120. Sayı: "Dünya İyilikle Değişir"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiAllah, Yapmakta Olduklarınızdan Gâfil Değildir
İtikad

“İhsan, Allah’ı görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” Hadîs-i Şerîf Kur’an-ı Kerîm’in birçok ayetinde ge­­çen; “Allah, yapmakta olduk­ları­nızdan gâfil değildir” ifadesi, hayatımızın her anında dikkatli olmamız gerektiği ve her amelimizde manen teyak­kuzda olmamız ge­rektiği hususlarını bize ihtar ediyor. Pe­ki, bu her an müteyakkız olma hali nasıl ya­kalanabilir? Bu manevî hali bize en güzel ‘ihsan’ kelimesinin manası göstermektedir. ‘İhsan’ın ne ma­naya geldiğini öğrenebilmek için ise Asr-ı Saadet’e gitmemiz gerekiyor. Hz. Ömer’den (ra) rivayet olunur ki; “Bir gün Resûlullah’ın (asm) yanında iken bir adam çıkageldi. Elbisesi bembeyaz, saç­ları simsiyahtı ve üzerinde herhangi bir yol­culuk belirtisi yoktu. Üstelik aramızda onu tanıyan da yoktu. Peygamber Efendi­mizin (asm) yanına oturdu; dizlerini onun dizine dayayıp ellerini uylukları üze­ri­ne koydu. Sonra da; ‘Ey Muhammed (asm)! Bana İslam’ı anlat.’ dedi. Bunun üze­rine Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: ‘İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şa­hidlik etmen; namazı kılman, zekâtı ver­men, Ramazan orucunu tutman ve eğer gü­cün yetiyorsa haccı yerine getirmendir.’ Bu sözler üzerine adam; ‘Doğru söyledin!’ dedi. Biz ise, adamın hem soru sorup hem de onu tasdik etmesine şaşırdık. Sonra; ‘Bana ima­nı anlat.’ dedi. O (asm) da; ‘İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve iyisi ve kötüsüyle kadere inanmandır.’ şeklinde karşılık verdi. Adam yine; ‘Doğru söyledin!’ deyip peşinden; ‘Bana ihsanı anlat.’ dedi. O (asm) da şöyle söyledi: ‘İhsan, Allah’ı görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.’ Da­ha sonra adam; ‘Bana kıyameti anlat.’ de­diğinde, Peygamber Efendimiz (asm); ‘Bu konuda kendisine soru sorulan kimse, so­ruyu sorandan daha bilgili değildir.’ dedi. Adam; ‘Öyleyse bana onun alametlerini söy­le.’ deyince, şunları saydı: ‘Cariyenin efen­disini doğurması ve yalın ayak, çıplak, fakir sürü çobanlarının yüksek binaları yapmada yarıştıklarını görmendir.’ Sonra adam gitti. Bir süre sonra Peygamber Efendimiz (asm) bana soru soranın kim olduğunu bilip bil­mediğimi sordu. Ben; ‘Allah ve Resûlü en iyisini bilir.’ dediğimde şunu ifade etti: ‘O, Cibrîl idi. Size dininizi öğretmeğe gelmişti.’” (Müslim, İman, 1-37) İşte Cebrail Aleyhisselam’ın gelerek, Pey­gamber Efendimizden (asm) ‘ihsan’ı anlat­masını istemesi vesilesi ile öğrendiğimiz mühim bir hakikat şudur ki; Allah’ı görü­yormuş gibi ibadet etmeliyiz, çünkü biz O’nu görmesek de O bizi görüyor ve Al­lah yapmakta olduğumuz her şeyden ha­ber­dardır. Cenab-ı Hak’tan hiçbir şeyi giz­leyemeyiz. Ne gizli yapılan günahlar sak­lanabilir, ne de niyetim güzel kılıfı ile ya­pılan yanlışlıklar ve zulümler gizlenebilir. Hal böyle olunca, gizli veya aşikâr, hususi veya umumi, afakî veya enfüsî yaptığımız her amelimizde son derece hassas olmak zorundayız. Efalimizde, etvarımızda ve ef­kârımızda göstereceğimiz hassasiyet, sa­mi­­miyetimizin, Allah’ı görüyormuşuz gibi iba­det ettiğimizin ve niyetimizin hayırlı ol­duğunun da ispatı olacaktır. Peki, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etme şuurunu nasıl elde edebiliriz? Bu şuuru el­de etmenin en kısa ve selametli yolu, takli­dî olan imanımızı tahkîkî hale getirmekle olacaktır. Tahkîkî imanın temelini ise ima­nımızı hakkalyakîn derecesinde bir ilmel­yakîne çıkarabilmek oluşturmaktadır. Yani her bir iman hakikatine, sanki görüyormuş gibi iman etmek… Mesela cenneti veya ce­hennenmi şimdiye kadar görmedik ama sanki birkaç metre uzağımızda, gözümüzün önündelermiş gibi varlıklarına inanmamız gerekiyor. Bütün iman hakikatlerine böyle iman eden biri, kolay kolay günaha gire­mez. Kolay kolay ibadetlerinde tembellik yapamaz. Küfür ve dalalet rüzgârları onu etkileyemez. Şüphe ve vesveseler, onda ka­lıcı tesirler bırakamaz. İman kılcal damar­larına kadar işler, adeta kalbi, aklı ve ruhu ile birlikte maddî-manevî tüm varlığı iman eder. Akılların gözlere indiği bu asırda iman ha­kikatlerinin basit, mantıkî ve herkesin anlayabileceği deliller ve hikâyelerle izah edilmesi, iman-ı tahkîkîyi elde etmenin en kısa ve selametli yolu olarak önümüze çıkıyor. Bu yolu Kur’an’ın manevî bir tef­siri olan Risale-i Nûr’la sistematize eden Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, ‘ihsan’ı yakalamanın yol haritasını çiziyor bizlere. Risale-i Nûr Külliyatında iman hakikatleri, mantıkî deliller ve temsilî hikâyeciklerle izah edilmektedir. Bu izahatı ciddî okuma­larla ve mütalaalarla özümseyen herkes, kı­sa zamanda iman-ı tahkîkîyi elde ederek ‘ihsan’ı yakalayabilir. Ve Cenab-ı Hakk’ı gö­­­rüyormuş gibi ibadet etmenin manevî zev­kini tadabilir.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Kasım
Konu resmiBirinci Söz(11)
Risale-i Nur

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن Aşağıda manaları verilen fakat ekseriyetle yerinde anlaşılmayan kelimeler tasnif edilmiştir. Aynı zamanda bu kelimeler izah edilirken kâinat kitabındaki hangi faaliyetle örtüştüğü esas alınmıştır. 167- Bismillah’taki Rahman: Büyük ni­met­lere yani yıldızlara güneşlere aylara anasır ve madenlere bakar. 168- Rahim: Küçük nimetlere yani nebatat, hayvanlara ve meyvelere bakar. 169- Not: Küçük nimetler, büyük nimetlerin sonuçları ve mütemmimi (tamamlayanı) ol­duğundan küçük nimetler kıymet olarak büyük nimetlerden daha büyüktür. 170- Bismillahirrahmanirrahim, kâinatın kı­raati ve nizamının tilavetidir. Yani Bis­millah, arş-ı azamdan nüzul ile kâinatın sistemine göre kıraat olunmuştur veyahut kâinat kitabı besmelenin yazılışına göre tan­zim edilmiştir. Kâinatın lisan-ı hali bunu tarif eder. Bu meselenin detayını öğrenmek isteyen On Dördüncü Lem’anın ikinci ma­kamına bakmalıdır. 171- Hem Bismillah’ın be’sinden Lafzul­lah’a kadar olan kısım enfüsi tefekkürle (fii­limizden, ruhtaki sıfatlarımıza, istidat­lar­dan kalbimizde tecelli eden Esma-i İla­hiye’nin gölgesine Esma-i İlahiye’nin göl­gesinden Daire-i Vücub’a çıkan bir seyirdir). Daire-i Vücub’a ulaştıran miracın batınını gösteren velayetin seyrine benzer. 172- Lafzullah’tan sonra Rahman ve Rahim isminin gelmesi ve ‘mim’ harfinde bitme­si, Peygamber Efendimizin (asm) miraçtan risaletle geriye dönmesi ve küllî seyahatini tamamlamasına benzer. Özetlersek, 173- Lafzullah Daire-i Vücubun ünvanıdır. 174- İki hayır da daire-i mümkünat ve kâi­natın unvanıdır. 175- B; ise Daire-i Vücub ile daire-i müm­künatın arasındaki irtibat ve intisabın un­vanıdır. 176- Bismillahdaki ‘sin’ harfinin uzun olması Daire-i Vücubun bütün Esma-i mümkünatı ihata etmesi ve tecellisine bir işaret olmuştur. Biz Dahi Başta Ona Başlarız. 177- Burada onunla yerine ona kelimesi kullanılmıştır. Hâlbuki Türkçe gramer ku­rallarına göre onunla kelimesi daha mü­nasip görünüyor. Peki, neden bu keli­me kullanılmış? Evet, bu kelimenin kulla­nıl­masında şöyle derin bir nükte Risale-i Nur­da beyan edilmiştir. 178- Bir iş veya ameldeki maksat ayrıdır, vasıta ayrıdır. Mesela sofraya oturduk yeme­ğe başlarken Bismillah dedik. Eğer onunla başlarız denmiş olsaydı, yemeği yemek asıl maksat; Besmele ise araç olurdu. Hâlbuki ona kelimesini kullanmakla Besmele’nin vasıta olmadığı bilhassa asıl gaye olduğu vurgulanmıştır. Aşağıda manası yazılan bir hadis-i kudsinin dürbünüyle meseleye bir bakış açısı getirelim 179- Cenab-ı Hakk bir hadis-i kudside buyurmuştur: “Gizli bir hazineydim, bilin­mek istedim, âlemi yarattım.” 180- Buna göre her şey Cenab-ı Hakk’ın gizli kemalatını tarif eden bir eser, bir sanat, bir mektup ve bir kitaptır. Her şeyin keyfiyeti de O’nu tarif eder. 181- Eşyanın keyfiyeti: Eşya üzerindeki dakik sanatlı tezyinat, manidar mehasin ve hikmetli nukuş ile sülendirilmesidir. 182- Şuur sahibi olan insanın yaratılışındaki asıl maksat; mahlukat ayinelerinde O Zat-ı Akdes’in gizli, güzel cemal, ve kemalini görmek, bilmek, tanımak, sevmek ve O’na ayine olmaktır. 183- Rabbimiz kendisini tanıtmak ve bil­mek için bizlere hadsiz cihazlar vermiş ve bu cihazların her birini memnun etmek için maddi ve manevi çok nimetler ikram etmiştir. 184- Mesela, bizlere iştihalı bir mide ver­miş ve o midenin ihtiyacını gidermek için yeryüzü sofrasını leziz nimetlerle do­natmıştır. Bizleri o sofraya cezb ve celb et­mek için birbirinden cazibedar güzellik­ler, kokular, tatlar, lezzetler yerleştirmiştir. 185- İnsan o meyvenin yanına iştihanın ver­diği bir cazibe ile gider, elini dokunurken şöyle düşünür: Bu dalın ucuna nimeti asan Zât-ı Kerim Temerküz-ü esmasıyla onun yanında hazır ve nazırdır. “Bu nimet içinde tecelli eden çok esmasıyla kendini bildirmek, tanıtmak ve sevdirmek istiyor.” 186- İşte o daldaki meyvenin yanında her an bütün isimleriyle hazır ve nazır olan Allah’tan alıyormuş gibi hayal ederek, fiilinde ve amelinde Huzur-ı daimiyi elde etmek maksadıyla Bismillah denilir. Bu tarzda amel etmek Huzur-ı daiminin en müessir (tesirli) yoludur. 187- Şuur sahibi insanın yaratılmasındaki asıl maksat budur. Yoksa kendi midemizi doyurmak asıl maksat değildir. O zihayat meyve adeta şükre vesile olmak için o dalın ucuna yerleştirilmiştir. 188- Maalesef bizler meyve yemeyi mide­mizi doyurmayı asıl maksat olarak gör­dü­ğümüzden, Bismillah kelimesi alışkanlık haline gelmiştir. 189- Madem hadsiz nimetleri ve ikram­larıyla bizi bildiğini bildiriyor. Öyle ise biz dahi hürmetle O’nu bildiğimizi bildirmek için Bismillah demeliyiz. 190- O’nu tanıyan O’nun ismini tahattur eder, alır ve ona göre hareket eder. Allah’ı tanımayan O’nun ismini almaz. Öyle ise zi­şuur olarak yaratılmamızdaki en ehem­mi­yetli maksat Halık’ımızı iman ile tanımak ve her amelimizi işlerken O’nun Kudret ve Rahmetinden imdat ve yardım istemektir.

Muammer YANIK 01 Kasım
Konu resmiKur'ân'da Belâgat Örnekleri
İtikad

Fesahat, bir sözün telaffuzunun kolay olmakla beraber, muhatabın kulağına hoş gelmesi ve kolayca anlaşılması;1 belâgat da, sözün fasih olmak şartıyla mukteza-yı hâle mutabık olması diye tarif edilmiştir.2  Bilindiği gibi Kur’ân’ın nüzulünden önceki Cahiliye Döneminde, Araplar arasında belâgat ve fesahat çok ileri seviyedeydi. Bütün Araplar şiire, belâgate değer veriyordu. İçlerinde şiir söylemeyen hemen hemen yok gibiydi. Hatta çocuk­lar­dan, mecnunlardan, hırsızlardan bile şiir söy­leyenler vardı. Erkekler içinden çok şair­ler çıktığı gibi kadınlar içinden de şairler çıkmıştı. Bir kabiledeki şair o kabilenin adeta kahramanı gibi kabul ediliyor ve halk üzerinde büyük bir tesir icra ediyor­du. Örneğin, söyledikleri şiirlerle bazen sa­­vaş çıkmasına, bazen de barışa sebep ola­bi­liyorlardı. Her yıl panayırlarda şiir yarış­maları yapılıyor, beğenilen şiirler altınla yazılarak Kâbe’nin duvarına asılıyordu.3 Allah tarafından peygamberlere, kendi za­manlarında hangi şey revaçta ise, o şeyin daha üstünü mucize olarak verilmiştir. Ör­neğin Mûsâ (as) zamanında sihir revaçta olduğundan, ona asâ mucizesi; İsa (as) za­manında tıp revaçta olduğundan, ona da has­taları iyi etme mucizesi verilmiş idi. Peygamberimiz (sav) döneminde belâ­gat, fe­sahat ileride olduğundan, ona da be­lâ­gat, fesahat alanında mucize olan Kur’ân ve­ril­miştir.4 Peygamberimiz, Arap top­lumu­na kendisine indirilen kelâmın Allah ke­lâ­mı olduğunu söylemiş, eğer bunu kabul et­mi­yorlarsa, onun söylediği bu kelâmın bir ben­zerini söylemelerini istemiş, fakat bu­nu yapmalarının mümkün olmadığını, ya­pa­ma­yacaklarını iddia etmiş ve onlara mey­dan okumuştur.5 Müşrik Arapların çoğunluğu ilk dönemler­de Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu red­dettiler. Fakat onun belâgat ve fesahatini in­kâr edemedikleri gibi, meydan okumasına da karşılık veremediler. Tam tersine onun belâgatine, fesahatine hayran oldular. Ku­reyş’in önde gelenlerinden Velid b. Mugi­re’nin, Peygamberimizi dinledikten sonra Ebû Cehil’e şöyle dediği nakledilir: “Onun hakkında ne diyeyim? Al­lah’a andolsun ki, içinizde şiiri benden daha iyi bileniniz yok­tur. Recezini de, kasidesini de, cinlerin şiirini de benden daha iyi bileniniz yoktur. Allah’a, andolsun ki; onun söylediği söz, bun­lardan hiç birine benzemi­yor. Vallahi o, öyle bir söz söylüyor ki; apayrı bir lezzeti var. O, altındaki her şeyi ezer. Ve o, daima üstün gelir fakat ona üstün gelinmez.”6 Bedevî bir Arap “Sana emr olunanı açıkça söyle” (Hicr, 15/94.) ayetini işitince secdeye kapandı ve “Ben bu ayetin fesahatine secde ettim” dedi.7 Muallakât-ı Seb’a şairlerinden Lebid b. Rebia Müslüman olduktan sonra bir daha şiir söylemedi. Niçin şiir söylemediği sorulduğunda “Allah bana Bakara ve Âl-i İmran surelerini öğrettikten sonra şiir söyleyecek değilim” dedi.8 Buraya kadar anlattığımız konular genellik­le herkes tarafından bilinen konulardır. Her­kes Kur’ân’ın edebî alanda mucize olduğu­nu bilir. Fakat bu edebî mucizelik belâgat ilmiyle meşgul olanlar haricinde çoğunluk tarafından net bir şekilde bilinmemekte­dir. Bu makalede bazı ayetlerin edebî nükte­leri üzerinde durularak konunun daha iyi anla­şılması sağlanmaya çalışılacaktır. A. Belâgat Örnekleri Şairlerin söylediği şiirlerde her beyitte bir iki edebi özellik görülür. Hâlbuki Kur’ân’ın ayetlerinde ve Peygamberimizin bazı hadislerinde daha fazla edebî özel­lik müşahede edilir. Bu konuda Peygam­berimiz (sav) “Ben cevâmiü’l-kelim (az fa­­kat çok manaları ihtiva eden sözler) ile gön­­derildim” (Bûharî, Kitabu’l-Cihad, Bab, 121) buyurmuştur. Hadisde zikredilen “ce­vâmiü’l-kelim” ifadesi hem Kur’ân hem de sünnet için geçerlidir. İkisinde de az sözle çok manalar ifade edilmiştir.9 Bilhassa Kur’ân’ın az sözle çok manaları ifade etme­si, onun mucizevî özelliklerinden birisidir. Pek çok âlim bu konu üzerinde durmuş, bilhassa Ulûmu’l-Kur’ân ve İ’cazu’l-Kur’ân’la ilgili kitaplarda bu konular işlenmiştir. Kur’ân’ın mana zenginliğiyle ilgili pek çok misal vermek mümkündür. Örneğin, Fahrettin Razî (ö. 606/1210), Kâfirûn Su­resi’nin başındaki “De ki” kelimesinde 43 nükteyi tefsirinde tafsilatıyla zikreder.10 İbnü’l-Esir (ö, 630/1233) “Kısasta sizin için hayat vardır”( Bakara, 2/179) ayetinin, “Ölüm, öldürmeyi önler” darb-ı meselinden yirmi kat üstün olduğunu delilleriyle ortaya koymuştur.11 İmam Süyûtî (ö, 911/1505), “Allah iman edenlerin dostudur. Onları ka­ranlıklardan nura çıkarır.”(Bakara, 2/257) ayetinde 120 çeşit belâgat nüktesini küçük bir risalede toplamıştır.12 Burada benzer bazı ayetlerin zengin muhte­vası numune olarak ortaya konulacaktır. Birinci ayet فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ “Sana emr olunanı açıkça tebliğ et!” (Hicr, 15/94) Ayette geçen (فَاصْدَعْ) “Fasda’” kelimesinin aslı olan, (صَدَعٌ) bir şeyi aşikâre söylemek, izhar etmektir. Rivayete göre bu ayet nazil oluncaya kadar peygamberimiz gizli tebliğ yapıyordu, bu ayetin nüzûlünden sonra o ve sahabîleri açıkça tebliğ yapmaya başladılar.13 Bununla beraber “Fasda’” kelimesine verilen bu mana, birkaç manadan yalnızca biridir. Kelimeye şu manalar da verilmiştir: “Sadaa” (صَدَعَ), cam gibi sert bir şeyi kırmak, bir şeyi ikiye ayırmak, yarmak demektedir. Bu yüzden, karanlığı yaran sabaha, iki me­kânı bölen, ayıran sele ve dağa “Sadi’” (صَادِعْ) denilmiştir. Baş ağrısına da – sanki ağrıdan baş ikiye ayrılacak gibi olduğundan- suda’ (اَلصُّدَاعُ) denilmiştir.14  İbn Ebi’l-Esba’ (ö. 654/1256), bu ayette is­­­tia­­re olduğunu, kalplerin kırılmasının, camın kı­rılmasına benzetildiğini, bu yön­den ma­na­nın şöyle olduğunu söyle­miş­tir: “Sana vahy edilen her şeyi açıkça söy­le, açıklanması em­re­dilen her şeyi tebliğ et! Bu bazı kalplere zor gelip kırılsalar da bundan vazgeçme!” Kırılan veya çatlayan şişenin içindeki nasıl ortaya çıkıyorsa, kalp­lerdeki tesir de insanın yüzünde can sı­kın­­tısı veya mutluluk olarak ortaya çıkar. Bu yönüyle bu istiarede Kur’ân’ın teb­liğ edilmesiyle müşriklerde oluşacak kalp kırıklığı ve yüzdeki can sıkıntısı ifade edil­miş olmaktadır. Bir bedevî Arap bu üç laf­zı duyduğunda secdeye kapandı. Ona “Ni­çin secdeye kapandın?” denilince o da “Bu sözün fesahatinden dolayı secde ettim” de­di. Çünkü o, ayetten kastedilen manayı uzun bir düşünce merhalesinden sonra de­ğil, du­yar duymaz hemen anlamıştı.15 Yukarıdaki tariflere göre ayete şu manalar da verilmiştir: 1- “Sana emr olunanlarla onların cemaatini böl, parçala!”16 2- “Sana emr olunanlarla hak ile batılı bir­birinden ayır!”17 3- “Sen, sana emr olunanı, onların başlarını çatlatırcasına veya baş ağrıtırcasına tam ısrar ile ve hiçbir şeyden çekinmeyerek tebliğ et!”18 4- “Sana emr olunanlarla karanlığı yar!” İkinci ayet وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اُمِّ مُوسٰٓى اَنْ اَرْضِع۪يهِۚ فَاِذَا خِفْتِ عَلَيْهِ فَاَلْق۪يهِ فِي الْيَمِّ وَلَا تَخَاف۪ي وَلَا تَحْزَن۪يۚ اِنَّا رَٓادُّوهُ اِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ “Musa’nın annesine: ‘Çocuğu emzir, başına ge­lecekten korktuğun zaman onu suya bırak; korkma, üzülme; biz şüphesiz onu sana dön­düreceğiz ve peygamber yapacağız’ diye ilham ettik.” (Kasas, 28/7) İbnü’l-Arabî (ö, 543/1148), bu ayet hak­kında “Fesahat yönünden Kur’ân’ın en bü­yük ayetidir, çünkü bu ayette, iki emir, iki nehiy, iki haber ve iki müjde vardır” de­miştir.19 Ayetteki “Musa’nın annesine ilham ettik.”, “korktuğun zaman” ifadeleri iki ha­ber; “çocuğu emzir”, “onu suya bırak!” iki emir; “korkma, üzülme!” iki nehiy; “onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız” ifadeleri ise, iki müjdedir. Şair Asmaî (ö. 216/831) bir cariyenin ede­bî bir sözünü işitti ve ona “Allah canını alsın, ne kadar da fasihsin” dedi. Cariye de ona “Allah’ın “Musa’nın annesine: “Çocu­ğu emzir,….” kelâmından sonra bu da fesa­hat­ten mi sayılır?” diye karşılık verdi.20 Üçüncü ayet حَتّٰٓى اِذَٓا اَتَوْا عَلٰى وَادِ النَّمْلِۙ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَٓا اَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْۚ لَا يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمٰنُ وَجُنُودُهُۙ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ “(Süleyman ve askerleri) karıncaların bulun­duğu vadiye geldiklerinde bir dişi karınca: “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman’ın ordusu farkında olmadan sizi ezmesin” dedi.” (Neml, 27/18.) Bu ayette 11 edebi sanat vardır. ayetteki (يَا) “Ya” nida; (أي) “ey” kinaye; (هَا) “ha” tenbih; (النمل) “karıncalar” tesmiye; (اُدْخُلوُا) “giriniz!” emir; (ْمَسَاكِنَكُمۚ) “mes­kenlerinize” ifadesi kasas; (لَا يَحْطِمَنَّكُمْ) “çiğnemesinler” tahzir; (ُسُلَيْمان) “Süleyman” tahsis; (ُجُنُودُه) “askerleri” ifadesi tamimdir; (هم) “onlar” işaret; (لَا يَشْعُرُونَ) “farkında olmadan” ifadesi özürdür. Ayrıca bu ke­lâm­da karıncaların reisi Allah’ın, peygam­­berin, kendisinin, kendi halkının, Süleyman (as)’ın as­kerlerinin olmak üzere beş hukuka ria­yet et­miştir.21 Liderliği karıncaya Allah verdiği için, ve­rilen vazifeyi ifa etmekle Allah’ın hakkına riayet etti; kendisi lider olduğu için halkını zararlardan koruma ve emir verme hakkı var­dı, emriyle bunu ifa etti; karıncalar Al­lah tarafından onun uhdesine verildiği için, onların da kendi üzerinde hakkı var­dı, nasihatle bu hakkı da ifa etmiş oldu; na­sihatiyle Süleyman (as) ve ordusunun far­kında olmadan zulme düşmelerini önledi. Bu yönüyle onların hakkına da riayet etmiş oldu.22 Dördüncü ayet وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ “Onlar kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infakta bulunurlar” (Bakara, 2/3) Bu ayette infak yani zekât ve sadaka ve­rilirken dikkat edilmesi gereken altı konuya işaret edilmiştir: 1- (مِمَّا) lâfzındaki (مِنْ) teb’îz ifade ettiği için, infak malın hepsini değil bir kısmının olması gerektiğini, diğer ifadeyle sadakaya muhtaç olacak derecede verilmemesi gerektiğini gösterir. 2- (مِمَّا) lâfzındaki (مَا) umumiyet ifade ettiğinden, genişlik ifade eder. Yani sadaka mal ile olduğu gibi, ilim ile, söz ile, fiil ile, nasihat ile de olur. 3- (رَزَقْنَاهُمْ) “Bizim onlara rızık olarak ver­di­ğimiz” ifadesi, infakın bizzat kendi malından olması gerektiğini, Ali’den alıp Veli’ye vermek şeklinde olmaması gerek­tiğini ifade eder. 4- (رَزَقْنَا) kelimesindeki (نَا) “biz” zamiri, in­­fak esnasında fakire minnet edilmeme­si ge­rektiğini, çünkü rızkı verenin Allah ol­du­ğunu, infakta bulunanın Allah’ın ma­lını yine Allah’ın kuluna verdiğini bilmesi ge­rektiğini ifade eder.  5- (رَزَقْنَاهُمْ) ifadesi aynı zamanda, infakın Allah namına olması gerektiğini ifade eder. Yâni “mal benimdir, kendi namınıza değil benim namıma veriniz!” denilmektedir. 6- (يُنْفِقُونَ) “infak ederler” lâfzı, alan şahsın da aldığı malı nafakasına sarf etmesi gerek­tiğini, bu yüzden sefahate sarf edenlere sa­daka verilmemesi gerektiğini ifade eder.23 Beşinci ayet وَكَذٰلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْاَرْضِۘ وَلِنُعَلِّمَهُ مِنْ تَأْو۪يلِ الْاَحَاد۪يثِۜ وَاللّٰهُ غَالِبٌ عَلٰٓى اَمْرِه۪ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ Yusuf Suresinde, Yusuf (as)’ın Mısır’ın azi­zine köle olarak satılması anlatıldıktan son­ra şöyle buyrulur: “İşte böylece kendisine (rü­yadaki) olayların yorumunu öğretmemiz için Yusuf’u o yere yerleştirdik. Allah, iş(ler)inde galip olandır. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmez.” (Yusuf, 12/21) Ayetteki “Allah’ın işinde galip olup, insanların bunu bilmeyişleri” umumî bir ifadedir. Fakat bu ayetin Yusuf Suresinde geçen olaylarla ve kişilerle çok yakından bir ilişkisi vardır. Sanki bütün sure bu ayetin tefsiri gibidir. Şöyle ki: 1- Surenin başında Yakup (as), Yusuf’a rü­yasını kardeşlerine anlatmamasını, aksi hal­de ona bir hile yapabileceklerini söyler. Bu nasihatiyle onu hilelere karşı korumak ister. Fakat Allah’ın emri galip gelir ve kardeşleri rüyadan haberdar olurlar ve ona hile yaparlar. 2- Kardeşleri Yusuf’u değersiz bir köle ola­rak satarlar. Fakat Allah’ın emri galip gelir, Yusuf, Mısır’ın azizi olur ve onun önünde secdeye kapanırlar. 3- Yusuf’u köle olarak satarken babaları­nın muhabbetinin yalnızca kendilerine has olma­sını isterler. Fakat Allah’ın emri galip gelir ve babaları onlara gücenir. 4- Babalarının kalbinden Yusuf’un muhab­beti yok olsun diye hile yaparlar. Allah’ın emri galip gelir ve babalarının Yusuf’a olan muhabbeti ve şevki daha da artar. 70 veya 80 yıl “Ah Yusuf’um ah!” (Yusuf, 12/84) diye üzüntüyle Yusuf’u düşünür. 5- Babalarına ağlayarak Yusuf’un kanlı göm­­leğini getirip, onu aldatmak isterler. Al­lah’ın emri galip gelir ve onu aldatamazlar. Ba­baları onlara “Bilakis nefisleriniz size (kö­tü) bir işi güzel göstermiş.”(Yusuf, 12/18) Der. 6-  Yusuf’u öldürüp veya köle olarak satıp son­ra da tevbe edip salihlerden olmayı düşünürler. Allah’ın emri galip gelir ve işle­dikleri günaha tevbe etmeyip, onda ısrar eder­ler. Hatalı olduklarını 70 yıl sonra Yu­suf’un önünde ikrar ederler ve babalarına “Biz hata ettik” (Yusuf, 12/97) derler. 7- Azizin hanımı, Yusuf (as)’dan murad al­mak ister, Allah’ın emri galip gelir muradına eremez. 8- Azizin hanımı kapıda kocasıyla karşı­la­şınca, yalan söyleyerek suçu Yusuf’un üzerine yıkmak ister. Allah’ın emri galip gelir, asıl suçlu olanın kendisi olduğu ortaya çıkar. Bu yüzden kocası ona “Günahın için istiğfar et! (af dile!) Çünkü sen günahkârlardan oldun” (Yusuf, 12/29.) der. 9- Yusuf (as) zindandan çıkacak olan hü­kümdarın hizmetçisine “Beni efendinin ya­nında an! (Beni zindandan çıkarsın!)” (Yusuf, 12/42) der. Böylelikle zindandan kurtulacağını düşünür. Allah’ın emri galip gelir, hizmetçi onu unutur. Yusuf (as) zindanda birkaç yıl daha kalır.24 10- Yusuf (as)’ın kardeşleri ikinci defa Mı­sır’a gideceklerinde babalarından Bünya­min’in de kendileriyle gelmesini isterler, onu geri getireceklerine dair söz verirler. Yakup (as)’da başlarına bir hadise gelmemesi için onlara şehre değişik kapılardan girmelerini söyler. Allah’ın emri galip gelir, Bünyamin’i geri götüremezler.  Altıncı ayet Yusuf Suresinde, Mısır azizinin karısının, Yusuf (as)’dan murad almak istediği zikre­dilir. Durum şehirdeki bazı kadınlar tara­fından duyulduğunda onlar kadını şu ifa­delerle zemmederler: وَقَالَ نِسْوَةٌ فِي الْمَد۪ينَةِ امْرَاَتُ الْعَز۪يزِ تُرَاوِدُ فَتٰيهَا عَنْ نَفْسِه۪ۚ قَدْ شَغَفَهَا حُبًّاۜ اِنَّا لَنَرٰيهَا ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ “Şehirdeki bazı kadınlar dediler ki: Azizin ka­rısı, delikanlısının/kölesinin nefsinden mu­rad almak istiyormuş; sevdası onun kalbine işlemiş! Biz onu gerçekten açık bir sapıklık içinde görüyoruz.” (Yusuf, 12/30) Bu ayette şehirdeki kadınların azizin ha­nımını dokuz yönden tenkit ettikleri anla­şılmaktadır: 1- Ayette kadınlar “azizin hanımı” demişler, onu ismiyle anmamışlardır. Bununla da onun bekâr değil, evli bir kadın olduğunu, evli birinin böyle bir işe teşebbüsünün çok çirkin olduğunu nazara vermek istemişlerdir. 2- Aynı zamanda “azizin hanımı” ifadesiyle, kocasının yüksek bir mevki sahibi olduğunu, böyle yüksek mevki sahibi birinin karısının böyle bir işe teşebbüsünün daha çirkin olduğunu söylemek istemişlerdir. 3- “Murad almak istiyormuş” ifadesiyle, bu fiili Yusuf’un değil, kadının istediğini ima etmişlerdir. Bu durum kadınların, Yusuf (as)’ı, iffetli, vefakâr ve iyi kabul ettiklerini gösterir. Böyle iffetli birinden murad almayı istemek diğer insanlara nispetle daha çirkindir. 4- “Murad almak istiyormuş” (تراود) ifadesi mazi değil, muzari sıygayla gelmiştir. Muza­ri sıygası ise devam ifade eder. Yani mana “Azizin karısı yaptığına pişman olmuş ve vazgeçmiş değil, gelecekte de aynı fiile teşebbüs etmek niyetinde” denilmek isten­miştir. Bu da azizin karısının halinin kötü olduğuna delalet eder. 5- “Delikanlısı / kölesi” ifadesiyle de,  azizin hanımı hür birisiyle değil de kölesiyle bu işi yapmak istemiştir. Köleler toplumun aşağı tabakası olduğu için bu fiil bu yönden de çirkindir. 6- Aynı zamanda “Delikanlısı / kölesi” ifade­siyle, kadının murad almak istediği köle onun evinde ve onun emri altında, adeta aile içinden biri gibidir. Bu fiil bu yüzden de çirkindir. 7- “Sevdası onun kalbine işlemiş” ifadesiyle de, kadının sevgisinin aşırı dereceye ulaştığı ifade edilmiştir. Mısır’ın aziziyle evli olan bir kadının böyle bir hâli elbette çirkin bir durumdur. 8- “Biz onu açık bir sapıklık içinde görüyo­ruz” ifadesinde kadınlar “biz” ifadesiyle, bazı kadınlar çirkin fiillerde birbirlerini teşvik edip, yardım ettikleri halde, böyle bir fiilde bütün kadınlar ittifak ederek böyle bir işin hiçbir kadının yapmaması gerektiğine dikkat çekmişlerdir. Üstelik cümlede inne ve tekit lamı kullanarak sözlerini pekiştirmişlerdir. 9- “Açık bir sapıklık” ifadesi bu fiilin çirkin olduğunun bedihi olduğu, aklı olanın bu­na yaklaşmaması lazım geldiğine işarettir. Çirkinliği açık bir fiile teşebbüs, o fiile cüret edenin hatasının büyüklüğünü gösterir.25 Yedinci ayet Kur’ân’da edebî nüktelerinin çokluğuyla meş­hur olmuş en güzel örnek, Nuh (as)’ın kavminin helak olmalarından sonraki hali tasvir eden Hud Suresinin 44. ayetidir. Ayette şöyle buyrulur: وَق۪يلَ يَٓا اَرْضُ ابْلَع۪ي مَٓاءَكِ وَيَا سَمَٓاءُ اَقْلِع۪ي وَغ۪يضَ الْمَٓاءُ وَقُضِيَ الْاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَق۪يلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ “Ey arz! Suyunu yut! Ey gök! Sen de (suyunu) tut!” denildi. Su çekildi, iş bitirildi; gemi Cudi’ye oturdu. “Zalimlerin kavmi Allah’ın rahmetinden uzak olsun” denildi.”(Hud suresi, 11/44) Bu ayet nazil olduğu andan itibaren Kureyş müşrikleri başta olmak üzere belagatten an­layan herkesin dikkatini çekmiştir. Ri­va­­yet olunduğuna göre Kureyş kâfirleri Kur’ân’a karşı muaraza yapmak istediler. Zi­hin­leri­nin sâfîleşmesi için kırk gün buğday unu, koyun eti yemediler, şarap içmediler. İs­te­dikleri şeyi yapacakları zaman bu ayeti işit­tiler. Birbirlerine “Bu söz yaratıkların sö­züne benzemiyor” dediler. Bunun üzerine yap­maya başladıkları şeyi bıraktılar ve da­ğıldılar.26 Kâbe duvarına asılı Muallakat-ı Seb’a içinde en üstün kabul edilen şiir İmriü’l-Kays’ın (ö. 540) şiiri idi ve bu şiir Kâbe’nin duvarında yaklaşık 70 yıldan fazla asılı kaldı. İmriü’l-Kays’ın kız kardeşi bahsinde bulunduğumuz ayeti işittiğinde “Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahi meydan-ı iftiharda kalamaz” diyerek ağabeyinin şiirini Kâbe’nin duvarından indirdi. Daha sonra diğerleri de indirildi.27 Rivayet edildiğine göre, zamanının en fasi­hi olan İbn Mukaffa (ö. 142/759), Kur’ân’a muaraza yapmak istedi. Bir takım sözler nazmetti, bunları fâsılalara ayırdı, sonra da bunlara “sureler” adını verdi. Bir gün kü­çük bir çocuğun bir mektepte bahsinde bu­lunduğumuz bu ayeti okuduğunu gördü. Hemen geri döndü ve yaptığı şeyleri imha etti. Ve şöyle dedi “Şehadet ederim ki buna karşı asla muaraza edilemez ve bu, beşer kelâmından değildir.”28 Kurtubî (ö, 671/1272) bu ayet hakkında: “Eğer Arap ve Arap olmayanların sözleri araş­tırılsa nazmının güzelliği, belâgatinin mü­kemmelliği, manalarının genişliği itibarıyla bu ayet gibi bir söz bulunmaz.” der.29  Müfessir Âlusî (ö. 1270/1854) bu ayet hak­kında şöyle der: “Bil ki, bu ayet-i kerîme i’cazın en son mertebelerine ulaşmış, Arab’ın başını eğmiş ve perçeminden çek­miş­tir. Fe­sa­hat dairesinin dar geleceği gü­zel­likleri üze­rinde toplamıştır. Belâgatin sağ­lam ve düz­günlüğünde mızrağın demir ucu gibi­dir.”30 Zerkeşî (ö, 794/1392) ise “Eğer bu cümle için­de münderic olan lâfızdaki bedâat, belâ­ğat, îcaz ve fesahat şerh edilecek olsa kalem­ler kurur, eller yorulur.” der.31 İbn Ebi’l-Esba (ö. 654/1256), “Ben Al­lah’ın “Ey arz suyunu yut …” kelâmı gibi bir kelâm görmedim. Zira bu kelâm 17 ke­lime olduğu halde Bedî’ ilmine dair 20 sa­nat vardır.” demiştir.32 Burada İbn Ebi’l-Es­ba tarafından tespit edilen ayetteki edebî sanat­lar sıralanacaktır. 1- Ayetteki “Suyunu yut” (اِبْلَع۪ي  ),  ile “su­yu­nu tut” (اَقْلِع۪ي) lafızları arasında tam bir “mü­­nasebet” vardır. (Tenasüb veya telfik bir cüm­lede mütenasib şeyleri cem etmektir. Top, tüfek gibi.) 2- Yine bu iki kelimede “istiare” vardır. (İs­tiare, kelimeyi benzetme amacıyla hakiki manasından başka bir manada kullanmak­tır. “Elinde kılıç olan bir aslan gördüm” cümlesinde olduğu gibi.) 3- Yine bu iki kelimede “cinas-ı nakıs” var­dır. (Cinas, iki lafzın manaları muhtelif ol­duğu halde, telaffuzlarının birbirine ben­zemesidir.) 4- (اَرْضُ) (سَمَٓاءُ) “arz” ve “sema” lafızları ara­sında “tıbak” sanatı vardır. (Tıbak veya mu­ta­bakat bir cümlede iki zıt kelimeyi bir arada kullanmaktır.) 5- Allah Teâlâ’nın (يَا سَمَٓاءُ ) “Ey Sema!” kav­linde “mecaz” vardır. Hakikatte bu “Ey se­manın yağmuru” demektir. 6- (غ۪يضَ الْمَٓاءُ) “Su çekildi” ifadesinde “işaret” vardır. Onunla çok manaları açıklamıştır. Çünkü su, semanın yağmuru kalkmadan ve yer kendisinden çıkan menbaları yutma­dan çekilmez. Böylece yerin üstünde biriken sular eksilir. 7- Yine bu kelimede “ta’lil   ” (sebep beyan etme) sanatı vardır. Çünkü suyun çekilmesi geminin oturmasının illetidir. 8- (وَاسْتَوَتْ) “Oturdu” kelimesinde “irdaf” sanatı vardır. (Bu cümledeki “istevet (gemi oturdu)” kelimesi tam bir ifadedir. Buna, “Cudi Dağı’nın üzerine” ifadesi, bu yerde tam manasıyla yerleştiğini müba­lağa şeklinde ifade etmek için irdaf (ilâve) edilmiştir. 9- (وَقُضِيَ الْاَمْرُ) “İş bitirildi” ifadesinde “temsil” sanatı vardır. Helak olanların helak edilmesi, kurtulanların kurtarılması “emr” kelimesiyle tabir edilmiştir. 10- Yine burada “sıhhatü’t-taksim” vardır, Çün­kü suyun eksilmesi hâlindeki kısımları­nı ihtiva etmiştir. Onlar da şudur: Semanın suyunun ve yerden çıkan suyun hapsolması ve yerin üstündeki suyun çekilmesi. (Taksim bir şeyin aklen mümkün olanını değil, fiilen mevcut olan kısımlarını sıralamaktır.) 11- (بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ) “Zalimlerin kavmi Allah’ın rahmetinden uzak olsun!” bed­duasında “ihtiras sanatı” vardır. Yani helâke müstahak olmayanların da boğulacağı te­veh­hüm edilmesin diye bu cümle ilave edil­miştir. Çünkü Allah’ın adâleti müstahak ol­mayanlara bedduayı meneder. (İhtiras sa­natı, kastedilen mananın aksi anlaşılma ih­ti­mali olan cümlede, bu ihtimali kaldırma için yapılan ıtnabdır.) 12- (اَلظَّالِم۪ينَ) “Zalimler” kelimesinde “izah” vardır. Buradaki “zalimler” daha önce ge­çen “kavminin ileri ge­lenleri ona her uğra­dıklarında..” (Hûd, 11/38) ayetinde zikri geçen kimselerdir. Bura­daki “el-kavm” keli­mesindeki “elif-lâm” ahd için yani daha önce bilinen bir şeyi belirtmek içindir. 13- Yine bu (اَلظَّالِم۪ينَ) “Zalimler” keli­mesi­nde zem ve tahzir (kötüleme ve sakın­dırma) vardır. Buraya kadar saydıklarımız ayetin cüz­lerinde geçen meziyetlerdir. Ayetin bütü­nünde görülen edebi sanatlar ise şunlardır: 14- Bu ayette “hüsn-i nesk” sanatı vardır. (Hüsn-i nesk; mütekellimin uygun bir üs­lup dâhilinde atıflarla birbirini takip eden, birbirine lafız ve mana yönünden yakın olan kelimeleri, ayrı cümlelerde başlı başına bir mana teşkil edecek, manası lafzıyla müstakil olacak şekilde kullanmasına denir. Buna en güzel örnek bu ayettir.) 15- Mana ile beraber lafzın “itilafı” sanatı vardır. (Buna muvafakat da denmiştir. İtilaf lafızların manaya uygun olması demektir. Mesela savaşla ilgili sözlerde şiddet ifade eden, gazel gibi şiirlerde de yumuşaklık, incelik ifade eden kelimelerin kullanılması gibi.) 16- Ayette “îcaz” vardır. Çünkü Allah Teâ­lâ hâdiseyi şümullü bir şekilde en kısa ibâ­relerle anlattı. (Îcaz, az sözle çok manaları ifade etmek veya maksadı en az kelime ile ifade etme sanatıdır.) 17- Ayette “teshim” sanatı vardır. Çünkü ayetin evveli, ayetin ahirine delâlet ediyor. (Teshim, sözün başlangıcının sonuna delalet etmesidir.) 18- Ayette “tehzib” sanatı vardır. Çünkü ke­limeleri güzel vasıflarla vasıflanmış. Her ke­limede harflerin çıkış yerleri kolay; kabalık ve terkîb zorluğundan hâli olmakla beraber, üzerlerinde parlaklık ve güzellik vardır. 19- Ayette “hüsn-i beyan” sanatı vardır. Çün­kü dinleyen, sözün manasını anlamak için duraklamaz. Ondan bir şeyi anlamak ona zor gelmez. 20- Ayette “temkin” sanatı vardır. Çünkü fâsıla, kendi mahallinde karar bulmuş, ken­di yerinde mutmain olmuş; endişeye ve yar­dım istemeye gerek yok. 21- Ayette “insicam” sanatı vardır. Bu, lâfızda düzgünlükle beraber, sözün kolaylık, tatlı­lık ve yumuşaklıkla hızlıca akıp gitmesidir; tıpkı havadan azıcık suyun akıp gitmesi gibi. 22- Bu ayette “itiraz” sanatı da vardır. İtiraz sanatı, bir veya birkaç cümleden meydana gelen, arasında i’rabdan mahalli olmayan bir veya birkaç cümle giren, müphemliği kaldırmaktan ziyade, bir nükteden dolayı mana yakınlığı taşıyan cümledir. Bu ayette 3 itirazi cümle vardır. Bunlar “Su çekildi.”, “İş bitirildi.” ve “(Gemi) Cudi’ye oturdu.” cümleleridir. 23- Ayrıca bu ayette tıbak sanatının bir çeşidi olan “mukabele” de vardır. Mu­ka­bele, cümlede iki veya daha fazla keli­menin zıtlarıyla birlikte bir tertib üzere zik­redilmesidir. Bu ayette emir, nehiy, ihbar, nida, sıfat, isim, helak ve ibka, mesut etme, şaki kılma yönüyle mukabele vardır. 24- Bu ayette “müsavat” vardır. Müsavat, la­fız ile mananın birbirine müsavi olup, ne az ne de çok olmamasıdır. Sonuç Peygamberimiz (sav) döneminde belâgat ve fesahat ilerde olduğu için, onun mucizesi de belâgat ve fesahat alanında olmuştur. Pey­gamberimiz kendisine indirilen Kur’ân’la müş­­rik Araplara meydan okumuş, onları mua­ra­zaya davet etmiştir. Müşrik Araplar belâgat alanında en ileri seviyede oldukları halde bu meydan okumaya karşılık vere­memişler, Kur’ân’a iman etmeseler bile onun belâgat ve fesahatine hayran olmuşlardır. Bu konuda pek çok tarihi örnek rivayet edilmiştir. Bu makalede ele aldığımız yedi ayetin her biri, Kur’ân’ın belâgatini gösteren birer numunedir. Her ayet az lafızla, çok manalar ifade etmektedir. Bu makalede “Sana emr olunanı açıkça tebliğ et!” ayetinde 6 nükte; “Çocuğu emzir,…” ayetinde 8 nükte; “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, …” ayetinde 11 nükte;  “Rızık olarak verdiğimiz şeylerden infakta bulunurlar” ayetinde 6 nükte; “Al­lah, iş(ler)inde galip olandır” ayetinde 10 nük­te; “Şehirdeki bazı kadınlar dediler ki….” ayetinde 10 nükte; “Ey arz suyunu yut! ….” ayetinde 24 nükte olduğu kaynaklardan ya­pılan iktibaslarla ortaya konulmuştur. Üzerinde durduğumuz ayetlerdeki nükte­ler, Kur’ân’ın belâgatini anlamak için de­nizden bir katre hükmündedir. İ’cazu’l-Kur’ân veya Ulûmu’l-Kur’ân adlı kitaplarda bizim zikrettiğimiz nüktelerden daha fazla nükteleri görmek mümkündür. Kaynaklar: 1- Kazvinî, Celâleddin Muhammed, Telhis (Meani, Beyan, Bedî), (tercüme eden: Fahreddin Dinçkol),  Ebrar Yayınları, 1990, İstanbul, s, 12. 2- Fazl Hasan Abbas, El-Belâgatu, Funûnuhâ ve Efnânuhâ, Dârü’l-Furkan, Amman, 1997, s, 58.3- Corci Zeydan, İslâm Medeniyeti Tarihi, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1976, c, 3, s, 43 vd.4- es-Süyûtî, Celâleddin, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mektebetu-Nizar Mustafa, Mekke, 1998, c, 4, s, 998.5- Bakara, 2/23, 24; Isra, 17/88.6- Taberi, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir, Tefsirü’t-Taberî, Dâru Hicr, ts, c, 23, s, 429,7- Kadı İyaz, a.g.e., c, 1, s, 280; Süyûtî, a.g.e., c, 3, s, 830.8-  Kurtubî, el-Câmi li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Müessetü’r-Risale, Beyrut, 2006, C. 1, s, 236.9- İbn Hacer, el-Askalânî, Fethü’l-Bari, Dârü’l-Marife, 1379, c, 6, s, 128.10- Râzî, Fahrettin, Tefsirü el-Fahri’r- Râzî, Darü’l-Fikr, 1995, C, 16, s, 137.11- Zerkeşî, Bedreddin, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, el-Mektebetü’l-Asrıyye, 2009, c, 3, s, 143.12- Nebhanî, İsmail b. Yusuf, Nucumu’l- Mühtedin ve Rucumu’l- Mu’teddin, Mısır, s, 386. 13- Taberî, a.g.e., c, 14, s, 143. 14- Ragıp, Ebû’l-Kasım Hüseyin b. Muhammed el-İsfehanî, Mu’cemu Müfredâti Elfâzi’l-Kur’ân, Defterü Neşri’l-Kitab, Mısır, 1353, s. 276. 15- İbn Ebi’l-Esba’, Bediil-Kur’ân, Nahdatu Mısr, ts, c, 2, s, 22.16- Kurtubî, a.g.e., c, 12, s, 261.17- Râzî, a.g.e., c, 10, s, 224.18- Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Dağıtım, c, 5, s, 247.19- Süyûtî, a.g.e., c, 3, s, 830.20- Kadı İyaz, a.g.e., c, 1, s, 281. 21- Süyûtî, a.g.e., c, 3, s, 829; Zerkeşî, a.g.e., c, 3, s, 146.22- Zerkeşî, a.g.e., c, 3, s, 146. 23- Bediüzzaman Said Nursî, Zülfikar, Altınbaşak Neşriyat, ts, s, 84.24- Kurtubî, a.g.e., c, 11, s, 303.25- İbn Kayyim, el-Cevzî, İgasetü’l-Lehvan, Daru İbnü’l-Cevzî, ts, c, 2, s, 813. 26- Âlusî, Şihabuddin Muhammed, Rûhu’l-Meânî, Dar’u İhyaü’t- Türasi’l Arabî, Beyrut, c, 12, s, 63-68. 27- Cevdet Paşa, Kasas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, Bedir Yayınları, 1976, c, 1, s, 83. 28- Âlusî, a.g.e., c, 12, s, 63-68. 29- Kurtubî, a.g.e., , c, 11, s, 126. 30- Âlusî, a.g.e., c, 12, s, 63-68. 31- Zerkeşî, a.g.e., c, 3, s, 14532- İbn Ebi’l-Esba’, Tahriri’t-Tahbir fi Sınaatiş-Şi’r ve’n-Nesr,  s, 235.

İdris TÜZÜN 01 Kasım
Konu resmiZafer Millete Hezimet İdarecilere Yazılır
Risale-i Nur

Tarih boyunca pek çok âlim ve şair, zamanlarının siyasî idarecilerini aşırı derecede övmüşlerdir. Bunu yapmalarının sebebi; lâtif ve ince bir hile ile idarecilere şâirâne bir bahşiş vererek, idarecileri kötülükten vazgeçirebilmek ve millete hizmet ve iyilik yolunda yarışa sevk edebilmekti. Alimlerin ve şairlerin bu yaklaşımları -niyetleri ne kadar halis olsa da- doğ­ru değildir. Zira telif ettikleri eser­lerinde ve kasidelerinde, büyük bir mil­letin, bütün fertlerinin kahramanlıklarıyla elde ettikleri zaferi, o milletten manen ça­larak, sadece baştaki idarecinin bir zaferi gibi gösterdiklerinden dolayı bilmeyerek istibdadı alkışlamışlardır. Hakikat noktasında hayırların, iyiliklerin ve kemalatların ortaya çıkabilmesi, bütün şart ve sebeplerin bir araya gelmesine bağ­lıdır. Fakat şerlerin, kötülüklerin ve olum­suzlukların ortaya çıkması için ise sebep ve şartlardan birisinin olmaması yeterlidir. Meselâ; bütün hücre, doku, organ ve sis­temlerin düzgün çalışmasıyla devam eden insan hayatı, bir uzvunun hastalanmasıyla veya zarar görmesiyle sona erebilmektedir. Bu hakikate binaen, elde edilen bir zafer ve ganimet, bütün bir millete ve cemaate verilir. Fakat ortaya çıkan mağlubiyet ve kötü sonuçlar ise baştaki idareciye verilir ve verilmelidir. Milletçe Üstün Hasletlere Sahip Olan Türkler Ve Kürtler Niçin Geri Kaldılar? Türkler ve Kürtler, son derece yüksek millî hasletlere sahiptirler. Bunların bazılarını Bediüzzaman Hazretleri şöyle tarif eder: Biz Türklerin ve Kürtlerin, kalplerimiz dolusu, belki bedenlerimiz dolusu, hatta genişleyip derelerde taşlaşarak ‘dağ’ olarak cisim giymiş kalemiz olan bir ‘şecaat’, yani kahramanlık ve yiğitliğimiz vardır. Başımız dolusu ‘zekâ’ vardır. Sinelerimizi lebalep dolduran ‘gayret’ vardır. Bedenlerimizi ve azalarımızı dolduracak ‘itaat’ vardır. Dereleri hayatlandıracak ve dağları müzeyyen edecek (süslendirecek) efradımız vardır. Bu kadar yüksek ve kıymetli hasletlere sahip olan Türkler ve Kürtler, maddî kalkınma ve ilerlemede diğer milletleri çok gerilerde bırakmaları gerektiği halde, özellikle de 20. yüzyılın başlarında, maalesef sefalet ve zillet içinde iflas etmiş bir vaziyete girmişlerdi. Komşuları olan milletler, nüfusça daha az ve kuvvetçe daha zayıf oldukları halde, terakkide -tabiri caizse- onları çiğneyip is­tikbale doğru koşup gitmişlerdi. Bediüzzaman Hazretleri, maddî kalkınma cihetinde bu geri kalışla beraber, zillet ve sefalet içinde tükenmişliğin mühim bir sebebinin şu 3 sınıf olduğunu ifade eder: Bazı idareciler ve reisler. Vatanın ve milletin menfaatlerini savunma ve fedakârlık iddiasında bulunan, sahtekâr vatanseverler. Veli olduğunu dava eden ehliyetsiz ve sahte şeyhler. Kısaca ifade etmek gerekirse; kötü idareciler, sahte vatanseverler ve sahte şeyhler. Hazret-i Üstad, bu 3 sınıfın ortaya çıkış sebebinin de ‘baskıcı yönetim’ anlamına gelen ‘istibdat’ olduğunu ifade etmektedir. Bu 3 sınıfın, maddî kalkınma noktasında nasıl milletimizi geri bıraktığını şöyle izah etmektedir: Her milletin, millî cesaretini oluşturan ve millî namusunu muhafaza eden ve kuv­vetinin içinde toplandığı bir ‘manevî havuzu’ vardır. Yine her milletin, millî cömertliğini oluşturan, umumî çıkarlarını temin eden ve fazla olan mallarının içinde biriktiği bir ‘manevi hazinesi’ vardır. İşte yukarıda bahsi geçen 3 sınıf insanlar -bilerek veya bilmeyerek- o havuzun ve o hazinenin etrafında delikler açtılar. Havuzu kurutup hazineyi boş bıraktılar. Bunun neticesinde devlet milyarlarca lira borç altında kalarak yıkılma noktasına geldi. Nasıl ki bir kişinin, tehlike ve düşmanlara karşı kendini koruyan öfke ve gazap duygu­su olmasa ve ihtiyaçlarını ve menfaatlerini temine yarayan şehvet duygusu olmasa, o kişi canlı iken ölü gibi olur. Nasıl ki bir trenin, çekiş gücünün kaynağı olan motorunda delikler açılsa, o tren hareket etmez ve perişan bir halde kalır. Yine nasıl ki bir tespihin ipi kopsa, tespih taneleri de dağılır gider. Aynen bu misallerde olduğu gibi, milletin kuvvetinin manevi havuzunu ve malının manevi hazinesini boşaltan başlar (kötü idareciler, sahte vatanseverler ve sahte şeyhler);  milleti serseri ve perişan edip, varlığını tehlikeye sokarlar. Milleti bir arada tutan, birlik ve beraberliği temin eden milliyet fikrinin ipini kesip, milleti parça parça ederler. Bediüzzaman Hazretlerinin yukarıda beyan ettiği gibi, milletin manevi duygularını sû-i istimal ederek nüfuz elde eden sahte şeyhler ve hocalar, yanlış telkin ve fetvalarıyla çalışma şevkini ve kazanma arzusunu kırarlar. Müslüman milletimiz, dünyayı terk ettirecek telkinlere, servet kazanmaktan nefret ettirecek derslere değil, emniyet ve asayiş içinde çalışmaların tanzim edilmesine muhtaçtır. Yine vatana millete hizmet ve müdafaa söylemiyle ortaya çıkan ve milletin ruhundaki cesaret ve kahramanlığını tahrik ederek güç devşiren sahte vatanseverler, milletin en büyük caydırıcı gücü olan cesaret ve kahramanlığını dâhilî ihtilâflarla zayi ederek boşa harcatırlar. Eğer İslâmî hürriyet anlayışı çerçevesinde, istişareyi esas yaparak o delikler kapansa, o muazzam ve kıymetli kuvveti harice sarf etmek için devletin eline verilse, bunun neticesinde merhamet ve adalet ve me­deniyet olacaktır inşallah.

Mustafa TOPÖZ 01 Kasım
Konu resmiMüsbet Hareket
Risale-i Nur

Müsbet hareketi kısaca şöyle tarif edebiliriz: Emniyet ve asayişi bozmadan, başkalarına ilişmeden ve Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmayarak sabır ve tahammülle kendi hizmetimizi yapmaktır. Dâhili cihada yani silahların sustuğu kalemlerin ve fikirlerin konuştuğu ilmi ve fikri cihad sahasında ikna metoduyla mücahede için lazım olan sükûnet ve emniyeti temin etmektir.  Bediüzzaman Hazretleri talebelerine yaz­dığı bir mektubunda konuyu şöy­le izah ediyor: “Haricî tecavüze karşı kuv­vet­le mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne ge­çer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki ha­reket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlâs sırrı ile hareket etmek­tir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuv­vetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı manevideki fark, pek azimdir.” Hazret-i Üstad’ın Eski Said döneminde “Benim fıtratım zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslamiye beni bu vaziyette bulunmaktan şiddetle men’ ediyor. Böyle bir vaziyete düşünce karşımdaki kim olursa olsun isterse en zalim bir cabbar en hunhar bir düşman kumandanı olsun zul­münü hunharlığını suratına çarparım. Be­ni zindana atar yahut idam sehpasına gö­türür hiç ehemiyeti yoktur” ifadesinden de anlaşıldığı gibi zorbalığı ve hakareti kabul­lenemeyen ve İslam’ın izzeti için hayatını hiçe sayacak şekilde hareket ettiği halde; Yeni Said döneminde yine İslam’ın izzetini muhafaza ile birlikte müsbet iman hizmeti için kendisini tahrik için yapılan birçok hakaretlere, zulümlere ve işkencelere karşı sabırla ve tahammülle mukabele etmiştir. Hatta kendisine kötülük yapanlara bed­dua etmemiş ve hakkını helal etmiştir. Giz­li dinsiz komite Üstadımızla çok çeşitli şekillerde uğraşmış. Birçok hakaretlerle, iş­ken­celerle, maddi manevi baskılarla hid­de­te getirip yeter artık dedirtip hadise çı­karttırarak imha etmeye çalışmış. Hz. Üstad bir eserinde bu hadiseden şöyle bahsediyor: “Gizli komitenin maksatları benim sabrım tükensin artık yeter dedirtsinler. Zaten on­ların şimdi benden kızdıklarının bir sebebi, sükûtumdur. Dünyaya karışmamaktır. Ade­ta niçin karışmıyorsun? Ta karışsın maksa­dımız yerine gelsin diyorlar.” Hazret-i Üstad da tahriklere kapılmadan devamlı müsbet hareket ederek onların plan­larını boşa çıkarmış; talebelerine dai­ma sabır ve tahammül ile yalnız iman ve İslâmiyet’e çalışmayı tavsiye etmiştir. “Bir­kaç adamın hatasıyla yüzer adamların za­rar görmesine sebep olunamaz” demiştir. Bu­nun içindir ki, yapılan o kadar gaddarane zulümler esnasında bir tek hadise meydana gelmemiştir. Hem aleyhlerinde yapılan bu kadar menfi propagandalara rağmen gazete, radyo, televizyon gibi yayın organlarında nur talebelerinin asayişi bozacak hareketleri­ne veya suç işlediklerine dair herhangi bir haber çıkmamıştır.  Risale-i Nur Hizmetindeki Müsbet Ha­reket Prensipleri 1. Haklı her meslek sahibinin (başkası­nın mesleğine ilişmemek cihetinde) hakkı: “Mes­­­­leğim haktır. Yahut daha güzeldir” di­ye­­­bilir. Yoksa başkasının mesleğinin hak­sız­­lığını veya çirkinliğini ima eden, “Hak yalnız benim mesleğimdir ve yahut güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düs­­turunu rehber etmek. 2. Kendi mesleğimizin muhabbetiyle ha­re­ket etmekle beraber başka mesleklerin düş­manlığı ile hareket etmemek. 3. Kendi vazifemizi yapmak Cenab-ı Hakk’ ın vazifesine karışmamak. Muvaffak et­­mek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın va­­­zi­fe­si­dir. Bizim vazifemiz değil. Biz va­zi­­femizi yapmakla mükellefiz. Bizim va­zifemiz hiz­met-i imaniyedir. Kur’an ve sün­net daire­sinde hizmet etmektir. 4. “Beşer zulüm eder, kader adalet eder” sır­rıyla beşerin zulümlerine karşı tedbir almak­la birlikte başımıza gelen bela ve sıkıntı­ların Allah tarafından olduğunu bilerek sabır ve şükürle mukabele ederek kaderin hisse­si­ne razı olmak. Rahmet, hikmet ve adalet cihetini düşünmek. 5. Müslümanlar içinde fitneden korkarak menfi hareket etmemek, asayişi muhafaza etmek ve bunun için sıkıntılara katlanmak. Çünkü dâhilde cihad, silahla değil ilimle yapılan manevi cihaddır. Hizmetteki kuvveti dâhilde yanlış şekilde kullanmayıp asayişi muhafaza için kullanmak. Bu noktada bize numune olacak iki misal: Birinci misal: “Eski harb-i umumiden evvel ben Van’da iken bazı muttaki zatlar yanıma geldiler, dediler ki: ‘Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel bize iştirak et. Biz bu münafık reislere itaat etmeyeceğiz.’ Ben de dedim: ‘O fenalıklar, o dinsizlikler, o gibi ku­mandanlara mahsustur. Ordu, onlarla me­sul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kı­lıç çekmem. Size iştirak etmem.’ O zatlar benden ayrıldılar. Kılıç çektiler. Neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi. Az bir zaman sonra harb-i umumi patladı. O ordu, din-i İslam namına harbe iştirak etti. Cihada girdi. O ordudan yüz bin şehit evliya mertebesi­ne çıktılar. Beni o davamda tasdik ettiler.” (Şualar) İkinci misal: “Şark hadisesinde Şeyh Said ve askerleri üstadımız Bediüzzaman’ı şarktaki büyük nüfuzundan istifade için mücadele­ye iştirake davet ettikleri zaman cevaben demiş. ‘Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir. Ve neticesizdir. Çünkü Türk milleti bin senedir İslamiyet’e bayraktarlık etmiş. Dini uğrunda binlerle şehit vermiş ve binlerle veli yetiştirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakâr İslam müdafilerinin torunlarına yani Türk milletine kılıç çekil­mez. Ve ben de çekmem.’ diyerek hem ret cevabı vermiş hem mücadelesinden vaz­geçmesini söylemiştir.” (Asa-yı Musa) 6. Müslüman olmayanlara da İslam’ı müs­bet bir hareket ve üslup ile tebliğ etmek. Fakat bunu yaparken onlara hoş görün­mek adına dinimizden de taviz vermemek. Bu mese­le­de Üstadımız şöyle buyuruyor: Umur-u di­ni­yede (din işlerinde) müsamaha ve te­şeb­bühle (benzemekle) medenilere yanaş­mayın. Çünkü aramızdaki dere pek derin­dir. O dereyi doldurup hatt-ı muvasalayı (kavuşma hattını) temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz. Veya dalalete düşer boğulursunuz. (Mesnevi-i Nuriye)  7. İslam dairesinde hangi meslek ve cemaat olursa olsun Müslümanlarla muhabbet nok­talarını düşünerek ortak düşman olan din­sizliğe karşı ittifak etmek ve ihtilafları terk etmek.  8. Hakkın izzeti ve hatırı için nefsini, enâ­ni­yetini, yanlış düşündüğü izzetini ve ehem­­­miyetsiz rekâbetkârane hissiyatını terk et­mek. 9. İhlâs ve hakperestlik gereği olarak Müs­lümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadesine taraftar olmak.  10. Her söylediğin doğru olmalı. Ama her doğruyu söylemek doğru değildir. Çünkü bazen damara dokunur aksülamel yapar. Onun için nerde, neyi, nasıl ve ne şekilde söyleyeceğimizi iyi hesaplayıp ona göre söylemek. 11. Haksız itirazlara karşı haklı, fakat zarar­lı hiddetten çekinmek. Böyle hadiselerin vukuunda soğukkanlılıkla, sarsılmamakla ve düşmanlığa girmeden karşılayıp mu­ha­liflerin veya itiraz edenlerin reislerini çü­rütmemektir. 12. Bize düşmanlık edenlere karşı intikam hissiyle hareket etmemek. Onlar için hi­da­yet temennisinde bulunmak.  Bu madde ile ilgili Üstadımızın şu tavsiyesi dikkat çekicidir. “Benimle beraber çok ta­lebelerim de türlü türlü musibetlere, eza ve cefalara maruz kaldılar. Ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün hak­sızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helal etmelerini iste­rim. Çünkü onlar, bilmeyerek kader-i ila­hinin sırlarına, derin tecellilerine akıl er­di­re­me­yerek bizim davamıza, hakikat-ı ima­niyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim va­zifemiz onlar için hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı hiçbir ta­lebemin kalbinde zerre kadar in­tikam emeli beslememesini ve onlara mu­kabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalış­malarını tavsi­ye ederim.” (Emirdağ Lahikası) Bediüzzaman Hazretleri, yapmış olduğu bu imani ve vatani Kur’an hizmetine mukabil kendisini zindanlara ve çilelere mahkûm eden zihniyete karşı şöyle sesleniyordu: “Benim bir tek gayem vardır. O da: Mezara yaklaştığım bu zamanda, İslam memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşların sesi­ni işitiyorum. Bu ses âlem-i İslam’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı bilhassa gençleri imansız yaparak kendine bağlıyor. Ben bü­tün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ede­rek gençleri ve Müslümanları imana da­vet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mü­ca­dele ediyorum. Bu mücadelemle inşallah Al­lah’ın huzuruna girmek istiyorum. Bütün faa­liyetim budur. Beni bu gayemden alı­koyanlarda korkarım ki Bolşevikler ol­sun. Beni serbest bırakınız. El birliğiyle ko­mü­nizmle zehirlenen gençlerin ıslahına ve mem­leketin imanına ve Allah’ın birliğine hiz­met edelim.”

Cemal ERŞEN 01 Kasım
Konu resmiHayrat Seferberliği
Risale-i Nur

Geçtiğimiz Kurban Bayramı pek çok sivil toplum kuruluşunun yurt içi ve yurt dışı yardım faaliyetlerine sahne oldu. İslâm âleminin dört bir tarafında insani yardım hizmetlerini yürütmek için binlerce hayırsever yollara düştü. Adeta hayrat ve hasenat seferberliği ilan edildi. Bu gaye ile bize de Kamboçya’ya gitmek nasip oldu. Bu yazımızda, Risale-i Nur’dan istifadeyle “Hakiki insani yardım nasıl olur?” konusunu işlemeye çalışacağız.  Üstat Bediüzzaman Hazretleri, Ra­mazan-ı Şerif’in hikmetlerini an­lattığı risalede, insani yardım nok­ta­sında hayati önem taşıyan ölçülerden şöyle bahsetmektedir: “ Oruç hayat-ı ic­timâiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İn­sanlar maişet cihetinde muhtelif bir sû­rette halk edilmişler. Cenâb-ı Hakk o ih­tilâfa binaen, zenginleri fukarâların muavenetine (yardımına) davet ediyor. Hâl­buki zenginler, fukarânın acınacak acı hâllerini ve açlıklarını oruçtaki aç­lık­la tam hissedebilirler. Eğer oruç ol­mazsa, nefisperest çok zenginler bulu­nabilir ki, açlık ve fakir­lik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikinin bir esasıdır. Hangi ferd olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vâsıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz. Yapsa da tam olamaz. Çünkü hakiki o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.”1 Ölçü: Cenab-ı Hak imtihan sırrıyla insan­ları geçim hususunda çok çeşitli suretlerde yaratmıştır. Zenginlik ve fakirlik de kendi içinde çok mertebelere ayrılmıştır. Zenginin imtihanı, fakirin yardımına koşmaktır. Fa­kirin imtihanı da sabır ve şükür içinde hayatın zorluklarını aşmaya çalışmaktır.  Her insan kendisinden daha fakiri bula­bilir. Dolayısıyla o fakirlere yardım et­mek­le mükelleftir. Yardım faaliyetleri kap­samında daha önce Bangladeş, Sudan ve bu sene de Kamboçya’ya gittiğimizde Tür­kiye şartlarında fakir olan insanların o ülkelerin standartlarına göre zengin sayı­labileceklerini müşahede ettik. Fakirlik ve yoksulluk maalesef bizdekine göre çok faz­la. Bir memurun ayda 100 dolar aldığı bir ülkede fakirlik sınırının nerelerde olduğu­nu bir düşünelim. Bu sebeple Türkiye’de fakir görünenler bile, İslam âleminin çeşitli bölgelerindeki yardıma muhtaç kardeşlerine yardım etmekle sorumludurlar. Ölçü: Hayrat Yardım Derneğinin güzel bir uygulaması da insani yardım faaliyetlerinde iş adamlarını da sahaya göndermesidir. Tür­kiye şartlarında fakir fukaraya gücü nis­petinde yardım eden hayırseverlerimiz, yurt­dışındaki vaziyeti yerinde gördükleri zaman düşünceleri tamamen değişiyor. Bir dahaki sefere daha çok yardımda bulunacaklarını ifade ediyorlar. Çünkü uzaktan bakılınca bazı şeyler görülmüyor, bilinmiyor. İslam coğrafyasındaki fakirlerin acınacak acı hal­leri tam hissedilmiyor. Yardım yapılsa da tam layıkıyla yapılamıyor. Örneğin Kam­boç­ya’ya gelen iş adamı abimiz, gördüğü manzara karşısında hayretler içinde ka­lıp: “Hocam burada yapılacak çok iş var” dedi. Türkiye’de iken bu kadar fakir olu­nabileceğini asla tahmin edememişti. Ölçü: İnsanın yaratılışında kendi cinsine karşı şefkat hissi konulmuştur. Hemcinsine şefkat göstermek kişinin sahip olduğu ni­metlere şükür hükmündedir. Bizler mü­min­ler olarak bir vücudun azaları gibiyiz. Bedenimizin herhangi bir yerinde bir ra­hatsızlık olsa bütün azalarımız bunu his­seder. Aynen bunun gibi dünyanın dört bir yanında sıkıntıya duçar olmuş ehl-i iman kardeşlerimizin dertleriyle dertlenmemiz di­ni bir vecibedir. Gücümüz yettiğince on­lara yardıma koşmamız gerekir. Bizler ni­metler içinde yüzerken onlar yokluklar ve zorluklarla mücadele ediyor. Kurban or­ga­nizasyonlarında sadece kurban bağışı ya­pılmıyor. Sadaka ve benzeri yardımlar da muh­taçlara ulaştırılıyor. Örneğin çocuklar için bayram hediyeleri, ayakkabı, elbise, kır­tasiye malzemeleri gibi değişik şeyler de gö­türülebiliyor. Herkes ekonomik duru­mu­na göre az-çok yardımda bulunabilir. Ölçü: Kamboçya’da kurban organizas­yon­unda bir aileye yarım kilogram et düştü­ğünü söylediler. “Bu insanların bir kısmı senede bir sefer kırmızı et yiyebiliyor” diye ifade ettiler. Şimdi biraz düşünelim. Bir ta­rafta senede bir defa yarım kilogram kırmı­zı et yiyebilen kardeşlerimiz, diğer tarafta her gün kırmızı et yiyebilen bizler. Bu nimetlerin şükrünü nasıl eda ederiz? Bu kardeşlerimizin hakkını nasıl ödeyebiliriz? Onlara yardım elimizi daha ne zaman uza­ta­cağız? Oradaki kardeşlerimizin bizden bek­le­diği şey sadece kırmızı et değil. Zaten gön­derdiğimiz yardımla bir ailenin ancak bir öğünlük açlığı giderilebiliyor. Asıl yardım onların kalplerini ve kafalarını doyurmamız. Yani ilim ve marifet transferi yaparak onları dünya ve ahiret cihetinde yetiştirmemiz ge­rekiyor. İslam âleminin uzak diyarlarına gi­den ve onların ihtiyaçlarını yerinde gören bir kardeşiniz olarak diyorum ki: “Ümmet bizden hizmet bekliyor.” Kaynaklar: 1- Mektubat 2, 11-12. Altınbaşak Neşriyat

Zafer ZENGİN 01 Kasım
Konu resmiKültür Mirasımızın Anahtarı: Osmanlıca
Eğitim

 “Osmanlı Devri Türkçesi” diye de ifade edebileceği­miz Osmanlı Türkçesi güneşin batmadığı topraklara sahip, üç kıtaya yayılan, yedi asır cihana hükmetmiş Osmanlı İmparatorlu­ğu döneminde yaşayan Türkçenin Arap harf­leriyle yazılmış hâlidir. Geçmişte kalan bir yazı ve konuşma dili değil, mevcut ve gelecek nesillerin tarih, kültür ve genel anlamda me­deniyet tasavvurunun sağlıklı bir şekilde oluşmasında bir nevi kilit konumundadır. İnsanların birbirleriyle olan iletişimin­de-ki en önemli vasıta olan dil, mil­lî hafıza­nın, millî hatıranın, duygu­ların ve dü­şün­­ce­­­lerin, bütün maddi ve ma­­nevi de­ğer­­lerin ortak hazinesi, fikir dün­­yasının tezahürü, kültürün ise temel taşı­­dır. Bir milletin fertleri arasındaki ortak duygu ve düşünce akışı dil ile sağ­lanmaktadır. Kültür denilince ilk akla ge­len dildir. Bu sebeple dil aynı zamanda bir kültür aktarıcısı, kültür taşıyıcısıdır. Bir mil­letin tarihi, coğrafyası, değer ölçütleri, il­­mi, folkloru, edebiyatı, müziği, her türlü ortak değerleri yüzyılların süzgecinden sü­zü­le süzüle kelimelerde sembolleşerek, dil hazinesine akıtılarak orada saklanmaktadır. Bireyler, kendi yaşadıkları toplumun ana dilini öğrenmenin yanı sıra geçmiş kül­türün özelliklerini taşıyan dile de hâkim olmalıdırlar. Çünkü dil bir milletin ruhu, özü, hatırası ve hafızasıdır. Bu birikime sahip olmak kişiye ayrı bir değer katar. Ve ayrıca bu ruhu diri tutmak, millî hafıza­yı korumak o milleti oluşturan fertlerin de bi­rin­cil görevi olmak durumundadır. Bu ne­denle, kültürel değerlerimizle yaban­cı­laş­mamak, tarihimiz ile aramızdaki irti­batın kesilmemesi bakımından Osmanlı Türkçesinin öğrenilmesi önem kazanmakta, hatta elzem görülmektedir. Türk milleti olarak kültürel değerlerimize bağlılığımız, millilik hususundaki hassasi­yetimiz aşikârdır.  Bu taraftan bakıldığında, Türklerin yüzyıllar boyunca geliştirdikleri özgün bir dil olan Osmanlıca/Osmanlı Türk­çesi, kültürel mirasın anlaşılmasında, gele­cek nesillere aktarılmasında ve yaşatılma­sında hayati bir önem taşımaktadır. “Osmanlı Devri Türkçesi” diye de ifade edebileceği­miz Osmanlı Türkçesi güneşin batmadığı topraklara sahip, üç kıtaya yayılan, yedi asır cihana hükmetmiş Osmanlı İmparatorlu­ğu döneminde yaşayan Türkçenin Arap harf­leriyle yazılmış hâlidir. Geçmişte kalan bir yazı ve konuşma dili değil, mevcut ve gelecek nesillerin tarih, kültür ve genel anlamda me­deniyet tasavvurunun sağlıklı bir şekilde oluşmasında bir nevi kilit konumundadır. Zira, geçmiş ile gelecek arasında sağlam bir köprü kurabilmenin ve geleceğe güven­le bakabilmenin yolu Osmanlıca okuyup an­la­yabilmekten geçer dersek abartmış olma­yız. Ecdadımızın bin yıllık şerefli, şanlı ta­rih koridorundan bizlere armağan ettiği,  mil­lî kültürümüzün temelini oluşturan sa­yı­sız gü­zide eserin hemen hemen tamamı Os­man­lıca yazılmış değil midir? Cihan Pa­dişahı Kanuni’nin Muhibbî mahlasıyla yaz­dığı “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” beytinde;  devlet için halkın, sağlık için aldı­ğımız nefes kadar önemli olduğuna vurgu yaparak, devletin hayatımızdaki nefes kadar önemli olduğunu ifade ettiği mısralardaki gerçek anlam ve manayı yorumlayabilmek için Osmanlı Türkçesi bilmek gerek­mek­tedir.  Aynı şekilde, âtiyi inşa edebilmek için maziyi iyi anlayabilmek ve anlatmak ge­re­kir. Binlerce yıllık mazimizin, kadim mede­niyetimizin ve büyük kültür mirasımızın anahtarı olan Osmanlıcanın öğrenilmesi, Os­manlı döneminde yazılmış eserlerin en­gin içeriğinin anlaşılmasında önem arz et­mektedir. Binlerce yıllık şanlı bir tarihin kültür miras­çıları olan çocuklarımızın ve gençlerimizin, atalarından miras kalmış bir kitabı veya bel­geyi,  bir çeşme kitabesini, cami kubbesi­ne işlenen bir duayı,  tarihî bir binada yazılı olan Osmanlıca bir metni vb. okuması, ma­nasını anlaması; geçmişin ilim ve fikir dünyasını tanımasına, onda bulabileceği de­rinlik ve estetik zevkini yudumlamasına, toplumun dinî ve millî değerlerinin gele­cek nesillere aktarılmasına, yaşatılmasına ve korunmasına katkı sağlayacağına inanı­yorum. Kültürün nesilden nesile aktarımı, devamı ve yaşatılması eğitim ve öğretim yolu ile gerçekleşmektedir. Millî, ahlakî, insanî, ma­nevî ve kültürel değerleri benimseyen, ko­ru­yan ve geliştiren gençler yetiştirmeyi hedef­leyen Millî Eğitim Bakanlığı yeni neslin, ecdadı ile olan bağlarını güçlendirmek, Os­manlıcayı öğrencilere tanıtmak ve öğretmek amacıyla 2014-2015 eğitim-öğretim yılında Osmanlı Türkçesi dersinin Sosyal Bilimler Liselerinin 10, 11 ve 12. sınıflarında ortak ders olarak, Anadolu Liseleri, Fen Liseleri, Güzel Sanatlar Liseleri ile İmam Hatip Liselerinin 9, 10, 11 ve 12. sınıflarında ise seçmeli ders olarak okutulması kararı alınmış ve uygulamaya konulmuştur. Os­manlı Türkçesi dersi, haftada iki ders saati olarak okutulmaktadır. Osmanlı Türkçesi ders programında ise Türk­­çe’nin tarihî seyri içerisinde Os­man­lı Türkçesinin yeri ve önemi, Osmanlıca­nın birlik ve beraberliği sağlayan bir unsur ol­duğu, Türkçeyi doğru ve güzel kullan­madaki önemi, hat sanatı ve çeşitleri gibi konular yer almaktadır. Ayrıca program, öğ­rencilerin Osmanlı Türkçesi ürünlerini yerinde görmelerini sağlamak amacıyla okul­ların yakın çevrelerindeki arşiv, kütüp­hane, mezarlık, müze, cami ve çeşme gi­bi mekânlarda da uygulamalı eğitim yapma­larına imkân tanımaktadır. Öğrencilerin yoğun ilgi gösterdiği Os­manlı Türkçesi dersi; 2014-2015 eğitim-öğretim yılında; 10. sınıflarda 1.990, 11. sınıflarda 1.987,  12. sınıflarda 1.677 olmak üzere toplam 5.654 öğrenci ortak ders olarak, 9. sınıflarda 6.331,  10. sınıflarda 36.739,  11. sınıflarda 19.968 ve 12. sınıf­larda 402 olmak üzere toplam 69.094 öğ­renci tarafından ise seçmeli ders olarak se­çilmiş ve öğrenilmiştir. Osmanlı Türkçesi dersi; 2015-2016 eğitim-öğretim yılında ise;  10. sınıflarda 2.879, 11. sınıflarda 1.741, 12. sınıflarda 1.527 olmak üzere toplam 6.147 öğrenci tarafından ortak ders olarak; 9. sı­nıflarda 12.823, 10. sınıflarda 66.002,  11. sı­nıflarda 23.529 ve 12. sınıflarda 37.208 ol­mak üzere toplamda 139.562 öğrenci ta­rafından seçmeli ders olarak seçilmiş ve okunmuştur. Diğer yandan, Millî Eğitim Bakanlığı izni ya da işbirliği protokolleri ile Sivil Toplum Kuruluşlarının da bu konuda çalışmaları bulunmaktadır. Bir örnek olarak, 2014 yılında Millî Eğitim Bakanlığı ile Hayrat Vakfı arasında imzalanan işbirliği proto­kolü çerçevesinde Türkiye genelinde açılan Osmanlı Türkçesi kurslarına ilgi ve katı­lım yüksek olmuştur. Bu durum sevindi­ri­cidir. 2015 yılında 6.466 kurs açılmış, 175.743 kursiyer eğitim almıştır. Ayrıca, Bakanlığımızca yaygın eğitim faaliyetleri prog­­ramı dâhilinde açılan Osmanlı Türk­çe­si kurslarına da vatandaşlarımız yoğun il­gi göstermekte ve katılım sağlamaktadır.   Eğitim kurumları ve eğitimciler olarak ço­cuklarımızın geleceği ve ülkemizin hayrı­na olacak bu konuda tarihî bir sorum­luluğumuz vardır. Tarihini bilen ve anlayan, kültürünü özümsemiş, millî ve manevi de­ğerlerle donanmış, geleceğini ümitle inşa edecek bir nesil için bin yıllık geçmişimiz­le buluşmamızda bir köprü olan Osman­lı Türkçesinin öğrenilmesi ve öğretilmesi ama­cıyla var olan programları geliştirerek uy­­gu­­lamayı yaygınlaştırmak ve sürekliliği sağ­la­mak için çabalarımız artarak devam edecektir.  Özetle, Osmanlı Türkçesi dersi 2014-2015 eğitim-öğretim yılında 69.094 öğrenci ta­ra­fından, 2015-2016 eğitim-öğretim yı­lında ise % 114 artışla 145.859 öğrenci ta­­ra­fından okunmuştur. Son iki öğretim yı­lına ait verilere bakıldığında Osmanlı Türk­çesi dersini seçen öğrenci sayısında önem­li bir artış olduğu görülmektedir. 2016-2017 eğitim-öğretim yılında da ortak ders olarak Osmanlı Türkçesi okuyacak öğ­­renci sayısı artacaktır. Anadolu Liseleri, Fen Liseleri, Güzel Sanatlar Liseleri ile İmam Hatip Liselerinde öğrenim gören öğ­rencilerden seçmeli ders olarak daha çok öğrencinin Osmanlı Türkçesi dersini seçmesi yönünde öğretmenlerimizin ve eği­tim yöneticilerimizin bilgilendirmeleri, tav­siyeleri ve yönlendirmeleri bu bağlamdaki politikalarımızın amacına ulaşmasına kat­kı sağlayacaktır. Osmanlı Türkçesi dersini seçmeli olarak seçen ve okuyan öğrenci sayısının toplam ortaöğretim öğrenci sa­yı­sı içindeki oranını artırmak önemli hedef­lerimizden birisidir. Osmanlı Türkçesi, bir gün ortak ders olur  mu? Neden olmasın? Bilgilendirmeye, an­latmaya, öğretmeye devam edeceğiz.

Ercan TÜRK 01 Kasım
Konu resmiSusma Yüreğim!
Risale-i Nur

“Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayrı istemem. İsterim fakat bir yâr-ı baki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat  bu mevcudatı umumen isterim.” Susma yüreğim, bu sefer sen konuş. Sen konuş, dinlesin aklım, sen ko­nuş ki din­lesin dimağım! Engel ol­ma man­tı­ğım, sus­turma feryadını, haklı çı­kar­ma ken­dini! Bırak bu sefer de yüreğim ko­nuş­sun! Niye büktün o naif boynunu? Niye içine akıtırsın yaşlarını? Senelerdir biriken ve bit­mek bilmeyen  firakın hüznümü incitti seni? İçine işleyen güneşin, şualarını top­layıp gidişi mi; vedaya hazırlanan hazan yapraklarının son bakışları mı; Haziranın, Temmuzun, Ağustosun bir nefes gibi uçup gidişi mi bu kadar gücendirdi seni? Yoksa her dakika senin senden gitmen mi yaktı seni? Ey gözlerim! Ey gözlerim, okumadınız mı, söylemediniz mi yüreğime hakikati? O za­man şimdi okuyun! Haykırın gerçeği! Tit­retin yüreğimi! Titretin ki, dökülsün sevda yükleri! “...Belki o mahbublarda sebeb-i muhabbeti­niz olan hüsün ve ihsan, fazl ve kemal, o mahbub-u Baki’nin cilve-i cemal-i ba­ki­sinden, çok perdelerden geçip, gayet zaif bir gölgenin gölgesidir. Onların  zevalleri siz­leri incitmesin. Çünki onlar, bir nev’i ayi­nelerdir. Ayinelerin değişmesi, şa’şaa-i ce­malin cilvesini tazeleştirir, güzelleştirir. Ma­dem o var her şey var.”1 Dinmedi mi yaşların gönlüm? Mahbub­ların adedince manevi cerihalarına “Ya baki entel baki. Ya baki entel baki” “Ey beka sahibi olan. Baki ancak sensin” merhemini sürsek dinmez mi sızın? Ey aklım! Yeter ağlamasın artık, tut yüre­ğimin ellerinden, şefkatle fısılda kulağına: “Güzel değil batmakla kaybolan bir mahbub. Çünki zevale mahkum, hakiki güzel olamaz. Aşk-ı ebedi için yaratılan ve ayine-i samed olan kalp ile sevilmez ve sevilmemeli.”2 Ruhum bütün latifelerinle sende yetiş! Sen de söyle, bitsin artık bu elem: “Yalnız biri iste, başkaları istemeğe değmi­yor. Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor.Biri taleb et, başkalar layık değiller. Biri gör, başkaları her vakit görünmüyor. Zeval per­desinde saklanıyorlar. Biri bil, mari­feti­ne yardım etmeyen başka bilmeklikler fai­de­sizdir. Biri söyle, ona ait olmayan sözler malayani sayılabilir.”3            “Eğer Allah’ı buldun isen, bütün eşya senin­dir, gör. Eğer Malik-i Mülke memlük isen, onun mülkü senindir, gör.”4 Haydi yüreğim söz şimdi sende. Haykır! Bağır! Çınlat her yanı! “Faniyim, fani olanı istemem. Acizim, aciz olanı istemem. Ruhumu rahmana teslim eyledim, gayrı istemem. İsterim fakat bir yar-ı baki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat  bu mevcudatı umumen isterim.”5 “HAKİKİ MAHBUB, HAKİKİ MATLUB, HAKİKİ MAKSUD, HAKİKİ MA’BUD, YALNIZ O’DUR!”6 VESSELAM...                         Kaynaklar: 1- Osmanlıca Asay-ı Musa, 10.Hüccet-i İmaniye, 20. Mektubun 1.Makamı, 8.kelime2- Osmanlıca Sözler, 17.Söz, s. 73  3- Osmanlıca Sözler, s. 764- Osmanlıca Sözler, s. 785- Osmanlıca Sözler, s. 796- Osmanlıca Sözler, s. 76

Elif Hüma ARSLAN 01 Kasım
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

“Hüsrev’le Hâfız Ali, bir başta iki göz gibidirler Risâle-i Nûr dairesinde bulunanların iman hizmetini ifa ederken aralarında nasıl bir kardeşlik irtibatı bulunması ge­rektiği ile ilgili olarak, Bedîüzzaman Haz­retlerinin verdiği şu örnek yolumuzu ay­dınlatacaktır: “Bir zaman Barla’da, bütün tarikatların şecere-i külliyesini tanzîm ve istinsah etmek için Hâfız Ali ile Hüsrev o vakit o işte bulundular, çalıştılar. Ta o vakitte bu iki zât, ileride Risâle-i Nûr’a ehemmiyetli hizmette bulunacaklarını ve başta iki göz gibi, iki bakar bir görür, diye kuvvetli bir temenni ile ümid etmiştim. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki; o ümidim, o zamandan beri tahakkuk etti ve ediyor ve şimdi tam oldu.” ”Kırşehir Âhî Evran-ı Velî Câmii ve Türbesi Ahî Evran Hazretlerinin asıl adı Mahmud bin Ahmed Ebu’l-Hakâik Nâsıruddîn’dir. 1171 senesinde Horasan’ın Hoy Kasabasında dünyaya gelmiştir. Ahmed Yesevî Hazretleri ve Fahreddin Razî Hazretleri gibi zatlardan mad­dî ve manevî ilimleri tedris ederek, zamanının büyük âlimleri arasına girmiştir. Bir Alperen olarak 35 yaşındayken Anadolu’ya gelmiştir. O zamanki adı Gülşehri olan Kırşehir’e yer­leşmiştir. Burada Ahiliği kurmuştur. İlk mes­leği olan debbâğlık başta olmak üzere 32 mesleğin ustası ve piridir. Maddî ve mane­vî kuralları olan bir esnaf teşkilâtı olan Ahilik’in kaideleri, Fütüvvetnâmelerde belirtilmiştir. Bu­­na göre Ahi kişinin eli, kapısı sofrası açık; gö­zü, beli, dili kapalıdır. Âhî Evrân Hazretleri, 1264 tarihinde Kırşehir’de Moğollarla yapılan bir savaşta ön saflarda kılıç sallarken 93 ya­şında şehid olmuştur. Kabri, kendi adıyla anılan camisinin bitişiğindeki türbesindedir. Çam Devirmek Lügatte; karşısındakinin eksik ve kusurlu tarafına dokunacak bir söz söylemek, söylenmemesi gereken şeyi ağzından kaçır­mak, pot kırmak, gaf yapmak manasına gelen “çam devirmek” deyiminin nereden geldiğine dair halk arasında şu hikâye an­latılır: Zengin bir adamın, Göztepe-Eren­köy taraflarında, 8-10 dönüm bahçeli bü­yük bir köşkü varmış. Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş. Eski binalar hep ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk hâline getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş. Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı’ndaki ko­nağında oturan zengin adam bir sabah köş­küne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş: “Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir. Tahta ve kalas yaptır” demiş. Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış. 1 Kasım 1928 Kur’an Harfleri Değişti Bu konuyla ilgili Kazım Karabekir 1923’te şunları söylemiştir. “Acaba bu Latince ka­­bul edilebilir mi? Bu kabul edildiği gün mem­­leket herc ü merce girer. Her şeyden sar­f-ı nazar bizim kütüphanelerimizi dolduran mu­­kaddes kitaplarımız, tarihlerimiz, yazı­ları­mız ve binlerce cilt eserlerimiz bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan hurûfu kabul ettiğimiz gün en büyük bir felakete maruz kalacağız. Ve böylece der­hal bütün Avrupa’nın eline güzel bir silah vermiş olacağız. Bunlar Âlem-i İslam’a karşı diyeceklerdir ki Türkler ecnebi yazısını ka­bul etmişler ve Hıristiyan olmuşlardır. İşte düşmanlarımızın çalıştığı şeytankârâne fikir budur.” (Vakit, Tanin, Akşam, 3 Mart 1923) 2 Kasım 1917 Balfour Deklarasyonu Balfour Deklerasyonu, Lloyd George’un başbakanlığındaki İngiliz savaş kabi­ne­sinde Dışişleri Bakanı olan Arthur Bal­four’un girişimiyle başlatılan ve sonuçta Filistin’de bir Yahudi Devletinin -İsrâil- ku­rulmasıyla sonuçlanan girişimdir. Lord Art­hur Balfour, 2 Kasım 1917 tarihinde Si­yonist hareketin liderlerinden olan Lord Rothschild’e bir mektup göndererek, Fi­lis­tin topraklarında bir Yahudî Devleti ku­rulması konusunda İngiliz hükümetinin destek vereceğini bildirmiştir. İngilizlerin Araplara yatırım yaptığı bir dönem oldu­ğu için, bildiride ‘ülkedeki öteki sakinlerin medenî ve dinî haklarının ihlal edilme­me­si(!) şart koşulmuştur. Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu topraklarının İngiltere ve Fran­sa arasında paylaşılması protokolü nite­li­ğindeki Sykes-Picot Antlaşması ve Mekke Şerifi Hüseyin ile İngiltere’nin Mısır’daki Yüksek Komiseri McMahon arasında gizli olarak imzalanan McMahon Antlaşması­nın ardından yapılan bu girişim, böyle bir maddeyi gerektirmiştir. 24 Kasım 1859 Son Şeyhülislâm Mehmed Nûri Efendi doğdu Mehmed Nûri Efendi, Üs­küdar’da dün­­yaya gelmiştir. Babası Rumeli Kaz­askerliği de yapmış olan Hacı Osman Kâ­mil Efendi’dir. Dedesi Hacı Mehmed Raşid Efendi, Huzur Derslerine muhatab olarak katılmıştır. Annesi Şerife Hatice Hanım Medine’de hamile kaldığı için kendisine Mehmed Nûri Medenî isminin verildiği belirtilir. Babasından sarf, nahiv, aruz, fe­râiz, hesab ve fıkıh gibi ilimleri tahsil etti, ilm-i ferâizden icâzet aldı. Mantıkî Ahmed Sıtkı Efendi’den ilm-i âdâb, mantık ve vaz’ dersleri okudu. Daha sonraları me­mu­ri­yet hayatına devam ederken, çeşitli ho­ca­lardan ders almaya devam etti. Çeşitli gö­­revlerden sonra 1912 senesinde Mısır Ka­dılığına getirildi. Ağustos 1915’e kadar Mı­sır Kadılığı görevinde bulundu. 9 Mayıs 1920’de Anadolu Kazaskerliğine getirildi. 27 Eylül 1920’de Şeyhülislâm oldu. 17 Kasım 1922’ye kadar bu görevini devam ettirerek, Osmanlı Devleti’nin son Şeyhülislâmı ola­rak kayıtlara geçti. 30 Temmuz 1927’de Üs­küdar’da vefat etmiştir. Kabri Karaca Ahmet Mezarlığındadır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Kasım
Konu resmiEbru
Kültür ve Medeniyet

Ebrû sanatının ne zaman ve hangi ül­kede ortaya çıktığı bilinmemekle be­raber bu sanatın doğu ülkelere özgü bir süsleme sanatı olduğu düşünülmekte­dir. Bazı İran kaynaklarında Hindistan'da ortaya çıktığı yazılıdır. Bazı kaynaklara gö­­re de Buhâra’da doğmuş ve İran yoluyla Os­manlılara geçmiştir. Batıda Ebrû "Türk Kâğıdı" ya da "Mermer Kâğıt" olarak adlan­dırılmaktadır. Ebrû, geven otunun özsuyundan elde edi­len kitre veya deniz kadayıfı bitkisi (kera­jin) ile kıvamı arttırılmış suyun üzerine, içine öd katılarak suyun dibine çökmeye­cek hale getirilen boyaların serpilmesi ve su yüzeyinde meydana gelen şekillerin olduğu gibi ya da biz adı verilen metal uçlu bir alet­le müdahale edilerek bir kâğıda geçirilmesi yoluyla yapılır. Ebrû sanatının köklerinin IX. ve X. yüzyıla kadar uzandığı varsayılmaktadır. Bu sanat, kâ­ğıdın tarih sahnesine girmesiyle gelişmiş­tir. Daha sonraki asırlarda Çağatay Türkçe­si'yle “Ebre” adını alarak Türkistan'da ortaya çıkan bu sanatın tarihi gelişimi hakkında, müphem de olsa bir fikir vermektedir. Tür­kistan'dan en geç 16. asır başlarında İpek­yolu'nu takiben İran'a geçişinde “Ebri”  ola­rak isimlendirilmiştir. Osmanlı’da da revaç bulan aynı isim, telaffuz zorluğundan son yüzyılda Türkçe’de “Ebrû”ya dönüşmüş­tür. XVI. asır ortalarında Mir Muhammed Tâ­hir tarafından Hindistan'da yapılmaya baş­landığı rivayet olunan ebrûculuk, bura­dan İran'a ve sonra da İstanbul'a kadar ya­­­yılmıştır. Aynı yüzyılın sonlarında, İs­tan­bul'dan Avrupalı seyyahlar tarafından ken­di memleketlerine götürülen ebrû kâ­ğıtları önce Almanya'da, sonra da Fransa ve İtalya'da mermer kağıdı veya Türk mer­mer kağıdı, hatta sadece Türk kağıdı adıyla tanınıp benimsenmiş ve oralarda da yapılmaya başlanmıştır. Belgelenen en eski ebrû örneği XVI. yüzyıla aittir. Kâğıdın süslenmesinde, kıt'a ve levhaların iç ve dış pervazlarında, yazma ciltlerinde yan kâğıdı olarak sıkça kullanılmıştır. Ebrû Yapımında Kullanılan Malzemeler: Kâğıt: Emici özelliği fazla ve mat olanları tercih edilir. Genellikle birinci hamur kâğıt kullanılır. Su: Kitre, denizkadayıfı, boy tohumu veya sahlep gibi suyun yoğunluğunu sağlayacak doğal maddeler ile karıştırılır. Tercihen din­lendirilmiş veya saf su kullanılır. Toprak Boya: Ebrû’da kullanılan boyalar eskiden doğada bulunan topraktan elde edi­lirmiş. Günümüzde ezilmeye hazır halde ya da ezilmiş toz boyalar kullanılmaktadır. Top­rak boyalar mermer ve destiseng denilen el taşının yardımıyla ezilerek macun kıvamına getirilerek kullanılır. Öd: Öd genellikle büyük baş hayvanların safrakesesinden elde edilir. Renklerin kitre üzerine yapışmasını ve dağılmadan orada kalmasına yardımcı olur. Kitre: Ebrû yapımında kullanılan suyun belli bir yoğunluğa sahip olması ve özel olarak hazırlanan boyayı üzerinde tu­ta­bil­mesi gereken maddelerdendir. Kitre, Tür­kiye'nin güney ve güneydoğu bölge­lerinde kırlarda yetişen yabani bir dikenin (geven) özsuyudur.  At Kılı ve Gül Dalı: Fırça yapımında kul­­lanılan at kılları tercihen yaşlı atların kuy­­ruklarından elde edilir. At kılı tercih edil­mesinin nedenleri gözenekleri nede­­niyle boyaların fırçadan bir vuruşta dökülme­me­sidir. Böylece tüm yüzeye eşit büyüklükte ve miktarda boya dökülebilir ve tabanı oluşturur. Fırçada gül dalı kullanılması; gül dalının esnek olması, kolay küf tutmaması nedeniyledir. Ebrû Çeşitleri: Battal Ebrû: İki veya üç renk boyanın fırçayla damlalar halinde su yüzeyine ser­pilmesinden sonra hiçbir ek müdahelede bulunmaksızın kağıda geçirilmesi yoluyla olur. Tüm Ebrû çeşitlerinin yapımına ön­ce battal Ebrû yapılarak başlanır. Gelgit Ebrû: Battal Ebrûdan sonra biz yar­dımıyla tekne yüzeyinde eşit aralıklı, tek­nenin kenarlarına paralel zıt yönde çizgiler oluşturulur. Bülbül Ebrûsu: Helezonik yuvarlaklar oluş­turacak biçimlerin tekne yüzeyinde eşit büyüklüklerle sıralanması yoluyla oluştu­rulur. Şal Ebrûsu: Uçları kıvrımlı s harfine benzer kıvrımlı şekiller oluşturularak yapılır. Taraklı Ebrû: Ebrû tarağı adı verilen bir araçla gelgit Ebrû üzerinde oluşturulan bir çeşittir. Hatip Ebrûsu: Pastel renkli bir şal ya da taraklı Ebrû zemin üzerine çiçek, çarkıfelek ya da yıldız benzeri şekiller oluşturularak yapılır. Çiçek Ebrûsu: Pastel renkli bir şal ya da taraklı Ebrû zemin üzerine karanfil, papatya, gül, sümbül, gelincik gibi çiçek figürlerinin stilize edilerek kendilerine özgü tekniklerle yapılmasıyla elde edilir.

Mustafa YILMAZ 01 Kasım
Konu resmiDünya İyilikle Değişir
İnsan

Her sene yardım kuruluşları yardım gönüllüleri ile dünyanın dört bir tarafına gidiyorlar. Ülkemizdeki yardımseverlerin emanetlerini yani kurban etleri ve hediyeleri muhtaç ellere ulaştırarak gönül köprüleri inşa ediyorlar. Okuruluşlarımızdan birisi de Hayrât İnsanî Yardım Derneğimiz. 2016 Kur­­­­­­ban Bayramı günlerinde pek çok nok­­­­­taya ulaşan gönüllülerimizin bazı izle­nim­­­lerini ve yaşadıklarını sizlerle pay­­laşı­­yo­ruz. Bi­liyoruz ki dünya iyilikle değişir. Yine bili­­yo­ruz ki iyilik yaymakla, duyurmakla ço­ğalır. ÇAD Ali Semerci Hâyrat Însani Yardım Derneği’nin orga­nizasyonuyla 2016 yılı Kurban Bayramını Af­rika’nın ölü kalbi olarak adlandırılan Çad’da geçirdik. Bu sayede Afrika Kıtası’nın bir bölümünü müşahede etme fırsatı ya­kaladık. Kuzeyinde Libya; batısında Nijer, Nijer­ya, Kamerun; güneyinde Orta Afrika Cum­huriyeti; doğusunda ise Sudan bulun­mak­­­tadır. Çad’ı üç bölgeye ayıracak olur­sak Kuzeyde Sahra Çölü, ortada başkent N’Djamena ve ülkeye ismini de veren Çad gö­lü, güneyde ise yağmurun ve yeşilin bol olduğu düzlükler görülmektedir. MÖ. 7000 yılına kadar dayanan mazisinde Sao dönemi ve Kanem İmparatorluğun­dan söz etmek mümkün. 11. Yüzyılın son çey­­reğinde Sayfawa Hanedanlığı döne­minde Araplar ve Beberiler’in etkisiyle İs­lam dini kabul edilmiş. Günümüzde de nü­­­fusun %55’i Müslümanlardan %35’i ise Hristiyanlardan oluşmaktadır. Bunun yanında yerel inançların da mevcudiyeti görülmektedir. 19. yüzyılda Sudan ile Fransa arasında böl­ge üzerinde gerçekleştirilen mücadele Fransa’nın lehine sonuçlanmış. Fransa bu­radaki nüfuzunu 20. yüzyılın başından 1960’a kadar doğrudan devam ettirmiş. 1960’dan sonra Çad bağımsızlığını ka­zanmış olsa da Fransa dolaylı olarak nü­fuzunu devam ettirmiştir. Orta doğudaki Mandater rejimlerin kaldırılmasına benzer bir sıtratejinin burada da izlendiği görül­mek­tedir. Mesela Çad bağımsız bir ül­kedir ama üretmiş olduğu pamuğu Fransa’ dan başka bir ülkeye satamamaktadır. İşte genel bilgilerini verdiğimiz bu ülkeye gitmek için 09.09.2016’da saat 01:30 THY ile yola çıktık. Uçağa bindiğimdeki ilk izle­nimim Türkiye açısından gerçekten umut vericiydi. Çünkü pek çok sivil toplum ku­­ruluşu kara kıtaya yardım seferberliği baş­­latmış ve ortaya çıkan yardımları kar­deş­leriyle paylaşmak amacıyla uçuşa geç­mişti. Bu durum bize; Ülkemiz ekonomisinin muhtaç olanlara yardım etme kapasitesine ulaştığını, Ülkemizin dış dünya ile bağlantısının güçlendiğini, Ülkemiz insanında ümmet şuurunun bütün yok etme çabalarına rağmen diri kaldığını, İnsanımızın imkânları genişlediğinde bir cidal, yok etmeci, sömürücü mantık ve inançtan ziyade; teavün, yardım edici, kucaklayıcı medeniyet dinamiklerinin harekete geçtiğini göstermekteydi. Uçakta hayırda yarışan bu gönül elçilerinin birbiriyle samimi ve içten muhabbetleri ay­rıca takdire şayandı. Farklı isimler altında olsa da aynı davaya hizmet etmek, aralarında güzel bir sinerjinin ortaya çıkmasına sebeb olmuştu. Bu tablo ülkemizin geleceği, birlik ve berberliği için de umut vericiydi. Güneş ışınlarının yeryüzünü ilk aydın­lattığı saatlerde Nijerya üzerindeydik. Yer­leşim yerinde birbirine bitişik halde bir veya iki kattan oluşan evler, adeta Af­ri­­ka insanının sıcakkanlılığını ve sosyal ya­pı­nın sıcak samimi iletişimini gösterir ma­hi­yetteydi. Nitekim N’Djemena’daki mi­mari dokuyla Nijerya’daki birbirine benzer ni­­­te­­­likteydi. Biz mimari yapının insanlar ara­sındaki münasebete ne kadar etkide bu­lun­duğunu Çad’a inince müşahede ettik. Yatay mimari, insanlarla omuz omuza ya­şamanın, teavün düsturunun bir dersi ni­teliğindeydi. Birbirinin omuzuna basarak, yekdiğerini eze­rek değil; el ele vererek birlik­te yaşamayı öğretiyordu coğrafya insanına. Mesela misafir olduğumuz Yahya Abimizin evindeyiz. Zaman öğle vakti, yemekler ha­zır­lanmış. İki sofra kurulmuş; misafir kala­balık. Diğer misafirlerle tanıştığımızda, her birinin köylerden şehre geldiğini ve öğ­le yemeğine misafir olduklarını gördük. Er­tesi gün manzara yine aynı. Daha ertesi gün akşam yemeği yine aynı. Biz evin av­lusunda muhabbet ederken mahalledeki bir dostun kapıyı vurarak içeri girmesi ve muhabbete dahil olması… sokaktaki in­san­ların aralarındaki sıcak muhabbetleri, ko­nuşmaları, gülüşmeleri… evlerin önünde, sokağa, ağaç gölgelerine atılan hasırlar ve üzerindeki sıcak samimi sohbetler ve bu manzarının gezdiğimiz bütün N’djemena sokaklarında hatta köylerinde müşahede edilmesi… bütün bunlar, sosyal dokunun samimiyet ve içtenlik üzerine kurulduğunu gösteriyordu bize. Sağlam bir aile bağına sahip oldukları­nı da görmek mümkün. Bu durumu so­kaklardan, tanıştığımız ailelerden, konuş­tu­ğumuz insanlardan anlıyoruz. Müslü­man­ların aile yaşantısı ve kültür dinamikleri İslam inancına dayanmaktadır. Genç bir kar­deşime sordum; Sizin burada evlilik çağına gelen genç­­ler arasında münasebet ve ev­li­lik durumları nasıl? Diyor ki; Bizde evlilik çağına gelen kız evine çe­kilir. Bir kıza gayrımeşru bir yaklaşım cinayettir. Evleneceğimiz zaman büyük­lerimiz aday belirlerler. Kız ve erkeğin de oluru alındıktan sonra evlilik gerçekleşir. Sokakta başı açık ve dekolte bayanları gö­rünce sordum: Sizde bayanların dekolte gezmesi na­sıl karşılanır? Bizde müslüman bayanlar açık ve de­kolte gezmezler. Peki, dışarda gezenler var! Onlar Hristiyanlar. Bizde inanç teme­li­ne dayalı kapalılık var. Bunun aksi bir durum toplumda kabul görmez. Bu durumu gezdiğimiz yerlerde büyük öl­çüde gördük. Maliki mezhebinin cari olduğu ülkede insanların namaza olan düşkünlüğü dikkat­lerden kaçmıyor. Hemen her sokakta bir mescid görmek mümkün. Namaza ezan okunduktan yarım saat sonra başlanıyor. Bu arada mescide gelenler sünnetlerini eda ediyorlar. Sünnet, mescide erken ge­lenler tarafından kılınıyor. Bundan dolayı yanımdaki arkadaşa takıldım: “Sizde ce­maatin kalabalıklığını namazın kısalığına borçluyuz herhalde” diye. Mescidlerde na­­maz kılıp camaatle sohbet etme fır­sa­tı bulduk. Hemen bütün cemaatin or­tak özelliği, alınlarındaki kum izleri! Ade­ta “Onların alınlarında secde izleri var­dır” ayetine işaret eder nitelikte. Bunun sebebi, şehrin Çad Gölü’nün kurumuş böl­gelerindeki kum zemin üzerine kurulmuş olması. Mescid, okul ve evlerin zeminleri genelde kumla kaplı. Kumun üzerine atılan kilim veya hasırlar üzerinde oturuluyor ve ibadet ediliyor. Hristiyan ve Müslümanlar arasında fikir ve politik açıdan herhangi bir sorun gö­zükmüyor. Bu durumu tanıştığımız insan­lara da sorduğumuzda, toplumsal bir ba­rışın olduğunu ifade ediyorlar. Ülkedeki ça­tışmaların ve proplemin dış kaynaklı ol­duğuna dair hâkim bir kanaat var. Boko-Haram terör örgütünü sorduğumuzda al­dı­ğımız cevap; “DAEŞ’i kim kurduysa bu örgütü kuran da aynı şebeke. Bunların İs­lam­la, dinle alakası yok” şeklinde oldu. Yemek kültürü açısından çok zengin bir mutfaktan söz etmek zor. Ekonomik durumun bunda etkisinin büyük olduğu­nu söylemeye hacet yoktur zannımca. Hay­vancılık ve tarım ekonomisinin ön plana çıktığı ülkede tavuk, balık, kırmızı et, salat tabir ettikleri bizdeki rokaya benzeyen bitki, domates, pirinç, mısır, fasulye, salatalık (her ne kadar tadı ve şekli bizimkinden farklı olsa da), karpuz, turunçgiller, tabi ki muz başlıca tüketilen ürünler olarak karşımıza çıkıyor. Tatlı su balığı olmasına rağmen balıktan ortaya çıkan lezzet şaşırtıcı derece­de güzeldi. Salata ve domates yemeklerde vazgeçilmezimiz olmuştu. Tatlı kültürü çok gelişmemiş gözükse de muzdan yaptıkları bir tatlı vardı ki gayet harikaydı. Kavurma konusundaysa her ne kadar güzel olsa da bizim kültürümüzden biraz ders almaları gerekiyor.J Başkent Toyota marka arabaların istilası altında. Bu durum, şehre girdiğiniz anda dikkatinizi çeken ilk şey. Toplu taşıma da yine Toyota minibüslerle yapılıyor. So­kak­lardaki motosikletlerin yoğunluğu dik­kat­lerden kaçmayan bir diğer nokta… Bu nok­ta bizim güney kentlerimize benzerlik göze çarpıyor. Hatta motosikletler yolcu taşı­mak amaçlı kullanılıyor. Ama şöförlerimiz yollar konusunda o kadar şanslı değiller. Ana arterler asfalt yol ama ara arterler ve sokaklar kum, çamur, çukur ve balçıklarla kaplı. Normal şartlarda on dakikada gi­de­ceğiniz yol, şartlardan dolayı en az yarım saat uzamakta. Şehrin alt yapısı ise yok hükmünde. Belki şehrin en önemli ihtiyacı güçlü bir alt yapı. Üst yapıda ise birkaç otel, kamu binası, az sayıda konut haricinde dü­zenli bir yapı görmek pek mümkün değil. Sokakların yol düzeninin yanında ev ya­pılarında da bir plana, düzene rastlamak pek mümkün değil. Genelde tek veya çift katlı ve kahir ekseriyetle toprak evlere rastlanı­yor. Başkentin bazı sokaklarında elektiriğin olmaması dikkat çekici. Elektirik olan so­kak­ların da bir aydınlatma şebekesinden mahrum olduğunu söylemek lazım. Bakkal ve iş yerlerinin önüne monte edilen tasar­ruflu ampüllerle iş yeri aydınlatılmaya ça­lışılıyor. Bunun yanında yer yer elektronik tabelalara da rastlamak mümkün. Köylerde ise elektrik yok. Evler sazlardan ve çamurdan yapılmış; belgesellerde gör­dü­ğümüz evler. Köylerin en görkemli yapısı, aynı zamanda halkın toplanma merkezi olan mescidler. Peygamberî bir sünneti ihya ederek camiye ve medreseye/okula önem veriyorlar. Hafız ve medrese talebelerine üc­retsiz hizmet verilmeye çalışılıyor. Biz de burada eğitim gören talebe ve hafızlarla ta­nışma ve bayramlaşma fırsatı yakaladık. Köylere ulaşım, balçıkların ve çamurların müsaade ettiği kadar. O kadar ki çamur en­gelinden dolayı köyün birine ulaşamadık. Köylüler yaya olarak bir bölgeye geldiler, kurbanlarını orada kestik ve bayramlaştık. Bu köyde üç yüz elli kadar kız öğrenci eğitim görüyor ve hafızlık çalışıyorlarmış. Şehirlerarası geçişler askerler tarafından kontrollü olarak sağlanıyor. Her geçişte belirli bir meblağ alınıyor. Bizdeki otoban ücretleri gibi. Ama bizdeki otomatik, bu­ra­daki manuel. Bir de bizde otoban veya duble yol var, Çad’da ise tek gidiş gelişli yollar var şehirler arasında. Köy yolları ise arazinin müsaade ettiği kadar. Ana yoldan köy yoluna -ki öyle yapılmış bir- bağlantı bile yok. Çad’da yolunuzu kaybetseniz size istika­met gösterecek bir dağ veya tepeye, herhan­gi bir yükseltiye rastlamanız mümkün değil. Ülke alabildiğine düzlüklerle kaplı. Köylere kurban kesmeye gittiğimizde, uçsuz bucak­sız topraklarda yönümüzü nasıl kestirebiliriz, diye uzun mülakatlarımız oldu. Ay, güneş ve yıldızlardan gayrı yön tayin edebileceğiniz bir şey yok. Yolunuzu kaybederseniz, sema göstergeniz ve Allah yardımcınız olsun. Ta­bi dağ tepe olmayınca dibinden kaynayan su­lara da rastlamak mümkün değil. Şehir ve köyler su ihtiyaçlarını kuyulardan karşılıyor. Bu kuyulardan pek çoğu, ülkemiz kaynaklı yardım kuruluşlarınca açılmış. Bunları gör­mek bizi gerçekten onurlandırdı. Hayrat İnsani Yardım Kuyularını görmek, bizi ayrıca mesrur etti. Sağlık konusunda bölge yardıma muh­taç durumda. Hastahaneler ve sağlık evleri yetersiz. Olanların da imkanları çok kısıtlı. Bir hastaneyi ziyaret ettik; gerçekten burada tasvir etmek zor. Bizim en sıradan bir sağlık ocağıyla bile kıyaslayamayız. Doktor ve sağ­lık elemanı konusunda çok ciddi desteğe ih­tiyaçları var. Beledi Derneği sorumlusu Yahya Bey, Türkiye’den belirli periyotlarla bir sağlık ekibinin gelip on gün kadar bölge halkına hizmet vermesini çok istiyoruz diyor. Sokakların hijyen noktasında standartların çok altında olduğunu söylemek mümkün. Bu durum hastalıkları beraberinde getiri­yor. Özellikle bataklık, çöp ve sinek konusu sağlığı tehdit eden önemli unsur. Akşamları sineklerin tacizinden kurtulmanın yolu, bol bol sineksavar merhemi sürmek ve ilaç kul­lanmak. En azından biz öyle yaptık. Çad Sizin İkinci Evinizdir Seyahatimizin son günü 5. Bölge Bele­di­ye Başkanı Mahammad Saleh Beyle bu­luştuk. Sayın Başkan son derece kibar bir insan. Bizi akşam yemeğine davet et­ti. Yemekte sohbetiyle müşerref olduk. Tür­kiye’den övgüyle söz etti. Özellikle Sa­yın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Er­doğan Beyi yakinen takip ettiklerini ve duacı olduklarını söylediler. Aynı zamanda Türkiye halkıyla kendilerini kardeş gör­düklerini, bizlere “Çad sizin ikinci evinizdir” ifadesini kullandılar. Gelişmiş bir ülke olan Türkiye’den destek beklediklerini ifade et­tiler. Mirza Yeniçeri kardeşimizin; “Başkanım Türkiye’den üç isim say desek kimleri söylersiniz?” sorusuna: Recep Tayyip Erdoğan, Murat (Polat) Alemdar, Arda Turan cevaplarını verdi. Sokakları gezerken Türkiyeli olduğumuzu öğrenen halkın bizlere bakışı ve gözlerinde­ki ışık heyecan vericiydi. Özellikle sayın Cum­hurbaşkanının yeri çok farklı. 15 Tem­muz kalkışmasını yakından takip edip dua ettiklerini pek çok kez işittik. Bu vesi­leyle FETÖ okullarından söz etmeden geç­mek olmaz. Zira memleketimizden “O böl­ge­de­ki masum yavrulara eğitim ve hizmet gö­türüyoruz” diye bol himmet topluyorlardı. Orada ise tablo farklı. Ülkenin en pahalı okulları bu okullar. Ülkenin kalbur üstü çocuklarını okutuyorlar. Yani Afrika’nın ça­resizliğini kullanıp hem ülkemizi hem Af­rika’yı sömürüyorlar. Kurtlar Vadisi ülkede Türkiye deyince ilk akla gelen dizi. Çocuklara Memati, Murat diye lakaplar takıyorlar. (Bu arada Murat, Polat Alemdar’ın Çad’daki adı.) Polatın dillerinde karşılığı olmadığı için bu ismi koymuş çevirmenler. Ama Türk dizileri ko­­nusunda genel bir eleştirileri var. O da şu; “Dizilerde oyuncular içki içiyor, kumar oy­nuyor, gayr-ı meşru ilişkiler yaşıyor ama ağızlarından ‘maşallah’ ‘estağfirullah’ ifa­de­leri hiç düşmüyor. Güya günah işleyerek de Müslüman olunur imajı çiziliyor. Aynı zamanda dizilerde namaz kılan, ibadet eden hiçbir karaktere rastlayamıyoruz.” Zan­ne­di­yo­rum bizdeki dizilerde kullanılan “ooo, sü­perdi, harikaydı, yapma ya, tuh be” gibi ifadelerin çevirmenlerce “maşallah, es­tağ­fi­rullah” gibi ifadelerle çevrilmesi böyle bir garabeti ortaya çıkarıyor. Arda Turan’ın tanınma nedeni ise, Barce­lona’da oynamasından. Çünkü ülkede iki ta­kım tanınıyor ve tutuluyor; Real Madrid, Barcelona. Halk kendi takımlarını tanımı­yor, bu takımları takip ediyor. Hatta sokaklar­da gördüğüm bir manzara; kahvehanelerin girişine bu iki takımın maçlarını ve oy­nanma saatlerini yazmışlar. Her yerde tele­vizyonun ve elektiriğin bulunmaması da bu kahvehanelerin iş yapmasına sebeb oluyor, kanaatimce. Bu tablo bize gösteriyor ki ülke tanıtımında aktif lider, dizi ve futbol sektörü ne kadar önemli bir konuma gelmiş. Diriliş ve Filin­ta dizilerinin izlenme durumunu sordum, yüzüme baktılar. Yani daha bu dizilerden haberleri yok. İnşallah bizim değerlerimizi bir derece yansıtan bu diziler bir an ön­ce Afrika dillerine çevrilir. Bir dahaki gi­dişimizde Ertuğrul, Turgut Alp, Bamsı, Fi­linta, Bıçak Ali lakaplarıyla karşılaşırız. Mustafa Yılmaz Bey, Mirza Yeniçeri kar­deşim ve bendenize refakat eden ve yar­dımlarını esirgemeyen Beledi Yardım Der­neği yöneticisi Yahya Beye, Yahya Beyin Kay­seri’de okuyan, bize tercümanlık yapan oğlu Abdurrahman kardeşime, bize köyler arası safari yaptıran Saddam kardeşime ve diğer kardeşlerime teşekkür ediyorum. Rab­bim bu kardeşlerime ve ülkelerine parlak bir istikbal nasip etsin inşallah. BOSNA Ahmet Erkam Burada Gani Hüsrev Camiinde namaz­dan sonra bir abiyle tanıştık. Kendisi 7 yıl Bosna savaşından sonra İstanbul’da kal­mış, gayet güzel bir Türkçesi vardı. Bos­na’da Genç Müslümanlar Derneğinde yö­netim kurulundaymış. Bize Bosna’nın ta­ri­hini savaş döneminde vermiş olduğu mü­cadeleyi anlattı. Çok güzel bir sohbet oldu. Kendisiyle yaptığımız sohbetten son­ra Bosna hakkında daha iyi bir bilgiye ve tanışma fırsatına sahip olduk. Şemsettin abi aslında Bosna savaşından sonra Boşnak­ların daha iyiye gittiklerini anlattı. Tabii ki şimdiki durumlarının, yaşadıklarının çok da iyi olmadığını; fakat savaştan sonra İslami yaşantıya daha yaklaştıklarını ve gençliğin durumunun dengelendiğinden bahsetti. Bu­rada Bosna’da neler yapılabilir, dedik; söy­lediklerinden anladık ki Osmanlıca bu­ra­da bize çok büyük bir anahtar olacaktır. Akşam namazını kıldık ve yola çıktık. Ka­ranlık bastığında bir köyden ge­çiyorduk. Sağımızda Osmanlı eserlerinden Şehit Mus­tafa Camii vardı. Yokuş yukarı çı­kıp ormana girdik. Hiçbir elektrik lambası yok, ışık yok; sadece araçların farlarıyla yol­­da ilerliyoruz. Orman ve yollar patika. Böy­le giderken sağımızda küçük küçük ku­lü­beler var. Şaşırıyoruz. İnsanlar burada şe­­hir­den uzakta, yol yok, ışık yok nasıl ya­şı­yorlar. Ve arabamızı bir evin önünde dur­duruyoruz. Gecenin karanlığı iyice çökmüş yüzlerimizi zor seçiyoruz. Evin kapısı açı­lıyor ve evden biri kız, biri oğlan iki ço­cuk, anne ve baba çıkıyor. Bu kadar mı sa­mimi karşılanır misafir? Sizi bırakma­yız diyorlar. Hele evin oğlunun bir sarılışı var. Hepimizi sıkı sıkı sarmalıyor. Hiç bırak­mak istemiyor gibi yanımızdan ayrılmıyor. Bu samimiyeti iliklerimize kadar hissediyo­ruz. Ama yolumuz uzun, vaktimiz kısıtlı de­yip “Allahaısmarladık!” diyoruz. Ormandan iniyoruz; sağımızda solumuzda tek tük bir katlı, iki katlı evler. Bu evlerden birisine geliyoruz. Kapıyı çalıp bekliyoruz. İçeriden yaşlı bir teyze çıkıyor. Yalnız ya­şı­yor, et uzatıyoruz. Buzdolabım yok, yan komşuma verin, diyor. Komşusunu düşü­nüyor. Etkileniyoruz. FİLDİŞİ SAHİLLERİ Recep Erdoğan Kurban almaya gittiğimiz bir köyde, yakla­şık 100’den fazla öğrencinin bulunduğu bir yerde, çocuklar için içerisinde en fazla 20 kişinin ders yapabileceği bir yer gösterildi. Tamamen tahtadan imar edilmiş ve saçtan çatısı var. Buranın lavabosu bile yok. Aynı anda birçok kademedeki sınıflar ders alıyor, lambası bile bulunmuyor. En yakın kamu okulu 60 km uzaklıkta; fa­­kat öğrenci taşıma veya ulaştırma sistemi yok. Çocukları göndermeye durumları da yok. Bu barakada İslami ve pozitif ilimler okutuluyor. İstekleri ise, briketten de olsa cami yanına belirledikleri bir alanda okul yaptırmak. Çocukların eğitim ihtiyacını karşılamak. KAMERUN Ahmet Doğru Kamerun’da ki ikinci günümüzde  kurban­lıkları ve kurban kesim yerini görmeye gittik. Orada bulunan çocuklar, önce biz­den korktular kaçtılar. İlk defa beyaz insan görüyorlardı belki. Daha sonra telefonlarla oynattık, ne kadar da mutlu oldular. Bayramın 1. günü çocuklara hediyeler da­ğıt­tık. Balonu hiç görmemiş balonu şişirdi­ğimizde balondan korkan ağlayan çocuk­ları gördük. Bir tane balonun Türkiye’deki çocuklar için pek kıymet ve değeri olma­yabilir; fakat buralarda çocukların bir ba­lonla sevinç ve mutluluk, adeta onunla ikinci bayram sevincini yaşadıklarını gör­dük. 1 tane balonla takım halinde saatlerce oynadıklarına şahit olduk. Elimizde küçük su şişelerinin bitmesini bekliyorlar ve su bittiğinde o boş su şişesini almak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Çocukların bir fotoğraf karesine girmek için öyle bir bakışları var ki bütün hafıza kartlarını onlarla doldurmak istersiniz. İm­kân olsaydı daha fazla çocuğa hediye ver­mek isterdik. O kadar güzel bir duygu ki gözyaşlarınıza hâkim olamıyorsunuz. Buradaki insanların ete ne kadar muhtaç ol­duğunu da gördük. KAZAKİSTAN İsmail Hakkı Hira ÜZÜLDÜK: Kazakistan ve diğer Türki cum­huriyetler, komünist Sovyet rejimiyle dinini kaybedip, Müslümanlık nedir unut­muşlar. GÜZEL BULDUK: Türkiye’den bayram için bir ülkeye gitmek, yetimhanede ye­timlerle kalmak, bayram gecesinde birisiyle uyumak, hayallerini dinlemek onları uzak coğrafyalara götürmek. MUTLU OLDUK: Bir kısmı yetim olmak üzere 40-50 ortaokul çağında talebe ile bayramı bekledik, karşıladık, sabahladık; bay­ramlaştık, kurbanları kestik, dağıttık. Hep­si küçücük çocuklardı ve bizi çok sev­diler. Giderken defaatle sarıldılar. FARK ETTİK: Belki konuşmuyorlardı ama bizi biliyorlardı, işitiyorlardı, anlatıyorlardı.

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiDünya Değişiyor!
Risale-i Nur

Evet, dünya değişiyor. Değişiyor da biz ne durumdayız. Geriden alarak ile­ri­ye bakalım isterseniz. Bosna savaşında bir Boşnak Milletvekili böl­geyi denetlemeye gelen Türk heyetine; “Sizi neden seviyoruz biliyor musunuz? Siz bu bölgeye onlar gibi silahla bizleri öldürmek için girmediniz, selam verip soframıza otur­dunuz ve kardeşliğimize talip oldunuz. Sizi bu yüzden seviyoruz” demişti. ABD’nin 1991’de körfezi işgali üzerine, dö­nemin Mısır Dışişleri Bakanı: “Os­man­lı gitti, Ortadoğu bitti” sözü de kulak­ları­mızda. Meşhur İngiliz ajanı Lawrence de “Os­manlıyı yıkacağız, ama Ortadoğu’da O’nun boşluğunu asla dolduramayacağız”  demek zorunda kalmıştı. Ve Al-i İmran Suresi 103. ayette beyan-ı İlahi çok net ve açıktı: “O hâlde hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın ve parçalanmayın! Hem Allah’ın size olan nimetini hatırlayın! Hani (siz) (birbirinize) düşmanlar idiniz de (Allah) kalplerinizin arasını (İslâm ile) birleştirdi; böylece onun nimeti sâyesinde kardeşler oldunuz.” asrı en iyi tahlil eden Üstad Bediüzza­man Hazretleri de nazarımız ittihada çeke­rek şöyle ikaz ediyordu: “İhfâ ve havf riyadandır. Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslam’dır. İttihadın hedef ve maksadı, o ka­dar uzun, münşaib ve muhit ve merakiz ve meabid-i İslimiye’yi birbirine raptettiren bir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarik-i te­rakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir.” Kasım ayındayız. Bundan 88 sene önce harf ve lisan değişmiş bir millet ve evlatları olarak bazı kelimeleri anlayamıyoruz, de­ğil mi? Bu da ayıp olarak bize yeter. Neyse, yukarıda şöyle söylüyor Üstad: Gizlemek ve korkmak riyadandır, ikiyüzlü­lüktür. Bu zamanda Müslümanların bir ve be­raber olarak aynı hedefe yönelmeleri ve Al­lah’ın rızasını kazanmaya çalışmaları farz­dır. Bu birliğin hedef ve maksadı ise; şubelere ayrılmış, her tarafı kuşatacak ge­nişlikte olan, farklı merkezlerde bulunan ve birbirinden uzak Müslümanları ve İslam beldelerini birbirine bağlayan nurani teli / bağı / ipi harekete geçirmekle, o bağ -yani Kur’an ve İslam ile- birbirine bağlı olan bütün unsurları uyandırmak ve bir arzu ve İslam’dan gelen vicdani bir emir ile terakkiye yönlendirmektir. Ki bizim kurtuluşumuz ancak bundadır. Harflerimizi, lisanımızı, birliğimizi, bera­ber­liğimizi, muhabbetimizi yeniden kazan­mak ve istikbali inşa etmek bizim elimizde. O zaman!..

Metin UÇAR 01 Kasım
Konu resmiHutbe-i Şâmiye Özeti
Risale-i Nur

Kimlik: Risalenin İsmi/İsimleri  : el-Hutbetu’ş-Şвmiye, Devвu’l-Ye’s, Hutbe-i Şвmiye, Telif Tarihi ve Yeri  : 1327/1911, Şam Dili : Arapзa, 1371/1955 Tьrkзeye Tercьme Edilmiştir. Konusu  : Mьslьmanların Geri Kalış Sebepleri ve Kurtuluş Зareleri Mьellife Gцre Değeri : - İslam Dьnyasının geleceği ile ilgili hakikatleri barındırmaktadır. - Şam Emevо Camiinde, Şam ulemasının ısrarıyla, iзinde yьz   ehl-i ilim bulunan on bin kişilik azоm bir cemaate verilen  Arabо hutbedir. Risalenin Metodu : Mьşahede, Otoriter şahsiyetleri delil gцsterme, Nakli deliller,    İstikra, Tarihо veriler  Sevmeyi Sev Dördüncü Kelime: Muhabbete en lâyık şey muhabbettir. Ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyet’in mizacıdır, râbıtasıdır. Toplumsal hayatta huzurun kaynağı olan muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Toplumsal hayatta huzuru kaçıran düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. Bazen insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak ehl-i imana karşı haksız olarak adavet eder. Kendini haklı zanneder. Hâlbuki bu husumet ve adavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir. Kıymetlerini tenzil etmektir. Güzellikler ve Fenalıklar Yayılır Beşinci Kelime: Şu zamanda bir adamın günahı, bir kalmıyor. Bazen büyür, sirayet eder, yüz olur. Bir tek hasene bazen bir kalmıyor. Belki bazen binler dereceye terakki ediyor. Bu zamanda fenalık, işleyenin üstünde kalmaz. Belki Müslümanların hukuklarına tecavüz olur. “Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz” diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve “Neme lâzım” deyip çalışmamanız ve ittihat-ı İslâm ile ve milliyet-i hakîkiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır. İslâmiyet’in kudsiyetine temas eden iyilik, yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana manen fâide verebilir. Hayat-ı maneviye ve maddiyesinin râbıtasına kuvvet verebilir. Onun için “Neme lâzım” deyip kendini tenbellik döşeğine atmak zamanı değil. Ec­nebîlerin bir kısmı, nasıl kıymetdar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir fiyat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı ictimâiyeye temas eden seciyelerimizin bir kıs­mını da bizden aldılar. Terakkîlerine medâr ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri, sefîhâne ahlâk-ı seyyieleridir. Sefîhâne seciyeleridir. Meselâ, bizden aldıkları seciye-i milliye ile bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem, milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var.” İşte bu kelimeyi bizden almışlar. Ve terakkıyâtlarında en metîn esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, dîn-i haktan ve îmân hakîkatlerinden çıkar. O bizim, ehl-i îmânın malıdır. Halbuki ecnebîlerden içimize giren pis ve fenâ seciye i‘tibâriyle bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.” bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber, herkes “Nefsî! Nefsî” demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle ve menfaat-i şahsiye­sini düşünmekle, bin adam bir adam hükmüne sukut eder. Huzurun Anahtarı Altıncı Kelime: Müslümanların toplumsal hayattaki huzurun anahtarı, meşveret-i şer‘iyedir.  وَ اَمْرُهُمْ شُورٰي بَيْنَهُمْ ayet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor. Asya’nın en geri kalmasının önemli bir sebebi, o şûrâ-yı hakîkiyeyi yapmamasıdır. Asya kıt ‘asının ve istikbâlinin keşşafı ve miftahı şûradır. İmandan gelen hürriyet-i şer‘iye ise iki esası emreder: اَنْ لَا يُذَلِّلَ وَ لَا يَتَذَلَّلَ   مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّٰهِ لَا يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ   لَا يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ   نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ Yani iman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlîl etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek.  Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin. Şûra kuvvet bulsun. Bütün levm ve itâb ve nefret hevâ ve hevese tâbi‘ olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüdâ’ya tâbi‘ olanlar üstüne olsun. Âmîn.

Muhammed AYDIN 01 Kasım
Konu resmi"Kuvvet Hakk'a Hizmetkâr Olmalı"
Risale-i Nur

Hikmetteki desâtîr, hükûmette nevâmîs, hakta olan kavânîn, kuvvetteki kavâid, birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid, cumhûr-u nâsta olmaz ne müsmir ve müessir. Şerîatta şeâir kalır mühmel, muattal; umûr-u nâsta olmaz müstenid ve mu‘temed Kuvvet hakka, adalete, hakikate, mil­lete, dinî ve millî değerlere hiz­met etmelidir. Bunun yolu da ka­nun­ların, ilmî ölçülerin ve kuvvetin kural­ları­nın birbirine destek olmasıdır. Omuz omuza ver­mesidir. Birbirine güç vermesi­dir. Birbiriyle çelişmemesidir. Hikmet, hü­kumet, hak ve kuvvetin birbirine ters düş­memesidir. Bir bütünlük arz etmesidir. Ta ki halkın üzerinde etkisini göstersin. İs­te­nilen sonuçlar pratikte alınsın. İnsanlar iş­lerinde bu uyumu görmek isterler. Çünkü bu uyum onlara güven ve umut verir. Aksi halde halkın üzerindeki etkisi­ni kaybederler. Akademik hayatın, adaletin, gü­cün ve ka­nunların birbirine tamamen zıt olduğu bir toplumda hem düşünce hem de yaşamda birçok ayrılıklar görülecektir. İn­sanlar ge­leceğe güvenle bakamayacaktır. İslamiyet’in sembolleri, işaretleri, alametleri, herkesin ders aldığı hoca ve amme hukuku olan şeâirlerin toplumda tatbiki, korunma­sı, sürekliliği ilim, hikmet, hükümet ve ka­nunlarla mümkündür. Aksi halde toplum tarafından ihmal edilir ve önemsiz bir du­ruma düşürülür. Bir başka açıdan değerlendirildiğinde hik­met olan ilmin prensipleri birbirini te­yit etmelidir. Erbabına malum ve onlar ta­ra­fından bilinen hükumetin kanunları bir­bi­rini desteklemelidir. Birbiriyle çelişme­me­­­lidir.  Hu­kuktaki kanunlar birbirine zıt ol­­ma­­malıdır. Kuvveti sonuç veren prensip­ler bir­birine güç vermelidir. Bunların zıtlığı toplumda güven ortamını zedeleyebilir. “Bazen Zıd, Zıddını Tazammun Eder” Zaman olur zıd zıddını saklarmış. Lisân-ı siyâsette lafız, ma‘nânın zıddıdır. Adâlet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libâsını hıyânet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya ‘bağy’ ismi takılmış. Esâret-i hayvânî, istibdâd-ı şeytânî hürriyet nâm verilmiş. Zıdlarda emsâl olmuş, sûretlerde tebâdül, isimlerde tekābül, makamlarda becâyiş-i mekânî. Bediüzzaman Hazretleri bu pasajda toplum­da görülen olumsuzluklara yönelik önemli bir konuya parmak basmaktadır. Fert ve toplum hayatında son derece önemli bir konudan söz etmektedir. Belki de insanın en büyük probleminden bahsetmektedir. Fer­­dî ve top­lum hayatındaki kötülüklerin na­sıl devam ettiğini ve bunun çaresinin ne olduğunu anlatmaktadır. Son derece önem­li olan bu konu da olay ve nesnelere doğru anlam vermektir. Anlamlandırmayı doğru yapmaktır. Hz. Üstada göre zamanımızda kavram ve anlam zıtlığı yaşanmaktadır. Bir kısım kö­tü anlamlar güzel kavramlarla, bir kısım iyi manalar da kötü kavramlarla ifade edil­mektedir. Yani olay ve nesneler zıt keli­me­lerle ifade edilmektedir. Bunun sonu­cunda kötülük devam etmekte iyilik ve gü­zellikler de terk edilmektedir. Bu konu hakkında verdiği bir kısım ör­nek­ler şöyledir: Lafız-mana, adalet-zulüm, ha­mi­yet-hıyanet, cihad-bağy, hürriyet-esaret. Bediüzzaman Said Nursî, kendi döneminde ve bugün de geçerliliğini koruyan önemli bir zihinsel hataya parmak basmaktadır. İn­sanlar vicdan sorgulamasından kurtulmak, kendilerini aldatmak, kötülüklerini meşru­laştırmak ve bunun sürekliliğini sağlamak için bu tür yola başvurmaktadırlar. Mese­la, yaptıkları zulümleri, adalet perdesi al­tında devam ettirmektedirler. Millet ve dev­­let menfaati adı altında vatana ihanet et­mek­tedirler. Tutkulara, ihtiraslara, hırsa, he­veslere göre hareket etmek, hürriyet mas­ke­si altında yapılmaktadır. Bu sayede insan hem vicdanının sorgulamasından hem de kötülüklerini meşrulaştırmaktan gelen bir al­datmakla hayatına devam etmektedir. Hayatî olan bu yanlışlardan kurtulmanın ça­resi olay ve nesnelere doğru anlam ver­mek­tir. Doğru anlam vermek için de doğ­ru inanca sahip olmalıdır. Doğru referanslar kul­lanmalıdır. “Menfaati Esas Tutan Siyaset Canavardır” Menfaat üzere çarkı kurulmuş olan si­yaset-i hâzıra müfteristir, canavar. Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen, merhametini değil, iştihasını açar. Sonra döner geliyor, tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister. İslamiyet’e göre siyasetin varlık nedeni adaletin tesisi ve devamı, mazluma yardım edilmesi, zalimin zulmünün engellemesi, din, vicdan ve fikir hürriyetinin temin edilmesi, insanların ıslah edilmesiyle dünya ve ahiret saadeti için doğru yolun onlara gösterilme­si kısacası ötekileştirmeden insanca, Müslümanca yaşamaktır. Bu siyaset anlayışı peygamber mirasıdır. Sanatların en şereflisidir. İşlerin en hayırlısıdır. Makam, iktidar, hırs ve liderlik kavgaları gibi menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.  Ben merkezli yaklaşım göstererek ötekileştiren siyaset canavardır. Kendi çıkarlarını insanların karşı karşıya gelmesinde gören siyaset canavardır. Bir grubun çıkarlarını toplumun zararında gören siyaset canavardır. Kendi düşüncelerini milletin düşüncelerine önceleyen bir siyaset anlayışı canavardır. İnsanları ifsat etmeye çalışarak dünya ve ahiret saadetlerini tehlikeye atan siyaset canavardır. Bediüzzaman Hazretlerine göre kendi dönemindeki siyaset anlayışı -günümüz dünyasında özellikle batı siyaset anlayışı hala bu şekildedir- menfaat üzerine kurulmuştur. Ona göre dönemin siyaset anlayışı insanlığın sulh ve sükûnetini sağlamak için değil­dir. Emniyet ve asayişi temin etmek için değildir. Huzur ve barışın hâkim olması için değildir. Bilakis dünya üzerinde gücü elinde tutan devletlere, insanların büyük çoğunluğunun hizmet etmesi, onları dinlemesi ve nesne olarak hayatlarına devam etmeleri anlayışı üzerine kuruludur. Bediüzzamana göre çıkar merkezli bir siyaset anlayışı canavara benzemektedir. Canavardan korkmak ise onun iştahını kabartmaktadır. Zira karşısında acizleri görmek canavarda güç zehirlenmesine neden olmaktadır. İşte böyle bir canavar olan kurt, kuzuyu yedikten sonra da diş kirası istemektedir. Zira kendisini meşgul etmiştir. Zamanını almıştır. Onu birçok zahmetlerden kurtarmıştır. Bu örnekte olduğu gibi menfaati esas alan siyaset anlayışı ötekileştirir. Güya hizmet, adalet, emniyet, güven gibi algı operasyonlarıyla milletleri çıkar uğruna kullanmak ister. Güya onları birçok yüklerden kurtarmaktadır. Bunları yaparken de inanılmaz karşılık bekler. İşte böyle çıkar anlayışı üzerine kurulu siyaset karşısında insanlara şu örnekle ders vermek ister Hz. Üstad: Mademki öldürüyorsun. Ölmek iki suretledir: Birinci suret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak suretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir. İkinci suret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide faziletimiz tahkir edilmez; İslamiyet’in izzetiyle istihza edilmez.1 Kaynaklar: 1- Said Nursî, Tuluât

Muhlis KÖRPE 01 Kasım