Çocukluğumda bayram sabahları erkenden kalkar, bayramlıklarımızı giyer ve babamın bayram namazından gelmesini beklerdik. Eller öpülür bayram harçlıkları alınır ve mükellef bir kahvaltı sofrasına oturulurdu. Tabiri caiz ise padişah sofrası gibi olan bu sofradan tıka basa kalkardık. Ardından gezmeler, misafirlikler başlardı. Ziller çalar, ikramlar yapılır, sonra da iade-i ziyaretler başlar; ziller çalınır, ikramlar yapılır... Her gidilen yerde “Yiyin yavrum, bir şey olmaz” gibi baskı dolu sözler eşliğinde tabaktakiler bitirilir… Her gidilen yerde tatlılar, börekler, sarmalar, çikolatalar meşrubatlar ve gün sonunda mide zafiyetleri… Özetle Ramazan Bayramı böyle geçerdi. Tabi sıla-i rahim ve hoş sohbetlerin keyfi de ayrı bir tat bırakırdı yüreklerimizde. Peki bayramda keyfimizin kaçmaması için nasıl beslenmeliyiz? Çok da zor değil aslında. Bütün çözüm yolu “HAYIR!” diyebilmekten geçiyor. Ramazan ayı boyunca 2 öğüne düşen öğün sayısını birden arttırmak ve yüksek kaloride mideyi yoracak alternatifleri tercih etmek bayramınızı mahvedebilir. Ayrıca “Ramazan ayı boyunca zaten yemedim, 3 gün boyunca istediğim kadar yesem bir şeycik olmaz, ne olacak ki canım, zaten dünyaya bir kez geliyoruz” düşünceleri hepinizin aklından eminim en az bir defa geçmiştir. Bu meselenin hakikatine Risale-i Nur’da şöyle değinilmiştir. “Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, a’sab ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi (kuvve-i zâika ile, merkez-i vücuddaki mîde ile bir medâr-ı muhabereleridir) ki: Ağıza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mîdeye lüzumu yoksa “Yasaktır!” der, dışarı atar. Bazen da bedene menfaatı olmamakla beraber zararlı ve acı ise; hemen dışarı atar, yüzüne tükürür. İşte mâdem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahût o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev’inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın. İşte bu sırra binâen, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en âlâ baklavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma, ağıza girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsâvidirler; boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsâvidirler. Belki, bazen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin. Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, “Hâkim benim” der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak, “Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün.” dedirmeye mecbur edecek. İşte iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyyeye tevfik-ı harekettir. Kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise; o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mîdeyi karıştırır, iştiha-yı hakîkîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder. Bizim de bayramda tam olarak yaptığımız budur. Kapıcı-saray hakimi dengesini sağlayamamak. Yediğimiz baklavanın tadı yüzünden porsiyon kontrolü yapmamak ve sonrasında midemizin rahatını kaçırmak. Bunlara kulağımıza küpe olması için kısaca değinmek istedim. Daha sonra bu konuyu daha kapsamlı bir şekilde paylaşmayı arzu ediyorum. Asıl sorumuza tekrar dönelim. Bayramda ne yiyelim, ne içelim? Öncelikle Ramazan ayı boyunca su tüketiminin çok kısıtlı olması, su içme alışkanlığınızı kaybetmiş olmanıza sebep olmuş olabilir. Ramazan bayramı itibari ile tekrardan su içme alışkanlığınızı kazanın. Her birey için su tüketimi değişmekle birlikte – ortalama- günde 8-10 bardak su yeterli olacaktır. Bayram sabahı kahvaltınızı yapmadan güne başlamayın. Ramazan ayı boyunca kaybolan- sabahın ilk saatlerinde yapılan- kahvaltı alışkanlığınızı kaybetmeyin. Ancak sucuklar, pastırmalar, sosisler kahvaltı sofralarınızda yer işgal etmesin. Daha hafif bir kahvaltı ile güne başlamak gün içinde tüketeceğiniz diğer besinleri de düşünce daha makul bir tercih. Geleneksel peynir, yumurta, domates, salatalık, zeytin ve tam buğday ekmeği güzel bir kahvaltı iyi bir tercih olacaktır. Ayrıca gün içinde tatlı tüketeceğimizden dolayı reçel, bal gibi şekerli ürünleri tüketmemek yerinde bir tercih olacaktır. Bayram ziyaretlerinde tabaklarınıza ikram edilen tatlıları, börekleri bitirmek zorunda değilsiniz. Yoksa onlar sizi bitirebilir. Öğünlerinizi planlayarak tüketin. 2 ana öğünden 3 ana ve 3 ara öğüne geçiş yapacağınız bu dönemde ara öğünleriniz yerine ½ dilim börek ve yanında ayran gayet güzel bir alternatif olabilir. Tatlı tercihlerinizi ise mümkün olduğunca sütlü tatlılardan yana kullanın. Diyeceksiniz ki, bayramda kim sütlü tatlı ikram edecek? Belki bu bayramda siz eşinize, dostunuza, akrabalarınıza sizi ziyarete geldiklerinde sütlü tatlı ikram ederseniz ve bunun sağlık açısından daha iyi bir alternatif olduğunu ifade ederseniz. Bir sonraki bayramda da onlar tatlı ikramlarını sütlü tatlıdan yana kullanabilirler. Sütlü tatlı olarak ikram edeceğiniz dondurma serinletici bir tatlı olacaktır. Sıcak yaz aylarına denk gelen Ramazan bayramı için de oldukça güzel bir sunum… Geleneksel ikramlıklardan biri de kolonya ile ikram edilen çikolata ve şekerlemeler. Bunların yerine ise ceviz, badem, fındık, kuru kayısı, kuru erik gibi daha sağlıklı alternatifleri sunabilirsiniz. Kendi farkınızı ortaya koyarak farkındalığı sağlayabilirsiniz.Bayramda tatilini otellerde geçirecek olan okuyucularımız da olacaktır elbette. Bu durumda bayram ziyaretlerinde ikramlıklara denen “HAYIR!”, burada açık büfelere denmeli. Açık büfelerde kontrol sağlanamazsa aynı hazımsızlık problemlerini yaşayabiliriz. Tabağınıza yiyebileceğiniz kadar besin alın. Ve tabağınızda her besin grubuna yer verin. Kendinize renkli bir tabak hazırlayın. Yanında asitli içeceklerden çok ayran veya suyu tercih edin. Böylece rahat edin. Hazımsızlık problemi yaşamanız halinde bitki çayları kurtarıcınız olabilir. Ramazan bayramınızı şimdiden tebrik eder, Rabbimden daha nice bayramlara erdirmesini niyaz ederim…
Sosyal medyada yapılan paylaşımlar arasında çocuk fotoğrafları sıklıkla yer alıyor. Yeni doğmuş bir bebeğin fotoğrafı, yürüyen, konuşmaya çalışan, oynayan, uyuyan-uyumayan, yemek yiyen-yemeyen çocukların fotoğrafları her gün sosyal medyada paylaşılıyor. Peki biz, bu paylaşımları neden yaptığımızı sorguluyor muyuz? Acaba bir ebeveyn olarak bizler çocuklarımızın fotoğraflarını neden paylaşma ihtiyacı hissediyoruz? İnsan olarak birçok psikolojik ihtiyacımız var. Bunlardan biri görülmek, fark edilmek. Biz görünmeyi, görünür olmayı seviyoruz. Hiç kimsenin bizi fark etmediği bir ortamda huzursuz oluyoruz. Çünkü görülmek, varlığımızın fark edilmesi anlamına geliyor. Görünmediğimizde sanki yok oluyoruz ve yokluk bize acı veriyor. Biz görünür olmanın yanında maharetlerimizin bilinmesini arzu ediyoruz. Yaptıklarımıza, eserlerimize, yaşadıklarımıza tanık olanlar arttıkça kendimizi iyi hissediyoruz. Bu sayede varlığımız anlam kazanmış oluyor. Bu nedenledir ki, sahip olduğumuz meziyetleri, yaşadıklarımızı sergilemeyi, anlatmayı seviyoruz ve insanların bunu takip etmesi hoşumuza gidiyor. Biz beğenilmeyi, takdir görmeyi de seviyoruz ve bunu istiyoruz. Bu psikolojik bir ihtiyacımız. Beğenildikçe, takdir edildikçe varlığımız onaylanıyor ve biz kendimizi daha iyi hissediyoruz. Bu nedenle diğer insanların beğenisini ve takdirini içten içe arzuluyoruz. Bizler sosyalleşmeye, diğer insanlarla bir araya gelip topluluk olmaya ihtiyaç duyuyoruz. Yalnızlık bazen bize iyi gelse de hiç birimiz tamamen yalnız bir hayat tercih etmiyoruz. İnsanlarla konuşmak, sohbet etmek, dertlerimizi anlatmak, güzel haberleri paylaşmak bize iyi geliyor. Bir topluluk içinde, etkileşim halinde yaşamak en derin ihtiyaçlarımızdan bir tanesi. Sosyal medya, bu saydığımız derin ihtiyaçlarımızla örtüşüyor. Biz sosyal medya aracılığıyla görünür oluyoruz. Fotoğraflarımızı paylaşarak görünür olma arzumuzu gideriyoruz. Sahip olduğumuz yetileri orada sergiliyoruz. Sosyal medyada aldığımız beğeniler, retweetler bizim takdir ve beğenilme arzumuzu okşuyor. Ayrıca insanlarla birlikte olma ihtiyacımızı kısmen sosyal medyada gideriyoruz. Eskilerin çeşme başında yüz yüze yaptıkları sohbetlerin tadını, sanal ortamlarda arıyoruz. Sosyal medya tüm bu ihtiyaçlarımızla da örtüştüğü için hızla hayatımıza girdi ve gün geçtikçe yaygınlaşıyor. Ne var ki sosyal medya, göründüğü kadar masum değil. İpin ucunu kaçırdığımızda sosyal medya, insanlığımızı yaralayabiliyor. Görünür olma arzumuz sosyal medya ile çok rahatlıkla gösteriş meraklısı olmaya, kendimizi insanların gözüne sokmaya dönüşebiliyor. Ya da farkında olmadan görünür olmanın kölesi olabiliyoruz. Bir süre sonra eserlerimizi, ürünlerimizi görünür kılma merakımız; kendimizi, simamızı görünür kılmaya dönüşüp narsistik bir hal alabiliyor. Beğeni arzumuzu tatmin ederken sürekli kendimizi kaç beğeni, kaç retweet aldığımızı kontrol ederken, takipçi arttırma çabasına girmişken bulabiliyoruz. Sosyal medyada sosyalleşmeye çalışırken eşimizden, çocuğumuzdan uzaklaşabiliyoruz. Sanal sosyalliğimiz uğruna gerçek hayattaki ilişkilerden kopabiliyoruz. Dahası sosyal medyada ihtiyaçlarımızı karşılamaya çalışırken çocuklarımızı da bu sürecin bir parçası yapabiliyoruz. Sosyal medyada yapılan paylaşımlar arasında çocuk fotoğrafları sıklıkla yer alıyor. Yeni doğmuş bir bebeğin fotoğrafı, yürüyen, konuşmaya çalışan, oynayan, uyuyan-uyumayan, yemek yiyen-yemeyen çocukların fotoğrafları her gün sosyal medyada paylaşılıyor. Peki biz, bu paylaşımları neden yaptığımızı sorguluyor muyuz? Acaba bir ebeveyn olarak bizler çocuklarımızın fotoğraflarını neden paylaşma ihtiyacı hissediyoruz? Onlar üzerinden kendi psikolojik ihtiyaçlarımızı mı karşılamaya çalışıyoruz? ‘Kızım şunu yaptı!’, ‘Oğlum bunu yaptı!’ diyerek bütün dünyaya gösterdiğimiz fotoğraflar üzerinden beğeni aldığımız evlatlarımız, görünmemizi sağlayan bir ‘nesneye/eşyaya’ dönüşüvermiş mi oluyor? Çocuklar çoğu zaman, anne-babanın kendi kendini bir tatmin aracı halini mi alıyor? Paylaşmak amacı ile çıktığımız yolculuk çocuğumuzu sergilemeye mi dönüşüyor? Acaba fotoğrafları çocuk için mi paylaşıyoruz, yoksa çocuk üzerinden görülme, sosyalleşme ve beğenilme arzumuz için mi? Cevabımız, ‘çocuk üzerinden arzularımızı gidermek’ ise, çocuklarımızı kendimiz için tanımadığımız, bilmediğimiz kişilerin gözleri önüne atmak anne-babalık hislerimizle örtüşüyor mu? Hayır, ‘Çocuk için paylaşıyoruz’ diyorsak, tanıdığı-tanımadığı kişilere, fotoğraflarının paylaşılması, çocuklara nasıl bir fayda sağlıyor? Kendi duygularımızı tatmin için çocukların görüntülerini herkesin göreceği şekilde internet ortamında paylaşmak hiç sağlıklı değil. Çocuklara yönelik cinsel sapıklığı olanlar çocuk fotoğraflarını biriktiriyor. Ayrıca art niyetli, kötü bakışlı kişilerin bakışları, niyetleri çocuklarımızı olumsuz etkiliyor. Küçük çocuklarımızın mahremiyet haklarını gözetip korumak bizlerin görevi değil mi? Çocuklarımızın bütün hayatı, nerdeyse tüm dünyaya canlı yayınla gösteriliyor. Oysa ki, sağlıklı kişilik gelişimi için çocuğun kendine ait bir dünyası olması gerekiyor. Yetişkinler için duvarları camdan evlerde yaşamak ne kadar rahatsız edici ise, çocuklar için de herkesin erişimine açık bir hayat, o kadar rahatsız edici olabiliyor. Yirmi sene sonra, yüzlerce fotoğrafı herkesin erişiminde olan bir çocuk, bu durumdan memnun olacak mı? Çocuk bunu değiştirmek istediğinde, gerçekleştirmesi mümkün olabilecek mi? Böyle bir durumun çocuk üzerinde oluşturacağı olumsuz etkileri bugünden tahmin etmek oldukça zor. Ya çocuklarımız karar verme aşamasına geldiğinde bizim paylaştığımız fotoğraflardan rahatsız olursa, ya da “Hangi hakla her halimi sosyal medyada paylaştınız? Bunu yaparken bana sordunuz mu?” diye bizi sorgularsa cevabımız ne olacak? Çocuk fotoğraflarını paylaşırken genellikle ‘Ama çocuğum bundan mutlu oluyor.’ düşüncesine sığınabiliyoruz. Çocuğun sürekli kendi fotoğrafının çekilip paylaşılmasını istemesi doğal değil. Sürekli, fotoğraflarının paylaşıldığından haberdar bir çocukta narsizm gelişebiliyor. Böyle yapıldığında çocuklar hep gündemde ve gözde kişinin kendisi olduğuna inanıyor. ‘Ama çocuk bundan mutlu oluyor’ diye düşünerek çocuğa sürekli şeker veremeyeceğimiz gibi, aynı düşüncelerle onun fotoğraflarını da paylaşamayız. Kendisinden sürekli, övülerek söz edilen, her görüntüsü beğenilen bir çocuk, övülmeye değer birisi olmak yerine, daha çok beğeni alacak bir görüntüye sahip olmaya çalışıyor. Çocuklarımızın gösteriş meraklısı bireyler olmasında, ebeveynler olarak ne kadar payımızın olduğunu sorgulamamız gerekiyor. Özetle, biz insanız; görülmek, beğenilmek ve sosyal ilişkiler kurmak istiyoruz. Bu sayede var olduğumuzu hissediyoruz. Sosyal medya ise bizim bu ihtiyaçlarımızı karşılamaya çalıştığımız bir mecra gibi duruyor. Ancak buradaki ilişkilerimizi düzenlemediğimizde öncelikli zararı biz görüyoruz. Bazen bu zarara çocuklarımızı ortak ediyoruz. Bazen farkında olmadan kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak için çocuklarımızı kullanabiliyoruz. Sosyal medyada çocuk fotoğrafı paylaşma çılgınlığını yeniden sorgulamamız gerekiyor. Biz diyoruz ki, çocuklarımız için attığımız her adımda kendimize şunu soralım: Yaptıklarımızı çocuklarımızın iyiliği için mi, yoksa onların üzerinden bir şeyler elde etmek için mi yapıyoruz?
Cenâb-ı Hakk, her insana doğuştan bazı yetenekler ve kabiliyetler vermiştir. Ta ki insan, hem bu dünyası hem de ahireti için hayırlı işler yapabilsin. Kişilerin hem manevî durumları hem de ilimle beslenen kabiliyetleri, onların ehliyetlerinden haber veriyor bizlere. Bir vazife ya da bir makam, bir kişiye verileceği zaman işte bu ehliyete bakılması gerekiyor. Aksi hâlde iş ehline verilmemiş demektir. Rivayet odur ki; Sultan 1. Mahmûd döneminde Server Efendi isminde bir Defter Emini varmış. Server Efendi, tapu kayıtlarının muhafazasına önem verir ve herhangi bir suiistimale meydan vermemek için, defterlerin dışarı çıkarılmasına izin vermezmiş. Meydana gelen bir ihtilâf üzerine Sultan 1. Mahmûd (1730-1754), arazilerle ilgili defterleri istemiş. Ancak Server Efendi; “Fâtih Sultan Mehmed Hazretlerinin Kanunnamesine göre, Defterhaneden gece vakti defter çıkarılması, men’ edilmiştir. Sultanımız af buyursunlar. Defterleri çıkartamam.” şeklinde bir cevapla Padişah’ın bu isteğini reddetmiş. Server Efendi’nin cevabı kendisine ulaştığında, gazaba gelen Padişah, bu memurun idamını ferman buyurur. Sabah olduğunda huzura kabul edilen Sadrazam’ın, Server Efendi’nin davranışında haklı olduğunu Padişah’a arz etmesi üzerine Padişah, yeni bir ferman çıkararak idam kararının uygulanmamasını emretmiş ancak iş işten geçmiş ve Server Efendi idam edilmiştir. Yaptığından pişman olan Sultan 1. Mahmud, Defter Emini Server Efendi’nin na’şının Defterhane binasının bahçesine defnedilmesini emreder. Daha sonraları Defterhane, önce Defter-i Hakânî Nezareti adını almış ve Cumhuriyet’ten sonra da Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü olmuştur. Server Efendi’nin kabrinin bulunduğu Sultanahmet’teki bina ise, Tapu ve Kadastro İstanbul Bölge Müdürlüğünün hizmet binası olarak kullanılmaktadır. Liyakate, Ferasetle Anlaşılır Yukarıdaki hâdiseden yola çıkarak diyebiliriz ki; gerek devlet, gerekse de özel her türlü kurum veya kuruluşun idaresinde adâletin sağlanabilmesi; feraset ve liyakatten geçiyor. Feraset, kamusta derhâl anlama ve zihin uyanıklığı olarak ifade edilmektedir. “Müminin ferasetinden sakının. Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar. (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 16)” hadisi, dikkatlerimizi ferasetin üzerine çekiyor. Peygamber Efendimizin (asm) sahabelerini çok iyi tanıdığını, hepsinin fıtratını ve liyakatini çok iyi tesbit ederek ona göre yönlendirdiğini ve vazifeler verdiğini, Asr-ı Saâdet’le ilgili eserlerde anlatılan rivayetlerden net bir şekilde anlayabiliyoruz. Meselâ; ezan okuma vazifesinin Bilâl-i Habeşî Hazretlerine (ra) verilmesini bu konuya örnek olarak gösterebiliriz. Peygamber Efendimizin (asm) namaza davetin nasıl olacağı ile ilgili istişareler yaptığı günlerde, Abdullah bin Zeyd (ra), Hz. Ömer (ra) ve ashâbdan birkaç kişi, rüyalarında ezanın nasıl okunması gerektiğini görürler. Böyle birden fazla kişinin aynı rüyayı görmesi üzerine Peygamber Efendimiz (asm), memnuniyetini ifade etti. Ve ezanın bu şekliyle okunmasını istedi. Ancak Resûlüllah (asm), ezan okuma vazifesini rüyalarında görenlere değil, sesi gür olan Bilâl-i Habeşî’ye (ra) verdi. Bu durum, liyakatin ne derece önemli olduğunu gösteriyor. Ayrıca Peygamber Efendimizin (asm) ashabının özelliklerini ve yeteneklerini iyi bildiğinin de ispatıdır. Yine Ebû Zer-i Gıfarî (ra) hakkında, Peygamber Efendimizin (asm) söylediği; “O, yalnız yürür, yalnız ölür ve yalnız haşr olur” hadisi de bir manada fıtrat teşhisidir. Ebû Zer-i Gıfarî’nin (ra) fıtratını teşhis eden Resûlüllah (asm), ona fıtratına uygun olarak muamele etmiştir. Meselâ ona idarecilik vazifesi vermemiş ancak Mekke’nin fethi sırasında Gıfar kabilesinin sancakdârlığı vazifesini vermiştir. Ya da onu fıtratı sebebiyle eleştirmemiştir. Resûlüllah (asm), kimi zaman da 18 yaşındaki bir sahabeye İslâm ordusuna kumandanlık vazifesi verir. Peygamber Efendimiz (asm), vefat etmeden kısa bir müddet önce Doğu Roma ile savaşmak için bir ordu hazırlanması talimatını verir. Bu ordunun kumandanlığına da 18 yaşındaki Üsâme bin Zeyd’i (ra) tayin eder. Ashâb-ı Kirâm’ın önde gelenlerinin de içinde olduğu bir ordunun başına böyle genç bir sahabenin tayin edilmesi, Peygamber Efendimizden (asm) idarecilik noktasında alacağımız en mühim derslerden biridir. Bu durumu tanımlamamız gerekse, ferasetle fark edilen liyakatin neticesidir diyebiliriz. Bilgilerin körü körüne ezberlenmesi neticesinde elde edilen malumatın derecesine göre, idarecilerin belirlendiği günümüzle, asr-ı saâdetin farkı da bu tarz hâdiselerde ortaya çıkmaktadır. Ebû Hureyre (ra), Ashâb-ı Kirâm içinde en çok hadîs rivâyet eden sahâbedir. Onun dinleme, anlama ve hıfzetme kâbiliyetini fark eden Peygamber Efendimiz (asm), onu yanından ayırmamıştır. Hıfzetme kabiliyetinin manevî cephesini de Ebû Hureyre (ra) şöyle anlatmaktadır: “Bir gün Resûlüllah’ın (asm) meclislerinin birinde bulunmuştum. Buyurdular ki; ‘İçinizden kim cübbesini yere serer de, ben sözümü bitirdikten sonra toplarsa benden duyduğunu bir daha unutmaz.’ Bunun üzerine ben üzerimdeki hırkayı yere serdim. Peygamber Efendimiz (asm) sözünü bitirince onu topladım. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; o andan sonra Resûlüllah’tan (asm) duyduğum hiçbir sözü unutmadım. (Buharî, İlim, 42)” Ebû Hureyre’nin (ra) kedileri çok sevdiği herkesçe malûmdur. Hatta lakabı olan ‘Ebû Hureyre’, kediciklerin babası manasına gelmektedir. Peygamber Efendimiz (asm), onu bu hâlinden dolayı kınamamış, hatta hoşuna giden bir hâl olduğunu ifade etmiştir. Başkaları kınarken ya da istihza ederken Peygamberimizin (asm) sahiplenmesi, desteklemesi ve olduğu gibi kabul etmesi, bu durumda da karşımıza çıkmaktadır. Bu sâyede bu kabiliyet gizli kalmamış ve Ebû Hureyre’den (ra) günümüze 5374 Hadîs-i Şerîf nakledilmiştir. Peygamber Efendimizin (asm) amcaoğlu Abdullah bin Abbâs (ra) anlatıyor: “Resûlüllah (asm) ihtiyaç için çıkmıştı. Onun için abdest suyu hazırlayıp çıkışa koydum. Peygamber Efendimiz (asm) dışarı çıkınca; ‘Bu suyu kim koydu?’ diye sordu. ‘İbn-i Abbâs’ dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm); ‘Allah’ım! Onu dinde fakih kıl’ diye dua etti. (Buharî, Vudû, 2/256)” Başka bir rivayette ise, Peygamber Efendimizin (asm) İbn-i Abbâs’ı (ra) göğsüne bastırdığı ve; “Allah’ım! Ona Kitâb’ı (Kur’ân’ı) öğret (Buharî, Fedâil, 13/320)” şeklinde duâ ettiği nakledilmiştir. Burada da Resûlüllah’ın (asm) bir kabiliyet keşfiyle karşılaşıyoruz. 619 senesinde dünyaya gelen ve Peygamber Efendimizin (asm) amcaoğlu olan İbn-i Abbâs’ın (ra) teyzesi Meymûne (ra), Peygamber Efendimizin (asm) hanımlarındandır. Bu sebeple daha küçük yaşta Peygamberimizin (asm) yanında bulunmuş ve çokça hadis dinlemiştir. 1660 hadisle, en çok hadis rivayet eden beşinci sahabedir. Peygamber Efendimizin (asm) etrafında bulunan başka çocukları değil de İbn-i Abbâs’ı (ra) tercih ederek, fakih olması için dua etmesi, liyakat sahibi birinin ferasetle fark edilmesine en güzel örneklerden biridir. İbn-i Abbâs (ra), ileriki yıllarda çok büyük bir fıkıh âlimi olmuş, ‘Tercümân’ül-Kur’ân’ ünvânını almıştır. “(Peygamber Efendimizin İbn-i Abbâs’a) Duâsı öyle makbûl olmuş ki, İbn-i Abbâs (ra), ‘Tercümânü’l-Kur’ân’ ünvân-ı zîşânını ve ‘Hibrü’l-Ümme’ yani allâme-i ümmet rütbe-i âliyesini kazanmış. Hatta çok genç iken, Hazret-i Ömer (ra) onu ulemâ ve kudemâ-yı Sahâbe meclisine alıyordu. (Zülfikâr, 275)” Zülfikâr mecmuasında geçen bu izahat da gösteriyor ki; idarecilerin ya da yetki sahiplerinin ferasetli olması, liyakatli ve yetenekli olanların keşfini sağlıyor. Bu da insanlara adâletle muamele edilmesine vesile oluyor. “İş ehil olmayana verilince kıyameti bekle (Buhârî)” Cenâb-ı Hakk, her insana doğuştan bazı yetenekler ve kabiliyetler vermiştir. Ta ki insan, hem bu dünyası hem de ahireti için hayırlı işler yapabilsin. Kişilerin hem manevî durumları hem de ilimle beslenen kabiliyetleri, onların ehliyetlerinden haber veriyor bizlere. Bir vazife ya da bir makam, bir kişiye verileceği zaman işte bu ehliyete bakılması gerekiyor. Aksi hâlde iş ehline verilmemiş demektir. Buhârî’de geçen “İş ehil olmayana verilince kıyameti bekle” Hadîs-i Şerîf’i, meselenin önemini anlamamız için yeter sanırım. Buradan sadece, ‘İş ehil olana verilmeyince kıyamet kopacaktır’ manasını çıkarmak, hadiste ifade edilmeye çalışılan hakikatin sadece bir yönünü anlamak demektir. Asıl anlamamız gereken, belki de vazife ve makam bir kişiye verilirken ehliyete bakılmamasının ne kadar büyük bir problem olduğudur. Liyakat yani yetenek sahiplerinin ferasetle yani zihin uyanıklığı ile fark edilerek hak ettikleri mevkilerde onlara vazifeler verilmesi, günümüzdeki birçok sorunun çözülmesini sağlayacaktır. Böylece beyin göçü, torpil, rüşvet, rant, iltimas vb. birçok terim de gündemimizden kalkacaktır.
“Güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır.” (A’raf, 54) Uzayda milyonlarca yıldızın bir araya gelerek oluşturdukları topluluğa galaksi denilir. Uzayda 100 milyardan fazla galaksi olduğu ve her galakside de ortalama 100 milyarın üzerinde yıldız bulunduğu kabul edilmektedir. Güneş sistemimizin içinde bulunduğu galaksiye Samanyolu Galaksisi denilmektedir. Disk şeklindeki bu galakside 200 milyar yıldız vardır. Bir ucundan çıkan ışık diğer ucuna 120 bin ışık yılında varmaktadır.1 Güneş “Güneş ve ay hesap iledir.” (Rahman, 5) “Güneş, kendisi için belirlenen yerde (yörüngesinde) akar, gider.” (Yasin, 38) Bizim lâmbamız ve sobamız olan Güneş, dünyamızdan bir milyon defa büyüktür. Kendi etrafında saatte 70.000 km hızla döner ve ortalama 25 günde devrini tamamlar. Uzayda ise Samanyolu Galaksisindeki yörüngesinde saniyede ortalama 250 kilometrelik bir hızla seyahat eder.2 (Güneşin 10 saniyede kat ettiği 2500 kilometrelik mesafeyi Jet uçakları ancak bir saatte kat ederler). Tabii ki, bu seyahat esnasında bütün gezegenler de ona eşlik ederler. Cenab-ı Hak, onu ve onun gibi milyonlarca yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandırıyor ve söndürmüyor. Onları feza âleminde topluca ve çok süratli bir şekilde gezdiriyor ve birbirine çarptırmıyor. Güneş Gezegenlerinin Sayısı “Ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm.” (Yusuf, 4) Güneş çekim kuvvetiyle etrafındaki gezegenleri kendine bağlamış, etrafında döndürmektedir. Bugünkü bilim bu gezegenlerin 9 olduğunu söylese de, Üstad Bediüzzaman risalelerin değişik yerlerinde gezegenlerin 12 olduğunu söylemektedir. Bu durumda akla şu soru gelmektedir: Acaba Üstad kendi zamanındaki astronomi gezegenlerin 12 olduğunu söylediği için mi, yoksa –her ne kadar bilim keşfetmemişse de- gezegenlerin 12 olduğunu keşfen bulduğu için mi böyle söylemiştir? Her iki ihtimalde mümkün görünmektedir. Şöyle ki: 20. yüzyılın başlarında Güneş gezegenleri 12 sanılıyordu. (Veya bu Osmanlıda böyle kabul ediliyordu). Abdullatif Harputî, (1842-1916) “Tenkihu’l-Kelâm” adlı eserinde eski âlimlerin gezegenleri 7 kabul ettiğini, fakat son dönem bilim adamlarının ise bunların 12 adet olduğunu söylemektedir. Daha sonra bu 12 gezegeni şöyle sıralamaktadır: Merkür, Venüs, Yer küre, Merih, Westa, Bonan, Siris, Palas, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Luriya’dır.”3 Harputî’nin zikrettiği Merih’le Jüpiter arasındaki gezegenler, bugünkü astronomi tarafından astroid denilen küçük cisimler sınıfına dâhil edilmiş, gezegen statüsünden çıkarılmıştır.4 İkinci ihtimale gelince, her ne kadar bugün gezegen sayısı 9 kabul edilse de, resmi olmayan bazı bilgiler bize başka gezegenlerin bulunduğunu haber vermektedir.5 Gezegenlerin Hareketleri “(Yıldızların yörüngesi olan) yollara sahip göğe andolsun.” (Zariyat, 7) Bütün gezegenler kendi etraflarında ve Güneşin etrafındaki yörüngelerinde çembere benzer elips şeklinde dönerler. Gezegenlerin Güneş etrafındaki hızları Güneşe olan yakınlıklarına göre değişir. En yakın en hızlı, en uzak en yavaştır. Örneğin Merkür ortalama saniyede 48, Venüs 35, Dünya 30, Merih 24, Jüpiter 13, Satürn 10, Uranüs 7, Neptün 5,5, Pluton, 5 km hızla seyahat ederler.6 Gezegenlerin hareketleri esnasında Güneşe olan uzaklıkları, Güneş etrafında ve kendi çevrelerinde dönme hızları sabittir ve hiç değişmez. Çekim Kuvvetindeki Denge “Muhakkak ki Allah, gökler ve yer (bulundukları yerden) zail olmasınlar (gitmesinler) diye onları tutmaktadır. Eğer O, onları tutmasaydı ve onlar bulundukları yerden zail olsaydı onları ondan başka kim tutardı.” (Fatır, 41) Cenab-ı Hak, kütlelere bir çekim gücü vermiştir. Fizikçiler bunu kütle çekim kuvveti olarak isimlendirmişlerdir. Bu çekim gücünden dolayı bırakılan her hangi bir nesne yeryüzüne düşer, nehirler yüksek yerlerden aşağıya doğru akar. Peki, dünyamıza yakın olan ay, niçin dünya üzerine düşmez? Ay dünya üzerine düşmez, çünkü dünya her ne kadar ayı çekse de, ayın da kendi etrafında dönmekten kaynaklanan merkez kaç kuvveti vardır. Dünya ayı çekerken, ay da bu merkezkaç kuvvet yüzünden uzaya fırlayıp kaçmak ister. Bu iki kuvvet arasında tam bir denge kurulduğundan, ay, ne dünyaya düşer, ne de fırlayıp uzaya gider. Eğer dünyanın çekim kuvveti biraz daha fazla olsaydı, ay dünya üzerine düşerdi. Veya ayın merkez kaç kuvveti biraz daha fazla olsaydı, ay uzaya fırlar, giderdi. Dünya ve ay arasındaki –yerçekimi ve merkezkaç kuvvet- ilişkisi kâinattaki büyük, küçük bütün kürelerde vardır. Bu yüzden yerçekiminin diğer adı kütle çekim kuvvetidir. Örneğin, Güneş, çekim kuvvetiyle dünyayı kendine çeker. Dünya ise merkezkaç kuvveti ile uzaya fırlamak ister. Bu iki kuvvet arasındaki denge sayesinde, dünya Güneşe belli bir mesafede durur ve Güneş etrafındaki yörüngesinde gezer. Bu iki kuvvetten birinin artması veya eksilmesi ya dünyanın Güneşe çarpmasına ya da dünyanın yörüngesinden çıkıp uzaya fırlamasına sebep olur. Aynı ilişki, Güneş ile diğer gezegenler arasında da vardır. Fakat her gezegenin kütlesi, dönme hızı ve Güneşe uzaklığı farklı olduğundan, Güneşin bunlara uyguladığı çekimle, onların merkezkaç kuvvetleri farklı farklıdır. Çekim kuvveti Güneş ve gezegenler arasında olduğu gibi, sistemdeki bütün gezegenler arasında da vardır. Tabii ki gezegenlerin birbirine uyguladıkları etki Güneşin çekim kuvveti kadar güçlü değildir. Fakat bu çekim azda olsa birbirlerine tesir eder. Örneğin, Güneş sisteminin en büyük gezegeni Jüpiter’dir. Jüpiter dünyadan bin defa büyüktür ve 13 adet uydusu vardır. Jüpiter uydularıyla beraber etrafındaki gezegenlere ve dünyaya bir çekim uygular. Ayrıca Jüpiter dünyadaki hayatın muhafaza edilmesinde önemli bir yere sahiptir. Jüpiter güçlü kütle çekim kuvvetiyle Güneş Sistemine giren her türlü kuyruklu yıldız ve asteroiti ya yörüngesini değiştirerek fırlatır ya da kendi içerisine alarak o gök cismini yok eder. Eğer Jüpiter olmasaydı asteroit ve kuyruklu yıldızlar sürekli Dünyaya çarparlar ve yeryüzündeki hayatı bitirirlerdi.7 Güneş ve gezegenler arasındaki çekim kuvveti Güneş sisteminde dengeli bir birlik ve bütünlük sağlamaktadır. Bazı bilim adamları Güneş sistemindeki dengenin oluşması için sisteme bir tür dizayn yapıldığını itiraf etmişlerdir. Bazı bilim adamları da “Güneş sistemi gerçek manada bir sistemdir. Gezegenlerin yalnızca gelişigüzel bir topluluğu değildir.”8 demişlerdir. Güneş sistemindeki dengeleme faaliyeti aslında Samanyolu galaksisinin merkezi ile galaksideki bütün yıldızlar arasında da mevcuttur. Hatta feza âlemindeki bütün yıldızlar ve galaksilerde de bu özellikler müşahede edilmektedir. Kütle çekim kuvveti ile merkezkaç kuvveti arasında oluşturulmuş dengeler sayesinde bütün uzaydaki kütleler arasında organik bir bütünlük oluşturulmuştur. Görünüşte zahiren çekim kuvveti bütün yıldızlar arası ilişkiyi sağlayıp kâinatta bir bütünlüğün ortaya çıkmasını sağlıyorsa da, hakikatte bütün bunların arkasında Allah’ın sonsuz gücü, kudreti vardır. Çekim kuvveti sebeptir, asıl müessir kudret-i ilahiyedir. Kaynaklar: 1- Saadettin Merdin, age. s. 355-357.2- Taşkın Tuna, Hayat Kaynağımız Güneş, Yeni Asya Yayınları, s. 20.3- Abdullatif Harputî, Tenkihu’l-Kelâm, s. 83.4- Bkz. Taşkın Tuna, Güneş, s. 53.5- Osman Çakmak, s. 78.6- Taşkın Tuna, Güneş, s. 56.7- http://www.umitsamimi.com/2013/01/jupiter-dunyamizi-nasil-korur/ (Erişim, 05.06.2015) 8- Taşkın Tuna, Güneş Sistemi, s. 66
İslam Alfabesi Kırgızlarda Çarlık Rusyası’ndan sonraki Komünist Rusya’nın işgaline kadar kullanılmıştır. Latince Müslüman Türkistan’da bilinmekte fakat yalnızca ek ihtiyaçların zuhuru anında kullanılmıştır. SSCB yöneticilerinin düzenlediği Ukrayna, Türkiye, Almanya, Avusturya, İran gibi ülkelerden gelen toplam 131 delegenin katıldığı Bakü’deki Türkiyat Kongresi’nde yalnızca Kazakistan ve Tatarların karşı çıktığı “Orta Asya Türklerinin alfabeleri olarak latincenin kabulü” fikri neticesinde (1926) Kur’an alfabesi yerine latince benimsenmiştir. SSCB’nin planına göre, birbirlerine İslam dini ile bağlı olan bu halkların Kur’an-ı Kerim ile bağlarını koparmak ve Müslüman olmayan diğer halklarla kaynaştırmanın tek yolu alfabe değişikliğinden geçiyordu Kırgızlarda Dini Eğitimin Gelişimi İslam dininin Orta Asya’ya ulaşması Hicret’ten sonraki ilk yüzyıllara rastlar. Kendilerine hiç de yabancı olmayan bu inanç sistemi, Türk boyları arasında kısa zamanda geniş kabul görmüştür. İslam’ın kabulü ile birlikte yeni bir ivme kazanan entellektüel hayat, Orta Asya’nın kısa zamanda kültür ve medeniyet merkezi haline gelmesini sağlamıştır (Yılmaz, 1997:155). Ancak Kırgızlar, Türki halklar arasında İslamiyet ile en geç tanışan halk olmuşlardır. Bunun sebebi olarak, Kırgız halkının şehirleşme sürecini çok geç tamamlamış olmaları söylenebilir. Kırgız halkı yaklaşık XVI. yüzyılda İslamiyet’i kabul etmişlerse de göçebe olmalarından dolayı İslamiyet’in bütün kurallarını tam olarak özümseyememişlerdir (Хасанов, 1959:21). Biraz gecikmeyle birlikte İslamiyet, tüm Türk halklarında olduğu gibi, Kırgızlar arasında da yerleşmiştir. Osmanlı Devleti’ndeki eğitim kurumlarının bir benzerleri bu coğrafyada İslamiyet’in kabulüyle birlikte gelişim göstermiştir. Özellikle Türk halkları arasında yerleşik hayat tarzına daha erken başladıkları bilinen Özbek ve Tatar halkları arasında mektep ve medreselerin tarihi daha eskilere dayanmaktadır. Kırgızlarda ise XVII. yüzyılda açıldığı bilinen mektepler, diğer Türki halklara göre biraz farklı gelişim göstermiştir. Kırgızlar göçebe yaşadıkları için barınak olarak “Bozüy” adını verdikleri çadırlarda yaşamışlardır. Bu nedenle okul olarak sabit konutlar yerine çadırları kullanmışlardır. Bu mekteplere ilk başlarda -yani Hokand Hanlığı dönemlerinde- Özbeklerden mollalar geliyordu, daha sonraları ise Tatarlardan da gelmeye başlamıştır. Rus bir tarihçi bu dönemi şöyle anlatmaktadır: “Şunu belirtmek gerekiyor ki İslami faaliyetler sadece yerleşik halkın bulunduğu yerlerle sınırlı kalmamış, taşraya, göçebe halkın bulunduğu yerlere yani Kazakların, Kırgızların, Türkmenlerin yaşadığı yerlere kadar uzanıyordu. Göçebe halkın yaşadığı bölgelerde camilerin yanında çadır mektepleride açılmıştı. Bununla beraber mekteplerin sayısı oldukça çoktu. Kazak steplerinde dini propagandaların yayılmasında en önemli rolü Tatar mollaları oynamıştır (Иванов, 1958:215).” Bugün özellikle Bologna Süreci içerisinde önem kazanan, öğrencilerin ve öğretmenlerin hareketliliği gibi mevzular Müslüman halklar arasında çok önceden tesis edilmişti. Yani aynı kitaplar okunduğundan, hemen hemen aynı dersler görüldüğünden ve aynı dil kullanıldığından öğretmenler Türk, Tatar, Kırgız, Özbek demeden çocuklara eğitim götürmüşlerdir. Orta Asya’da Müslüman halklar arasında -yakınlaşmaya sebep olan Osmanlıcaya benzeyen- Çağatay dili, alfabe olarak da İslam alfabesi kullanılmıştır. Kırgız halkının açmış olduğu mekteplerde eğitim veren muallimler Tatar, Özbek, Kıpçak halklarına mensup kişiler olmuşlardır. Kullanılan dil ve alfabenin ortak olması, dünyanın bütün Müslüman halklarında olduğu gibi, bu coğrafyayı da birbirine kenetlemiştir. Ortak bir dil ve alfabeye sahip olan bu eğitim yuvalarında çok sayıda Kırgız aydınları yetişmiştir. Kırgızlarda medrese olmadığından, mektebi bitiren öğrenciler Özbek medreselerinde eğitim görmüşlerdir. Ancak 1850 yılından itibaren Çarlık Rusya bu toprakları işgale başlamış, Kırgız halkının hiç bir değerine ehemmiyet vermeyerek, hristiyanlaştırma yoluna gitmiştir. Çarlık Rusya’sının istilasından önceki Kırgız tarihi hususen eğitim tarihi konulu bilgiler çok sınırlı olduğundan tam bilgiler elde edilememektedir. Kırgız SSR mektebine uzun yıllar hizmeti dokunmuş M. Kasımbekov hatıralarında şunları yazıyor “Dini kuralları ve kanunları öğrendikten sonra talebe eğitimini tamamlamış sayılıyordu. Bu talebe yarı ümmi idi yani yazabiliyordu, fakat okuyamıyordu ve hatta yazmayı da bilmiyordu.” (Измаилов, 1957: 12) Halbuki Kırgız İlimler Akademisi tarafından 1976 – 1980 yılları arasında yapılan ilmi araştırmasının neticesinde Kırgızistan’daki çoğu köylerden, kışlalardan, kalelerden olmak üzere Arap, Fars, Türk ve Çağatay dillerinde XII – XVI. ve XVIII –XIX. asırlara ait 500’e yakın kitap, 200’e yakın el yazmaları ve daha başka yazılar bulunmuştur. Bu hakikat çok eskilerden beri Kırgız halkı arasında okuma yazma bilen, alim, bilgin kişilerin var olduğunu kanıtlamaktadır. Bu fikri 1785 yılının 23 Ağustosunda Rus Çarlığına yazılmış olan Atake Baatır’ın mektubu, Kırgız Biy’i Olcobay’ın 1825 yılında, Şerali Biy’in 1827 yılında Batı Sibir Genel Valiliği’ne yazılan mektupları desteklemektedir (Байгазиев, 2005:7). Bu demek oluyor ki Kırgız tarihindeki bu üç dönemin her biri kendinden önceki dönemleri karalamaya çalışmışlardır. Yani Çarlık Rusya Kırgız halkını onlar gelmeden önce okuma yazma bilmeyen, eğitim hayatı çok karanlık olan bir halk olarak göstermeye çalışmış. Özellikle Çarlık Rusyası döneminde eğitim alanında Hıristiyanlaştırma ve Ruslaştırma siyaseti yoğun bir şekilde uygulanmıştır. Halkları birbirinden ayırmada önce dil ve alfabe değişikliğine gidildi. Daha önce ortak bir dil ve alfabe kullanan Türkistan halkları için onların diline uygun olarak Kirilce’deki 33 harfin yanında yeni harfler eklenmiştir. Böylece yazı dilinde bulunan bu farklılık konuşma diline de geçerek halklar arasındaki dil birliği kaybolmuş oldu. Yüzyıllardır aynı coğrafyada bir bütün olarak yaşayan Türk halkları, ayrı ayrı milletler durumuna geldi. Yazı dilini, okuma-yazmayı bilmeyen halk kültüründen ve inançlarından koparılarak herşeyi itaatle kabul eden kullar haline getirildi (Egamberdiyev, 2005: 104). Böylelikle kendilerinin Türkistan’a dolayısıyla Kırgızlara eğitim getirdiklerini savunacaklardır. Nitekim öyle de olmuştur. 1917 Ekim devrimiyle gelen Komünist Rusya ise, kendinden önceki üç dönemi karalamakla işe başlamış ve eğitimi Kırgızlara kendilerinin getirdiğini savunmuşlardır. Mesela Komünist Rusya yani Sovyetler Birliği Çarlık Rusya’yı Müslüman halklara Hıristiyanlığı empoze etmeye çalıştığını savunmuştur. Doğruluk payı var. Yani halk Çarlık Rusya’nın açtığı okulları (şkola) Müslüman çocukları Hristiyanlaştırarak kendi askeriyesine dahil ettiği bir yer olarak görmüştür (Тургунбаева, 2008:8). Ancak bu inançlarından ve geleneklerinden uzaklaştırma politikası Komünist Rusya döneminde de sürmüştür. 20-24 Kasım 1962 tarihinde Almatı şehrinde “SSCB halklarının edebi dillerinin gelişme meseleleri” adı altında bir konferans düzenlendi. Bu ve benzeri konferansların amacı yerli diller üzerinde Rusçanın etkisini güçlendirmekti. Çarlık Rusya’sı Türkistan halkının çocuklarını yarı cahil bırakmak için basit öğretmenler tarafından hazırlanan kitapları okutuyorlardı (Egamberdiyev, 2005: 104). Yani her iki dönemde de bir asimileden söz edilebilir. İslam Alfabesi Yukarıda da anlatıldığı üzere İslam Alfabesi Kırgızlarda Çarlık Rusyası’ndan sonraki Komünist Rusya’nın işgaline kadar kullanılmıştır. Latince Müslüman Türkistan’da bilinmekte fakat yalnızca ek ihtiyaçların zuhuru anında kullanılmıştır. SSCB yöneticilerinin düzenlediği Ukrayna, Türkiye, Almanya, Avusturya, İran gibi ülkelerden gelen toplam 131 delegenin katıldığı Bakü’deki Türkiyat Kongresi’nde yalnızca Kazakistan ve Tatarların karşı çıktığı “Orta Asya Türklerinin alfabeleri olarak latincenin kabulü” fikri neticesinde (1926) Kur’an alfabesi yerine latince benimsenmiştir. SSCB’nin planına göre, birbirlerine İslam dini ile bağlı olan bu halkların Kur’an-ı Kerim ile bağlarını koparmak ve Müslüman olmayan diğer halklarla kaynaştırmanın tek yolu alfabe değişikliğinden geçiyordu (Даудов, 2011:12). Bu durumun orataya çıkacağını farkeden Kırgız aydınlarından olan İşenalı Arabayev ve Kasım Tınıstanov derhal bir Kırgız “Alip-bee”‘1si hazırlama yoluna gitmişlerdir. Hazırlamış oldukları Alip-bee’ler ile mekteplerde eğitim vermişler ve ülkenin her yanına dağıtmaya çalışmışlardır. Bugün o dönemden kalma Kırgız Milli Kütüphanesi’nde bu iki Alippe ile birlikte Hatt-ı Kur’an olarak bir çok kitap bulunmaktaysa da bu hattı kullananların azlığından dolayı rağbet görmemektedirler. Bu iki kitaptan aşağıda bir kaç örnek vereceğiz. Resim 1’deki İşanalı Arabayev’in yazmış olduğu Alip-bee kitabının giriş sayfasıdır. Kitabın ismi ve en altta da “Kırgız Tilinde (dilinde)” yazmaktadır. Resim 2’deki yazı incelendiğinde Osmanlıcadaki gibi “E” sesinin “ه” harfiyel, “Ü” sesinin “و” harfiyle ve “A” sesinin ise “ا” harfiyle verildiği görülmektedir. Yazıyı okursak “enem üydö töö saayt” yani “annem evde deve sağıyor” yazdığı görülecektir. Resim 3’te ise, “A” sesinin yine “ا” harfiyle yazıldığı görülmektedir. Okuduğumuzda ise “ata at bagat” yani “baba at bakıyor” şeklinde yazıldığı anlaşılmaktadır. İşanalı Arabayev’in 1926 yılında Alip-bee kitabını çıkarmasının hemen ardından bir sonraki yıl diğer Kırgız aydını olan Kasım Tınıstanov 1927 yılında kendi kitabını yayınlamıştır. Aşağıda örnekleri verilecektir: Resim 4’te Tınıstanov’un “okuu – cazuu- bil” isimli kitabı görülmektedir. En üst kısımda ise yazarın Rus döneminden önceki isminin yazılması dikkat çekmektedir. Yani “Kasım Tınıstan Uulu(oğlu)” olarak yazılmıştır. Tınıstanov’un kitabı Arabayev’in kitabına göre daha ayrıntılı olarak yazılmıştır. Kitabın içeriğinde yalnızca harfleri öğretmek değil, aynı zamanda okumayı da öğretmek istediği anlaşılmaktadır. Bu nedenle kitap içerisinde bir çok Kırgız tarihi ile alakalı yazıların verilmiş olduğu görülmüştür. Resim 5’te Kırgız Dilinde “Padişa zamanındagı Kırgız eli” yani “Padişah zamanındaki Kırgız halkı” yazılı olduğu görülmektedir. Resim 6’da ise 1916-17 yıllarındaki Komünist Rusya’nın, Çarlık Rusya’ya karşı yapmış olduğu Ekim Devrimi anlatılmaktadır. Kırgızcada “cıl” “yıl” anlamına gelmektedir. Yukarıdaki yazıda “1916. cıl abdan korkunuçtuu cıl” yani “1916 yılı çok korkunç bir yıl” denilmektedir. Sonuç Kırgızlar İslam Alfabesini 1926 yılına kadar kullanmışlardır. Bu dönemden sonra kısa bir süre Latin Alfabesi kullanılmış, ancak birliği sağlamak adına tüm SSCB ülkelerinde Kiril alfabesi ortak alfabe olarak kabul edilmiştir. İçerisinde hiç bir dine yer olmayan bu Komünist sistem, elbette Müslüman halkları birbirlerine İslam ile bağlayan Hatt-ı Kur’an’a müsaade etmeyecekti, nitekim öyle de oldu. Halbuki Kırgızistan topraklarında bugün İslam Tarihi açısından büyük değer taşıyan 751 Talas Savaşı’nın yapıldığı yeri içerisinde barındıran Talas şehri ve “Kutatgu Bilig” (Kutalçu Bilim)in yazıldığı yer ve aynı zamanda Karahanlı Devleti’nin ilk şehri olarak kabul edilen “Balasagun” şehri bulunmaktadır. Yaklaşık 80 sene Türk halkları arasında bütün manevi değerleri tahrip eden Komünizm sisteminin neticesinde Kırgız gençleri tekrar dinlerine sahip çıkmaktadırlar. Bugün camiler gençler ile dolup taşmaktadır. Kırgızistan’ın her yerinde Kur’an öğreten kurumlar açılmaktadır. SSCB’den ayrılan ülkeler arasında Kırgızistan “özgürlükler ülkesi” olarak tanımlanmaktadır. 2005 ve 2010 yıllarında yapılan halk devrimleri neticesinde tam bir demokrasi ortamına geçildiği söylenebilir. Bugün Kırgızistan’da dini faaliyet yapan 10’dan fazla Türkiye menşeli ve çok sayıda Arap menşeli cemaatler bulunmaktadır. Kırgızistan’daki bu dini uyanışta, bu cemaatlerin de etkisi büyüktür. Kırgızistan’ın şu anki Cumhurbaşkanı olan Almazbek Atambayev ise, bir dönem Türkiye’de ailesiyle yaşamış ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a abi diye seslenebilecek kadar muhabbet besleyen birisidir. Bu nedenle Türkiye’ye gerek devlet bazında ve gerekse cemaatler bazında büyük görevler düşmektedir. Kaynaklar: 1- Kırgız elif-ba’sı Байгазиев Совьетбек. (2005). Алатоодогу Агартуунун Тарыхынын Кыскача Очерки (ХVII. Кылымдан 1917’ге чейин). Бишкек. Даудов А. Х., Мамышева Е. П., (2011). “Из Истории Латинизации Национальных Алфавитов СССР”, Вестник Санкт- Петербургского Университета Серия 2, Выпуск 2, Июнь. Egamberdiyev Mirzahan. (2005). Çarlık Rusyası’nın Türkistan’daki Eğitim Politikası (1870-1917). Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi, cilt: 6, sayı: 1, 103-108. Хасанов Анварбек Хусейн. (1959). Из Истории Киргизии ХIХ Века. Киргизское Государственное учебно-педагогическое Издателство Фрунзе. Иванов, П.П. (1958). Очерки По Истории Средней Азии (ХVI – Середине ХIХ В.). Издателство Восточной Литературы, Москва. Измаилов, А.Е. (1957). очерки по истории жовьетской школы в киргизии за 40 лет (1917-1957), фрунзе: киргизское гожударственное учебно-педагогическое издателство. Mehmet N. Yılmaz, (1997) Türk Dünyasının Tarikatleri, Türk Dünyası Özel Sayısı, sayı: 15, Türkiye Medya Hizmetleri Yayınları. Тургунбаева, А., М., (2008). Формирование Системы Народново Образования В Период Културнои Револютсии В Киргизии (ХХ. В. 20-30. Г.), Бишкек, Кыргызско-Российски Славянски Университет.
Sudan’da Ramazan birlik beraberlik, kaynaşma ve yardımlaşma ayıdır. Sudan’da Ramazan, sıcak, susuzluk ve yorgunluk ayıdır. Sudan’da Ramazan Kur’an, teravih, teheccüt ve toplu iftardır. Sudan’da Ramazan ayı denince bazılarının aklına “kerkedi” gelir. Bazıları da Ramazan ayını elektrik kesintileriyle hatırlar. Bazılarına göre Ramazanda en güzel şey, camilerde gerçekleştirilen uzun kaylule uykusudur. Tabi ki en güzeli de; saat ikiden beri beklediğimiz akşam ezanıyla orucumuzu Nil-i mübarekin suyuyla açmaktır. Sudan hala klasik Ramazanların yaşandığı bir ülkedir. Akşam ezanına yakın erkekler evde hazırlanan içeceklerden ve hafif yiyeceklerden oluşan bir tepsiyi alıp sokağa çıkar ve sokak aralarında hızlı iftar sofraları açılır. Bayanlar ise iftarlarını evlerinde açarlar. Tabi bu kesinlikle iftar yemeği değil, sadece iftar açmadır. Çünkü Sudanlılar iftar yemeğini teravih namazından sonra aileleriyle yerler. Akşam ezanıyla köy ve şehirlerde sokak aralarında ve mahallelerde gerçekleşen iftar açma programlarının menüsünde soğuk su, Sudan’ın kuru ve sert hurmaları, belile (tuzlu suda haşlanmış küçük taneli Sudan nohudu veya haşlanmış yeşil mercimek ebadında yuvarlak kırmızı mercimek), Sudan’da değişik bitkilerden elde edilen yöresel içecekler (abre, konkonez, aradip, kerkedi). Herkes evinde ne hazırlandıysa getirdiğinden her gün eşit dağılım olmayabiliyor. İftar vaktine az kala bir yere gidiyorsan yolunu kesip iftar sofrasına davet ederler. Eğer iftara bir yere davetliysen çok önceden hareket etmen lazım, yakalanırsanız iftarı yapmadan bırakmazlar. Sudanlılar Ramazanda sıcağın ve susuzluğun etkisiyle öğleden sonra serin bir yer bulma arayışına girerler. Bunun için de en ekonomik ve en rahat yer camilerdir. Ramazanda gündüzleri camilerde klimalar hiç durmadan çalışır ve cami içi soğuk kalır. İnsanlar da kendilerini dışardaki sıcak havanın ve susuzluğun etkisiyle camilere atarlar. Öyle ki bazı camilerde öğle namazında ilk cemaate yetişemezseniz namaz kılacak yer bulamayabilirsiniz. Avrupa’dan Sudan’a Arapça öğrenmek için gelen bir arkadaş Ramazanın ilk günü öğleden sonra bir iş için dışarıya çıkar (tabi bu, kendisi için Sudan’da ilk Ramazan). Bakar ki caminin etrafında yüzlerce otobüs ve araba park etmiş, caminin etrafındaki yol tamamen kapanmış, hatta insanın yürüyebilmesi için bile yol yok. Arkadaş düşünmüş, “Demek ki yurt dışından büyük bir vaiz gelmiş ve ders veriyor. Bizim bundan nasıl haberimiz olmaz!” diye hayıflanarak camiye koşar. Kapıyı sakince ve nazikçe aralar, bakar ki mihraptan kapıya kadar her yer boşluk kalmaksızın uyuyan insanlarla dolu. Şaşkınlıkla kapıda kala kalınca biri hafifçe kafasını kaldırıp “kapıyı ört, dışardan sıcak geliyor” dediğini duyar. Sudan’da teravih namazları genelde hatimle kıldırılır. Bununla beraber kısa surelerle kıldıran camiler de tek tük bulunur. Türkiye’den gelen arkadaşlar ilk geldiklerinde hatimle namaz kıldıran camilere giderken iki üç yıl kalanlar -ülfet ve ünsiyetin verdiği gafletle- zamanla kısa sureli camilerin peşine düşerler. Bu camilere ‘samedaniye’ denir ve sekiz rekâttan oluşan bu namazlarda ikinci rekâtlarda İhlas Suresi okunur ve Türkiye’deki ‘jet imamları’ aratmaz. Ama bu camiler çok nadir olduğundan bulmak kolay değildir. Şehir merkezlerinin ekseri camilerinde hatimle namaz kılınır. Ramazan’ın son on günü gelince de Kadir Gecesini ihya etmek için camilerde hatimli teheccüt namazı kılınır. Sekiz rekâttan oluşan teheccüt namazında imam üç cüz Kur’an okur. Gündüz kaylule için camileri dolduran Sudanlılar, bu sefer teheccüt namazı kılmak için doldururlar. Saat gece 1’de başlayıp 3’e kadar devam eden teheccüt namazlarında camileri dolu bulunursunuz. Şehir merkezlerinde hayat böyle canlı gözükürken, köylerde ve kenar mahallelerde işler biraz daha farklıdır. Evet, insanlar mutludur, tevekküllüdür ve şükürlüdür, ama sofraları çok renkli ve çeşitli değildir. Çok uzaklara değil, sadece başkent Hartum’un kenar mahallelerine çıktığınız zaman bile değişik manzaralarla karşılaşabilirsiniz. Değişik bölgelerdeki iç karışıklıklar nedeniyle köylerini terk edip daha güvenli yaşamak umuduyla Hartum’un elektrik ve su hizmetinin ulaşmadığı kenar mahallelerinde yaşayanlar, değişik İslam ülkelerinden ve Türkiye’den birçok yardım kuruluşunun getirdiği Ramazan kumanyasıyla sevinirler. Kurumuş dudaklardan “Allah razı olsun” duaları dökülürken, kim bilir içlerinden hayır sahiplerine ne dualar etmektedirler. Sudan’da Ramazanda zengin fakir herkesin vazgeçilmezi bol şekerli geleneksel soğuk içeceklerdir Bol şekerli bu içeceklerin çoğu gelenekseldir. Bunlardan en meşhuru ve hazırlanışı en kolay olan kerkedidir. Bilimsel adı hibisküs olan bu bitki, Türkiye’de narçiçeği veya Medine Gülü adıyla bilinir. Ramazan umresi yapanların aşina olduğu bir içecektir. İftardan 4 veya 5 saat önce suya yatırılıp şeker ve su ilavesi yapılır ve buz atılarak iyice soğutulur. İsteğe bağlı limon ilavesi de yapılır. Abre, konkonez ve aradip içeceklerini de hazırladıysanız misafir ağırlamak için birebirdir. Zira susuzluğun etkisiyle her birinden birer bardak içer içmez insanda ani tokluk hissi oluşturur. Teravih namazı kılarken karnınız zil çalmaya başlar. Onun için Sudanlılar iftar yemeğini teravihten sonra yerler.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi mübarek Ramazan ayı İngiltere’de de ayrı bir neşe, ayrı bir heyecan ve coşku ile karşılanıyor. Camiler çocuklarla, gençlerle doluyor, orucun manevi havası, Kur’an’ın halâveti, tazelenen imanların insanları hayırlara teşviki ile İngiltere’de Ramazanın ayrı bir güzelliği oluyor. Hatimle Teravihler ve Küçük Umre İngiltere’de Ramazan denince bizim aklımıza ilk önce hatimlerle kılınan teravih namazları geliyor. Camilerin ekseriyetinde teravihler hatimli olduğundan, tatlı bir uzunlukta ve manevi bir lezzette eda ediliyor. Mısır’dan ve sair Arab beldelerinden, Ramazan için davet edilen kâri’ler, hâfızlar Ramazanın geldiğini insana tam hissettiriyorlar. Mübarek beldelerde, umre zamanı nasıl dünyanın dört bir yanından Müslüman kardeşlerimizi görmek mümkün ise, İngiltere’de de Ramazan’da camilerde o uhuvveti, o kaynaşmayı ve o çeşitliliği görmek mümkün. Bazı camilerin cemaati Ramazan’da çok kalabalık olduğu için gecede iki teravih kılındığı da vakidir. Omuz omuza verilerek kılınan teravihlerle beraber, cemaatle kılınan gece namazları da İngiltere’de Ramazanın olmazsa olmazlardan. Camilerde Toplu İftarlar ve Samimi Sofralar İftar vakti gelmeden insanlar cemaatle mağrib namazına koşarlar. Ezan okunduğu zaman evvela hurma ve süt ile belki birkaç hamur işiyle oruç açılır ve hemen cemaatle akşam namazı kılınır. Hemen her camide bulunan toplu iftar âdeti, kardeşliğin ve paylaşmanın pekişmesi için harika imkânlardır. Yerlere sergiler serilir, evlerinden ikram getirenler paylaşırlar. İrili ufaklı mescidlerde ve camilerde gayet samimi ve mütevazı ama bir o kadar manevi zenginliği olan sofralar bunlar… Somalili kardeşlerimizin samimiyeti, Pakistanlıların sıcakkanlılığı, Arap kardeşlerin coşkusu, Bangladeşlilerin hizmet etme aşkı, yeni Müslüman olmuş İngilizlerin tatlı çekingenlikleri; her biri ayrı bir güzellik katıyor iftarlara ve o kadar kalabalığa nazaran zahiren az olan yiyecekler yeter de artar bile. İngiltere’nin ve İslam’ın istikbali: Kur’ân Talebeleri İngiltere’de hafta sonu veya ikindi üzeri herhangi bir camiye giderseniz onlarca çocukla Kur’an tâlimi yapıldığını görürsünüz. Ezber yapanlar, dersini verenler, elifba çalışanlar… Camide tatlı bir ses, hoş bir tını… Arıkovanı gibi bereketli ve belki de neticesi baldan daha tatlı. İngiltere gibi bir memlekette, her şehirde cami olduğunu duymak insanı sevindiriyor. Her camide de onlarca çocuğun Kur’an öğrendiğini görmek insanı duygulandırıyor. Bazen insan sadece oturup o günahsız yavruların masum hallerini ve okuyuşlarını izlemek istiyor. Siz tam izlemeye durmuşken, ezan okunuyor ve bu çocuklar namaz için hep beraber saf tutuyorlar. İstikbal için insanı sevindiren, ruhları cûş-u hurûşa getiren bu çocuklar için dualarınızı esirgemeyiniz. Son 10 Günün Vazgeçilmezi: İ’tikaf Ramazanın son günlerinde Kadir Gecesini aramak ve bu kıymetli günleri değerlendirmek hususunda Pakistanlı kardeşlerimizi tebrik etmek lazım. Şu an İrlanda’da oturan Doktor Rıdvan ismindeki samimi dostum şöyle demişti. “Senelik iznimi özellikle Ramazan ayına denk getiriyorum. Son günleri ilim ve ibadetle geçirip Ramazanı değerlendiriyorum.” Bu sadece Rizvan değil, pek çok kardeşimizin böyle yaptığına şâhit olduk. Ne güzel değil mi! Yıllık izni son 10 güne ayırmaya var mısınız? Tatili gezmeye tozmaya değil ibadete kullanmak. Camilerde i’tikaf için yapılmış perde rayları bulunur ve Ramazan’da perdeler ile ayrılan birçok oda ibadet için kullanılır. İ’tikafın ne kadar yaygın olduğunu anlatmak için birkaç örnek kâfidir. Oxford Merkez Camii’nde geçen sene en az 30 genç ve 10-15 orta yaşlı i’tikâftaydı. Cambridge Camii’nde de Londra Nuru’l-İslam Camii’nde en az 20 kişi i’tikafta idi. Birmingham-ı Şerif denecek kadar Müslümanların kalabalık olduğu şehirlerden bahsetmiyorum bile. Ve Bayram Günleri: Îyd Mübarek! Bayramlar, İngiltere’de yaşayan Müslümanlar için manevi güç kazanma ve memleketlerinden çok uzakta olan çokları için bu gayri-Müslim diyarda yalnız olmadıklarını görme noktasında önemli günlerdir. Binlerce kişinin çoluk çocuk ailece gittiği bayram namazları, ya büyük kapalı spor salonlarında veya park alanlarında kılınır ya da camilerde iki veya üç farklı cemaatle kılınır. Normal zamanlarda pek göze görünmeyen Müslümanların sayısı, bayramda kendini gösterir. Müslümanları bu coşkuyla ve beraberlikle görmek hem çocuklara da hem de yetişkinlere heyecan verir. Daha da güzelini söyleyeyim mi? Bayramlık elbiselerini giyen hiç tanımadığımız kardeşlerimizle şöyle candan bir musafaha edip onlara “İyd Mübarek” demek ne de güzeldir. Belki de Türkiye’den bakıldığında İngiltere’nin bu yüzü pek görülmez ama İngiltere’ye gelen göçmenler nesillerini muhafaza için ciddi gayret sarf etmişler. Hemen her şehirde camiler, mescidler ve Kur’an kursları açmışlar. İşte bu merkezlerde hatimli teravihler, toplu iftarlar, camileri dolduran Kur’an talebeleri, kıyamul leyl ve i’tikafları ile dahası da bayram coşkusu ile İngiltere’de Ramazan ayrı güzeldir.
Kıbrıs Adasının 1571 yılında Osmanlı Devleti tarafından fethedilmesiyle, Anadolu’dan Kıbrıs’a yerleştirilen Müslüman halkın Osmanlı kültürünün gelenek ve görenekleriyle birlikte İslamiyet de yerleşmiştir Kıbrıs’ta. Kıbrıs’taki Ramazanlar hakkında çok fazla yazılı kaynağa ulaşamasak da özellikle Kıbrıs’ın merkezlerini içine alan bölgelerinde Ramazan geleneklerine ve yaşayışına rastlamaktayız. Özellikle Lefkoşa ve diğer kasabalar, Ramazan ayının gelişiyle farklı bir boyuta girmekteydiler. Ramazanın en önemli özelliği oruç tutmak olduğundan, eskiden Ramazan ayını karşılamak için üç aylarda Pazartesi ve Perşembe günleri ile Ramazan ayı boyunca oruç tutma çok yaygındı ve önemseniyordu. Kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre, oruç tutamayan kişilerin gün boyunca herkesin önünde yiyip içmedikleri göze çarpmaktaydı. Oruçluya saygı çok önemliydi. Oruç tutmayan ve Müslüman olmayan diğer inanç sahiplerinin Ramazan ayında, sokakta açıkça oruç yenmez, yiyen olursa zaptiyeler tarafından hapse atılır, ancak bayram sabahı bırakılırdı. Yaz aylarına denk gelen Ramazanlarda işler ona göre ayarlanmaktaydı. Çok sıcak saatlerde sokağa gerekmedikçe çıkılmamaktaydı. Fakat köy yerlerinde bu durum söz konusu değildi. Köylü orucunu, aşırı sıcağa aldırmadan ovalarda orak biçerek, hayvanlarını otlatarak geçirirlerdi. Eskiden iftar saatinin işareti olan iftar topunu işitmeyenlerin, minarelerdeki kandillere bakarak da iftar ettikleri görülürdü... “Top atıldı haaaa!” Köy yerlerinde, özellikle yüksek yerlerde yaşayan köylüler, Lefkoşa’dan atılan topun ağzından çıkan dumanına göre iftar yaparlardı. Kalavaç köyünden anlatılana göre; Kalavaç köyünde yaşayan babasının iftara yakın saatlerde Lefkoşa’yı görülebileceği bir yerde durur, Lefkoşa’dan atılacak iftar topunun dumanını görmek için dikkatlice bekler, gözünü o yönden hiç ayırmazdı… Atılan iftar topunun dumanını gördükten sonra “Beş dakika sonra topun sesi gelecek!..” diyerek “Top atıldı haaaa!” diye bağırır, köylüye duyururdu. Kaleburnu köyünden anlatılanlara göre de; köyün muhtarı tarafından görevlendirilen bir kişi, silahıyla bir el ateş ederek köylüye iftar saatini ilan ederdi. Köy yerlerinde kendilerine göre geliştirilen metotların tümü, oruç tutan insanlara iftar saatini bildirmekti kuşkusuz... Bunun yanında bazı köylerin gökyüzünde beliren ilk yıldıza göre iftar ettiklerini belirtmektedirler. Çok çok eskiye dayanan bu yönteme, teknolojinin yetersiz kaldığı zamanlarda hala başvurmaktadırlar. Eskiden, Ramazan girer girmez yaşam tarzı tamamen değişir, gündüz hayatı söner ve onun yerine gece hayatı başlardı. Bu geceler ki küçük eğlencelerle süslenmiş manevi zamanlardı. Yiyecek ve içecek yerleri, kahvehane ve kıraathane gibi yerler akşama kadar kapalı tutulur, ancak akşam ezanına yakın saatlerde açılırdı ki bu daha çok Lefkoşa ve daha büyük kasabalarda yaşanmaktaydı. Buralarda iftar vaktine kadar ıssız bir manzara varken, iftar topundan sonra sokaklar adeta canlanırdı. Ramazan günlerine özel olarak süslenen aşçı denilen yemek yerleri ve tatlıcı dükkânları, karınlarını doyurmak isteyenlerle dolardı. Kahvehanelerde yüzük oynamak, karagöz seyretmek, meddah dinlemek de Ramazan gecelerinin vazgeçilmeziydiler. Damda iftar Duayla başlayan oruç açma, bir zeytinle devam ederdi. Hurma, bir yudum suyla veya çorbayla iftar edenler de olurdu. Özellikle köylüler, iftar dualarının nenelerinden ve annelerinden öğrendiklerini belirtiyorlar. Köylülerin sofraları, şehirler ve kasabalılar kadar zengin değildi. Kısmet neyse iftar onlarla yapılırdı. Köylüler özellikle yaz gecelerinde iftarlarını evlerinin damlarında yapmaktaydılar. Onlar için büyük bir olaydı damda iftar açmak… Eskiden Lefkoşa’da iftara doğru hemen her sokaktan bir çörekçi geçer, mahalle halkı mutlaka garaçoçolu (çörekotu) Ramazan Çöreğini sofrasında bulundururdu. Kıbrıs’ın Ramazan Çöreği öyle meşhurdu ki, mahalleye yaydığı kokudan bir çörek almadan duramazdınız. Nasıl durulsundu ki!.. İçine konan mezdeki tür tür tüterken, insanın canını alırdı bir süreliğine sanki! İftar sofrasındaki tatlılar arasında mevsimine göre kaymaklı sini gatmeri, samsı, ekmek gadeyifi, simid helvası, harnıp pekmezinden unla yapılmış topag helvası, gayısı datlısı ve güllaç başta gelirdi. Kıbrıs’ın kuru kayısısından yapılan ve pişerken yedi mahalleye kokusu yayılırdı dedikleri çekirdekli kuru kayısı tatlısını yağlı kuzu etiyle yemek gibi pişirilen köylülerimiz vardı. Kentlerde daha çok etsiz hazırlananı tercih edilmekteydi. Yazılı kaynaklardan öğrendiğimiz bu yiyeceği bugün ne hazırlayan var ne de piyasada satan var. Köy köy gezip Ramazan ayı ve gelenekleri hakkında bilgi alırken Kaleburnu’nda, bir zamanlar hali vakti yerinde olanların ‘Zerdali Pestili’ olarak bilinen ve Arap ülkelerinden getirilen bu pestilden, birkaç parça kesilerek su dolu çukur bir kabın içine birkaç parça ekmekle birlikte suda eritilerek yenmekteydi. Yaprak şeklinde olan bu Zerdali Pestilini birçoğumuz duymasak, bilmesek de bir zamanlar Ramazan sofralarına girdiğini kaynaklarımızdan öğrenmekteyiz. Eski zamanlarda, gerek iftarda, gerekse sahurda yenen yemeklerin pişerken etrafa yayılan kokuları bir başkaydı. Eskiden on bir ayın sultanı derlerdi ya, Ramazan ayına… haksız da değillerdi hani… Mübarek ayın gelişiyle, dede külahı kelle şekerleri, mis kokulu Anadolu ve Halep yağları, beyaz, sarı ve gül renkli İstanbul güllaçları, bal biteğini andıran ekmek kadeyifleri,, iştah açan Kayseri pastırma ve sucukları, doğanın kokularını taşıyan salatalıkları, yağı çalınmamış Baf Kaymakları, ve daha neler neler… Bin bir çeşit gıda maddeleriyle çarşılar dolar taşardı. Hele Lefkoşa ve Mağusa gibi surlarla çevrili Türk mahallelerinin sokaklarında insan Halep yağları kokusundan kendinden geçermiş. Tüm bunlar Ramazan ayı için!..Eski Ramazanların özelliği olan iftar sofralarına mutlaka akrabalar eş dost davet edilir birlikte yenir içilirdi. Teravih namazına gidilir sonra sahura kadar eğlenilirdi. Bu zengin iftar sofralarından yoksulların da nasibini aldığı görülürdü. Eski iftar sofralarına davet eden zenginlerin davetlilerine ‘Diş Kirası’ verdikleri de bilinenler arasındadır. Diş Kirası Nedir? Osmanlı döneminin en güzel geleneklerinden biri olan ve Ramazan ayında birçok evde, özellikle de köşk veya konaklarda iftara misafir davet edilmesi, Ramazan ayının adetlerindendi. Ev sahibi tarafından davet edilen misafirlerin yanında gelen Allah misafiri de geri çevrilmez, onlar için de sofralar hazırlanırdı. İftarın verildiği köşk veya konak, ziyafet evi halini alır, iftar sofraları bin bir çeşit yemekle donatılırdı. Misafirler iftarını yapıp teravihe gitmek üzereyken ev sahibi tarafından “yemek yiyip dişleriniz yoruldu” diyerek, kadife keseler içerisinde gümüş tabaklar, kehribar tesbihler, oltu taşlı ağızlıklar, gümüş yüzükler gibi hediyelikler, diş kirası olarak hediye edilirdi. Yemeğini bitirenler diş kiralarını aldıktan sonra “Kesenize bereket”, “Allah daha çok versin”, “Ziyade olsun” gibi dualarla konaktan ayrılırlardı. “Diş kirası” denilen bu hediyenin anlamı, davetlilerin o gece zahmet edip gelerek ev sahibinin sevap kazanmasına vesile olması olarak tanımlanmaktadır. Fakat işin bir diğer boyutu da muhtaçlara yardımda bulunmak, onları sevindirmekmiş. Osmanlı kültürü içinde ortaya çıkmış olan bu gelenek, 20. yüzyılın başlarına kadar devam ettiği yönünde bilgilendirme yapılmaktadır. Osmanlı kültürü olan eski Ramazan geleneklerinde Sahurcular vardı. Günümüze gelene kadar yok olan bu gelenek, sahur vakti geldiğinde Sahurcular gece yarısına doğru ortaya çıkar, halkı sahura kaldırırdı. Bu da ayrı bir güzellik ayrı bir mana katıyordu Ramazan gecelerine… Şerbet gibi gelirdi insanın yüreğine!.. Sahurcular üç kişiden oluşmaktaydı. Biri davulu, öteki zurnayı çalar üçüncü kişi de fener taşıyarak karanlık sokakları aydınlatırdı. Maniler ve dualar okuyarak halkı sahura kaldıran ve her kapıda bir ya da iki mani okuyan sahurculara halk, çeşitli yemekler ve tatlılar verirdi. Sahura kalkacak olanların kapısına dayanırlar zurnacı zurnasını öttürerek, davulcu davuluna tokmakla vurarak başlar sahur manilerini söylemeye: ‘Yenyi Cami’ direg isterSöylemeye yüreg isterBenim garnım togdur ammaArgadaşım büreg ister Remezan geldi gidiyorBizleri mahzun ediyorAyasofya’nın gandilleriSöyündü bradı gidiyor Temcîd’ler okunurdu… Temcid, “Mecdetme, Şereflendirme, Yüceltme, Onurlandırma” demektir. Peygamber Efendimiz’i öven kasîdelere “ Temcîd” denir. Müezzinler, camilerinden, sala, zikir, salavât, dua gibi metinlerden oluşan ve adına “temcîd” denilen bu kasîdeleri okuyarak halkı sahura kaldırırlardı. Bu o kadar yaygın hâle gelmişti ki, sahur yerine temcid, sahurda yenilen pilava da temcid pilavı denir olmuştu. Tembel hanımlar, sahura bir şey hazırlayamadığı zamanlar, akşam iftardan kalmış pilavı ısıtıp sofraya getirirlerdi. Bu hanımların tembellikleri sâyesinde,ev ahalisine sahurda yine temcid pilâvına tâlim, bize de günümüze kadar gelmiş o meşhur tâbir kaldı. Eski Ramazan gecelerinde sahurculardan başka minarelerde ‘Sahur okuma’ geleneği vardı. Eskiden halkın bir kısmı sahura kadar yatmaz, teravih namazından sonra ya evde ya da dışarda olur, çeşitli eğlencelerle ayakta kalır, sahur yer, ona göre yatardı. Ramazan aylarında evlerdeki eğlencelerin başında kadınların düzenlediği yumurtacı oyunu, değirmenci ve fincan oyunu gelirdi. Oruç satmak Canlı kaynaklarım arasında seksenlik, doksanlık olmalarına rağmen oruç tutabilen yaşlılarımıza hala rastlamaktayız. Gazi köyden anlatılanlara göre, on bir yaşında oruç tutmaya başlamış, hatta annesine oruç satarmış. Bunun anlamı annesinin tutamadığı orucu kendisi alıp oruç tutmasıymış. Bu sadece küçük kız çocukları için geçerliymiş. Oruç satmak için annenin kızına üç defa ‘Orucumu aldın gabul ettin?.. diyerek, kız da Annesine üç defa ‘Aldım gabul ettim!’ diyerek küçük yaşta oruç tutmaya alıştırılırmış. Yazılı kaynakların eski Ramazanlar hakkında verdiği bilgilerden öğrendiğimiz kadarıyla, Ramazanlarda camiler özellikle Lefkoşa’nın Ayasofya’sı ibadetten daha fazla toplantı yeri halini alırdı. Öğle namazından sonra cemaat küme küme toplanır, kimisi ilahi okur, kimisi fıkralar anlatır, kimisi dostlarıyla hasret giderirdi. En büyük şakalar da tiryakilere yapılanlardı. Tiryakilerin gece hayatını sabah ezanından bir bir buçuk saat önce okunan er ezanına yani yemek kesimi saatine kadar uzatırlardı. Birkaç aşçı dükkanı ile kahvehane, sırf tiryakilere özel olmak üzere o vakte kadar açık bulunulurdu. Er ezanında tiryakiler ve uyanık kalanlar sair oruçlular ağızlarını çalkalarlar ve uykuya yatarlardı. Öğleye doğru uyanırlar ve ondan sonra günün büyük bir kısmını camilerde geçirirlerdi. Ramazan geldi gidiyor, içime bir yalınlık, yakınlık ve coşku geliyor. Hayırlı Ramazanlar… Kaynaklar: 1- Prof. Dr. Talip Atalay KKTC Din İşleri Başkanı2- Ahmet Gürses Lefkoşa Ayasofya (Selimiye) Camii eski imam hatibi http://www.yeniduzen.com/Ekler/adres-kibris/117/yasayamadigimiz-eski-ramazanlar/610
Selamünaleyküm!Çok kıymetli ağabeylerimiz, ablalarımız, kardeşlerimiz, dostlarımız, akrabalarımız ve sevgili çocuklar; sizlerle bir sevincimizi paylaşmak istiyoruz. Daha önce, Luke isminde İslamiyet ile şereflenen bir genç ve Bulgar berberden sonra mübarek üç aylarda dualarınızı almak ve bir başka sevincimizi daha sizlerle paylaşmak için yazıyoruz. Receb Ayında Gelen Hidayet Londra’da yaşayan bir ağabeyimizin uzun senelerdir tanıdığı ve hidayeti için çok dua ettiği Geoff (Cef) isminde teknoloji firması sahibi bir İngiliz, Risale-i Nur hakikatlerini dinleyerek İslam ile şereflendi. Recebin ilk haftası, ağabeyimizle beraber ziyaretimize geldiler. İman hakikatlerini derinlemesine, Üstadımızın tatlı üslûbuyla paylaştık. Kendisi de uzun zamandır araştırmakta olan Geoff, uzun bir sohbetin ardından tam kanaati gelmiş bir surette şehadet getirmek istediğini dile getirdi. Şehadetin manasını söyledik; Müslüman olmadan önce kendisinin gerçekten rızası olup olmadığını sorduk. İman esaslarına inandığını ve gereğini yani ibadetlerini de yerine getirmek istediğini söyledi. Kelime-i Şehadeti biz önce ona söyledik, sonra o da bizim ardımızdan 3 kez tekrar etti ve bir İngiliz Müslüman abimiz / kardeşimiz daha oldu. Duygulu ama bir o kadar sevinçli o anı ihsan eden Rabbimize hamd olsun. Elhamdülillahi haza min fadli Rabbi... Rabbimiz bize ve ona son nefesimize kadar hidayette kalmayı nasib eylesin. Hizmetleri sahiplenmeyi ve davaya omuzdaş olmayı nasib eylesin. Âmin... İngiltere'de Tebliğ Sergileri Hayrat Vakfı İngiltere temsilciliği olarak, İslamiyet’in yaşanması ve kültürel değerlerimizin yeni nesillere aktarılması için eğitim faaliyetlerimize devam ediyoruz. Türklerle Kur’an-ı Kerîm, Risale-i Nur ve Osmanlıca çalışmalarımız olduğu gibi, diğer milletlerden Müslüman kardeşlerimizle de İngilizce Risale seminerlerimiz ve derslerimiz oluyor. Diğer taraftan Müslüman çocuklarla İslamî eğitim faaliyetlerimiz aynı tempoda devam ediyor. Ricalen ve nisaen devam eden çalışmalar, son iki yılda ciddi ivme kazandı. Bütün bu çalışmaların yanında, İngiltere’nin yerel insanlarıyla da İslamiyet’in hakikatlerini paylaşmak maksadıyla, İslamî tanıtım ve tebliğ sergileri düzenliyoruz. Daha önce Cambridge Merkez Kütüphanesi’nde düzenlediğimiz sergimizin bir benzerini, geçtiğimiz aylarda Southampton Medine Camii’nde gerçekleştirdik. Southampton İslami Tanıtım Sergisi (21-24 Mart, 2015) (Hâşâ) Allah bile batıramaz diye yola çıkan meşhur Titanik gemisinin kalkış limanı olan Southampton’da yaptığımız sergimize 1075 kişi katıldı. Tevhid derslerine önem verdiğimiz ve dört gün süren sergiye, yerli halktan ve pek çok farklı inançtan insanlar katıldı. Ateist, Agnostik, Katolik, Anglikan, Hümanist, okul çocukları, üniversite gençleri, hanımlar, erkekler... BBC South, BBC Radyo ve yerel gazetelerin de haber olarak yer verdikleri sergimizin açılışını Southampton belediye başkanı yaptı. Elinde kâğıt kalem sergideki yazıları not alan ve hayretle soru soran birçok ziyaretçi gördük. Kendilerine Risale-i Nur perspektifinden İslam hakikatlerini anlattık. Geri dönüşler pozitifti ve tekrar yapmamız yönünde teklifleri oldu. Allah devamını nasib eylesin. Şaban Ayında Brighton Receb ayında Geof (Cef) abimiz İslam ile şereflendi. Hamd olsun. Şaban ayında da nice yeni Cef’lerin daha İslamiyet’in mesajını duyması ve tebliğin onlara da ulaşması için Brighton şehrinde, Kudüs Camii’nde inşallah bir sergimiz daha olacak. Oraya da yerel halk, resmi makamlar, okullar ve medya davet ediliyor. Ramazan Ayında Basingstoke Bin aydan hayırlı olan Ramazan ayında da inşallah oturduğumuz şehirde, İngiltere’nin güneyindeki Hampshire bölgesinin Basingstoke’da en yoğun merkez kütüphanesinde bir tebliğ sergimiz olacak. İki salon tutuldu. Sergi malzemeleri, dağıtılacak kitaplar ve ikramların hazırlıkları yapılıyor. Belediye başkanlığından onay geldi. Sergimizin açılışını da resmi olarak yapacaklar inşallah. Şehirdeki çok kültürlülüğün ve çeşitliliğin ve ibadet özgürlüğünün desteklenmesi açısından bu açılış önem taşıyor. Ayrıca bu tanıtım sergisi şehirdeki ilk tebliğ sergisi olma özelliğini taşıyor. İngilizce Risaleler Dağıtılacak Önceki sergilerde de olduğu gibi, büyüklerimizin tensibi ile sergilerimizde onlarca risale dağıtılacak inşallah. İçerisinde İngiliz Hâfız ve İslâmi ilimler uzmanı Hasan Spiker kardeşimizin de olduğu vakfımızın tercüme heyeti tarafından İngilizceye çevrilen eserler İslami tanıtım sergilerimizde hediye olarak ziyaretçilere verilecek. Risale-i Nur’dan 10. Söz (Haşir Risalesi), 19. Mektup (Mucizat-ı Ahmediye -asm) 25. Söz (Mucizat-ı Kuraniye) eserleri cep kitapları şeklinde dağıtılacak inşallah. İslamiyet’in yayılmasında maddi-manevi emeği geçen herkesten Allah ebeden razı olsun. Dualarınızı esirgemeyiniz. İstikbal parlak, dünya arayışta, İslamiyet’i arıyor. Yâ Rabbi, Risale-i Nur’u umum beşeriyete envâr-ı hidayet ve tedavi-i kulûb eyle. Amin, amin, binlerle amin…
Rahmet ayı Ramazanda cehennem kapıları kapanır, cennet kapıları açılır her müminin üstüne. Bağlanır şeytanlar zincire… Bire on, bire bin, bire on bin ve daha fazla sevaplar verilir Kur’an okumanın her bir harfine… Kur’an… Dünya ve ahiret saadetimizin anahtarı. Bütün renklerin hidayet güneşi. Bütün insanlığın mürebbisi. Metruk diyarların kimsesi. Efendimizin en büyük mucizesi. Belâgat ve fesahatte hiçbir fanin ulaşamayacağı nihai bir nokta. Meydan okuyuşu da bundandır onun. “Yemin olsun ki, eğer insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini meydana getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar yine onun benzerini getiremezler.”1 Ve “Ben benim, Sen Sensin” diyen nefsi, Rabbi karşısında dize getiren terbiye ediciliğin zirvesi bir ibadettir oruç… Cehenneme atıldı nefis. Kandan, irinden deryalara daldı nefis. Boyunlarına demir halkalar, ayaklarına bukağılar geçirilen nefis. Zincire vuruldu uzunluğu yetmiş arşın. Zebanilerin eliyle demir kamçılarla dövüldü nefis. Zifiri karanlıklarda yılan, çıyanla baş başa kaldı nefis. Uçurumdan yuvarlandı bir top gibi, kuyuya atıldı bir taş gibi. Zakkum yedirildi günlerce. Kaynar sular döküldü başından aşağıya bedeninin her zerresine. Karnı kaynadı, beyni eridi uzunca bir zaman. Dondurucu soğuğun, eritici sıcağın envai azabını tattı nefis. Tattı da yine pes etmedi nefis. İllaki açlık geldi, kesildi nefsin nefesi… Kırıldı, kolu kanadı. Bitip, tükenince ancak “Ente” dedi. “Ente Rabbiye r-Rahîm ve ene abdüke l-âciz…” “Sen benim merhametli Rabbimsin, ben ise Senin aciz bir kulunum!” Mariana çukuruna döndü, yıkıldı Everest Tepesi benlik… Benden sıyrılıp, “Sen” demişti ilk defa… Açlıkla nefis kendini bildi. Kendini bilince Rabbini bildi… Sadece oruç değildi bu ayda yapılan ibadetler. Teravihler, hatimler, fitreler, ayyuka çıkan yakarışlarda vardı. Ve bunlarla heybeler doldu taştı. Sonra bayram geldi. Bayramlarımız geldi. Bayramı, bayram bilen herkese… Kadrini bilenler azımsanmayacak kadardı. Ne var ki yine de asıl hüviyetinden yoksundu bayramlarımız. Eskisi kadar tadı, tuzu yoktu artık. Renksiz, kokusuz ve ruhsuz… Zamanın ve şartların değiştirdiği bizler ve bizlerin değiştirdiği bir bayram profili var karşımızda şimdi. İnsanlardan hatta kendisinden bile kaçanların başvurduğu sığınağın, dayanağın adı oldu bayram… Yüz seksen derecelik farkın ne zaman başladığı sorusuna ihatalı cevap verebilmem için galiba kaplumbağa kadar bir ömre ihtiyacım var. Ben ileri gitmeyip yaşımla mukayyet kalayım. Çocukluğumda duyduğum, kokladığım, gördüğüm bayramlardaki pür neşe, bir kuş gibi uçuverdi elimden. Yaşadığım çeyrek yüzyıldaki değişim baş döndürücü… Yüz yüze sohbetle başlayan dostluğun sıcaklığı, yerini telefonlara terk etti uzun zamandır. Hatta o arzu edilmeyen görüşme şekli bile çoktan eskimiş durumda. Mailler, mesajlar, whatsapplar, tweetler, facebooklar elde avuçta kalan bayramın son damarını da kesiverdi artık. Çocukluğumdaki bayramla çocuğumun yaşadığı bayramlar bile çok farklı şimdi… “Satırlarıma başlamadan önce” diye başlayıp, “Kestane kebap, acele cevap” diye bitirdiğimiz mektuplarımız, tasannudan uzak, içten duyguların döküldüğü kelimeler vardı. Satırların sonuna elimizi koyup çizer, içine ise bazen bir mani, bazen sevdiklerimizin isimlerini yazardık. Gül kokusu sürerdik mürekkep damlayan satırların gülümseyen yüzüne. Sabırsızlıkla, heyecanla beklenirdi siyah çantalarında hasreti ve dostluğu taşıyan postacılar. Namelerde eskidi sonra… Neydi o bayramlar diye başlamak istemezdim söze. Lakin eski bilinmeden yeni bilinmezdi. O günlerde bayram eşten, dosttan, akrabadan köşe bucak kaçılan bir tatil sığınağı değildi. Bayram evdeydi. Fakat evden çok öte bir şeydi. Cıvıl cıvıl sesleri, ellerindeki şeker poşetleriyle çocuklar geçerdi sokaklarımızdan. Ve bir de anneler, babalar, kardeşler… Hepsinde bayram ismiyle müsemmaydı. Huzur, neşe, barış ve kardeşliğin adıydı. Şimdilerde kapı komşumuz bile sorulmazken, adı bile bilinmezken gezilmedik hısım akraba bırakılmazdı. O eski bayramlarımız ne de güzeldi. Gerçi bayramlar hep iyiydi. Zaman ve şartların değiştirdiği bizlerdi bayramların içini her geçen gün biraz daha boşaltan. Bayram namazından sonra aile büyüğünün evinde geniş bir sofranın etrafında toplanılır, sohbetler edilir, birkaç lafın beli kırılırdı. Ardından topluca yakınların evlerine ziyaretler yapılır, büyüklerin elleri öpülür küçükler ise nasipsiz bırakılmazdı. Küs olanların barıştırılması için bayramlar ne de bulunmaz bir fırsattı. Huzurdu bayram Daha kendisi gelmeden günler önce neşesi gelirdi. Şimdilerde yapılan tatil planlarının aksine hısım, akraba, konu komşu ağırlanır onları memnun etmenin hayalleri kurulurdu. O güne kavuşmak için takvim yaprakları bitmek bilmezdi. Haftalar öncesinden tatlı bir telaş ve heyecan sarardı herkesi. Özelliklede anneleri… Evler baştan sonra bir temizlik operasyonu geçirirdi. Misafir odası operasyonun en önemli merkeziydi. Havanın bile girmekten korktuğu bu odaya kimse kolay kolay giremezdi. Sadece kutlu misafirindi o… Odadaki sedirlerin, somyaların yahut kanepelerin, halıların, dolapların hatta süs eşyalarının bile üzeri özenle örtülür, kapısı kilitlenirdi. O gün için bu odalar misafire verilen kıymetin bir göstergesiydi. Sevmek, değer vermek bayramlarda bir başka güzeldi. Günler öncesinden anneler, teyzeler, halalar, konu komşular bir araya gelir, güle oynaya baklavalar, börekler, sarmalar açarlardı. Bayramın hoşemedisi olan Arefe günü ise ayrı bir keyif kaynağıydı. Gün, ganimet bilinip oruçla, istiğfarla, duayla karşılanırdı. Asıl dünyalar kadar sevinci ise çocuklar yaşardı. Alınan allı, pullu kıyafetlerini ve ayakkabılarını başlarının ucuna koyar, öyle uykuya dalarlardı. Ki bayramı düşünmekten uyudukları da söylenemezdi ya. Sabahı zor eden çocuklar, babalarının elinden tutup doğru bayram namazına giderlerdi. Camiler hınca hınç dolu aynı zamanda sürurlu ve huzurlu olurdu. Hele Kurban Bayramları ayrı bir keyifti. Tekbirler eşliğinde kesilirdi kurbanlar Allah rızası niyetine. Rab ile can arasına giren mal kaldırılırdı ortadan böylece. Kurban… Dünya sevgisinin panzehiriydi. İsmaillerden vazgeçmekti belki. Her yürekten büyük bir coşkuyla söylenirdi kulakların pasını silen tekbir sesleri… “Allahuekber, Allahuekber / La ilahe illallahuvallahuekber / Allahuekber ve lillahilhamd…” Kesilen etler kavurmalık yapılmayıp garip gurebaya dağıtılırdı. Gül kokan camilerimizden kardeşlik hukuku dillendirilirdi. Namaz bitiminde cami avlusunda bir muhabbet pazarı kurulurdu ki sorma gitsin. Tanıdık tanımadık herkes bir biriyle selamlaşır, helalleşir ve kucaklaşırlardı. Ardından babalar, çocuklarıyla kabristanın yolunu tutarlardı. Neticede ölümde devam eden yaşamın bir parçasıydı. Değişen bir şey yoktu. Aynı evin farklı odaları gibiydi, hayat ve memat… Biri yerin altında, biri üstünde devam ediyordu sadece. Bu yüzden hayatın başka bir koridorunda dolaşan yakınlar ziyaret edilir, bayramları öncelikli tebrik edilirdi. Babalarının yanından bir an olsun ayrılmayan büyük yürekler, minik elleriyle dedelerine, ninelerine Fatihalar, Yasinler gönderirlerdi. Ardından kovalara doldurdukları suları dökerlerdi mezarların üstüne bir bir… Dönüş yolunda babalar, babalarını yâd eder, çocuklarına dedelerinden arta kalan hatıralarını anlatırlardı uzun uzun. Aslında bir öğüt verirlerdi çocuklarına… Hepimizin bir gün geleceği bu mekânı unutma yavrum. Atanı ve ecdadını hayırla yâd et. Kabristan asude bir günün ilk ziyareti sayılırdı. Daha gün doğmadan babalar, çocuklar, kardeşler doğardı Güneşin yüzüne… Anneler, daha erkenden kalkarlardı. Eşleri namazdan gelmeden evvel evlerinin önünü suyla ıslatır ardından süpürüp temizlerlerdi. Aile reisi kapıda karşılanır, tebrikleşirlerdi. Ailecek yapılan güzel bir kahvaltı keyfinden sonra çocuklarının ve torunlarının yollarını dört gözle bekleyen büyükbabalar, anneanneler vakit kaybetmeden ziyaret edilirdi. Baba evi bütün ailenin birleştirici mayasıydı. Ziyaretler bittikten sonra çocukların akranlarıyla buluşma zamanıydı artık. Ama öncesinden bir hazırlık vardı tabi. Yeni alınan elbiseler saatlerce aynanın karşısında denenirdi ilkin. Kimisinin büyüklere özenip takım elbise giydiği de olurdu. Fakat daha çok spor kıyafetler tercih edilirdi. Bir türlü karar veremedikleri tişörtlerini kâh pantolonunun içine koyar, kâh çıkarırlardı. Bir cetvel gibi muntazam taranırdı saçlar. Alınan parlak ayakkabılar aynanın karşısında ne de güzel görünürdü. Bütün hazırlıklar tamamladıktan sonra soluğu birer, ikişer dışarıda alan çocuklar, şeker toplamak için dağılırlardı mahallelerinin dört bir tarafına. O günlerde aileler ne olacak korkusu taşımazlardı çocukları için. Mahalleler güvenin ve sıcaklığın adresiydi. Tanırdı herkes bir birini. Bakkalcı Zeki, Kasap Ziya, Bahaddin Usta, bahçesinden bizlere kucak dolusu elmalar ikram eden Kemal Amca, çocukluğumuza bakmaz bizimle bir dünya sohbet ederlerdi. Hepside ne dost canlısı, ne sevimli insanlardı… Çocuklar, usanmadan, yorulmadan şeker toplamak için çıktıkları yolda ev ev; kapı kapı dolaşıp “Bayramınız mübarek olsun amcacığım!” deyip şekeri kaparlardı, Güneş kayboluncaya dek. Boş dönmezlerdi açılan hiçbir kapıdan. Kimisi çikolatalı şeker, kimisi badem şekeri, kimisi fındık, leblebi, lokum ya da o gün için ne varsa o koyulurdu minik avuçların içine… Çocukların akşama kadar topladıkları hâsılat kucak dolusu şekerlerdi. Ve onlar böyle küçük şeylerden büyük mutluluklar duyarlardı. İşleri bitmiş sayılmazdı henüz, toplanan şekerler ayrı ayrı tasnif edilirdi. Çikolatalı, sakızlı, sütlü, kremalı… Sadece şeker toplanmazdı elbet. Akrabalarından alacakları paralar daha günler öncesinden ince ince hesap edilirdi. Muhyiddin Amcamdan 2,5 kuruş, Kazım Dayımdan 5 kuruş, eniştemden bir o kadar… Harçlığın büyüğünü ise babalar ve dedeler verirdi. Gezmekten arta kalan zamanlarda ise oyunlar oynanırdı. Çelik çomak, saklambaç, çatapat, daire, bilav, misket ve daha ne oyun biliyorlarsa onun aşkına tutuşurlardı çocuklar saatlerce. O günlerde bayramlar ne de güzeldi. Bayramlar aslında hep güzeldi. “Pür handedir âfâk, cihan başka cihandır Bayram ne kadar hoş, ne şetaretli zamandır.” Kaynaklar: 1- İsrâ Suresi-88
Cüz’î irade: Maddi bir vücuda sahip olmayıp, hava yolları ve meridyenler gibi farazî ve itibarî olarak kabul edilen, insandaki meyelan veya o meyelandaki tasarruftur. İnsan, maddi vücudu olamayan cüz’î iradeye sahip olmakla bir şey yaratmış olmadığından, o irade ve isteği Cenab-ı Hakk insana vermiştir. İmam Maturidî’ye göre cüz’î iradenin asıl temeli ise, bir şeyleri arzu edip sürekli olarak meyil etmek manasındaki insandaki meyelandır. İmam Maturidî o meyle maddi bir vücud vermediği için, o meyelanı insana vermiştir. Mesela, ağacın ilmî bir vücuda sahip olarak bir çekirdeğin içinde var olduğu itibar edilir. Maddi bir vücuda sahip olmadığı için, kudretin onu var etmesi gerekmez. İlmi ve itibari olarak da yok olduğu kabul edilmez. Zira o çekirdeği ektiğimizde ortaya çıkan maddi ağaç, onda ilmî ve itibarî bir ağacın var olduğunu isbat eder. Öyle de irademizin bir neticesi olan yaptığımız bütün işler, itibari ve ilmi olarak onları tercih eden bir iradenin bizde var olduğunu gösterir. İmam Eş’arî ise, insandaki meyle maddi varlık nazarıyla baktığı için, kula vermemiştir. Çünki maddeten var olan bir şeyin yaratmasını kula vermek şirk olur. Ancak meyildeki tasarrufu kula vermiştir. Tasarruf ise maddi olmayıp itibari olduğundan irade-i İlahiye ile birlikte bütün şartların oluşması denilen illet-i tammeyi gerektirmiyor. Ancak bir işin tercih edilir duruma gelmesini gerektiren bir ortamın oluşması, cüzî iradenin vücut bulması için yeterlidir. Vücuda geldikten sonra da onu isterse işler istemezse işlemez. Mesela, bir malı çalabilecek ortamı bulan bir adam için o anda malı çalma meyli gelir. O meylini işleyip malı çalmak veya çalmaktan vazgeçmek tasarrufu o insana verildiğinden, o anda şeriat ona der ki: “Bu meylettiğin şey, şer ve günahtır yapma!” İnsan bu işi yapmazsa kurtulur. Yaparsa mesul olur. Fakat maddi bir işin gerçekleşmesi için illet-i tamme lazımdır. Yani o işlerin oluşması için gereken bütün şartların gerçekleşmesi ve irade-i İlahiyenin de istemesi gerekir. Bir merminin patlaması, ancak barutun olması gibi bütün şartların oluşması ile gerçekleşebilir. Bu şartlar meydana geldikten sonra o işten vazgeçme iradesi kalmaz. Mermi ister istemez patlar. Eğer insan yaptıklarını yaratabilecek durumda olsa idi illet-i taamme olurdu. İnsan, cüzî iradesi ile yapmak istediğini o anda yapmak mecburiyetinde olurdu. Ondan dönüş olmazdı. O vakit ihtiyar kalkardı. Tetiğin çekilmesi ile merminin patlamaktan başka bir seçeneğinin kalmaması gibi. Demek maddi işlerde, illet-i tamme denilen maddi sebeb gerektiği için, o sebeb gerçekleştikten sonra sonuç gerçekleşir. Maddi olmayan itibari işlerde ise, illet-i tammeye ihtiyaç yoktur. Vücuda geldikten sonra da insan ondan vazgeçebilir. Yapmak mecburiyetinde değildir. Bir adamın yanlışından dolayı tokat atmak veya ona hakaret etmek meyli oluşur. Ama meyil sahibi bu kişi, bunu ister gerçekleştirir, ister gerçekleştirmez. Cüz’î iradenin vazifesi, insanı sorumlu hale getirmek olduğu gibi, insanın yapacağı işlerde de Allah’ın kudreti ile o işlerin arasındaki irtibatı sağlamaktır. Mesela sekiz katlı ve yedi bodrumlu bir binayı düşünelim. Binanın girişinde danışma yeri ve asansör bulunuyor. O asansör insanları yukarı katlara çıkardığı gibi, bodruma inmek isteyenleri de indirir. Bodrumdan yukarı çıkmak isteyenleri de çıkarır. Daha doğrusu, o binayı teşrif edenlere istek ve arzuları doğrultusunda hizmet eder. Bina sahibi, misafirlerine olan şefkat ve merhametiyle görevliler tayin etmiş. O görevliler binaya girenlere, nasıl hareket edeceklerini, o binayı nasıl kullanmaları gerektiğini ve bina sahibinin misafirlerden neler beklediğini anlatmaktadır. Görevliler, asansörün nasıl kullanılması gerektiğini ve asansörün sağ tarafında bulunan düğmelerin yukarı katlara çıkardığını, o katların ise cennet hayatı gibi bir mutluluk vesilesi olduğunu söylemektedir. Zaten bina sahibi de muhterem misafirlerinin mutluluğa kavuşmasını istediği için bu binayı yapmıştır. Her ne kadar asansör sistemi, mühendisin projesi ile yapılmış ve elektrik gücü ile çalışsa da, bu çalışmanın gerçekleşmesi için basit bir şart olan düğmeye basmak gerekmektedir. Asansörün solundaki düğmeler ise, bodrum katlarına inmek içindir. Görevliler, bodrum katlarının cehennem gibi sıkıntılı olduğunu ve bina sahibinin o katlara kimsenin inmesini istemediğini, illa inmek isteyen olursa asansörün onları indireceğini ve çekecekleri sıkıntılardan inmek isteyenlerin sorumlu olduğunu belirtmektedir. Binaya giren misafirlerden yukarı katın düğmesine basıp çıkanların karşılaştıkları güzellikler ve nimetler, bina sahibinin onlara bir ikramı ve ihsanıdır. Fakat kendi iradeleriyle bodrum katlarının düğmelerine basıp oraya inenlerin çektikleri sıkıntı ve ızdırapların mesuliyeti ise, iradelerini kötüye kullanmalarından dolayı kendilerine aittir; hiçbir cihetle bina sahibini suçlamaya hakları yoktur. Öyle de, bu âlem, ilahî bir binadır. Yukarıya çıkan cennetin sekiz tabakası vardır. Bodrum olarak aşağıya inen cehennemin ise yedi tabakası vardır. Dünya ise bu binaya giriş dairesidir. Görevliler ise, bütün peygamberler ve âlimlerdir. Dünyaya gelen herkese bu âlem binasını anlatırlar. Binayı yapıp bu hale getiren sahibi olan Allah’ı, bütün eserleriyle tarif edip tanıtırlar. Bina sahibinin ne yaptıklarından razı olduğunu ve yasakları neler olduğunu dünyaya gelenlere bildirirler. Asansör ise, kaderin projesi ile hazırlanmış ve kudret-i İlahiye ile çalışan bir sistemdir. Sağdaki düğmeler ise iman, ibadet ve hasenat düğmeleridir. Allah bu düğmelere basarak cennete ve a’lâ-yı illiyyine çıkmamızı istemektedir. O mutluluğu kazanmamız için de bu dünya imtihanına bizi göndermiştir. Biz Allah’ın bu isteğini kabul edersek, Allah hoşnud olarak bize oraları ihsan eder. Soldaki düğmeler ise, küfür, dalalet, hak ve hukuk tanımamak gibi her türlü kötülüklerdir. Allah, bizim bu düğmelere basıp cehenneme gitmemizi istemiyor. İmtihan gereği olarak illa gitmek isteyene de engel olmuyor. Oraya gitmenin mesuliyetini de üzerine almayıp, giden kişiye bırakıyor. Dikkat edilirse, düğmeye basmak basit bir iştir. Fakat iki kablonun buluşmasına ve sistemin çalışmasına bir sebeptir. Öyle de iman ve ibadeti hayır ve hasenatı istemek, basit bir sebeptir. Fakat yapacağımız işler ile kudret-i İlahiyenin arasında bir irtibatı sağlar. Kudret ile çalışan kader sistemini faaliyete geçirir. Dünya hikmet yeri olduğundan Cenab-ı Hakk her şeyi sebeplere bağlamıştır. Nasıl ki düğmeye basmadan asansör çalışmaz. Öyle de, Cenab-ı Hakk sebebleri aradan çıkararak her şeyi yaratabildiği halde, imtihan gereği olarak hikmet-i ilahiyenin istemesi ile sebepler gerçekleşmeden kudret-i İlahiye icraat yapmaz. Cenab-ı Hakk bütün kardeşlerimizle birlikte bizleri iradesini hayırda kullanan kullarından eylesin. Amin.
Bediüzzaman Hazretleri, “Ahir zamanda bir şahsın hataları ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır”1 diyerek tehlikeli bir hususa dikkatimizi çekiyor. Günümüzde özellikle iletişim araçlarının artması, dini ve ahlaki hassasiyetin azalması, birçok günahın gaflet ve ülfet belası ile sıradanlaşması, bu dehşetli neticeyi vermektedir. Bu derece dehşet verecek hatalardan biri de gıybettir. Gıybet; amellerimizi, ateşin odunu yediği gibi yiyip bitirir. Akrabaların arasını bozup sıla-i rahime zarar verir. Bazen bir öldürme kadar kötü zararlar vererek büyük günahlara ve tehlikeli fitnelere kapı açar. Müslümanların ittihat, ittifak ve uhuvvetlerini bozar. Müslümanları manevi bir hastalık olan su-i zanna sevk eder. Ayet-i kerimede Hak Teâlâ (cc); “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının! Şüphesiz ki zannın bazısı günahtır (birbirinizin kusurunu inceden inceye) araştırmayın; bazınız bazınızı gıybet etmesin! Sizden bir kimse ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! O halde Allahtan sakının! Şüphe yok ki Allah (tövbeleri çok kabul eden) Tevvab, (çok merhamet eden) Rahimdir”2 buyurmaktadır. Gıybet; alçakların silahı olduğu için kullananı alçaltan, değerini düşüren bulaşıcı bir illettir. Bu hususta Peygamber Efendimiz (sav): “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken kardeşine yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar”3 buyurmuştur. Bu bulaşıcı illetin; saydığımız ve sayamadığımız kötü neticeleri olmakla beraber Hz. Peygamberin (asm) daha birçok hadisinde şiddetle men edilmiştir. Gıybet Nedir? Gıybet odur ki gıybet edilen adam hazır olsaydı ve işitseydi, kerahet edip (çirkin görüp) darılacaktı. Eğer doğru dese zaten gıybettir. Eğer yalan dese hem gıybet hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır. Hangi Hallerde Gıybet Caiz Olur? Bediüzzaman Hazretleri hangi hallerde gıybet edilebileceğini şöyle izah eder: “Gıybet mahsus birkaç maddede caiz olabilir: Birisi: Şekvâ suretinde bir vazifedar adama der, ta yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın. Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister, seninle meşveret eder. Sen de, sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek için desen: ‘Onunla teşrik-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin.’ Birisi de: Maksadı tahkir ve teşhir değil, belki maksadı tarif ve tanıttırmak için dese: ‘O topal ve serseri adam filân yere gitti.’ Birisi de: ‘O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor, zulmüyle telezzüz ediyor, sıkılmayarak aşikâre bir surette işliyor.’ İşte bu mahsus maddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir. Yoksa gıybet nasıl ateş odunu yer, bitirir; gıybet dahi a'mâl-i salihayı yer, bitirir. Eğer gıybet etti ve yahut isteyerek dinledi; o vakit اَللّٰهُمَّ اغْفِرْلَنَا وَلِمَنِ اغْتَبْنَاهُ demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, ‘Beni helâl et’ demeli.”4 Gıybet Eden Başka Günahlar da İşleyip Nefsine Zulmeder ‘Rabbim doğrusu ben, hakkında bilgi sahibi olmadığım bir şeyi Senden istemekten sana sığınırım.’5 Hem gıybet çoğu zaman suizan, kınama ve büyük konuşma ile yapılır. Su-i zan: Maddi ve manevi toplum hayatını zedeleyen manevi bir hastalık olan su-i zan hakkında Peygamberimiz; “Su-i zan etmeyin. Su-i zan, yanlış karar vermeye sebep olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayın, kusurlarını görmeyin, münakaşa, haset ve düşmanlık etmeyin, birbirinizi kardeş gibi sevin, çekiştirmeyin. Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, yardım eder. Onu, kendinden aşağı görmez”6 buyurmuştur. Kınama: Gıybet ederken aynı zamanda gıybet ettiğimiz mümin kardeşimizi kınarız. Mümin kardeşini kınama hakkında ise hadisi şerifte; ‘Kim bir mümin kardeşini kınarsa, o kötülüğü (kınadığı şeyi) yapmadan ölmez”7 buyrulmuştur. Büyük konuşma: Gıybet ederken çoğu zaman nefsimizi ortaya atıp ‘ben olsam şöyle yapardım’, ‘ben kesinlikle yapmam’ gibi büyük laflar ederiz. Hâlbuki büyük konuşma hakkında Sevgili Peygamberimiz (sav) bir hadis-i şerifinde: “Bela insanın diline bağlıdır. Bir kimse bir şeyi (asla, kesinlikle, katiyen) ‘yapmam’ dedi mi, şeytan her işini bırakıp onu yaptırana kadar uğraşır.” buyurmuştur. Gıybetin; Günahların Çığ Gibi Artarak Büyümesine Sebep Olduğunun; Hususen Müminlerin Birbirine Gıyaben Yaptıkları Duaların Kabulüne Mani Olduğunun Farkında mıyız? Bu hususta iki hadis-i şerifi birlikte tahlil edelim. Bu hadislerin hükümlerini sentezleyip birleştirerek gıybetin ne kadar muzır olduğunu anlamaya çalışalım. Peygamber Efendimiz (sav) bir gün Ashabına; “Allah’a günahsız dillerle dua ediniz” diye buyurmuştur. Sahabeler: “Ey Allah’ın Resulü! Günah işlememiş bir dil kimde var?” diye sorduklarında ise “Birbirinize gıyaben dua ediniz, zira mümin kardeşinin dili senin için günahsızdır.” diye cevaplamıştır. Müslümanların bir birine günahsız dillerle yaptığı duaların kabule daha yakın olduğu vurgulanmaktadır. Yine Sevgili Peygamberimiz (sav) bir başka hadis-i şerifinde mana olarak; “Sebep olan yapan gibidir” buyurmuştur. Kim hayır veya şer bir çığır açarsa o açtığı yoldan insanlar gittikçe sevap ya da günahlarına çığır açan kişinin de ortak olacağını ifade etmiştir. Yukarıda hususen dikkat çektiğimiz bu iki hadisin hükümlerini birleştirerek anlamaya çalıştığımızda, gıybetin birimize olan dualarımıza nasıl menfi tesir ettiğini görmüş oluruz. Bu noktayı bir örnekle anlamaya çalışalım. Veli’nin dili, Ali için günahsız olduğundan; yani Ali, Velinin dili ile günah işlemediğinden Veli’nin Ali hakkında yaptığı dua kabule daha yakındır. Ancak Ali, Ahmet’i Veli’ye gıybet etse, Veli’yi Ahmet hakkında su-i zan ile gıybete sevk etse, Veli de Ahmet’i Ali’nin tesiri ile gıybet etse “Sebep olan yapan gibidir.” sırrınca Veli’nin günahı Ali’ye de yazıldığı gibi Veli’nin dili de Ali için artık günahsız bir dil olmaz. Bu sebep ile Veli’nin Ali hakkında yaptığı dua da günahsız bir dille yapılmış bir dua sayılmaz. Günahsız dille yapılan dualar gibi tesirli olmaz. İşte gıybet hem günahlarımızın çığ gibi artarak çoğalmasına hem de bizim yüzümüzden gıybet edenlerin dillerinin bizim hakkımızda günahsız bir dil olmaktan çıkmasına sebep olan dehşetli ve sinsi bir günahtır. Bazen dertleşme bazen masum bir şikâyet bazen hasbihal kılığında dilimize misafir olur. Müminlerin birbirlerine olan dualarının kabul olmamasını netice verir. Adeta, umumi bir musibet ve bulaşıcı bir hastalık gibi toplumu manevi olarak etkiler. Gıybetten ve gıybet ortamlarından, dedi-kodu ve fis-kos konuşmalardan, yılandan ve akrepten kaçar gibi kaçmalıyız. Manevi bir doktor gibi gıybet edenleri ikaz ve ihtar etmeliyiz. Her zaman “Gıybet etme gıyabında dua et” bizim bir düsturumuz olmalıdır. Gıybetin Toplumsal Zararları İçinde yardımlaşma bulunan cemiyet, sükûneti tahrik için yaratılmış bir alettir, vasıtadır. İçinde haset buluna bir cemaat ise, hareketi teskin için yaratılmış bir alettir, vasıtadır’8 Bediüzzaman Hazretleri, Müminler arasında nifak ve bölünme, kin ve düşmanlığı netice veren ana sebeplerin tarafgirlik, inat ve haset (kıskançlık, çekememezlik) olduğunu ifade eder. Ve bu hasletlerin toplum hayatı için zehir olduğunu beyan eder. İşte gıybet ehl-i adavet ve haset ve inadın en çok kullandıkları alçak bir silahtır. Toplumu gıybet ile kin ve düşmanlığa sevk ederler. Buna yaşanmış bir örnek olarak Hz. Osman devrinde Ebu Zer el-Gıfari’nin sözlerinin münafıklar tarafından her tarafta yayılarak İslam toplumunda hoşnutsuzluk ve fitnenin uyandırılmasını gösterebiliriz. İşte Hz. Osman devrinden günümüze kadar İslam tarihi incelendiğinde, fitnenin en çok gıybet ile uyanıp yayıldığını görebiliriz. Bu bile gıybetin gizli ve tehlikeli dehşetli bir düşman olduğunu anlamaya kâfidir sanırım. Bir Mümin Kardeşimizin Kusurunu Görünce Ne Yapmalı? “İhtiyar amcanı dinler misin oğlum nevruz Ne büyük söyle, ne çok söyle yiğit işte gerek Lafı bol karnı geniş soyları taklit etme Sözü sağlam özü sağlam adam ol, ırkına çek” (Mehmet Akif Ersoy ) Bizler “Kendi kusurlarıyla uğraşıp insanların ayıplarıyla uğraşmaya fırsat bulamayan kişiye ne mutlu!”9 hadis-i şerifini rehber edinmeli kendi kusurlarımızı görüp tövbe edip halimizi düzeltmeye çalışmalıyız. Bir Müslümanın dinine zarar veren bir kusurunu gördüğümüzde lütuf ile ıslahına çalışmalıyız ve bunun bir manevi musibet ve bela olduğunu bilip (zira asıl musibet dine gelen musibettir) Peygamberimiz (sav)’in, “Kim bir belaya uğrayanı görünce şu duayı okursa: ‘Seni imtihan ettiği şeyde bana afiyet veren ve birçok yarattığından beni üstün kılan Allah’a hamdolsun!’ Artık yaşadığı müddetçe bu bela ne olursa olsun ona maruz kalmaktan muaf kılınır.”10 duası ile karşılık vermeliyiz. Kaynaklar: 1- Kastamonu Lahikası2- Hucurat, 123- Camiü’s-Sağir, hn: 84894- Mektubat, 1215- Hud, 476- Buhari, Müslim7- Tirmizi, Kıyamet: 53, hn: 25078- Mektubat, 5029- Beyhaki, Şuabü’l-İman, hn: 1056310- Kütüb-i Sitte, No:1869
“Bu bir hayvan katliamıdır!”, “Hayvanseverler ayaklanmalı!” sözleri havalarda uçuşuyordu. Yine bir Kurban Bayramı arifesiydi. 2000’li yılların başıydı zannediyorum. Aslında alışık olduğumuz, her sene oynanan tiyatronun sadece o seneki perdesiydi bu! Aman Yarabbi insanı duygulandıran, gözleri yaşartan ne muazzam bir şefkat, ne muhteşem bir merhametti bu! Ama bir dakika, en çok sesi çıkan bu şefkat kahramanı (!) insanların gazetelerdeki resim ve haberleri yayınlanmıştı da, resimde hindi eti yerken çekilmiş fotoğraflarının altında yılbaşı kutlamanın öneminden bahsediyorlardı. Hele bir tanesinin sırtında ihtişamlı kürküyle çekilmiş bir fotoğrafı internete verilmişti. Fotoğrafı yayınlayan şahıs bu hayvansevere (!) soruyordu; “Sırtınızdaki bu kürkü hangi tarlada yetiştirdiniz?” Yine bir başkası, “Hiçbir öğünde sofranızdan eksik etmediğiniz eti hangi ağaçtan topluyorsunuz?” diye sual etmişti. Cevap geldiğini hatırlamıyorum. Bugün de olduğu gibi, o zamanlarda da zalimlerin zulümleri altında inim inim inleyen mazlumlar, atılan bir bombayla ölmüş masum çocuk resimleri ve açlıktan ölmek noktasına gelmiş, Afrika’dan bir deri bir kemik insan tabloları, dünyadaki genel bir manzaraydı. Vicdanlarımız derinden derine sızlıyor, kahır dualarından başka elimizden bir şey gelmemesinin acziyet ve ıstırabı içinde kıvranıyorduk. Fakat ne gariptir ki, bağırmaya ve ayaklanmaya alışkın bu güruhtan, bu insan ve insanlık katliamı karşısında hiç ses çıkmıyordu. Bu manzarayı görünce ister istemez bizim de aklımıza bazı sorular gelmişti: - Bu şahıslar hayvanlara insanlardan daha mı çok kıymet veriyorlardı? - Hayvanlar arasında ayırım yapmalarının sebebi acaba neydi? -XAcaba bu isyanlarının yegâne sebebi Kurban’ın salt Allah’ın emri mi olmasıydı? -XYoksa bu insanların sözde şefkati, şefkat değil de ruhî bir hastalık mıydı? Bu soruları sormak hakkımız diye düşünüyorum. Çünkü ortada garip ve tutarlı olmayan bir durum var. “Merhamet-i İlahiyeden fazla merhamet, merhamet değildir” diye büyüklerimiz ne güzel söylemiş! Işığını güneşten alan küçük bir cam parçası, şuuru olup, “ben parlaklıkta güneşi geçeceğim!” dese herkesi kendine güldürür. Aynen onun gibi, kendindeki şefkat, Allah’ın rahmetinin milyonda bir parçası olan bir insan kalkıp ta o zerre gibi olan şefkatini okyanus gibi olan Allah’ın rahmetinin önüne geçirmeye kalkışsa bu sizce nasıl bir durumdur? Yani sonsuz merhamet sahibi olan yaratıcı kurbanı, bildiğimiz bilmediğimiz türlü hikmetleri için bize emredecek, biz ise o zerre misal şefkat duygumuzla buna itiraz edeceğiz. En nazik bir ifadeyle “kulluğun edebine uymaz!” diyebiliriz. Yoksa Allah muhafaza o vecibeyi inkâr, insanı çok daha tehlikeli uçurumların kenarına götürebilir. Şefkatin, kalbî ve ruhî bir nevi hastalık olan ve kontrol edilemezse sahibini dalâlete götüren bir türü de şudur ki, kişi kâfir ve münafıkların cehennemde yanmalarını, azap görmelerini ve cihad gibi bazı hadiseleri kendi şefkatine sığıştıramayıp inkâr eder. Öncelikle, böyle bir tavır sergileyen kişi, Kur’an’ı ve Semavi dinlerin önemli bir kısım haberlerini inkâr ettiğinin ve yalanladığının farkında mıdır? Ayrıca acaba büyük bir zulüm ve merhametsizlik ettiğinin şuurunda mıdır? Yüz masum hayvanın canına kıymış bir canavarı affetmek bir yolsuz merhamete mukabil, o yüzler masum hayvanların hukukuna tecavüz ve büyük bir zulümdür. Aynen onun gibi, binler Müslümanların ebedi hayatlarını mahveden, onları dehşetli günahlara sevk eden adamlara merhamet edip cehennemde yanmalarına acıyıp kurtulmaları için dua etmek acaba o sayısız ehl-i imanın hukukuna büyük bir hürmetsizlik değil midir? “Her kim yol kesene acırsa, kervanı asıl vuran odur” diye buyurur Sâdi Şirâzî Hazretleri. Müslüman olduğu halde, kâfir ve zalimlerin hukukunu, mazlum ve masum olan din kardeşlerinden önceleyen, kâinatı kaplayan küfür ve zulümlerini küçülte küçülte şefkat şemsiyesinin altına alan o sözde Müslümanlar var ya işte ehl-i imanı en derinden yaralayanlar onlardır! Hâlbuki affedilebilecek suçlar vardır, affa kabil olmayanları da. Ayrıca bir kişi kendine karşı işlenen suçu, merhamet edip affedebilir, buna hakkı vardır ve güzel bir davranıştır. Ama başkasına karşı, dinine ve davasına karşı işlenen cinayeti affetmeye hakkı yoktur. Çünkü orada umumun hakkı söz konusudur. Ancak hepsinin oluru alınarak affedilebilir. Küfür ve dalalet sadece Müslümanlara değil, kâinata, bütün mevcudata karşı büyük ve azim bir zulümdür. Allah’ın bu kâinatta aziz bir misafiri olan insanın yaratıcısından bağlantısı koparılsa sadece eti ve kemiği itibariyle ne kıymeti kalır? Aynı şekilde Allah tarafından yaratılmış olmakla şeref kazanan bütün canlıların, yaratıcılarıyla aralarındaki bu nispet koparılsa maddesi cihetiyle ne ehemmiyetleri vardır ki? İşte bir kâfir başta tüm Müslümanlar olmak üzere, bütün varlıklara, yaratıcılarıyla aralarındaki bağı iptal edip onlara “Tesadüfen var oldunuz! Sizi yapan tabiattır!” diyerek öyle büyük bir hakarette bulunuyor ki affa kabil değildir. Hem sahih rivayetler ışığında diyebiliriz ki, o kâfirlerin küfrü, rahmet ve bereketin kalkmasının ve afetlerin gelmesinin sebebidir. Deniz dibindeki balıkların bile onların bu küfür ve zulümlerinden şekva ve şikâyet ettikleri rivayet edilir. Öyleyse kâfirlere aşırı merhamet eden kişi düşünecek ki bu tavrı, esas şefkate muhtaç sayısız masum ve mazlum canlılara karşı büyük bir zulüm ve merhametsizliktir. Eczanelerde zehir değil, ilaç satılır. Ama ilaçla intihar eden insanlar da o ilaçları eczanelerden alır. Öyleyse anlaşılıyor ki kullanım dozajı son derece önemlidir. Çok güzel bir ilaç, bir iksir olan şefkat duygusundaki ölçümüz ne olmalı ki ne hadden aşıp zulüm olsun, ne de bir hastalığa dönüşsün. Yani sıcak olsun ama yakıcı olmasın. Öyleyse Üstad Bediüzzaman’ın sözlerine kulak verelim: “Şefkat-i insâniye, merhamet-i Rabbâniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli’l-Âlemîn zâtın (sav) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhâda (dinsizliğe) sirâyet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir (kalb hastalığı).”
“Bir milletin asıl gücü; topu, tüfeği yahut tankı değil, imanlı ve inançlı gençliğidir.” Adem (as)’dan Peygamber Efendimiz (sav)’e ve kutlu Nebi (sav)’den günümüze kadar bütün değişimler gençlerin elleri ile olmuştur. Hz. İsa (as)’nın savunucuları ve yolundan gidenler genç havarilerdir. Hz. Musa (as) genç bir peygamber olarak Firavunlara meydan okumuş, Hz. Yusuf (as) çocuk iken kuyuda imtihan edilerek gençken Mısır’a hükümdar olmuştur. Ahlakıyla, ahvaliyle, akvaliyle bütün insanlığa önder ve örnek şahsiyet olan Efendimiz (sav) İslam ile insanlığı şereflendirirken en büyük yardımcıları gençler olmuştur. Bu kadim yolun yolcusu olanlar ve Allah’ın ve Resûlüllah’ın yoluna sıkı sıkıya sarılan nice gençler çıkmıştır. Molla Gürani’nin himayesi altında eğitim alan Sultan Fatih, derslerinin haricinde İstanbul’un fetih planlarını yaparken, yüreğinde bu coşkun ruhu yaşamıştır. Genç yaşında kayı obasının Anadolu’ya yerleşmesini sağlayan Ertuğrul Gazi ile, 21 yaşında Sultan Fatih’e İstanbul’u feth ettiren ruh aynıdır. Ecdadımızın, dinimizden ve tarihimizden almış olduğu bu kudsi ruh ile vermiş olduğu mücahede ve mücadelede, gençler hep ön safta ve yol açıcı olmuştur. Ancak maalesef İslam Dünyası’nın 1.7 milyar nüfusunun %57’si 18-24 yaş aralığında bulunmasına rağmen gençlerin bu hayat veren ruhları öldürülmüştür. Genç Kardeşim! Tekrardan, yüreklerde yeşeren coşkun ruh sahibi gençlere ihtiyaç vardır. Hz. Ömer’in karşısında “Hak ve adaletten ayrılırsan ya Ömer, seni eğri kılıcım ile doğrulturum” diyecek, zalimin karşısına çıkıp zalimsin diye haykıracak, dünyada sadece Müslümanlara değil bütün insanlığa yapılan zulümler için mücahede edecek, Hakkın ve adaletin tesisi için canını, malını feda edebilecek, milletin imanının kurtulması yolunda maddi-manevi fedakarlıklar yapacak gençlere ihtiyaç vardır. Artık sorumluluk bilincinin farkına vararak, ecdadından miras kalan payitahta, İslam’ın sancağına sahip çıkma zamanıdır. Saraybosna’nın, Kudüs’ün, Bişkek’in, Semerkand’ın, Patani’nin, Mogadişu’nun mazlum halklarının umutlarını yeşertmek için kendimize gelme zamanıdır. Evet, bizler nazarlarımızı suni sınırların ötesine çevirmek zorundayız. Çünkü bizlerin sınırları “bütün mü’minler kardeştir” diyen ayetin ışığında belirmekte olup, mü’min yüreklerin olduğu her yer bizimdir. Daha yüz yıl öncesine kadar aynı topraklar için, aynı dava uğrunda koşturan İslam Dünyası bugün cehalet, zaruret ve ihtilaf bataklığı içinde boğulmaktadır. Ey Genç Kardeşim! İslam Dünyası bu coğrafyadan doğacak güneşi bekliyor derken abartmıyoruz. Mogadişu’nun çöllerinde, Sudan’da Nil’in kenarında, Moritanya’da, Nijer’de bugün bu topraklar için dua eden insanlar bulunmaktadır. Bugün yakılan Yemen’de, insanlığın gözlerinin köreldiği Suriye, Irak, Filistin, Doğu Türkistan, Arakan’da insanlar yüzlerini bu topraklara çevirerek kendilerine ulaşacak yardım elini beklemektedir. Evet, bizler mesulüz. Üzerimize düşen sorumlulukları yapmadığımız zaman tüyü bitmemiş yetimin hakkından elbette hesaba çekileceğiz. 2008 yılında Suriye’ye gittiğim zaman Tefsir Alimi (ismini şu anda hatırlayamadığım) bir hoca gözlerinde yaşlar ile bu ümmetin kanayan yarasından sizler mesulsünüz ey halifenin torunları, demişti. O gün idrak edememiştim. Ancak bugün daha iyi anlıyorum. Nasıl ki hilafete yüzyıllarca hizmet etmiş bu topraklar son yüzyılda köreltilmiş, elinden, gönlünden kudsi değerler alınmış ise, İslam Coğrafyası tarumar edilmiş. Özgürlükleri, özgüvenleri, refahları ellerinden alınmış. Onlara ve bizlere dayatılan sahte ve bir o kadar yalancı tarih ile kardeşi kardeşe düşman etmişler. Ama artık uyandık ve uyanmak zorundayız. Tarihin tozlu sayfaları arasında yazılmış hikayeleri masal olarak anlatmak yerine, tekrardan ve yeniden hayata geçirmek zorundayız. Bunu yapmak için önce iman kâl’asını güçlendireceğiz, cehaletimizi bitireceğiz, herkesten fazla çalışacağız. İslam Dünyasının Gençleri Nasıl ve Ne Bekliyorlar? Aşağıda da Genç İDSB olarak yapmış olduğumuz faaliyetlerden bahsettim. Ancak bu faaliyetler içinde en fazla İslam Dünyasının gençlerinin nabzını ölçebildiğimiz programımız Uluslararası Gençlik Buluşması (UGB) olmaktadır. UGB’lerde farklı coğrafyalardan, farklı renk, dil, geleneklere sahip gençlerin katılımı ile bu topraklardan beklentilerini daha net tespit edebilmekteyiz. Öncelikle ilk tespit edebileceğimiz husus: İslam Coğrafyası üzerinde zulümler hız kesmeden devam etmekte ve İslam Dünyasının sadece alt ve üst kaynakları değil, duyguları da sömürülmüş ve sömürülmeye devam etmektedir. Bizlerden yüzlerce, binlerce kilometre uzaklarda bulunan coğrafyalarda yaşanan zulümler ve oyunlarda değişen sadece bunlara muhatap olanların bulunduğu topraklardır. Değilse aktörler aynı, yöntem aynıdır. İşte bizlerin yapmamız gereken ilk şey: Müstakim bir akıl ile oynanan oyunları, tarafları, sorunları, krizleri, bu krizleri çözebilecek sahada bulunan aktörleri tespit etmek olacaktır. Bu alt birikimi elde ettikten sonra, bunları uygulamaya geçirebilecek farkındalığı oluşturmak zorundayız. Yani İslam Dünyasında oynanan oyunları halklara anlatmak zorundayız. Maalesef bir çok coğrafya bugün oynanan oyunların farkında değil. Fransa elektrik ihtiyacının %80’nini Nijer’den almış olduğu uranyumdan karşılamakta olmasına rağmen, Nijer elektriksizdir. Osmanlı yüzyıllarca Ortadoğu’da, Afrika’da, Balkanlar’da, Asya’ya hükm ederek İslamiyet güneşine muvafık olarak, baskı ve zulüm sergilememesine rağmen; şer odakları Osmanlı’yı sömürgeci bir devlet gösterme çalışmalarında başarılı olmuşlardır. Ancak Osmanlı’nın yüzyıllarca hükmü altında yaşayan bu coğrafyalar Türkçe konuşamamasına rağmen, 80-100 yüzyıllık Fransız, İngiliz, Amerikan sömürüsü altında kalarak İngilizce-Fransızca konuştuklarının farkında bile değiller. İşte bizler bu buluşmalar vesilesi ile tekrardan hakikatleri anlatmaya ve anlamaya fırsat bulmaktayız. Dünya güçlerinin ellerinde bulunan medya yoluyla bizlere yaşananları bir pembe dizi olarak aksettirenlere inat, hakikatleri bizzat sahada bulunanlardan dinleme fırsatı buluyoruz. Doğu Türkistan’da, Urumçi’de yaşanan katliamlardan kurtularak ülkemize sığınanlar, Suriye’de Esed’in zulmünden kaçarak şefkatli devletimize sığınanlar, Mısır’da, Somali’de, Yemen’de, Arakan’da ve diğer İslam Coğrafyalarında yaşanan zulümlerden ülkemize sığınanlar onların dertleri ile dertlenerek sorunlarına çözüm bulmamızı beklemektedir. Sorunlarını daha geniş kitlelere anlatmamızı beklemektedir. Bu coğrafyada yaşayan gençlerden, yaşlılardan, kadınlardan dertleriyle ilgilenmelerini, sunni sınırlara bağlı kalmamamızı beklemektedirler. Elbette bütün beklentileri bir anda karşılamamız mümkün değildir. Ancak hayatımızı, yaşantımızı bunları karşılayabilecek konuma gelecek şekilde planlamalıyız. Tüm bunlara rağmen İslam Dünyası’nın gençleri Müslümanlarının izzet-şeref ve haysiyetleri için, İslam’ın tekrardan sancaktar olarak daha geniş kitlelere huzur ve saadet getirmesi için, ümitvar ve gayretliler. İslam Coğrafyasının en temel sorunu ise cehalettir. Üstad’ın da söylediği gibi bu sorunu önce kendi şahsımızda, sonra bütün İslam Dünya’sında çözmek için elimizde bulunan asrın hastalıklarının tedavisi olan eseri oralara ulaştırarak yapmalıyız. Risale-i Nur’lar İslam Dünya’sının farkındalık kazanması için önem arz etmektedir. Genç İDSB’nin Çalışmaları İşte bizler bu şuurla İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği Gençlik Kurulu (Genç İDSB) olarak faaliyetlerimizi gerçekleştirmeye gayret ediyoruz. Yapmış olduğumuz temelde 4 çalışma bulunmaktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: 1- Uluslararası Gençlik Buluşmaları (UGB): Biri yurt içinde, diğeri yurt dışında olmak üzere senede iki kere bugüne kadar toplamda 12 UGB gerçekleştirdik. Yurt dışında Sudan, Fas, Endonezya, Arnavutluk, Kıbrıs, Malezya ülkelerinde gerçekleştirdik. Uluslararası Gençlik Buluşmalarında amacımız Müslüman gençler arasında kardeşlik ve dayanışma bilincini güçlendirmek, birlik bilinci artırmak, gençler arasında dostluk ortamı oluşturmak, İDSB çatısı altında bir araya gelen gençlerin kendi ülkelerinin geleceğinden sorumlu olmalarını sağlamak ve diğer ülkelerle sıkı bağ kurmalarını temin etmektir. Böylece katılımcılar kendi ülkelerine döndüklerinde yaptıklarının önemini kavrayacak, deneyimlerini paylaşacak ve diğer insanları cesaretlendirecektir. İslam dünyasının çağın şartları doğrultusunda politikalar geliştirmesi adına bu tür etkinlikler önem arz etmektedir. İslam Dünyasının ekonomi, siyaset, eğitim, din ve sosyal alanlardaki problemlerine dair görüşler paylaşılarak, İslam Dünyası’nın ortak bir akıl çevresinde hareket etmesini sağlayacak yol haritasını çıkarma gayreti gençlik buluşmalarıyla gösterilmektedir. 2- Ülke Masaları: Son yıllarda bölgesinde lider olmaya emin adımlarla ilerleyen Türkiye için en önemli konulardan biri Dünya ülkelerini ve özellikle komşu ülkeleri iyi analiz edebilecek nitelikli bürokratların yetiştirilmesidir. Cumhuriyet tarihinde geride bıraktığımız 92 yıllık süreçte bu konularda araştırma yapacak kişilerin yetiştirilmesine yeterince önem verilmemiştir. Günümüzde ise son 15 yılda bu konuda kendi gelişimini önemseyen ve bu amaç doğrultusunda çalışan kişiler elbet bulunmaktadır, ancak dünyada söz sahibi olmaya başlamış güçlü bir Türkiye için bu kişilerin sayısı standartların çok altındadır. Bu bağlamda ‘Ülke Masaları’ projesinin nihayetinde çeşitli üniversitelerin iktisadi ve idari bilimler fakültesi öğrencilerini Dünya ülkelerini analiz etme ve yorumlayabilme kabiliyetleri kazanabilmeleri için uygun ortamlar oluşturulacaktır ve gerekli eğitimlerin verilmesi sağlanacaktır. İstanbul, Osmanlı döneminde sadece devletin başkenti olarak kalmamış aynı zamanda ilim ve bilimin de başkenti olmuştur. Asırlarca kıtalara hükmetmiş olan ecdadımızın beyni hep İstanbul olmuştur. Ancak Osmanlı Devleti’nin gerilemesiyle beraber, ilmin merkez şehri olan İstanbul da bu gerilemeye karşı koyamamış, ilim ve bilim nezdinde Avrupa başkentlerinin gerisinde kalmaktan kendisini alamamıştır. Yıllarca savaşlarla, darbelerle ve ekonomik sıkıntılarla boğuşmak zorunda kalan Türkiye, araştırmaya ve bilim adamı yetiştirmeye zaman ve bütçe ayıramamıştır. Bu tür faaliyetleri yapmak isteyenler ise, zamanın şartlarından dolayı siyasi engellemelere takılmış, bu nedenle uzun soluklu bir çalışma ortaya çıkaramamıştır. Yıllarca çözülemeyen siyasi ve ekonomik krizler ise Türkiye’yi bu çalışmalardan uzak tutmuştur. Ancak 2000 sonrası Türkiye, zamanla bu tür konulara önem vermeye başlamıştır. Türkiye’nin büyümesi ve gelişmesi ile birlikte doğal olarak farklı ihtiyaçlar zuhur etmiştir. Ekonomik ve siyasal olarak istikrarı yakalayan Türkiye, dış politikada ise güzel işlere imza atmaya başlamıştır. Türkiye’nin bu büyümesini göz önüne alarak düşünmeliyiz ki dış politikayı iyi bilen, dünya ülkelerini iyi okuyan ve bu konuda uzmanlaşan bir nesil yetiştirilmesi Türkiye’nin geleceği için hayati bir önem arz etmektedir. Bundan dolayı üniversitede okuyan gençlerin bu minvalde gelişim göstermesini amaçlayan kuruluşların varlığı Türkiye için çok önemlidir. Ancak Türkiye’nin genelinde bu eğitimi ve bilinci verebilecek kurumların sayısı çok azdır. Olanlar ise nitelik olarak sorgulanması gereken kurumlardır. Dünya üzerinde think-tank kuruluşları gelişmiş ülkelerin dış politikasında çok önemli bir yer kaplamaktadır. Dış politikayı yönlendiren bürokratlar bir çıkmaza girildiğinde bu think-tank kuruluşlarından yardım talep etmekten hiçbir zaman geri durmamışlardır. Türkiye’de ise dış politikaya etki edebilecek nitelikte think-tank kuruluşlarının sayısı azdır. ‘Ülke Masaları’ projesiyle birlikte hedeflenen ise, Türkiye’de bulunan bu açığın giderilmesidir. İslam ve Osmanlı medeniyetinin beşiği olan Anadolu için bu proje tarihi önem taşımaktadır. Osmanlı ruhunun şaha kalktığı bu günlerde üniversitede gençlerin uğraşları yeni Türkiye’nin geleceği için önemlidir. Bu proje Yeni Türkiye’nin en büyük ihtiyacı olan özgüvenli, alanında uzman aynı zamanda ahlaklı bir nesil ortaya koymayı hedefleyen bir eğitim programı sunmaktadır. Ülke Masaları çalışması ile bugüne kadar 5 rapor, 200’e yakın makale yayınlamış bulunmaktayız. 3- İslam Dünyası Akademisi: Balkan Okumaları, Afrika Okumaları, Enerji Politikaları Okumaları, İslam Dünyasında Neler Oluyor? Programlarının bulunduğu bir akademi programıdır. İslam Dünyası’nda yaşanan gelişmeleri analiz etmek, tartışmak, fikir teatisinde bulunmak, çözümler üretmek ve bu alanda uzmanlaşmak amacıyla İslam Dünyası Akademisi yapılmaktadır. Mevzubahis okumalar dahilinde Afrika’dan Balkanlara, Ortadoğu’dan Asya kıtasını içine alan 63 İslam ülkesine değin konjoktürel durum mütalaa edilmektedir. Düzenlenen etkinliklerle, bugün Irak’ta, Suriye’de ve Mısır’da yaşananlara çözümler geliştirebilme, uzun yıllardır süren mücadelelere rağmen halen çözüme kavuşturulamamış Keşmir, Burma, Doğu Türkistan, Sudan, Orta Afrika Cumhuriyeti, Kıbrıs, Karabağ ve daha birçok problemli İslam coğrafyasını analiz etmeye çaba gösterilmektedir. İlgili konferanslarla bölge tarihsel süreçleri siyasi, ekonomik ve sosyal boyutlarıyla kapsayıcı olarak ele alınarak bir disiplin içerisinde aylık okumalar ve toplantılar çerçevesinde edinilen bilgiler raporlanmakta ve hazırlanan bu raporlar ilgili STK, kamu kurum ve kuruluşlarıyla paylaşılmaktadır. Bugüne kadar İslam Dünyası Akademisi vesilesi ile yüzlerce üniversite öğrencisine ulaşılmıştır. Yeni dönemde İslam Dünyasını akademisi 5 ülkede eş zamanlı olarak yapılması planlanmaktadır. a) Balkan Okumaları Balkanları tarihi, siyasi, sosyolojik ve kültürel yönleriyle analiz edebilmek ve bölge hakkında vizyon geliştirebilecek bilgi altyapısına sahip olmak amacıyla Kasım ayında Balkan Okumaları programı başlamıştır. Programda her ay için belirlenen kitaplar, katılımcılar tarafından okunarak ay sonunda belirlenen bir tam gün boyunca müzakere edilmektedir. Tamamlayıcı olarak, program esnasında belirlenen makale, edebî eser ve dergiler de bir taraftan okumalara dâhil edilecektir. Aynı zamanda bölge hakkında çekilen belgesel ve/veya filmler de izlenecektir. b) Afrika Okumaları İDSB Gençlik Kurulu ve ORDAF işbirliği ile Afrika okumaları başlığı altında kıtayı tanıma, tarihten nazarla bugüne perspektif kazanma, sosyo-kültürel ve ekonomik zenginliklerini idrak etmeye yönelik interaktif çalışmalar yapılmaktadır. Bu kapsamda katılımcıların bu bölgeye yönelik çalışmalarına zemin hazırlamaya ve en önemlisi katılımcıların bu yönde uzmanlaşmasına temel olmayı hedeflemektedir. Programda her ay için belirlenen kitaplar, katılımcılar tarafından okunarak, ay sonunda belirlenen bir tam gün boyunca müzakere edilmektedir. Program neticesinde Afrika kıtasını dair rapor hazırlanması ve raporun ilgili STK ve kamu kurumlarıyla paylaşılması hedeflenmektedir. c) Enerji Politikaları Enerji konusunun genel hatları çerçevesinde, konunun dünya üzerindeki ekonomik, politik ve sosyal etkilerini, enerji kaynaklarına hakimiyet savaşlarının son durumunu, yenilenebilir enerjinin dünya genelinde geldiği noktaları gözler önüne serip uluslararası enerji politikalarına etki eden gelişmiş ülkelerle, gelişmekte olan petrol zengini ülkeler üzerindeki politikalarını irdeleyip petrol ve doğal gaz boru hatları, körfezler, petrol şirketleri, OPEC gibi etkenler üzerinde okumalar yapılmaktadır. Türkiye’nin kısa-orta ve uzun vadede enerji politikalarına etki edecek TANAP, TAP, Nabucco, Güney Akım, Mavi Akım projeleri, Mısır, Kuzey Irak, Hazar bölgesi (Rusya, İran, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan), Doğu Akdeniz, Karadeniz bölgeleriyle yapılacak enerji anlaşmalarının gelecek vizyonunu çizerek Ülke Masaları Enerji Komisyonu tarafından başta dünya ülkelerinin enerji politikaları ve Türkiye’nin enerji politikası ve yansımalarına yönelik raporlar hazırlanmaktadır. 4- Uluslararası Sivil Toplum Kuruluşları (STK) Akademisi: STK Akademileri Genç İDSB tarafından gerçekleştirilen önemli faaliyetlerden biridir. Bu çalışma çerçevesinde İstanbul'a davet edilen bir STK’nın temsilcileri Türkiye’deki başarılı ve köklü STK’ların yetkilileri ve medya organlarına ile buluşturularak tecrübe alışverişi yapılması sağlanır. Misafirlerin talep ve görüşlerini dış politika yapımında kullanmak amacıyla amacıyla siyasi organlar ile irtibat sağlanır. STK Akademisi programları düzenlenen seminerler ve eğitimlerle desteklenir. Gayret bizden, tevfik Allah’tandır.
Ramzan-ı Şerifin evailini geride bıraktığımız şu günlerde, Rabbimizden, Efendimiz (sav)’in Ramazanın “Evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluştur” buyurduğu muştusuna ermek niyazıyla siz sevgili okuyucularımıza “Merhaba!” diyoruz. Hasan-ı Basri Hazretleri diyordu ki, “Dünya üç gündür; dün, bugün ve yarın. Dün geçti, yarın geleceği belli değil. Öyle ise bugünün kıymetini bil.” Bize de düşen, böylesine kıymetli şu günlerin kadrini bilmek ve ona göre amel etmektir. Özellikle geleceği inşa edecek gençlerimize odaklanmalıyız. Bizden öncekiler ve sonra gelecekler arasında çok önemli bir köprü olmak zorunda olduğumuzu hatırımızdan hiç çıkramamalıyız. Evet, bizler dini, kültürel, imani birikimlerimizin gelecek nesile aktarma kabiliyetine haiz birer köprü olmakla mükellefiz. Vazifemiz: köprü olabilmek. Günümüzde insani ilişkiler maalesef olabildiğince zayıfladı, zayıflıyor. İnternet çağı bizleri biz olmaktan çıkarıp birer fert haline getirdi. Olabildiğince geniş fakat sanal, çok zengin fakat bir o kadar duygu fakiri, haz ve hızı öncelerken insani erdemlerimizi olabildiğince törpüleyen ilginç bir çağı yaşıyoruz. Bir anlamıyla bindiğimiz dalı kesiyoruz. Çünkü istikbalimizi inşa edecek gençlerimizle her gün biraz daha kopuyoruz. Şimdilerde ülkemizde konuşulan, konuşulmaya çalışılan en önemli konuların başında gençlerimiz geliyor. Ülkenin yaşadığı tecrübeler, bizi buna mecbur kılıyor. Böyle olmakla birlikte –maalesef- istenen fikri ve ameli çalışmaların gereğince yapılıyor olduğunu söylemek çok eksik olacaktır. Bu önemli konunun hususan İslam alemi için de ehemmiyeti tartışılmaz. Biz de bu mübarek Ramazan ayında İslam Dünyasının Gençlerini, Genç İDSB Başkanı Fatih Coşar’ın kaleminden sizlerin dünyasına taşımak istedik. Enfüsi dairemizin şahsımız tarafından daha hissedilir olduğu bu rahmet, mağfiret ve kurtuluş ayında aynıyla biz olan, olması gereken gençleri kendi dahili dünyamızla beraber aynı kefede görelim ve değerlendirelim istedik. “Nefsini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez” kaidesince, kendimizi, ayinemiz olan gençlerde görerek bu ayın bereketiyle sulh ve fereci soluklayalım arzu ettik. Rabbim bizi de, neslimzi de her türlü fitne, bela ve musibetlerden muhafaza eylesin. Amin. Derginin devam eden bölümlerinde “Yurt dışında Ramazan ayı nasıl geçiyor?” sorusunun cevabını aramaya çalıştık. Dünya büyük bir maide iken, farklı yerlerde yaşayan Müslüman kardeşlerimizin de hallerini görmek ve onlara dua ederken onların da duasını alabilmek arzu ettik. Akabinde güzel bir bayram yazısıyla taçlandırdık. Üç ayların bereketiyle gelen müjdeler, Kur’an’ın, bereketiyle Paris’te bulduğu yer ve daha nice güzel yazılar derginin devam eden sayfaları arasında sizleri bekliyor. Yine Aile Mektebi bölümünü ısrarla tavsiye ediyoruz. Çocuklarımızın, gençlerimizin, dolayısıyla geleceğimizin teminatı, aile hayatımızdır. Aile hayatımız birer medrese-i Nuriye, birer mekteb-i İrfan oldukça, gelecek endişemiz ümide değişecektir. Müslümanız ümidliyiz. Mesele, sadece adı değil keyfiyeti de Müslüman olabilmek. İşte önümüzde mükemmel bir fırsat. Rabbim değerlendirebilmeyi, kendimizle beraber gençlerimizi ve geleceğimizi de kurtarabilmeyi nasib eylesin. Ramazanımız ve Bayramımız mübarek olsun. Muhtaç olan kardeşlermizi de unutmayalım! Dinimiz paylaşmayı emreder. Malum acılar paylaşıldıkça azalır, sevinçler ise paylaşıldıkça artar. Mutluluğunuz ziyade olsun.
İzmir Yalı (Konak) Camii Kâtibzâde Mehmed Paşa’nın eşi Ayşe Hanım tarafından 1748 senesinde yanında bir medrese ile birlikte yaptırılmıştır. 1. Dünya Savaşı sırasında Vali Rahmi Bey, camii tamir ettirmiştir. Bu tamiratı belirten bir kitabe caminin giriş kapısı üzerinde bulunmaktadır. Cami, 1964 yılında bir kez daha tamirattan geçmiştir. Bu tamirat sırasında caminin cephesinde bulunan Kütahya çinilerinin büyük bir kısmı sökülmüş, yalnızca pencere ve kapı sövelerindekiler bırakılmıştır. Son düzenlemelerden önce dışı tamamıyla Kütahya çinileriyle kaplı olan yapının, bugün pencere etrafları ve alınlıkları 19. yüzyılın en iyi Kütahya çinileriyle süslüdür. Klasik Osmanlı mimarîsi üslubunda yapılmış olan cami, sekizgen planlıdır. Yapımında taş ve tuğla birlikte kullanılmıştır. Caminin içerisi çinilerle bezenmiştir. Kesme taş kaide üzerine tek şerefeli, yuvarlak gövdeli bir minaresi bulunmaktadır. Namazı Nasıl Kılıyorsun? Biri, Hâtem-i Âsamm Hazretlerine sormuş: “Namazı nasıl kılıyorsun?” “Vakti gelince hem dış abdestimi hem de iç abdestimi alırım. Dışımı su, içimi tövbeyle arındırırım. Sonra camiye giderek orada Mescidü’l-Haram’ı görür, Makam-ı İbrahim’i iki kaşımın arasına getiririm. Cenneti sağ, cehennemi sol tarafta bilirim. Sırat Köprüsünün ayaklarımın altında olduğuna inanırım, ölüm meleğini arkamda varsayar, gönlümü Allah’a ısmarladıktan sonra saygıyla tekbir getirir, hürmetle ayakta durur, heybetle Kur’ân okur, yakararak secdeye kapanır, alçakgönüllülükle rükûa varır, yumuşaklıkla teşehhüde oturur ve şükrederek selâm veririm. Benim namazım işte böyle!” (Ferîdüdddin Attar, Tezkîretü’l-Evliyâ, s. 285) Kabeyi gösterdiği bilinen ilk pusula Orijinali Almanya’daki Rautenstrauch-Joest-Museum für Völkerkunde müzesinde bulunan bu rekonstrüksiyon pusula, 1853 senesinde Ahmed bin İbrahim eş-Şerbetli isimli birisi tarafından imal edilmiştir. Pusula iğneli merkez çevresindeki dairede, İslam dünyasından bazı önemli şehirlerin isimleri ve koordinatları kaydedilmiştir. Bu yerlerden birisinde bulunulduğu takdirde, pusulayla Mekke’ye doğru namaz yönü tespit edilebilir. Batı olarak işaretlenmiş olan tarafta bulunan gnomon yardımıyla yanda bulunan skalada namaz vakitleri okunur. (İslâm’da Bilim ve Teknik, c. 3, s. 77) 03 Temmuz 1462 Midilli’nin Fethi Meriç Nehri ağzındaki Enez Kalesi ile Midilli, Limni, İmroz, Semendirek ve Taşoz Adaları, “Gattilusio” isimli bir Cenevizli ailenin hakimiyeti altında idi. İstanbul’un fethinden sonra boğazlara tamamen hakim olan Osmanlı donanması, Ege denizinde de hakimiyetini arttırmak için 1456’da İmroz, Taşoz, Semendirek ve Limni adalarını ele geçirdi. Midilli Adası 1461’e kadar bu Cenevizli ailenin hakimiyetinde kaldı. Ancak adanın bir korsan yatağı haline gelmesi, bunların Anadolu sahillerine ve gelip geçen tüccar gemilerine zarar vermeleri, Osmanlı Devletinin deniz güvenliğini zedelediği için Sultan Fatih; veziri Mehmed Paşa’yı güçlü bir donanma ile Midilli Adasını fethe memur etti. Kendisi de kuvvetli bir kara ordusu ile Bursa’dan gelip Balıkesir üzerinden geçerek Midilli Adasının tam karşısında bulunan Ayazmend’e (bugün Altınova) gelmiş, askerlerini buradan Midilli’ye geçirmişti. 1462 sonbaharında yirmi yedi gün devam eden kuşatmanın ardından buradaki kale düşmüş, ada tamamen fethedilmiştir. 16 Temmuz 622Hicrî Takvimin Başlangıcı Medine’de İslam Devletinin kurulmasının ardından Hz. Ömer (ra) devrine kadar, Müslümanlar bazı önemli olayları tarih başlangıcı kabul edip buna göre zamanlarını tayin etmekteydiler. Mesela; Fil Olayı, Ficar Savaşı, Zelzele Yılı, Veda Haccı Yılı ve bazı önemli zatların ölümü gibi olaylar tarih başlangıcı olarak kabul edilmekteydi. Ancak bu, zaman zaman karışık bir durum arz ediyordu. Hz. Ömer (ra), bu karışıklığı gidermek amacıyla konuyu diğer sahabelerle istişare etti. Hz. Ali (ra) yeni takvimde Hicretin başlangıç olması gerektiğini söyledi. Onun bu görüşü derhal benimsendi. Peygamber Efendimiz (asm), Rebîulevvel ayında hicret etmişti. Ancak kamerî yıl Muharrem ayı ile başladığından tarih iki ay geri alınıp, Hicrî takvimin başlangıcı 16 Temmuz 622 olarak tesbit edildi. 23 Temmuz 1894Japonya Kore’yi İşgal Etti Kore, 19. yüzyılda Çin ile Japonya arasındaki nüfuz mücadelelerine sahne olmuştur. 1894 senesinde çıkan halk ayaklanmasında Batı silahlarıyla donatılmış krallık birlikleri ülkenin güney kesiminde ağır yenilgiler aldı. Yönetimin çağrısı üzerine Çin birlikleri Kore’ye girince, Japonlar da askeri müdahaleye başvurdu. İki devlet arasında başlayan savaş (Birinci Çin-Japon Savaşı), Japonya’nın üstünlüğüyle sona erdi. Çin Şimonoseki Antlaşması’yla (1895) Japonya’nın Kore üzerindeki nüfuzunu tanımak zorunda kaldı. Kore, 1945 senesine kadar Japonya’nın nüfuzu altında kaldı ve 1910 ile 1945 seneleri arasında Japon Genel Valileri tarafından yönetildi.
Sayın Profesör François DEROCHE İrfan Mektebi’ni Paris’te Fransız entelektüel camiasının omurgası niteliğinde bulunan bu tarihi COLLÈGE DE FRANCE’da misafirperverliğiniz için İrfan Mektebi olarak.... misafirperverliğiniz için minnet... sunarız" minnet ve şükranlarımızı sunarız. Bize, Collège de France’da Kur’an Tarihi Kürsüsünün kuruluş hikayesini anlatabilir misiniz lütfen? Malumunuz Collège de France’da çok uzun yıllardan beri birçok alanda ihtisas sahibi olmuş olan profesörlerin kendine has metotları ile gün yüzüne çıkmış olan çalışmaların kamuoyuna en güzel bir şekilde takdim edildiği platformlardan biridir. André Miquel’in emekliliğe ayrılmasından sonra Arab ve İslamoloji bölümüne yeni bir profesör atanması olmadı. Uzun yıllar Collège de France’da Arab Dili Tarihi ve Edebiyatı ve İslamoloji bölümünde nasıl bir yol izleneceği hususunda istişareler ve fikir teatilerinde bulunuldu. Bu çerçevede 2013 yılından itibaren ismim mezkur kürsüye atanması üzerinde tartışıldı. İsmimle birlikte ortaya atılan bir konu da bu bölümün Arab Dili Tarihi ve Edebiyatı bölümünün haricinde Kur’an’ın günümüzde çok önem taşıdığı ve Kur’an tarihi ve tarihçesine yönelik bir yeni bölümün de açılması tartışıldı. Nihayetinde “Kur’an Tarihi Kürsüsü” adı altında bir kürsünün açılmasına karar verildi. 2014 yılında ihdas edilen bu kürsü için seçimler yapıldı ve Kur’an Tarihi Kürsüsü şahsımın yönetimine verildi. Bu kürsünün ihdası bazılarının iddia ettiği gibi 2015 yılının başında cereyan eden olaylar olmadığı gibi mezkur bölümün mevcut süregelen bir sürecin neticesi olduğunu ifade etmeliyiz. Mesela, 1950’li yıllarda Régis BLACHERE Kur’an Tarihi ile ilgilenmiş bu alanda bir seri çalışmalarda da bulunmuştur. Bununla birlikte Collège de France günlük güncel konular üzerine hareket eden bir kurum değil, uzun soluklu ve sağlıklı bir zaman diliminde, soğukkanlılıkla bilimsel çalışmalar yapan bir kurumdur. Kur’an nedir? Kur’an ne demektedir? sorularına cevabların arandığı bir bölüm olmakla birlikte Collège de France’da bulunan diğer İslamoloji, İslam ve Arab edebiyatı bölümlerinin bir temsilcisi olarak Fransa Hükümeti tarafından finanse edilen genel manada İslam, hususi manada ise Kur’an üzerine yapılan bilimsel çalışmaların Fransız kamuoyu ile paylaşılması nihai hedeflerden biridir. Sayın Profesör, bu kürsünün ihdası bir ihtiyaçtan mı yoksa bir gereksinimden mi doğmuştur? Gereksinimden daha ziyade bir ihtiyaçtan doğmuştur diyebiliriz. Fransa sayı itibariyle bünyesinde çok mühim sayıda Müslümanları barındıran bir ülke olduğu gibi dikkate alınacak derecede Kur’an’a ilgi duyan bir Fransız kitle de mevcuttur. Geçenlerde, France İnter radyosunda yaptığım bir söyleşide de zikrettiğim gibi, bu çalışmalar elbette Fransa’nın genelinden gelen bir talep ile kamuoyunun Kur’an’ı tanıması ve Kur’an’ın ne dediğini bilmesi açısından ortaya çıkan bir ihtiyacı gidermek ve yapılan çalışmaları Fransız toplumuna sunmak adına bu Kürsünün ihdas edildiğini söyleyebiliriz. Bu talepler Fransız hükümeti tarafından tesbit edilmiş ve bu yönde finanse edilmek suretiyle bu çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Hükümet tarafından finanse edildiğimiz için bu çalışmaları da kamuoyu ile paylaşmak durumundayız. Fransız kamuoyu Kur’an ve tarihçesi hakkında bir bilgi sahibi midir? Kur’an Fransa’da nasıl algılanıyor? Maalesef hayır. Fransızlar Kur’an’ı tam olarak tanımıyorlar. Kur’an hakkındaki malumatlarının birçoğu yanlış. Bu durum karşısında Kur’an’ın ne olduğu ve ne dediği hususunda kamuoyuna en doyurucu ve sağlıklı bilgileri vermek tüm araştırmacı ve bilim adamlarına düşmektedir. Bu durum sadece Fransız kamuoyu değil aynı zamanda Müslümanlar için de geçerlidir. Zira sokaktaki konuşulan Arapça ile Kur’an Arapçası arasında farkı göz önünde bulundurduğumuz zaman Kur’an’da anlatılanlar yapısal bir organize ile kurgulanmış hikayeler değildir. Kur’an’ı elinize alıp işte, birinci sayfasından başlayıp hikaye ve roman okur gibi okuyamazsınız. Farklı bir yaklaşım tarzıyla Kur’an’ı okumak gerekmektedir. Bu yaklaşım tarzını en geniş kitlelere anlatmak zorundayız. Hangi çalışma grupları bu çalışmalarınızdan istifade etmektedir? Yaptığım çalışmalar aynı zamanda Avrupa’nın da ötesinde bir boyut kazanmaktadır. Alman, İngiliz ve hatta Türk meslektaşlarımızla bu çalışmalarımızı beraber yürütmekte, her biriyle ayrı ayrı çalışma atölyelerimiz ve projelerimiz bulunmaktadır. Mesela, geçen yıl KURAMER bünyesinde bir çalışmaya katıldım. Uluslararası bir sempozyum çerçevesinde Kur’an’ın tarihsel ilk ve en eski el yazma nüshaları üzerinde farklı farklı yaklaşımları ele aldık, bilimsel bir heyet ile Kur’an ve İslam tarihi üzerine çalışmalar yaptık ve yapmaya devam etmekteyiz. Her ne kadar Almanların farklı yaklaşımları olsa da, Tunuslular farklı bir yaklaşımda bulunsa da, bu çalışmalar netice itibariyle birbirini tamamlayıcı bir mahiyet arz etmekte olup bir problematiğin ortaya çıkmasına vesile olmaktadır. Uzun yıllardır İslam tarihi ve Kur’an üzerine bilimsel çalışmalar yapan bir kişi olarak bugüne kadar tespit ettiğiniz problematiklerden bahseder misiniz? Çalışmalarınızda ne kadar el yazması Mushaf tespit ettiniz? Elbette. Her şeyden önce karşı karşıya kaldığımız hususlardan bir tanesi tarihleme mevzuudur. Karşımızda Kur’an’ın ilk ve en eski el yazmalarından bugüne kadar gelmiş yüzbinlerce Mushaf bulunmaktadır. Ancak biz, özellikle VII, VIII ve IX. asra ait olan en kıymetli Mushaflar üzerine çalışmalarımızı yoğunlaştırmış bulunmaktayız. Bu ilk döneme ait Mushaf sayısı ise 270’tir. Bu Mushafların 250 tanesi Fransız Milli Kütüphanesi’nde bulunmakta olup ekseriyeti Abbasiler Dönemi’ne aittir ve Fustat’daki Amr Camii’nden getirilmiştir. Kahire ve Şam’daki Mushafları da sayarsak bu sayı oldukça önemli bir sayıdır. Zira yaptığım bir araştırmada aynı dönemde Hristiyanlığın karlojien dönemine ait Fransız Milli Kütüphanesi’nde mevcut en eski el yazması İncil sayısı ancak 70 civarındadır. Şimdi sayı bu kadar çok olunca, bu el yazması eski Mushafların hangi döneme ve tarihe ait olduğu hususunda ihtilafa düşmekteyiz. Bu ihtilafı gidermek amacıyla Mushafların son sayfasında bulunan bu Mushaf şu tarih veya dönemde yazılmıştır notu bulunmaktadır. Her birinin kronolojik yapısı çıkartılması gerekmektedir. Ancak bazı Mushaflarda bu kayıtların bulunmadığı da görülmektedir. İkinci olarak karşılaştığımız problematiklerden birisi de RASM olarak adlandırdığımız durumdur. Malum, ilk yazılan Mushaflarda okutucu harf ve harekeler ile okuma kaidelerine ait tecvit kurallarını belirleyen çekerler ve duraklar vesaire unsurlar bulunmamaktadır. Bu sebeple dönemin hafızları, hafız oldukları için bu Mushafları okuyabiliyorlardı. Ancak zamanla yanlış okumalara sebebiyet vermemek amacıyla okuma teknikleri geliştirilmiştir. Genel manada bizim çalışmalarımız, Kur’an metinlerinin günümüze kadar nasıl ve ne kadar bir değişim geçirdiğini keşf ve tespit üzerine odaklanmıştır. X. asrın başlarına geldiğimizde mevcut el yazma Mushaflardan hareketle okuma tekniklerinin de nasıl geliştiğine 7 çeşit kıraatin ortaya çıkmasıyla şahit oluyoruz. Sayın Profesör, sizin şahsen bu en eski el yazmalarını bizzat inceleme fırsat ve imkânınız oldu mu? Örneğin Topkapı’daki Mushaf hakkında ne düşünüyorsunuz? Evet, tabii ki oldu. Mesela ben IRCICA’dan Topkapı’daki Hz. Osman’a atfedilen Mushaf’ı bir defa görme fırsatım oldu. Bir ara sanıyorum, Süleymaniye’de restorasyon çalışması yapılıyordu üzerinde. Bu Mushaf üzerinde teknik ve bilimsel heyetlerle beraberce bir hayli çalışma yapıldı. Neticede Hz. Osman’a ait olduğu atfedilen bu Mushaf’ın daha sonraki bir döneme ait Mushaf olduğu görüşüne varıldı. Bu çalışmalarınızı yaparken karşılaştırmalı bir bilimsel metot uygulaması muhakkak oluyordur sanırım. Kesinlikle oluyor tabii. Bu hususta daha önceleri bir kaç Mushaf üzerinde böyle karşılaştırmalı çalışmalar yapıldı. Hâlihazırda örneğin bir doktora öğrencim, değişik dönemlere ait Mushaflar üzerinde ayetlerin kronolojik yapısı, surelerin bölünmesi ve daha sonra harekelendirilmelerine yönelik bir çalışma yapmaktadır. Peki, bu karşılaştırmalı çalışmaların neticesinde günümüzdeki Mushaf ile ilk döneme ait Mushaflar arasındaki durum nedir? Biraz önce bahsetmiş olduğumuz ilk metinlerin RASM, yani yazının iskelet haliyle karşılatırmasına baktığımız zaman, şu masada duran Mushaf ile ilk Mushaf arasında hiç bir fark yoktur. Her ne kadar 1973 yılında Yemen’de Sana’da bir camiinin çatı altında bulunan yüzlerce el yazması Mushaf’ın arasında çıkan Mushaf yazı tekniği açısından bir kaç farklılık arz etse de (bil mana) mana itibariyle bir farklılık ifade etmemektedir. Mesela, örnek verecek olursak (kul) kelimesi o zamanki Mushaflarda (kâle) olarak da yazılıyordu. Ancak daha sonraki Mushaflarda bu durum Kaf’ın önüne elif getirmek suretiyle iki kelimenin arasındaki farkın belirlenmesine yardımcı olmuştur. Yine bu çalışmalarınıza göre Kur’an, nüzulünden günümüze kadar mahfuz kalmış bir kitap mıdır? Her ne kadar görüntü itibariyle Kur’an’ın ilk el yazma örnekleri ile günümüzün çağdaş versiyonları arasında görüntü ile yazı ve okuma teknikleri açısından bir farklılık bulunsa da ilk Mushaf ile bugünkü Mushaf’ı yan yana koyup okumaya başlasanız hiç bir farkın olmadığını görecek ve satır satır takip edebileceksiniz. Collège de France’da Kur’an Tarihi Kürsüsünün ihdası ile hedeflenen beklenti oluştu mu? İnşallah... Her hâlükârda, zaman içerisinde bunu daha somut bir şekilde tespit etme imkanını bulabileceğiz. Nisan ve Haziran ayına kadar 6 adet konferansımız oldu. Salon her defasında doluydu. Kasım ayından itibaren konferanslarımıza tekrar başlayacağız. Collège de France’ın özelliklerinden biri de konferans anında soru sorulmuyor olması. Ancak çıkışta muhakkak bir kaç kişi eleştirel gözle daha detaylı malumatlar talep etmekteler. Tartışmalar yeni yeni başlıyor. Ne gibi tepkiler alıyorsunuz? Müspet veya menfi... Genel manada çok müspet görüşler ve reaksiyonlar geliyor. Bu çalışmaların toplumun bir beklentisi ve ihtiyacına cevap verdiğini görüyorum. Sayın Déroche, Avrupalı aydınlar bazen “Dokunulamazlar’a Dokunmak” eğilimi gösteriyorlar. Siz özellikle Müslüman camiadan bu Kürsünün ihdası ile alakalı ne gibi tepkiler alıyorsunuz? Kur’an Müslümanların kutsal kitabı olması hasebiyle bazen Müslümanlar “Kur’an’a ancak Müslümanlar dokunabilir, ancak Müslümanlar tarafından incelenir ve incelenmeli” şeklinde bu tarz yürüttüğümüz çalışmalara muhalif olanlar çıkabiliyor. Bana hediye ettiğiniz bu Mushaf’ta da malum “la yemessuhu illel mutahharun” ayeti bir âdet olarak Mushaf’ın bir kenarına yazılıyor. İşte bu tür tepkiler oluyor. Buna rağmen İslam dünyası geniş bir âlem. Memnun olanlar da olmayanlar da bulunacaktır. Ancak bizim bu çalışmalarımız bir provokatif amaçla yapılmadığı gibi çok ciddi ve saygı ve hürmet çerçevesinde bir bilimsel çalışmayı yürütmeye çalışıp topluma sunmaya çalışıyoruz. Bu tür tepkiler, Hristiyan âleminde de mevcut. İncil üzerinde hiç bir şekilde çalışmaların yapılmamasını savunan, isteyen kesimler de bulunmaktadır. Sayın Profesör, son bir sorum ile bu röportajımızı sonlandıralım istiyorum. Konuşmanız çerçevesinde de biraz değindiniz ama özellikle Türkiye’de bu çalışmalarınızı yürüttüğünüz kurum, kuruluş ve STK’lar var mı? Elbette var, hem de bir hayli kurum ve meslektaşlarımla irtibat halindeyim. Türkiye’yi yakinen tanıyan birisiyim. 1983-86 yıllarında İstanbul’da kaldım. Fransız Enstitüsü Anadolu Araştırmalar Merkezi’nde çalıştım. İstanbul İslam Eserleri Müzesi ile Süleymaniye Kütüphanesi ve IRCICA Kurumu ile farklı şehirlerde, İzmir ve Ankara’da bazı üniversiteler aracılığıyla ortak çalışmalarımız oldu. Sanıyorum Diyanet ile de bir görüşmemiz olmuş idi. Ben aynı zamanda Uluslararası Türk Sanat Kongresi Başkanlığını da yürütmekteyim. En son kongremizi Paris’te Collège de France’ta yaptık. Eylül ayında yine bir kongremiz olacak. Onu da İtalya’nın Napoli şehrinde yapacağız. Efendim bize bu kıymetli vaktinizi ayırıp bu çok kıymetli çalışmalarınızı paylaştığınız için çok teşekkür ediyorum.
Kâinâtın gör ki te’lîfinde bir i‘câz var. Ger bütün esbâb-ı tabîiye bilfarzı’l-muhâl ola her biri muktedir bir fâil-i muhtâr, o i‘câza karşı nihâyet acz ile bil’imtisâl ederek secde ki سُبْحَانَكَ لَا قُدْرَةَ فٰينَا رَ بَّنَٓا اَنْتَ الْقَدٰيرُ الْأَزَلِيُّ ذُوالْجَلَالِ İnsanoğlu aklıyla, pozitif bilimlerin verileriyle veya tecrübeleriyle âleme baktığında kusursuz bir yaratılış ve varlıklarda mükemmel bir tertip, düzen, ahenk ve uyum görmektedir. Şahit olduğu bu yaratılış, düzen, uyum ve tertip karşısında çoğu zaman hayretini ifade ederek bunun ancak ilahi bir mucize olduğunu dile getirmektedir. İşte insanoğlunun hayretini gizlemeyerek acizliğini açıkça ifade ettiği bu vaziyet, ancak kâinatı yaratan Allah’ın bir eseridir. Ondan başkasının eseri olamaz. Evet, kainatın hal-i hazır vaziyetteki yaratılışı tam bir mucizedir. Allah’tan başka hiç kimse âlemi yaratamaz. Bu konuda herkes ve her şey tam bir acz içindedir. Tabiatta bulunan bütün sebepler bir araya toplansalar bu düzeni ve tertibi meydana getiremezler. Çünkü sebeplerde varlığı yaratacak, bir şeyi her şeyle irtibatlandıracak, düzeni ve uyumu temin edecek ilim, irade, kudret, hayat, basar gibi sıfatların hiçbirisi bulunmamaktadır. Bu sıfatlardan mahrum olan sebebler neyi yaratabilirler ki? Cansız bir sebep bir varlığa can verebilir mi? Kör olan bir sebep bir canlıya göz ikram edebilir mi? Kendisini yok olmaktan kurtaramayan bir sebep hangi varlığı, varlıkta tutabilir ki? Sebeplerin bırakın âlemi meydana getirmesini en küçük bir varlığı dahi meydana getirdikleri bu güne kadar zaten görülmemiştir. Hatta sebepleri irade sahibi olduğunu farz etsek dahi bunu yapmaları mümkün görünmemektedir. Çünkü âlemi yaratmak bu şekilde düzen ve uyum içinde devam ettirmek sonsuz bir ilim, irade ve kudreti gerektirmektedir. Hâlbuki bunların hiçbir sebeplerde mevcut değildir. Varlıklar içinde en üstün yetenek ve donanıma sahip olan insan, yaptığı en küçük bir şeyin iç yüzünü bilmekten aciz kalabiliyorsa diğer varlıklar zaten aciz kalacaklardır. Hâlbuki en küçük bir fiilinin mahiyetini bilemeyen onu yaratabilir mi? Yaratması için her şeyiyle bilmesi gerekmez mi? İşte kâinatı ve içindekileri hiçbir şekilde yaratamayan sebepler, bu konuda acizliklerinin ifadesi olan secdeye kapanarak diyeceklerdir ki “Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz. Bizim kendimize ait müstakil, bağımsız hiçbir kudretimiz yoktur. Senin her şeye gücün yeter. Sen, zatını akılların idrak edemediği, kuşatamadığı ve en büyük kitleleri yaratan ve ezeli olan Allah’sın.” “Kudrete nisbet, her şey müsâvîdir” مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ Bir kudret-i zâtiyedir, hem ezelî. Acz tahallül edemez. Onda merâtib olmayıp mevâni‘ tedâhül edemez. İsterse küll, isterse cüz’, nisbet tefâvüt eylemez. Çünki her şey bağlıdır her şey ile. Her şeyi yapamayan bir şeyi de yapamaz. Cenab-ı Hakkın kudreti zatî ve ezelidir. Sonradan veya bir başkasından değildir. Zatî olan kudrete ise acizlik müdahale edemez. Bir zatın hem sonsuz kudret sahibi olması hem de aciz olması iki zıttın aynı anda bir zatta olmasını sonuç verir ki bu da batıldır. Zatî olan Yüce Allah’ın sonsuz kudretinde mertebeler bulunmaz. O’nun kudretinin bir sınırı yoktur. Güç yetiremeyeceği bir şey yoktur. Yani yüce Allah, bütün varlıkları aynı kudretle yaratır. Kimine az, kimine çok bir kudret sarf etmez. İlahi kudret açısından bir ferdi yaratmakla bir türü yaratmak arasında fark olmaz. İkisini de aynı kudretle yaratır. Cenab-ı Hak için büyük küçük yoktur. O’nun kudretine hiçbir engel bulunmamaktadır. Hiçbir şey O’nun kudretine direnemez. İnsan etrafına biraz dikkatle baktığında görecektir ki her bir varlık özellikle her bir canlı bütün âlemle ilgilidir. Âlem fabrikasını işletemeyen bir kudret en küçük bir varlığı icad edemez. Kâinatı idare edemeyen ve söz geçiremeyen bir zat en basit bir varlığı yaratamaz. Çünkü her şey birbiriyle ilgili ve birbiriyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz olmaz ve olamaz. “Kâinâtı elinde tutamayan, zerreyi halk edemez” Tesbîh gibi nazmeyleyip kaldıracak arzımızı, şümûsu, nücûmu hasra gelmez şu fezânın başına, hem sînesine takacak öyle kuvvetli ele bir kimse mâlik olmaz. Dünyada hiçbir şeyde da‘vâ-yı halk edip iddiâ-yı îcâd edemez. Dünyayı, güneşi ve yıldızları tesbih taneleri gibi bir ahenk içinde ve kolaylığında uzayda dizemeyen bir zat, dünyadaki herhangi bir şeyi yarattığını da iddia edemez. Çünkü dünyamızdaki bu düzen, mükemmellik, güzellik, ahenk, estetik gibi her şey güneşle, yıldızlarla, galaksilerle ve onların düzenleriyle ilgilidir. Onların düzenleriyle bir münasebeti vardır. Dünyamızı onlardan bağımsız düşünmek mümkün değildir. Dünyamızın bu ihtiyaçlarını bilen bir kudret yıldızları, galaksileri ve güneşi uzayda bu düzende tutmaktadır. Yaratılan en küçük bir şey, her şeyle ilgilidir. Varlıklar birbirinden bağımsız değildir. Her bir varlık, her şeye ve herkese muhtaçtır. Varlıkların ihtiyaçları bütün âleme yayılmıştır. Her bir canlı, âlem fabrikasının her bir çarkının çalışmasıyla ve ilahi iradenin izniyle vücut sahasına çıkabilir. İhtiyaçlarını giderebilir. Demek en küçük bir canlıyı varlıkta tutmak için kâinata söz geçirmek gerekmektedir. Öyleyse âlemi yaratamayan bir atomu da yaratamaz. En küçük bir varlığı kim yarattıysa kâinatı da o yaratmıştır. “İhya-yı nev‘, ihyâ-yı ferd gibidir” Mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sinek, nasıl onun ihyâsı kudrete ağır gelmez. Şu dünyanın mevti de, ihyâsı da öyledir. Bütün zî-ruh ihyâsı onda fazla nazlanmaz. Sineklerin vücutları ısıya karşı fazla duyarlı olduklarından kışın yaşayamazlar. Fakat sineklerin soğuktan etkilenmeyen ve güvenli yerlere bıraktıkları yumurtalar, havaların ısınmasıyla birlikte onlardan sinekler yaratılır. Hz. Üstadın ifadesiyle bir senede yumurtalardan çıkan sinek sayısı bu güne kadar doğan insan sayısından çok daha fazladır. İşte yüce Allah’ın, her biri âlemin küçük bir örneği olan fertlerden oluşan bu kadar kalabalık bir türü baharda karıştırmadan, şaşırmadan ve kısa zamanda yaratması gösteriyor ki O’nun kudretine hiç ağır gelmiyor. Yüce Allah’ın böyle sayısız canlıları tekrar dirilttiğini gören bir akıl, öldükten sonra insanların diriltilmesinden hiç şüphe eder mi? Aslında Cenab-ı Hakkın bu fiili, kışın ölen ve baharda dirilen bütün canlılarda görünmektedir. Öyle ise Allah, insanları da öldükten sonra diriltebilir ve diriltecek. Bu kudrete sahiptir. Bizleri tekrar dirilteceğinin sayısız örneklerini de bizlere göstermektedir. Hz. Üstad kışın sineklerin öldüğünü başka risalelerinde ifade etmesine rağmen burada “ölümlü bir uyku ile kışta uyuşmuş bir sinek” demesi, ya küçük sinek türünden olan bütün kanatlı canlılar için bir cins isimdir ki bir kısım kanatlı küçük canlılar ölmezler. Böyle düşünüldüğü taktirde mana şöyle olmaktadır. Kışın ölmeyen kanatlı küçük hayvanlarla beraber bütün kış uykusuna yatan hayvanları baharda dirilten bir kudret, insanı da öldükten sonra öylece diriltecektir. Veya sineklerin kışın bıraktıkları yumurtalar için kullanmaktadır. Biz burada bunu yumurtalar olarak değerlendirdik.
Ferman, hükümdarın tuğrasını taşıyan, yapılması, ifa edilmesi gereken bir iş; hükümdar tarafından verilen yazılı emirdir. Farsça emretmek, buyurmak, hükümdar alâmeti gibi manalar ifade etmektedir. İlhanlılar, Karakoyunlu, Akkoyunlu devletleri, Altınordu ve Kırım Hanlıklarında yarlığ, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçukluları'nda pervane, Memlüklerde ise mevkii kelimesi ferman kelimesinin karşılığı olarak kullanılmakta idi. Padişahların, divanlarda alınan kararlara uygun olarak, herhangi bir konuya ait resmî ve yazılı emri, iradesi, buyruğu demek olan fermanlar, Osmanlı devlet bürokrasisinde yüzyıllar boyunca kullanılmış olan belgelerdendir. Birçok temel yazım kuralı ve şartını barındıran bu belgeler, içerdiği meseleye göre Divân-ı Hümâyun kalemlerinden birinde görevli kâtiplerce yazılır ve özeti sicil defterlerine kaydedildikten sonra “Nişancı” tarafından tuğralanıp, sahibine verilmek üzere gönderilirdi. Fermanlar umumiyetle hükümranlığın ve saltanatın bir nişanesi olarak, altın varak ve muhtelif renk ve motiflerle süslenmiş oldukları gibi, süs ve varak altından uzak, sade de olabilmekte idi. Fermanların geçerli sayılabilmesi için “rükun” ve “şart” denilen özellikleri taşımaları gerekirdi. Buna göre bir fermanın üzerinde ilk olarak “Huve” veya “Hu” şeklinde Allah’ın adı zikredilir, altına padişahın imzası demek olan tuğra çekilirdi. “Bundan sonra yazılan şeyin Ferman, Berat, Tevkii… olduğu, ardından gönderilen kişinin resmi elkabı, unvanı ve ismi, fermanın gönderiliş sebebi, padişahın arzu ve emri, istenilen şeyin açıkça ifadesi, emrin yerine getirilmesinde muvaffakiyet hasıl olması hakkında dua, tarih ve en sonunda da yazıldığı yer” belirtilir. Tuğranın sağ üst tarafına, umumiyetle müzeyyen bir çerçeve içinde, padişahın kendi el yazısı ile “Mûcebince amel oluna” ibaresi yazılırdı. Bunların yanı sıra bazı fermanlarda emrin ardından “Şöyle bilesiz, alâmet-i şerîfe itimad kılasız” şeklindeki “te’kid” denilen ifadeyle emrin yerine getirilmemesi durumunda nasıl cezaya çarptırılacağına dair “tehdid” ifadeleri bulunurdu… Re’sen veya müracaat üzerine “Divan”dan veya “Maliye”den yazılan fermanlar, ulaştıkları noktalarda, Kadılar tarafından sahte olup olmadığı onaylanıp Şer’i Mahkeme siciline kaydedildikten sonra yürürlüğe girerdi. Osmanlılar'da Ferman Ferman kelimesi, İlhanlılar tarafından, İslamiyeti kabul etmelerinden sonra kullanılmış, daha sonra da Osmanlılara geçerek yerleşmiştir. Orhan Gazi'nin 1324 tarihli vakfiyesi ilk Osmanlı fermanı, 1922 tarihli VI. Mehmet'inki ise sonuncu Osmanlı fermanı kabul edilir. Bir ferman metni incelendiğinde, şu önemli unsurlar göze çarpar: 1. Fermana başlanırken en üstte yer alan ve “Allah’ın adıyla” işe başlanıldığına dair bir yazı bulunur, bu yazı fermanlarda genellikle “Hû” veya “Huve” şeklinde yazılmıştır. 2. Metinde ferman sözünün belirtilmesi, 3. Kendisine ferman verilen veya gönderilen şahsın, sosyal mevkiine ve vaziyetine uygun bir üslûpla hitap edilerek isminin ifade edilmesi, 4. Fermanın veriliş veya gönderiliş sebebi ile, yapılması gereken işin (emrin) açıkça yazılması, 5. Emredilenin yerine getirilmesinde, memurun başarıya ulaşması için dilek ve temenni, yani duâ, 6. Fermanın yazıldığı yer ve tarih. Osmanlılarda iki çeşit fermana rastlanmaktadır. Fermanlardan birisi, doğrudan doğruya Divan’dan, maliyeden yazılarak üzerine hükümdarın tuğrası çekilerek, gönderilen emr-i şerif idi. Diğeri ise tuğralı bir fermanın üzerine ve baş tarafına padişahın kendi el yazısıyla fermanda yazılanı teyid eden iradedir. Hatt-ı Hümayûnla Muvaşşah, yani padişahın el yazısıyla tezyin edilmiş olan ikinci çeşit ferman, işin ehemmiyetini göstermek, hakkında teveccüh gösterilen zâta, yahut da tehdid edici olarak bir Vali veya Serasker vesaireye gönderilirdi. Ferman şekil olarak, “Divani” denilen hat türü ile girift keşideli yazıyla özenle yazılırdı.