhat! Değil bunlar gibi insan suretindeki hayvanlar, belki hakikî insanlar ve hakikî insanların en kâmilleri olan evliyânın büyükleri; sahabenin küçüklerine karşı müsavat davasını kazanamadıkları, gâyet kat’î bir surette Yirmi yedinci Söz’de isbat edilmiştir. اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَی رَسُولِكَ الَّذِي قَالَ لاَ تَسُبُّوا اَصْحَابِي لَوْ اَنْفَقَ اَحَدُكُمْ مِثْلَ اُحُدٍ ذَهَبًا مَا بَلَغَ نِصْفَ مُدٍّ مِنْ اَصْحَابِي صَدَقَ رَسُولُ اللّٰه Kaynak: 1- Bediüzzaman Said Nursi, Tılsımlar Mecmuası, s. 101, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul.

Cenab-ı Hak, her ne kadar son kitabı ve son Peygamberi göndermişse de, imtihan gereği olarak, insanlara hayır veya şerri tercih edecek bir cüz-i ihtiyarî vermiştir. Allah, hayrı isteyenlere seve seve o hayrı verdiği gibi, yapılmasını istemediği şerri ise, kişi kendisi istediği için, imtihan gereği, o şer ve fenalığı yaratır. İşte Asr-ı Saadetten bugüne kadar, Cenab-ı Hakk’ın bizden uymamızı istediği o hayırlı yolu göstermeye çalışacağız. Sahabe, iman ederek Peygamber Efendimizi (sav) görmüş olan mübarek kimselere denir. Tabiin, sahabeleri görüp onlara tabi olanlara denir. Tebe-i Tabiin ise, sahabeyi görenleri görüp onlara tabi olanlara denir. Geçmişteki salih kimseler manasına gelen Selef-i Salihîn; sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn döneminde yaşayan âlim ve salih kimselerdir. Onlar, كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ “Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.”1 ayetinin ifade ettiği, hayırlı ümmetin ilk üç asrında yaşamış ve o ümmetin “en hayırlıları” olarak Peygamberimiz (sav)’in övgüsüne mazhar olmuşlardır. Müslümanlar ittifak ile bu kimselere Selef-i Salihîn demiştir. Bunlardan gelen ilim ve ibadeti en hayırlı düstur olarak seçtikleri gibi, onlara muhalefet edip başka bir yolda gitmeyi ise, evham ve vesvese olarak kabul etmişlerdir. Dört mezhebin kurucuları olan İmam-ı Azam, İmam-ı Malik, İmam-ı Şafii ve İmam-ı Ahmed bin Hanbel, o asrın sonunda gelmişlerdir. Şüphesiz bu imamlar o mübarek asrın ilmiyle amel eden âlimlerine imam ve salihlerine önder olmuşlardır. İçtihatlarıyla da ümmet-i Muhammed’e istikamet yolunu göstermişlerdir. Dinin ancak kesin olmayan teferruat kısmında ictihad yapan bu dört mezheb imamı ve benzerleri, ilimlerini miras yoluyla tabiinden almıştır. Tabiin ise ilmini sahabeden öğrenmiştir. Dinin kesin ve zaruri emirlerini omuzlarında taşımış olan Sahabeler ise ilimlerini Kur’an’dan ve Resûlüllah (sav)’den ders almıştır. Bu mirası bırakan da, alan da en makbul ve en güzel insanlar olmuştur. Bunların hakkaniyetine delil ise, Resûl-i Ekrem (sav)ın şu hadis-i şerifidir: “En hayırlı asır, öncelikle benim içinde bulunduğum şu asırdır; sonra onu takip eden (tabiin), sonra onu takip eden (tebe-i tabiin) asrıdır.”2 Bu özelliklerine binaendir ki, arkalarından gelen asırlar, onları dinde kendilerine imam seçmişlerdir. Onlardan gelen ilmi, aralarında öğrenmişlerdir. Onların o ilimlerini sıralayıp düzenlemişlerdir. Kaidelerini ve teferruatlarını açıklamışlardır. O ilimlerin esaslarını ve usullerini tatbik etmişlerdir. İttifak ettikleri meseleleri beyan etmişlerdir. İhtilaflı olan meselelerde de sahabe ve tabiinin daha kuvvetli bulduğu görüşlerine uymuşlardır. Her imamı, kardeşleri olan diğer imamlardan ayıran ve o imamın farklı olarak takip ettiği yolda, ortaya koyduğu hükümleri ve delilleri açıklamışlardır. Bu dört büyük imamın açtıkları çığıra mezheb denilmiş ve ümmetin çoğu onlara tâbi olarak “Ümmetim sapıklık üzerine bir araya gelmez. Allah’ın kudret eli cemaatledir. Kim cemaatten ayrılırsa; cehenneme ayrılır.”3 hadisinin sırrına mazhar olarak ehl-i sünnet ve cemaati oluşturmuştur. Ümmetin her ferdi kendi seçip takdir ettiği ve daha faziletli bulduğu o mezheblerden birini tercih etmiştir. Bununla birlikte diğer mezheplere karşı da hüsn-i zannını muhafaza edegelmiştir. Bu mezheblerin salih ve itimad edilen âlimleri, nadiren ortaya çıkan mutaassıp bir kısım insanları da ikaz ederek, orta yolu her zaman esas yapmışlardır. Zaten mezheblerin kuruluşundan Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar geçen zamanda gerçekten kayda değer bir ihtilaf görülmemiştir. Ancak art niyetlilerin oluşturdukları bir kısım dedikodular olmuştur. Bu Selef-i Salihîn’in nurlu caddesini Peygamberimiz (sav) masumiyetiyle, Cebrail (as)’ın irşad ve gözetimi altında tesis etmiştir. Arkasından âdil ve doğru olduklarına ümmetin ittifak ettiği Ashab-ı Kiram, Peygamberimizden ve Kur’an-ı Kerim’den aldıkları ders ile o nuranî caddeyi aynen muhafaza ederek devam ettirmişlerdir. Sahabelerden sonra tabiin, ondan sonra tebe-i tabiin, başta hadis imamları ve dört mezheb imamları olmak üzere müctehidler, o nurlu yolu ilim ve takvaları ile devam ettirmişlerdir. Bunlardan sonra gelen âlimler de o nurlu caddeyi günümüze kadar getirmişlerdir. Acaba bu nurlu caddeden sapan bir insan, kendisini Asr-ı Saadete, Peygamberimiz (sav)’e ve Cenab-ı Hakk’a götürecek başka bir yolu nerede bulabilir? Maalesef günümüzde de bir kısım insanlar, enaniyetlerine dayanarak, yıldız böceği gibi kafa fenerleriyle, ümmetin o nurani caddesini terk edip, kendilerine göre Asr-ı Saadete ve Cenab-ı Hakk’a çıkacak, mümkün olmayan bir yol açabileceklerini zannediyorlar. Bu gibi insanlar, kendi kafa fenerlerinin ışığına güvenerek, gündüz güneşini bırakıp hem kendilerini, hem kendilerine tabi olanları gece karanlığında boğmaktadırlar. En önemli bir mesele de ağzı laf yapan, ehl-i ilim olarak bilinen bir kısım şahıslar, Selef-i Salihîne özellikle Sahabelere dil uzatıp, nefislerine uyarak kendilerine göre bir İslami profil ortaya koymaya çalışıyorlar. Böylece kendileri dalalete gittikleri gibi başkalarını da saptırmaya çalışıyorlar. Hâlbuki Allah’ın rızasına uymakta, Kur’an’ı anlamakta ve İslami hayatı hakkıyla yaşamakta, Sahabelere kimsenin yetişemediğine, ümmet ittifak etmiştir. Eğer bir Müslüman, mezhepleri ve Selef-i Salihini beğenmeyip onlara muhalefet eden birisine uyup onu kabul ederse, başta Peygamberimiz ve sahabeler olmak üzere bütün selef-i salihinin yanlış yolda olduğunu ima etmiş olur. Bu ise, Allah muhafaza, onları red ve inkâr manasını ifade eder. Eğer Selef-i Salihini kabul edip, muhalefet eden o kimseyi kabul etmesek, hiçbir kaybımız olmaz. Hem yanlış bir yola sapmaktan da kurtulmuş oluruz. Kaynaklar: 1- Âl-i İmran, 3/1102- Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 210-215; Ebû Dâvûd, Sünne 93- Tirmizi, Fiten 7

Gençlik, sene içindeki Mâh-ı Nisan gibidir. Nasıl ki Nisan ayı geldiğinde ortalık yeşillenir, güneş ışıl ışıl parlar, içine yaşama sevinci dolup evin içinde durası gelmez insanın; aynen öyle de gençlik döneminde tozpembe görür hayatı insan. Taşı sıksa suyunu çıkaracağını düşünür. Sürekli hareket halindedir, hiçbir engel tanımaz. Boşuna “delikanlılık” dememişler; kan galeyanda, vücut kıpır kıpırdır. “Hayır, olmaz!” diye bir şey yoktur gençlikte. Sıksa taşın suyunu çıkaracağını düşünen gençler için imkânsız ne olabilir ki? Mesela Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde yirmi yaşındaydı. Pekâlâ, acaba elli yaşında olsaydı yine fethedebilir miydi? Kader cihetini bir kenara koyup sebepler noktasında düşündüğümüzde çok kolay “evet” diyemeyiz. Çünkü kendisine “Gemileri karadan, tepeden aşırıp Haliç’e indireceğiz” denildiğinde, “Nasıl yapacaksınız bunu? Tarihte bunun emsali var mı? Koca gemi öküzlerle, insan gücüyle nasıl çekilir? Haydi, çektiniz diyelim, nasıl dengede tutulur?” vesaire gibi çok sorular sorardı elli yaşındaki Sultan Fatih ve belki de aklına yatmazdı. Niçin mi? Çünkü o yaşlarda artık hisler arka planda kalmış, akıl dizginleri ele almış olurdu. Dolayısıyla gençlikteki gibi rahat risk alamazdı. Zaman içinde tecrübelerle oluşan iç engeller de harekete geçmek için negatif birer faktör olurdu herhalde. İlerleyen yaşlarda insanları sınırlandıran sabit düşünce ve davranış kalıpları gençlik zamanında yoktur. Daha objektif, daha önyargısız bakabilirler olaylara. Dengeleri gözetme hastalığına henüz yakalanmamışlardır. Yeter ki bir şey kendi içinde tutarlı olsun. Dolayısıyla, doğru şekilde önlerine konmuş İslamiyet’e yaşlılara nispetle daha fıtri bir meyilleri vardır. Asr-ı Saadette, ilk Müslümanların genç denilecek yaşlardaki sahabeler olması bu sırdandır. “Baba!” diyor çocuk, “Hiç gençliğini aradığın oluyor mu?” Okuduğu gazeteden başını kaldırıp, gözlüğünün üzerinden bakan baba derin bir iç çekerek cevap veriyor: “Ah evladım, gençlik aramakla bulunacak bir şey olsaydı hiç durur muydum?” -Her nimet gibi- elimizdeyken kıymetini tam bilemediğimiz bir nimettir gençlik. Elden çıkar, bu sefer hasretle iç çekeriz. Hâlbuki biliriz veya bilmeliyiz; her nimet şükrü gerektirir. Şükür görürse ziyadeleşir. Şükürle mukabele edilmezse boş yere zayi olur, gider. Gençlik nimetine de şükretmenin yolu o gençliği istikamet dairesinde, Allah’ın razı olacağı şekilde kullanmaktır. Anlık lezzetlerin peşinde koşarak tüketilen gençliğin akıbeti, derin bir teessüf ve pişmanlıktır. Çünkü lezzetin sona ermesi, elden çıkması yerini elem ve ızdıraba bırakır. Ahirette beraberinde getireceği mesuliyet de cabası. Kışın dondurucu soğuğunda, düşmanın her an hücum etme ihtimalinin olduğu bir durumda, sınırda bir saat nöbet tutmanın bir sene nafile ibadet kadar sevabı haiz olduğunu ifade eder, Bediüzzaman Hazretleri. Devamla şöyle buyururlar; “Bir asker cephede bir kurşun yer, şehit olur. Bir dakika içinde öyle bir manevi velayet makamı kazanır ki, başkası bazen seneler süren zikir ve evrad ile o makama çıkabilir.” Sizce bir saati bir sene, bir dakikayı seneler kadar bereketlendiren sır nedir? Şartların ağırlığı ve yapılan fedakârlığın büyüklüğü değil midir? Aynı bağlamda, gençlikte yapılan ibadetlerin kıymetleri ihtiyarlıktakilerle mukayese edildiğinde, gençlik zamanında yapılanlar belki onlar, yüzler kat daha makbuldür. Niçin, diye sorduğunuzu duyar gibiyim: İnsanda duygular ve istekler hiçbir zaman ölmez. Hatta insan yaşlanır ama istekleri ve hırsı daha da ziyadeleşir. Fakat şu var ki, yaşlılıkla birlikte vücut yıpranır, gençlikteki dinçliğini kaybeder. Duygular ve istekler taze bile olsa, beden artık o arzulara cevap verebilecek kuvvette değildir. Dünya da artık geride kalmıştır. İnsan ileri doğru bir heves ile baktığında, kabir bütün çıplaklığıyla gözünün önündedir. Hal böyle olunca aklı başında olan, gaflete dalıp kendini avutmayan bir ihtiyar için mukadder sona hazırlanmanın haricinde yapacak başka bir şey kalmamıştır. Fakat gençler için böyle mi? Hayır, değil. Malumdur, yokuş çıkılırken inişin bittiği yer görünmez. Gençlik zamanında her şey tozpembe, güller bile dikensizdir. Hissiyat hâkimdir. Akıl, hislerin bir adım gerisinde hareket eder. Hisler canlı ve uyanık, vücut da ona uyum sağlayacak sıhhatte olunca, bütün günahlar olanca cazibesiyle kollarını açmış, gençleri kucaklamaya hazır bir vaziyette bekler. Ölüm de o dönemde pek hatıra gelmez ki hissiyatı sustursun, aklı öne çıkarsın. Yani Allah’a kulluk için şartlar son derece ağırdır. İşte bu yüzden, gençlik zamanlarında yapılan ibadetler son derece makbuldür. Bir genç Bediüzzaman’ın yanına hastalığından şifa bulması niyetiyle -dua için- geldiğinde ona diyor; “Kardeşim, ben senin hastalığının aleyhinde değilim ki sana dua edeyim. Hastalık da bir memur-ı İlahidir. Vazifesini bitirip yerini sıhhat ve afiyete bırakana ve seni tam ikaz edip uyandırana kadar sabra çalış.” Böyle demesinin sebebi, her nerede hasta bir genç gördüyse onların sağlıklı emsallerine nispetle daha takvalı, ibadetlerine daha düşkün ve ölümü daha sık hatırlayan kimseler olmalarıdır. Evet, mümin için gerçek canlılık, saadet ve lezzet diyarı ahirettir. Gençlik ve gençlikteki lezzet olsa olsa cennetteki ebedi lezzetlerin ve güzelliklerin bir gölgesi, bir numunesidir. Numune ve gölgeler bizi gerçek anlamda tatmin etmezler. Öyleyse niçin varlar? Onların güzelliklerini fark edip asıllarına ve ebedi olanlarına talip olalım diye. Ahiret inancı, biz gençleri cennet ile ebedi gençliğe teşvik ederken aynı zamanda cehennem azabı ile de yanlış yapmaktan alıkoyuyor. Terazinin iki kefesini dengeliyor. Ne kadar hikmetli değil mi? Yoksa ölümü düşünmeyen, hisleri ön planda olan biz gençler, o gaflet ile kim bilir ne çok zulümler yapar, nice günahlara girerdik. Kıymet verdiği bir değeri kimse kaybetmek istemez. Ya gençliğimizi? Evet, onu da kaybetmek istemeyiz. Fakat ne çare o da bir zaman sonra her şey gibi elimizden çıkacak. İhtiyarlar buna şahittir. Peki bu gençliği, ebedi bir gençliğe dönüştürmenin yolu yok mu? Evet, var. Allah’ın razı olduğu amelleri yaparak o gençlik nimetine şükredilse, cennette sonsuz bir gençlik hayatı bizlere müjdeleniyor. Ne dersiniz, bir verip milyar kazanacağımız böyle bir teklife “Hayır!” denir mi? Öyleyse son olarak Peygamberimizin (asm) tavsiyesine kulak verelim: “Gençlerinizin en iyisi, ihtiyarlarınıza benzeyenlerdir.” Yani, en hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp ahiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır.

İkinci dürrü, tevhîd-i kayyûmiyet. Evet, serâser kâinâtta, vücûd ve hem bekada müessire ihtiyaç lisânı der ki: لَا قَيُّومَ اِلَّا هُو İkinci inci: Kayyumiyetteki tevhiddir. Evet, kayyumiyetin manasında görülüyor ki bizzat var olan ve varlığında hiçbir şeye, hiçbir şekilde muhtaç olmayan yalnız Allah’tır. Her bir şey var olmada ve varlıklarını devam ettirmede Allah’a muhtaçtır. Çünkü varlıkların dükkânında, ne kendi ihtiyaçlarını ne de başkalarının ihtiyaçlarını görecek iktidar ve servet yoktur. Mahlûkat tam bir acz ve zafiyet içindedir. Maddi-manevi bütün ihtiyaçlarını Allah yaratmaktadır. Evet, iğnenin ustasını göstermesi, bir harfin kâtibinden haber vermesi, bir nakşın, nakkaşına işaret etmesi gibi her bir varlık ta kendisini yaratan Allah’tan haber vermektedir. Hem aciz ve muhtaç olan bir masum yavrunun ihtiyaçlarının görülmesi onun terbiye edicisini gösterdiği gibi varlığın hayatlarının devam etmesi de bütün ihtiyaçlarını gören ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ı göstermektedir. Demek her şey var olmak ve varlıkta kalmak için bir zata olan ihtiyacın diliyle der ki: “Ondan başka var eden ve varlıkta tutan yoktur.” Dördüncü: يَلِدْ لَمْ dir. Bir tevhîd-i celâlî müstetirdir, envâ‘-ı şirki reddeder. Küfrü keser bî-iştibâh. Yani tagayyür, ya tenâsül, ya tecezzî eden elbet, ne hâliktır, ne kayyûmdur, ne ilâh. Veled fikri, tevellüd küfrünü لَمْ reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserîsi gümrah. Ki Îsâ (as), ya Üzeyr’in (as), ya melâik, ya ukūlün tevellüd şirki meydan alıyor nev‘-i beşerde gâh bâ-gâh. Bu cümle Cenab-ı Hakkın celalî tevhid mertebesini göstermektedir. Yani O’nun kibriya, izzet, kahr, azamet, gadab, kudret ve heybetindeki tevhidi göstermektedir. “Doğurmadı” anlamına gelen bu lafız şirkin türlerini reddetmekte ve inkâr düşüncesini şüphesiz bir şekilde kökünden kesmektedir. Bir halden başka hale geçen, başkalaşan, kendisinde değişiklikler olan, birisinden doğmakla meydana gelen veya parçalara ayrılabilen, yaratıcı veya var edip varlıkta tutan bir ilah olamaz. Çünkü kendisini değişmekten alıkoyamayan, varlığı başkasına bağlı olan, vücudu cüzlerden meydana gelerek parçalarına muhtaç olan birisi, diğer varlıklardan üstün bir farkı olamaz ki yaratıcı olabilsin. İbadet edilmeye layık olsun. İnsanlık tarihinde Yüce Allah’a çocuk isnad etme gibi batıl fikirler görülmektedir. Kur’an-ı Mu’cizu’l-Beyan şöyle demektedir: “Yahudiler, ‘Üzeyir Allah'ın oğlu’ dediler, Hıristiyanlar da ’Mesih Allah'ın oğlu’, dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkâra sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar”!1 Kur’an-ı Kerim meleklerin Yüce Allah’ın kızları olduğu iddiasını da şöyle haber vererek reddetmektedir: “'Rahmân (olan Allah, melekleri) çocuk edindi' dediler; (hâşâ!) O, bundan münezzehtir. Bilakis (onlar) şerefli kılınmış kullardır.” 2 Bir kısım felsefeciler de Yüce Allah’ın Akl-ı evvel diye bir varlık yarattığını, bu varlığın da ikinci bir aklı, onun da üçüncü bir aklı böyle on akıl anlamına gelen ukul-ü aşere meydana geldiğini savunmuşlardır. Bunlar akl-ı evveli Allah’ın mahlûk kabul edip Cenab-ı Hakkın diğer akıllar vasıtasıyla kâinatı idare ettiğini söylemişlerdir. Böylece büyük bir şirke kapı açmışlardır. İşte Yüce Allah’ın haşa muhtaç olduğunu, vasıtalarla âlemi idare ettiğini sonuç veren bütün bu batıl fikirleri لَمْ kökünden kesip onların davasını çürütmektedir. Çünkü bu edat Yüce Allah’ın hiçbir zaman çocuk edinmediğini ifade etmektedir. Beşincisi: يُولَدْ وَلَمْ Bir tevhîd-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî olmazsa, olmaz İlâh. Yani ya müddeten hâdis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl olsa, elbette olmaz şu kâinâta penâh. Esbâbperestî, nücûmperestlik, sanemperestî, tabiatperestlik şirkin birer nev‘idir, dalâlette birer çâh. Bu kelamda Yüce Allah’ın ezeli olduğunu gösteren tevhide işaret vardır. İlah’ın en büyük özelliği onun ezelî ve kadim olmasıdır. Bir başlangıcının olmamasıdır. Varlığının hiçbir şeye muhtaç olmaması ve kimse tarafından yaratılmamasıdır. Bizzat var olması ve varlığı kendinden olmasıdır. Eğer ezelî olmayıp sonradan meydan geldiyse, ya da birinden meydana geldiyse yani bir doğum tarihine sahipse, ya da bir şeyin bir parçası ise elbette İlah olamaz. Âlemin yaratıcısı olamaz. Yaratılan, yaratamaz. Sebep-sonuç ilişkisinden dolayı her şeyin kaynağını sebepte aramak, sebepleri ilah kabul etmek, varlığın kaderini gökteki gezegenlerin dönüşünde görerek yıldızlara tapmak, putperestlik veya âlemdeki tabiat kanunlarını ilah kabul etmek şirkin farklı türleridir. İşte bütün bu şirkleri bu cümle reddetmektedir. Altıncı: يَكُنْ وَلَمْ Bir tevhîd-i câmi‘dir. Ne zâtında nazîri, ne ef‘âlinde şerîki, ne sıfâtında şebîhi لَمْ lafzına nazargâh. Şu altı cümle ma‘nen birbirine netice, hem birbirinin burhânı, müselseldir berâhîn, mürettebdir netâic şu sûrede karargâh. Demek şu Sûre-i İhlâs’da, kendi mikdâr-ı kametinde müselsel, hem müretteb otuz sûre münderic, bu bunlara sehergâh. لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ Bu kelam birçok yönden Yüce Allah’ın birliğini gösteren toplayıcı bir tevhid mertebesidir. Evet, onun zatında bir dengi yoktur. Çünkü onun zatı idrak edilemez. Varlıklar ise idrak edilebilir. Onun zatı hiçbir şeye muhtaç değildir. O, vacibü’l-vücuddur. Yani varlığı kendindendir. Varlıklar ise her şeye muhtaçtır. Yüce Allah’ın yaratmasıyla mevcutturlar. Onları varlık sahasına çıkarmayı irade eden Allah’tır. Onun zatı, ezeli ve ebedidir. Varlıklar ise fanidir. Cenab-ı Hakkın fiillerinde de ortağı yoktur. O, fiillerinde hiçbir şeye muhtaç değildir. İnsanlar gibi yardımcılara ihtiyacı yoktur. Bir fiili diğer fiiline engel değildir. Fiilleri kayıt altına alınamaz. Sınırlandırılamaz. Hâlbuki hiçbir varlığın fiilleri böyle değildir. Varlıkların fiillerini de yaratan Allah’tır. Cenab-ı Hakkın sıfatları kendisiyle kaim, ezeli ve ebedidir. Bu yönüyle hiçbir varlık sıfatlar yönüyle de onun dengi olamaz. Demek yüce Allah zatında, fiillerinde ve sıfatlarında bir ve tektir. Ortağı ve benzeri de yoktur. İşte İhlas Suresindeki bu altı cümle birbirinin hem delili hem de sonucudur. Her bir cümle diğer lafızların hem delili hem de neticesidir. Mesela “Onun dengi yoktur.” Çünkü Ehad olduğu için dengi yoktur. Samed olduğundan dengi yoktur. Doğurmadığı için dengi yoktur. Doğrulmadığı için dengi yoktur. O, vacibü’l-vücud olduğu için dengi yoktur. “Doğurulmadı” çünkü O, vacibü’l-vücud olduğundan, Ehad olduğundan, Samed olduğundan, Doğurmadığından, dengi olmadığından doğurulmadı. Diye diğer lafızlar delil olur. Böyle bakıldığında İhlas Suresinde otuz İhlas Suresi vardır denilir. Kaynaklar: 1- Tevbe Suresi, 30.2- Enbiyâ Suresi, 26.