116. Sayı: "Eğitim ve Eğitici Üzerine Notlar"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiBesmelenin Sırrı 7
Risale-i Nur

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن   Aşağıda manaları verilen fakat ekseriyetle yerinde anlaşılmayan kelimeler tasnif edilmiştir. Aynı zamanda bu kelimeler izah edilirken kâinat kitabındaki hangi faaliyetle örtüştüğü esas alınmıştır. 105- Güneş: Ziya, hararet ve elvan-ı seb’anın menba’ıdır. 106- Ziya: Güneşten çıkan kâinata dağılan ışık dalgasıdır. Güneşin yedi rengi ısısı ve elvan-ı seb’asını câmîdir. 107- Güneşin ziyası atmosferin ötesinde uzayda görünmez. Ancak atmosferde açığa çıkar. 108- Itlakıyet: Salıvermek, bırakmak de­mek­tir. Ziyanın saniyede üç yüz bin kilo­metre hızla etrafa yayılmasıdır. 109- Tecelli: Ziyanın, denizin ve aynanın içine girmesidir. 110- Cilve: Güneşin ziyasının denizin içine girdiğinde orayı parlatması, sıfatlandır­ma­sıdır. 111- Ef’al: Faaliyetlenmektir. Elektron­larda mey­dana gelen değişiklik ile suyun ısın­masıdır. 112- Tezahür: Yansıma, nur, ziyanın denizin içine girdikten sonra geriye dönmesi ak­setmesidir. 113- Bu fiilî isimlerin kâinatı ihatası ve cilveleri hakkında yirminci mektubun ikinci makamının onuncu kelimesinde şöy­le denilmiştir: O Zat-ı Zül Celal Ve’l-İkram, 114- Ehadiyet-i zatiye ile beraber külliyet-i ef’al sahibidir. 115- Vahdet-i şahsiyesiyle beraber muinsiz umumiyet-i rububiyet sahibidir. 116- Ferdaniyetiyle beraber, şeriksiz şümul­lü tasarruf sahibidir. 117- Nihayetsiz ulviyetiyle beraber irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhit ile zahir olan tecelli-i sıfatı ve cilve-i ef’al içindeki teveccüh-ü ehadiyetiyle her şeye her şeyden daha yakındır. 118- Maddeden mücerret olmakla beraber, mekândan da münezzehtir. 119- Bir olmakla beraber, her işi bizzat halk ve icat edendir. 120- Hem zatındaki vücub ve tecerrüt, ma­hiyetinin mübayeneti ve adem-i tekayyüt, hem adem-i tecezzi ve adem-i tehayyüz sırrıyla, hem imdad-ı vahidiyet, yüsrü vah­det ve tecelli-i ehadiyet düsturuyla, bü­tün kainatı bir tek şey gibi suhuletli ve kolay halk ve icad eder. Bir tek ferdi, bütün eşya kadar sanatlı ve hikmetli yaratır denilmiştir. 121- İşte böyle bir Zat-ı Zülcelal’in ne za­­tında, ne sıfatında, ne şuunatında, ne sal­ta­natında, ne rububiyetinde, ne uluhiy­ye­tinde, ne icraatında, ne icadâtında ve ne de ef’alinde asla şeriki, veziri, naziri, zıddı, niddi yoktur ve olması hadsiz derecede muhaldir. Bu mes’elenin izahını isteyenler ona müracaat etsinler. 122- Buraya kadar yapılan izahlarla Lafzul­lah’ı bir derece tanımaya ve anlamaya çalış­tık. Evet, Allah’ın varlığını bilmek ayrıdır, onu tanımak ayrıdır. 123- Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Ra­zi’ye mektubunda; “Allah’ı tanımak, onun varlığını bilmenin gayrıdır” demekle, onu tanımanın varlı­ğını bilmekten çok daha ileri olduğunu vurgulamak istemiştir.  İşte Risale-i Nur eser­leri Allah’ın varlığını bildirmekle bera­ber, bütün sıfat-ı kemaliyesini bütün mera­tibiyle bizlere tanıtıyor. Akıl ve kalbi imti­zaç ettiriyor. 124- Cenab-ı Hakk’ı en iyi tanıyan ve bilen hiç şüphesiz başta Peygamber Efendimiz (asm) olduğu halde, onu hakkıyla tanımak hususundaki aczini bildirmiş. 125- Hadis-i Şerifte: “Seni noksan sıfatlar­dan tenzih ederim. Seni lâyık-ı vechile tavsif edemedim. Ya Rabbi, sen kendini sena ettiğin gibisin” buyurmuştur. 126- Risale-i Nurun on birinci sözünde; “Ya Rabbi, seni nasıl tavsif ve tarif ederiz, senin tarif edicilerin bütün masnuatında­ki mucizelerindir” denilmiştir. 127- Hz. Mevlana demiş ki: “Ya Rabbi, bil­dir de ben beni bileyim, beni bilen ben ile kendime geleyim, ben bensizliğimle seni bileyim, seni bilmeyen beni, ben neyleyim.” 128- Hem Tarik-i Nakşi’nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbani (ra) demiş: “Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk.” 129- Hem Tarik-i Kadirinin kurucusu olan Abdulkadir Geylani Hazretleri o ta­ri­­katta, nefs-i emareden başlayıp nefs-i mar­di­ye makamına kadar ulaştıran bir yol aşmıştır. 130- Hem Ehl-i Sofi; fena fişşeyh, fena fir­ra­sul, fena fillah makamlarına çıkarak, ken­dilerini hiç sayıp, bu yolda tamamen Cenab-ı Hakk’a teslim olmuşlar. 131- Hem Bediüzzaman Hazretleri bu tes­li­miyeti, Allah’a karşı “acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mut­lak” olarak şekillendirmiştir. “Ya Rabbi, kemal­sizliğimle kemalini, aczimle kudretini, fak­rımla gınanı bileyim” buyurmuştur. 132- Ya Rabbi, senden gelecek her hayra muhtacım. Çünkü her hayrın başı sensin Rabbim. Nefsimizden gelecek her türlü şerden, farazi ve vehmi olan şirkten sana sığınırım; çünkü her şerrin başı nefsimdir. Ya Rabbi, senin havl ve kuvvetin olmazsa, ne hayrı yapmaya ne de şerri terk etmeye gücümüz yeter. Bizi muhafaza eyle! Âmin. Âmin. Âmin.

Muammer YANIK 01 Temmuz
Konu resmiEğitim ve Eğitici Üzerine Notlar-1
Eğitim

Anlaşılan o ki her meseleyi derinlemesine yazmaya ne takat yeter, ne de bir ömür kifayet eder. O halde yapılacak iş bir kuş gibi daldan dala konmak… Lakin hangi dala ne kadar konacağımı ben bile bilemiyorum. Bildiğim tek şey klavyenin başında sabırla zihnimin beni nereye götüreceğini beklemek. Yolculuklarım kâh uzun, kâh kısa olsa da amacım sizlere her ağaçtan bir koku, her meyveden bir tat sunmak. Serhanende başlatsın notalardan, seslerden, güftelerden mürekkep koronun şarkılarını şimdi. Eğitimci olduğumdan mıdır nedir bilemiyorum ama uzaklardan bir dal, haydi gel diye bir göz kırpıyor bana. Kondum dalına usulca… “Hiç solmayacak bir ağaç tanıdım: Kitap” EĞİTİM Eğitim, anasır-ı erbadan sayılan top­rak, hava, su ve ateş gibi hayati bir önem arz etmekte. İğne deliği kadar hiçbir boşluk yoktur ki eğitim sistemi leh­te ve aleyhte ona nüfuz etmiş olmasın. Üni­versitedeki akademisyenlerden, sokakta­ki iş­por­tacıya kadar her kesim üzerinde ka­lın veya ince çizgileriyle hep mevcut. Bu sebeple hayatın her safhasıyla ilintili olan eğitime hiçbir toplum burun kıvı­ramamıştır. O halde üzerimizde derin iz­ler bırakan eğitimden beklentimiz neler ol­malıdır? Meslek sahibi olmak, başarıya koş­mak, paraya tutunmak mı, kariyer mi, es­tetik duygulara sahip olmak mı? Olaylara ge­niş bir perspektiften bakabilme sezgisi mi yoksa? Yahut da ön yargının prangalarından kurtulup bağımsız bir kafa yapısıyla dü­şünebilmek mi? Kuşkusuz hepsine evet. Yalnız asıl “evet”i hak eden bir başka amaç daha vardır: “Aç olan ruhumuzu doyurmak ve hayattan lezzet almak!” İsterseniz eğitim sistemi deyin, isterseniz eğitim politikası. Ne söylersek söyleyelim, eğitimle alakalı mazide yapılan bir hata hal-i hazırı etkilediği gibi, müstakbeli de bir o kadar etkileyecektir. İşte bu yüz­den karşılaştığımız en cüz’i bir problemin ke­lebek etkisiyle hayatın her safhasını etki­lediğini düşünürüm hep. İnsan denen ağa­cın çekirdek halinden büyüyüp serpilmesi­ne kadar her anında eğitimin izlerini gör­mek mümkün. İnsanı ördek yavrusundan farklı kılan da budur aslında. Eğitim, okul sıralarına hapsedilecek ka­dar basit bir mesele değildir. Eğitim, yemek ye­meyi, çatal bıçak kullanmayı, konuşma­yı, okumayı, anlamayı, anlamlandırmayı, çev­­­reyi, etkileşimi, gayeyi, düşüncede te­kâ­­mülü hayat koridorunun her aşamasında soluk soluk yaşamanın adıdır. Maalesef yo­ğun bir müfredatta boğulan eğitim sis­te­mimizin henüz gerçek bir eğitim an­layışına kavuştuğunu söylemem oldukça güç. Sebebini temellendirmek hiç de zor değil. Zira sokaklar egosantrik insanlarla doludur. Pazarlarımızda doğruluk yerine sa­tılan yalan ve dolanlar iyice pirim yap­mak­ta. Değersiz bir iğne için bile ne ye­min­ler edilmekte, ne yalanlar sarf edil­mek­­te. Gezdiğiniz caddelerimizde, so­kak­­­ları­­mızda, ma­hallelerimizde, alış veriş mer­­kez­lerimizde, imanın alâmet-i farikası olan beden ve ruh temizliğinin izlerini gö­re­miyoruz. Okullarımız ise tam bir içler acısı… Kapıları, pencereleri kıranlar, ye­di­ğini yerlere atanlar, her türlü kötü alış­kanlığa müptela olanlar, hocasına, anasına, arkadaşına saygı duymayan yığınla öğrenci­leri/toplumu nasıl bir gelecek bekliyor? Bu hamur çok su götürür. Komşu bir dala konmanın vakti geldi de geçiyor bile... ŞİZOFREN ÖĞRETMEN Hayatı olduğundan farklı algılama, olma­yan ses­ler duyma, olmayan görüntüler gör­me, bir­takım garip korkular içerisine gir­me, şizofren hastalığının önemli belirtilerinden biridir. He­yecan, korku ve güvensizlik hat safhadadır. Bu hastalığı çevremizdeki sebep­ler de önemli ölçü­de tetikler. Çözümünde ise başrolde aile vardır. Sonra akrabalar, ar­kadaşlar, komşular ve tabi ki psikologlar gelir. Mevzuumuzun ekseni eğitim içerikli oldu­ğu için “Bu doktorlukta nereden çıktı?” di­ye­bilirsiniz. Ben şizofren hastalığı ile eği­tim anlayışımız, ya da eğitime bakışımız arasında bir bağ kurdum. Bizim eğitim sis­temimizde de mevcut durumun ötesinde öğrencilere bilgiyi harmanlamayı, yapı­lan­dırmayı bir türlü öğretemedik. 2005 yı­lından bu yana Yapılandırmacı (Construc­tivism) bir eğitime geçtiğimiz halde hâlâ bil­ginin dışında kavrama, uygulama, ana­liz, sen­tez ve değerlendirme(Bloom Takso­nomisi) aşa­malarında bir arpa boyu yol alamadık. Derin bir tahlile tabi tutulabilir ama zannediyorum temel sebebi, eğitim sis­temimizin sonuç odak­lı olması ve dö­nüp dolaşıp her şeyin sınava da­yanması­dır. Sadece bilişsel düzeylerini öl­çen bir sı­navın öğrencilerin diğer gelişim alan­ları­nı -özelliklerini- doyurmasını beklemek safde­runluk olur. Her ne ise… Öğretememe şizofrenisi ciddi bir rahatsız­lık ola­rak değerlendirilmelidir. Hastalığa ya­ka­lanan bir öğretmenimizin mutlak surette tedaviye ihtiyacı vardır. Ne söyler hastamız? “Hocam inanın her şeyi denedim. Ama ol­muyor. Bu çocuk okuyamıyor, yazamıyor, dinlediğini anlamıyor, anlasa da anlatamı­yor. Türkçesi sıfır, matematik sıfırın altında, dört işlemi yapamıyor. Diğer derslerini hiç sorma. Ahlak yok, davranış yok, temiz­lik yok. Ailesi de böyle zaten. Ben bu du­rumda ne yapabilirim…” gibi ardı arkası ke­sil­me­yen birtakım sözleri terennüm ede­rek yersiz korkulara düşer durur. Garip kor­kular, yersiz düşünceler kafamızda oluş­turduğumuz, “Bu öğrenci kesinlikle öğre­nemez”in hayali görüntüsünden başka bir şey değildir. Hayali görüntüye inanan öğretmenlerimiz, öğrenilmiş çaresizlik içe­ri­si­ne girivermiştir bile… Elinden bir şey gel­meyeceğini kabullenme, kendini pa­si­­vize etme, bulunduğu durumu değiş­tire­meyeceğine inanma korkunç bir durum! Tıpkı köpekbalığının başına gelenler gibi. “Araştırmacılar bir köpek balığını oda büyük­lüğündeki bir cam bölmeye koymuşlar. Cam bölmenin diğer tarafında da balıklar var. Köpekbalığı ne tarafa gitse cam bölmeye çarp­mış. Bir süre sonra cam bölmeye çarp­ma­mayı öğrenmiş. Çünkü ne kadar uğraştıysa da diğer taraftaki balıklara ulaşamamış. 21. günden sonra cam bölmeyi çıkarmışlar. Köpek balığı oralı bile olmamış. Kendisinin sadece o böl­me alanına kadar yüzebileceğini sanıyormuş. Artık diğer balıkları yiyemeyeceğini anlamış ve balıklara dokunmamış. Çünkü köpek ba­lığı çaresizliği öğrenmiş.” Aynen bu olay gibi, eğitimci kardeşlerimi­zin de gerçek olmayan öğretememe şizof­reninden kurtulması gerekir. İlacı, bu hayali düşüncelerden sıyrılıp öğrenci­nin öğrenebileceğini kabullenmesi, zihnine “her ne şart altında olursa olsun öğrete­ce­ğim” düşüncesini yerleştirmesi gerek­mek­tedir. Öte taraftan ağır bir itham olsa da “Öğretemeyen öğretmen vardır. Öğre­nemeyen öğrenci yoktur” sözünün doğru­luğunu kabul etmesidir. Bir bakıma kendisine psikoterapi meto­du uygulayarak öğrenciye öğretebileceğine inanmasıdır. Bunun dışında akademis­yen­lerin, siyasilerin, eğitimcilerin, aydınların, sivil toplum kuruluşlarının ve bu yolda kafa yoranların, öğretmenlerimizi yüreklen­dirmeleri, onlara güven vermeleri ve başarı­ya inanların zor şartlarda bile olsa nasıl başardıklarını örnek şahsiyetlerden misaller vererek anlatmaları gerekecektir. Böylelikle kafalarda oluşan “Bu öğrenci kesinlikle öğ­renemez” mantığından kurtulabiliriz. Yeri gelmişken söylemekte fayda var. Sırtı­na ağır yükler yüklenen öğretmenlerimizin maddi ve manevi desteklenmesi iş motivas­yonunu arttıracaktır. Bu gerçeği gözden ırak tutmamak gerek. Maişet derdiyle bo­ğuşanın, karanlıklarla boğuşması oldukça zordur. Son yıllarda devlet bütçesinden eği­time ayrılan pay artmış olsa da OECD ülkeleriyle kıyasladığımızda yine de yetersiz olduğunu hemencecik göze çarpmaktadır. LİYAKAT Efendimizin (sav) son zamanlarıydı. Hasta­lanıp yatağa düştüğü demlerde Rumlarla sa­vaşmak üzere bir ordu hazırlanmasını emir buyurdu. Başına da komutan olarak he­nüz on dokuz yaşında gencecik bir sahabe olan Hazret-i Üsâme’yi atadı. Ordu da kimler yoktu ki Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Ebu Ubeyde bin Cerrah, Sa’d bin Ebî Vakkas ve daha başka sahabelerin büyükleri ve önde gelenleri vardı. Bu öncü sahabelerin hiç biri kalkıp da “Biz daha bıyıkları bile terlememiş bu kişiye itaat etmeyiz” diye bir söz etmediler. Fakat onlar demese de içlerinden bazılarının serzenişleri olmuş, bu genç delikanlının komutan olarak atan­masına bir anlam verememişlerdi. Durum­dan haberdar olan Efendimiz (sav) minbe­re çıkmıştı. Hiddet­liydi. Omzuna bir havlu atmıştı. Başına ise mendil bağlamıştı. Ken­disini dinleyen sa­ha­belere şöyle hitap etti: “Usame’nin kumandanlığına dil uzatırsa­nız, daha önce babasının da kumandanlığı­na tân etmiş olursunuz. Babası Zeyd, ku­mandanlığa lâyık olduğu gibi, oğlu da lâ­yıktır. Babası nasıl en sevdiğim ise, Usame de en sevdiklerimdendir. Size lâzım olan benim tensibim üzerine onun emrine bağ­lanmaktır. Çünkü o, sizin ehliyet ve iyilik sahibi olanlarınızdandır.” Usame, bir kölenin oğlu olduğu halde ko­mutan olarak seçilmişti. Kuşkusuz birçok sebebi var­dı. Önemli mesajlardan biri, ha­disin son cüm­lesinde gizliydi. Ehliyet ve iyilik sahibi olma… İkisi varsa bir insanda ne makam, ne mevki, ne para, ne yaş, ne renk önemliydi. Yönetici pozisyonunda olanlar için tek başına liyakat yetmediği gibi, iyi bir insan olmak da tek başına yeterli değildir. Kayırmacılığın önüne geçmek için iki şık birlikte değerlendirilmeye muhtaçtır. Bir şirkete aldığınız çaycısından bürokrasinin en tepesi­ne, manavcısından tornacısına, eği­timcisinden yö­ne­ticisine, işportacısından aka­demisyenine kadar her alımlarınızda bir değerlendirme kriteri olmalıdır. Haddi­zatında bu ölçü bütün kamu kurum ve kuruluşlarını kapsamalıdır. Kendi menfaat­lerini ülkesinin menfaatlerinden üstün tu­tanları, ülkeyi bölmeye çalışanları ve ce­miyetin değerlerine savaş açanları hariç tutarsak, bir devlet, istihdam edeceği per­soneli alırken mez­hebe, meşrebe, cemaate, belirli bir zümreye, aileye ve ırka göre bir seçim yapmamalıdır. Ayrım yapan dev­let­ler, kendi ayaklarına kurşun sıkmış de­mektir. Akıllıca olanı, alınacak bütün kad­rolarda adalet prensibiyle hareket etmek ve Efendimizin sözlerinde billurlaşan iki kelimeye göre şekillendirilmelidir. “Liyakat ve iyilik sahibi olma!” Devletler bu iki kelimenin dışındakilere kör ve sağır olmalılar. Aksi takdirde kamu düzeni bozulur ve devlet kademelerinde olumsuz bazı yapılanmalar ortaya çıkar. Yazımızın başından beri üzerinde durdu­ğumuz liyakat nedir o halde? Sözlükler “işin ehli olma” diye vasıflan­dı­­rırlar. Liyakate bir çerçeve çizmek gere­kir­se, oturdu­ğu makamın hakkını veren, ya­şadığı zamanın ruhunu okuyan, ahlakıyla, karakteriyle, tahsi­liyle, bilgisiyle, şevkiyle, azmiyle, iletişimiyle, aydınlık kafasıyla hu­lasa akıl ve vicdan ziyası­nı bir potada bir­leştirme diye tarif edebiliriz. Deri koltuklar, lüks otomobiller, korumalar, ruganda tarz­lı ayakkabılar, papyon takmalar, uzun kuy­ruklu siyah frak tarzı şık elbiseler, siyah gözlükler bu yolda beş para etmiyor. Bunlar sureti doyursa da sireti asla doyuramaz. Ana çerçeveyi çizdikten sonra gerisi her işin uzmanı tarafından bir pusula, bir kural, bir standardizasyon geliştirmeye kalıyor. Öl­­çüyü harekete geçirecek kişilerse yasa ko­yuculardır. Özellikle devlet kademeleri­ne alınan personel için günümüzde önem­li adalet ölçütlerinden biri sınav, bir di­ğeri de mülakattır. Bunlar gözden ırak tu­tul­mamalıdır. Bir başka husus da kişilerin yöneticilik gö­revine talip olup olmama meselesi… Kurumlarda terakkiyi sağlayan bu ölçü de yine Efendimizin (sav) dilinden dökülü­vermiştir. “Abdurrahman İbni Semüre! Kimseden yö­neticilik görevi isteme! Zira bu görev sen istemeden verilirse, Allah yardımcın olur. Eğer sen istediğin için verilirse, Allah’tan yardım göremezsin.” İsteğinizle bir makam lütfedilip verilmişse şayet, her söyleneni yapmaya hazır ve nazır oldunuz demektir. “El insanu abidü’l-ihsan / İnsan ihsanın kö­lesidir.” Talip olursanız, talip olduğunuz maka­ma getirenlerin taleplerinden kurtulamaz, hep mih­netini çeker durursunuz. Fakat talep et­me­diğiniz halde belirli mevkilere ge­lir­seniz, yaptığınız işte daha dik bir duruş ser­gileyebilir, daha adaletli davranabilirsiniz. Yaratılan her mevcut, her masnuat işini layık-ı veçhiyle en doğru şekilde yaptığına göre, eşref-i mahlûkat olan insan da ister dünyevi, isterse uhrevi işlerde vazifesini hak­kıyla yapmalı, üst konumda olan yönetici­ler göreve getirdikleri şahısları li­ya­kati esas tutarak işi layıkıyla yapana vermelidirler ki memleket selamete çıksın. BİR YÖNETİCİ DÜŞLÜYORUM Bir yönetici düşlüyorum, okul bahçesinde öğrencilerle hemhal olan, onlarla ip atla­yan, sek sek oynayan, bahçeyi spor tesis­leriyle kuşatan, ağaç diken, kamelyalar ya­pan ve onun gölgesinde öğretmenleriyle, öğrencileriyle çay yudumlayan insan bir yönetici. Okulun kütüphanesinden, labo­ratuarına, spor odalarına, rehberlik servisi odasına ve çok amaçlı salonuna kadar her birimin yapılmasında emeği geçen ve on­ları öğretmenlerinin hizmetine sunan girişim­ci bir yönetici. Yapmış olduğu stratejik plana göre bütün öğretmenlere ve perso­nele ne yapması gerektiğini söyleyen ve daha da önemlisi kendisinin de ne yapması gerektiğini bilen amaç sahibi bir yönetici. Öğretmenin okuttuğu dersin, öngördüğü hedef ve kazanıma uygun olup olmadığını bilecek kadar müfredata hâkim bir yö­ne­tici. En az öğretmeni kadar eğitim-öğ­retim ile ilgili sorunların sorumluluğunu kabullenen sorumlu bir yönetici. İş el­bi­seleri hükmünde olan okulun rutin iş­leri­nin dışında, ders dışı faaliyetlere ve sosyal etkinliklere de yönelen eğitmen bir yönetici. Okulda kutlanan belirli gün ve haftaları kâğıt üzerinde olmaktan kurtaran, anlamlandıran, yaşatan pratiğe döken bir yönetici. Öğrenci başarısızlığında topu başkasına at­madan sorumluluğun en başta kendisinde olduğunu bilen hakperest bir yönetici. Okul­daki sorunu ya da başarısızlığı tespit etmekle kalmayan, bunların nedenlerini araş­tıran ve çözüm alternatifleri sunan araştırmacı bir yönetici. Her öğrenciyi adı gibi tanıyan, öğrencilerinin gelişim alanlarını bilen ve kaynaştırmaya tabi olan öğrencileri için yapılması gerekenleri fazlasıyla yapan fedakâr bir yönetici. Öğrencileriyle, öğret­menleriyle konuşan, dertleşen onlara her mekân ve zamanda yardımcı olup kucak açan baba bir yönetici. Okulundaki diğer idareci ve öğretmenlerin yararlanacağı mev­zuat, ders programları, kaynak kitapları, görsel, işitsel ve hareketli sunu araçlarını edinme ve onları kullanmada yol gösteren elçi bir yönetici. Kendisine korkudan de­ğil sevgiden ve saygıdan dolayı hürmet gös­terildiğini hissettiren vakar sahibi bir yönetici. Kurumda bulunması gereken defterleri, dos­yaları ve bir takım evrakları usulüne uy­gun olarak tutan ve bu konuda hiçbir açık kapıya meydan vermeyen, işini dikkat­le yapan bir müdakkik bir yönetici. Ken­disi toza bulansa bile personeline toz kon­durmayacak kadar feragat sahibi bir yö­netici. Okulu kendi malı gibi bilecek ve ona göre çalışacak kadar sahiplik duygu­su taşıyan bir yönetici. Kendisinden daha iyi bir yöneticiyi gördüğünde tereddütsüz koltuğunu bırakabilecek ve yeni gelene hiz­met etmeyi şeref sayacak mihmandar bir yönetici. Eğitim-öğretim ve yönetim görevlerini ya­sa, tü­zük, yönetmelik, yönerge, genelge, emir ve çalışma programına uygun olarak yürütürken en büyük yasanın insanı oku­ma olduğunu da aklından bir an olsun çıkarmayacak insani duygulara sahip bir yönetici. Kurumunda demokratik kuralları uygulayan, sevgi ve saygıya dayalı çalışma ortamını düzenleyen ve yeri geldiğinde per­soneli arasındaki anlaşmazlıkları gideren barış elçisi bir yönetici. Öğretmeninden kopmayan, onun ortak yaşantı alanına gi­ren ve personelinin iş motivasyonu devamlı artırmada gayret gösteren moral deposu bir yönetici. Personelinin hizmet içi ihtiyacını bilen ve gerekli yerlere bildiren, okulunun uzak vizyonunu şimdiden görebilen feraset sahibi bir yönetici. Mesleğinin gerektir­diği etik kurallara uyan ve yaşantısıyla her konuda personeline yaşantısıyla örnek olan bir yönetici. Kurum kültürünü oluştururken öncelikle personelinin yaşadığı kültüre saygı duyan gönül eri bir yönetici. Okulu için misyon ve vizyon geliştiren ufku geniş bir yönetici. Velileri veli nimeti bilen, onları ziyaret eden, onlarla konuşan, dost olan, aralarına karı­şan, yaşadığı topluma tepeden bakmayan halktan bir yönetici. Öğrencilerin anne ve babalarının eğitilmelerini de önemseyen ve konuda onlara imkânlar sunan, yol gösteren rehber bir yönetici. Okul- aile birliğini kâğıt üzerindeki birliktelikten kurtarıp öğ­renci, veli, okul birlikteliğinde yeniden bir­leştiren katılımcı bir yönetici. Üniversiteler, yerel yönetimler, özel kamu kurum ve kuruluşlar ve sivil toplum örgüt­leriyle ilişki kuran sosyal bir yönetici. Yeri geldiğinde bütün güzel meziyetlerini bir tarafa bırakıp kendisinin kusurlu ve eksik yönleriyle meşgul olmasını bilen ve onları düzeltme yoluna giden murakabe sahibi bir yönetici. Yaptığı bunca işi kâfi görme­yip her zaman için daha da iyisi vardır diye­rek hayatında atalete yer vermeyen çağdaş bir yönetici. Bütün yaptığı bu güzellikler karşısında, kendisine yönelen teveccühleri gerektiğinde personeline çevirmesini bi­len, ken­disine hiçbir paye vermeyen mü­te­vazı bir yönetici. Ve yine okulu ile il­gili faaliyetleri yaparken hiçbir mazerete, bahaneye sığınmayarak, dayanmayarak her ne şart olursa olsun bütün zorlukların üs­tesinden gelebileceğini gösteren lider bir yönetici.

Necati İLMEN 01 Temmuz
Konu resmiBir Evrimci İle Münazara
İnsan

Bir ara, Sav medresesinde çalışma yapıyorduk. Bir akşam Hafız Bekir adında bir ağabeyimiz beni aradı, dedi ki; yanımda, Allah’ın varlığına inanmayan öğretmen bir yeğenim var. Açık sözlüdür ve diyor ki; “Cenab-ı Hakk’ın varlığını ispat ederseniz kabul ederim”. Bu ağabeyimiz, benim onunla görüşmemi arzu etti. Ben de “Tamam” dedim. Akşam saat dokuzda Süleyman Semiz Ağabeylerin evinde buluştuk. Ona karşı içten gelen bir şefkat ve merhamet ile şu gelecek manada kendileriyle münazaraya başladık. Oher şeyin kendiliğinden oluştuğu­nu, bir yaratıcının bulunmadığına inandığını söyledi. Ona dedim ki, mert ve açık sözlü olman beni çok memnun etti. Allah’ın varlığı konusunda hadsiz delil ve burhanlar var, onlardan biri de fizikteki bilinen etki-tepki kuralıdır. Fiziğin bu ku­ralına göre baktığımızda, hiçbir şeyin ken­diliğinden oluşmadığını, yapılan her bir iş, o işi yapan bir etkinin varlığını gösterip ispat etmektedir. Öyle de bir atomdan tut ta kürelere ve âlemlere kadar bu varlıkların her birisi de yaratılışlarıyla kendisini var edip yaratan nihayetsiz bir güç, hikmet, ilim ve irade sahibi olan Cenab-ı Hakk’ın varlığını gösterip ispat ediyor, tarzında anlaşılır ma­hiyette geniş açıklamalar yaptım. Bu defa da her şeyin tabiattan geldiğini ve tabiatın yaratıcı olduğunu iddia etti. Bu­nu da açıklayınca başka bir düşünceyle karşıma çıktı. Arkadaşım, senin mert ve açık sözlü olduğunu biliyordum. Şimdi konuştuğumuzda bir iddianı çürütüyoruz, bukalemun gibi bu sefer de başka bir düşünceye saplanıyorsun. Asıl düşünceni söy­lersen ona göre konuşuruz. O da işin doğ­rusu ben evrime inanıyorum, dedi. Ar­kadaşım evrim meselesi çok tartışılmış, ko­nuşulmuş ve çok çeşitlerinin olduğu söy­lenilen bir fikirdir. Özeti şudur: Bütün canlıların birbirinden türeyerek nihayette bir atadan geldikleri kabul ediliyor. O atanın da hücrelerden ve o hücrelerin de tek bir hücreden oluşup meydana geldiği varsayılıyor. Fakat başta Darwin olmak üzere, bu düşünceye sapanların hiç birisi canlı olan ilk hücrenin nasıl oluştuğuna cevap verememişler. Hatta Rus kimyacı Oparin ve İngiliz genetikçi Haldane, yap­tıkları deneyler sonucunda; ilk hücrenin ve canlı yapı taşlarının nasıl oluştuğunu ispat edemeyip ancak tesadüfen oluşabildiklerini söylemekle yetinmişlerdir. Hâlbuki en basit faydalı olan bir iğne bile tesadüfe verilmedi­ği halde, en mükemmel bir saraydan daha mükemmel bir hücreyi ve dolayısıyla onun yapı taşlarını tesadüfe vermek ne kadar akıl ve mantığa ters düştüğünü en akılsız adam dahi anlamaz mı? Sevgili kardeşim; ufak bir kulübecik olabile­cek malzemeleri bir geminin içine atalım. O gemiyi de bir okyanusa bırakalım. Mil­yarlarca sene okyanus içinde o gemi çal­kalanıp dursun. Acaba bu çalkalanma neti­cesinde o gemideki malzemeler tesadüfen bir araya gelip o kulübeciği oluşturabilme imkân ve ihtimali var mıdır? Aynen öyle de bilim adamlarının açıklamalarına göre bir hücre o kadar mükemmel bir saraydır ki; insanlar maddi imkânlarla o hücre gibi bir saray yapmaya çalışsalar, Konya ovası ka­dar yer kaplayacaktır. Bu hücreyi oluştu­ran malzemelerin yapı taşları olan hidrojen, oksijen, karbon, azot gibi maddelerin tesa­düfen bir araya gelip onu yapmalarının imkân ve ihtimali yoktur. Haydi, farzı muhal olarak hücrenin bu şekilde oluştuğunu kabul edelim. Bir de hücre hayat sahibidir. Hâlbuki bilimsel olarak hücreleri ve bütün canlıları oluş­tu­ran hidrojen, oksijen, karbon, azot mad­de­lerinde hayatın bulunmadığı kabul edi­liyor. Haydi diyelim ki bunlar tesadüfen bir araya gelip hücreyi oluşturdular. Fakat o maddelerde de bulunmayan hayat o hüc­reye nereden verildi. Dahası var ki; hücreler bir araya gelerek azaları, azalar da bir araya gelerek vücudu oluşturmaktadır. Hâlbuki gördüğümüz gibi hücreyi oluşturan madde­lerde hayat, görmek, duymak, şuur, bilmek vs. gibi birçok özellikler bulunmadığı halde, onların oluşturdukları bir insan vücudunda bu özelliklerin hepsi vardır. Bunlar tesadüfle izah edilebilir mi? Yine bizi doğruya götüren etki-tepki de­nilen fizik kuralına bakmaktan başka çare yoktur. Öyleyse hidrojen, oksijen, karbon ve azotu yaratan, kaderin projesine göre bunlarla hücreyi yapan, Muhyi ismiyle o hücreye hayat veren, o hücreleri bir araya getirip onlardan kudretiyle insanı yaratan Cenab-ı Hakk, Alîm, her şeyi bilen; Basîr, her şeyi işiten; Mütekellim, konuşan gibi bütün esmasının tecellilerinden de o insana özellikler vermiştir. Demek harika bir sanat olan insan vücudunu bu malzemelerle ya­ratan ve o malzemelerin de sahibi ancak Allah’tır, başkası olamaz. Daha bunun gibi birçok izahla beraber bu açıklamayı da yapınca, ben yaratıcının yokluğunu is­pat edemediğimden, siz de yaratıcı olan Ce­nab-ı Hakk’ın varlığını ispat ettiğinizden dolayı onun varlığını kabul ettim, diyerek ateistlikten kurtuldu. Biz de bütün saadet­lerin temeli olan Cenab-ı Hakk’ın var­lı­ğı­na, birliğine inanmayı kazandığından do­layı kendilerini tebrik ettik. Tabii bu anlat­tıklarımız, kendisiyle yaptığımız iki buçuk­luk saatlik bir konuşmanın özetidir. *** Maalesef Cenab-ı Hakk’ın varlığını kafası­na sığdıramayan bir kısım insanlar, yanlış mantık yürüterek; her şeyi yaratan, ne ol­duğunu bilmediğimiz ve görmediğimiz bir etkiyi yani Cenab-ı Hakk’ı, kabul et­me­miz yanlış olur, diyerek yanlış yollara sapıyorlar. Hâlbuki bir varlığın varlığını bil­mek ayrıdır, onun ne olduğunu anla­mak ayrı bir şeydir. Acizliğimizden dolayı her şeyi biliyor değiliz. Hayatın başlangıcı, ruh gibi birçok şeyin var olduğunu biliyoruz; fakat anlayışımızın eksikliğinden onların ne olduğunu bilemediğimizden inkâr edemi­yoruz. Öyle de etki-tepki kuralına binaen her şeyi yaratan Cenab-ı Hakk’ın varlığını görür gibi anlıyoruz; fakat ne olduğu an­lamadığımızdan onu inkâr etmek akıl ve mantığı kabul etmemek demektir. Ancak “aynası iştir kişinin lafa bakılmaz” kuralına binaen, Cenab-ı Hakk’ın yarattığı bu âlem ve içindeki her şey, birer ayna olarak onu bize nasıl tanıtıyorsa, biz de onu o şekilde tanımalıyız. Hem her şey kendi kendiliğinden olmuş­tur veyahut sebepler yapmıştır ya da tabiat denilen doğanın neticesinde meydana gel­miştir düşüncesi, bir tek yaratıcıyı kabul etmekten bin kat daha akıldan uzak ve im­kânsızdır. Akıllıyız diyen bu insanlar nasıl böyle yanlış yolda gidiyorlar diye aklımıza geliyor. Zaten dikkat ettiğimizde, Cenab-ı Hakk’ın varlığını inkâr ederek hak din olan İslamiyet’i bırakıp başka yolda giden, o gittiği yolu akıl ve mantık ölçüleriyle tercih ettiğinden onda gitmiyor. Belki o yolun içinde kendini bulduğu için, o yolun yanlış olduğunu kabullenemiyor. Yanlış ol­duğunu gördüğünde vicdanen rahatsız olu­yor. Vicdanını rahatlatmak için ya doğru olan yolun yanlış olduğunu söyler veyahut bazı mantık oyunlarıyla gittiği yanlış yolun doğru olduğunu kabul eder. Şeytanın bu hilesiyle kendini aldatarak o yola devam eder. Maalesef bir kısım insanlar da Allah’ın var­lığını kabul etmeyi aklen uygun görüyorlar; fakat Cenab-ı Hakk’ın varlığını kabul ede­nin emir ve yasaklarına uyması gerektiğini düşününce, alıştıkları günahları terk etmek ve kulluk vazifesini yapmak onlara ağır geldiğinden, o yükten kurtulmak için hak olan yolu inkâr cihetine giderler. Sinekten kaçıp da ejderhanın ağzına giden adam gibi, bunlar da dünyadaki ibadet sıkıntılarından kurtulmak için cehennemin ebedi azabını tercih etmiş olurlar. Fakat Müslümanların yaşadıkları İslamiyet bambaşka bir şeydir. İslamiyet’e girenler ya bizzat İslam dininin akıl ve mantık ölçüleriyle hak bir din olduğunu kabul ederek İslam’la müşerref oluyorlar. Fen ve sanatta ileri gi­den birçok bilim adamlarının İslamiyet’i kabul etmesi gibi… Misal: Muhammed Ali CLAY, Yusuf İSLAM, Roger GARAUDY vs. veyahut çocukluğunda aile ve çevresine uyarak İslamiyet’i yaşayan insanların, daha sonra akıl ve mantık ölçüleriyle İslamiyet’in hakkaniyetini anlayıp tahkiki, gerçek bir imana sahip olmaları gibi. Zaten dinimize göre başkasına uyarak taklidi imana sahip olan bir insanın, delil ve burhanlarla imanını tahkiki hale getirmesi farzdır. Cenab-ı Hakk, her zaman ve her yerde istikamet dairesinde yürümeyi bizlere na­sip eylesin, velev ki bir an olsun nefsimizle bizleri baş başa bırakmasın. Âmin.

Zakir ÇETİN 01 Temmuz
Konu resmiRisale-i Nurdan İstifade Mertebeleri
Risale-i Nur

Bu yazımızda manevi hayattaki rehaveti ve bununla mücadeleyi işleyeceğiz. Bunun için de yine Bediüzzaman Hazretlerinin konu ile ilgili ifadelerini mercek altına alıp buradan çıkaracağımız hizmet ölçülerini sizlere arz edeceğiz. Yazın en sıcak günlerine girdiğimiz bu dönemde insanlarda bir rehavet ha­vası hâkim. Bunaltıcı sıcaklar, tatil mo­­duna geçişler, yoğun ve yorucu iş hayatı, insanları rehavete sevk eden sebeplerden bazıları. Maddi hayattaki rehavet, maneviyatı da etkiliyor tabii ki. Mübarek üç ayların geç­mesi, iftar, sahur, teravih ve yoğun geçen Ramazan faaliyetleri sonunda manevi hayatta da bir rehavet havası gözlemleniyor. Üstad Hazretleri maneviyattaki rehavet hakkında şunları söylüyor: “Ben hem kendimde, hem bu yakındaki Risâle-i Nur talebelerinde, şuhûr-u muharremeden sonra bir yorgunluk ve şevkte bir fütûr görüyordum. Sebebini vâzıhan bilmi­yordum. Şimdi, eskide söylediğim tahmînî sebeb, hakîkat olduğunu gördüm. Şöyle ki:  Nasıl maddî hava fenâ ise, fenâ te’sîr ediyor. Ma‘nevî hava da bozulsa, herkesin isti‘dâdına göre bir sarsıntı verir. Şuhûr-u selâse ve muharremede âlem-i İslâm ma‘nevî havası, umum ehl-i îmânın âhiret kazancına ve ticaretine ciddî teveccühleri ve himmetleri ve tenvîrleri, o havayı sâfîleştiriyor. Müdhiş ârızalara ve fırtınalara mukābele ediyor. Herkes o sâyede ve sâyesinde derecesine göre istifâde eder. Fakat o şuhûr-ı mübâreke gittikten sonra, âdetâ o âhiret ticaretinin meşheri ve pazarı değiştiği gibi, dünya sergisi açılmaya başlıyor. Ekser himmetler, bir derece vaz‘iyeti değişiyor. Havayı tesmîm eden buhârât-ı müzahrefe, o ma‘nevî havayı bozar. Herkes derecesine göre ondan zedelenir. Bu havanın zararından kurtulmak çaresi, Risâle-i Nûr’un gözüyle bakmak ve ne kadar müşkilât ziyâdeleşse, kudsî vazîfe i‘tibâriyle daha ziyâde ciddiyet ve şevkle hareket et­mektir. Çünkü başkaların fütûr ve çekilmesi, ehl-i himmetin şevkini, gayretini ziyâdeleşmeye sebebdir. Zîrâ gidenlerin vazî­felerini de bir derece yapmaya mecbûr bilir ve bilmelidirler.”1 Ölçü: Mübarek üç ayların geçmesiyle manevi hayatta yorgunluk, rehavet, şevksizlik ve tembellik görülmesi umumi bir hadise haline gelmiştir. Bu durumun pek çok sebepleri vardır. Maddi havanın bozulması insan psikolojisini ve halet-i ruhiyesini etkilediği gibi manevi hayattaki aksaklık, eksiklik ve zafiyet de insanda şevksizlik, tembellik ve rehavet meydana getirir. Örneğin masmavi bir gökyüzü, insanı rahatsız etmeyen sıcak bir hava, yemyeşil bir doğa ve deniz. Bu satırları okurken bile hayaliniz sizi kim bilir nerelere götürdü. Bu manzaranın, ruhta inşirah, insanda pozitif bir etki, şevkte coşku meydana getirdiğini, buna mukabil simsiyah bulutlarla kaplı bir gökyüzü, soğuk ve yağışlı bir hava, tozu dumana katan bir fırtınanın insanı sıkan, ruhu karartan, şevki söndüren bir etkisi olduğunu herkes hissedebilir.  Aynen bunun gibi, manevi hayattaki yoğunluk da ruhu rahatlatır. İnsanda manevi zevki, ulvi şevki tetikler. Ahiret ticaretindeki kârlı kazançlar insana huzur verir. İnsanın yüzünü dünyadan ahirete çevirir. Recep, Şaban ve Ramazan aylarını kapsayan mübarek üç aylar, ahiret ticaretinin tabiri caizse bir pazarı hükmündedir. Bu aylar; oruç, namaz, zekât, sadaka, imkânı olanlar için umre, zikir, fikir ve diğer bütün salih amellere en yüksek derecelerde sevap verildiği müstesna zaman dilimidir. Özellikle Ramazan-ı Şerifte kılınan teravih namazı, Kur’an’ı karşılıklı okuma dediğimiz mukabele organizasyonları ve sahur programlarıyla zirveye çıkan bir manevi atmosferi, her mümin derecesine göre yaşar.  Üç ayların geçmesiyle ahiret pazarı kalkar dünya pazarı kurulur. Dünyevi meşguliyetler ön plana çıkar. Nazarlar dünyaya çevrilir. Uhrevi hizmetler, ameller ciddi oranda azalır. Bu durum da insanda isteksizlik ve tembellik, ruhta sıkıntı, şevkte düşüşe sebebiyet verir. Bunun çare-i yegânesi elden geldiğince ibadete devamla birlikte manevi hizmetlerde aktif olarak yer almaktır. Az da olsa istikrarlı bir şekilde manevi atmosferi korumaya çalışmaktır. Ölçü: Hizmet ve himmet ehli insanlar, davalarına son derece sadıktırlar. Hizmetin meşakkati, insanların ilgisizliği, davanın ağır yükü, sorumluluğun büyüklüğü onları vazifelerinden alıkoymaz. Böyle durumlarda yapılan hizmetlerin meşakkat nisbetinde ecri de büyüktür. Zahmet nisbetinde rahmetler vardır. Ehli hizmet; o zahmetleri, meşakkatleri, rahmetin vesilesi, Allah’ın rızasının bir alâmeti gördüklerinden, zorluklarla mücadelede ciddi bir sabır ve metanete sahiptirler. Başkalarının hizmetten çekilmesi, tembellik göstermesi, hizmeti aksatması, dava şuuru taşıyan ehl-i hizmet ve himmeti daha da kamçılar. Kendi vazifelerini yapmakla birlikte, vazifede aksayan kardeşlerinin eksikliklerini de tamamlamaya çalışırlar. Tembel, şevksiz, ciddiyetten uzak sadakati zayıf, sabır ve tahammülü az insanlarla birlikte olanlarda zaman içinde bu sıfatlar yer etmeye başlar. İnsanın tembelliğinin, zaaf ve aczinin bulaşıcı olduğunu Bediüzzaman Hazretleri çarpıcı bir misalle şöyle anlatır: “Hatta insanın eline dizginini veren hay­vânât-ı ehliye, insanın zaaf ve acz ve ten­belliğinden birer hisse almışlardır ki, yabani emsallerine kıyâs edildikleri vakit, azîm fark görünür -ehlî keçi ve öküz, yabani keçi ve öküz gibi-.”2 Bu hakikatten de anlaşılıyor ki hizmette sadakat, sebat, metanet, gayret, aşk ve şevk sahibi insanlarla birlikte hareket etmek, onlarla birlikte olmak çok önemlidir. Çünkü onlar ayna gibidirler. Onların aşkı, şevki, gayreti, sadakati, sebat ve metaneti, ihlas ve ciddiyeti bize de akseder. Bizi de etkiler. Himmet ve hizmet ehli insanlarla birlikte olanlar, onların sıfatlarına bürünürler. Cenab-ı Hak bizleri istikametli ve istikrar­lı bir şekilde razı olduğu hizmetlerde sâdıka­ne, hâlisane, kemal-i sabır ve metanetle ve kemal-i ciddiyetle istihdam eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Kastamonu Lahikası, 82. Altınbaşak Neşriyat.2- Sözler, 115. Altınbaşak Neşriyat.

Zafer ZENGİN 01 Temmuz
Konu resmiBediüzzaman Hazretlerinin Kabri Isparta'ya Nakledildi
Risale-i Nur

Aziz Üstad’ın vefatından iki ay sonra, 27 Mayıs 1960 askerî darbesi gerçekleşti ve Demokrat Parti iktidardan uzaklaştırıldı. Askerî darbe ile birlikte memlekette yeni bir zulüm devri daha başlamış oldu. Bu zulüm çarkı o kadar şiddetliydi ki 12 Temmuz 1960’da Hazret-i Üstad’ın kabrine ilişildi ve mübârek na’şı askerler tarafından buradan alınarak gizlice Isparta’ya nakledildi. Bu nakil işini, kardeşi Abdülmecid Efendi’ye zorla imzalattırılan bir dilekçe bahanesiyle ve onun refakatinde yaptılar. Abdülmecid Efendi hâdiseyi şöyle an­latıyor: “Konya’da vilayete çağrılarak, hazır­lanmış di­lekçeyi imza etme hâdisesinden sonra evi­me dönmüştüm. Tenbih ettikleri şekilde ev­den ayrılmadım. Hep evde bu­lundum. Bir gün ikindi olmuştu, namazı kıldım. İki polis geldi, beni vilayete gö­türdüler. Ora­dan da Konya askerî hava meydanına götürüldüm. Uçağa bindirdiler. Benim tam yanıma Kara Kuvvetleri Komu­tanı Cemal Tural oturdu. Urfa valisi Ge­neral Necdet Yalçın ile Diyarbakır Kolor­du kumandanı da uçağa bindiler. Uçak havalandı. Cemal Tural benimle konuş­mak istiyor, elindeki haritaya bakarak: İşte Hocam, şimdi falanca yerin veya vilayetin veya kazanın üstündeyiz diyor ve bana karşı çok yumuşak ve mültefit davranıyordu. Pervaneli uçakla Urfa’ya gelinceye kadar, vakit gece olmuştu. Araba ile askerî garni­zona getirildim. Cemal Tural beni oradaki bir albaya teslim ederek istirahatim, yemek işi ve rahatça namaz kılmam için ona ten­bihatta bulundu. Biraz istirahat ettikten ve namazımı kıldık­tan sonra, beni araba ile bir yere götürdü­ler. Gözlerim geceleyin iyi görmediği için, neresiydi bilemiyorum. Bir avlu, etrafı ey­vanlarla çevrili, hana benzer bir yer idi. Orada bazı subay ve askerler de vardı. Bir sivil adam, bir tabuta kepek koyuyor, ilaçlı­yordu. O adam meğer doktormuş. Tabutu hazırlamakla meşgul olan sivil dok­tor ve oradaki subaylar bir ara bana: ‘İşte ağabeyinin na’şı, istersen bak!’ dediler. Ben parmağımla na’şa hafifçe bir dokunu­verdim. Pamuk gibi yumuşak idi. Yüzünü açıp bakmadım, bakamadım... Ah! Ne için bakmadım? Tabut kepeklendi, ilaçlandı ve bitti. Kapa­ğını kapayıp iyice lehimlediler. Benim Kon­ya’da imza edip teslim ettiğim dilekçeyi de şeffaf bir mika içine konulmuş olarak tabuta astılar. Ve tabutu askerler omzuna alıp kapıda bekleyen askerî bir cemseye (kamyona) koydular. Beni şoför mahalline aldılar. Urfa tayyare meydanına geldik. Tabutu uçağa koymak için harekete geçildi. Fakat mevcud uçağın kapısı dar olduğundan, ne yaptılarsa tabut ve sandık içeri girmedi. Bu duruma çok hiddetlenen Cemal Tural: ‘Neden bu işin hesabını kitabını yapmadan hareket ediyorlar? Neden tabuta göre bir uçak getirmiyorlar?’ diyerek bağırdı, çağır­dı. Emir verdi: ‘Acele bir ikinci büyük uçak gelsin!’ dedi. Urfa Tayyare meydanında, Cemal Tural ve birkaç yüksek rütbeli subay­larla bekledik. Biz meydanda gelecek ikinci uçağı bekler­ken, albayın birisi bilgiçlikler taslayarak, üstad aleyhinde ileri geri konuşmaya başladı. Ben de cevab vermeye çalıştım. Konuşmamızı duyan Cemal Tural, albaya hiddetle bağır­dı: ‘Bu şeylerin şimdi sırası mı? Adamcağız ölmüş gitmiştir. Şimdi buradaki kardeşinin zaten acısı ve kederi kendisine yetmektedir. Ne istiyorsunuz adamdan?’ diyerek o albayı susturdu. Beklediğimiz ikinci uçak çok geç geldi. Cemal Tural bağırıp duruyordu. Nihayet uçak geldi. Amma zaman kuşluk vakti ol­muştu. Gelen uçak büyük idi. Tabutun bir tarafını bizzat Cemal Tural tutarak, uça­ğa yerleştirdiler ve havalandık. Tahminime göre altı yedi saat bir yolculuk sürdü, ikin­diye yakın bir zamanda Afyon’a indik. Tabii oranın Afyon olduğunu kendileri söy­le­miş­lerdi. Uçağımız Afyon’a indikten sonra, tabutu çı­karttılar, askerî bir kamyonete yerleştirdiler. Ben de yine şoför mahalline bindim. Arka­mızda da bir iki jip ve kamyonetler dizil­di. Yola koyulduk. Dağlık bir bölge idi. Ne­reye gittiğimizi, hangi tarafa gittiğimizi bil­miyordum, sormuyordum da... Adeta bu durumlar karşısında şaşkın bir durumda idim. Gitgide tahminen yedi saat kadar gittik, gecenin geç saatlerinde bir yere vardık, ora­da durdular. Durduğumuz yerde bir kaç er ve astsubaylar vardı. Bir kabri kazmış bizi bekliyorlarmış. Hemen acele, acele tabutu indirdiler ve o hazır kabre koydular, üstünü toprakladılar. Onlar bu işle meşgul iken, ben sağa sola baktım, gözlerim iyi görmemekle beraber, orası bir dağın yamacına benziyor­du. Bir metre kadar yükseklikte olan bir sur etrafında vardı. Surun üstüne çıktım, et­ra­fıma baktım, hiç bir ışık görünmüyordu. Her taraf kapkaranlıktı. Tabutu gömdüler. İş bitti. Bir astsubay bana: - Hocam, siz bu gece burada mı kalmak istersiniz, yoksa evinize mi dönmek ister­siniz, dedi. Ben düşündüm, burada kalıp da ne yapayım. Dedim: - Eğer beni evime gönderirseniz evime git­mek isterim. Ah niye kalmadım? Belki kal­mış olsaydım, hiç olmazsa o yeri tanımış olurdum! Astsubay: Peki hemen sizi gönderelim de­­­di. Az sonra siyah bir otomobil geldi. Şo­förü askerdi. Bindim ve yürüdü. Siyah oto­mobille tahminen bir, bir buçuk saat kadar gittikten sonra, ışıkları yanan bir şehre yaklaştık. Şoföre sordum: Bu ışıklar nerenin? Burası hangi şehir oğlum dedim. Asker, ‘Burası Eğirdir efendim’ diye cevab verdi. Böylece yolumuza devam ettik. Sa­bah­leyin saat sekiz dokuz sıralarında Kon­ya’ya evime dönmüş oldum.”2 Bediüzzaman Hazretleri vefatından on al­tı sene evvel Kastamonu’dan alınıp De­niz­­li Hapsine getirilmesi hâdisesinden he­­­men önce, düşmanları tarafından ze­hir­len­­miş­ti. O sırada ölüme gittiğini düşü­ne­rek Is­parta’da vefat edip o mübarek top­rağa def­­­nedilmeyi kalben arzu etmişti. O tam kal­­­ben bu arzular içerisindeyken evi­ne bir baskın gelmiş, Hazret-i Üstad’ı ora­dan alıp Isparta’ya getirmişlerdi. Üstad Ispar­­ta’da ölmeyi arzu ettiği aynı anda ge­len bir baskınla oradan alınıp Isparta’ya ge­tirilmesini o duasının kabulüne bir delil olarak sayarak şöyle demişti: “Şiddetli zehirli hastalığım dahi beni ölü­me götürüyor diye, Isparta vilâyetinde kıy­metdâr kardeşlerimin kucaklarında teslîm-i ruh edip o mübârek toprağa def­nolmamı kalben niyâz ettim.3 Hizbü’l-Ekberi’l-Kur’ân’ı açtım. Birden bu âyet-i kerîme,  وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَاِنَّكَ بِاَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ  karşıma çıktı. “Bana bak!” dedi. Ben de baktım, üç kuvvetli emare ile mânâ-yı işârî cihetinde bana ve bize teselli veriyor. Şimdi başımıza gelen bu musibeti hiçe indirdi ve Isparta’ya mevkûfen beşinci nefyimi (tutuklu sürgünümü), o kalbî duamın kabûl olmasına delil eyledi.”4 İşte onun bu kalbî duası bu suretle kabul olmuş ve evvelen Urfa’da defnedildiği hal­de muarızları tarafından oradan çıkarılarak çok sevdiği ve mübarek topraklarında def­nolmayı cidden arzuladığı Isparta’ya ge­ti­rilerek oraya defnedilmişti. Her ne kadar Abdülmecid Efendi bulundukları yeri fark edemese de Afyon’dan sonra gelip defnet­tikleri mekândan sonra Eğirdir’e uğrama­ları ve Isparta’da defnedildiğine dair resmî vesika bunu göstermektedir. ÜSTAD’IN KABRİ MECHUL BİR YERE GİZLENDİ Bediüzzaman Hazretleri’nin na’şının asker­ler­ce gizlice Isparta’ya getirilmesinden sonra kabrinin izi kaybolarak mechul bir hal aldı. Zaten Üstad Hazretleri, daha önceden Isparta’da defnolmayı istemesi gibi gizli kal­masını da istemiş ve talebelerine vasiyet etmişti. Vasiyetinde şöyle diyordu: “Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başka hiç kimse bilme­mek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çün­kü dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor. Biz de Üstadımızdan sorduk: Kabri ziyarete gelenler Fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men ediyorsunuz? Cevaben Üstadımız dedi ki: Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki Firavunların dün­yevî şan ve şeref arzusuyla heykeller ve resim­ler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benlik verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile; eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur’daki azami ihlâsı kırmamak için ve o ihlâsın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garbda, hem kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider.”5 Kur’ân’ın bu asırda hâlis bir hizmetkârı olan bu büyük Allah dostunun ölümden sonrası için yaptığı bu iki duasını da Allah Teâlâ kabul etmiş ve düşmanlarının zalim elleriyle de olsa bu şekilde tahakkuk ettirmişti. Kaynaklar: 1- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru'l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, Hayrat Neşriyat2- Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 21953- Üstad en son yazdırdığı vasiyetnâmesinde aynen şöyle diyordu: “Barla’da vefat edersem Barla’nın yukarı mezaristanına, Isparta’da vefat edersem Sava mezaristanına götürünüz.” (Hayrât Vakfı Arşivi)4- Osmanlıca Şuâlar, s. 3615- Emirdağ Lâhikası-2, s. 204

İrfan MEKTEBİ 01 Temmuz
Konu resmiYaz Okullarında Öğretim Yöntemleri ve Öğretim Hataları
Eğitim

Bu bölüm iki kısımdan oluşmaktadır. İlk kısımda çocukların nasıl daha iyi öğrendiğine yönelik bilgiler verilecek, ikinci kısımda ise çocuk eğitiminde sıklıkla kullanılan yanlış öğretim yöntemlerinden bahsedilecektir.  A) ÇOCUK EĞİTİMİNDE BAŞVURU­LACAK ÖĞRETİM YÖNTEMLERİ Oynayarak ve Eğlendirerek Öğretmek Çocuklara yapılan her türlü öğretimde ço­­cukların keyif almasını sağlamak önce­len­melidir. İçinde keyif olmayan bir eğitim çocuklar için yorucu ve sıkıcıdır. Bu ne­denle çocuklara yönelik her türlü eğitim plan­lamasında oyuna ve eğlenceye bol bol yer verilmelidir. Eğitimi keyifli hale getirmenin ilk adımı eğitim programına, ders saati ile birlikte mutlaka oyun saati koymaktır. Her iki saatlik eğitimin en az yarım saati oyuna ayrılmalıdır. Bu oyun saati teneffüslerden ayrı olarak planlanmalıdır. Eğitimi keyifli hale getirmenin ikinci adımı “oyunla öğretmek”tir. Bu adımda ders içeriğinin kendisi bir oyun içinde sunulur. Örneğin Kur’an harfleri çocuğa yap-bozlar ve boyamalar ile birlikte öğretilir. Namaz kılmak çocuğa, bir drama içinde anlatılır. İkinci adımın gerçekleşebilmesi için eği­timcinin önceden “Acaba ben bu ko­nu­yu bir oyun içinde nasıl anlatırım?” sorusunu kendisine sorması gerekir. Bu soru sorulduktan sonra uygun cevaplar mutlaka bulunacaktır. Tekrar hatırlatmak gerekirse eğer bir çocuk öğrenirken keyif almıyorsa, zorlanıyor demektir. Eğitim sü­recinde çocuğu zorlanmak genelde tam ter­si sonuçlar verir. Sözü Görüntü ile Güçlendirerek Öğretmek Çocukların zihinsel kapasiteleri kelimeleri alıp işlemede zorlanır. Bu nedenle sadece konuşma yoluyla çocuklara yeni alışkanlık­lar kazandırmak zordur. Atalarımızın deyimi ile sözler çocukların bir kulağından girip öteki kulağından çıkabilecek bir özelliğe sa­hiptir. Çocuklar görsel imajlar yolu ile daha kolay öğrenirler ve öğrendiklerini da­­ha iyi pekiştirirler. Çocuklara anlatılan ko­nuları görüntüye dökmek çocuk eğiti­mi­nin en önemli şartlarından biridir. Na­ma­zı, orucu, cenneti, yardımseverliği sa­de­­ce kelimelerle anlatırsak çocuklar bu kav­ram­ları öğrenmekte zorlanabilirler. Ço­cu­­­ğun öğrenmesi, edin­diği bilgiyi zih­ninde canlan­dırması ile müm­kündür. Bu gör­sel canlandırma model olan birisini izle­mekle, bir hikâye, bir resim ya da bir video ile olabilir. Çocuklara “Dürüst olun!” demekle bir­lik­te, onun önünde dürüstçe davra­nış­lar sergilemek daha eğiticidir. Ya da dürüst­lük, bir hikâye ile çocuğun zihninde canlandırılabilir. Abdesti sadece anlatarak, sabırlı olmayı uzun nasihatler vererek ço­cuk­lara aktarmak zordur. Çocuk, kelimeleri zihninde pek tutamazken görüntüleri tutar ve tutulan bu görüntüler çocuğun hayatını şekillendirir. Bu nedenle özellikle ahlak eğitimini (dü­rüstlük, cömertlik, sabır, vefa, tevazu vb.) çizgi filmler, resimler, gerçek hayattan ör­nekler, çocukların zihninde görüntüye dö­nüştürülen hikâyeler ve menkıbeler yolu ile desteklemek gerekir. Somutlaştırarak Öğretmek Anlatılan konuyu görüntüye dökmek, aynı zamanda bilginin somutlaştırılmasını da sağlar. Böylece çocuklar hem görüntü, hem de somutluk elde etmiş olur ve öğrenme­leri hızlanır. Hac ibadetini masa başında ko­nuşarak anlatmak yerine bir Kâbe maketi ve oyuncak bebekler ile anlatmak daha doğ­rudur. Yemek adabını konuşarak değil de, örnek bir sofra kurup, canlandırma yaparak anlatmak çocuk için daha kalıcıdır. Öyküleme Yolu ile Öğretmek Her zaman çocuklara video, oyuncak, kukla, drama gibi somut ve görsel malzemeler bul­mak kolay olmayabilir. Bu noktada can­lı öyküler eğitimcilere yardımcı olabilir. Çün­kü çocuk öyküyü kendi zihninde ha­yal gücü ile canlandırarak görüntüye dönüş­türebilir. Çocuklara özellikle karakter ve değerler eğitimi esnasında bol bol öyküler anlatılabilir. Geçmiş kültürümüz öykü, kıs­sa açısından oldukça zengindir. Hatta yaz kurslarında günlük programın bir kısmı sadece öykü ve kıssalara bile ayrılabilir. Model Olma ve Taklit Yolu ile Öğretmek Çocuk eğitiminin en etkili yollarından biri çocuğa doğru rol modellerle buluşturmak­tır. Çocuklar en çok model alma ve taklit yolu ile öğrenirler. Eğitimcilerin, çocuktan bekledikleri davranışları çocu­ğun önünde yapması ve çocukların bu sah­neyi gözlemlemesi öğrenmeyi hızlan­dırır. Eğitimcilerin anlattıklarını, bizzat kendilerinin yaşaması çocuk için en etkili öğrenme yöntemlerinden biridir. Eğitim­ciler, çocuklara model olduğu gibi, on­ların içinden seçtiği iyi modelleri de öne çıkarabilir. Mesela, Kur’ân çalışmasında, bir harfin doğru okunuşunu eğitimci ken­di telaffuz ettiği gibi, bu işi iyi yapan bir çocuğa da telaffuz ettirebilir. Çocuklar, iste­nen davranışı kendi önünde yapan biri­sini gördüklerinde o davranışı daha kolay yaparlar. Çocuğun önünde uygulayıcı mo­del yoksa çocuk beklenen davranışı sergi­leyemez. Dürüst olması gerektiğini bilir ama nasıl dürüst olacağını bilemez. Çocuğu iyi modellerle karşılaştırmak, iyi modelleri çocuğun yanına getirmek çocuklar eğiti­minde kullanılacak en iyi yöntemlerden biridir. Bu modeller yaşayan kahramanlar olabileceği gibi, geçmişte yaşamış kişiler de olabilir. O kişilerin hayatlarından sunulan somut olaylar, çocuğun model almasını kolaylaştırır. Yaşatarak ve Yaptırarak Öğretmek Çocukların sözle birlikte görüntüler yolu ile öğrendiğinden bahsettik. Görüntüler ço­cuk için bir somutlaştırma görevi de görür. Model olmak, öykülemek ve oyun içinde öğretim aslında birer görüntü ile öğretme yöntemidir. Ancak tüm öğretim yöntemlerinin üzerinde bir yöntem vardır ki, o da yaparak-yaşayarak öğrenmektir. Ör­neğin abdesti anlatmak yerine resimlerle ve videolarla göstererek öğretmek daha gü­zeldir. Bunun bir adım ötesi, çocuğun önünde abdest alarak çocuğa rol model olmaktır. Bu sayede çocuk gerçekte bu işi yapan birine temas etmiş ve daha iyi öğrenmiş olur. Ancak bu öğrenmenin de bir adım ötesi vardır ve o da çocuğun yanı başında durup, bizzat onun abdest almasına fırsat verip yaparak öğrenmesini sağlamaktır. Bu tarz bir öğretim birebir ilgiyi gerektirir. Namaz, dua gibi ibadetler yaptırarak ve yaşatarak öğretilebilir. Bir yardımseverliği yaparak-yaşatarak öğretmek istiyorsak, çocukları bir yardım faaliyetine katmak gerekir. Dürüstlüğü yaparak yaşa­tarak öğretmek için evde vazo kıran bir çocuğun annesine karşı dürüst olup “Ben kırdım anneciğim, özür dilerim” dediği bir öyküyü çocuğun canlandırması sağlanabilir. Çocuğun öğrendiğini bir rehber ile birlikte deneyimlemesi, bunu defalarca tekrarlaması en kalıcı öğretim şeklidir. Doğru eğitim yaklaşımlarını kısaca özetle­yecek olursak diyebiliriz ki; çocuk eğitim sürecinde öncelikle eğlenmeli ve keyif al­malıdır. Eğitim kelimelerde kalmamalı gö­rüntülerle desteklenmelidir. Resim, video ve öykülerle görüntülerle dökülen eği­tim çocuğun zihninde somutlaşır ve daha ka­lıcı olur. Eğitimi somutlaştırmanın en gü­zel adımı ise çocuğun önünde yaşayan bir rol model olmaktır. Daha da ötesinde çocuğa anlatılan konuları bizzat kendisine yaşatmak ve deneyimletmek en etkili öğ­retim yöntemidir. B) SIKÇA YAPILAN ÖĞRETİM HATALARI Yaz kurslarında doğru öğretim yöntemleri­ni kullanmak kadar, yanlış öğretim yön­temlerinden kaçınmak da önemlidir. Bu kısımda çocuk eğitiminde çok sık yapılan öğretim yanlışlarına yer verilmiştir. Tehdide Dayalı Öğretim Tehdit birçok insanın hoşuna gitmez. Birisi bize tehditle bir iş yaptırmaya çalıştığında o işi pek yapmak istemeyiz. Tehditte amaç, öfke ile karşıdaki kişinin kalbine korku salıp ona istenilen davranışı yaptırmaktır. “Eğer şunu yapmazsan, o zaman görüşürüz” demek bir tehdittir ve çocuk eğitiminde pek işe yaramaz. Üstelik aksi sonuçlar verebilir. Tehdit edilen kişi zorla istenilen davranışı yapsa da, o davranışı isteksiz ve geçiştirerek yapar. Bir süre sonra zorla yaptığı bu işe karşı nefret duyabilir. Çocuk eğitiminde tehdit yerine uyarı ve ceza kullanılabilir. Çocuklara, eğitim öncesinde kurallar güzelce anlatılabilir ve çocuklar ikaz edilebilir. Örneğin derste çocukların ayağa kalkmamasını isteyen bir eğitimci “Arkadaşlar, ders esnasında herkesin yerinde oturmasını istiyorum, herkes ayağa kalkar­sa ders işleyemiyorum ve hepimizin dik­kati dağılıyor. Biliyorum, çocuksunuz ve ha­re­ket etmek istiyorsunuz. Ben size hare­ket etmeniz için izin vereceğim. Ancak buna rağmen yerinizden izinsiz kalkıp gi­dip bir arkadaşınızı rahatsız ederseniz, o gün oynanan oyuna katılamayacaksınız” cüm­lesini kurabilir. Burada hem gerekçeli açıklama, hem bilgilendirme ve hem de ikaz vardır. Bu cümledeki ikaz bir cezayı da içermektedir. Ancak bu cümlede ço­cuğa açıkça korku verme niyeti yoktur, eğitimci hiddetli değildir. Amacı çocukları bilgilendirmek ve uyarmaktır. Bu cümle da­ha yapıcıdır ve çocukları incitmez. Bu ne­denle çocuk eğitiminde tehdit yerine uyarı ve cezaya yer vermek daha isabetli olur. Din eğitiminde yapılan en temel hatalar­dan biri, çocukları Allah ve Cehennem ile korkutarak, tehdit ederek çocukları dine ya da istenilen bir davranışa yöneltmeye çalışmaktır. “Namaz kılmazsan Allah seni yakar!”, “Kötü konuşursan cehennemde ya­narsın!” gibi yaklaşımlar çocuklarda kay­gı-korku oluşturur ve çocuk rahmeti olan bir Allah değil, yakan, kızan bir Allah inan­cına sahip olur. Sevdiklerinden biri kötü ko­nuştuğunda onun yanacağı kaygısı ile uykusuz geceler geçirebilir. Dinin kavramlarını kullanarak çocukları korkutmak, onlarda dine karşı olumsuz bir tepki oluşturabilir. Bu nedenle çocukların yanlışlarını Allah ve Cehennem ile korku­tarak düzeltmekten vazgeçilmelidir. Çocuk­larla iletişim kurarken negatif bir dil yerine pozitif bir dil kullanmak gerekir. “Yalan söylersen Allah seni sevmez” demek yerine, “Allah doğru sözlü olanları çok sever” demek daha doğru olur. Duyguları Örseleyerek Öğretim Çocuklar bazen eğitimcinin istediklerini yerine getirmezler ya da getiremezler. Bu durumda çocuklarla alay etmek, onları toplum içinde küçük düşürmek, eleştirmek, azarlamak çocukların duygularını örsele­mek anlamına gelir. Çocuk bu olumsuz duygusunu bulunduğu mekân, bilgi ve kişi ile eşleştirir. Daha sonra camiye, hocaya ve dini değerlere karşı olumsuz duygular besleyebilir. Bu nedenle eğitim süresince çocukların duyguların incitmemeye aşırı özen gösterilmelidir. Ödülle Öğretim Ödülün yanlış kullanımı en az ceza kadar çocuklara zarar verebilmektedir. Bu neden­le çocuklarda ödül kullanımına dikkat et­mek gerekir. Ödül davranıştan öncesinde söylendiğinde, yani “Çocuğa şu kadar dua ezberlersen, şu ibadeti yaparsan sana şunu vereceğim” dendiğinde çocuk o davranışı yapar. Ancak dua ve ibadeti kendisi için değil, ödül için yapar. Ödül ön plana çıkarken dua ve ibadet geri planda kalır. Dua ezberlemek ve ibadet yapmak, ancak ödülle yapılacak zor bir iş halini alır. Bu nedenle ödülü davranıştan önce söyleyip çocukları teşvik etmek doğru değildir. Ödül iyi davranışın öncesinde söylenmemeli, iyi davranış ortaya çıktıktan sonra, bazen verilmelidir. Eğitimci dua ve ibadet konusunda ödül vereceğini önceden söylemeden, bir çocu­ğun dua ezberlediğini gördüğünde, bu ço­cu­ğu ödüllendirebilir. Yani eğitimci ço­cuk­larda görülen iyi davranışları yaka­lamalı ve yakaladığı bu iyi davranışları ba­zen sözle, bazen de küçük hediyelerle ödül­lendirmelidir. Kursa erken gelen, dersine iyi çalışan, dersi dikkatle dinleyen, güzel not alan, eğitimciye yardım eden çocuklar, rastgele olacak bir şekilde öncesinde ken­dilerine ödül verileceği söylenmeden ödül­lendirilebilir. Ancak bu ödüllendirme de sık sık olmamalıdır. Bu konuda detaylı bilgiye derneğimizin “Çocuk ve Ödül” makalesinden ulaşılabilir. Ceza ile Öğretim Ceza, çocuk eğitiminde en son kullanılma­sı gereken bir yöntemdir. Çocuğa örnek olduktan, istenilen davranışları birlikte tek­rarladıktan, çocuğun psikolojik yaralarını giderdikten, güzel dille ikaz ettikten ve olumlu davranışları ödüllendirildikten son­ra, hiçbir sonuç alınamıyorsa o zaman ceza yöntemi gündeme gelebilir. Çocuklara verilen ceza şiddet içeremez. Şid­det, fiziksel, sözel ve duygusal şiddet olarak üç çeşit olabilir. Fiziksel şiddet, çocuğun bedenine zarar vermeyi içerir ve tasvip edilemez. İkinci şiddet çeşidi hakareti, alayı, küçümsemeyi içine alan sözel şiddettir ve çocuklara sözel şiddet de uygulanamaz. Üçüncü şiddet çeşidi duygusal şiddettir, çocukların duygularını ezmek, rencide etmek, istismar etmek anlamına gelir ki bu da tasvip edilmez. Çocuklara verilebilecek tek ceza “kısa süreli mahrumiyet” olabilir. Örneğin tüm uyarılara rağmen dersin akışını bozan, arkadaşlarına vuran bir çocuğa bir günlük grup oyunlarına katılmama cezası verilebilir. Burada çocuğun oyuna katılma hakkı bir günlüğüne elinden alınmıştır. Ço­cuklara verilen herhangi bir mahrumiyet cezası bir günü geçmemelidir. Mahrumiyet cezası, yemek, içmek, uyumak, sevgi gibi temel ihtiyaçlarla alakalı da olmamalıdır. Tekrar belirtmek gerekir ki, arkadaşlarına vuran bir çocukta cezayı kullanmadan önce diğer tüm yöntemleri denemiş olmak gerekir. Çocuğa vurmanın kötü olduğunu anlatmak, iyi geçinmek üzerine öyküler anlatıp videolar izletmek, çocuğu bazı derslerde yanımıza alıp kontrol altında tutmak, arkadaşlarına vurmadığı günlerde onu takdir etmek, yanlış davranışları için gün sonunda onu bir kenara çekerek güzel dille uyarmak, tüm bunları yaparken sevgi ve şefkatle yaklaşmak diğer yöntemlerdir ve öncelikle bu yöntemler kullanılmalıdır. Tüm bu yaklaşımların sonucunda sınırları çok zorlayan çocuklara mahrumiyet ceza­sı verilebilir. Ancak verilen ceza bir günü geçmemesine ve herkesin önünde uygulan­mamasına özen gösterilmelidir. Örneğin, oyuna katılmama cezası alan bir çocuk, oyun öncesinde evine gönderilebilir. Arkadaşları oyun oynarken çocuğu kenarda bekletmek, onu toplum içinde cezalandırmak anlamına gelir ve bu, çocuğun duygularını rencide eder. Bu nedenle, çocuklara toplum içinde ceza vermekten kaçınılmalıdır. Çocukların bazı olumsuz davranışları (tır­nak yeme, alt ıslatma, izinsiz eşya alma, aşırı hareketlilik) psikolojik bir yaranın sonucu olabilir ve bu davranışlar tek başına mahrumiyet cezası ile söndürülemez. Bu konuda uzmanlara danışmak gerekebilir. Kısacası, ceza çocuk eğitiminde en son müracaat edilecek bir yöntemdir ve ancak mahrumiyet cezası şeklinde olabilir.

Mehmet TEBER 01 Temmuz
Konu resmiGafil Kafaya Bir Tokmaktır Bir Ders-i İbrettir
Risale-i Nur

وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve ahireti unutup, dünyaya tâlib bedbaht nefsim! Bilir misin, neye benzersin? Deve­kuşuna. Avcıyı görür, uçamıyor, başını ku­ma sokuyor. Ta avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarıda. Avcı görür. Yalnız o, gö­zünü kum içinde kapamış, görmez. Ey ne­fis! Şu temsile bak, gör. Nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti elim bir eleme kalb eder. Meselâ şu karyede -yani Barla’da- iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul’a gitmişler. Güzelce yaşıyorlar. Yalnız bir tek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul’a müştaktır. Orayı düşünür. Ahba­ba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse: “Oraya git!” sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dost­ları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuş­lar. Bir kısmı ne görür, ne de görünür yer­lere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zan­ne­der. Şu bîçâre adam ise, bütün onlara be­del, yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firâkı kapamak ister. Ey nefis! Başta Habîbullâh, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar. Burada ka­lan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölüm­den ürküp, kabirden korkup, başını çe­virme! Merdane kabre bak! Dinle, ne ta­leb eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister? Sakın gafil olup ikinci adama benzeme. Ey nefsim! Deme: “Zaman değiş­miş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dal­mış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sar­hoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak bekaya kalb olup başkalaş­mıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Be­şer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda edi­yor. Hem deme: “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes, sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır. Hem kendini ba­şı­boş zannetme. Zira şu misafirhane-i dün­yada nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen ni­zâmsız, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi va­kıalar olan şu hadisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller. Meselâ, zemine nebatat ve hayvanat en­vaından giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler, baş­tan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduk­larını gördüğün ve gayet âlî gayeler içinde kemâl-i intizam ile meczub Mevlevi gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, na­sıl oluyor ki, küre-i arzın benî-Âdemden, bahusus ehl-i imandan be­ğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i maneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi mevt-âlûd hadisat-ı hayatiyesini, bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfi zannederek bütün musibetzedelerin elîm zayiatını, bedelsiz, hebâen mensûr gösterip, müdhiş bir ye’se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hâdiseler bir Hakîm-i Rahim’in emriyle ehl-i imanın fânî malını sadaka hükmüne çevirip ibkā etmektir. Ve küfran-ı nimetten gelen günahlara keffârettir. Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar zemin, yüzünün ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur. Hâlik’ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ın emriyle ehl-i şirki cehenneme döker. Ehl-i şükre: “Haydi, cennete buyurun!” der. (14. Söz, Hatime)

İrfan MEKTEBİ 01 Temmuz
Konu resmiKelimelerin İşaret "Değer"i
Kültür ve Medeniyet

Kelimelerin elbette mana cihetiyle icra ettikleri vazifeleri var. Taşıdıkları kıymet de kelimelerin bu özelliğiyle ilgilidir. Kelam hazinesinin işletilmesi ve kelimelere vukufiyetin artmasıyla da taşıdıkları bu değer idrak edilecek, ehemmiyetleri hakkında farkındalık oluşacaktır. Her kelime öncelikle bir mana ta­şır. Bu manayı tek başınayken ta­şır... Bir araya gelir cümleten taşır… Cüm­leler cem olur paragraf tabi­riyle ayriyeten ve mezc halinde taşır. Pa­rag­raflardan müteşekkil metin kalesinde ise tuğla olur, artık mesajın içerisinde zapt u rabt altına alınmış olarak bir başka manaya hizmet eder. Kısacası her halükârda kelimenin ucu ma­naya dokunur. Bir fikrin, bir hissin tercümanı, şifahi ve kitabi ifadelerin mana güvercinleri olan ke­limelerin göz ardı edilmemesi gereken mü­him bir vazifesi daha vardır. Birer “işaret” birer “köşe taşı” olarak kayıt gayesine hizmet etmeleri… *** Hayat mücadeledir: Nefisle mücadele… Şeytanla mücadele… Yeri geldiğinde bunların dürttükleriyle mü­cadele ve mücahede… Elimizde olan yegâne kuvvet ise Allah (cc) ve Resulüne (asm) sımsıkı yapışmak… Özellikle hayatın monoton akışı kırıldı­ğında manevi sahada mücadele ve müca­he­de cereyanı hissedilmeye başladığında Hakkın ipine sarılmakla ve Efendimizin (asm) ayak izlerini takip etmekle- sünnet-i se­niyeyi gözetme ile- gönül hanemizi Kur’ân güneşinin nurları kuşatır. Zaten o zulmetler içerisinde o hengamede asıl ihtiyacımız olan Kur’ân hakikatlerinin küçük bir parıltısı, sünnet-i seniyyeden elde edeceğimiz ve istinad noktası olacak bir nur değil midir? İşte… Kelimelerin taşıdıkları apayrı bir değeri, on­ların birer işaret olarak birer nişan, iz, belirti maksadıyla istimalini tam da bu demlerde yaşarız. İmdada yetişen hakikat nurlarını kaydet­mek, tutmaklık hesabıyla kelimeler bilindik manalarının dışına çıkar, lügatlere sığmaz. Nefsin ve şeytanın hücumu karşısında birer mücahede meyvesi olan inayetin ve ye­tişen nurların nişanı olurlar. Onların ifa­desi olmaz fakat nişanı olarak kullanım sahasında vücut bulur. İşte kelimelerin manadan da öte bu kullanım sahasında istimaline misal bir küçük lügatçe: Şükür: 24 ayar mümin olabilmenin kıy­metini idrak ederek, minnet hisleriyle Hakk’a yönelmek. Sebat: Hakkın hatırı için öfke ve muhab­bet hislerini dengede tutup, temkin haliyle şeriat-i fıtriyenin hükmünü gözlemek. Uhuvvet: Menzile yürürken maddi ve ma­nevi sağanaklara karşı, kollarını ve yürek­lerini kenetleyenlerin sahip olduğu kırılmaz halka, çözülmez bağ. Sabır: Nefis ve şeytan sarmalından sıyrı­lırken kılıcı yürekte, sevdayı gönülde bek­letebilmek; emirsiz adım atamamak. Metanet: Nefisleri Hak ve hakikate râm eyleme mesleğinde aceleye fırsat vermemek İhlas: Yaradanın rızasını gözeten niyetin ruhu, kuvvet kaynağı. Cihad, Mücahede: (1) “Halife-i zemin” ma­kamına layık insanın, nefis ve şeytanı baş­ta olmak üzere yedi düvele karşı takındığı vaziyet. (2) “İmanım yanıyor” nidası ile irki­lip “iman asrı” şuuruna erişenlerin “ne­fis murakabesinde” “kendi nefsini dahi unut­ma” ifadesindeki “serden geçme” hâli. Her bir kelime farklı lügatlerde çok fark­lı manalar taşıyabilir. Öğrenilebilir. Ezber­lenebilir. Ama unutulmamalıdır ki her bir kelime özellikle nefis ile münakaşa, kapış­ma anlarındaki siperlerden açılan pencereler­den yansıyan Kur’an ve sünnet nurlarının ayrı bir işareti ve köşe taşıdır. *** Aslında her şeyin kıymeti nazarda gizli değil midir? Kelimelerin de öyle. Eğer kelime birkaç harften müteşekkil gö­rülürse, Eğer kelime sadece birkaç mananın içerisine teorik tarzda hapsedilirse, O zaman… Nefsani nazarla, eşyanın gerçek değerinden sükût etmesi gibi; kelimelerden müteşekkil söz ve ifadeler de iskat edecektir. Bu cihetten kelimelerin işaret değerinin göz ardı edilmemesi, söz ve ifadenin temel taşı olan kelimelere doğru nazar edebilmek, onların hayattaki kullanımı ve sahadaki yeri­ni tespit cihetiyle önemlidir. Yâ İlahenâ! … Efendimiz Muhammed’e (asm), onun Ehl-i Beyt’ine ve ashabına, ilk nüzulden zamanın sonuna kadar, her okuyucu tarafından Kur’ân’ın her bir kelimesi okunduğu anda, hava dalgalarının aynalarında Rahman’ın izniyle görünen bütün kelimelerde, teşekkül eden bütün harfler adedince salat ü selam eyle! Ve bütün bu kelimeler ve harfler adedince bizlere, anne-babamıza, erkek ve kadın bü­tün mü’minlere merhamet eyle!

İbrahim SARITAŞ 01 Temmuz
Konu resmiKâfire 'Kâfir!' Demek
Risale-i Nur

Kâfire ‘Kâfir’ diye hitap etmek üç açıdan caiz değildir. Birincisi; kör bir insana, “Hey kör!” di­ye seslenmek İslâm’da doğru değildir. Çünkü böyle bir sesleniş, o kişiye bir eziyettir. Resûl-ü Ekrem Efendimiz (asm) zimmî1 birisine yapılan eziyet hakkında bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Kim zimmî olan birine eziyet ederse, ben onun hasmı (düşmanı) olurum.”2 İkincisi; kâfirin iki anlamı vardır. Birincisi ve ilk akla geleni, Allah’ı inkâr eden din­siz demektir. Bu anlamı itibariyle ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlara ‘kâfir’ denilmez. Çünkü onlar Allah’ı inkâr et­mi­yorlar. Kâfir kelimesinin ikinci anlamı ise, Peygambe­rimizi ve İslâmiyet’i inkâr eden anlamındadır. Bu anlamı itibariyle ehl-i kitap kâfirdir. Zaten onlar da buna razıdır­lar. Lâkin halk arasında ‘kâfir’ dendiğinde, çoğunlukla ilk akla gelen birinci anlamıdır. Bunun için, bu kelime, daha çok tahkir veya eziyet amaçlı olarak kullanılmaktadır. Üçüncüsü; itikat dairesini, muamelat dai­resine karış­tırmaya mecburiyet yoktur. Yani ehl-i kitap, İslâm inanç esaslarına göre kâfir diye, onlarla olan bütün muamelelerde bu­nu dile getirmeye ve yüzlerine bu hakikati vurmaya gerek yoktur. Her söylenilen doğ­ru olmalıdır, fakat her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir. Çünkü bu tarz bir davranış, onların İslâm’dan soğumalarına, İslâm toplumundan dışlanmalarına hatta İslâm’a düşman olmalarına sebep olabilir. Cerbeze Gariplikler Makinesidir Cerbeze, hakkı batıl, batılı da hak göste­re­bilecek derecede hileli ve kurnaz bir akla sahip olmak demektir. Cerbezeli bir akla sahip olan kişi, büyük ve küllî işlerde sadece kusurları görür ve aldanır. Başkalarını da aldatır. Cerbezeli bir insan, başka birisinin bir kö­tülüğünü gördüğünde, o kötülüğü abar­ta­rak o kişinin bütün iyiliklerini örter. Adeta kişinin göz bebeğinin önüne bir sinek ka­nadını getirerek arkadaki sıradağları gör­mesini engellemek gibi. Cerbezenin öyle tuhaf ve şaşırtıcı bir tav­rı vardır ki, farklı zamanlarda ve farklı mekânlarda meydana gelen birbirinden farklı şeyleri ve olayları toplar, onları bir­leştirir, bir yapar. Siyah bir perdenin ar­dından etrafa bakmak gibi, cerbezeli biri­si de her yere cerbezesiyle oluşan siyah per­denin arkasından bakar ve öyle görür, öyle anlamlandırır. Hakikaten cerbeze, bütün çeşitleriyle, garip­liklerin makine­sidir. Meselâ, cerbezeli bir akla sahip bir âşık, bütün varlıkları, birbiri­ne aşkın cezbesiyle çekilmiş ve gülerek raks edenler olarak görür. Çocuğunun vefatıyla matem tutan bir anne, bütün varlıkları, hü­zün içinde ağlaşıyor gibi görür. Kısacası, herkes istediği ve kendi hâline münasip gördüğü meyveyi koparır. Cerbezenin mahiyetini daha iyi anlamak için Bediüzzaman Hazretleri şöyle bir mi­sal verir: Meselâ bir kişi, bir saat gezip ra­hatlamak niyetiyle gayet süslü ve çiçekli bir bahçeye gider. Bu bahçenin bu güzelliği içinde, illâ ki farklı noktalarında bazı pis ve hoşa gitmeyen cüz’î şeyler de bulunacaktır. Bu kişi, bozuk ahlâkının (tabiatının) gereği olarak, bu güzel ve süslü bahçe içinde, o kadar güzellikler içinde, gidip, sadece o cüz’î pis ve çirkin şeylere devamlı bakmaya başlar. Sadece o cüz’î pis ve nahoş şeylere takılıp araştırmaya başlar. Hayalinin de etkisiyle, bu hal genişler ve o güzel bahçe, bu kişinin nazarında bir mezbaha ve çöplük suretinde görünmeye başlar ve midesi bulanıp istifrağ eder. Büyük bir nefretle o bahçeden kaçar, uzaklaşır. Bu misalde olduğu gibi, acaba, bir insanın hayatını böylesine elemli ve sıkıntılı bir hale çeviren böyle bir bakış açısında (cerbezeli bir akılda) ve hayalde, elbette hiçbir hikmet ve fayda olamaz. Evet, güzel gören güzel düşünür. Güzel dü­şünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır. Gayr-ı Müslim Azınlıkların Askerliği Gayr-i Müslim azınlıkların askerlik yapma­ları, aşağıdaki sebeplerden dolayı caizdir. Birincisi: Askerlik kavga içindir. Dehşetli, vahşi bir hayvanın parçalamak için saldı­rısında ve o hayvan ile boğuşulduğu bir vakitte, kimden ve nereden olursa olsun her türlü yardım hoş karşılanır. Aynen öyle de etrafımızdaki bunca bizi parçalamak için bekleyen düşmanlar varken, gayr-ı Müs­lim­lerin de askerlik yapması neden caiz olmasın? İkincisi: Peygamber Efendimiz Aleyhissalâ­tü Vesselâm, bir kısım müşrik kabileleriyle karşılıklı antlaşmalar yapmıştır. Hazret-i Peygamber (asm), bu antlaşmalarla, karşı­lıklı olarak yardımlaşmak, iyi komşuluk mü­nasebetleri kurmak ve hariçteki düş­man­ların saldırı ihtimaline karşı güç bir­li­ği yaparak beraberce o düşmanlara kar­şı savaşmak gibi faydaları gözetmiştir. Ya­ni Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, hariç­te­ki düşmanların saldırılarına karşı yakın komşu olan müşrik kabilelerle dahi ittifak sözleşmeleri imzalamıştır.3 Durum bu hal­de iken, içimizdeki gayr-ı Müslim azınlık­lar ile niçin bir anlaşma çerçevesinde asker­lik yapmalarına müsaade edilmesin? Kaldı ki gayr-ı Müslimler orduda toplu halde bulunmayıp, ordu içinde farklı yerlere dağı­lacaklarından dolayı, çoğunluğu oluşturan bizim askerlerin manevi kuvveti, onların olası zararlarının önüne geçecektir. Üçüncüsü: Tarih boyunca İslâm devletleri içinde nadiren de olsa gayr-i Müslimler askerlik yapmışlardır. Yeniçeri Ocağı buna güzel bir örnektir. Müslümanlar Niçin Fakirleştiler? Bediüzzaman Hazretleri, bu çok önemli sorunun iki sebebini bildiğini beyan eder. Birinci sebep: “İnsan için ancak çalıştı­ğı­nın karşılığı vardır”4 ayet-i kerimesi ile işaret edilen çalışma meylinin ve “Çalışıp kazananı Allah sever” hadis-i şerifi ile işaret edilen kazanma şevkinin, bazı olum­suz telkinler ile kırılmasıdır. Hâlbuki maddî zenginliğin ve kalkınmanın en temel dinamikleri, insandaki çalışma meyli ve kazanma şevkidir. Ama maalesef bazı şahısların ve vaizlerin aşağıda madde­ler halinde sıralayacağımız hikmetleri ve hakikatleri bilmemekten kaynaklanan yan­lış telkinleri sayesinde çalışma meyli ve kazanma şevki kırılmıştır. Maddeler şun­lardır: hBu zamanda i’lâ-yı kelimetullah tabir edilen Allah’ın kelâmını ve dinini yüceltmek, maddî ilerleme ve kalkınmaya bağlıdır. h“Dünya, ahiretin tarlasıdır” hadis-i şe­rifinde işaret edildiği gibi, dünyayı önemli ve değerli kılan sebeplerden birisi de, ahirette göreceğimiz muamelenin ancak dünya ha­yatındaki amellerimize bağlı olmasıdır. Yani dünya, amellerin ekildiği bir tarla ise ahiret de sonuçlarının bir ambarıdır. hOrtaçağ şartları ve gerekleri ile asrımızın şartları ve gerekleri birbirinden çok farklı­dır. Siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik alanlardaki bu farklılıkları hesaba katmadan ve buna uygun usullerle ve söylemlerle ha­reket etmeden, dine hizmet edebilmek ve asrımız insanına hitap edebilmek mümkün değildir. hİslâm’da çalışmaya ve gayret etmeye ka­naat yoktur. Çalışma ve gayret etmenin sonucunda elde edilenlere kanaat vardır. Bu iki husus arasında çok büyük ve önem­li bir fark vardır. Yani, bir Müslüman çalış­masını, hizmetini ve gayretini asla yeterli gör­meme­lidir. Ama sınır koymadığı çalışma, hizmet ve gayretlerinin sonucunda Allah’tan kendi­sine ihsan edilen neticelere kanaat etmelidir. “Neden daha fazla verilmedi?” dememelidir. hDoğru tevekkül anlayışına sahip olmak gerekmektedir. Rabbimiz iradesinin ve hik­metinin gereği olarak sebepleri yaratmıştır. Sonuçlara ulaşmanın yolu sebeplere uygun hareket etmekten geçmektedir. Kulun vazi­fesi, elde etmek istediği sonuçlara ulaştı­racak sebepleri yerine getirmektir. Sebepler yerine getirilmezse, bunun adı tevekkül de­ğil tembelliktir. Tevekkül demek, bütün se­bepleri yerine getirdikten sonra Allah ta­rafından ihsan edilen sonuçlara kanaat etmek ve Allah’ın takdirine rıza göstermektir. hRasulullah Efendimizin (asm) hem doğ­duğunda, hem bütün hayatı boyunca hem de mahşer meydanında “ümmetim üm­metim!” demesindeki sırrı doğru anla­mak gerekmektedir. Sadece kendini ve çı­karlarını düşünen birisi, Efendimizin (asm) “ümmetim ümmetim!” demesindeki sırrı anlamamış demektir h“İnsanların hayırlısı, onlara faydalı olan­dır” hadis-i şerifinin hikmetini doğru anla­mak gerekmektedir. İkinci sebep: Müslümanlar, idarecilik ve memuriyeti, en önemli bir geçim kaynağı olarak görmelerinden dolayı büyük zarar­lara uğramaktadırlar. Bu durum, fakirleş­menin ve maddî kalkınmanın en büyük engellerinden biridir. Çünkü idarecilik ve memuriyet, hem insan fıtratına uygun de­ğil, hem tembelliğe müsait hem de gururu okşayan bir geçim yoludur. Kaynaklar: 1- Zimmî: İslâm hukukuna göre yönetilen bir devlete tâbi olan, vergi veren ve korunan ehl-i kitap (Yahudi ve Hristiyanlar).2- El-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr: 6:19, hn: 8270.3- Hicret’in ikinci senesinde Benû Damre müş­rik kabilesiyle, yine aynı sene Benû Gıfâr müşrik kabilesiyle ve Cüheyne müşrik kabilesi ile im­za­lanan antlaşmalar buna örnek olarak verilebilir.4- Necm Suresi, 39

Mustafa TOPÖZ 01 Temmuz
Konu resmiNe Yaş Ne de Kuru Hiçbir Şey Yoktur ki, Kur'ân'da Bulunmasın (Kur'ân'da Fen ve Tekonolojideki Gelişmelere İşâretler)
İnsan

“Ve gaybın anahtarları O’nun katındadır; onları ancak O bilir. Hem karada ve denizde ne varsa bilir. Hiçbir yaprak da düşmez ki onu bilmesin; hem ne yerin karanlıklarında bir dâne, ne yaş ne de kuru (hiçbir şey) yoktur ki, apaçık bir Kitab’da (Kur’ân’da) bulunmasın!” (En’âm Sûresi, 59. Âyet) Elektrik, uçak, tren, telgraf ve telefon gibi insanlık tarihi için önemli olan teknolojik buluşlar, 18. ve 19. yüz­yıl­lardan itibaren keşfedilerek dünyaya ya­yıl­mıştır. Bu buluşların yaygın ve etkin kul­lanımı ise 20. yüzyılda olmuştur. Bu tek­nolojik gelişmeler, dünyada iletişimi ve ulaşımı çok kolay hâle getirmiştir. İnsanlık tarihini ve dünyayı bu kadar değiştiren ve etkileyen bu buluşlardan, içinde kâinat­ta ne varsa hepsinden bah­sedilen, Kur’ân’da bahsedilmemesi im­kân­sızdır. İşte Bedîüz­zaman Hazretleri, Zül­fikar Mecmûası Muci­zât-ı Kur’âniye Risâ­lesindeki 20. Sözün 2. Makamında bu tek­nolojik gelişmelerden Kur’ân’da nasıl bahsedildiğini izah ediyor: “Her şey (Kur’ân’ın) içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi göremez. Zîrâ muhtelif dere­celerde bulunur. Bazen çekirdekleri, bazen nüveleri, bazen icmâlleri, bazen düstûrları, bazen alâmetleri ya sarâhaten, ya işâreten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtâr tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyâca göre ve maksad-ı Kur'ân'a münâsib bir tarzda ve iktizâ-yı makam münâsebetinde, şu tarzların birisiyle ifâde ediliyor. Ezcümle: Beşerin san'at ve fen cihetindeki terakkiyâtlarının netîcesi olan ha­vârık-ı san'at ve garâib-i fen olarak tayyâre, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücûda gelmiş ve beşerin hayât-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette, umûm nev-i beşere hitâb eden Kur'ân-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz.” (Bedîüzzaman Saîd Nur­sî Hz., Zülfikar Risâlesi, s. 159) Hz. Süleyman Aleyhisselâm ve Uçak “Süleymân’a da rüzgârı (boyun eğdirdik)! (Öy­le ki) sabah gidişi bir ay(lık mesâfe), akşam dönüşü de bir ay(lık mesâfe)dir. Ve erimiş bakır menba‘ını onun için (sel gibi) akıttık. Rabbisinin izniyle onun önünde çalışan bir kısım cinler de vardı. Onlardan kim emri­mizden sapsa, ona alevli ateş azâbından tat­tırırız. (Sebe’ Sûresi, 12)” Sebe’ Sûresinin 12. ayetinden anlaşıldığı gi­bi, Hz. Süleyman Aleyhisselâma Cenâb-ı Hak tarafından rüzgâra hükmetme muci­zesi verilmişti. Hz. Süleyman Aleyhisselâm, savaşa çıkmak istediği zaman askerlerine, kendisine tahtadan bir ulaştırma aracı yap­malarını emrederdi. Tahtadan yapılan ara­cın üzerine bir de tahtadan taht yerleş­tirilirdi. Hz. Süleyman Aleyhisselâm, asker­leri, savaş araçlarını ve savaş hayvanlarını da bu araca bindirdikten sonra, rüzgâra em­rederdi, rüzgâr da bu tahta aracın al­tına girip onu yerden kaldırırdı. Ve Hz. Süleyman Aleyhisselâm nereye isterse, on­ları oraya götürürdü. Rüzgâr, Hz. Süley­man Aleyhisselâm’ın emriyle yumuşak ve mülâyim eserdi (Mustafa Asım Köksal, Pey­gamberler Tarihi, c. 2, s. 214). İşte Bedîüzzaman Hazretleri, Hz. Süleyman Aleyhisselâm’ın bu şekilde gidiş ve dönüş toplam iki aylık mesafeyi rüzgârı kullanarak bir günde kat’ etmesini, günümüzdeki uçak yolculuğuna benzetmektedir. Atla veya ben­zer bir binekle bir ayda gidilebilecek me­safeler, günümüzde uçakla birkaç saatte gidilebilmektedir. Bu açıdan bakıldığında Hz. Süleyman Aleyhisselâm’ın bu mucizesi hem insanlığın varacağı teknolojik geliş­melere işaret ediyor hem de insanlığa tek­noloji açısından varabileceği yerleri ve he­defleri gösteriyor. Çalışıp didinenler, Ce­nâb-ı Hakk’ın koyduğu kanunlara riayet ederek, eskiden Peygamber mucizeleri ile ya­pılabilen işleri, asrımızda fen ve teknolojideki gelişmelerle yapabiliyor. Hz. Süleyman Aleyhisselâm ve Görüntü ve Sesin Nakli “Yanında kitabdan bir ilim bulunan zât (Âsaf bin Berhıya): ‘(Senin) göz açıp kapaman (es­nasında, henüz nazarın) sana dönmeden önce, ben onu sana getiririm’ dedi. (Süleyman) bir­den onu (o tahtı) yanına yerleşivermiş olarak görünce: ‘Bu, Rabbimin bir lütfudur! Tâ ki şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan ediyor! Hâlbu­ki kim şükrederse, o takdirde ancak kendisi için şükreder; kim de nankörlük ederse, artık şübhesiz ki Rabbim, Ganî (hiçbir şeye muhtaç olmayan)dır, Kerîm (çok cömert olan)dır’ dedi. (Neml Sûresi, 40)” Hz. Süleyman Aleyhisselâm’ın vezirlerinden Âsaf bin Berhıya’nın bir göz açıp kapama esnasında Sebe’ Melikesi Belkıs’ın tahtını getireceğini söylemesi, eşyanın ya aynen ya da görüntü olarak, o devirlerde nakle­dilebildiğini göstermektedir. Yemen’de bu­lunan Belkıs’ın tahtının görüntüsünün aynı anda Şam’da görünebilmesi, bugün­kü canlı bağlantıları, görüntülü tele­fon konuşmalarını ve resimlerin ve fotoğ­raf­ların anlık gönderilebilmesini hatıra ge­tir­mektedir. Bu teknolojik gelişmeleri, o gün­lerden haber vermektedir. Fen ve tek­no­lojinin geleceği aşamaları göstermekte­dir. Yine Hz. Süleyman Aleyhisselâm’a Cenâb-ı Hak tarafından verilen, hükmet­tiği memleketlerdeki insanların hâllerini görebilme ve seslerini işitebilme mucizesi de sesin ve görüntünün nakline işaret et­mektedir. Belkıs’ın tahtının görüntüsü nak­ledildiği esnada, taht etrafında bulunanların sesleri de duyulmuştur. Bugünkü teknoloji ile herkes, görüntülü konuşma imkânına sahip olabilmektedir. Kur’ân’da bahsedilen bu Peygamber muci­zeleri, bugün teknolojiye ışık tutmaktadır. İnsanlık tarihinin son zamanlarında, bu mucizelerin benzerlerinin fen ve ilimdeki gelişmeler ile insanların ulaşabilecekleri ve kullanabilecekleri aletlerde ve cihazlarda ortaya çıkacağına işaret etmektedir. Ancak burada üstünde durulması gereken bir konu da, bu teknolojik gelişmeler için bu nimetleri bize nasib eden ve gönderen Cenâb-ı Hakk’a şükretmemiz gerektiğidir. Neml Sûresi 40. ayet, aynı zamanda bu önemli meseleyi de bize ihtar ediyor. Hz. Musa Aleyhisselâm ve Yerden Su Çıkarılması “Ve bir zaman Mûsâ (Tih çölünde) kavmi için su istemişti de (ona): “Asânla taşa vur!” dedik. Bunun üzerine (taşa vurunca) ondan on iki pınar fışkırdı. Doğrusu her kabîle (su) içeceği yeri bildi. (Bakara Sûresi, 60)” İşte Hz. Musa Aleyhisselâm’a Cenâb-ı Hak tarafından verilen bu taştan su çıkarma mu­cizesi, günümüzde yer altından insanın ihtiyacı olan suyu ve diğer şeyleri ve ma­denleri çıkarabileceğini göstermektedir. Ce­­nâb-ı Hakk’ın yeraltına istifademiz için yer­­leştirdiği nimetleri, çalışır ve uğraşırsak elde etmememiz için hiçbir sebep yoktur. Su kıtlığı yaşanan yerlerden biri olan Afri­ka’da, açılan su kuyuları bu konunun güzel misallerinden birini oluşturuyor. Yine ar­tezyen kuyuları, bu konuya örnek olarak gösterilebilir. Nerede suya ihtiyacımız var­­sa, gelişen teknoloji ve geliştirilen alet­lerle su bulabiliriz. İşte bu ayet de, insan­lığa fen ve teknolojideki gelişmeler husu­sunda rehberlik ediyor. Varacağımız hedef­leri gös­teriyor, yolumuzu aydınlatıyor. Çalı­şırsak neler yapabileceğimizi gösteriyor. Hz. İsa Aleyhisselâm ve Tıb “Ve İsrâiloğullarına bir peygamber olarak (şöyle diyecek): ‘Hiç şübhesiz ben, size Rabbinizden bir delil (bir mu‘cize) ile geldim. Doğrusu ben, size çamurdan kuş şekli gibi bir şey yapıp içi­ne üflerim, Allah’ın izniyle (o) hemen bir kuş olur! Hem Allah’ın izniyle (anadan doğma) körü ve (teni) alacalıyı iyi ederim, ölüleri de diriltirim! Ve evlerinizde ne yiyorsanız ve ne biriktiriyorsanız size bildiririm! Eğer mü’min kimseler iseniz, şübhesiz bunda sizin için elbette bir delil vardır.” (Âl-i İmrân Sûresi, 49) Hz. İsa Aleyhisselâm zamanında tıp ilmi ön plandaydı. Birçok hastalığın tedavisi biliniyordu. Fakat anadan doğma körlüğün ve alaca tenliliğin tedavisi bilinmiyordu. Cenâb-ı Hak, Hz. İsa Aleyhisselâm’a kör­lerin gözünü açma, alaca tenlileri iyileştir­me ve ölüleri diriltme mucizesi verdi. Hz. İsa Aleyhisselâm’a verilen bu mucizeler, tıp ilminin daha da gelişeceğine ve ölüme geçici olarak bir hayat süsü verilebilecek kadar ileri gidilebileceğine işaret ediyordu. Günümüzdeki tıp alanındaki gelişmeler de bu durumu doğrulamaktadır. Özellikle organ nakli, kök hücre, komadaki birinin yıllarca makineye bağlı olarak yaşaması ve ileride ortaya çıkabilecek yeni tıbbî geliş­meler bu duruma verebileceğimiz misaller arasındadır. Hz. Davud Aleyhisselâm ve Demire Şekil Verilmesi “Şânım hakkı için, Dâvûd’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. ‘Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbîh edin!’ (dedik). Ve ‘Geniş zırhlar yap!’ diye demiri ona yumuşattık. ‘Hem do­kumasında ölçüyü gözet (güzel ve yeteri kadar yap) ve (ehlinle birlikte) sâlih amel işleyin! Çünki ben ne yaparsanız hakkıyla görenim’ (diye vahy ettik).” (Sebe’ Sûresi, 10) Evlerimizi ayaktan tutan taşıyıcı sistemler, ulaşım için kullandığımız uçaklar, gemiler, trenler ve arabalar ve hayatımızın birçok alanında kullandığımız her türlü alet ede­vatın en önemli yapı maddesi demirdir. İnsanlık için en büyük nimetlerden birisi­dir. Ve Cenâb-ı Hak, yerin altına bizim istifademiz için yerleştirmiştir. Asırların ih­tiyacına göre insanoğlu, bu nimeti yer altından çıkarmakta ve işlemektedir. Hz. Davud Aleyhisselâm, kendisine Cenâb-ı Hak tarafından verilen mucizenin gereği olarak demiri istediği gibi işleyebilirdi. O devirler için işlenmesi uzun zaman ve uğraşlar alan demir, bugün büyük sıcak­lık­larda çalışan fabrikalarda aynı Hz. Davud Aleyhisselâm’ın yaptığı gibi adeta bir hamur gibi kolayca işlenmektedir. Hz. Davud Aleyhisselâm ve Ses Kaydı “Gerçekten biz, dağları (ona) boyun eğdirdik, akşam sabah onunla beraber tesbîh ederler­di. (Sâd Sûresi, 18)”, “‘Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbîh edin!’ (dedik). Ve ‘Ge­niş zırhlar yap!’ diye demiri ona yumuşattık. (Sebe’ Sûresi, 10)”, “Bize kuşların dili öğretil­di. (Neml Sûresi, 16)” Cenâb-ı Hak, Hz. Davud Aleyhisselâm’a yüksek ve hoş bir ses ihsan etmişti. Hz. Davud Aleyhisselâm, bu güzel ve gür sesini kullanarak dağlara tesbihat yaptırırdı. Hz. Davud Aleyhisselâm ne derse, dağlar da onu tekrar eder, birlikte tesbih ederlerdi. İşte bu durumu ve dağlara karşı yüksek ses­le bağıran herkesin sesinin yankı suretinde dağdan geri gelmesini örnek gösteren Be­dîüzzaman Hazretleri, bu hadiselerin sesin kaydedilebileceğinin delili olduğunu ifade etmiştir. 1800’lü yıllarda bulunan fonoğraf adı verilen ilk ses kayıt cihazını da buna misal göstermektedir. İşte zaten Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu bir kanun olan bu durum, sesin kaydedilebileceğini insanlığa göstermiştir. Gerek Hz. Davud Aleyhisselâm’ın sesinin dağlar tarafından tekrar edilmesi, gerekse de yankı hadisesi bize ses kaydının mümkün olduğunu gösteren delillerdir. Günümüzde ses kaydının birçok farklı cihazla çok rahat yapılabiliyor olması da, bu konunun en gü­zel örneklerini teşkil etmektedir. Hz. Süleyman Aleyhisselâm, Hz. Davud Aleyhisselâm, Kuşlar ve Cep Telefonu “Bize kuşların dili öğretildi. (Neml Sûresi, 16)”, “Kuşları da toplanmış olarak (ona itaat ettirdik)! Hepsi onun (zikrine katılmak) için dönüp gelici idiler. (Sâd Sûresi, 19)” Cenâb-ı Hak, Hz. Davud Aleyhisselâm’a ve Hz. Süleyman Aleyhisselâm’a kuşlarla konuşabilme ve onları hizmetinde kullana­bilme mucizesi vermişti. Aynı zamanda han­gi kuşun hangi işte kullanılabileceğinin ilmini de onlara ihsan etmişti. Bu mucize­ler, zaten dünyanın yaratılışından beri at­mosferde var olan radyofrekans alanları ve elektromanyetik alanlar kullanılarak ge­liştirilen cep telefonu teknolojisinin müm­kün olacağını, o devirlerden insanlığa gös­teriyordu. Posta ve iletişim için de kul­la­nılan güvercinler veya diğer kuşlar, ha­vada aynı cep telefonu ile iletişimimizi sağ­layan elektromanyetik dalgalar gibi hızlı bir şekilde gerekli bilgileri ilgili yerlere ulaş­tırıyorlardı. Hz. İbrahim Aleyhisselâm ve Ateşten Korunma “(Onu ateşe attıklarında:) ‘Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selametli ol!’ dedik. (Enbiyâ Sûresi, 69)” Hz. İbrahim Aleyhisselâm ateşe atıldığında, Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla ateşin ona zarar vermemesi, günümüzdeki belirli derecelere kadar ateşten koruyabilen giysilerin yapıl­masının mümkün olabileceğine dair, tek­nolojik gelişmelere öncülük etmiştir. Yine yangına dayanıklı elektrik kabloları ve bu tür geliştirilen teçhizatların insanlığın hiz­metinde kullanılması da bu konuya verile­bilecek örnekler arasındadır. İnsanlığın Hem Maddî Hem Manevî Üstâdları: Peygamberler Çiftçilerin Üstâdı Hz. Âdem Aleyhisselâm, gemi inşa edenlerin Üstâdı Hz. Nûh Aley­hisselâm, terzilerin Üstâdı Hz. İdris Aley­hisselâm, demircilerin Üstâdı Hz. Davud Aleyhisselâm vb. bütün Peygamberler, in­san­lığın manevî önderleri oldukları gibi; ay­nı zamanda maddî işlerde de insanlığa birer Üstâd olmuşlardır. Her konudaki me­deniyeti, ilmi ve fenni, insanlık ilk olarak onlardan öğrenmiştir. Onların maddî ve manevî rehberliği ışı­ğında bugünkü teknolojik seviyelere gelin­miştir. Ve bugün kullandığımız her tekno­lojiden Kur’ân’da bahsedilmektedir. Yeter ki araştırılsın. Bedîüzzaman Hazretleri, dev­ri­nin de ötesine geçip bugünlerin ulaştığı bazı fennî ve teknolojik gelişmeleri, Kur’ân’daki ayetlerden ve Peygamber mucizelerinden bularak Mucizât-ı Kur’âniye Risâlesinde göstermiştir. Aynı şekilde Kur’ân, cid­dî bir şekilde incelendiğinde içinde bulu­na­mayacak mesele yoktur.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmiMefkuresini Arayan Coğrafya
Tarih

Süregelen sorunlar ve acıların sürekliliğine paralel olarak her zaman, dönemsel yaşa­nan hadiselerde ise ilave bir ton daha ek­leyerek zaman zaman, “Nedir bu halin ça­­resi, kurtuluş reçetesi ve maktadır. Bu arayış birey­lerin ses­sizce kendi zihinlerinde sorgula­ma­larından, mütefekkirlerin tarihin akışı­na du­yurma­larına, liderlerin kalabalık­lar önünde vur­gulamalarına kadar uzanmak­tadır. Yüz Yıllık Savruluş İslam coğrafyası, yüz yılı aşkın süredir uluslararası sistemin rüzgârıyla savrul­makta, aktörlerin dizaynına mukavim duramamaktadır. Burada şu hususu ilave bir not olarak da eklemek gerekmektedir ki; bu savruluşun, din olarak bizatihi İslam’ın kendisinde, hükümlerinde, kitap ve sünne­tinin mahiyetlerinde bir tahrife neden ol­du­ğu söylenemez. İslam coğrafyasının bu savruluşu, din olarak İslam’dan bağımsız bir eksen üzerinde hareket etmektedir. Din sabit olarak yerinde durmakta, Kur’an ve sünnet’in hükümleri tahrifsiz olarak ilk gün­kü haliyle varlıklarını muhafaza etmek­tedir. Bu savruluş, İslam dinine mensup olan bireylerin ve yaşadıkları coğrafyaların si­yasi, idari, iktisadi, içtimai, askeri vb. pek çok alanda yaşadıkları bir savruluştur. Bu savruluş aynı zamanda coğrafyadaki Müs­lüman bireylerin ‘Rodinson’un ifade­siyle Batıyı büyüleyen İslam’1 ile olan ilişki­lerinden, İslam ile olan yakın mesafelerin­den, İslam’dan beslenerek oluşmuş yine ba­tıyı büyüleyen bir medeniyetten, İslam’ın birey ve toplumlara gösterdiği mefkûreden bir savruluştur. Avrupa’da 1618’de başlayan hem dini hem de siyasi özellikler taşıyan 30 yıl savaşlarının, 1648 yılında Westfalya anlaşmasına giden süreci başlattığı, 30 yıl savaşları sonunda gerçekleşen 1648 Westfalya Anlaşması’nın ise günümüze değin ulaşacak olan ulus dev­let anlayışını doğurduğu kabul edilmektedir. Westfalya ile başlayan uluslaşma süreci, içinde Osmanlı İmparatorluğunun da bu­lun­duğu İmparatorlukların dağılmasına ulus devletlerin ortaya çıkmasına neden olmuş­tur. Westfalya sürecinin sonucu, etkileri sa­dece kendisini ortaya çıkaran coğrafya ile sınırlı kalmamış, süreç ve sonuçları İslam coğrafyasına da sirayet etmiştir. Haçlı se­ferlerine direnen, Moğol istilasını eninde so­nunda izale eden coğrafya, Westfalya’nın or­taya çıkardığı atmosfer karşısında bir mefkûre inşa edebilmiş ancak bir duruş sergileyebilmiş değildir. Westfalya’nın oluş­tur­duğu rüzgâr önünde savrula savrula bu­güne kadar gelmiştir. Bu güne kadar gelen bu serüven içerisinde önemli kırılma noktaları, sürekli tehditler, zaman zaman fırsatlar, çokça kayıplar ve az da olsa kazanımlar olmuştur. İmparatorluklar çağı çökerken başlayan Bi­rinci Dünya Savaşı’nın sonrasında, İslam coğ­rafyasının suni sınırlar ile taksimi söz konusu olmuştur. Afrika’dan Ortadoğu’ya Bal­kanlardan Orta Asya’ya oluşan bu ye­ni yapıya İslam dünyasının kendisinin mü­dahalesi mümkün olamamıştır. Birinci Dün­ya Savaşı’nın sonrasında oluşan ulus­lararası yapı İkinci Dünya Savaşı’nın koşul­larını hazırlamıştır. İslam coğrafyasının üretmediği bir savaş olan İkinci Dünya Savaşını takip eden yıl­larda, uluslararası sistemde iki kutuplu bir yapı ortaya çıkmış ve bu dönem Soğuk Sa­vaş dönemi olarak adlandırılmıştır. On yıllarca süren zaman dilimine yayılan bu dönemde İslam coğrafyasının unsurları ait olmadığı iki kutuptan birisine taraf olmak durumunda kalmıştır. İslam coğrafyası ne kendisi bir kutup olabilmiş, ne de kutupları oluşturan iki aktörden birisi üzerinde nüfuz kurabilmiştir. 90’lı yılların başında çöken iki kutuplu ya­pının ise Ortadoğu’da bugünkü bölgesel ka­os ortamını netice verdiği bizzat mü­şa­­hede edilen, tanıklık edilen bir vakadır. Mev­cut durumda İslam coğrafyası üzerinde tezahür eden ve on yıllardır süren dram ve tra­jedilere yenileri eklenerek devam etmektedir. Ortadoğu, İslam coğrafyasının önemli bir parçasıdır. Ancak İslam dünyasının trajedi­lerine salt Ortadoğu üzerinden bakmak, Kaf­kasları, Arakan’ı, Doğu Türkistan’ı, Kara­bağ’ı düşük yoğunlukta gündeme al­mak, eşit trajediler ve acılar arasında algısal bir sıralama yapmak gibi fiili bir durum ortaya çıkaracaktır ki bu da önemli bir eksiklik oluşturacaktır. Geçmiş zaman dilimlerinde İslam coğraf­ya­larında, Bosna Hersek’te, Çeçenistan’da, Karabağ’da, daha geçmiş zaman dilim­lerinde Kırımda, Ahıska’da, Orta Asya ve Kafkaslarda, Balkanlarda ve yine Orta­do­ğu’da yaşanan elim hadiseler, katliamlar, göçler, sürgünler hep bu külli savruluşun cüzi izdüşümleri olmuştur. İslam dünyası ve coğrafyası savruldukça bireyler hayat­larından olmuş ve olmakta, bireyler ve top­lumlar yurtlarından göç ve sürgüne maruz kalmaktadır. Bugün Suriye’den Avrupa’ya iltica et­mek için yola çıkanlarla, dünün Bosna Her­sek’inde yollara düşenlerin hikâyesi, bu­gün Halep’e düşen bombalarla dünün Saray­bosna’sına atılan mermiler, hep aynı savru­luşun tezahürü olmuştur. İslamabad’dan İstanbul’a kadar İslam coğ­rafyasının terör saldırılarına maruz kalması, Suriye ve Irak gibi İslam coğrafyalarının terör örgütlerinin laboratuar alanı haline dönüştürülmesi, coğrafyayı savurmaya ma­tuf zincirin yeni halkalarıdır. Coğrafi, siyasi, iktisadi, idari ve içtimai vb. gibi çok geniş bir yelpazede sonuçları olan ve İslam coğrafyası için kayıplar yaşatmış bu hadiselerin her birisi dünyanın geneli için birer kırılma noktası olduğu gibi İslam coğrafyasının özeli için birer kırılma ve savrulma noktasıdır. Her bir kırılma noktası İslam coğrafyasını yeniden dizayn eden yeni bir safhaya geçişi netice vermiştir. İslam dünyası bütün bu hadiselerde ve sonrasında oluşan yapılarda, hadisatı yönlendiren ve etkileyen konumunda olamamış, akışa mü­dahalede bulunamamıştır. Mefkûre Arayışı Süregelen sorunlar ve acıların sürekliliğine paralel olarak her zaman, dönemsel yaşa­nan hadiselerde ise ilave bir ton daha ek­leyerek zaman zaman, “Nedir bu halin ça­­resi, kurtuluş reçetesi ve çıkış yolu?” sual­­lerini, İslam dünyası her düzeyde dile getiredurmaktadır. Bu arayış birey­lerin ses­sizce kendi zihinlerinde sorgula­ma­larından, mütefekkirlerin tarihin akışı­na du­yurma­larına, liderlerin kalabalık­lar önünde vur­gulamalarına kadar uzanmak­tadır. “Nedir?” eksenli bu sorgulama aynı zamanda bir arayışın ifadesidir. Bu arayış bilinmezin keşfedilmesi mahiyetinde olmayan, biline­nin tekrar tekrar ikrar edilmesi suretine dönüşmüş bir arayıştır. Bu arayış iktisadi, içtimai, siyasi, askeri, coğrafi vb. pek çok kayıplarla beraber kaybedilmiş bir mef­kû­renin arayışıdır. Bu mefkûre, 1911’de Şam’da Camii Eme­vi’de Bediüzzaman Said Nursi tarafından içinde yüzden fazla ulemanın bulunduğu binlerce kişiye irad ettiği hutbede yer alan bir mefkûredir. Bu mefkûre Hasan El Benna’nın 1936’da tüm Müslüman ülke liderlerine gönderdiği mektupta yer alan mefkûredir. Bu mefkûre 11 Eylül 1969’da Fas Kralı’nın bütün Müslüman ülke devlet başkanlarına ilettiği mesajda yer alan mefkûredir. Bu mefkûre Meh­met Akif,  Hüseyin Ragıp Bey, Eşref Edip Bey, Muhammed İkbal, Şeyh Sunusi, Sa’d Zağlul, Cemaleddin Af­gani, Abdulhamid b. Badis, Muhammed Abduh’un mefkûresidir. Bu mefkûre Erba­kan’ın beyanatlarında var olan mefkûredir. Bu mefkûre dün İslam Konferansı Ör­gütü’nün  (İKÖ) ruh arka pla­nında yer alan, bugün İslam İşbirliği Teş­kilatı çatısı altında Türkiye tarafından sıkça vurgulanan bir olgudur. Bu mefkûre 100 yıllık savruluş içerisinde tutunacak dal arayan coğrafyaya, farklı za­man ve mekânlarda farklı kişilerce müte­ad­dit defalar dile getirilmiş ve hatırlatılmıştır. Farklı zaman ve mekânlarda tarihin akışı­na not düşülen bu mefkûreye, coğrafyanın ekseriyeti aynı anda tutunduğunda, coğraf­ya­nın tarih önündeki savruluşu son bu­lacak, bir aktör olacak ve fırtınalara karşı duracaktır. O mefkûre: “İttihad-ı İslam”dır. Kaynaklar: 1- Maxime Rodinson, Batıyı Büyüleyen İslam, Çeviren Cemil Meriç, Pınar Yayınları

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Temmuz
Konu resmiHiçbir Şey İçin Geç Değildir
Eğitim

Ramazan ayı geride kaldı. Bir eğitim-öğretim yılı daha geride kaldı. Hayatın içinde istikbal için iyi ve güzel ara­yışları ile birlikte pek çok güzellikleri, bazen de sıkıntıları geride bırakarak bugünlere geldik, gidiyoruz. Evet, hayat dinamiktir. Bekleme yapmaz. Ba­zen olur ki sadece serzenişte bulunursu­nuz. Bazen “Ah!” dersiniz, bazen “Oh!” dersiniz. Asıl olan ise, eğer hala hayata tutunmaya devam ediyorsanız, gelecek adına, geçirmiş olduklarınızdan her halükarda istifade ede/bilir/siniz. Hayat çoğu zaman da gelecek için plan, geçmiş için muhasebe üzerinden hareket eder. Anı yaşamak esastır. Gerçek/lik on­dadır. Bununla birlikte insan, insan ol­ma­nın fıtri gerekliliği olarak geçmiş ve ge­lecek ile kurabildiği irtibatla örer an’ı. Plan / muhasebe; muhasebe / plan. Bu iki­si­nin kesişiminden an’ı şekillendirmeye, yaşa­ma­ya çalışırız. Okul ve Ramazan anlamında baktığı­mız­­da, hem muhasebe hem de plan (ümit) devresindeyiz. Ne yaptık bir kul ola­rak Ra­mazan ayında? Ne kadar istifa­de edebil­dik? Nasıl bir sene geçirdi çocuk­larımız bir talebe olarak, öğretim dönemi içerisinde? Bu dönemin içerisinde eğitim ne kadar yer aldı? Yoksa çocuklarımız hala bir yarış atı modunda mı? Biz veliler, hala çocuklarımıza mı soruyoruz “Tatil ne zaman!” diye. Pek çok sorular var, sorulacak / sorulabilecek. An’ı yaşarken, yaşadığımızı zannederken nefsimizin (arzu ve isteklerinin) ne kadar dı­şında bakabildik etrafa? Ne kadar farkında olabildik bizimle ilgili olan (yakın / uzak) bağ­lantılarımızın, ilgililerimizin (kısaca ailemizin)? Bir anlamda bakıldığında ise, soru ve ce­vaplardan ibaret değil midir hayat? Hep cevap arayan insan, ne kadar (doğru) soru sorabildi hayat için/de? Zor olan, cevap bulmaktan daha çok ‘asıl soruyu’ sorabil­mek değil midir? Asıl maharet, cevapları ha­rekete geçirecek sorgulamalar değil midir? Bütün insanlığı meşgul eden üç mühim ve merak-aver sual olan “Necisin? Nereden ge­liyorsun? Nereye gidiyorsun?” değil miydi, insan/lığ/ı meşgul ederken diğer taraftan (cevapları bulunduğunda) memnun eden? Evet, kıymetli İrfan Mektebi okurları, Mek­teb-i İrfan sakinleri! Bu ay bazı so­rular sorduk; bize ait, size ait, hayata ve içindekilere ait. Cevaplar aramaya çalıştık; an’ı bulmak, yaşamak, değerlendirebilmek adına… Doğru soruları sorabilen, doğru cevaplara ulaşabilecektir. Ümidimiz, duamız, gay­re­­ti­miz o ki doğru soruyu sormak kadar, za­manı da doğru (tasarruflu) kullana­bil­mek, kullanmak ve geç kalmamak da ehemmi­yetlidir; ve hiçbir şey için geç değildir, nefes alıp veriyorsak. Kalın sağlıcakla…

Metin UÇAR 01 Temmuz
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

İshak Paşa Camii Cami, Fatih Sultan Mehmed ve Sultan 2. Bayezid dönemi Sadrazamlarından İshak Paşa tarafından 1482 senesinde Ahır­kapı’da inşa ettirilmiştir. İlk başta mes­cid olarak inşa ettirilmiş olan cami, 1747 se­nesinde Tiryaki Hasan Paşa tarafından min­ber koydurularak camiye çevrilmiştir. Cami ile beraber sıbyan mektebi ve ha­mam da yaptırılmıştır. Sıbyan mektebi za­­manımıza ulaşmamış olup, hamam ise res­tore edileceği günleri beklemektedir. Ca­mi, tek bir merkezî kubbelidir. Harim alanı 81 metrekaredir. Cami, tamamen mo­loz taşla inşa edilmiş çok sade bir yapıdır. Yapı­nın kemer ve geçiş noktalarında tuğla kullanıl­mıştır. Giriş cephesinde tuğladan yapılmış iki büyük kemer bulunmaktadır. Caminin minaresi, yapının kuzeybatı köşe­sindedir. Mi­na­renin kaide kısmı taştır. Göv­de kısmı da tuğladır. “Dünyayı verip karşılığında âhireti aldık” Nakledilmiştir ki; Bağdat’ta bakırcılar çarşısında yangın çıkmış, birçok zayi­at olmuştu. Bu sırada köle olan iki Rum çocuğu bir dükkânın üzerine çıkıp imdat istiyorlardı. Ateş iki çocuğun etrafını sarınca, çocukların efendisi; “Her kim bunları dışarı çıkarırsa ona bin mağrib altını vereceğim” dedi. Ama kimse onların yanına yanaşmaya cesaret edemedi. Birden Ebû Hüseyin Nûrî Hazretleri (ksa) çıkageldi. İki Rum çocuğun feryad ettiklerini görünce, Besmele çekip ayağını ateşe attı ve ikisini de sağ salim dışa­rı çıkardı. Çocukların efendisi bin mağrib altını getirip önüne koyunca Hazret dedi ki; “Bunları alıp götür ve Allah Teâlâ’ya şükret, zira bize verilen bu mertebe kimseden bir şey almadığımız için verilmiştir. Biz dün­yayı verip karşılığında ahireti almışızdır.” (Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 432) Hüsrev Efendi’nin Sistemi Siyavuş Bedîüz­zaman Hazretleri tara­fın­dan Barla’da telif edilerek, Ispar­ta’ya gön­derilen risâ­leler, mütalaa edil­mekle beraber te­mize çekilerek neşre hazırlanıyordu. Nûr risâleleri önceleri Isparta ve civarına, daha sonraki dönemlerde ise Anadolu’nun muh­te­lif merkezlerine ulaştırıldı. Bu metod için, Bedîüzzaman Hazretleri “Hüsrev’in Sistemi” ifadesini kullanıyordu. O yıllarda Hüsrev Efendi’nin memuriyet vazifesi yapan kü­çük kardeşi Ömer Altınbaşak, onun kâğıt, mürekkep gibi ihtiyaçlarını karşılamakta idi. Barla’dan Bedîüzzaman Hazretlerinin ye­ni risâle ve mektuplarını Bekir Ağa gibi zat­lar, doğrudan Hüsrev Efendi’ye veya ona ulaştırılmak üzere Isparta’da memurluk ya­pan Rüştü Bey’e getirirlerdi. Hüsrev Efendi de bu nüshaları adeta bir matbaa gibi temize çekip çoğaltıyordu. Sanki sırf bu iman ve Kur’ân hizmeti için yaratılmıştı. 4 Temmuz 1187 Hıttin Zaferi Hıttin Savaşı, Birinci Haçlı Seferi son­rasında istilâya uğrayan Kudüs’te ku­rulan Haçlı Krallığı ordusu ile Selahaddin Eyyûbî komutasındaki İslâm ordusu ara­sında Taberiye Gölünün batı yakasındaki Taberiye kalesi yakınında bulunan Hıttin Köyü ve volkanik “boynuz” şekilli Hıttin Tepesi civarında yapılan bir muharebedir. Selahaddin Eyyubî komutasındaki İslâm ordusu, Haçlı Krallığı ordusunun etrafını sa­rarak zafer kazanmış ve Kudüs Kralı Lü­zin­yanlı Guy bu muharebe sonunda esir düş­müştür. Haçlıların verdiği kayıpların bü­yüklüğü Müslümanların Kudüs’teki Haç­­lı Krallığı’nın neredeyse tamamını ele geçir­mesini sağladı. Akka, Betrun, Bey­rut, Sayda, Nasıra, Gaman, Caesarea, Nab­lus, Yafa ve Aşkelon üç ay içinde düştü. Se­lahaddin Eyyubî, Haçlılara en büyük dar­besini ise, 88 yıl Haçlıların elinde kalan Kudüs’ü 2 Ekim 1187’de fethederek indirdi. 27 Temmuz 1612 Sultan 4. Murad doğdu Sultan 2. Osman’ın şehîd edilmesi ve Sul­tan 1. Mustafa’nın tahttan indiril­me­si üzerine; Sultan 4. Murad, 10 Eylül 1623 tarihinde tahta çıkmıştır. 9 Eylül gü­nü, Eski Saray’da bulunan annesi Kösem Sul­tan, Topkapı Sarayı’na getirilmiş ve o da oğlunu cülûs törenine hazırlamıştır. Sultan 4. Murad, ertesi gün Eyüb Sultan’da Aziz Mahmud Hüdaî hazretlerinin elinden kılıç kuşanmıştır. Sultan 4. Murad devrindeki en önemli askerî olay, 1623-1639 Osmanlı-Safevî Savaşı’dır. Bu savaşta Osmanlı orduları Revan Seferi ile Doğu Anadolu, Ahıska, Re­van (Erivan) ve Kafkasların önemli bir bölümünü ele geçirmiştir. Padişah, Ana­dolu’da bozulan otoriteyi sağlamak adına bu seferi ve Bağdad seferini bir fırsat ola­rak görmüştür. Anadolu, Kanuni Sultan Süleyman’dan beri ilk defa Padişah’ı Ana­dolu’da görme fırsatını bu seferlerle bul­muştur. 1638 yılındaki Bağdad Seferi ile 1624’ten beri İran işgali altında bulunan bu şehri yeniden Osmanlı topraklarına katmıştır. Bağdad Seferi, Osmanlı tarihinin en gösterişli seferlerinden birisi olmuş ve Padişah büyük bir komutan edasıyla Doğu’da varlık göstermiş ve Bağdad Fatihi olarak anılmıştır. Kuşatma 40 gün sürmüştür. Bağdad’da kuşatma devam ederken tahrip edilen İmam-ı Azam’ın türbesine yüzü olmadığını söyleyerek ziyarette bulunmamış, Bağdad’ı almadıkça da huzuruna çıkmaktan hayâ ettiğini söylemiştir. Fethin ardından İmâm-ı Azam Hazretlerinin türbesini ziyaret etmiştir. Ancak bu Doğu seferleri sırasında hastalanan Sultan 4. Murad, iyileşememiş ve 8 Şubat 1640 tarihinde vefat etmiştir. 13 Temmuz 1960 Bedîüzzaman Hazretlerininkabri bilinmeyen bir yere taşındı Bedîüzzaman Hazretleri, 23 Mart 1960 günü Urfa’da vefat etmiş ve Halilür­rahman Camii hazîresinde kendisi için ha­zırlanan tür­beye def­nedilmişti. Aradan iki bu­çuk ay geçtikten sonra 27 Mayıs’ta 1960’da darbe olmuş ve darbeciler Bedîüzzaman Haz­retlerinin naaşını Urfa’dan başka bir şehre nakletme kararı almışlardır. Üstâd Hazret­lerinin kardeşi Abdülmecid Nur­sî Ağabey’e zorla imzalatılan kabir nakli belgesi ile 12 Temmuz’u 13 Temmuz’a bağ­layan gece, Üs­tâd’ın kabri askerler tarafından açılmıştır. Bo­zulmamış olan mübârek naaşı uçakla ön­ce Afyon’a getirtilmiş, ardından da bugün dahi bilinmeyen bir yere def­nedilmiştir.  

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmi11. Lem’a (2)
Risale-i Nur

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : Mirkatü’s-Sünne ve Tiryâk-ı Marazü’l-Bid’a, 11. Lem’a, 5. Lem’aRisalenin Telif Tarihi : 1933 (tahminen)Dili : TürkçeMüellife Göre Değeri :- Şirkle imanı ve kötüyle iyiyi ayırmak için bir cevher ve ölçüdür.- Sünnet-i Seniye’ye uymanın maddî ve manevî faydaları anlatılmaktadır.- Sünnet-i Seniyeye itiraz edenlerin itirazlarına mükemmel ve muntazam cevaplar veren bir risaledir.- Görünürde 15-16 sahifeden ibaret küçük bir risale olmakla birlikte hakikatte neşrettiği nurla çok büyük denizleri geçecek bir azamette ve çok büyük yıldızların nurlarını setredecek kudrettedir.- İstikametli bir tefsir, i’câzlı bir beyan, nurlu bir ilândır.- Beş ayet-i kerimenin ve dört hadis-i şerifin tefsiridir.Konusu : Sünnet-i Seniyenin hakikatini, mahiyetini, hikmetlerini beyan etmek ve bid’at hastalıklarını defetmekRisalenin Metodu  : Naklî haberlerle delillendirme ve bunların açıklanmasıOtoriter şahsiyetleri delil göstermeMünazara (soru-cevap)Mantık ilmi delillerini kullanmaOlumsuz fikirlerin kötü sonuçlarını göstermeHakikati keşif ve hikmetleri beyan etmeFıkhî hükümleri kullanmaFıtrat delilini kullanma Birinci nokta: İnsan, sonsuz bir mu­­habbet ile yüce Allah’ı sevecek şe­kilde yaratılmıştır. İnsanın kalbi kü­çük lakin aşkı büyüktür. Cenab-ı Hakkın had­siz bir mukaddes cemali, kemali ihsa­nı vardır. Öyle ise insan rabbini hadsiz bir muhabbetle sevmelidir. Hem yüce Allah sonsuz bir muhabbetle sevilmeye layıktır. İkinci nokta: Yüce Allah’ı sevmek, Hz. Pey­gambere (sav) uymayı gerektirmekte­dir. Çünkü Allah’ı sevmek demek Onun ra­zı olduğu şeyleri yapmak demektir. Yüce Allah’ın razı olduğu şeyler en güzel şekilde Hz. Peygamberde (sav) görünmektedir. Hz. Muhammed’e (sav) iki şekilde benzemeye çalışılmalıdır: 1- Cenab-ı Hakkı sevmek yönüdür. Allah’ın razı olacağı şekilde hareket etmenin en gü­zel örneği Hz. Muhammed (sav)’dir. 2- İnsanların nâil olduğu sayısız ilahi ih­sanların en önemli vesilesi Hz. Peygamber (sav)’dir. Bundan dolayı Allah hesabına se­vilmeye ve sünnetine uyulmaya layıktır. Üçüncü nokta: Cenab-ı Hakk’ın sonsuz rahmeti olduğu gibi sonsuz bir muhabbeti vardır. Yüce Allah kendisini seven ve ken­disini sevdirmeye çalışanları sever. Onun mu­habbetini kazanmak ise ayetin ifadesiyle sünnetlere uymakla mümkündür.  Demek Sünnet-i Seniyeye uymak insanın en büyük bir amacı ve bir vazifesi olmalıdır. ON BİRİNCİ NÜKTE: Birinci Mesele: Sünnet-i Seniye’nin kayna­ğı Peygamber efendimizin sözleri, fiil­­leri ve ahvalidir. Bu üç kaynak farzlar, nafileler ve âdetler olmak üzere üç kısma ayrılmaktadır. Müslümanlar farz ve vacip kısımlarına uy­mak zorundadır. Bunlar terk edilemez. Na­file olan sünnetlerin ise yapılması sevap­tır. Terk edilmesinden do­layı bir ceza yok­tur. Fakat nafilelerin değiş­tirilmesi veya kaldı­rılması bid’attır. Âdet kısmına uymanın ferdî ve toplum hayatı açısından birçok hikmetleri ve fay­daları bulunmaktadır. Resul-ü Ekrem’in (sav) sünnetleri uyulacak en güzel örnek­lerdir. Takip edilecek en güzel rehber ve prensip olacak en güzel kanunlardır. - Hz. Peygamberin (sav) en yüksek ahlaka sahip olması - En meşhur ve en mümtaz şahsiyet olması - En mükemmel insan-ı kâmil ve mürşid olması - Mutluluğa erdiren rehberliğinden dolayı sünnetine uyulmalıdır. Sünnet-i Seniye’ye uymakta tembellik eden­ler büyük zarar eder. Önemsiz görenler bü­yük bir cinayet işlemiş olur. Tenkit etmek ise büyük bir dalalete düşürür. İkinci Mesele: Kur’an-ı Kerim’in açık­ladığı güzel ahlaka en evvel uyan ve bu güzel ahlak üzere yaratılan Hz. Muhammed (sav)’dir.  Böyle bir zatın fiilleri, tavırları ve sözleri bir rol-model olmaya layık iken Ona uymayan veya Onu önemsemeyen veya sünnetini değiştirmeye kalkanlar ne kadar zarardadırlar. Üçüncü Mesele: Hz. Muhammed (sav) en mükemmel şekilde yaratılmasından do­la­­yı­dır ki tüm fiillerinde istikamet üzere ol­muş­tur. Aşırılıklardan sakınmıştır. Hz. Pey­gamber (sav)  فَاسْتَقِمْ كَمَاۤ اُمِرْتَ (Emro­lunduğun üzere dosdoğru ol!)  İlahi emir gereği her söz, davranış ve fiilinde istikamet üzere olmuştur. Hz. Muhammed (sav) tüm Sünnet-i Seniyesinde istikameti gözetmiştir.

Muhammed AYDIN 01 Temmuz
Konu resmi “Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir, mültebise”
Risale-i Nur

Dimağda merâtib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdîk ediyor. Sonra iz‘ân oluyor. Sonra gelir iltizâm, sonra i‘tikad gelir. İ‘tikadın başkadır, iltizâmın başkadır. Her birinden çıkar bir hâlet. Salâbet i‘tikaddan, taassub iltizâmdan, imtisâl iz‘ândan, tasdîkten iltizâm, taakkulde bîtaraf, bî-behre tasavvurda. Tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvîr etmek her demde, sâfî olan zihinleri cerhdir, hem idlâli. Olay, nesne ve varlıklar hakkında edinilen bilginin insan zihninde fark­lı mertebeleri / evreleri bulunmaktadır. İnsan hem bu mertebeleri hem de onlar hakkında verdiği hükümleri karıştırmaktadır. Edinilen bilgi zihinde öncelikle hayal edilmektedir. Hayalin ise bir sınırı yoktur. Âdeta olay ve nesnelerin bir ön izlemesi gibidir. Bundan dolayıdır ki gerçek dünyada olmayan çok şeyler hayalde mümkün olur. Bu aşamaya hayal etme yani TAHAYYÜL denmektedir. Sonra hayal edilen o ilim/bilgi zihin tarafından tasarlanır ve şekillendirilir. Âdeta zihin hayal edilen bu bilginin bir fotoğrafını çizer. Hayal edilen manalar, tasavvur sayesinde bir şekle girer. Belirsizlikten kurtulur. Sınırları bellidir. Diğer şeylerden farklı olduğu açıktır. Buna tasarım, zihinde şekillendirme yani TASAVVUR denmektedir. Bundan sonra zihin, çizdiği bu şeklin, suretin, resmin ne olduğu ve ne olmadığı hakkında fikir yürütür. Edindiği bilgi hakkında tefekkür etmeye başlar. Anlamaya çalışır. Özelliklerini ortaya çıkarır. Bu mertebeye anlamak, akıl erdirmek yani TAAKKUL denmektedir. Bu aşamadan sonra zihin artık şekillendirdiği ve fikir yürüttüğü bu bilgi hakkında bir hükme varır. Bir kanaat belirtir. Zihin, edindiği bilgi için “Böyledir, şöyledir, iyidir, kötüdür, hayırdır, şerdir, yararlıdır veya zararlıdır” diyerek bir hüküm koyar. Bu hüküm koyma işi zihnin bir faaliyetidir. Yani zihinsel bir hükümdür. Kalbin tasdik etmesinden farklıdır. Zihnin doğrulaması veya yanlışlamasıdır. Hz. Peygamberin (sav) “el-Emin” olduğunu zihnen tasdik eden fakat kalbiyle tasdik etmeyip müşrik kaldıkları örneğinde olduğu gibidir. Bu sayede zihin konuyu/bilgiyi idrak eder. Bu aşamaya TASDİK denmektedir.  Tahayyül-tasavvur-taakkul aşamasında zihin herhangi bir hükme varmaz. Kurduğu cümlelerde “dır, dir”ler yoktur. Hüküm ancak tasdik aşamasında bulunmaktadır. Yalnızca hayal etme, tasarlama, ne olduğu veya olmadığı hakkında düşünmekten ibarettir. Bundan dolayıdır ki bir tasdik söz konusu olmadığından bu aşamalarda insan sorumlu değildir. Zihin, verdiği bu hükümden sonra yani tasdik aşamasından sonra bilgiyi iyice benimsemeye çalışır. Bu aşamaya boyun eğmek, kabullenmek, anlayış, kavrayış yani İZ’ÂN denir. Daha sonra zihin benimsediği bu ilim/bilgi vasıtasıyla başka bilgilere de ulaşır. Bu ilim/bilgiyi kendi hakkında lüzumlu görür. Bu aşamasına ise İLTİZAM denir. Zihin iltizam aşamasından sonra artık bu ilim/bilgi hakkındaki muhalif tüm delilleri çürütür. İlim/bilgi hakkında en küçük bir tereddüdü kalmaz. Artık zihnin o ilim/bilgi hakkında kesin, kat’î bir idraki vardır. Bu aşamaya İTİKÂD denir. Hz. Üstada göre ilmin/bilginin zihindeki bu aşamaları hakkında varılacak farklı hükümler bulunmaktadır. Bu hükümleri karıştırmanın yanlış olduğunu ifade etmektedir. Zira hükümleri karıştırılan ilmin/bilginin insan hayatını son derece olumsuz etkileyebilecek bir özelliği bulunmaktadır. Denilebilir ki vesvesenin kaynağı bu aşamalar hakkındaki hükümlerin karıştırılmasıdır. Şimdi edinilen ve zihinde farklı aşamaları bulunan ilmin/bilginin hakkındaki hükümleri açıklamaya çalışalım. İlmin/bilginin tahayyül edilme evresinde, zihin eğer bunun bir hayal aşaması olduğunu bilmezse birçok safsatalara (saçmalıklara) düşebilir. Zira birçok saçmalıklar hayal edebilir. Öyle ise hayal edilen bir şey eğer tetkik, tahkik ve delile dayanmıyorsa onun safsatadan ibaret bir hüküm taşıdığını unutmamak gerekir. İlmin/bilginin tasavvur aşamasında her ne kadar bir resim, fotoğraf, şekil, tasarım varsa da zihnin tasdikinden uzaktır. Bu şekillendirilmiş ve sınırları belirlenmiş olan bilgi tasdiklenmemiştir. Yargıdan mahrumdur. Bundan dolayı “Neden böyle kötü şeyler canlandırıyorum. Hayal ediyorum. Bu zihnimdeki tasarımlardan nasıl kurtulabilirim?” gibi benzeri kuruntular, insanı endişeye düşürmemelidir. Çünkü bu aşamada zihin için herhangi bir tasdik etme söz konusu değildir. Unutulmamalıdır ki bu aşamada zihin bî-behre yani tasarımları hakkında bir yargıya varmamıştır. Bu tasarımlar hükme varılmamış görüntülerdir. Yalnız hiçbir ihtiyaç söz konusu olmadan kötü şeyleri tasarlamak insanda olumsuz duyguları uyandırabilir. Onun için bilerek ve isteyerek kötü şeyleri canlandırmaktan ve tasarlamaktan uzak durmalıdır. Taakkul aşamasında ise zihin tarafsız olarak ilmin/bilginin ne olduğu veya ne olmadığı hakkında fikir yürütmektedir. Leh ve aleyhte olan her şeyi düşünmektedir. Onun için bu aşamada edinilen ilim/bilgi hakkında zihin bî-taraf yani tarafsızdır. Dikkat edilecek olursa buraya kadar her hangi bir zihinsel tasdik/kabul söz konusu değildir. Bundan dolayı insan sorumlu tutulmamaktadır. Devam Edecek

Muhlis KÖRPE 01 Temmuz
Konu resmiİslâm Süsleme Sanatında ve Mimarîde Geometrik Desenler
Tarih

Geometrik desenler İslâm sanat ve mimarisinin en belirgin görsel ifa­deleri arasında yer almaktadır. Sa­nat­ta geometrinin kullanımı yüzyıllardan beri süregelmekte, geometri ve sanat bir­birleri ile bağlantılı olup birbirlerini des­teklemektedir. Özellikle mimari yapılarda geometriden ihtişamlı desenler, tesadüfen oluşmayıp ustaların uzun yıllar devam eden geleneksel ölçüm yöntemleri kullanılarak meydana getirilmiş harikulâde eserlerdir. Geç­miş dönemlerde zanaatkârlar bu kar­maşık gibi görünen desenleri çizmek için kullanmış oldukları alet bir cetvel ve bir pergelden ibaret idi. Bugün bu desenleri çizmek için teknolojik yardımın dışında lazım olan yine bir cetvel ve bir pergeldir. Sanat faaliyetleri, milletlerin kültürel zen­ginliğini oluşturan değerlerdir. Birçok sa­nat faaliyetinin ilk aşamasını, motif çizimi oluşturmaktadır. Geometrik desenler de en çok kullanılan motifler arasında yer al­maktadır. Geometrik süsleme sanatı İslâ­miyet öncesi ve sonrasıyla birlikte Türk-İslâm kültürüyle yoğrularak bugünkü şekli­ni almıştır. Bilhassa Anadolu Selçukluları döneminde geometrik motifli süslemelerle yapılmış pek çok esere rastlanmaktadır. Os­manlılarda ise bu tür motiflerin köken­lerindeki sembolik anlamları kaybolarak, zamanla bir süsleme malzemesi haline dö­nüşmüştür. Mimaride Buhara, Semerkant gibi şehir­lerin âbidevî yapılarında kullanılan, belirli teknik ve motifler özellikle Karahan’lılar aracılığıyla hâkim olunan bölgelere, sonra da Anadolu’ya geçmiştir. Anadolu’da, Sel­çuklu döneminde geometrik motiflerle çok çeşitli düzenlemeler elde edilmiş ve geometrik motifler çok yaygın olarak kul­lanılmıştır. Kare, dikdörtgen, üçgen, daire, baklava ve yıldız gibi geometrik şekillerin birleşmesiyle oluşan ve sonsuzluğu simge­leyen kompozisyonlar yapılmıştır. Bu kom­pozisyonlar günümüzde de halen önemli kaynak olarak kullanılmaktadır. Osmanlı döneminde kare, üçgen ve zik­zak­lardan oluşan motifler geliştirilmiştir. Türk sanatında dört, beş, altı, sekiz, oniki köşelerden oluşan yıldızlar, sıkça görülen motifler arasındadır. Yıldız kompozisyon­ları özellikle taş oymacılığında ve ahşap işlerinde sıkça rastlanılmaktadır. İslâmiyet’in doğuşundan ve yayılışından ön­ce Türklerin, Sasanilerin, Suriye Hristiyan­larının, Hinduların ve Koptların kendileri­ne özgü birer sanatı vardır. İslâm sanatı Müslümanlığı kabul eden her memleketin sanat unsurlarından, sanatçılarından ve işçi­lerinden yararlanarak gelişmiş ve karakter farklılıkları böylece oluşarak farklı sentez­lere varılmıştır. Bu sebeple “İslâm Sanatı” diye anılan ve çeşitli İslâm ülkelerindeki sanat eserleri, bunları vücuda getiren o bölgenin kendine has kültürlerine göre ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Çünkü İslâm ülkelerinde sanat, bir devlet sanatıdır ve her zaman devletin himayesinde olmuştur. Her iktidar sahibi kendi düşünce, eğilim ve estetik zevklerine göre biçimlenen bir sanatın gelişmesine yol açmış ve desteklemiştir. İslâm sanatında kullanılmış olan geo­met­rik süslemeleri seyreden kişi, bu kom­po­zisyonları bütünleşmiş formlar ha­linde ve bir anda görür. Karmaşık yapı ilk bakışta algılanamasa da kom­pozisyonun türünü ve ana çiz­gilerini tanır. Böyle bir bakışla, ge­rek bütün İslâm dünyası, gerekse Selçuklu ve Osmanlı eserlerinde görü­len bu kom­pozisyonlar, çok­gen­ler ve yıldızlardan olu­şan kar­maşık görsel etkiye sahiptir. İslâm kültürü yüzyıllar boyunca Müslü­man mi­mar­ların geometrik desen­lere getirdiği süs­leme ve mimari yo­rumlar matematiksel zen­ginlik­leriyle ünlüdür Geometrik motifler nokta, çizgi ile kare, dikdörtgen, üçgen, daire, yıldız gibi bir­çok geometrik şeklin birleşmesinden oluş­­makta ve an­lam olarak evrenin son­suz­lu­ğunu sim­gelemektedirler. Kırık, eğri ve düz çiz­gilerle geometrik şekil­lerin bir­­leş­tirilmesinden geometrik kom­po­zis­yon­­lar doğmaktadır. İslâm­da insan ve hay­van­ların, resim ve heykellerini yap­mak caiz görül­me­diği için, sanatkârlar geo­met­rik mo­tif­lerde ustalaşmışlardır. Geo­met­­rik motifler süslemenin her da­­lında kullanılmalarına karşın, özel­likle ahşap malzemede çok kul­lanıl­mıştır. Hiçbir bir­leştirme aracı gerektirmeyen, sadece geç­melerle sağlanan bir teknik olan Kündekâri tekniği, geometrik süslemenin en güzel örneğidir. Yine ahşaptan yapı­lan şebeke oy­malarda bu motifler kullanılmaktadır. Geo­metrik motif­lerin kullanıldığı diğer mal­ze­meler de taş, mermer, alçı, tuğla gibi kâgir yüzeylerdir. Kagir malzemenin yanı sıra halı, kilim, taş, çini, ahşap, ma­den işçiliği gibi çeşitli alanlarda da geometrik kompozisyonlara rastla­nılmaktadır. Çinici­likte geometrik motifler, sıraltı ve mozaik tekniğinde yapılar eserlerde karşımıza çık­mak­tadır. Kitap sanatında, özellikle cilt ve tezhipte geometrik süslemeler görül­mek­tedir. Tezhipte bilhassa bordür ve geçmelerde çokça görülmektedir. Minyatür sanatında da duvar ve döşeme dekoru olarak kullanılmıştır. Hat yazılarında özellikle kûfi yazıda geometrik kuralların uygulandığı görülmektedir.

Mustafa YILMAZ 01 Temmuz