104. Sayı: "İslam Dünyasının Gençleri"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiBayramda Keyfimiz Kaçmasın!
Sağlık

Çocukluğumda bayram sabahları erkenden kalkar, bayram­lıklarımızı giyer ve babamın bayram namazından gelmesini beklerdik. Eller öpülür bayram harçlıkları alınır ve mükellef bir kahvaltı sofrasına oturulurdu. Tabiri caiz ise padişah sofrası gibi olan bu sofradan tıka basa kalkardık. Ardından gezmeler, misafirlikler başlardı. Ziller çalar, ikramlar yapılır, sonra da iade-i ziyaretler başlar; ziller çalınır, ikramlar yapılır... Her gidilen yerde “Yiyin yavrum, bir şey olmaz” gibi baskı dolu sözler eşliğinde tabaktakiler bitirilir… Her gidilen yerde tatlılar, börekler, sarmalar, çikolatalar meşrubatlar ve gün sonunda mide zafiyetleri… Özetle Ramazan Bayramı böyle geçerdi. Tabi sıla-i rahim ve hoş sohbetlerin keyfi de ayrı bir tat bırakırdı yüreklerimizde. Peki bayramda keyfimizin kaçmaması için nasıl beslenmeliyiz? Çok da zor değil aslında. Bütün çözüm yolu “HAYIR!” diyebilmekten geçiyor. Ra­mazan ayı boyunca 2 öğüne düşen öğün sayısını birden arttırmak ve yüksek ka­loride mideyi yoracak alternatifleri tercih etmek bayramınızı mahvedebilir. Ayrıca “Ramazan ayı boyunca zaten yemedim, 3 gün boyunca istediğim kadar yesem bir şeycik olmaz, ne olacak ki canım, zaten dünyaya bir kez geliyoruz” düşünceleri he­­pinizin aklından eminim en az bir defa geç­miştir. Bu meselenin hakikatine Risale-i Nur’da şöyle değinilmiştir. “Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, a’sab ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi (kuvve-i zâika ile, merkez-i vücuddaki mîde ile bir medâr-ı muhabereleridir) ki: Ağıza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mîdeye lüzumu yoksa “Ya­saktır!” der, dışarı atar. Bazen da bedene menfaatı olmamakla beraber zararlı ve acı ise; hemen dışarı atar, yüzüne tükürür. İşte mâdem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya ve­yahût o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti var­sa, kapıcıya bahşiş nev’inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri sa­ray dahiline sokmasın. İşte bu sırra binâ­en, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir lok­ma, peynir ve yumurta gibi mugaddi mad­deden kırk para; diğer lokma, en âlâ bak­lavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma, ağıza girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsâvidirler; boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsâvidirler. Belki, bazen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin. Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, “Hâkim benim” der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak, “Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün.” dedirmeye mecbur edecek. İşte iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâ­hiyyeye tevfik-ı harekettir. Kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise; o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mîdeyi karıştırır, iş­tiha-yı hakîkîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’ime­den gelen sun’î bir iştiha-yı kâzibe ile ye­dirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder. Bizim de bayramda tam olarak yaptığı­mız budur. Kapıcı-saray hakimi dengesini sağlayamamak. Yediğimiz baklavanın tadı yüzünden porsiyon kontrolü yapmamak ve sonrasında midemizin rahatını kaçırmak. Bunlara kulağımıza küpe olması için kısaca değinmek istedim. Daha sonra bu konuyu daha kapsamlı bir şekilde paylaşmayı arzu ediyorum. Asıl sorumuza tekrar dönelim. Bayramda ne yiyelim, ne içelim? Öncelikle Ramazan ayı boyunca su tü­ketiminin çok kısıtlı olması, su içme alış­kanlığınızı kaybetmiş olmanıza sebep ol­muş olabilir. Ramazan bayramı itibari ile tekrardan su içme alışkanlığınızı kazanın. Her birey için su tüketimi değişmekle birlikte – ortalama- günde 8-10 bardak su yeterli olacaktır. Bayram sabahı kahvaltınızı yapmadan güne başlamayın. Ramazan ayı boyunca kaybolan- sabahın ilk saatlerinde yapılan- kahvaltı alışkanlığınızı kaybetmeyin. An­cak sucuklar, pastırmalar, sosisler kahvaltı sofralarınızda yer işgal etmesin. Daha hafif bir kahvaltı ile güne başlamak gün içinde tüketeceğiniz diğer besinleri de düşünce daha makul bir tercih. Geleneksel peynir, yumurta, domates, sala­talık, zeytin ve tam buğday ekmeği güzel bir kahvaltı iyi bir tercih olacaktır. Ayrıca gün içinde tatlı tüketeceğimizden dolayı reçel, bal gibi şekerli ürünleri tüketmemek yerinde bir tercih olacaktır. Bayram ziyaretlerinde tabaklarınıza ik­ram edilen tatlıları, börekleri bitirmek zo­runda değilsiniz. Yoksa onlar sizi bitirebilir. Öğünlerinizi planlayarak tüketin. 2 ana öğünden 3 ana ve 3 ara öğüne geçiş ya­pacağınız bu dönemde ara öğünleriniz yerine ½ dilim börek ve yanında ayran gayet güzel bir alternatif olabilir. Tatlı tercihlerinizi ise mümkün olduğunca sütlü tatlılardan yana kullanın. Diyeceksiniz ki, bayramda kim sütlü tatlı ikram edecek? Belki bu bayramda siz eşinize, dostunuza, akrabalarınıza sizi ziyarete geldiklerinde sütlü tatlı ikram ederseniz ve bunun sağlık açısından daha iyi bir alternatif olduğunu ifade ederseniz. Bir sonraki bayramda da onlar tatlı ikramlarını sütlü tatlıdan yana kullanabilirler. Sütlü tatlı olarak ikram edeceğiniz dondur­ma serinletici bir tatlı olacaktır. Sıcak yaz aylarına denk gelen Ramazan bayramı için de oldukça güzel bir sunum… Geleneksel ikramlıklardan biri de kolonya ile ikram edilen çikolata ve şekerlemeler. Bunların yerine ise ceviz, badem, fındık, kuru kayısı, kuru erik gibi daha sağlıklı alternatifleri sunabilirsiniz. Kendi farkınızı ortaya koya­rak farkındalığı sağlayabilirsiniz.Bayramda tatilini otellerde geçirecek olan okuyucularımız da olacaktır elbette. Bu durumda bayram ziyaretlerinde ik­ram­lıklara denen “HAYIR!”, burada açık bü­felere denmeli. Açık büfelerde kont­rol sağlanamazsa aynı hazımsızlık prob­lemlerini yaşayabiliriz. Tabağınıza yiyebi­leceğiniz kadar besin alın. Ve tabağınızda her besin grubuna yer verin. Kendinize renkli bir tabak hazırlayın. Yanında asitli içeceklerden çok ayran veya suyu tercih edin. Böylece rahat edin. Hazımsızlık prob­lemi yaşamanız halinde bitki çayları kur­tarıcınız olabilir. Ramazan bayramınızı şimdiden tebrik eder, Rabbimden daha nice bayramlara erdir­mesini niyaz ederim…

Edibe BEKİN 01 Temmuz
Konu resmiSosyal Medyada Çocuk Fotoğrafları
Eğitim

Sosyal medyada yapılan paylaşımlar ara­sında çocuk fotoğ­rafları sıklıkla yer alı­yor. Yeni doğmuş bir bebeğin fotoğrafı, yürüyen, konuşmaya çalışan, oynayan, uyu­­yan-uyumayan, yemek yiyen-yeme­yen çocukların fotoğrafları her gün sos­yal medyada paylaşılıyor. Peki biz, bu pay­laşımları neden yaptığımızı sorguluyor muyuz? Acaba bir ebeveyn olarak bizler çocuklarımızın fotoğraflarını neden pay­laşma ihtiyacı hissediyoruz?  İnsan olarak birçok psikolojik ihtiyacı­mız var. Bunlardan biri görülmek, fark edilmek. Biz görünmeyi, görünür olmayı seviyoruz. Hiç kimsenin bizi fark etmediği bir ortamda huzursuz oluyoruz. Çünkü görülmek, varlığımızın fark edilmesi anla­mına geliyor. Görünmediğimizde sanki yok oluyoruz ve yokluk bize acı veriyor. Biz görünür olmanın yanında maha­ret­lerimizin bilinmesini arzu ediyo­ruz. Yap­tıklarımıza, eserlerimize, yaşadık­ları­mıza tanık olanlar arttıkça kendimizi iyi hissediyoruz. Bu sayede varlığımız anlam kazanmış oluyor. Bu nedenledir ki, sahip olduğumuz meziyetleri, yaşadıklarımızı  ser­gilemeyi, anlatmayı seviyoruz ve insan­ların bunu takip etmesi hoşumuza gidiyor. Biz beğenilmeyi, takdir görmeyi de se­viyoruz ve bunu istiyoruz. Bu psiko­lojik bir ihtiyacımız. Beğenildikçe, takdir edildikçe varlığımız onaylanıyor ve biz ken­dimizi daha iyi hissediyoruz. Bu nedenle diğer insanların beğenisini ve takdirini içten içe arzuluyoruz. Bizler sosyalleşmeye, diğer insanlarla bir araya gelip topluluk olmaya ihtiyaç duyuyoruz. Yalnızlık bazen bize iyi gelse de hiç birimiz tamamen yalnız bir hayat tercih etmiyoruz. İnsanlarla konuşmak, soh­bet etmek, dertlerimizi anlatmak, güzel haberleri paylaşmak bize iyi geliyor. Bir topluluk içinde, etkileşim halinde yaşamak en derin ihtiyaçlarımızdan bir tanesi. Sosyal medya, bu saydığımız derin ih­ti­yaçlarımızla örtüşüyor. Biz sosyal med­ya aracılığıyla görünür oluyoruz. Fotoğ­raflarımızı paylaşarak görünür olma arzu­muzu gideriyoruz. Sahip olduğumuz ye­tileri orada sergiliyoruz. Sosyal medyada aldığımız beğeniler, retweetler bizim takdir ve beğenilme arzumuzu okşuyor. Ayrıca insanlarla birlikte olma ihtiyacımızı kısmen sosyal medyada gideriyoruz. Eskilerin çeşme başında yüz yüze yaptıkları sohbetlerin tadını, sanal ortamlarda arıyoruz. Sosyal medya tüm bu ihtiyaçlarımızla da örtüştüğü için hızla hayatımıza girdi ve gün geçtikçe yaygınlaşıyor. Ne var ki sosyal medya, göründüğü kadar masum değil. İpin ucunu kaçır­dığımızda sosyal medya, insanlığımızı ya­ra­layabiliyor. Görünür olma arzumuz sosyal medya ile çok rahatlıkla  gösteriş meraklısı olmaya, kendimizi insanların gözüne sokmaya dönüşebiliyor. Ya da far­kında olmadan görünür olmanın kölesi olabiliyoruz. Bir süre sonra eserlerimizi, ürünlerimizi görünür kılma merakımız; kendimizi, simamızı görünür kılmaya dö­nü­şüp narsistik bir hal alabiliyor. Beğeni arzumuzu tatmin ederken sürekli kendi­mizi kaç beğeni, kaç retweet aldığımızı kontrol ederken, takipçi arttırma çabasına girmişken bulabiliyoruz. Sosyal medyada sosyalleşmeye çalışırken eşimizden, çocu­ğumuzdan uzaklaşabiliyoruz. Sanal sosyal­liğimiz uğruna gerçek hayattaki ilişkiler­den kopabiliyoruz. Dahası sosyal medyada ihtiyaçlarımızı karşılamaya çalışırken ço­cuk­larımızı da bu sürecin bir parçası yapa­biliyoruz. Sosyal medyada yapılan paylaşımlar ara­sında çocuk fotoğrafları sıklıkla yer alı­yor. Yeni doğmuş bir bebeğin fotoğrafı, yürüyen, konuşmaya çalışan, oynayan, uyu­­yan-uyumayan, yemek yiyen-yeme­yen çocukların fotoğrafları her gün sos­yal medyada paylaşılıyor. Peki biz, bu pay­laşımları neden yaptığımızı sorguluyor muyuz? Acaba bir ebeveyn olarak bizler çocuklarımızın fotoğraflarını neden pay­laşma ihtiyacı hissediyoruz? Onlar üze­rinden kendi psikolojik ihtiyaçlarımızı mı karşılamaya çalışıyoruz?  ‘Kızım şunu yaptı!’, ‘Oğlum bunu yaptı!’ diyerek bütün dünyaya gösterdiğimiz fotoğraflar üzerinden beğeni aldığımız evlatlarımız, görünmemizi sağlayan bir ‘nesneye/eşyaya’ dönüşüvermiş mi oluyor? Çocuklar çoğu zaman, anne-babanın kendi kendini bir tatmin aracı halini mi alıyor? Paylaşmak amacı ile çıktığımız yolculuk çocuğumuzu sergilemeye mi dönüşüyor? Acaba fotoğrafları çocuk için mi pay­laşıyoruz, yoksa çocuk üzerinden gö­rülme, sosyalleşme ve beğenilme ar­zu­muz için mi? Cevabımız, ‘çocuk üze­rinden arzularımızı gidermek’ ise, çocuk­larımızı kendimiz için tanımadığımız, bil­mediğimiz kişilerin gözleri önüne atmak anne-babalık hislerimizle örtüşüyor mu? Hayır, ‘Çocuk için paylaşıyoruz’ diyorsak, tanıdığı-tanımadığı kişilere, fotoğraflarının paylaşılması, çocuklara nasıl bir fayda sağlıyor? Kendi duygularımızı tatmin için çocuk­ların görüntülerini herkesin göreceği şekilde internet ortamında paylaşmak hiç sağlıklı değil. Çocuklara yönelik cin­sel sapıklığı olanlar çocuk fotoğraflarını biriktiriyor. Ayrıca art niyetli, kötü bakışlı kişilerin bakışları, niyetleri çocuklarımızı olumsuz etkiliyor. Küçük çocuklarımızın mahremiyet haklarını gözetip korumak bizlerin görevi değil mi? Çocuklarımızın bütün hayatı, nerdeyse tüm dünyaya canlı yayınla gösteriliyor. Oysa ki, sağlıklı kişilik gelişimi için çocuğun kendine ait bir dünyası olması gerekiyor. Yetişkinler için duvarları camdan evlerde yaşamak ne kadar rahatsız edici ise, çocuklar için de herkesin erişimine açık bir hayat, o kadar rahatsız edici olabiliyor. Yirmi sene sonra, yüzlerce fotoğrafı herkesin erişiminde olan bir çocuk, bu durumdan memnun olacak mı? Ço­cuk bunu değiştirmek istediğinde, gerçek­leş­tir­mesi mümkün olabilecek mi? Böyle bir durumun çocuk üzerinde oluşturacağı olumsuz etkileri bugünden tahmin etmek oldukça zor. Ya çocuklarımız karar verme aşamasına geldiğinde bizim paylaştığımız fotoğraflardan rahatsız olursa, ya da “Hangi hakla her halimi sosyal medyada paylaştınız? Bunu yaparken bana sordunuz mu?” diye bizi sorgularsa cevabımız ne olacak? Çocuk fotoğraflarını paylaşırken genellikle ‘Ama çocuğum bundan mutlu oluyor.’ dü­şüncesine sığınabiliyoruz. Çocuğun sürekli kendi fotoğrafının çekilip paylaşıl­masını istemesi doğal değil. Sürekli, fotoğraflarının paylaşıldığından haberdar bir çocukta narsizm gelişebiliyor. Böyle yapıldığında çocuklar hep gündemde ve gözde kişinin kendisi olduğuna inanıyor. ‘Ama çocuk bundan mutlu oluyor’ diye düşünerek çocuğa sürekli şeker veremeyeceğimiz gibi, aynı düşüncelerle onun fotoğraflarını da paylaşamayız. Kendisinden sürekli, övülerek söz edilen, her görüntüsü beğenilen bir çocuk, övülmeye değer birisi olmak yerine, daha çok beğeni alacak bir görüntüye sahip olmaya çalışıyor. Çocuklarımızın gösteriş meraklısı bireyler olmasında, ebeveynler olarak ne kadar payımızın olduğunu sor­gulamamız gerekiyor. Özetle, biz insanız; görülmek, beğenilmek ve sosyal ilişkiler kurmak istiyoruz. Bu saye­de var olduğumuzu hissediyoruz. Sos­yal medya ise bizim bu ihtiyaçlarımızı kar­şılamaya çalıştığımız bir mecra gibi duruyor. Ancak buradaki ilişkilerimizi dü­zenlemediğimizde öncelikli zararı biz görüyoruz. Bazen bu zarara çocuklarımızı ortak ediyoruz. Bazen farkında olmadan kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak için çocuk­larımızı kullanabiliyoruz. Sosyal medyada çocuk fotoğrafı paylaşma çılgınlığını yeni­den sorgulamamız gerekiyor. Biz diyoruz ki, çocuklarımız için attı­ğımız her adımda kendimize şunu so­ralım: Yaptıklarımızı çocuklarımızın iyi­liği için mi, yoksa onların üzerinden bir şeyler elde etmek için mi yapıyoruz?

Pedagoji DERNEĞI 01 Temmuz
Konu resmiFerâset, Liyâkat, Adâlet Ya da İşi Ehline Vermek
Kültür ve Medeniyet

Cenâb-ı Hakk, her insana doğuştan bazı yetenekler ve kabiliyetler vermiştir. Ta ki insan, hem bu dünyası hem de ahireti için hayırlı işler yapabilsin. Kişilerin hem manevî durumları hem de ilimle besle­nen kabiliyetleri, onların ehliyetlerinden haber veriyor bizlere. Bir vazife ya da bir makam, bir kişiye verileceği zaman işte bu ehliyete bakılması gerekiyor. Aksi hâlde iş ehline verilmemiş demektir. Rivayet odur ki; Sultan 1. Mahmûd dö­ne­minde Server Efendi isminde bir Def­ter Emini varmış. Server Efendi, tapu ka­yıt­larının muhafazasına önem verir ve her­hangi bir suiistimale meydan vermemek için, defterlerin dışarı çıkarılmasına izin vermezmiş. Meydana gelen bir ihtilâf üze­rine Sultan 1. Mahmûd (1730-1754), ara­zilerle ilgili defterleri istemiş. Ancak Server Efendi; “Fâtih Sultan Mehmed Hazretlerinin Kanunnamesine göre, Def­ter­ha­neden gece vakti defter çıkarılması, men’ edilmiştir. Sultanımız af buyursunlar. Defterleri çıkartamam.” şeklinde bir ce­vap­la Padişah’ın bu isteğini reddetmiş. Server Efendi’nin cevabı kendisine ulaştığında, gazaba gelen Padişah, bu memurun ida­mını ferman buyurur. Sabah olduğunda huzura kabul edilen Sadrazam’ın, Server Efendi’nin davranışında haklı olduğunu Padişah’a arz etmesi üzerine Padişah, yeni bir ferman çıkararak idam kararının uygu­lanmamasını emretmiş ancak iş işten geç­miş ve Server Efendi idam edilmiştir. Yaptığından pişman olan Sultan 1. Mah­mud, Defter Emini Server Efendi’nin na’şının Defterhane binasının bahçesine defnedilmesini emreder. Daha sonraları Defterhane, önce Def­ter-i Hakânî Nezareti adını almış ve Cum­huriyet’ten sonra da Tapu ve Kadastro Ge­nel Müdürlüğü olmuştur. Server Efen­di’nin kabrinin bulunduğu Sultanah­met’teki bina ise, Tapu ve Kadastro İstan­bul Böl­ge Müdürlüğünün hizmet binası olarak kullanılmaktadır. Liyakate, Ferasetle Anlaşılır Yukarıdaki hâdiseden yola çıkarak diye­bi­liriz ki; gerek devlet, gerekse de özel her türlü kurum veya kuruluşun idaresinde adâ­letin sağlanabilmesi; feraset ve liyakatten geçiyor. Feraset, kamusta derhâl anlama ve zihin uyanıklığı olarak ifade edilmektedir. “Müminin ferasetinden sakının. Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar. (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 16)” hadisi, dikkatlerimizi ferasetin üzerine çekiyor. Peygamber Efendimizin (asm) sahabelerini çok iyi tanıdığını, hep­sinin fıtratını ve liyakatini çok iyi tesbit ederek ona göre yönlendirdiğini ve vazife­ler verdiğini, Asr-ı Saâdet’le ilgili eserlerde anlatılan rivayetlerden net bir şekilde an­layabiliyoruz. Meselâ; ezan okuma vazifesinin Bilâl-i Ha­beşî Hazretlerine (ra) verilmesini bu konu­ya örnek olarak gösterebiliriz. Peygamber Efendimizin (asm) namaza davetin nasıl ola­cağı ile ilgili istişareler yaptığı günler­de, Abdullah bin Zeyd (ra), Hz. Ömer (ra) ve ashâbdan birkaç kişi, rüyalarında ezanın nasıl okunması gerektiğini görür­ler. Böyle birden fazla kişinin aynı rüya­yı görmesi üzerine Peygamber Efendimiz (asm), memnuniyetini ifade etti. Ve eza­nın bu şekliyle okunmasını istedi. An­cak Resûlüllah (asm), ezan okuma vazi­fesini rüyalarında görenlere değil, sesi gür olan Bilâl-i Habeşî’ye (ra) verdi. Bu durum, liyakatin ne derece önemli oldu­ğunu gösteriyor. Ayrıca Peygamber Efendi­mizin (asm) as­habının özelliklerini ve yete­neklerini iyi bildiğinin de ispatıdır. Yine Ebû Zer-i Gıfarî (ra) hakkında, Pey­gamber Efendimizin (asm) söylediği; “O, yalnız yürür, yalnız ölür ve yalnız haşr olur” hadisi de bir manada fıtrat teşhisi­dir. Ebû Zer-i Gıfarî’nin (ra) fıtratını teş­his eden Resûlüllah (asm), ona fıtratına uygun olarak muamele etmiştir. Meselâ ona idarecilik vazifesi vermemiş ancak Mekke’nin fethi sırasında Gıfar kabilesi­nin sancakdârlığı vazifesini vermiştir. Ya da onu fıtratı sebebiyle eleştirmemiştir. Resûlüllah (asm), kimi zaman da 18 ya­şındaki bir sahabeye İslâm ordusuna ku­mandanlık vazifesi verir. Peygamber Efen­dimiz (asm), vefat etmeden kısa bir müd­det önce Doğu Roma ile savaşmak için bir or­du hazırlanması talimatını verir. Bu ordu­nun kumandanlığına da 18 yaşındaki Üsâ­me bin Zeyd’i (ra) tayin eder. Ashâb-ı Kirâm’ın önde gelenlerinin de içinde olduğu bir ordunun başına böy­le genç bir sahabenin tayin edilmesi, Pey­gamber Efendimizden (asm) idare­cilik nok­tasında alacağımız en mühim ders­ler­den biridir. Bu durumu tanımlamamız ge­rekse, ferasetle fark edilen liyakatin ne­ticesidir diyebiliriz. Bilgilerin körü körü­ne ezberlenmesi neticesinde elde edilen malumatın derecesine göre, idarecilerin belirlendiği günümüzle, asr-ı saâdetin farkı da bu tarz hâdiselerde ortaya çıkmaktadır. Ebû Hureyre (ra), Ashâb-ı Kirâm içinde en çok hadîs rivâyet eden sahâbedir. Onun dinleme, anlama ve hıfzetme kâbiliyeti­ni fark eden Peygamber Efendimiz (asm), onu yanından ayırmamıştır. Hıfzetme ka­­bi­li­yetinin manevî cephesini de Ebû Hureyre (ra) şöyle anlatmaktadır: “Bir gün Resûlüllah’ın (asm) meclislerinin birinde bu­lun­muştum. Buyurdular ki; ‘İçinizden kim cübbesini yere serer de, ben sö­zümü bitirdikten sonra toplarsa ben­den duyduğunu bir daha unutmaz.’ Bunun üzerine ben üzerimdeki hırkayı yere serdim. Peygamber Efendimiz (asm) sözünü bitirince onu topladım. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; o andan sonra Resûlüllah’tan (asm) duyduğum hiçbir sözü unutmadım. (Bu­harî, İlim, 42)” Ebû Hureyre’nin (ra) kedileri çok sevdiği herkesçe malûmdur. Hatta lakabı olan ‘Ebû Hureyre’, kedi­­ciklerin babası manasına gelmektedir. Pey­gamber Efendimiz (asm), onu bu hâ­linden dolayı kınamamış, hatta hoşuna giden bir hâl olduğunu ifade etmiştir. Başkaları kınarken ya da istihza ederken Peygamberimizin (asm) sahiplenmesi, des­teklemesi ve olduğu gibi kabul etmesi, bu durumda da karşımıza çıkmaktadır. Bu sâyede bu kabiliyet gizli kalmamış ve Ebû Hureyre’den (ra) günümüze 5374 Hadîs-i Şerîf nakledilmiştir. Peygamber Efendimizin (asm) amcaoğlu Abdullah bin Abbâs (ra) anlatıyor: “Re­sûlüllah (asm) ihtiyaç için çıkmıştı. Onun için abdest suyu hazırlayıp çıkışa koydum. Peygamber Efendimiz (asm) dışarı çıkınca; ‘Bu suyu kim koydu?’ diye sordu. ‘İbn-i Abbâs’ dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm); ‘Allah’ım! Onu dinde fakih kıl’ diye dua etti. (Buharî, Vudû, 2/256)” Başka bir rivayette ise, Peygamber Efendimizin (asm) İbn-i Abbâs’ı (ra) göğsüne bastırdığı ve; “Allah’ım! Ona Kitâb’ı (Kur’ân’ı) öğret (Buharî, Fedâil, 13/320)” şeklinde duâ ettiği nakledilmiştir. Burada da Resûlüllah’ın (asm) bir kabiliyet keşfiyle karşılaşıyoruz. 619 senesinde dün­yaya gelen ve Peygamber Efendimizin (asm) amcaoğlu olan İbn-i Abbâs’ın (ra) teyzesi Meymûne (ra), Peygamber Efen­dimizin (asm) hanımlarındandır. Bu se­bep­le daha küçük yaşta Peygamberimizin (asm) yanında bulunmuş ve çokça hadis dinlemiştir. 1660 hadisle, en çok hadis rivayet eden beşinci sahabedir. Peygam­ber Efendimizin (asm) etrafında bulunan baş­ka çocukları değil de İbn-i Abbâs’ı (ra) tercih ederek, fakih olması için dua etmesi, liyakat sahibi birinin ferasetle fark edilmesine en güzel örneklerden biridir. İbn-i Abbâs (ra), ileriki yıllarda çok büyük bir fıkıh âlimi olmuş, ‘Tercümân’ül-Kur’ân’ ünvânını almıştır. “(Peygamber Efendimizin İbn-i Abbâs’a) Duâsı öyle makbûl olmuş ki, İbn-i Abbâs (ra), ‘Tercümânü’l-Kur’ân’ ünvân-ı zîşânını ve ‘Hibrü’l-Ümme’ yani allâme-i ümmet rütbe-i âliyesini kazanmış. Hatta çok genç iken, Hazret-i Ömer (ra) onu ulemâ ve kudemâ-yı Sahâbe meclisine alıyordu. (Zülfikâr, 275)” Zülfikâr mecmuasında geçen bu izahat da gösteriyor ki; idarecilerin ya da yetki sahiplerinin ferasetli olması, liyakatli ve yetenekli olanların keşfini sağlıyor. Bu da insanlara adâletle muamele edilmesine vesile oluyor. “İş ehil olmayana verilince kıyameti bekle (Buhârî)” Cenâb-ı Hakk, her insana doğuştan bazı yetenekler ve kabiliyetler vermiştir. Ta ki insan, hem bu dünyası hem de ahireti için hayırlı işler yapabilsin. Kişilerin hem manevî durumları hem de ilimle besle­nen kabiliyetleri, onların ehliyetlerinden haber veriyor bizlere. Bir vazife ya da bir makam, bir kişiye verileceği zaman işte bu ehliyete bakılması gerekiyor. Aksi hâlde iş ehline verilmemiş demektir. Buhârî’de geçen “İş ehil olmayana verilince kıyameti bekle” Hadîs-i Şerîf’i, meselenin önemini anlamamız için yeter sanırım. Buradan sadece, ‘İş ehil olana verilmeyince kıyamet kopacaktır’ manasını çıkarmak, hadiste ifade edilmeye çalışılan hakikatin sadece bir yönünü anlamak demektir. Asıl anlamamız gereken, belki de vazife ve makam bir kişiye verilirken ehliyete bakılmamasının ne kadar büyük bir problem olduğudur. Liyakat yani yetenek sahiplerinin ferasetle yani zihin uyanıklığı ile fark edilerek hak ettikleri mevkilerde onlara vazifeler verilmesi, günümüzdeki birçok sorunun çözülmesini sağlayacaktır. Böylece beyin göçü, torpil, rüşvet, rant, iltimas vb. birçok terim de gündemimizden kalkacaktır.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmiYıldızlar, Güneş ve Gezegenler Galaksi
Eğitim

“Güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır.” (A’raf, 54) Uzayda milyonlarca yıldızın bir araya ge­lerek oluşturdukları topluluğa galaksi deni­lir. Uzayda 100 milyardan fazla galaksi ol­duğu ve her galakside de ortalama 100 mil­yarın üzerinde yıldız bulunduğu kabul edilmektedir. Güneş sistemimizin içinde bulunduğu ga­laksiye Samanyolu Galaksisi denilmektedir. Disk şeklindeki bu galakside 200 milyar yıldız vardır. Bir ucundan çıkan ışık diğer ucuna 120 bin ışık yılında varmaktadır.1 Güneş “Güneş ve ay hesap iledir.” (Rahman, 5) “Güneş, kendisi için belirlenen yerde (yörün­gesinde) akar, gider.” (Yasin, 38) Bizim lâmbamız ve sobamız olan Gü­neş, dünyamızdan bir milyon defa bü­yüktür. Kendi etrafında saatte 70.000 km hızla döner ve ortalama 25 günde devrini tamamlar. Uzayda ise Samanyolu Galaksisindeki yörüngesinde saniyede or­ta­lama 250 kilometrelik bir hızla seyahat eder.2 (Güneşin 10 saniyede kat ettiği 2500 kilometrelik mesafeyi Jet uçakları ancak bir saatte kat ederler). Tabii ki, bu seyahat esnasında bütün gezegenler de ona eşlik ederler. Cenab-ı Hak, onu ve onun gibi milyonlar­ca yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandırıyor ve söndürmüyor. Onları feza âleminde topluca ve çok süratli bir şekilde gezdiriyor ve birbirine çarptırmıyor. Güneş Gezegenlerinin Sayısı “Ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm.” (Yusuf, 4) Güneş çekim kuvvetiyle etrafındaki ge­ze­genleri kendine bağlamış, etrafında dön­dürmektedir. Bugünkü bilim bu gezegenlerin 9 olduğu­nu söylese de, Üstad Bediüzzaman risa­lelerin değişik yerlerinde gezegenlerin 12 olduğunu söylemektedir. Bu durumda akla şu soru gelmektedir: Acaba Üstad kendi zamanındaki astronomi gezegenlerin 12 olduğunu söylediği için mi, yoksa –her ne kadar bilim keşfetmemişse de- gezegenlerin 12 olduğunu keşfen bulduğu için mi böyle söylemiştir? Her iki ihtimalde mümkün görünmektedir. Şöyle ki: 20. yüzyılın başlarında Güneş gezegenleri 12 sanılıyordu. (Veya bu Osmanlıda böyle kabul ediliyordu). Abdullatif Har­putî, (1842-1916) “Tenkihu’l-Kelâm” ad­lı eserinde eski âlimlerin gezegenleri 7 ka­bul ettiğini, fakat son dönem bilim adam­larının ise bunların 12 adet olduğunu söylemektedir. Daha sonra bu 12 gezegeni şöyle sıralamaktadır: Merkür, Venüs, Yer küre, Merih, Westa, Bonan, Siris, Palas, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Luriya’dır.”3 Harputî’nin zikrettiği Merih’le Jüpiter ara­sındaki gezegenler, bugünkü astronomi ta­rafından astroid denilen küçük cisimler sınıfına dâhil edilmiş, gezegen statüsünden çıkarılmıştır.4 İkinci ihtimale gelince, her ne kadar bu­gün gezegen sayısı 9 kabul edilse de, resmi olmayan bazı bilgiler bize baş­ka gezegenlerin bulunduğunu haber ver­mektedir.5 Gezegenlerin Hareketleri “(Yıldızların yörüngesi olan) yollara sahip göğe andolsun.” (Zariyat, 7) Bütün gezegenler kendi etraflarında ve Güneşin etrafındaki yörüngelerinde çem­bere benzer elips şeklinde dönerler. Geze­genlerin Güneş etrafındaki hızları Güneşe olan yakınlıklarına göre değişir. En yakın en hızlı, en uzak en yavaştır. Örneğin Mer­kür ortalama saniyede 48, Venüs 35, Dünya 30, Merih 24, Jüpiter 13, Satürn 10, Uranüs 7, Neptün 5,5, Pluton, 5 km hızla seyahat ederler.6 Gezegenlerin hareketleri esnasında Güneşe olan uzaklıkları, Güneş etrafında ve kendi çevrelerinde dönme hızları sabittir ve hiç değişmez. Çekim Kuvvetindeki Denge “Muhakkak ki Allah, gökler ve yer (bu­lun­dukları yerden) zail olmasınlar (git­mesinler) diye onları tutmaktadır. Eğer O, onları tutmasaydı ve onlar bulundukları yerden zail olsaydı onları ondan başka kim tutardı.” (Fatır, 41) Cenab-ı Hak, kütlelere bir çekim gücü vermiştir. Fizikçiler bunu kütle çekim kuvveti olarak isimlendirmişlerdir. Bu çekim gücünden dolayı bırakılan her hangi bir nesne yeryüzüne düşer, nehirler yüksek yerlerden aşağıya doğru akar. Peki, dünyamıza yakın olan ay, niçin dünya üzerine düşmez? Ay dünya üzerine düşmez, çünkü dünya her ne kadar ayı çekse de, ayın da kendi etrafında dönmekten kaynaklanan merkez kaç kuvveti vardır. Dünya ayı çekerken, ay da bu merkezkaç kuvvet yüzünden uzaya fırlayıp kaçmak ister. Bu iki kuvvet arasında tam bir denge kurulduğundan, ay, ne dünyaya düşer, ne de fırlayıp uzaya gider. Eğer dünyanın çekim kuvveti biraz daha fazla olsaydı, ay dünya üzerine düşerdi. Veya ayın merkez kaç kuvveti biraz daha fazla olsaydı, ay uzaya fırlar, giderdi. Dünya ve ay arasındaki –yerçekimi ve mer­­kezkaç kuvvet- ilişkisi kâinattaki bü­yük, küçük bütün kürelerde vardır. Bu yüzden yerçekiminin diğer adı kütle çe­kim kuvvetidir. Örneğin, Güneş, çekim kuvvetiyle dünyayı kendine çeker. Dünya ise merkezkaç kuvveti ile uzaya fırlamak ister. Bu iki kuvvet arasındaki denge sa­yesinde, dünya Güneşe belli bir mesafede durur ve Güneş etrafındaki yörüngesinde gezer. Bu iki kuvvetten birinin artması veya eksilmesi ya dünyanın Güneşe çarpmasına ya da dünyanın yörüngesinden çıkıp uzaya fırlamasına sebep olur. Aynı ilişki, Güneş ile diğer gezegenler ara­sında da vardır. Fakat her gezegenin kütlesi, dönme hızı ve Güneşe uzaklığı farklı ol­duğundan, Güneşin bunlara uy­gu­ladığı çe­kimle, onların merkezkaç kuv­vetleri farklı farklıdır. Çekim kuvveti Güneş ve gezegenler ara­sında olduğu gibi, sistemdeki bütün ge­ze­genler arasında da vardır. Tabii ki ge­zegenlerin birbirine uyguladıkları etki Güneşin çekim kuvveti kadar güçlü değildir. Fakat bu çekim azda olsa birbirlerine tesir eder. Örneğin, Güneş sisteminin en büyük gezegeni Jüpiter’dir. Jüpiter dün­yadan bin defa büyüktür ve 13 adet uy­dusu vardır. Jüpiter uydularıyla beraber et­­rafındaki gezegenlere ve dünyaya bir çe­kim uygular. Ayrıca Jüpiter dünyadaki ha­yatın muhafaza edilmesinde önemli bir yere sahiptir. Jüpiter güçlü kütle çekim kuvvetiyle Güneş Sistemine giren her türlü kuyruklu yıldız ve asteroiti ya yörüngesini değiştirerek fırlatır ya da kendi içerisine alarak o gök cismini yok eder. Eğer Jüpiter olmasaydı asteroit ve kuyruklu yıldız­lar sürekli Dünyaya çarpar­lar ve yeryüzünde­ki hayatı bitirirlerdi.7 Güneş ve gezegenler arasındaki çekim kuv­veti Güneş sisteminde dengeli bir birlik ve bütünlük sağlamaktadır. Bazı bilim adamları Güneş sistemindeki dengenin oluşması için sisteme bir tür dizayn yapıldığını itiraf etmişlerdir. Bazı bilim adamları da “Güneş sistemi gerçek manada bir sistemdir. Gezegenlerin yalnızca gelişi­güzel bir topluluğu değildir.”8 demişlerdir. Güneş sistemindeki dengeleme faaliyeti aslında Samanyolu galaksisinin merkezi ile galaksideki bütün yıldızlar arasında da mevcuttur. Hatta feza âlemindeki bütün yıldızlar ve galaksilerde de bu özellikler mü­şahede edilmektedir. Kütle çekim kuv­­veti ile merkezkaç kuvveti arasında oluş­turulmuş dengeler sayesinde bütün uzay­daki kütleler arasında organik bir bütün­lük oluşturulmuştur. Görünüşte zahiren çekim kuvveti bütün yıldızlar arası ilişkiyi sağlayıp kâinatta bir bütünlüğün ortaya çıkmasını sağlıyorsa da, hakikatte bütün bunların arkasında Allah’ın sonsuz gücü, kudreti vardır. Çekim kuvveti sebeptir, asıl müessir kudret-i ilahiyedir. Kaynaklar: 1- Saadettin Merdin, age. s. 355-357.2- Taşkın Tuna, Hayat Kaynağımız Güneş, Yeni Asya Yayınları, s. 20.3- Abdullatif Harputî, Tenkihu’l-Kelâm, s. 83.4- Bkz. Taşkın Tuna, Güneş, s. 53.5- Osman Çakmak, s. 78.6- Taşkın Tuna, Güneş, s. 56.7- http://www.umitsamimi.com/2013/01/jupiter-dunyamizi-nasil-korur/ (Erişim, 05.06.2015)  8- Taşkın Tuna, Güneş Sistemi, s. 66

İdris TÜZÜN 01 Temmuz
Konu resmiKırgızista'da İslam Alfabei
Kültür ve Medeniyet

İslam Alfabesi Kırgızlarda Çarlık Rusyası’ndan sonraki Ko­münist Rusya’nın işgaline kadar kullanılmıştır. Latince Müs­lüman Türkistan’da bilinmekte fakat yalnızca ek ihti­yaçların zuhuru anında kullanılmıştır. SSCB yöneticilerinin düzenlediği Ukrayna, Türkiye, Almanya, Avusturya, İran gibi ülkelerden gelen toplam 131 delegenin katıldığı  Bakü’deki Türkiyat Kongresi’nde yalnızca Kazakistan ve Tatarların karşı çıktığı “Orta Asya Türklerinin alfabeleri olarak latincenin kabulü” fikri neticesinde (1926) Kur’an alfabesi yerine la­tince benimsenmiştir. SSCB’nin planına göre, birbirlerine İslam dini ile bağlı olan bu halkların Kur’an-ı Kerim ile bağlarını koparmak ve Müslüman olmayan diğer halklarla kaynaştırmanın tek yolu alfabe değişikliğinden geçiyordu Kırgızlarda Dini Eğitimin Gelişimi İslam dininin Orta Asya’ya ulaşması Hic­ret’ten sonraki ilk yüzyıllara rastlar. Ken­dilerine hiç de yabancı olmayan bu inanç sistemi, Türk boyları arasında kısa zamanda geniş kabul görmüştür. İslam’ın kabulü ile birlikte yeni bir ivme kazanan entellektüel hayat, Orta Asya’nın kısa zamanda kültür ve medeniyet merkezi haline gelmesini sağlamıştır (Yılmaz, 1997:155). Ancak Kırgızlar, Türki halklar arasında İslamiyet ile en geç tanışan halk olmuşlardır. Bunun sebebi olarak, Kırgız halkının şehirleşme sürecini çok geç tamamlamış olmaları söylenebilir. Kırgız halkı yaklaşık XVI. yüzyılda İsla­miyet’i kabul etmişlerse de göçebe ol­malarından dolayı İslamiyet’in bütün ku­rallarını tam olarak özümseyememişler­dir (Хасанов, 1959:21). Biraz gecikmeyle birlikte İslamiyet, tüm Türk halklarında olduğu gibi, Kırgızlar arasında da yer­leşmiştir. Osmanlı Devleti’ndeki eğitim kurumları­nın bir benzerleri bu coğrafyada İsla­mi­yet’in kabulüyle birlikte gelişim göster­miştir. Özellikle Türk halkları arasında yerleşik hayat tarzına daha erken başla­dıkları bilinen Özbek ve Tatar halkları arasında mektep ve medreselerin tarihi da­ha eskilere dayanmaktadır. Kırgızlarda ise XVII. yüzyılda açıldığı bilinen mektepler, diğer Türki halklara göre biraz farklı gelişim göstermiştir. Kırgızlar göçebe yaşa­dıkları için barınak olarak “Bozüy” adını verdikleri çadırlarda yaşamışlardır. Bu nedenle okul olarak sabit konutlar yerine çadırları kullanmışlardır. Bu mekteplere ilk başlarda -yani Hokand Hanlığı dönemlerinde- Özbeklerden mol­la­lar geliyordu, daha sonraları ise Tatar­lardan da gelmeye başlamıştır. Rus bir tarihçi bu dönemi şöyle anlatmaktadır: “Şunu belirtmek gerekiyor ki İslami faali­yetler sadece yerleşik halkın bulunduğu yer­lerle sınırlı kalmamış, taşraya, göçebe halkın bulunduğu yerlere yani Kazak­ların, Kırgızların, Türkmenlerin yaşadığı yerlere kadar uzanıyordu. Göçebe halkın yaşadığı bölgelerde camilerin yanında çadır mektepleride açılmıştı. Bununla bera­ber mek­teplerin sayısı oldukça çoktu. Ka­zak steplerinde dini propagandaların yayıl­ma­sında en önemli rolü Tatar mollaları oyna­mıştır (Иванов, 1958:215).” Bugün özellikle Bologna Süreci içeri­sinde önem kazanan, öğrencilerin ve öğretmenlerin hareketliliği gibi mevzu­lar Müslüman halklar arasında çok önce­den tesis edilmişti. Yani aynı kitaplar okunduğundan, hemen hemen aynı ders­ler görüldüğünden ve aynı dil kulla­nıldığından öğretmenler Türk, Tatar, Kır­gız, Özbek demeden çocuklara eğitim götürmüşlerdir. Orta Asya’da Müslüman halklar arasında -yakınlaşmaya sebep olan Osmanlıcaya benzeyen- Çağatay dili, alfabe olarak da İslam alfabesi kullanılmıştır. Kırgız halkının açmış olduğu mekteplerde eğitim veren muallimler Tatar, Özbek, Kıpçak halklarına mensup kişiler olmuşlardır. Kullanılan dil ve alfabenin ortak olması, dünyanın bütün Müslüman halklarında olduğu gibi, bu coğrafyayı da birbirine kenetlemiştir. Ortak bir dil ve alfabeye sahip olan bu eğitim yuvalarında çok sayıda Kırgız aydınları yetişmiştir. Kırgızlarda medrese olmadığından, mektebi bitiren öğrenciler Özbek medreselerinde eğitim görmüşler­dir. Ancak 1850 yılından itibaren Çarlık Rus­ya bu toprakları işgale başlamış, Kırgız halkının hiç bir değerine ehemmiyet vermeyerek, hristiyanlaştırma yoluna git­miştir. Çarlık Rusya’sının istilasından ön­ceki Kırgız tarihi hususen eğitim tarihi konulu bilgiler çok sınırlı olduğundan tam bilgiler elde edilememektedir. Kırgız SSR mektebine uzun yıllar hizmeti do­kunmuş M. Kasımbekov hatıralarında şunları yazıyor “Dini kuralları ve kanun­ları öğrendikten sonra talebe eğitimini ta­mamlamış sayılıyordu. Bu talebe yarı ümmi idi yani yazabiliyordu, fakat okuyamıyordu ve hatta yazmayı da bilmiyordu.” (Измаилов, 1957: 12) Halbuki Kırgız İlimler Akademisi tarafından 1976 – 1980 yılları arasında yapılan ilmi araştırmasının neticesinde Kırgızistan’daki çoğu köylerden, kışlalardan, kalelerden olmak üzere Arap, Fars, Türk ve Çağatay dillerinde XII – XVI. ve XVIII –XIX. asırlara ait 500’e yakın kitap, 200’e yakın el yazmaları ve daha başka yazılar bulunmuştur. Bu hakikat çok eskilerden beri Kırgız halkı arasında okuma yazma bilen, alim, bilgin kişilerin var olduğunu kanıtlamaktadır. Bu fikri 1785 yılının 23 Ağustosunda Rus Çarlığına yazılmış olan Atake Baatır’ın mektubu, Kırgız Biy’i Olcobay’ın 1825 yılında, Şerali Biy’in 1827 yılında Batı Sibir Genel Valiliği’ne yazılan mektupları desteklemektedir (Байгазиев, 2005:7). Bu demek oluyor ki Kırgız tarihindeki bu üç dönemin her biri kendinden önceki dönemleri karalamaya çalışmışlardır. Yani Çarlık Rusya Kırgız halkını onlar gelmeden önce okuma yazma bilmeyen, eğitim hayatı çok karanlık olan bir halk olarak göstermeye çalışmış. Özellikle Çarlık Rusyası döneminde eğitim alanında Hıristiyanlaştırma ve Ruslaştırma siyaseti yoğun bir şekilde uygulanmıştır. Halkları birbirinden ayırmada önce dil ve alfabe değişikliğine gidildi. Daha önce ortak bir dil ve alfabe kullanan Türkistan halkları için onların diline uygun olarak Kirilce’deki 33 harfin yanında yeni harfler eklenmiştir. Böylece yazı dilinde bulunan bu farklılık konuşma diline de geçerek halklar arasındaki dil birliği kaybolmuş oldu. Yüzyıllardır aynı coğrafyada bir bütün olarak yaşayan Türk halkları, ayrı ayrı milletler durumuna geldi. Yazı dilini, okuma-yazmayı bilmeyen halk kültüründen ve inançlarından koparılarak herşeyi itaatle kabul eden kullar haline getirildi (Egamberdiyev, 2005: 104). Böylelikle kendilerinin Türkistan’a dola­yısıyla Kırgızlara eğitim getirdiklerini sa­vunacaklardır. Nitekim öyle de ol­muştur. 1917 Ekim devrimiyle gelen Komünist Rusya ise, kendinden önceki üç dönemi karalamakla işe başlamış ve eğitimi Kırgızlara kendilerinin getirdiğini savunmuşlardır. Mesela Komünist Rusya yani Sovyetler Birliği Çarlık Rusya’yı Müslüman halklara Hıristiyanlığı empoze etmeye çalıştığını savunmuştur. Doğruluk payı var. Yani halk Çarlık Rusya’nın açtığı okulları (şkola) Müslüman çocukları Hris­tiyanlaştırarak kendi askeriyesine da­hil ettiği bir yer olarak görmüştür (Тургунбаева, 2008:8). Ancak bu inanç­larından ve geleneklerinden uzaklaştırma politikası Komünist Rusya döneminde de sürmüştür. 20-24 Kasım 1962 tarihinde Almatı şehrinde “SSCB halklarının edebi dillerinin gelişme meseleleri” adı altında bir konferans düzenlendi. Bu ve benzeri konferansların amacı yerli diller üzerinde Rusçanın etkisini güçlendirmekti. Çarlık Rusya’sı Türkistan halkının çocuk­larını yarı cahil bırakmak için basit öğ­retmenler tarafından hazırlanan kitapları okutuyorlardı (Egamberdiyev, 2005: 104).  Yani her iki dönemde de bir asimileden söz edilebilir. İslam Alfabesi Yukarıda da anlatıldığı üzere İslam Alfabesi Kırgızlarda Çarlık Rusyası’ndan sonraki Komünist Rusya’nın işgaline kadar kullanılmıştır. Latince Müslüman Türkistan’da bilinmekte fakat yalnızca ek ihtiyaçların zuhuru anında kullanılmıştır. SSCB yöneticilerinin düzenlediği Ukrayna, Türkiye, Almanya, Avusturya, İran gibi ülkelerden gelen toplam 131 delegenin katıldığı  Bakü’deki Türkiyat Kongresi’nde yalnızca Kazakistan ve Tatarların karşı çıktığı “Orta Asya Türklerinin alfabeleri olarak latincenin kabulü” fikri neticesinde (1926) Kur’an alfabesi yerine latince benimsenmiştir. SSCB’nin planına göre, birbirlerine İslam dini ile bağlı olan bu halkların Kur’an-ı Kerim ile bağlarını koparmak ve Müslüman olmayan diğer halklarla kaynaştırmanın tek yolu alfabe değişikliğinden geçiyordu (Даудов, 2011:12). Bu durumun orataya çıkacağını farkeden Kırgız aydınlarından olan İşenalı Arabayev ve Kasım Tınıstanov derhal bir Kırgız “Alip-bee”‘1si hazırlama yoluna gitmişlerdir. Hazırlamış oldukları Alip-bee’ler ile mek­teplerde eğitim vermişler ve ülkenin her yanına dağıtmaya çalışmışlardır. Bu­gün o dönemden kalma Kırgız Milli Kütüp­hanesi’nde bu iki Alippe ile birlikte Hatt-ı Kur’an olarak bir çok kitap bulunmaktaysa da bu hattı kullananların azlığından dolayı rağbet görmemektedirler. Bu iki kitaptan aşağıda bir kaç örnek vereceğiz. Resim 1’deki İşanalı Arabayev’in yazmış olduğu Alip-bee kitabının giriş sayfasıdır. Kitabın ismi ve en altta da “Kırgız Tilinde (dilinde)” yazmaktadır. Resim 2’deki yazı incelendiğinde Osman­lıcadaki gibi “E” sesinin “ه” harfiyel, “Ü” sesinin “و”  harfiyle ve “A” sesinin ise “ا”  harfiyle verildiği görülmektedir. Yazıyı okursak “enem üydö töö saayt” yani “annem evde deve sağıyor” yazdığı görülecektir. Resim 3’te ise, “A” sesinin yine “ا”  harfiyle yazıldığı görülmektedir. Okuduğumuzda ise “ata at bagat” yani “baba at bakıyor”  şeklinde yazıldığı anlaşılmaktadır. İşanalı Arabayev’in 1926 yılında Alip-bee kitabını çıkarmasının hemen ardından bir sonraki yıl diğer Kırgız aydını olan Kasım Tınıstanov 1927 yılında kendi kitabını yayınlamıştır. Aşağıda örnekleri verilecektir: Resim 4’te Tınıstanov’un “okuu – cazuu- bil” isimli kitabı görülmektedir. En üst kısımda ise yazarın Rus döneminden önceki isminin yazılması dikkat çekmektedir. Yani “Kasım Tınıstan Uulu(oğlu)” olarak yazılmıştır. Tınıstanov’un kitabı Arabayev’in kitabına göre daha ayrıntılı olarak yazılmıştır. Kitabın içeriğinde yalnızca harfleri öğret­mek değil, aynı zamanda okumayı da öğretmek istediği anlaşılmaktadır. Bu nedenle kitap içerisinde bir çok Kırgız tarihi ile alakalı yazıların verilmiş olduğu görülmüştür. Resim 5’te Kırgız Dilinde “Padişa za­manındagı Kırgız eli” yani “Padişah za­manındaki Kırgız halkı” yazılı olduğu gö­rülmektedir. Resim 6’da ise 1916-17 yıllarındaki Ko­münist Rusya’nın, Çarlık Rusya’ya kar­şı yapmış olduğu Ekim Devrimi anlatıl­maktadır. Kırgızcada “cıl” “yıl” anlamına gelmektedir. Yukarıdaki yazıda “1916. cıl abdan korkunuçtuu cıl” yani “1916 yılı çok korkunç bir yıl” denilmektedir. Sonuç Kırgızlar İslam Alfabesini 1926 yılına kadar kullanmışlardır. Bu dönemden sonra kısa bir süre Latin Alfabesi kullanılmış, ancak birliği sağlamak adına tüm SSCB ülkelerinde Kiril alfabesi ortak alfabe olarak kabul edilmiştir. İçerisinde hiç bir dine yer olmayan bu Komünist sistem, elbette Müslüman halkları birbirlerine İslam ile bağlayan Hatt-ı Kur’an’a müsaade etmeyecekti, nitekim öyle de oldu. Halbuki Kırgızistan topraklarında bugün İslam Tarihi açısından büyük değer taşıyan 751 Talas Savaşı’nın yapıldığı yeri içerisinde barındıran Talas şehri ve “Kutatgu Bilig” (Kutalçu Bilim)in yazıldığı yer ve aynı zamanda Karahanlı Devleti’nin ilk şehri olarak kabul edilen “Balasagun” şehri bulunmaktadır. Yaklaşık 80 sene Türk halkları arasında bütün manevi değerleri tahrip eden Ko­münizm sisteminin neticesinde Kır­gız gençleri tekrar dinlerine sahip çıkmak­tadırlar. Bugün camiler gençler ile dolup taşmaktadır. Kırgızistan’ın her yerinde Kur’an öğreten kurumlar açılmaktadır. SSCB’den ayrılan ülkeler arasında Kır­gızistan “özgürlükler ülkesi” olarak tanım­lanmaktadır. 2005 ve 2010 yıllarında ya­pılan halk devrimleri neticesinde tam bir demokrasi ortamına geçildiği söylenebilir. Bugün Kırgızistan’da dini faaliyet yapan 10’dan fazla Türkiye menşeli ve çok sayıda Arap menşeli cemaatler bulunmaktadır. Kır­­gızistan’daki bu dini uyanışta, bu ce­maat­lerin de etkisi büyüktür. Kırgızis­tan’ın şu anki Cumhurbaşkanı olan Al­maz­bek Atambayev ise, bir dönem Türki­ye’de ailesiyle yaşamış ve Cumhurbaşkanı Tay­yip Erdoğan’a abi diye seslenebilecek ka­dar muhabbet besleyen birisidir. Bu ne­denle Türkiye’ye gerek devlet bazında ve gerekse cemaatler bazında büyük görevler düşmektedir. Kaynaklar: 1- Kırgız elif-ba’sı Байгазиев Совьетбек. (2005). Алатоодогу Агартуунун Тарыхынын Кыскача Очерки (ХVII. Кылымдан 1917’ге чейин). Бишкек. Даудов А. Х., Мамышева Е. П., (2011). “Из Истории Латинизации Национальных Алфавитов СССР”, Вестник Санкт- Петербургского Университета Серия 2, Выпуск 2, Июнь. Egamberdiyev Mirzahan. (2005). Çarlık Rusyası’nın Türkistan’daki Eğitim Politikası (1870-1917). Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi, cilt: 6, sayı: 1, 103-108. Хасанов Анварбек Хусейн. (1959). Из Истории Киргизии ХIХ Века. Киргизское Государственное учебно-педагогическое Издателство Фрунзе. Иванов, П.П. (1958). Очерки По Истории Средней Азии (ХVI – Середине ХIХ В.). Издателство Восточной Литературы, Москва. Измаилов, А.Е. (1957). очерки по истории жовьетской школы в киргизии за 40 лет (1917-1957), фрунзе: киргизское гожударственное учебно-педагогическое издателство. Mehmet N. Yılmaz, (1997) Türk Dünyasının Tarikatleri, Türk Dünyası Özel Sayısı, sayı: 15, Türkiye Medya Hizmetleri Yayınları. Тургунбаева,  А., М.,  (2008). Формирование Системы Народново Образования В Период Културнои Револютсии В Киргизии (ХХ. В. 20-30. Г.), Бишкек, Кыргызско-Российски Славянски Университет.

Yavuz Ercan GÜL 01 Temmuz
Konu resmiSudan'da Ramazan
İbadet

Sudan’da Ramazan birlik beraberlik, kay­naşma ve yar­dımlaşma ayıdır. Sudan’da Ramazan, sıcak, susuzluk ve yor­gunluk ayıdır. Sudan’da Ramazan Kur’an, teravih, teheccüt ve toplu iftardır. Sudan’da Ramazan ayı denince bazılarının aklına “kerkedi” gelir. Bazıları da Ramazan ayını elektrik kesintileriyle hatırlar. Bazılarına göre Ramazanda en güzel şey, camilerde gerçekleştirilen uzun kaylule uykusudur.  Tabi ki en güzeli de; saat ikiden beri beklediğimiz akşam ezanıyla orucumuzu Nil-i mübarekin suyuyla açmaktır. Sudan hala klasik Ramazanların yaşandığı bir ülkedir. Akşam ezanına yakın erkekler evde hazırlanan içeceklerden ve hafif yiye­ceklerden oluşan bir tepsiyi alıp sokağa çıkar ve sokak aralarında hızlı iftar sofraları açılır. Bayanlar ise iftarlarını evlerinde açarlar. Tabi bu kesinlikle iftar yemeği değil, sa­dece iftar açmadır. Çünkü Sudanlılar if­tar yemeğini teravih namazından sonra aileleriyle yerler. Akşam ezanıyla köy ve şehirlerde sokak aralarında ve mahallelerde gerçekleşen iftar açma programlarının menüsünde soğuk su, Sudan’ın kuru ve sert hurmaları, belile (tuzlu suda haşlanmış küçük taneli Sudan nohudu veya haşlanmış yeşil mercimek ebadında yuvarlak kırmızı mercimek), Sudan’da değişik bitkilerden elde edilen yöresel içecekler (abre, konkonez, aradip, kerkedi). Herkes evinde ne hazırlandıysa getirdiğinden her gün eşit dağılım olma­yabiliyor. İftar vaktine az kala bir yere gidiyorsan yolunu kesip iftar sofrasına davet ederler. Eğer iftara bir yere davetliysen çok önceden hareket etmen lazım, yakalanırsanız iftarı yapmadan bırakmazlar. Sudanlılar Ramazanda sıcağın ve susuz­luğun etkisiyle öğleden sonra serin bir yer bulma arayışına girerler. Bunun için de en ekonomik ve en rahat yer camilerdir. Ramazanda gündüzleri camilerde klimalar hiç durmadan çalışır ve cami içi soğuk kalır. İnsanlar da kendilerini dışardaki sıcak havanın ve susuzluğun etkisiyle camilere atarlar. Öyle ki bazı camilerde öğle namazında ilk cemaate yetişemezseniz namaz kılacak yer bulamayabilirsiniz. Av­rupa’dan Sudan’a Arapça öğrenmek için gelen bir arkadaş Ramazanın ilk günü öğleden sonra bir iş için dışarıya çıkar (tabi bu, kendisi için Sudan’da ilk Ramazan). Bakar ki caminin etrafında yüzlerce otobüs ve araba park etmiş, caminin etrafındaki yol tamamen kapanmış, hatta insanın yü­rüyebilmesi için bile yol yok. Arkadaş düşünmüş, “Demek ki yurt dışından bü­yük bir vaiz gelmiş ve ders veriyor. Bizim bundan nasıl haberimiz olmaz!” diye ha­yıflanarak camiye koşar. Kapıyı sakince ve nazikçe aralar, bakar ki mihraptan kapıya kadar her yer boşluk kalmaksızın uyuyan insanlarla dolu. Şaşkınlıkla kapıda kala kalınca biri hafifçe kafasını kaldırıp “kapıyı ört, dışardan sıcak geliyor” dediğini duyar. Sudan’da teravih namazları genelde ha­timle kıldırılır. Bununla beraber kısa surelerle kıldıran camiler de tek tük bulunur. Türkiye’den gelen arkadaşlar ilk geldiklerinde hatimle namaz kıldıran camilere giderken iki üç yıl kalanlar -ülfet ve ünsiyetin verdiği gafletle- zamanla kısa sureli camilerin peşine düşerler. Bu camilere ‘samedaniye’ denir ve sekiz rekâttan oluşan bu namazlarda ikinci rekâtlarda İhlas Su­resi okunur ve Türkiye’deki ‘jet imamları’ aratmaz. Ama bu camiler çok nadir oldu­ğundan bulmak kolay değildir. Şehir merkezlerinin ekseri camilerinde hatimle namaz kılınır. Ramazan’ın son on günü gelince de Kadir Gecesini ihya etmek için camilerde hatimli teheccüt namazı kılınır. Sekiz rekâttan oluşan teheccüt namazında imam üç cüz Kur’an okur. Gündüz kaylule için camileri dolduran Sudanlılar, bu sefer teheccüt namazı kılmak için doldururlar. Saat gece 1’de başlayıp 3’e kadar devam eden teheccüt namazlarında camileri dolu bulunursunuz. Şehir merkezlerinde hayat böyle can­lı gözükürken, köylerde ve kenar mahal­le­lerde işler biraz daha farklıdır. Evet, insanlar mutludur, tevekküllüdür ve şü­kürlüdür, ama sofraları çok renkli ve çeşitli değildir. Çok uzaklara değil, sadece başkent Hartum’un kenar mahallelerine çıktığınız zaman bile değişik manzara­lar­la karşılaşabilirsiniz. Değişik bölgelerdeki iç karışıklıklar nedeniyle köylerini terk edip daha güvenli yaşamak umuduyla Hartum’un elektrik ve su hizmetinin ulaşmadığı kenar mahallelerinde yaşayan­lar, değişik İslam ülkelerinden ve Türki­ye’den birçok yardım kuruluşunun getir­diği Ramazan kumanyasıyla sevinirler. Ku­rumuş dudaklardan “Allah razı olsun” dua­ları dökülürken, kim bilir içlerinden hayır sahiplerine ne dualar etmektedirler. Sudan’da Ramazanda zengin fakir her­kesin  vazgeçilmezi bol şekerli geleneksel soğuk içeceklerdir Bol şekerli bu içeceklerin ço­ğu gelenekseldir. Bunlardan en meşhuru ve hazırlanışı en kolay olan kerkedidir. Bilimsel adı hibisküs olan bu bitki, Tür­kiye’de narçiçeği veya Medine Gülü adıyla bilinir. Ramazan umresi yapanların aşina olduğu bir içecektir. İftardan 4 veya 5 saat önce suya yatırılıp şeker ve su ilavesi yapılır ve buz atılarak iyice soğutulur. İsteğe bağlı limon ilavesi de yapılır. Abre, konkonez ve aradip içeceklerini de hazırladıysanız misafir ağırlamak için birebirdir. Zira susuzluğun etkisiyle her birinden birer bardak içer içmez insanda ani tokluk hissi oluşturur. Teravih namazı kılarken karnınız zil çal­maya başlar. Onun için Sudanlılar iftar yemeğini teravihten sonra yerler.

İsmail KAYA 01 Temmuz
Konu resmiİngiltere'de Ramazan Coşkusu
İbadet

Dünyanın her yerinde olduğu gibi mübarek Ramazan ayı İngiltere’de de ayrı bir neşe, ayrı bir heyecan ve coşku ile karşılanıyor. Camiler çocuklarla, gençlerle doluyor, orucun manevi havası, Kur’an’ın halâveti, tazelenen imanların insanları hayırlara teşviki ile İngiltere’de Ramazanın ayrı bir güzelliği oluyor. Hatimle Teravihler ve Küçük Umre İngiltere’de Ramazan denince bizim aklı­mıza ilk önce hatimlerle kılınan teravih namazları geliyor. Camilerin ekseriyetinde teravihler hatimli olduğundan, tatlı bir uzunlukta ve manevi bir lezzette eda ediliyor. Mısır’dan ve sair Arab beldelerinden, Ra­mazan için davet edilen kâri’ler, hâ­fız­lar Ramazanın geldiğini insana tam hisset­tiriyorlar. Mübarek beldelerde, umre za­manı nasıl dünyanın dört bir yanından Müslüman kardeşlerimizi görmek müm­kün ise, İngiltere’de de Ramazan’da ca­milerde o uhuvveti, o kaynaşmayı ve o çe­şitliliği görmek mümkün. Bazı camilerin cemaati Ramazan’da çok kalabalık olduğu için gecede iki teravih kılındığı da vaki­dir. Omuz omuza verilerek kılınan teravihler­le beraber, cemaatle kılınan gece namaz­ları da İngiltere’de Ramazanın olmazsa ol­mazlardan. Camilerde Toplu İftarlar ve Samimi Sofralar İftar vakti gelmeden insanlar cemaatle mağrib namazına koşarlar. Ezan okunduğu zaman evvela hurma ve süt ile belki birkaç hamur işiyle oruç açılır ve hemen cemaatle akşam namazı kılınır. Hemen her camide bulunan toplu iftar âdeti, kardeşliğin ve paylaşmanın pekişmesi için harika imkânlardır. Yerlere sergiler serilir, evlerinden ikram getirenler paylaşırlar. İrili ufaklı mescidlerde ve camilerde gayet samimi ve mütevazı ama bir o kadar manevi zenginliği olan sofralar bunlar… Somalili kardeşlerimizin samimiyeti, Pa­kis­tanlıların sıcakkanlılığı, Arap kardeş­lerin coşkusu, Bangladeşlilerin hizmet etme aş­kı, yeni Müslüman olmuş İngilizlerin tat­lı çekingenlikleri; her biri ayrı bir güzellik katıyor iftarlara ve o kadar kalabalığa na­zaran zahiren az olan yiyecekler yeter de artar bile. İngiltere’nin ve İslam’ın istikbali: Kur’ân Talebeleri İngiltere’de hafta sonu veya ikindi üzeri herhangi bir camiye giderseniz onlarca çocukla Kur’an tâlimi yapıldığını görür­sünüz. Ezber yapanlar, dersini verenler, elifba çalışanlar… Camide tatlı bir ses, hoş bir tını… Arıkovanı gibi bereketli ve belki de neticesi baldan daha tatlı. İngiltere gibi bir memlekette, her şe­hirde cami olduğunu duymak insanı se­vindiriyor. Her camide de onlarca ço­cuğun Kur’an öğrendiğini görmek insanı duygulandırıyor. Bazen insan sadece otu­rup o günahsız yavruların masum hallerini ve okuyuşlarını izlemek istiyor. Siz tam izlemeye durmuşken, ezan okunuyor ve bu çocuklar namaz için hep beraber saf tutuyorlar. İstikbal için insanı sevindiren, ruhları cûş-u hurûşa getiren bu çocuklar için dualarınızı esirgemeyiniz.  Son 10 Günün Vazgeçilmezi: İ’tikaf Ramazanın son günlerinde Kadir Gece­si­ni aramak ve bu kıymetli günleri değer­lendirmek hususunda Pakistanlı kardeş­leri­mizi tebrik etmek lazım. Şu an İrlanda’da oturan Doktor Rıdvan ismindeki samimi dostum şöyle demişti. “Senelik iznimi özel­likle Ramazan ayına denk getiriyorum. Son günleri ilim ve ibadetle geçirip Ramazanı değerlendiriyorum.” Bu sadece Rizvan değil, pek çok kardeşimizin böyle yaptığına şâhit olduk. Ne güzel değil mi! Yıllık izni son 10 güne ayırmaya var mısınız? Tatili gezmeye tozmaya değil ibadete kullanmak. Camilerde i’tikaf için yapılmış perde rayları bulunur ve Ramazan’da perdeler ile ayrılan birçok oda ibadet için kullanılır. İ’tikafın ne kadar yaygın olduğunu anlatmak için birkaç örnek kâfidir. Oxford Merkez Camii’nde geçen sene en az 30 genç ve 10-15 orta yaşlı i’tikâftaydı. Cambridge Camii’nde de Londra Nuru’l-İslam Camii’nde en az 20 kişi i’tikafta idi. Birmingham-ı Şerif denecek kadar Müslümanların kalabalık olduğu şehirlerden bahsetmiyorum bile. Ve Bayram Günleri: Îyd Mübarek! Bayramlar, İngiltere’de yaşayan Müslü­manlar için manevi güç kazanma ve memleketlerinden çok uzakta olan çokları için bu gayri-Müslim diyarda yalnız ol­madıklarını görme noktasında önemli günlerdir. Binlerce kişinin çoluk çocuk ailece gitti­ği bayram namazları, ya büyük kapalı spor salonlarında veya park alanlarında kılınır ya da camilerde iki veya üç farklı cemaatle kılınır. Normal zamanlarda pek göze görünmeyen Müslümanların sayısı, bayramda kendini gösterir. Müslümanları bu coşkuyla ve beraberlikle görmek hem çocuklara da hem de yetişkinlere heyecan verir. Daha da güzelini söyleyeyim mi? Bayramlık elbiselerini giyen hiç tanıma­dığımız kardeşlerimizle şöyle candan bir musafaha edip onlara “İyd Mübarek” demek ne de güzeldir. Belki de Türkiye’den bakıldığında İngil­tere’nin bu yüzü pek görülmez ama İngiltere’ye gelen göçmenler nesillerini muhafaza için ciddi gayret sarf etmişler. Hemen her şehirde camiler, mescidler ve Kur’an kursları açmışlar. İşte bu mer­kezlerde hatimli teravihler, toplu iftar­lar, camileri dolduran Kur’an talebeleri, kıyamul leyl ve i’tikafları ile dahası da bayram coşkusu ile İngiltere’de Ramazan ayrı güzeldir. 

Hamza BERAAT 01 Temmuz
Konu resmiKıbrıs'ta Ramazan
İbadet

Kıbrıs Adasının 1571 yılında Osmanlı Devleti tarafından fet­hedilmesiyle, Anadolu’dan Kıbrıs’a yerleştirilen Müslüman halkın Osmanlı kültürünün gelenek ve görenekleriyle birlikte İslamiyet de yerleşmiştir Kıbrıs’ta.  Kıbrıs’taki Ramazanlar hakkında çok faz­la yazılı kaynağa ulaşamasak da özel­likle Kıbrıs’ın merkezlerini içine alan böl­ge­lerinde Ramazan geleneklerine ve yaşa­yışına rastlamaktayız. Özellikle Lefkoşa ve diğer kasabalar, Ra­mazan ayının gelişiyle farklı bir boyu­ta girmekteydiler. Ramazanın en önemli özel­liği oruç tutmak olduğundan, eskiden Ra­mazan ayını karşılamak için üç aylarda Pa­zar­tesi ve Perşembe günleri ile Ramazan ayı boyunca oruç tutma çok yaygındı ve önemseniyordu. Kaynaklardan edindiği­miz bilgilere göre, oruç tutamayan kişilerin gün boyunca herkesin önünde yiyip iç­me­dik­leri göze çarpmaktaydı. Oruçluya say­gı çok önemliydi. Oruç tutmayan ve Müslüman olmayan diğer inanç sahip­leri­nin Ramazan ayında, sokakta açıkça oruç yenmez, yiyen olursa zaptiyeler tara­fından hapse atılır, ancak bayram sabahı bırakılırdı. Yaz aylarına denk gelen Ramazanlarda işler ona göre ayarlanmaktaydı. Çok sıcak saatlerde sokağa gerekmedikçe çıkılma­mak­taydı. Fakat köy yerlerinde bu durum söz konusu değildi. Köylü orucunu, aşırı sıcağa aldırmadan ovalarda orak biçerek, hayvanlarını otlatarak geçirirlerdi. Eski­den iftar saatinin işareti olan iftar topunu işitmeyenlerin, minarelerdeki kandillere bakarak da iftar ettikleri görülürdü... “Top atıldı haaaa!” Köy yerlerinde, özellikle yüksek yerlerde yaşayan köylüler, Lefkoşa’dan atılan to­pun ağzından çıkan dumanına göre iftar ya­parlardı. Kalavaç köyünden anlatı­lana göre; Kalavaç köyünde yaşayan ba­basının iftara yakın saatlerde Lefkoşa’yı görülebileceği bir yerde durur, Lefkoşa’dan atılacak iftar topunun dumanını görmek için dikkatlice bekler, gözünü o yönden hiç ayırmazdı… Atılan iftar topunun dumanını gördükten sonra “Beş dakika sonra topun sesi gelecek!..” diyerek “Top atıldı haaaa!” diye bağırır, köylüye duyururdu. Kaleburnu köyünden anlatılanlara göre de; köyün muhtarı tarafından görevlendirilen bir kişi, silahıyla bir el ateş ederek köylüye iftar saatini ilan ederdi. Köy yerlerinde kendilerine göre geliştirilen metotların tü­mü, oruç tutan insanlara iftar saatini bil­dirmekti kuşkusuz... Bunun yanında bazı köylerin gökyüzünde beliren ilk yıldıza göre iftar ettiklerini belirtmektedirler. Çok çok eskiye dayanan bu yönteme, tekno­lojinin yetersiz kaldığı zamanlarda hala başvurmaktadırlar. Eskiden, Ramazan girer girmez yaşam tarzı tamamen değişir, gündüz hayatı sö­ner ve onun yerine gece hayatı başlardı. Bu geceler ki küçük eğlencelerle süslenmiş manevi zamanlardı. Yiyecek ve içecek yer­leri, kahvehane ve kıraathane gibi yerler akşama kadar kapalı tutulur, ancak akşam ezanına yakın saatlerde açılırdı ki bu daha çok Lefkoşa ve daha büyük kasabalarda yaşanmaktaydı. Buralarda iftar vaktine kadar ıssız bir manzara varken, iftar to­pundan sonra sokaklar adeta canlanırdı. Ramazan günlerine özel olarak süslenen aşçı denilen yemek yerleri ve tatlıcı dükkânları, karınlarını doyurmak isteyenlerle dolardı. Kahvehanelerde yüzük oynamak, karagöz seyretmek,  meddah dinlemek de Ramazan gecelerinin vazgeçilmeziydiler. Damda iftar Duayla başlayan oruç açma, bir zeytinle devam ederdi. Hurma, bir yudum suyla veya çorbayla iftar edenler de olurdu. Özellikle köylüler, iftar dualarının nenelerinden ve annelerinden öğrendiklerini belirtiyorlar. Köylülerin sofraları, şehirler ve kasabalılar kadar zengin değildi. Kısmet neyse iftar onlarla yapılırdı. Köylüler özellikle yaz gecelerinde iftarlarını evlerinin damlarında yapmaktaydılar. Onlar için büyük bir olaydı damda iftar açmak… Eskiden Lefkoşa’da iftara doğru hemen her sokaktan bir çörekçi geçer, mahalle halkı mutlaka  garaçoçolu (çörekotu) Ramazan Çöreğini sofrasında bulundururdu. Kıb­rıs’ın Ramazan Çöreği öyle meşhurdu ki, mahalleye yaydığı kokudan bir çörek al­madan duramazdınız. Nasıl durulsundu ki!.. İçine konan mezdeki tür tür tüterken, insanın canını alırdı bir süreliğine sanki! İftar sofrasındaki tatlılar arasında mevsi­mine göre kaymaklı sini gatmeri, samsı, ekmek gadeyifi, simid helvası, harnıp pek­mezinden unla yapılmış topag helvası, ga­yısı datlısı ve güllaç başta gelirdi. Kıbrıs’ın kuru kayısısından yapılan ve pişerken yedi mahalleye kokusu yayılırdı dedikleri çekirdekli kuru kayısı tatlısını yağlı kuzu etiyle yemek gibi pişirilen köylülerimiz vardı. Kentlerde daha çok etsiz hazırlananı tercih edilmekteydi. Yazılı kaynaklardan öğrendiğimiz bu yiyeceği bugün ne ha­zırlayan var ne de piyasada satan var. Köy köy gezip Ramazan ayı ve gelenekleri hakkında bilgi alırken Kaleburnu’nda, bir zamanlar hali vakti yerinde olanların ‘Zerdali Pestili’ olarak bilinen ve Arap ülke­lerinden getirilen bu pestilden, birkaç parça kesilerek su dolu çukur bir kabın içine birkaç parça ekmekle birlikte suda eriti­lerek yenmekteydi. Yaprak şeklinde olan bu Zer­dali Pestilini birçoğumuz duymasak, bilmesek de bir zamanlar Ramazan sof­ralarına girdiğini kaynaklarımızdan öğren­mekteyiz. Eski zamanlarda, gerek iftarda, gerekse sahurda yenen yemeklerin pişerken etra­fa yayılan kokuları bir başkaydı. Eskiden on bir ayın sultanı derlerdi ya, Ramazan ayına… haksız da değillerdi hani… Mü­barek ayın gelişiyle, dede külahı kelle şekerleri, mis kokulu Anadolu ve Halep yağları, beyaz, sarı ve gül renkli İstanbul güllaçları, bal biteğini andıran ekmek kadeyifleri,, iştah açan Kayseri pastırma ve sucukları, doğanın kokularını taşıyan salatalıkları, yağı çalınmamış Baf Kaymakları, ve daha neler neler… Bin bir çeşit gıda maddeleriyle çarşılar dolar taşardı. Hele Lefkoşa ve Mağusa gibi surlarla çevrili Türk mahallelerinin sokaklarında insan Halep yağları kokusundan kendinden geçermiş. Tüm bunlar Ramazan ayı için!..Eski Ramazanların özelliği olan iftar sofralarına mutlaka akrabalar eş dost davet edilir birlikte yenir içilirdi. Teravih namazına gidilir sonra sahura kadar eğlenilirdi. Bu zengin iftar sofralarından yoksulların da nasibini aldığı görülürdü. Eski iftar sofralarına davet eden zengin­lerin davetlilerine ‘Diş Kirası’ verdikleri de bilinenler arasındadır. Diş Kirası Nedir? Osmanlı döneminin en güzel gelenek­lerinden biri olan ve Ramazan ayında bir­çok evde, özellikle de köşk veya konaklar­da iftara misafir davet edilmesi, Ramazan ayının adetlerindendi. Ev sahibi tarafından davet edilen misafirlerin yanında gelen Allah misafiri de geri çevrilmez, onlar için de sofralar hazırlanırdı. İftarın verildiği köşk veya konak, ziyafet evi halini alır, iftar sofraları bin bir çeşit yemekle donatılırdı. Misafirler iftarını yapıp teravihe gitmek üzereyken ev sahibi tarafından “yemek yiyip dişleriniz yoruldu” diyerek, kadife keseler içerisinde gümüş tabaklar, kehribar tesbihler, oltu taşlı ağızlıklar, gümüş yüzükler gibi hediyelikler, diş kirası olarak hediye edilirdi. Yemeğini bitirenler diş kiralarını aldıktan sonra “Kesenize bereket”, “Allah daha çok versin”, “Ziyade olsun” gibi dualarla konaktan ayrılırlardı. “Diş kirası” denilen bu hediyenin anlamı, davetlilerin o gece zahmet edip gelerek ev sahibinin sevap kazanmasına vesile olması olarak tanımlanmaktadır. Fakat işin bir diğer boyutu da muhtaçlara yardımda bu­lunmak, onları sevindirmekmiş. Osmanlı kültürü içinde ortaya çıkmış olan bu gelenek, 20. yüzyılın başlarına kadar de­vam ettiği yönünde bilgilendirme yapıl­maktadır. Osmanlı kültürü olan eski Ra­mazan geleneklerinde Sahurcular vardı. Günümüze gelene kadar yok olan bu gelenek, sahur vakti geldiğinde Sahurcular gece yarısına doğru ortaya çıkar, halkı sahura kaldırırdı. Bu da ayrı bir güzellik ayrı bir mana katıyordu Ramazan gecelerine… Şerbet gibi gelirdi insanın yüreğine!.. Sahurcular üç kişiden oluşmaktaydı. Biri davulu, öteki zurnayı çalar üçüncü kişi de fener taşıyarak karanlık sokakları aydınlatırdı. Maniler ve dualar okuyarak halkı sahura kaldıran ve her kapıda bir ya da iki mani okuyan sahurculara halk, çeşitli yemekler ve tatlılar verirdi. Sahura kalkacak olanların kapısına dayanırlar zurnacı zurnasını öt­türerek, davulcu davuluna tokmakla vu­rarak başlar sahur manilerini söylemeye: ‘Yenyi Cami’ direg isterSöylemeye yüreg isterBenim garnım togdur ammaArgadaşım büreg ister Remezan geldi gidiyorBizleri mahzun ediyorAyasofya’nın gandilleriSöyündü bradı gidiyor Temcîd’ler okunurdu… Temcid, “Mecdetme, Şereflendirme, Yü­celt­me, Onurlandırma” demektir. Pey­gam­ber Efendimiz’i öven kasîdelere “ Temcîd” denir. Müezzinler, camilerinden, sala, zikir, salavât, dua gibi metinlerden oluşan ve adına “temcîd” denilen bu kasîdeleri okuyarak halkı sahura kaldı­rırlardı. Bu o kadar yaygın hâle gelmişti ki, sahur yerine temcid, sahurda yenilen pilava da temcid pilavı denir olmuştu. Tembel hanımlar, sahura bir şey hazır­layamadığı zamanlar, akşam iftardan kal­mış pilavı ısıtıp sofraya getirirlerdi. Bu hanımların tembellikleri sâyesinde,ev ahalisine sahurda yine temcid pilâvına tâ­lim, bize de günümüze kadar gelmiş o meşhur tâbir kaldı. Eski Ramazan gecelerinde sahurculardan başka mina­relerde ‘Sahur okuma’ geleneği vardı. Eskiden halkın bir kısmı sahura kadar yatmaz, teravih namazından sonra ya evde ya da dışarda olur, çeşitli eğlencelerle ayakta kalır, sahur yer, ona göre yatardı. Ramazan aylarında evlerdeki eğlencelerin başında kadınların düzenlediği yumurtacı oyunu, değirmenci ve fincan oyunu gelirdi. Oruç satmak Canlı kaynaklarım arasında seksenlik, dok­sanlık olmalarına rağmen oruç tutabilen yaşlılarımıza hala rastlamaktayız. Gazi köy­­den anlatılanlara göre, on bir yaşında oruç tutmaya başlamış, hatta annesine oruç satarmış.  Bunun anlamı annesinin tu­ta­madığı orucu kendisi alıp oruç tut­masıymış. Bu sadece küçük kız çocukları için geçerliymiş. Oruç satmak için annenin kızına üç defa ‘Orucumu aldın gabul ettin?.. diyerek, kız da Annesine üç defa ‘Aldım gabul ettim!’ diyerek küçük yaşta oruç tutmaya alıştırılırmış. Yazılı kaynakların eski Ramazanlar hak­kında verdiği bilgilerden öğrendiğimiz ka­darıyla, Ramazanlarda camiler özellikle Lefkoşa’nın Ayasofya’sı ibadetten daha fazla toplantı yeri halini alırdı. Öğle namazından son­ra cemaat küme kü­me toplanır, kimisi ilahi okur, kimisi fıkra­lar anlatır, kimisi dostlarıyla hasret giderir­di. En büyük şakalar da tiryakilere yapılanlar­dı. Tirya­kilerin gece hayatını sabah ezanından bir bir buçuk saat önce okunan er ezanına yani yemek kesimi saatine kadar uzatırlardı. Birkaç aşçı dükkanı ile kahvehane, sırf tiryakilere özel olmak üzere o vakte kadar açık bulunulurdu. Er ezanında tiryakiler ve uyanık kalanlar sair oruçlular ağızlarını çalkalarlar ve uykuya yatarlardı. Öğleye doğru uyanırlar ve ondan sonra günün büyük bir kısmını camilerde geçirirlerdi. Ramazan geldi gidiyor, içime bir yalınlık, yakınlık ve coşku geliyor. Hayırlı Rama­zanlar… Kaynaklar: 1- Prof. Dr. Talip Atalay KKTC Din İşleri Başkanı2- Ahmet Gürses Lefkoşa Ayasofya (Seli­miye) Camii eski imam hatibi http://www.yeniduzen.com/Ekler/adres-kibris/117/yasayamadigimiz-eski-ramazanlar/610

Abdul Vahap GÜLTEKİN 01 Temmuz
Konu resmi3 Aylarda 3 Güzel Haber
Eğitim

Selamünaleyküm!Çok kıymetli ağabeylerimiz, ablalarımız, kardeşlerimiz, dost­larımız, akrabalarımız ve sevgili çocuklar; sizlerle bir se­vincimizi paylaşmak istiyoruz. Daha önce, Luke isminde İs­lamiyet ile şereflenen bir genç ve Bulgar berberden sonra mübarek üç aylarda dualarınızı almak ve bir başka sevinci­mizi daha sizlerle paylaşmak için yazıyoruz.  Receb Ayında Gelen Hidayet Londra’da yaşayan bir ağabeyimizin uzun senelerdir tanıdığı ve hidayeti için çok dua ettiği Geoff (Cef) isminde teknoloji firması sahibi bir İngiliz, Risale-i Nur hakikatlerini dinleyerek İslam ile şereflendi.  Recebin ilk haftası, ağabeyimizle beraber ziyaretimize geldiler. İman hakikatlerini derinlemesine, Üstadımızın tatlı üslûbuyla paylaştık. Kendisi de uzun zamandır araştırmakta olan Geoff, uzun bir sohbetin ardından tam kanaati gelmiş bir surette şehadet getirmek istediğini dile getirdi. Şehadetin manasını söyledik; Müslüman olmadan önce kendisinin gerçekten rızası olup olmadığını sorduk. İman esaslarına inandığını ve gereğini yani ibadetlerini de yerine getirmek istediğini söyledi. Kelime-i Şehadeti biz önce ona söyledik, sonra o da bizim ardımızdan 3 kez tekrar etti ve bir İngiliz Müslüman abimiz / kardeşimiz daha oldu. Duygulu ama bir o kadar sevinçli o anı ihsan eden Rabbimize hamd olsun. Elhamdülillahi haza min fadli Rabbi... Rabbimiz bize ve ona son nefesimize kadar hidayette kalmayı nasib eylesin. Hizmetleri sahiplenmeyi ve davaya omuzdaş olmayı nasib eylesin. Âmin... İngiltere'de Tebliğ Sergileri Hayrat Vakfı İngiltere temsilciliği olarak, İslamiyet’in yaşanması ve kültürel değer­lerimizin yeni nesillere aktarılması için eğitim faaliyetlerimize devam ediyoruz. Türklerle Kur’an-ı Kerîm, Risale-i Nur ve Osmanlıca çalışmalarımız olduğu gibi, di­ğer milletlerden Müslüman kardeşlerimiz­le de İngilizce Risale seminerlerimiz ve derslerimiz oluyor. Diğer taraftan Müslüman çocuklarla İs­lamî eğitim faaliyetlerimiz aynı tempoda devam ediyor. Ricalen ve nisaen devam eden çalışmalar, son iki yılda ciddi iv­me kazandı. Bütün bu çalışmaların ya­nında, İngiltere’nin yerel insanlarıyla da İs­lamiyet’in hakikatlerini paylaşmak mak­sadıyla, İslamî tanıtım ve tebliğ sergi­leri düzenliyoruz. Daha önce Cambridge Merkez Kütüpha­nesi’nde düzenlediğimiz sergimizin bir ben­zerini, geçtiğimiz aylarda Southampton Me­dine Camii’nde gerçekleştirdik. Southampton İslami Tanıtım Sergisi (21-24 Mart, 2015)  (Hâşâ) Allah bile batıramaz diye yola çı­kan meşhur Titanik gemisinin kalkış lima­nı olan Southampton’da yaptığımız sergimize 1075 kişi katıldı. Tevhid derslerine önem verdiğimiz ve dört gün süren sergiye, yerli halktan ve pek çok farklı inançtan insanlar katıldı. Ateist, Agnostik, Katolik, Anglikan, Hümanist, okul çocukları, üni­versite genç­leri, hanımlar, erkekler... BBC South, BBC Radyo ve yerel gazete­lerin de haber olarak yer verdikleri sergimizin açılışını Southampton belediye başkanı yaptı. Elinde kâğıt kalem sergideki yazı­ları not alan ve hayretle soru soran birçok ziyaretçi gördük. Kendilerine Risale-i Nur perspektifinden İslam hakikatlerini an­lattık. Geri dönüşler pozitifti ve tekrar yapmamız yönünde teklifleri oldu. Allah devamını nasib eylesin. Şaban Ayında Brighton Receb ayında Geof (Cef) abimiz İslam ile şereflendi. Hamd olsun. Şaban ayında da nice yeni Cef’lerin daha İslamiyet’in mesajını duyması ve tebliğin onlara da ulaşması için Brighton şehrinde, Kudüs Camii’nde inşallah bir sergimiz daha olacak. Oraya da yerel halk, resmi makamlar, okul­lar ve medya davet ediliyor. Ramazan Ayında Basingstoke  Bin aydan hayırlı olan Ramazan ayında da inşallah oturduğumuz şehirde, İngil­tere’nin güneyindeki Hampshire bölgesi­nin Basingstoke’da en yoğun merkez kü­tüphanesinde bir tebliğ sergimiz olacak. İki salon tutuldu. Sergi malzemeleri, dağıtı­lacak kitaplar ve ikramların hazırlıkları yapılıyor. Belediye başkanlığından onay geldi. Sergimizin açılışını da resmi olarak yapacaklar inşallah. Şehirdeki çok kültürlülüğün ve çeşitlili­ğin ve ibadet özgürlüğünün desteklenmesi açısından bu açılış önem ta­şıyor. Ayrıca bu tanıtım sergisi şehirdeki ilk tebliğ sergisi olma özelliğini taşıyor. İngilizce Risaleler Dağıtılacak Önceki sergilerde de olduğu gibi, büyükleri­mizin tensibi ile sergilerimizde onlarca risale dağıtılacak inşallah. İçerisinde İn­giliz Hâfız ve İslâmi ilimler uzmanı Ha­san Spiker kardeşimizin de olduğu vak­fımızın tercüme heyeti tarafından İn­gi­­lizceye çevrilen eserler İslami tanıtım ser­gilerimizde hediye olarak ziyaretçilere verilecek. Risale-i Nur’dan 10. Söz (Haşir Risalesi), 19. Mektup (Mucizat-ı Ahmediye -asm) 25. Söz (Mucizat-ı Kuraniye) eserleri cep kitapları şeklinde dağıtılacak inşallah. İslamiyet’in yayılmasında maddi-manevi emeği geçen herkesten Allah ebeden razı olsun. Dualarınızı esirgemeyiniz. İstikbal parlak, dünya arayışta, İslamiyet’i arıyor. Yâ Rabbi, Risale-i Nur’u umum beşeriyete envâr-ı hidayet ve tedavi-i kulûb eyle. Amin, amin, binlerle amin…

Hamza BERAAT 01 Temmuz
Konu resmiOlsun Bayramlarımız Hep Ter ü Tâze...
İbadet

Rahmet ayı Ramazanda cehennem kapıları kapanır, cennet kapıları açılır her müminin üstüne. Bağlanır şeytanlar zincire…  Bire on, bire bin, bire on bin ve daha fazla sevaplar verilir Kur’an okumanın her bir harfine…  Kur’an… Dünya ve ahiret saadetimizin anahtarı. Bütün renklerin hidayet güneşi. Bütün insanlığın mürebbisi. Metruk diyarların kimsesi. Efendimizin en büyük mucizesi. Belâgat ve fesahatte hiçbir fanin ulaşa­mayacağı nihai bir nokta. Meydan okuyuşu da bundandır onun. “Yemin olsun ki, eğer insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini meydana getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar yine onun benzerini getiremezler.”1 Ve “Ben benim, Sen Sensin” diyen nefsi, Rabbi karşısında dize getiren terbiye ediciliğin zirvesi bir ibadettir oruç… Cehenneme atıldı nefis. Kandan, irinden deryalara daldı nefis. Boyunlarına demir halkalar, ayaklarına bukağılar geçirilen nefis. Zincire vuruldu uzunluğu yetmiş arşın. Zebanilerin eliyle demir kamçılarla dövüldü nefis.  Zifiri karanlıklarda yılan, çıyanla baş başa kaldı nefis. Uçurumdan yuvarlandı bir top gibi, kuyuya atıldı bir taş gibi. Zakkum yedirildi günlerce. Kaynar sular döküldü başından aşağıya bedeninin her zerresine. Karnı kaynadı, beyni eridi uzunca bir zaman. Dondurucu soğuğun, eritici sıcağın envai azabını tattı nefis. Tattı da yine pes etmedi nefis. İllaki açlık geldi, kesildi nefsin nefesi… Kırıldı, kolu kanadı. Bitip, tükenince ancak “Ente” dedi. “Ente Rabbiye r-Rahîm ve ene abdüke l-âciz…” “Sen benim merhametli Rabbimsin, ben ise Senin aciz bir kulunum!” Mariana çukuruna döndü, yıkıldı Everest Tepesi benlik… Benden sıyrılıp, “Sen” demişti ilk defa… Açlıkla nefis kendini bildi. Kendini bilince Rabbini bildi… Sadece oruç değildi bu ayda yapılan ibadetler. Teravihler, hatimler, fitreler, ayyuka çıkan yakarışlarda vardı. Ve bunlarla heybeler doldu taştı. Sonra bayram geldi. Bayramlarımız geldi. Bayramı, bayram bilen herkese… Kadrini bilenler azımsanmayacak kadardı. Ne var ki yine de asıl hüviyetinden yoksundu bayramlarımız. Eskisi kadar tadı, tuzu yoktu artık. Renksiz, kokusuz ve ruhsuz… Zamanın ve şartların değiştirdiği bizler ve bizlerin değiştirdiği bir bayram profili var karşımızda şimdi. İnsanlardan hatta kendisinden bile kaçanların başvurduğu sığınağın, dayanağın adı oldu bayram… Yüz seksen derecelik farkın ne zaman başladığı sorusuna ihatalı cevap verebilmem için galiba kaplumbağa kadar bir ömre ihtiyacım var. Ben ileri gitmeyip yaşımla mukayyet kalayım. Çocukluğumda duyduğum, kokladığım, gördüğüm bayramlardaki pür neşe, bir kuş gibi uçuverdi elimden. Yaşadığım çeyrek yüzyıldaki değişim baş döndürücü… Yüz yüze sohbetle başlayan dostluğun sıcaklığı, yerini telefonlara terk etti uzun zamandır.  Hatta o arzu edilmeyen görüşme şekli bile çoktan eskimiş durumda.  Mailler, mesajlar, whatsapplar, tweetler, facebooklar elde avuçta kalan bayramın son damarını da kesiverdi artık. Çocukluğumdaki bayramla çocuğumun yaşadığı bayramlar bile çok farklı şimdi… “Satırlarıma başlamadan önce” diye baş­layıp, “Kestane kebap, acele cevap” diye bitirdiğimiz mektuplarımız, tasannudan uzak, içten duyguların döküldüğü keli­meler vardı. Satırların sonuna elimizi ko­yup çizer,  içine ise bazen bir mani, bazen sevdiklerimizin isimlerini yazardık. Gül kokusu sürerdik mürekkep damlayan satır­ların gülümseyen yüzüne. Sabırsızlıkla, heyecanla beklenirdi siyah çantalarında hasreti ve dostluğu taşıyan postacılar. Namelerde eskidi sonra… Neydi o bayramlar diye başlamak iste­mezdim söze.  Lakin eski bilinmeden yeni bilinmezdi. O günlerde bayram eşten, dost­tan, akrabadan köşe bucak kaçılan bir tatil sığınağı değildi. Bayram evdeydi. Fakat evden çok öte bir şeydi. Cıvıl cıvıl sesleri, ellerindeki şeker poşetleriyle çocuklar geçerdi sokaklarımızdan. Ve bir de anneler, babalar, kardeşler… Hepsinde bayram ismiyle müsemmaydı. Huzur, neşe, barış ve kardeşliğin adıydı. Şim­dilerde kapı komşumuz bile sorulmazken, adı bile bilinmezken gezil­medik hısım akraba bırakılmazdı. O eski bayramlarımız ne de güzeldi. Gerçi bayramlar hep iyiydi. Zaman ve şartların değiştirdiği bizlerdi bayramların içini her geçen gün biraz daha boşaltan. Bayram namazından sonra aile büyüğü­nün evinde geniş bir sofranın etrafında top­lanılır, sohbetler edilir, birkaç lafın beli kırılırdı. Ardından topluca yakınların evlerine ziyaretler yapılır, büyüklerin elleri öpülür küçükler ise nasipsiz bırakılmazdı. Küs olanların barıştırılması için bayramlar ne de bulunmaz bir fırsattı. Huzurdu bayram Daha kendisi gelmeden günler önce neşesi gelirdi. Şimdilerde yapılan tatil planlarının aksine hısım, akraba, konu komşu ağırlanır onları memnun etmenin hayalleri kurulurdu. O güne kavuşmak için takvim yaprakları bitmek bilmezdi. Haftalar öncesinden tat­lı bir telaş ve heyecan sarardı herkesi. Özelliklede anneleri… Evler baştan sonra bir temizlik operasyonu geçirirdi. Misafir odası operasyonun en önemli merkeziydi. Havanın bile girmekten korktuğu bu odaya kimse kolay kolay giremezdi. Sadece kutlu misafirindi o… Odadaki sedirlerin, somyaların yahut ka­nepelerin, halıların, dolapların hatta süs eşyalarının bile üzeri özenle örtülür, kapısı kilitlenirdi. O gün için bu odalar misafire verilen kıymetin bir göstergesiydi. Sevmek, değer vermek bayramlarda bir başka güzeldi. Günler öncesinden anneler, teyzeler, hala­lar, konu komşular bir araya gelir, güle oyna­ya baklavalar, börekler, sarmalar açarlardı. Bayramın hoşemedisi olan Arefe günü ise ayrı bir keyif kaynağıydı. Gün, ganimet bilinip oruçla, istiğfarla, duayla karşılanırdı. Asıl dünyalar kadar sevinci ise çocuklar yaşardı. Alınan allı, pullu kıyafetlerini ve ayakkabılarını başlarının ucuna koyar, öyle uykuya dalarlardı. Ki bayramı düşün­mekten uyudukları da söylenemezdi ya. Sabahı zor eden çocuklar, babalarının elinden tutup doğru bayram namazına giderlerdi. Camiler hınca hınç dolu aynı zamanda sürurlu ve huzurlu olurdu. Hele Kurban Bayramları ayrı bir keyifti. Tekbirler eşliğinde kesilirdi kurbanlar Allah rızası niyetine. Rab ile can arasına giren mal kaldırılırdı ortadan böylece. Kurban… Dünya sevgisinin panzehiriydi. İsmaillerden vazgeçmekti belki. Her yürekten büyük bir coşkuyla söylenirdi kulakların pasını silen tekbir sesleri… “Allahuekber, Allahuekber / La ilahe illallahuvallahuekber / Allahuekber ve lillahilhamd…” Kesilen etler kavurmalık yapılmayıp garip gurebaya dağıtılırdı. Gül kokan camilerimizden kardeşlik hu­kuku dillendirilirdi. Namaz bitiminde cami avlusunda bir muhabbet pazarı kurulurdu ki sorma gitsin. Tanıdık tanımadık her­kes bir biriyle selamlaşır, helalleşir ve kucaklaşırlardı. Ardından babalar, çocuk­larıyla kabristanın yolunu tutarlardı. Neticede ölümde devam eden yaşamın bir parçasıydı. Değişen bir şey yoktu. Aynı evin farklı odaları gibiydi, hayat ve memat… Biri yerin altında, biri üstünde devam ediyordu sadece. Bu yüzden hayatın başka bir koridorunda dolaşan yakınlar ziyaret edilir, bayramları öncelikli tebrik edilirdi. Babalarının yanından bir an ol­sun ayrılmayan büyük yürekler, minik elleriyle dedelerine, ninelerine Fatihalar, Yasinler gönderirlerdi. Ardından kovalara doldurdukları suları dökerlerdi mezarların üstüne bir bir… Dönüş yolunda baba­lar, babalarını yâd eder, çocuklarına dede­lerinden arta kalan hatıralarını anlatırlardı uzun uzun. Aslında bir öğüt verirlerdi çocuklarına… Hepimizin bir gün geleceği bu mekânı unutma yavrum. Atanı ve ecdadını hayırla yâd et. Kabristan asude bir günün ilk ziyareti sayılırdı. Daha gün doğmadan babalar, çocuklar, kar­deşler doğardı Güneşin yüzüne… Anneler, daha erkenden kalkarlardı. Eşleri namazdan gelmeden evvel evlerinin önünü suyla ıslatır ardından süpürüp temizlerlerdi. Aile reisi kapıda karşılanır, tebrikleşirlerdi. Ailecek yapılan güzel bir kahvaltı keyfinden sonra çocuklarının ve torunlarının yollarını dört gözle bekleyen büyükbabalar, anneanneler vakit kaybetmeden ziyaret edilirdi. Baba evi bütün ailenin birleştirici mayasıydı. Ziyaretler bittikten sonra çocukların ak­ranlarıyla buluşma zamanıydı artık. Ama öncesinden bir hazırlık vardı tabi. Yeni alınan elbiseler saatlerce aynanın karşısında denenirdi ilkin. Kimisinin büyüklere öze­nip takım elbise giydiği de olurdu. Fakat daha çok spor kıyafetler tercih edilirdi. Bir türlü karar veremedikleri tişörtlerini kâh pan­tolonunun içine koyar, kâh çıkarırlardı. Bir cetvel gibi muntazam taranırdı saç­lar. Alınan parlak ayakkabılar aynanın karşısında ne de güzel görünürdü. Bütün hazırlıklar tamamladıktan sonra soluğu birer, ikişer dışarıda alan çocuklar, şeker toplamak için dağılırlardı mahalleleri­nin dört bir tarafına.  O günlerde aileler ne ola­cak korkusu taşımazlardı çocukları için. Mahalleler güvenin ve sıcaklığın adresiydi. Tanırdı herkes bir birini. Bakkalcı Zeki, Kasap Ziya, Bahaddin Usta, bahçesinden bizlere kucak dolusu elmalar ikram eden Kemal Amca, çocukluğumuza bakmaz bizimle bir dünya sohbet ederlerdi.  Hepside ne dost canlısı, ne sevimli insanlardı… Çocuklar, usanmadan, yorulmadan şeker toplamak için çıktıkları yolda ev ev; kapı kapı dolaşıp “Bayramınız mübarek olsun amcacığım!” deyip şekeri kaparlardı, Gü­neş kayboluncaya dek. Boş dönmezlerdi açılan hiçbir kapıdan. Kimisi çikolatalı şeker, kimisi badem şekeri, kimisi fındık, leblebi, lokum ya da o gün için ne varsa o koyulurdu minik avuçların içine… Ço­cukların akşama kadar topladıkları hâsı­lat kucak dolusu şekerlerdi. Ve onlar böy­le küçük şeylerden büyük mutluluklar duyarlardı.  İşleri bitmiş sayılmazdı henüz, top­lanan şekerler ayrı ayrı tasnif edilirdi. Çikolatalı, sakızlı, sütlü, kremalı… Sadece şeker toplanmazdı elbet. Akra­balarından alacakları paralar daha günler öncesinden ince ince hesap edilirdi. Muh­yiddin Amcamdan 2,5 kuruş, Kazım Da­yımdan 5 kuruş, eniştemden bir o kadar… Harçlığın büyüğünü ise babalar ve dedeler verirdi. Gezmekten arta kalan zamanlarda ise oyunlar oynanırdı. Çelik çomak, sak­lambaç, çatapat, daire, bilav, misket ve daha ne oyun biliyorlarsa onun aşkına tutuşurlardı çocuklar saatlerce. O günlerde bayramlar ne de güzeldi. Bayramlar aslında hep güzeldi. “Pür handedir âfâk, cihan başka cihandır Bayram ne kadar hoş, ne şetaretli zamandır.” Kaynaklar: 1- İsrâ Suresi-88

Necati İLMEN 01 Temmuz
Konu resmiCüz'i İradenin Vazifesi ve Kaderle Uyumu
İnsan

Cüz’î irade: Maddi bir vücuda sahip olmayıp, hava yolları ve meridyenler gibi farazî ve itibarî olarak kabul edilen, insandaki meyelan veya o meyelandaki tasarruftur. İnsan, maddi vücudu olamayan cüz’î iradeye sahip olmakla bir şey yaratmış olmadığından, o irade ve isteği Cenab-ı Hakk insana vermiştir.  İmam Maturidî’ye göre cüz’î iradenin asıl temeli ise, bir şeyleri arzu edip sürekli olarak meyil etmek manasındaki insandaki meyelandır. İmam Maturidî o meyle mad­di bir vücud vermediği için, o meyelanı insana vermiştir. Mesela, ağacın ilmî bir vücuda sahip olarak bir çekirdeğin içinde var olduğu itibar edilir. Maddi bir vücuda sahip olmadığı için, kudretin onu var etmesi gerekmez. İlmi ve itibari olarak da yok olduğu kabul edilmez. Zira o çekirdeği ektiğimizde ortaya çıkan maddi ağaç, onda ilmî ve itibarî bir ağacın var olduğunu isbat eder. Öyle de irademizin bir neticesi olan yaptığımız bütün işler, itibari ve ilmi olarak onları tercih eden bir iradenin bizde var olduğunu gösterir. İmam Eş’arî ise, insandaki meyle mad­di varlık nazarıyla baktığı için, kula ver­memiştir. Çünki maddeten var olan bir şeyin yaratmasını kula vermek şirk olur. Ancak meyildeki tasarrufu kula vermiştir. Tasarruf ise maddi olmayıp itibari olduğundan irade-i İlahiye ile birlikte bütün şartların oluşması denilen illet-i tammeyi gerektirmiyor. Ancak bir işin tercih edilir duruma gelmesini gerektiren bir ortamın oluşması, cüzî iradenin vücut bulması için yeterlidir. Vücuda geldikten sonra da onu isterse işler istemezse işlemez. Mesela, bir malı çalabilecek ortamı bulan bir adam için o anda malı çalma meyli gelir. O meylini işleyip malı çalmak veya çalmaktan vazgeçmek tasarrufu o insana verildiğinden, o anda şeriat ona der ki: “Bu meylettiğin şey, şer ve günahtır yapma!” İnsan bu işi yapmazsa kurtulur. Yaparsa mesul olur. Fakat maddi bir işin gerçekleşmesi için il­let-i tamme lazımdır. Yani o işlerin oluşması için gereken bütün şartların gerçekleşmesi ve irade-i İlahiyenin de istemesi gerekir. Bir merminin patlaması, ancak barutun olması gibi bütün şartların oluşması ile gerçekleşebilir. Bu şartlar meydana gel­dikten sonra o işten vazgeçme iradesi kal­maz. Mermi ister istemez patlar. Eğer insan yaptıklarını yaratabilecek durumda olsa idi illet-i taamme olurdu. İnsan, cüzî iradesi ile yapmak istediğini o anda yapmak mec­buriyetinde olurdu. Ondan dönüş olmaz­dı. O vakit ihtiyar kalkardı. Tetiğin çekil­mesi ile merminin patlamaktan başka bir seçeneğinin kalmaması gibi. Demek maddi işlerde, illet-i tamme de­nilen maddi sebeb gerektiği için, o sebeb gerçekleştikten sonra sonuç gerçekleşir. Mad­di olmayan itibari işlerde ise, illet-i tam­meye ihtiyaç yoktur. Vücuda geldikten son­ra da insan ondan vazgeçebilir. Yapmak mecburiyetinde değildir. Bir adamın yan­lışından dolayı tokat atmak veya ona ha­karet etmek meyli oluşur. Ama meyil sa­hibi bu kişi, bunu ister gerçekleştirir, ister gerçekleştirmez. Cüz’î iradenin vazifesi, insanı sorumlu ha­le getirmek olduğu gibi, insanın yapacağı işlerde de Allah’ın kudreti ile o işlerin arasındaki irtibatı sağlamaktır. Mesela se­kiz katlı ve yedi bodrumlu bir binayı dü­şünelim. Binanın girişinde danışma yeri ve asansör bulunuyor. O asansör insanları yukarı katlara çıkardığı gibi, bodruma inmek isteyenleri de indirir. Bodrumdan yukarı çıkmak isteyenleri de çıkarır. Daha doğrusu, o binayı teşrif edenlere istek ve arzuları doğrultusunda hizmet eder. Bina sahibi, misafirlerine olan şefkat ve merhametiyle görevliler tayin etmiş. O görevliler binaya girenlere, nasıl hareket edeceklerini, o binayı nasıl kullanmaları gerektiğini ve bina sahibinin misafirlerden neler beklediğini anlatmaktadır. Görevliler, asansörün nasıl kullanılması gerektiğini ve asansörün sağ tarafında bulunan düğ­melerin yukarı katlara çıkardığını, o kat­ların ise cennet hayatı gibi bir mutluluk vesilesi olduğunu söylemektedir. Zaten bina sahibi de muhterem misafirlerinin mutluluğa kavuşmasını istediği için bu binayı yapmıştır. Her ne kadar asansör sistemi, mühen­disin projesi ile yapılmış ve elektrik gücü ile çalışsa da, bu çalışmanın gerçekleşmesi için basit bir şart olan düğmeye basmak gerekmektedir. Asansörün solundaki düğmeler ise, bod­rum katlarına inmek içindir. Görevliler, bodrum katlarının cehennem gibi sıkın­tılı olduğunu ve bina sahibinin o katlara kimsenin inmesini istemediğini, illa in­mek isteyen olursa asansörün onları in­di­receğini ve çekecekleri sıkıntılardan in­­mek isteyenlerin sorumlu olduğunu be­lirtmektedir. Binaya giren misafirlerden yukarı katın düğmesine basıp çıkanların karşılaştıkları güzellikler ve nimetler, bina sahibinin on­lara bir ikramı ve ihsanıdır. Fakat kendi iradeleriyle bodrum katlarının düğ­me­lerine basıp oraya inenlerin çektikleri sıkıntı ve ızdırapların mesuliyeti ise, ira­delerini kötüye kullanmalarından dola­yı kendilerine aittir; hiçbir cihetle bina sahibini suçlamaya hakları yoktur. Öyle de, bu âlem, ilahî bir binadır. Yukarıya çıkan cennetin sekiz tabakası var­dır. Bodrum olarak aşağıya inen cehen­nemin ise yedi tabakası vardır. Dünya ise bu binaya giriş dairesidir. Görevliler ise, bütün peygamberler ve âlimlerdir. Dün­yaya gelen herkese bu âlem binasını anlatırlar. Binayı yapıp bu hale getiren sahibi olan Allah’ı, bütün eserleriyle ta­rif edip tanıtırlar. Bina sahibinin ne yap­tıklarından razı olduğunu ve yasakları neler olduğunu dünyaya gelenlere bil­dirirler. Asansör ise, kaderin projesi ile hazırlanmış ve kudret-i İlahiye ile çalışan bir sistemdir. Sağdaki düğmeler ise iman, ibadet ve hasenat düğmeleridir. Allah bu düğmelere basarak cennete ve a’lâ-yı illiyyine çık­mamızı istemektedir. O mutluluğu kazan­mamız için de bu dünya imtihanına bizi göndermiştir. Biz Allah’ın bu isteğini kabul edersek, Allah hoşnud olarak bize oraları ihsan eder. Soldaki düğmeler ise, küfür, dalalet, hak ve hukuk tanımamak gibi her türlü kötülüklerdir. Allah, bizim bu düğmelere basıp cehenneme gitme­mizi istemiyor. İmtihan gereği olarak illa gitmek isteyene de engel olmuyor. Oraya gitmenin mesuliyetini de üzerine almayıp, giden kişiye bırakıyor. Dikkat edilirse, düğmeye basmak basit bir iştir. Fakat iki kablonun buluşmasına ve sistemin çalışmasına bir sebeptir. Öyle de iman ve ibadeti hayır ve hasenatı istemek, basit bir sebeptir. Fakat yapacağımız işler ile kudret-i İlahiyenin arasında bir irtibatı sağlar. Kudret ile çalışan kader sistemini faaliyete geçirir. Dünya hikmet yeri olduğundan Cenab-ı Hakk her şeyi sebeplere bağlamıştır. Nasıl ki düğmeye basmadan asansör çalışmaz. Öyle de, Cenab-ı Hakk sebebleri aradan çıkararak her şeyi yaratabildiği halde, im­tihan gereği olarak hikmet-i ilahiyenin istemesi ile sebepler gerçekleşmeden kud­ret-i İlahiye icraat yapmaz. Cenab-ı Hakk bütün kardeşlerimizle bir­likte bizleri iradesini hayırda kullanan kullarından eylesin. Amin.

Zakir ÇETİN 01 Temmuz
Konu resmiGıybet Etme! Gıyabında Dua Et!
İnsan

Bediüzzaman Hazretleri, “Ahir zamanda bir şahsın hataları ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır”1 diyerek tehlikeli bir hususa dikkatimizi çekiyor. Günümüzde özellikle iletişim araçlarının artması, dini ve ahlaki hassasiyetin azalması, birçok günahın gaflet ve ülfet belası ile sıradanlaşması, bu dehşetli neticeyi vermektedir.  Bu derece dehşet verecek hatalardan biri de gıybettir. Gıybet; amellerimizi, ateşin odunu yediği gibi yiyip bitirir. Akrabaların arasını bozup sıla-i rahime zarar verir. Ba­zen bir öldürme kadar kötü zararlar vere­rek büyük günahlara ve tehlikeli fitnelere kapı açar. Müslümanların ittihat, ittifak ve uhuvvetlerini bozar. Müslümanları manevi bir hastalık olan su-i zanna sevk eder. Ayet-i kerimede Hak Teâlâ (cc); “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının! Şüp­­hesiz ki zannın bazısı günahtır (bir­biri­nizin kusurunu inceden inceye) araş­tır­mayın; bazınız bazınızı gıybet et­me­sin! Sizden bir kimse ölmüş kar­deşi­nin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bun­dan tiksindiniz! O halde Allahtan sa­kı­nın! Şüphe yok ki Allah (tövbeleri çok kabul eden) Tevvab, (çok merhamet eden) Rahimdir”2 buyurmaktadır. Gıybet; alçakların silahı olduğu için kul­lananı alçaltan, değerini düşüren bula­şıcı bir illettir. Bu hususta Peygamber Efendi­miz (sav): “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken kardeşine yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar”3 buyur­muştur. Bu bulaşıcı illetin; saydığımız ve saya­ma­dığımız kötü neticeleri olmakla beraber Hz. Peygamberin (asm) daha birçok ha­disinde şiddetle men edilmiştir. Gıybet Nedir? Gıybet odur ki gıybet edilen adam hazır olsaydı ve işitseydi, kerahet edip (çirkin görüp) darılacaktı. Eğer doğru dese zaten gıybettir. Eğer yalan dese hem gıybet hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır. Hangi Hallerde Gıybet Caiz Olur? Bediüzzaman Hazretleri hangi hallerde gıybet edilebileceğini şöyle izah eder: “Gıybet mahsus birkaç madde­de caiz ola­bilir: Birisi: Şekvâ suretinde bir vazifedar adama der, ta yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın. Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesai et­mek ister, seninle meşveret eder. Sen de, sırf maslahat için, garazsız olarak,  meşveretin hakkını edâ etmek için desen: ‘Onunla teş­rik-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin.’ Birisi de: Maksadı tahkir ve teşhir değil, belki maksadı tarif ve tanıttırmak için dese: ‘O topal ve serseri adam filân yere gitti.’ Birisi de: ‘O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor, zul­müy­le te­lezzüz ediyor, sıkılmayarak aşikâre bir surette işliyor.’ İşte bu mahsus maddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir. Yoksa gıybet nasıl ateş odunu yer, bitirir; gıybet dahi a'mâl-i salihayı yer, bitirir. Eğer gıybet etti ve yahut isteyerek dinledi; o vakit اَللّٰهُمَّ اغْفِرْلَنَا وَلِمَنِ اغْتَبْنَاهُ demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, ‘Beni helâl et’ demeli.”4 Gıybet Eden Başka Günahlar da İşleyip Nefsine Zulmeder ‘Rabbim doğrusu ben, hakkında bilgi sahi­bi olmadığım bir şeyi Senden iste­mekten sana sığınırım.’5 Hem gıybet çoğu zaman suizan, kına­ma ve büyük konuşma ile yapılır. Su-i zan: Maddi ve manevi toplum ha­yatını zedeleyen manevi bir hastalık olan su-i zan hakkında Peygamberimiz; “Su-i zan etmeyin. Su-i zan, yanlış karar ver­­meye sebep olur. İnsanların gizli şey­lerini araştırmayın, kusurlarını gör­me­­yin, münakaşa, haset ve düşmanlık et­meyin, birbirinizi kardeş gibi sevin, çekiştirmeyin. Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, yardım eder. Onu, kendinden aşağı gör­mez”6 buyur­muştur. Kınama: Gıybet ederken aynı zamanda gıybet ettiğimiz mümin kardeşimizi kına­rız. Mümin kardeşini kınama hakkında ise hadisi şerifte; ‘Kim bir mümin kardeşini kınarsa, o kötülüğü (kınadığı şeyi) yap­madan ölmez”7 buyrulmuştur. Büyük konuşma: Gıybet ederken çoğu zaman nefsimizi ortaya atıp ‘ben olsam şöyle yapardım’, ‘ben kesinlikle yapmam’ gibi büyük laflar ederiz. Hâlbuki büyük konuşma hakkında Sevgili Peygamberimiz (sav) bir hadis-i şerifinde: “Bela insanın diline bağlıdır. Bir kimse bir şeyi (asla, kesinlikle, katiyen) ‘yapmam’ dedi mi, şeytan her işini bırakıp onu yaptırana kadar uğraşır.” buyurmuştur. Gıybetin; Günahların Çığ Gibi Artarak Büyümesine Sebep Olduğunun; Husu­sen Müminlerin Birbirine Gıyaben Yaptıkları Duaların Kabulüne Mani Ol­duğunun Farkında mıyız? Bu hususta iki hadis-i şerifi birlikte tah­lil edelim. Bu hadislerin hükümlerini sentezleyip birleştirerek gıybetin ne kadar muzır olduğunu anlamaya çalışalım. Peygamber Efendimiz (sav) bir gün As­habına; “Allah’a günahsız dillerle dua ediniz” diye buyurmuştur. Sahabeler: “Ey Allah’ın Resulü! Günah işlememiş bir dil kimde var?” diye sorduklarında ise “Birbirinize gıyaben dua ediniz, zi­ra mümin kardeşinin dili senin için günahsızdır.” diye cevaplamıştır. Müslümanların bir birine günahsız dil­ler­le yaptığı duaların kabule daha ya­kın olduğu vurgulanmaktadır. Yine Sevgili Peygamberimiz (sav) bir başka hadis-i şerifinde mana olarak; “Sebep olan yapan gibidir” buyurmuştur. Kim hayır veya şer bir çığır açarsa o açtığı yoldan insanlar gittikçe sevap ya da günahlarına çığır açan kişinin de ortak olacağını ifade etmiştir. Yukarıda hususen dikkat çektiğimiz bu iki hadisin hükümlerini birleştirerek an­la­maya çalıştığımızda, gıybetin birimize olan dualarımıza nasıl menfi tesir ettiğini gör­­müş oluruz. Bu noktayı bir örnekle anlamaya çalışalım. Veli’nin dili, Ali için günahsız oldu­ğun­dan; yani Ali, Velinin dili ile günah işle­mediğinden Veli’nin Ali hakkında yap­­tığı dua kabule daha yakındır. Ancak Ali, Ahmet’i Veli’ye gıybet etse, Veli’yi Ah­met hakkında su-i zan ile gıybete sevk et­se, Veli de Ahmet’i Ali’nin tesiri ile gıy­bet etse “Sebep olan yapan gibidir.” sırrınca Veli’nin günahı Ali’ye de yazıldığı gibi Veli’nin dili de Ali için artık günahsız bir dil olmaz. Bu sebep ile Veli’nin Ali hakkında yaptığı dua da günahsız bir dille yapılmış bir dua sayılmaz. Günahsız dille yapılan dualar gibi tesirli olmaz. İşte gıybet hem günahlarımızın çığ gi­bi artarak çoğalmasına hem de bizim yüzümüzden gıybet edenlerin dillerinin bizim hakkımızda günahsız bir dil olmaktan çıkmasına sebep olan dehşetli ve sinsi bir günahtır. Bazen dertleşme bazen masum bir şikâyet bazen hasbihal kılığında dilimize misafir olur. Müminlerin birbirlerine olan dualarının kabul olmamasını netice verir. Adeta, umumi bir musibet ve bulaşıcı bir hastalık gibi toplumu manevi olarak etkiler. Gıybetten ve gıybet ortamlarından, dedi-kodu ve fis-kos konuşmalardan, yılandan ve akrepten kaçar gibi kaçmalıyız. Manevi bir doktor gibi gıybet edenleri ikaz ve ihtar etmeliyiz. Her zaman “Gıybet etme gıyabında dua et” bizim bir düsturumuz olmalıdır. Gıybetin Toplumsal Zararları İçinde yardımlaşma bulunan cemiyet, sü­kûneti tahrik için yaratılmış bir alettir, vasıtadır. İçinde haset buluna bir cemaat ise, hareketi teskin için yaratılmış bir alettir, vasıtadır’8 Bediüzzaman Hazretleri, Müminler ara­sında nifak ve bölünme, kin ve düşmanlığı netice veren ana sebeplerin tarafgirlik, inat ve haset (kıskançlık, çekememezlik) olduğunu ifade eder. Ve bu hasletlerin toplum hayatı için zehir olduğunu beyan eder. İşte gıybet ehl-i adavet ve haset ve inadın en çok kullandıkları alçak bir silahtır. Toplumu gıybet ile kin ve düşmanlığa sevk ederler. Buna yaşanmış bir örnek olarak Hz. Os­man devrinde Ebu Zer el-Gıfari’nin sözleri­nin münafıklar tarafından her tarafta yayıla­rak İslam toplumunda hoşnutsuzluk ve fitnenin uyandırılmasını gösterebiliriz. İşte Hz. Osman devrinden günümüze kadar İslam tarihi incelendiğinde, fitnenin en çok gıybet ile uyanıp yayıldığını görebiliriz. Bu bile gıybetin gizli ve tehlikeli dehşetli bir düşman olduğunu anlamaya kâfidir sanırım. Bir Mümin Kardeşimizin Kusurunu Görünce Ne Yapmalı? “İhtiyar amcanı dinler misin oğlum nevruz Ne büyük söyle, ne çok söyle yiğit işte gerek Lafı bol karnı geniş soyları taklit etme Sözü sağlam özü sağlam adam ol, ırkına çek”  (Mehmet Akif Ersoy ) Bizler “Kendi kusurlarıyla uğraşıp in­sanların ayıplarıyla uğraşmaya fırsat bu­lamayan kişiye ne mutlu!”9 hadis-i şe­rifini rehber edinmeli kendi kusurlarımı­zı görüp tövbe edip halimizi düzeltmeye çalışmalıyız. Bir Müslümanın dinine za­rar veren bir kusurunu gördüğümüzde lü­tuf ile ıslahına çalışmalıyız ve bunun bir manevi musibet ve bela olduğunu bilip (zira asıl musibet dine gelen musibettir) Peygamberimiz (sav)’in, “Kim bir belaya uğrayanı görünce şu duayı okursa: ‘Seni imtihan ettiği şeyde bana afiyet veren ve birçok yarattığın­dan beni üstün kılan Allah’a hamdol­sun!’ Artık yaşadığı müddetçe bu bela ne olursa olsun ona maruz kalmaktan muaf kılınır.”10 duası ile karşılık vermeliyiz. Kaynaklar: 1- Kastamonu Lahikası2- Hucurat, 123- Camiü’s-Sağir, hn: 84894- Mektubat, 1215- Hud, 476- Buhari, Müslim7- Tirmizi, Kıyamet: 53, hn: 25078- Mektubat, 5029- Beyhaki, Şuabü’l-İman, hn: 1056310- Kütüb-i Sitte, No:1869

Muhammed Said ARPACI 01 Temmuz
Konu resmiŞefkat Hastalığı
İnsan

“Bu bir hayvan katliamıdır!”, “Hayvanseverler ayaklanmalı!” sözleri havalarda uçuşuyordu. Yine bir Kurban Bayramı arifesiydi. 2000’li yılların başıydı zannediyorum. Aslında alışık olduğumuz, her sene oynanan tiyatronun sadece o seneki perdesiydi bu! Aman Yarabbi insanı duygulandıran, gözleri yaşartan ne muazzam bir şefkat, ne muhteşem bir merhametti bu!  Ama bir dakika, en çok sesi çıkan bu şef­kat kahramanı (!) insanların gazetelerdeki resim ve haberleri yayınlanmıştı da, resimde hindi eti yerken çekilmiş fotoğraflarının altında yılbaşı kutlamanın öneminden bahsediyorlardı. Hele bir tanesinin sırtında ihtişamlı kür­küyle çekilmiş bir fotoğrafı internete ve­rilmişti. Fotoğrafı yayınlayan şahıs bu hayvansevere (!) soruyordu; “Sırtınızdaki bu kürkü hangi tarlada yetiştirdiniz?” Yine bir başkası, “Hiçbir öğünde sofranızdan ek­sik etmediğiniz eti hangi ağaçtan top­luyorsunuz?” diye sual etmişti. Cevap gel­diğini hatırlamıyorum. Bugün de olduğu gibi, o zamanlarda da zalimlerin zulümleri altında inim inim inleyen mazlumlar, atılan bir bombayla ölmüş masum çocuk resimleri ve açlıktan ölmek noktasına gelmiş, Afrika’dan bir deri bir kemik insan tabloları, dünyadaki genel bir manzaraydı. Vicdanlarımız derinden derine sızlıyor, kahır dualarından başka elimizden bir şey gelmemesinin acziyet ve ıstırabı içinde kıvranıyorduk. Fakat ne gariptir ki, bağırmaya ve ayaklanmaya alışkın bu güruhtan, bu insan ve insanlık katliamı karşısında hiç ses çıkmıyordu. Bu manzarayı görünce ister istemez bizim de aklımıza bazı sorular gelmişti: - Bu şahıslar hayvanlara insanlardan daha mı çok kıymet veriyorlardı? - Hayvanlar arasında ayırım yapmalarının sebebi acaba neydi? -XAcaba bu isyanlarının yegâne sebebi Kurban’ın salt Allah’ın emri mi olmasıydı? -XYoksa bu insanların sözde şefkati, şefkat değil de ruhî bir hastalık mıydı? Bu soruları sormak hakkımız diye düşünüyorum. Çünkü ortada garip ve tutarlı olmayan bir durum var. “Merhamet-i İlahiyeden fazla merhamet, mer­hamet değildir” diye büyüklerimiz ne güzel söylemiş! Işığını güneşten alan kü­çük bir cam parçası, şuuru olup, “ben parlaklıkta güneşi geçeceğim!” dese herkesi kendine güldürür. Aynen onun gibi, kendindeki şefkat, Allah’ın rahmetinin milyonda bir parçası olan bir insan kalkıp ta o zerre gibi olan şefkatini okyanus gibi olan Allah’ın rahmetinin önüne geçirmeye kalkışsa bu sizce nasıl bir durumdur? Yani sonsuz merhamet sahibi olan yaratıcı kurbanı, bildiğimiz bilmediğimiz türlü hikmetleri için bize emredecek, biz ise o zerre misal şefkat duygumuzla buna itiraz edeceğiz. En nazik bir ifadeyle “kulluğun edebine uymaz!” diyebiliriz. Yoksa Allah muhafaza o vecibeyi inkâr, insanı çok daha tehlikeli uçurumların kenarına götürebilir. Şefkatin, kalbî ve ruhî bir nevi hastalık olan ve kontrol edilemezse sahibini dalâlete götüren bir türü de şudur ki, kişi kâfir ve münafıkların cehennemde yanmalarını, azap görmelerini ve cihad gibi bazı hadiseleri kendi şefkatine sığıştıramayıp inkâr eder.  Öncelikle, böyle bir tavır sergileyen ki­şi, Kur’an’ı ve Semavi dinlerin önemli bir kısım haberlerini inkâr ettiğinin ve yalanladığının farkında mıdır? Ayrıca acaba büyük bir zulüm ve mer­hametsizlik ettiğinin şuurunda mıdır? Yüz masum hayvanın canına kıymış bir canavarı affetmek bir yolsuz merhamete mukabil, o yüzler masum hayvanların hu­kukuna tecavüz ve büyük bir zulümdür. Aynen onun gibi, binler Müslümanların ebedi hayatlarını mahveden, onları deh­şetli günahlara sevk eden adamlara merhamet edip cehennemde yanmalarına acıyıp kurtulmaları için dua etmek acaba o sayısız ehl-i imanın hukukuna büyük bir hürmetsizlik değil midir? “Her kim yol kesene acırsa, kervanı asıl vuran odur” diye buyurur Sâdi Şirâzî Hazretleri. Müslüman olduğu halde, kâfir ve zalimlerin hukukunu, mazlum ve masum olan din kardeşlerinden önceleyen, kâinatı kaplayan küfür ve zulümlerini küçülte küçülte şefkat şemsiyesinin altına alan o sözde Müslümanlar var ya işte ehl-i imanı en derinden yaralayanlar onlardır! Hâlbuki affedilebilecek suçlar vardır, affa kabil olmayanları da. Ayrıca bir kişi kendine karşı işlenen suçu, merhamet edip affedebilir, buna hakkı vardır ve güzel bir davranıştır. Ama başkasına karşı, dinine ve davasına karşı işlenen cinayeti affetmeye hakkı yoktur. Çünkü orada umumun hakkı söz konusudur. Ancak hepsinin oluru alınarak affedilebilir. Küfür ve dalalet sadece Müslümanlara değil, kâinata, bütün mevcudata karşı büyük ve azim bir zulümdür. Allah’ın bu kâinatta aziz bir misafiri olan insanın yaratıcısından bağlantısı koparılsa sadece eti ve kemiği itibariyle ne kıymeti kalır? Aynı şekilde Allah tarafından yaratılmış olmakla şeref kazanan bütün canlıların, yaratıcılarıyla aralarındaki bu nispet koparılsa maddesi cihetiyle ne ehemmiyetleri vardır ki? İşte bir kâfir başta tüm Müslümanlar olmak üzere, bütün varlıklara, yaratıcı­larıyla aralarındaki bağı iptal edip onlara “Tesadüfen var oldunuz! Sizi yapan tabiat­tır!” diyerek öyle büyük bir hakarette bulunuyor ki affa kabil değildir. Hem sahih rivayetler ışığında diyebiliriz ki, o kâfirlerin küfrü, rahmet ve bereketin kalkmasının ve afetlerin gelmesinin se­be­bidir. Deniz dibindeki balıkların bile onların bu küfür ve zulümlerinden şek­va ve şikâyet ettikleri rivayet edilir. Öy­leyse kâfirlere aşırı merhamet eden kişi düşünecek ki bu tavrı, esas şefkate muhtaç sayısız masum ve mazlum canlılara karşı büyük bir zulüm ve merhametsizliktir. Eczanelerde zehir değil, ilaç satılır. Ama ilaçla intihar eden insanlar da o ilaçları eczanelerden alır. Öyleyse anlaşılıyor ki kullanım dozajı son derece önemlidir. Çok güzel bir ilaç, bir iksir olan şefkat duygusundaki ölçümüz ne olmalı ki ne hadden aşıp zulüm olsun, ne de bir hastalığa dönüşsün. Yani sıcak olsun ama yakıcı olmasın. Öyleyse Üstad Bediüzzaman’ın sözlerine kulak verelim: “Şefkat-i insâniye, merhamet-i Rabbâniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli’l-Âlemîn zâtın (sav) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhâda (dinsizliğe) sirâyet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir (kalb hastalığı).”

Mücteba YILDIZ 01 Temmuz
Konu resmiİslam Dünyasının Gençleri
İnsan

“Bir milletin asıl gücü; topu, tüfeği yahut tankı değil, imanlı ve inançlı gençliğidir.”  Adem (as)’dan Peygamber Efendimiz (sav)’e ve kut­lu Nebi (sav)’den günümüze ka­dar bü­tün değişimler gençlerin elleri ile ol­muş­tur. Hz. İsa (as)’nın savunucuları ve yo­lundan gidenler genç havarilerdir. Hz. Musa (as) genç bir peygamber ola­rak Firavunlara meydan okumuş, Hz. Yusuf (as) çocuk iken kuyuda imtihan edilerek gençken Mısır’a hükümdar ol­muştur. Ahlakıyla, ahvaliyle, akvaliyle bü­tün insanlığa önder ve örnek şahsiyet olan Efendimiz (sav) İslam ile insanlığı şeref­lendirirken en büyük yardımcıları gençler olmuştur. Bu kadim yolun yolcusu olanlar ve Allah’ın ve Resûlüllah’ın yoluna sıkı sıkıya sarılan nice gençler çıkmıştır. Molla Gürani’nin himayesi altında eğitim alan Sultan Fatih, derslerinin haricinde İstanbul’un fetih plan­larını yaparken, yüreğinde bu coş­kun ru­hu yaşamıştır. Genç yaşında kayı oba­sı­nın Anadolu’ya yerleşmesini sağlayan Er­tuğrul Gazi ile, 21 yaşında Sultan Fatih’e İstanbul’u feth ettiren ruh aynıdır. Ecdadımızın, dinimizden ve tarihimizden almış olduğu bu kudsi ruh ile vermiş olduğu mücahede ve mücadelede, gençler hep ön safta ve yol açıcı olmuştur. Ancak maalesef İslam Dünyası’nın 1.7 milyar nüfusunun %57’si 18-24 yaş aralığında bulunmasına rağmen gençlerin bu hayat veren ruhları öldürülmüştür. Genç Kardeşim! Tekrardan, yüreklerde yeşeren coşkun ruh sahibi gençlere ihti­yaç vardır. Hz. Ömer’in karşısında “Hak ve adaletten ayrılırsan ya Ömer, seni eğri kılıcım ile doğrulturum” diyecek, zalimin karşısına çıkıp zalimsin diye haykıracak, dünyada sadece Müslümanlara değil bütün insanlığa yapılan zulümler için mücahede edecek, Hakkın ve adaletin tesisi için canını, malını feda edebilecek, milletin imanının kurtulması yolunda maddi-ma­ne­vi fedakarlıklar yapacak gençlere ihtiyaç vardır. Artık sorumluluk bilincinin farkına va­rarak, ecdadından miras kalan payitahta, İslam’ın sancağına sahip çıkma zamanıdır. Saraybosna’nın, Kudüs’ün, Bişkek’in, Se­mer­kand’ın, Patani’nin, Mogadişu’nun maz­lum halklarının umutlarını yeşertmek için kendimize gelme zamanıdır. Evet, bizler nazarlarımızı suni sınırların ötesine çevirmek zorundayız. Çünkü biz­lerin sınırları “bütün mü’minler kardeştir” diyen ayetin ışığında belirmekte olup, mü’min yüreklerin olduğu her yer bizimdir. Daha yüz yıl öncesine kadar aynı topraklar için, aynı dava uğrunda koşturan İslam Dünyası bugün cehalet, zaruret ve ihtilaf bataklığı içinde boğulmaktadır. Ey Genç Kardeşim! İslam Dünyası bu coğrafyadan doğacak güneşi bekliyor der­ken abartmıyoruz. Mogadişu’nun çöl­lerinde, Sudan’da Nil’in kenarında, Mo­ritanya’da, Nijer’de bugün bu topraklar için dua eden insanlar bulunmaktadır. Bugün yakılan Yemen’de, insanlığın gözlerinin kö­reldiği Suriye, Irak, Filistin, Doğu Tür­kistan, Arakan’da insanlar yüzlerini bu topraklara çevirerek kendilerine ulaşacak yardım elini beklemektedir. Evet, bizler mesulüz. Üzerimize düşen sorumluluk­ları yapmadığımız zaman tüyü bitmemiş yetimin hakkından elbette hesaba çeki­leceğiz. 2008 yılında Suriye’ye gittiğim zaman Tef­sir Alimi (ismini şu anda hatırlayamadı­ğım) bir hoca gözlerinde yaşlar ile bu ümme­tin kanayan yarasından sizler mesulsünüz ey halifenin torunları, demişti. O gün idrak edememiştim. Ancak bugün daha iyi anlıyorum. Nasıl ki hilafete yüzyıllarca hizmet etmiş bu topraklar son yüzyılda köreltilmiş, elinden, gönlünden kudsi de­ğerler alınmış ise, İslam Coğrafyası tarumar edilmiş. Özgürlükleri, özgüvenleri, refahları ellerinden alınmış. Onlara ve bizlere da­yatılan sahte ve bir o kadar yalancı tarih ile kardeşi kardeşe düşman etmişler. Ama artık uyandık ve uyanmak zorunda­yız. Tarihin tozlu sayfaları arasında yazılmış hikayeleri masal olarak anlatmak yerine, tekrardan ve yeniden hayata geçirmek zo­rundayız. Bunu yapmak için önce iman kâl’asını güçlendireceğiz, cehaletimizi biti­receğiz, herkesten fazla çalışacağız. İslam Dünyasının Gençleri Nasıl ve Ne Bekliyorlar? Aşağıda da Genç İDSB olarak yapmış ol­duğumuz faaliyetlerden bahsettim. An­cak bu faaliyetler içinde en fazla İs­lam Dünyasının gençlerinin nabzını ölçe­bildi­ğimiz programımız Uluslararası Genç­lik Buluşması (UGB) olmaktadır. UGB’lerde farklı coğrafyalardan, farklı renk, dil, ge­leneklere sahip gençlerin katılımı ile bu topraklardan beklentilerini daha net tespit edebilmekteyiz. Öncelikle ilk tespit edebileceğimiz husus: İslam Coğrafyası üzerinde zulümler hız kesmeden de­vam etmekte ve İslam Dünyasının sadece alt ve üst kaynakları değil, duyguları da sömürülmüş ve sömürülmeye devam et­mektedir. Bizlerden yüzlerce, binlerce kilo­metre uzaklarda bulunan coğrafyalarda yaşanan zulümler ve oyunlarda değişen sa­dece bunlara muhatap olanların bu­lundu­ğu topraklardır. Değilse aktörler aynı, yöntem aynıdır. İşte bizlerin yapmamız gereken ilk şey: Müstakim bir akıl ile oynanan oyunları, tarafları, sorunları, krizleri, bu krizleri çö­zebilecek sahada bulunan aktörleri tespit etmek olacaktır. Bu alt birikimi elde ettik­ten sonra, bunları uygulamaya geçirebile­cek farkındalığı oluşturmak zorundayız. Yani İslam Dünyasında oynanan oyunları halklara anlatmak zorundayız. Maalesef bir çok coğrafya bugün oynanan oyunların farkında değil. Fransa elektrik ihtiyacının %80’nini Ni­jer’den almış olduğu uranyumdan karşı­lamakta olmasına rağmen, Nijer elek­trik­sizdir. Osmanlı yüzyıllarca Ortadoğu’da, Afrika’da, Balkanlar’da, Asya’ya hükm ede­­rek İslamiyet güneşine muvafık olarak, bas­­kı ve zulüm sergilememesine rağmen; şer odakları Osmanlı’yı sömürgeci bir dev­let gösterme çalışmalarında başarılı ol­muşlardır. Ancak Osmanlı’nın yüzyıllarca hükmü altında yaşayan bu coğrafyalar Türkçe konuşamamasına rağmen, 80-100 yüzyıllık Fransız, İngiliz, Amerikan sömürüsü altında kalarak İngilizce-Fran­sızca konuştuklarının farkında bile de­ğiller. İşte bizler bu buluşmalar vesilesi ile tekrardan hakikatleri anlatmaya ve anlamaya fırsat bulmaktayız. Dünya güçlerinin ellerinde bulunan med­ya yoluyla bizlere yaşananları bir pembe dizi olarak aksettirenlere inat, hakikatleri bizzat sahada bulunanlardan dinleme fırsatı bu­lu­yoruz. Doğu Türkistan’da, Urumçi’de yaşanan katliamlardan kurtularak ülkemize sığınanlar, Suriye’de Esed’in zulmünden kaçarak şefkatli devletimize sığınanlar, Mı­sır’da, Somali’de, Yemen’de, Arakan’da ve diğer İslam Coğrafyalarında yaşanan zu­lümlerden ülkemize sığınanlar onların dertleri ile dertlenerek sorunlarına çözüm bulmamızı beklemektedir. Sorunlarını da­ha geniş kitlelere anlatmamızı beklemekte­dir. Bu coğrafyada yaşayan gençlerden, yaşlılardan, kadınlardan dertleriyle ilgi­lenmelerini, sunni sınırlara bağlı kal­ma­mamızı beklemektedirler. Elbette bütün beklentileri bir anda karşılamamız mümkün değildir. Ancak hayatımızı, yaşantımızı bunları karşılayabilecek konuma gelecek şekilde planlamalıyız. Tüm bunlara rağmen İslam Dünyası’nın gençleri Müslümanlarının izzet-şeref ve hay­siyetleri için, İslam’ın tekrardan san­caktar olarak daha geniş kitlelere huzur ve saadet getirmesi için, ümitvar ve gayretliler. İslam Coğrafyasının en temel sorunu ise cehalettir. Üstad’ın da söylediği gibi bu sorunu önce kendi şahsımızda, sonra bütün İslam Dünya’sında çözmek için elimizde bulunan asrın hastalıklarının tedavisi olan eseri oralara ulaştırarak yapmalıyız. Risale-i Nur’lar İslam Dünya’sının farkındalık kazanması için önem arz etmektedir. Genç İDSB’nin Çalışmaları İşte bizler bu şuurla İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği Gençlik Kuru­lu (Genç İDSB) olarak faaliyetlerimizi gerçekleştirmeye gayret ediyoruz. Yap­mış olduğumuz temelde 4 çalışma bulun­maktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: 1- Uluslararası Gençlik Buluşmaları (UGB): Biri yurt içinde, diğeri yurt dışında olmak üzere senede iki kere bugüne kadar toplamda 12 UGB gerçekleştirdik. Yurt dışında Sudan, Fas, Endonezya, Arnavutluk, Kıbrıs, Malezya ülkelerinde gerçekleştir­dik. Uluslararası Gençlik Buluşmala­rında amacımız Müslüman gençler arasında kar­deşlik ve dayanışma bilincini güçlendir­mek, birlik bilinci artırmak, gençler ara­sında dostluk ortamı oluşturmak, İDSB çatısı altında bir araya gelen gençlerin kendi ülkelerinin geleceğinden sorumlu olmalarını sağlamak ve diğer ülkelerle sı­kı bağ kurmalarını temin etmektir. Böy­lece katılımcılar kendi ülkelerine dön­düklerinde yaptıklarının önemini kav­rayacak, deneyimlerini paylaşacak ve di­ğer insanları cesaretlendirecektir. İslam dün­­yasının çağın şartları doğrultusunda poli­tikalar geliştirmesi adına bu tür etkinlikler önem arz etmektedir. İslam Dün­yasının ekonomi, siyaset, eğitim, din ve sosyal alanlardaki problemlerine dair görüşler paylaşılarak, İslam Dünyası’nın ortak bir akıl çevresinde hareket etmesini sağlayacak yol haritasını çıkarma gayreti gençlik buluşmalarıyla gösterilmektedir. 2- Ülke Masaları: Son yıllarda bölge­sinde lider olmaya emin adımlarla ilerle­yen Türkiye için en önemli konulardan biri Dünya ülkelerini ve özellikle komşu ülkeleri iyi analiz edebilecek nitelikli bü­rokratların yetiştirilmesidir. Cumhuriyet tarihinde geride bıraktığımız 92 yıllık sü­reçte bu konularda araştırma yapacak ki­şilerin yetiştirilmesine yeterince önem ve­rilmemiştir. Günümüzde ise son 15 yılda bu konuda kendi gelişimini önemseyen ve bu amaç doğrultusunda çalışan kişiler elbet bulunmaktadır, ancak dünyada söz sahibi olmaya başlamış güçlü bir Türkiye için bu kişilerin sayısı standartların çok altındadır. Bu bağlamda ‘Ülke Masaları’ projesinin nihayetinde çeşitli üniversitelerin iktisadi ve idari bilimler fakültesi öğrencilerini Dünya ülkelerini analiz etme ve yorumlayabilme kabiliyetleri kazanabilmeleri için uygun ortamlar oluşturulacaktır ve gerekli eği­timlerin verilmesi sağlanacaktır. İstanbul, Osmanlı döneminde sadece dev­letin başkenti olarak kalmamış aynı za­manda ilim ve bilimin de başkenti olmuş­tur. Asırlarca kıtalara hükmetmiş olan ecdadımızın beyni hep İstanbul olmuştur. Ancak Osmanlı Devleti’nin gerilemesiyle beraber, ilmin merkez şehri olan İstanbul da bu gerilemeye karşı koyamamış, ilim ve bilim nezdinde Avrupa başkentlerinin gerisinde kalmaktan kendisini alamamıştır. Yıllarca savaşlarla, darbelerle ve ekonomik sıkıntılarla boğuşmak zorunda kalan Tür­kiye, araştırmaya ve bilim adamı yetiş­tirmeye zaman ve bütçe ayıramamıştır. Bu tür faaliyetleri yapmak isteyenler ise, zamanın şartlarından dolayı siyasi engellemelere takılmış, bu nedenle uzun soluklu bir çalışma ortaya çıkaramamıştır. Yıllarca çözülemeyen siyasi ve ekonomik krizler ise Türkiye’yi bu çalışmalardan uzak tutmuştur. Ancak 2000 sonrası Türkiye, zamanla bu tür konulara önem vermeye başlamıştır. Türkiye’nin büyümesi ve gelişmesi ile bir­likte doğal olarak farklı ihtiyaçlar zuhur etmiştir. Ekonomik ve siyasal olarak is­tik­rarı yakalayan Türkiye, dış politikada ise güzel işlere imza atmaya başlamıştır. Türkiye’nin bu büyümesini göz önüne alarak düşünmeliyiz ki dış politikayı iyi bilen, dünya ülkelerini iyi okuyan ve bu konuda uzmanlaşan bir nesil yetiştirilmesi Türkiye’nin geleceği için hayati bir önem arz etmektedir. Bundan dolayı üniversite­de okuyan gençlerin bu minvalde gelişim göstermesini amaçlayan kuruluşların var­lığı Türkiye için çok önemlidir. Ancak Türkiye’nin genelinde bu eğitimi ve bilinci verebilecek kurumların sayısı çok azdır. Olanlar ise nitelik olarak sorgulanması ge­reken kurumlardır. Dünya üzerinde think-tank kuruluşları gelişmiş ülkelerin dış politikasında çok önemli bir yer kaplamaktadır. Dış politikayı yönlendiren bürokratlar bir çıkmaza gi­rildiğinde bu think-tank kuruluşlarından yardım talep etmekten hiçbir zaman geri durmamışlardır. Türkiye’de ise dış poli­tikaya etki edebilecek nitelikte think-tank kuruluşlarının sayısı azdır. ‘Ülke Ma­saları’ projesiyle birlikte hedeflenen ise, Türkiye’de bulunan bu açığın giderilmesi­dir. İslam ve Osmanlı medeniyetinin beşiği olan Anadolu için bu proje tarihi önem taşımaktadır. Osmanlı ruhunun şaha kalk­tığı bu günlerde üniversitede gençlerin uğ­raşları yeni Türkiye’nin geleceği için önemlidir. Bu proje Yeni Türkiye’nin en büyük ihtiyacı olan özgüvenli, alanında uzman aynı zamanda ahlaklı bir nesil or­taya koymayı hedefleyen bir eğitim prog­ramı sunmaktadır. Ülke Masaları çalışması ile bugüne kadar 5 rapor, 200’e yakın makale yayınlamış bulunmaktayız. 3- İslam Dünyası Akademisi: Balkan Okumaları, Afrika Okumaları, Enerji Po­litikaları Okumaları, İslam Dünyasında Neler Oluyor? Programlarının bulunduğu bir akademi programıdır. İslam Dünya­sı’nda yaşanan gelişmeleri analiz etmek, tartışmak, fikir teatisinde bulunmak, çözümler üretmek ve bu alanda uzman­laşmak amacıyla İslam Dünyası Akade­misi yapılmaktadır. Mevzubahis okuma­lar dahilinde Afrika’dan Balkanlara, Orta­do­ğu’dan Asya kıtasını içine alan 63 İslam ülkesine değin konjoktürel durum müta­laa edilmektedir. Düzenlenen etkinliklerle, bu­gün Irak’ta, Suriye’de ve Mısır’da yaşa­nanlara çözümler geliştirebilme, uzun yıllardır süren mücadelelere rağmen ha­len çözüme kavuşturulamamış Keşmir, Bur­ma, Doğu Türkistan, Sudan, Orta Af­rika Cumhuriyeti, Kıbrıs, Karabağ ve da­ha birçok problemli İslam coğrafyasını analiz etmeye çaba gösterilmektedir. İlgili konferanslarla bölge tarihsel süreçleri siyasi, ekonomik ve sosyal boyutlarıyla kapsayıcı olarak ele alınarak bir disiplin içerisinde aylık okumalar ve toplantılar çerçevesinde edinilen bilgiler raporlanmakta ve hazır­lanan bu raporlar ilgili STK, kamu kurum ve kuruluşlarıyla paylaşılmaktadır. Bugüne kadar İslam Dünyası Akademisi vesilesi ile yüzlerce üniversite öğrencisine ulaşılmıştır. Yeni dönemde İslam Dünyasını akademisi 5 ülkede eş zamanlı olarak yapılması planlanmaktadır. a) Balkan Okumaları Balkanları tarihi, siyasi, sosyolojik ve kül­türel yönleriyle analiz edebilmek ve böl­ge hakkında vizyon geliştirebilecek bil­gi altyapısına sahip olmak amacıyla Ka­sım ayında Balkan Okumaları programı baş­lamıştır. Programda her ay için belirlenen kitaplar, katılımcılar tarafından okunarak ay so­nunda belirlenen bir tam gün boyunca müzakere edilmektedir. Tamamlayıcı ola­rak, program esnasında belirlenen makale, edebî eser ve dergiler de bir taraftan oku­malara dâhil edilecektir. Aynı zamanda bölge hakkında çekilen belgesel ve/veya filmler de izlenecektir.  b) Afrika Okumaları İDSB Gençlik Kurulu ve ORDAF işbir­liği ile Afrika okumaları başlığı altında kı­tayı tanıma, tarihten nazarla bugüne pers­pektif kazanma, sosyo-kültürel ve eko­no­mik zenginliklerini idrak etmeye yöne­lik interaktif çalışmalar yapılmaktadır. Bu kapsamda katılımcıların bu bölgeye yö­nelik çalışmalarına zemin hazırlamaya ve en önemlisi katılımcıların bu yön­de uzmanlaşmasına temel olmayı hedef­le­mek­tedir. Programda her ay için be­lirlenen kitaplar, katılımcılar tarafından okunarak, ay sonunda belirlenen bir tam gün boyunca müzakere edilmektedir. Prog­­ram neticesinde Afrika kıtasını dair ra­­por hazırlanması ve raporun ilgili STK ve kamu kurumlarıyla paylaşılması hedeflenmektedir.  c) Enerji Politikaları Enerji konusunun genel hatları çerçe­vesinde, konunun dünya üzerindeki eko­nomik, politik ve sosyal etkilerini, enerji kaynaklarına hakimiyet savaşlarının son durumunu, yenilenebilir enerjinin dünya genelinde geldiği noktaları gözler önü­ne serip uluslararası enerji politikalarına etki eden gelişmiş ülkelerle, gelişmekte olan petrol zengini ülkeler üzerindeki po­litikalarını irdeleyip petrol ve doğal gaz boru hatları, körfezler, petrol şirketleri, OPEC gibi etkenler üzerinde okumalar yapılmaktadır. Türkiye’nin kısa-orta ve uzun vadede enerji politikalarına etki edecek TANAP, TAP, Nabucco, Güney Akım, Mavi Akım projeleri, Mısır, Kuzey Irak, Hazar bölgesi (Rusya, İran, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan), Doğu Akdeniz, Karadeniz bölgeleriyle yapılacak enerji anlaşmalarının gelecek vizyonunu çizerek Ülke Masaları Enerji Komisyonu tarafından başta dünya ül­kelerinin enerji politikaları ve Türkiye’nin enerji politikası ve yansımalarına yönelik raporlar hazırlanmaktadır. 4- Uluslararası Sivil Toplum Kuruluş­ları (STK) Akademisi: STK Akademileri Genç İDSB tarafından gerçekleştirilen önemli faaliyetlerden biridir. Bu çalışma çerçevesinde İstanbul'a davet edilen bir STK’nın temsilcileri Türkiye’deki başarılı ve köklü STK’ların yetkilileri ve medya organlarına ile buluşturularak tecrübe alışverişi yapılması sağlanır. Misafirlerin talep ve görüşlerini dış politika yapımında kullanmak amacıyla amacıyla siyasi organ­lar ile irtibat sağlanır. STK Akademisi programları düzenlenen seminerler ve eğitimlerle desteklenir.  Gayret bizden, tevfik Allah’tandır.

Fatih COŞAR 01 Temmuz
Konu resmiKöprü
İnsan

Ramzan-ı Şerifin evailini geride bıraktığı­mız şu günlerde, Rabbimizden, Efendimiz (sav)’in Ramazanın “Evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluş­tur” buyurduğu muştusuna ermek niyazıyla siz sevgili okuyucularımıza “Merhaba!” diyoruz. Hasan-ı Basri Hazretleri diyordu ki, “Dünya üç gündür; dün, bugün ve yarın. Dün geçti, yarın geleceği belli değil. Öyle ise bugünün kıymetini bil.” Bize de düşen, böylesine kıy­metli şu günlerin kadrini bilmek ve ona gö­re amel etmektir. Özellikle geleceği inşa edecek gençlerimi­ze odaklanmalıyız. Bizden öncekiler ve son­ra gelecekler arasında çok önemli bir köprü olmak zorunda olduğumuzu hatırımızdan hiç çıkramamalıyız. Evet, bizler dini, kültü­rel, imani birikimlerimizin gelecek nesile aktarma kabiliyetine haiz birer köprü ol­makla mükellefiz. Vazifemiz: köprü ola­bilmek. Günümüzde insani ilişkiler maalesef ola­bil­diğince zayıfladı, zayıflıyor. İnternet çağı biz­leri biz olmaktan çıkarıp birer fert haline ge­tirdi. Olabildiğince geniş fakat sanal, çok zengin fakat bir o kadar duygu fakiri, haz ve hızı öncelerken insani erdemlerimizi ola­bildiğince törpüleyen ilginç bir çağı ya­şı­yoruz. Bir anlamıyla bindiğimiz dalı ke­si­yo­ruz. Çünkü istikbalimizi inşa edecek genç­lerimizle her gün biraz daha kopuyoruz. Şimdilerde ülkemizde konuşulan, konuşul­maya çalışılan en önemli konuların başında gençlerimiz geliyor. Ülkenin yaşadığı tecrü­beler, bizi buna mecbur kılıyor. Böyle ol­makla birlikte –maalesef- istenen fikri ve ameli çalışmaların gereğince yapılıyor oldu­ğunu söylemek çok eksik olacaktır. Bu önemli konunun hususan İslam alemi için de ehemmiyeti tartışılmaz. Biz de bu mü­barek Ramazan ayında İslam Dünyası­nın Genç­lerini, Genç İDSB Başkanı Fatih Coşar’ın kaleminden sizlerin dünyasına ta­şımak istedik. Enfüsi dairemizin şahsımız ta­rafından daha hissedilir olduğu bu rahmet, mağfiret ve kurtuluş ayında aynıyla biz olan, olması gereken gençleri kendi dahili dünyamızla beraber aynı kefede görelim ve değerlendirelim istedik. “Nefsini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez” kaide­since, kendimizi, ayinemiz olan gençlerde görerek bu ayın bereketiyle sulh ve fereci soluklayalım arzu ettik. Rabbim bizi de, neslimzi de her türlü fit­ne, bela ve musibetlerden muhafaza ey­lesin. Amin. Derginin devam eden bölümlerinde “Yurt dışında Ramazan ayı nasıl geçiyor?” sorusu­nun cevabını aramaya çalıştık. Dünya bü­yük bir maide iken, farklı yerlerde yaşayan Müslüman kardeşlerimizin de hallerini gör­mek ve onlara dua ederken onların da dua­sını alabilmek arzu ettik. Akabinde güzel bir bayram yazısıyla taçlandırdık. Üç ayların bereketiyle gelen müjdeler, Kur’an’ın, bereketiyle Paris’te bulduğu yer ve da­ha nice güzel yazılar derginin devam eden say­faları arasında sizleri bekliyor. Yine Aile Mektebi bölümünü ısrarla tavsi­ye ediyoruz. Çocuklarımızın, gençlerimizin, do­la­yı­sıyla geleceğimizin teminatı, aile haya­tımızdır. Aile hayatımız birer medrese-i Nuriye, birer mekteb-i İrfan oldukça, gelecek endişemiz ümide değişecektir. Müslümanız ümidliyiz. Mesele, sadece adı değil keyfiyeti de Müslüman olabilmek. İşte önümüzde mükemmel bir fırsat. Rab­bim değerlendirebilmeyi, kendimizle bera­ber gençlerimizi ve geleceğimizi de kurta­rabilmeyi nasib eylesin. Ramazanımız ve Bayramımız mübarek ol­sun. Muhtaç olan kardeşlermizi de unut­ma­yalım! Dinimiz paylaşmayı emreder. Malum acılar paylaşıldıkça azalır, sevinçler ise paylaşıldıkça artar. Mutluluğunuz ziya­de olsun.

Metin UÇAR 01 Temmuz
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

İzmir Yalı (Konak) Camii Kâtibzâde Mehmed Paşa’nın eşi Ayşe Hanım tarafından 1748 senesinde yanında bir medrese ile birlikte yaptırılmıştır. 1. Dünya Savaşı sırasında Vali Rahmi Bey, camii tamir ettirmiştir. Bu tamiratı belirten bir kitabe caminin giriş kapısı üzerinde bulunmaktadır. Cami, 1964 yılında bir kez daha tamirattan geçmiştir. Bu tamirat sırasında caminin cephesinde bulunan Kütahya çinilerinin büyük bir kısmı sökülmüş, yalnızca pencere ve kapı sövelerindekiler bırakılmıştır. Son düzenlemelerden önce dışı tamamıyla Kütahya çinileriyle kaplı olan yapının, bugün pencere etrafları ve alınlıkları 19. yüzyılın en iyi Kütahya çinileriyle süslüdür. Klasik Osmanlı mimarîsi üslubunda yapılmış olan cami, sekizgen planlıdır. Yapımında taş ve tuğla birlikte kullanılmıştır. Caminin içerisi çinilerle bezenmiştir. Kesme taş kaide üzerine tek şerefeli, yuvarlak gövdeli bir minaresi bulunmaktadır. Namazı Nasıl Kılıyorsun? Biri, Hâtem-i Âsamm Hazretlerine sormuş: “Namazı nasıl kılıyorsun?” “Vakti gelince hem dış abdestimi hem de iç abdestimi alırım. Dışımı su, içimi tövbeyle arındırırım. Sonra camiye giderek orada Mescidü’l-Haram’ı görür, Makam-ı İbrahim’i iki kaşımın arasına getiririm. Cenneti sağ, cehennemi sol tarafta bilirim. Sırat Köprüsünün ayaklarımın altında olduğuna inanırım, ölüm meleğini arkamda varsayar, gönlümü Allah’a ısmarladıktan sonra saygıyla tekbir getirir, hürmetle ayakta durur, heybetle Kur’ân okur, yakararak secdeye kapanır, alçakgönüllülükle rükûa varır, yumuşaklıkla teşehhüde oturur ve şükrederek selâm veririm. Benim namazım işte böyle!” (Ferîdüdddin Attar, Tezkîretü’l-Evliyâ, s. 285) Kabeyi gösterdiği bilinen ilk pusula Orijinali Almanya’daki Rautenstrauch-Joest-Museum für Völkerkunde müzesinde bulunan bu rekonstrüksiyon pusula, 1853 senesinde Ahmed bin İbrahim eş-Şerbetli isimli birisi tarafından imal edilmiştir. Pusula iğneli merkez çevresindeki dairede, İslam dünyasından bazı önemli şehirlerin isimleri ve koordinatları kaydedilmiştir. Bu yerlerden birisinde bulunulduğu takdirde, pusulayla Mekke’ye doğru namaz yönü tespit edilebilir. Batı olarak işaretlenmiş olan tarafta bulunan gnomon yardımıyla yanda bulunan skalada namaz vakitleri okunur. (İslâm’da Bilim ve Teknik, c. 3, s. 77) 03 Temmuz 1462         Midilli’nin Fethi Meriç Nehri ağzındaki Enez Kalesi ile Midilli, Limni, İmroz, Semendirek ve Taşoz Adaları, “Gattilusio” isimli bir Cenevizli ailenin hakimiyeti altında idi. İstanbul’un fethinden sonra boğazlara tamamen hakim olan Osmanlı donanması, Ege denizinde de hakimiyetini arttırmak için 1456’da İmroz, Taşoz, Semendirek ve Limni adalarını ele geçirdi. Midilli Adası 1461’e kadar bu Cenevizli ailenin hakimiyetinde kaldı. Ancak adanın bir korsan yatağı haline gelmesi, bunların Anadolu sahillerine ve gelip geçen tüccar gemilerine zarar vermeleri, Osmanlı Devletinin deniz güvenliğini zedelediği için Sultan Fatih; veziri Mehmed Paşa’yı güçlü bir donanma ile Midilli Adasını fethe memur etti. Kendisi de kuvvetli bir kara ordusu ile Bursa’dan gelip Balıkesir üzerinden geçerek Midilli Adasının tam karşısında bulunan Ayazmend’e (bugün Altınova) gelmiş, askerlerini buradan Midilli’ye geçirmişti. 1462 sonbaharında yirmi yedi gün devam eden kuşatmanın ardından buradaki kale düşmüş, ada tamamen fethedilmiştir. 16 Temmuz 622Hicrî Takvimin Başlangıcı Medine’de İslam Devletinin kurulmasının ardından Hz. Ömer (ra) devrine kadar, Müslümanlar bazı önemli olayları tarih başlangıcı kabul edip buna göre zamanlarını tayin etmekteydiler. Mesela; Fil Olayı, Ficar Savaşı, Zelzele Yılı, Veda Haccı Yılı ve bazı önemli zatların ölümü gibi olaylar tarih başlangıcı olarak kabul edilmekteydi. Ancak bu, zaman zaman karışık bir durum arz ediyordu. Hz. Ömer (ra), bu karışıklığı gidermek amacıyla konuyu diğer sahabelerle istişare etti. Hz. Ali (ra) yeni takvimde Hicretin başlangıç olması gerektiğini söyledi. Onun bu görüşü derhal benimsendi. Peygamber Efendimiz (asm), Rebîulevvel ayında hicret etmişti. Ancak kamerî yıl Muharrem ayı ile başladığından tarih iki ay geri alınıp, Hicrî takvimin başlangıcı 16 Temmuz 622 olarak tesbit edildi. 23 Temmuz 1894Japonya Kore’yi İşgal Etti Kore, 19. yüzyılda Çin ile Japonya arasındaki nüfuz mücadelelerine sahne olmuştur. 1894 senesinde çıkan halk ayaklanmasında Batı silahlarıyla donatılmış krallık birlikleri ülkenin güney kesiminde ağır yenilgiler aldı. Yönetimin çağrısı üzerine Çin birlikleri Kore’ye girince, Japonlar da askeri müdahaleye başvurdu. İki devlet arasında başlayan savaş (Birinci Çin-Japon Savaşı), Japonya’nın üstünlüğüyle sona erdi. Çin Şimonoseki Antlaşması’yla (1895) Japonya’nın Kore üzerindeki nüfuzunu tanımak zorunda kaldı. Kore, 1945 senesine kadar Japonya’nın nüfuzu altında kaldı ve 1910 ile 1945 seneleri arasında Japon Genel Valileri tarafından yönetildi.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmiKur’an, François Deroche ile College De France’a Girdi
İnsan

Sayın Profesör François DEROCHE İr­fan Mektebi’ni Paris’te Fransız entelek­tüel camiasının omurgası niteliğinde bu­­­­lunan bu tarihi COLLÈGE DE FRAN­CE’da misafirperverliğiniz için İrfan Mektebi olarak.... misafirper­ver­li­ği­niz için min­net... sunarız" minnet ve şükranlarımızı sunarız. Bize, Collège de France’da Kur’an Tarihi Kürsüsünün kuruluş hikayesini anlatabilir misiniz lütfen? Malumunuz Collège de France’da çok uzun yıllardan beri birçok alanda ihtisas sa­hibi olmuş olan profesörlerin kendine has metotları ile gün yüzüne çıkmış olan ça­lışmaların kamuoyuna en güzel bir şekilde takdim edildiği platformlardan biridir. André Miquel’in emekliliğe ayrılmasından sonra Arab ve İslamoloji bölümüne yeni bir profesör atanması olmadı. Uzun yıllar Collège de France’da Arab Dili Tarihi ve Edebiyatı ve İslamoloji bölümünde nasıl bir yol izleneceği hususunda istişareler ve fikir teatilerinde bulunuldu. Bu çerçeve­de 2013 yılından itibaren ismim mezkur kürsüye atanması üzerinde tartışıldı. İs­mimle birlikte ortaya atılan bir konu da bu bölümün Arab Dili Tarihi ve Ede­biyatı bölümünün haricinde Kur’an’ın günümüzde çok önem taşıdığı ve Kur’an tarihi ve tarihçesine yönelik bir yeni bö­lümün de açılması tartışıldı. Nihayetinde “Kur’an Tarihi Kürsüsü” adı altında bir kürsünün açılmasına karar verildi. 2014 yılında ihdas edilen bu kürsü için seçimler yapıldı ve Kur’an Tarihi Kürsüsü şahsımın yönetimine verildi. Bu kürsünün ihdası bazılarının iddia ettiği gibi 2015 yılının başında cereyan eden olaylar olmadığı gibi mezkur bölümün mevcut süregelen bir sürecin neticesi olduğunu ifade etmeliyiz. Mesela, 1950’li yıllarda Régis BLACHERE Kur’an Tarihi ile ilgilenmiş bu alanda bir seri çalışmalarda da bulunmuştur. Bununla birlikte Collège de France günlük güncel konular üzerine hareket eden bir kurum değil, uzun soluklu ve sağlıklı bir zaman diliminde, soğukkanlılıkla bilimsel çalışmalar yapan bir kurumdur. Kur’an nedir? Kur’an ne demektedir? sorularına cevabların arandığı bir bölüm olmakla birlikte Collège de France’da bulunan diğer İslamoloji, İslam ve Arab edebiyatı bölümlerinin bir temsilcisi olarak Fransa Hükümeti tarafından fi­nanse edilen genel manada İslam, hususi manada ise Kur’an üzerine yapılan bilimsel çalışmaların Fransız kamuoyu ile paylaşılması nihai hedeflerden biridir. Sayın Profesör, bu kürsünün ihdası bir ihtiyaçtan mı yoksa bir gereksinimden mi doğmuştur? Gereksinimden daha ziyade bir ihtiyaç­tan doğmuştur diyebiliriz. Fransa sayı itibariyle bünyesinde çok mühim sayıda Müslümanları barındıran bir ülke olduğu gibi dikkate alınacak derecede Kur’an’a ilgi duyan bir Fransız kitle de mevcuttur. Geçenlerde, France İnter radyosunda yap­tığım bir söyleşide de zikrettiğim gibi, bu çalışmalar elbette Fransa’nın genelinden gelen bir talep ile kamuoyunun Kur’an’ı tanıması ve Kur’an’ın ne dediğini bilmesi açısından ortaya çıkan bir ihtiyacı gider­mek ve yapılan çalışmaları Fransız top­lumuna sun­mak adına bu Kür­sü­nün ih­das edildi­ğini söyleyebiliriz. Bu talepler Fransız hükü­meti tarafından tesbit edilmiş ve bu yönde finanse edilmek suretiyle bu çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Hükü­met tarafından finanse edildiğimiz için bu çalışmaları da kamuoyu ile paylaşmak durumundayız. Fransız kamuoyu Kur’an ve tarihçesi hakkında bir bilgi sahibi midir? Kur’an Fransa’da nasıl algılanıyor? Maalesef hayır. Fransızlar Kur’an’ı tam olarak tanımıyorlar. Kur’an hakkındaki malumatlarının birçoğu yanlış. Bu durum karşısında Kur’an’ın ne olduğu ve ne dediği hususunda kamuoyuna en doyurucu ve sağlıklı bilgileri vermek tüm araştırmacı ve bilim adamlarına düşmektedir. Bu durum sadece Fransız kamuoyu değil aynı zamanda Müslümanlar için de ge­çerlidir. Zira sokaktaki konuşulan Arapça ile Kur’an Arapçası arasında farkı göz önünde bulundurduğumuz zaman Kur’an’da anla­tılanlar yapısal bir organize ile kur­gulanmış hikayeler değildir. Kur’an’ı elinize alıp işte, birinci sayfasından başlayıp hikaye ve roman okur gibi okuyamazsınız. Farklı bir yaklaşım tarzıyla Kur’an’ı okumak gerekmektedir. Bu yaklaşım tarzını en geniş kitlelere anlatmak zorundayız. Hangi çalışma grupları bu çalışmaları­nızdan istifade etmektedir? Yaptığım çalışmalar aynı za­manda Av­rupa’nın da ötesinde bir boyut kazan­maktadır. Al­man, İngi­liz ve hatta Türk mes­lek­taş­ları­­mız­la bu çalış­­malarımızı be­ra­ber yürüt­mek­te, her biriyle ayrı ayrı ça­lışma atöl­yelerimiz ve projelerimiz bu­lun­maktadır. Mesela, geçen yıl KURA­MER bünyesinde bir çalışmaya katıldım. Uluslararası bir sem­poz­yum çerçevesinde Kur’an’ın tarihsel ilk ve en eski el yazma nüshaları üzerinde farklı farklı yaklaşımları ele aldık, bilimsel bir heyet ile Kur’an ve İslam tarihi üzerine çalışmalar yaptık ve yapmaya devam et­mekteyiz. Her ne kadar Almanların farklı yaklaşımları olsa da, Tunuslular farklı bir yaklaşımda bulunsa da, bu çalışmalar netice itibariyle birbirini tamamlayıcı bir mahi­yet arz etmekte olup bir problematiğin orta­ya çıkmasına vesile olmaktadır. Uzun yıllardır İslam tarihi ve Kur’an üzerine bilimsel çalışmalar yapan bir ki­şi olarak bugüne kadar tespit ettiğiniz problematiklerden bahseder misiniz? Çalışmalarınızda ne kadar el yazması Mushaf tespit ettiniz? Elbette. Her şeyden önce karşı karşıya kal­dığımız hususlardan bir tanesi tarihleme mevzuudur. Karşımızda Kur’an’ın ilk ve en eski el yazmalarından bugüne kadar gelmiş yüzbinlerce Mushaf bulunmaktadır. Ancak biz, özellikle VII, VIII ve IX. asra ait olan en kıymetli Mushaflar üzeri­ne çalışmalarımızı yoğunlaştırmış bulunmak­tayız. Bu ilk döneme ait Mushaf sayısı ise 270’tir. Bu Mushafların 250 tanesi Fransız Milli Kütüphanesi’nde bulunmakta olup ekseriyeti Abbasiler Dönemi’ne aittir ve Fustat’daki Amr Camii’nden getirilmiştir. Kahire ve Şam’daki Mushafları da sayarsak bu sayı oldukça önemli bir sayıdır. Zira yaptığım bir araştırmada aynı dönemde Hristiyanlığın karlojien dönemine ait Fransız Milli Kütüphanesi’nde mevcut en eski el yazması İncil sayısı ancak 70 civarındadır. Şimdi sayı bu kadar çok olunca, bu el yazması eski Mushafların hangi döneme ve tarihe ait olduğu hu­susunda ihtilafa düşmekteyiz. Bu ihti­lafı gidermek amacıyla Mushafların son say­fasında bulunan bu Mushaf şu tarih veya dönemde yazılmıştır notu bulunmaktadır. Her birinin kronolojik yapısı çıkartılması gerekmektedir. Ancak bazı Mushaflarda bu kayıtların bulunmadığı da görülmektedir. İkinci olarak karşılaştığımız problematik­lerden birisi de RASM olarak adlandır­dığımız durumdur. Malum, ilk yazılan Mushaflarda okutucu harf ve harekeler ile okuma kaidelerine ait tecvit kuralları­nı belirleyen çekerler ve duraklar vesaire un­surlar bulunmamaktadır. Bu sebeple dönemin hafızları, hafız oldukları için bu Mushafları okuyabiliyorlardı. Ancak za­manla yanlış okumalara sebebiyet verme­mek amacıyla okuma teknikleri geliştiril­miş­tir. Genel manada bizim çalışmaları­mız, Kur’an metinlerinin günümüze kadar na­sıl ve ne kadar bir değişim geçirdiğini keşf ve tespit üzerine odaklanmıştır. X. as­rın başlarına geldiğimizde mevcut el yazma Mushaflardan hareketle okuma tek­niklerinin de nasıl geliştiğine 7 çeşit kıraatin ortaya çıkmasıyla şahit oluyoruz. Sayın Profesör, sizin şahsen bu en eski el yazmalarını bizzat inceleme fır­sat ve imkânınız oldu mu? Örneğin Top­kapı’daki Mushaf hakkında ne dü­şü­nüyorsunuz? Evet, tabii ki oldu. Mesela ben IRCICA’dan Topkapı’daki Hz. Osman’a atfedilen Mus­haf’ı bir defa görme fırsatım oldu. Bir ara sanıyorum, Süleymaniye’de restorasyon ça­lışması yapılıyordu üzerinde. Bu Mushaf üzerinde teknik ve bilimsel heyetlerle be­raberce bir hayli çalışma yapıldı. Neticede Hz. Osman’a ait olduğu atfedilen bu Mushaf’ın daha sonraki bir döneme ait Mushaf olduğu görüşüne varıldı. Bu çalışmalarınızı yaparken karşılaş­tırmalı bir bilimsel metot uygulaması muhakkak oluyordur sanırım. Kesinlikle oluyor tabii. Bu hususta da­ha önceleri bir kaç Mushaf üzerinde böy­le karşılaştırmalı çalışmalar yapıldı. Hâliha­zır­da örneğin bir doktora öğrencim, değişik dönemlere ait Mushaflar üzerinde ayet­lerin kronolojik yapısı, surelerin bölünmesi ve daha sonra harekelendirilmelerine yönelik bir çalışma yapmaktadır. Peki, bu karşılaştırmalı çalışmaların neticesinde günümüzdeki Mushaf ile ilk döneme ait Mushaflar arasındaki durum nedir? Biraz önce bahsetmiş olduğumuz ilk me­tinlerin RASM, yani yazının iskelet haliyle karşılatırmasına baktığımız zaman, şu ma­sada duran Mushaf ile ilk Mushaf arasında hiç bir fark yoktur. Her ne kadar 1973 yılında Yemen’de Sana’da bir camiinin çatı altında bulunan yüzlerce el yazması Mushaf’ın arasında çıkan Mushaf yazı tekniği açısından bir kaç farklılık arz etse de (bil mana) mana itibariyle bir farklılık ifade etmemektedir. Mesela, örnek ve­recek olursak (kul) kelimesi o zamanki Mushaflarda (kâle) olarak da yazılıyordu. Ancak daha sonraki Mushaflarda bu durum Kaf’ın önüne elif getirmek suretiyle iki kelimenin arasındaki farkın belirlenmesine yardımcı olmuştur. Yine bu çalışmalarınıza göre Kur’an, nüzulünden günümüze kadar mahfuz kalmış bir kitap mıdır? Her ne kadar görüntü itibariyle Kur’an’ın ilk el yazma örnekleri ile günümüzün çağdaş versiyonları arasında görüntü ile yazı ve okuma teknikleri açısından bir farklılık bulunsa da ilk Mushaf ile bugünkü Mushaf’ı yan yana koyup okumaya baş­lasanız hiç bir farkın olmadığını görecek ve satır satır takip edebileceksiniz. Collège de France’da Kur’an Tarihi Kür­süsünün ihdası ile hedeflenen bek­lenti oluştu mu? İnşallah... Her hâlükârda, zaman içerisinde bunu daha somut bir şekilde tespit etme imkanını bulabileceğiz. Nisan ve Haziran ayına kadar 6 adet konferansımız oldu. Salon her defasında doluydu. Kasım ayından itibaren konferanslarımıza tek­rar başlayacağız. Collège de France’ın özel­liklerinden biri de konferans anında soru sorulmuyor olması. Ancak çıkışta mu­hakkak bir kaç kişi eleştirel gözle daha detaylı malumatlar talep etmekteler. Tartışmalar yeni yeni başlıyor. Ne gibi tepkiler alıyorsunuz? Müspet veya menfi... Genel manada çok müspet görüşler ve reaksiyonlar geliyor. Bu çalışmaların top­lumun bir beklentisi ve ihtiyacına cevap verdiğini görüyorum. Sayın Déroche, Avrupalı aydınlar bazen “Dokunulamazlar’a Dokunmak” eğilimi gösteriyorlar. Siz özellikle Müslüman ca­miadan bu Kürsünün ihdası ile alakalı ne gibi tepkiler alıyorsunuz? Kur’an Müslümanların kutsal kitabı ol­ması hasebiyle bazen Müslümanlar “Kur’an’a ancak Müslümanlar dokunabi­lir, an­cak Müslümanlar tarafından incele­nir ve incelenmeli” şeklinde bu tarz yü­rüt­tüğümüz çalışmalara muhalif olan­lar çıkabiliyor. Bana hediye ettiğiniz bu Mushaf’ta da malum “la yemessuhu illel mutahharun” ayeti bir âdet olarak Mushaf’ın bir kenarına yazılıyor. İşte bu tür tepkiler oluyor. Buna rağmen İslam dünyası geniş bir âlem. Memnun olanlar da olmayanlar da bulunacaktır. Ancak bizim bu çalışmalarımız bir provokatif amaçla yapılmadığı gibi çok ciddi ve saygı ve hürmet çerçevesinde bir bilimsel çalışmayı yürütmeye çalışıp topluma sun­maya çalışıyoruz. Bu tür tepkiler, Hris­tiyan âleminde de mevcut. İncil üzerinde hiç bir şekilde çalışmaların yapılmamasını savunan, isteyen kesimler de bulunmaktadır. Sayın Profesör, son bir sorum ile bu röportajımızı sonlandıralım istiyorum. Konuşmanız çerçevesinde de biraz de­ğindiniz ama özellikle Türkiye’de bu çalışmalarınızı yürüttüğünüz kurum, kuruluş ve STK’lar var mı? Elbette var, hem de bir hayli kurum ve meslektaşlarımla irtibat halindeyim. Türkiye’yi yakinen tanıyan birisiyim. 1983-86 yıllarında İstanbul’da kaldım. Fran­sız Enstitüsü Anadolu Araştırmalar Mer­kezi’nde çalıştım. İstanbul İslam Eserleri Müzesi ile Süleymaniye Kütüp­hanesi ve IRCICA Kurumu ile farklı şehirlerde, İz­mir ve Ankara’da bazı üni­versiteler aracı­lığıyla ortak çalış­maları­mız oldu. Sanıyorum Di­ya­net ile de bir görüşmemiz olmuş idi. Ben aynı zamanda Uluslararası Türk Sanat Kongresi Başkanlığını da yürütmekteyim. En son kongremizi Paris’te Collège de France’ta yaptık. Eylül ayında yine bir kongremiz olacak. Onu da İtalya’nın Napoli şehrinde yapacağız. Efendim bize bu kıymetli vaktinizi ayı­rıp bu çok kıymetli çalışmalarınızı pay­laştığınız için çok teşekkür ediyorum.

Ahmed BAKCAN 01 Temmuz
Konu resmi"Kâinâtın Nazmında Büyük Bir İ'câz Var"
İbadet

Kâinâtın gör ki te’lîfinde bir i‘câz var. Ger bütün esbâb-ı tabîiye bilfarzı’l-muhâl ola her biri muktedir bir fâil-i muhtâr, o i‘câza karşı nihâyet acz ile bil’imtisâl ederek secde ki سُبْحَانَكَ لَا قُدْرَةَ فٰينَا رَ بَّنَٓا اَنْتَ الْقَدٰيرُ الْأَزَلِيُّ ذُوالْجَلَالِ İnsanoğlu aklıyla, pozitif bilimlerin ve­ri­­leriyle veya tecrübeleriyle âleme baktı­ğında kusursuz bir yaratılış ve varlıklarda mükemmel bir tertip, düzen, ahenk ve uyum görmektedir. Şahit olduğu bu yaratılış, düzen, uyum ve tertip karşısında çoğu zaman hayretini ifade ederek bunun ancak ilahi bir mucize olduğunu dile getirmektedir. İşte insanoğlunun hayretini gizlemeyerek acizliğini açıkça ifade ettiği bu vaziyet, ancak kâinatı yaratan Allah’ın bir eseridir. Ondan başkasının eseri olamaz. Evet, kainatın hal-i hazır vaziyetteki ya­ratılışı tam bir mucizedir. Allah’tan başka hiç kimse âlemi yaratamaz. Bu konuda herkes ve her şey tam bir acz içindedir.  Tabiatta bulunan bütün sebepler bir araya toplansalar bu düzeni ve tertibi meydana getiremezler. Çünkü sebeplerde varlığı ya­ratacak, bir şeyi her şeyle irtibatlandıracak, düzeni ve uyumu temin edecek ilim, irade, kudret, hayat, basar gibi sıfatların hiçbirisi bulunmamaktadır. Bu sıfatlardan mahrum olan sebebler neyi yaratabilirler ki? Cansız bir sebep bir varlığa can verebilir mi? Kör olan bir sebep bir canlıya göz ikram ede­bilir mi? Kendisini yok olmaktan kur­taramayan bir sebep hangi varlığı, varlıkta tutabilir ki? Sebeplerin bırakın âlemi mey­dana getirmesini en küçük bir varlığı dahi meydana getirdikleri bu güne kadar zaten görülmemiştir. Hatta sebepleri irade sahibi olduğunu farz etsek dahi bunu yapmaları mümkün görünmemektedir. Çünkü âlemi yaratmak bu şekilde düzen ve uyum içinde devam ettirmek sonsuz bir ilim, irade ve kudreti gerektirmektedir. Hâlbuki bun­ların hiçbir sebeplerde mevcut değildir. Varlıklar içinde en üstün yetenek ve do­nanıma sahip olan insan, yaptığı en kü­çük bir şeyin iç yüzünü bilmekten aciz kalabiliyorsa diğer varlıklar zaten aciz ka­lacaklardır. Hâlbuki en küçük bir fiili­nin mahiyetini bilemeyen onu yaratabilir mi? Yaratması için her şeyiyle bilmesi ge­rek­mez mi? İşte kâinatı ve içindekileri hiç­bir şekilde yaratamayan sebepler, bu ko­nuda acizliklerinin ifadesi olan secdeye kapanarak diyeceklerdir ki “Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz. Bizim kendi­mize ait müstakil, bağımsız hiçbir kudre­timiz yoktur. Senin her şeye gücün yeter. Sen, zatını akılların idrak edemediği, kuşa­tamadığı ve en büyük kitleleri yaratan ve ezeli olan Allah’sın.”  “Kudrete nisbet, her şey müsâvîdir” مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ Bir kudret-i zâtiyedir, hem ezelî. Acz tahallül edemez. Onda merâtib olma­yıp mevâni‘ tedâhül edemez. İsterse küll, isterse cüz’, nisbet tefâvüt eylemez. Çünki her şey bağlıdır her şey ile. Her şeyi yapamayan bir şeyi de yapamaz. Cenab-ı Hakkın kudreti zatî ve ezelidir. Sonradan veya bir başkasından değildir. Zatî olan kudrete ise acizlik müdahale edemez. Bir zatın hem sonsuz kudret sahibi olması hem de aciz olması iki zıttın aynı anda bir zatta olmasını sonuç verir ki bu da batıldır. Zatî olan Yüce Allah’ın sonsuz kudretinde mertebeler bulunmaz. O’nun kudretinin bir sınırı yoktur. Güç yetiremeyeceği bir şey yoktur. Yani yüce Allah, bütün varlıkları aynı kudretle yaratır. Kimine az, kimine çok bir kudret sarf etmez. İlahi kudret açısından bir ferdi yaratmakla bir türü yaratmak arasında fark olmaz. İkisini de aynı kudretle yaratır. Cenab-ı Hak için büyük küçük yoktur. O’nun kudretine hiçbir engel bulunmamaktadır. Hiçbir şey O’nun kudretine direnemez. İnsan etrafına biraz dikkatle baktığında görecektir ki her bir varlık özellikle her bir canlı bütün âlemle ilgilidir. Âlem fabrikasını işletemeyen bir kudret en kü­çük bir varlığı icad edemez. Kâinatı idare edemeyen ve söz geçiremeyen bir zat en basit bir varlığı yaratamaz. Çünkü her şey birbiriyle ilgili ve birbiriyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz olmaz ve olamaz. “Kâinâtı elinde tutamayan, zerreyi halk edemez” Tesbîh gibi nazmeyleyip kaldıracak arzı­mızı, şümûsu, nücûmu hasra gelmez şu fezânın başına, hem sînesine takacak öyle kuvvetli ele bir kimse mâlik olmaz. Dünyada hiçbir şeyde da‘vâ-yı halk edip iddiâ-yı îcâd edemez. Dünyayı, güneşi ve yıldızları tesbih taneleri gibi bir ahenk içinde ve kolaylığında uzayda dizemeyen bir zat, dünyadaki herhangi bir şeyi yarattığını da iddia edemez. Çünkü dünyamızdaki bu düzen, mükemmellik, gü­zellik, ahenk, estetik gibi her şey gü­neşle, yıldızlarla, galaksilerle ve onların düzenleriyle ilgilidir. Onların düzenleriyle bir münasebeti vardır. Dünyamızı onlar­dan bağımsız düşünmek mümkün değildir. Dünyamızın bu ihtiyaçlarını bilen bir kudret yıldızları, galaksileri ve güneşi uzay­da bu düzende tutmaktadır. Yaratılan en küçük bir şey, her şeyle ilgili­dir. Varlıklar birbirinden bağımsız değildir. Her bir varlık, her şeye ve herkese muhtaç­tır. Varlıkların ihtiyaçları bütün âleme yayılmıştır. Her bir canlı, âlem fabrikasının her bir çarkının çalışmasıyla ve ilahi ira­denin izniyle vücut sahasına çıkabilir. İh­tiyaçlarını giderebilir. Demek en küçük bir canlıyı varlıkta tutmak için kâinata söz geçirmek gerekmektedir. Öyleyse âlemi yaratamayan bir atomu da yaratamaz. En küçük bir varlığı kim yarattıysa kâinatı da o yaratmıştır. “İhya-yı nev‘, ihyâ-yı ferd gibidir” Mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sinek, nasıl onun ihyâsı kudrete ağır gelmez. Şu dünyanın mevti de, ihyâsı da öyledir. Bütün zî-ruh ihyâsı onda fazla nazlanmaz. Sineklerin vücutları ısıya karşı fazla duyar­lı olduklarından kışın yaşayamazlar. Fakat sineklerin soğuktan etkilenmeyen ve gü­­venli yerlere bıraktıkları yumurtalar, hava­ların ısınmasıyla birlikte onlardan sinekler yaratılır. Hz. Üstadın ifadesiyle bir senede yumurtalardan çıkan sinek sayısı bu güne kadar doğan insan sayısından çok daha fazladır. İşte yüce Allah’ın, her biri âlemin küçük bir örneği olan fertlerden oluşan bu kadar kalabalık bir türü baharda karıştırmadan, şaşırmadan ve kısa zamanda yaratması gösteriyor ki O’nun kudretine hiç ağır gelmiyor. Yüce Allah’ın böyle sayısız canlıları tekrar dirilttiğini gören bir akıl, öldükten sonra insanların diriltilmesinden hiç şüphe eder mi? Aslında Cenab-ı Hakkın bu fiili, kışın ölen ve baharda dirilen bütün canlılarda görünmektedir. Öyle ise Allah, insanları da öldükten sonra diriltebilir ve diriltecek. Bu kudrete sahiptir. Bizleri tekrar diril­teceğinin sayısız örneklerini de bizlere göstermektedir. Hz. Üstad kışın sineklerin öldüğünü başka risalelerinde ifade etmesine rağmen burada “ölümlü bir uyku ile kışta uyuşmuş bir sinek” demesi, ya küçük sinek türünden olan bütün kanatlı canlılar için bir cins isimdir ki bir kısım kanatlı küçük canlılar ölmezler. Böyle düşünüldüğü taktirde ma­na şöyle olmaktadır. Kışın ölmeyen ka­natlı küçük hayvanlarla beraber bütün kış uykusuna yatan hayvanları baharda dirilten bir kudret, insanı da öldükten sonra öylece diriltecektir. Veya sineklerin kışın bıraktıkları yumurta­lar için kullanmaktadır. Biz burada bunu yu­murtalar olarak değerlendirdik. 

Muhlis KÖRPE 01 Temmuz
Konu resmiPadişah Emirleri Fermanlar
Tarih

Ferman, hükümdarın tuğrasını taşıyan, ya­pılması, ifa edilmesi gereken bir iş; hüküm­dar tarafından verilen yazılı emirdir. Farsça emretmek, buyurmak, hükümdar alâmeti gibi manalar ifade etmektedir. İlhanlılar, Karakoyunlu, Akkoyunlu devlet­leri, Altınordu ve Kırım Hanlıklarında  yarlığ, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuk­luları'nda pervane, Memlüklerde ise mevkii kelimesi ferman kelimesinin karşılığı olarak kullanılmakta idi. Padişahların, divanlarda alınan kararlara uy­gun olarak, herhangi bir konuya ait res­mî ve yazılı emri, iradesi, buyruğu de­mek olan fermanlar, Osmanlı devlet bü­rok­rasisinde yüzyıllar boyunca kulla­nıl­mış olan belgelerdendir. Birçok temel ya­zım kuralı ve şartını barındıran bu bel­geler, içerdiği meseleye göre Divân-ı Hü­mâyun kalemlerinden birinde görevli kâtip­lerce yazılır ve özeti sicil defterlerine kayde­dildikten sonra “Nişancı” tarafından tuğra­lanıp, sahibine verilmek üzere gön­derilirdi. Fermanlar umumiyetle hüküm­ran­lığın ve saltanatın bir nişanesi olarak, altın varak ve muhtelif renk ve motiflerle süslenmiş oldukları gibi, süs ve varak altından uzak, sade de olabilmekte idi. Fermanların geçerli sayılabilmesi için “rükun” ve “şart” denilen özel­likleri taşımaları gerekirdi. Buna göre bir fermanın üzerinde ilk olarak “Huve” veya “Hu” şeklinde Allah’ın adı zikredilir, altına padi­şahın imzası demek olan tuğra çekilirdi. “Bundan sonra yazılan şeyin Ferman, Berat, Tevkii… ol­duğu, ardından gönderilen kişi­nin resmi elkabı, unvanı ve is­mi, fermanın gönderiliş sebebi, padişahın arzu ve emri, istenilen şeyin açıkça ifadesi, emrin yerine getirilmesinde muvaffakiyet hasıl olması hakkında dua, tarih ve en sonunda da yazıldığı yer” belirti­lir. Tuğranın sağ üst tarafına, umu­miyetle müzeyyen bir çerçeve içinde, padişahın ken­di el yazısı ile “Mûcebince amel oluna” ibare­si yazılırdı. Bunların yanı sıra bazı fermanlar­da emrin ardından “Şöyle bilesiz, alâmet-i şerîfe iti­mad kılasız” şeklindeki “te’kid” de­nilen ifadeyle emrin yerine ge­tirilmemesi durumunda nasıl ce­zaya çarptırılacağına dair “tehdid” ifadeleri bulunurdu… Re’sen veya müracaat üzerine “Divan”dan veya “Maliye”den yazılan fermanlar, ulaş­tıkları noktalarda, Kadılar ta­ra­fından sahte olup olmadığı onay­lanıp Şer’i Mahkeme siciline kay­dedildikten sonra yürürlüğe girerdi. Osmanlılar'da Ferman Ferman kelimesi, İlhanlılar tara­fından, İsla­miyeti kabul etme­lerinden sonra kullanıl­mış, daha sonra da Osmanlılara geçe­rek yer­leşmiştir. Orhan Ga­zi'nin 1324 ta­rihli vakfiyesi ilk Osman­lı fermanı, 1922 tarihli VI. Mehmet'inki ise sonuncu Osmanlı fer­manı kabul edilir. Bir ferman metni incelendiğinde, şu önemli unsurlar göze çarpar: 1. Fermana başlanırken en üstte yer alan ve “Al­lah’ın adıyla” işe başlanıldığına dair bir ya­zı bulunur, bu yazı fermanlarda genellikle “Hû” veya “Huve” şeklinde yazılmıştır. 2. Metinde ferman sözünün belirtilmesi, 3. Kendisine ferman verilen veya gönderilen şahsın, sosyal mevkiine ve vaziyetine uygun bir üslûpla hitap edilerek isminin ifade edilmesi, 4. Fermanın veriliş veya gönderiliş sebebi ile, yapılması gereken işin (emrin) açıkça yazılması, 5. Emredilenin yerine getirilmesinde, me­murun başarıya ulaşması için dilek ve temenni, yani duâ, 6. Fermanın yazıldığı yer ve tarih. Osmanlılarda iki çeşit fermana rastlan­maktadır. Fermanlardan birisi, doğrudan doğruya Divan’dan, maliyeden yazılarak üze­rine hükümdarın tuğrası çekilerek, gön­derilen emr-i şerif idi. Diğeri ise tuğralı bir fermanın üzerine ve baş tarafına padişahın kendi el yazısıyla fermanda yazılanı teyid eden iradedir. Hatt-ı Hümayûnla Muvaşşah, yani padişahın el yazısıyla tezyin edilmiş olan ikinci çeşit ferman, işin ehemmiyetini göstermek, hakkında teveccüh gösterilen zâta, yahut da tehdid edici olarak bir Vali veya Serasker vesaireye gönderilirdi. Ferman şekil olarak, “Divani” denilen hat türü ile girift keşideli yazıyla özenle yazılırdı.

Mustafa YILMAZ 01 Temmuz