“İhsan, Allah’ı görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” Hadîs-i Şerîf Kur’an-ı Kerîm’in birçok ayetinde geçen; “Allah, yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir” ifadesi, hayatımızın her anında dikkatli olmamız gerektiği ve her amelimizde manen teyakkuzda olmamız gerektiği hususlarını bize ihtar ediyor. Peki, bu her an müteyakkız olma hali nasıl yakalanabilir? Bu manevî hali bize en güzel ‘ihsan’ kelimesinin manası göstermektedir. ‘İhsan’ın ne manaya geldiğini öğrenebilmek için ise Asr-ı Saadet’e gitmemiz gerekiyor. Hz. Ömer’den (ra) rivayet olunur ki; “Bir gün Resûlullah’ın (asm) yanında iken bir adam çıkageldi. Elbisesi bembeyaz, saçları simsiyahtı ve üzerinde herhangi bir yolculuk belirtisi yoktu. Üstelik aramızda onu tanıyan da yoktu. Peygamber Efendimizin (asm) yanına oturdu; dizlerini onun dizine dayayıp ellerini uylukları üzerine koydu. Sonra da; ‘Ey Muhammed (asm)! Bana İslam’ı anlat.’ dedi. Bunun üzerine Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: ‘İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şahidlik etmen; namazı kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve eğer gücün yetiyorsa haccı yerine getirmendir.’ Bu sözler üzerine adam; ‘Doğru söyledin!’ dedi. Biz ise, adamın hem soru sorup hem de onu tasdik etmesine şaşırdık. Sonra; ‘Bana imanı anlat.’ dedi. O (asm) da; ‘İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve iyisi ve kötüsüyle kadere inanmandır.’ şeklinde karşılık verdi. Adam yine; ‘Doğru söyledin!’ deyip peşinden; ‘Bana ihsanı anlat.’ dedi. O (asm) da şöyle söyledi: ‘İhsan, Allah’ı görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.’ Daha sonra adam; ‘Bana kıyameti anlat.’ dediğinde, Peygamber Efendimiz (asm); ‘Bu konuda kendisine soru sorulan kimse, soruyu sorandan daha bilgili değildir.’ dedi. Adam; ‘Öyleyse bana onun alametlerini söyle.’ deyince, şunları saydı: ‘Cariyenin efendisini doğurması ve yalın ayak, çıplak, fakir sürü çobanlarının yüksek binaları yapmada yarıştıklarını görmendir.’ Sonra adam gitti. Bir süre sonra Peygamber Efendimiz (asm) bana soru soranın kim olduğunu bilip bilmediğimi sordu. Ben; ‘Allah ve Resûlü en iyisini bilir.’ dediğimde şunu ifade etti: ‘O, Cibrîl idi. Size dininizi öğretmeğe gelmişti.’” (Müslim, İman, 1-37) İşte Cebrail Aleyhisselam’ın gelerek, Peygamber Efendimizden (asm) ‘ihsan’ı anlatmasını istemesi vesilesi ile öğrendiğimiz mühim bir hakikat şudur ki; Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmeliyiz, çünkü biz O’nu görmesek de O bizi görüyor ve Allah yapmakta olduğumuz her şeyden haberdardır. Cenab-ı Hak’tan hiçbir şeyi gizleyemeyiz. Ne gizli yapılan günahlar saklanabilir, ne de niyetim güzel kılıfı ile yapılan yanlışlıklar ve zulümler gizlenebilir. Hal böyle olunca, gizli veya aşikâr, hususi veya umumi, afakî veya enfüsî yaptığımız her amelimizde son derece hassas olmak zorundayız. Efalimizde, etvarımızda ve efkârımızda göstereceğimiz hassasiyet, samimiyetimizin, Allah’ı görüyormuşuz gibi ibadet ettiğimizin ve niyetimizin hayırlı olduğunun da ispatı olacaktır. Peki, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etme şuurunu nasıl elde edebiliriz? Bu şuuru elde etmenin en kısa ve selametli yolu, taklidî olan imanımızı tahkîkî hale getirmekle olacaktır. Tahkîkî imanın temelini ise imanımızı hakkalyakîn derecesinde bir ilmelyakîne çıkarabilmek oluşturmaktadır. Yani her bir iman hakikatine, sanki görüyormuş gibi iman etmek… Mesela cenneti veya cehennenmi şimdiye kadar görmedik ama sanki birkaç metre uzağımızda, gözümüzün önündelermiş gibi varlıklarına inanmamız gerekiyor. Bütün iman hakikatlerine böyle iman eden biri, kolay kolay günaha giremez. Kolay kolay ibadetlerinde tembellik yapamaz. Küfür ve dalalet rüzgârları onu etkileyemez. Şüphe ve vesveseler, onda kalıcı tesirler bırakamaz. İman kılcal damarlarına kadar işler, adeta kalbi, aklı ve ruhu ile birlikte maddî-manevî tüm varlığı iman eder. Akılların gözlere indiği bu asırda iman hakikatlerinin basit, mantıkî ve herkesin anlayabileceği deliller ve hikâyelerle izah edilmesi, iman-ı tahkîkîyi elde etmenin en kısa ve selametli yolu olarak önümüze çıkıyor. Bu yolu Kur’an’ın manevî bir tefsiri olan Risale-i Nûr’la sistematize eden Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, ‘ihsan’ı yakalamanın yol haritasını çiziyor bizlere. Risale-i Nûr Külliyatında iman hakikatleri, mantıkî deliller ve temsilî hikâyeciklerle izah edilmektedir. Bu izahatı ciddî okumalarla ve mütalaalarla özümseyen herkes, kısa zamanda iman-ı tahkîkîyi elde ederek ‘ihsan’ı yakalayabilir. Ve Cenab-ı Hakk’ı görüyormuş gibi ibadet etmenin manevî zevkini tadabilir.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن Aşağıda manaları verilen fakat ekseriyetle yerinde anlaşılmayan kelimeler tasnif edilmiştir. Aynı zamanda bu kelimeler izah edilirken kâinat kitabındaki hangi faaliyetle örtüştüğü esas alınmıştır. 167- Bismillah’taki Rahman: Büyük nimetlere yani yıldızlara güneşlere aylara anasır ve madenlere bakar. 168- Rahim: Küçük nimetlere yani nebatat, hayvanlara ve meyvelere bakar. 169- Not: Küçük nimetler, büyük nimetlerin sonuçları ve mütemmimi (tamamlayanı) olduğundan küçük nimetler kıymet olarak büyük nimetlerden daha büyüktür. 170- Bismillahirrahmanirrahim, kâinatın kıraati ve nizamının tilavetidir. Yani Bismillah, arş-ı azamdan nüzul ile kâinatın sistemine göre kıraat olunmuştur veyahut kâinat kitabı besmelenin yazılışına göre tanzim edilmiştir. Kâinatın lisan-ı hali bunu tarif eder. Bu meselenin detayını öğrenmek isteyen On Dördüncü Lem’anın ikinci makamına bakmalıdır. 171- Hem Bismillah’ın be’sinden Lafzullah’a kadar olan kısım enfüsi tefekkürle (fiilimizden, ruhtaki sıfatlarımıza, istidatlardan kalbimizde tecelli eden Esma-i İlahiye’nin gölgesine Esma-i İlahiye’nin gölgesinden Daire-i Vücub’a çıkan bir seyirdir). Daire-i Vücub’a ulaştıran miracın batınını gösteren velayetin seyrine benzer. 172- Lafzullah’tan sonra Rahman ve Rahim isminin gelmesi ve ‘mim’ harfinde bitmesi, Peygamber Efendimizin (asm) miraçtan risaletle geriye dönmesi ve küllî seyahatini tamamlamasına benzer. Özetlersek, 173- Lafzullah Daire-i Vücubun ünvanıdır. 174- İki hayır da daire-i mümkünat ve kâinatın unvanıdır. 175- B; ise Daire-i Vücub ile daire-i mümkünatın arasındaki irtibat ve intisabın unvanıdır. 176- Bismillahdaki ‘sin’ harfinin uzun olması Daire-i Vücubun bütün Esma-i mümkünatı ihata etmesi ve tecellisine bir işaret olmuştur. Biz Dahi Başta Ona Başlarız. 177- Burada onunla yerine ona kelimesi kullanılmıştır. Hâlbuki Türkçe gramer kurallarına göre onunla kelimesi daha münasip görünüyor. Peki, neden bu kelime kullanılmış? Evet, bu kelimenin kullanılmasında şöyle derin bir nükte Risale-i Nurda beyan edilmiştir. 178- Bir iş veya ameldeki maksat ayrıdır, vasıta ayrıdır. Mesela sofraya oturduk yemeğe başlarken Bismillah dedik. Eğer onunla başlarız denmiş olsaydı, yemeği yemek asıl maksat; Besmele ise araç olurdu. Hâlbuki ona kelimesini kullanmakla Besmele’nin vasıta olmadığı bilhassa asıl gaye olduğu vurgulanmıştır. Aşağıda manası yazılan bir hadis-i kudsinin dürbünüyle meseleye bir bakış açısı getirelim 179- Cenab-ı Hakk bir hadis-i kudside buyurmuştur: “Gizli bir hazineydim, bilinmek istedim, âlemi yarattım.” 180- Buna göre her şey Cenab-ı Hakk’ın gizli kemalatını tarif eden bir eser, bir sanat, bir mektup ve bir kitaptır. Her şeyin keyfiyeti de O’nu tarif eder. 181- Eşyanın keyfiyeti: Eşya üzerindeki dakik sanatlı tezyinat, manidar mehasin ve hikmetli nukuş ile sülendirilmesidir. 182- Şuur sahibi olan insanın yaratılışındaki asıl maksat; mahlukat ayinelerinde O Zat-ı Akdes’in gizli, güzel cemal, ve kemalini görmek, bilmek, tanımak, sevmek ve O’na ayine olmaktır. 183- Rabbimiz kendisini tanıtmak ve bilmek için bizlere hadsiz cihazlar vermiş ve bu cihazların her birini memnun etmek için maddi ve manevi çok nimetler ikram etmiştir. 184- Mesela, bizlere iştihalı bir mide vermiş ve o midenin ihtiyacını gidermek için yeryüzü sofrasını leziz nimetlerle donatmıştır. Bizleri o sofraya cezb ve celb etmek için birbirinden cazibedar güzellikler, kokular, tatlar, lezzetler yerleştirmiştir. 185- İnsan o meyvenin yanına iştihanın verdiği bir cazibe ile gider, elini dokunurken şöyle düşünür: Bu dalın ucuna nimeti asan Zât-ı Kerim Temerküz-ü esmasıyla onun yanında hazır ve nazırdır. “Bu nimet içinde tecelli eden çok esmasıyla kendini bildirmek, tanıtmak ve sevdirmek istiyor.” 186- İşte o daldaki meyvenin yanında her an bütün isimleriyle hazır ve nazır olan Allah’tan alıyormuş gibi hayal ederek, fiilinde ve amelinde Huzur-ı daimiyi elde etmek maksadıyla Bismillah denilir. Bu tarzda amel etmek Huzur-ı daiminin en müessir (tesirli) yoludur. 187- Şuur sahibi insanın yaratılmasındaki asıl maksat budur. Yoksa kendi midemizi doyurmak asıl maksat değildir. O zihayat meyve adeta şükre vesile olmak için o dalın ucuna yerleştirilmiştir. 188- Maalesef bizler meyve yemeyi midemizi doyurmayı asıl maksat olarak gördüğümüzden, Bismillah kelimesi alışkanlık haline gelmiştir. 189- Madem hadsiz nimetleri ve ikramlarıyla bizi bildiğini bildiriyor. Öyle ise biz dahi hürmetle O’nu bildiğimizi bildirmek için Bismillah demeliyiz. 190- O’nu tanıyan O’nun ismini tahattur eder, alır ve ona göre hareket eder. Allah’ı tanımayan O’nun ismini almaz. Öyle ise zişuur olarak yaratılmamızdaki en ehemmiyetli maksat Halık’ımızı iman ile tanımak ve her amelimizi işlerken O’nun Kudret ve Rahmetinden imdat ve yardım istemektir.
Fesahat, bir sözün telaffuzunun kolay olmakla beraber, muhatabın kulağına hoş gelmesi ve kolayca anlaşılması;1 belâgat da, sözün fasih olmak şartıyla mukteza-yı hâle mutabık olması diye tarif edilmiştir.2 Bilindiği gibi Kur’ân’ın nüzulünden önceki Cahiliye Döneminde, Araplar arasında belâgat ve fesahat çok ileri seviyedeydi. Bütün Araplar şiire, belâgate değer veriyordu. İçlerinde şiir söylemeyen hemen hemen yok gibiydi. Hatta çocuklardan, mecnunlardan, hırsızlardan bile şiir söyleyenler vardı. Erkekler içinden çok şairler çıktığı gibi kadınlar içinden de şairler çıkmıştı. Bir kabiledeki şair o kabilenin adeta kahramanı gibi kabul ediliyor ve halk üzerinde büyük bir tesir icra ediyordu. Örneğin, söyledikleri şiirlerle bazen savaş çıkmasına, bazen de barışa sebep olabiliyorlardı. Her yıl panayırlarda şiir yarışmaları yapılıyor, beğenilen şiirler altınla yazılarak Kâbe’nin duvarına asılıyordu.3 Allah tarafından peygamberlere, kendi zamanlarında hangi şey revaçta ise, o şeyin daha üstünü mucize olarak verilmiştir. Örneğin Mûsâ (as) zamanında sihir revaçta olduğundan, ona asâ mucizesi; İsa (as) zamanında tıp revaçta olduğundan, ona da hastaları iyi etme mucizesi verilmiş idi. Peygamberimiz (sav) döneminde belâgat, fesahat ileride olduğundan, ona da belâgat, fesahat alanında mucize olan Kur’ân verilmiştir.4 Peygamberimiz, Arap toplumuna kendisine indirilen kelâmın Allah kelâmı olduğunu söylemiş, eğer bunu kabul etmiyorlarsa, onun söylediği bu kelâmın bir benzerini söylemelerini istemiş, fakat bunu yapmalarının mümkün olmadığını, yapamayacaklarını iddia etmiş ve onlara meydan okumuştur.5 Müşrik Arapların çoğunluğu ilk dönemlerde Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu reddettiler. Fakat onun belâgat ve fesahatini inkâr edemedikleri gibi, meydan okumasına da karşılık veremediler. Tam tersine onun belâgatine, fesahatine hayran oldular. Kureyş’in önde gelenlerinden Velid b. Mugire’nin, Peygamberimizi dinledikten sonra Ebû Cehil’e şöyle dediği nakledilir: “Onun hakkında ne diyeyim? Allah’a andolsun ki, içinizde şiiri benden daha iyi bileniniz yoktur. Recezini de, kasidesini de, cinlerin şiirini de benden daha iyi bileniniz yoktur. Allah’a, andolsun ki; onun söylediği söz, bunlardan hiç birine benzemiyor. Vallahi o, öyle bir söz söylüyor ki; apayrı bir lezzeti var. O, altındaki her şeyi ezer. Ve o, daima üstün gelir fakat ona üstün gelinmez.”6 Bedevî bir Arap “Sana emr olunanı açıkça söyle” (Hicr, 15/94.) ayetini işitince secdeye kapandı ve “Ben bu ayetin fesahatine secde ettim” dedi.7 Muallakât-ı Seb’a şairlerinden Lebid b. Rebia Müslüman olduktan sonra bir daha şiir söylemedi. Niçin şiir söylemediği sorulduğunda “Allah bana Bakara ve Âl-i İmran surelerini öğrettikten sonra şiir söyleyecek değilim” dedi.8 Buraya kadar anlattığımız konular genellikle herkes tarafından bilinen konulardır. Herkes Kur’ân’ın edebî alanda mucize olduğunu bilir. Fakat bu edebî mucizelik belâgat ilmiyle meşgul olanlar haricinde çoğunluk tarafından net bir şekilde bilinmemektedir. Bu makalede bazı ayetlerin edebî nükteleri üzerinde durularak konunun daha iyi anlaşılması sağlanmaya çalışılacaktır. A. Belâgat Örnekleri Şairlerin söylediği şiirlerde her beyitte bir iki edebi özellik görülür. Hâlbuki Kur’ân’ın ayetlerinde ve Peygamberimizin bazı hadislerinde daha fazla edebî özellik müşahede edilir. Bu konuda Peygamberimiz (sav) “Ben cevâmiü’l-kelim (az fakat çok manaları ihtiva eden sözler) ile gönderildim” (Bûharî, Kitabu’l-Cihad, Bab, 121) buyurmuştur. Hadisde zikredilen “cevâmiü’l-kelim” ifadesi hem Kur’ân hem de sünnet için geçerlidir. İkisinde de az sözle çok manalar ifade edilmiştir.9 Bilhassa Kur’ân’ın az sözle çok manaları ifade etmesi, onun mucizevî özelliklerinden birisidir. Pek çok âlim bu konu üzerinde durmuş, bilhassa Ulûmu’l-Kur’ân ve İ’cazu’l-Kur’ân’la ilgili kitaplarda bu konular işlenmiştir. Kur’ân’ın mana zenginliğiyle ilgili pek çok misal vermek mümkündür. Örneğin, Fahrettin Razî (ö. 606/1210), Kâfirûn Suresi’nin başındaki “De ki” kelimesinde 43 nükteyi tefsirinde tafsilatıyla zikreder.10 İbnü’l-Esir (ö, 630/1233) “Kısasta sizin için hayat vardır”( Bakara, 2/179) ayetinin, “Ölüm, öldürmeyi önler” darb-ı meselinden yirmi kat üstün olduğunu delilleriyle ortaya koymuştur.11 İmam Süyûtî (ö, 911/1505), “Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan nura çıkarır.”(Bakara, 2/257) ayetinde 120 çeşit belâgat nüktesini küçük bir risalede toplamıştır.12 Burada benzer bazı ayetlerin zengin muhtevası numune olarak ortaya konulacaktır. Birinci ayet فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ “Sana emr olunanı açıkça tebliğ et!” (Hicr, 15/94) Ayette geçen (فَاصْدَعْ) “Fasda’” kelimesinin aslı olan, (صَدَعٌ) bir şeyi aşikâre söylemek, izhar etmektir. Rivayete göre bu ayet nazil oluncaya kadar peygamberimiz gizli tebliğ yapıyordu, bu ayetin nüzûlünden sonra o ve sahabîleri açıkça tebliğ yapmaya başladılar.13 Bununla beraber “Fasda’” kelimesine verilen bu mana, birkaç manadan yalnızca biridir. Kelimeye şu manalar da verilmiştir: “Sadaa” (صَدَعَ), cam gibi sert bir şeyi kırmak, bir şeyi ikiye ayırmak, yarmak demektedir. Bu yüzden, karanlığı yaran sabaha, iki mekânı bölen, ayıran sele ve dağa “Sadi’” (صَادِعْ) denilmiştir. Baş ağrısına da – sanki ağrıdan baş ikiye ayrılacak gibi olduğundan- suda’ (اَلصُّدَاعُ) denilmiştir.14 İbn Ebi’l-Esba’ (ö. 654/1256), bu ayette istiare olduğunu, kalplerin kırılmasının, camın kırılmasına benzetildiğini, bu yönden mananın şöyle olduğunu söylemiştir: “Sana vahy edilen her şeyi açıkça söyle, açıklanması emredilen her şeyi tebliğ et! Bu bazı kalplere zor gelip kırılsalar da bundan vazgeçme!” Kırılan veya çatlayan şişenin içindeki nasıl ortaya çıkıyorsa, kalplerdeki tesir de insanın yüzünde can sıkıntısı veya mutluluk olarak ortaya çıkar. Bu yönüyle bu istiarede Kur’ân’ın tebliğ edilmesiyle müşriklerde oluşacak kalp kırıklığı ve yüzdeki can sıkıntısı ifade edilmiş olmaktadır. Bir bedevî Arap bu üç lafzı duyduğunda secdeye kapandı. Ona “Niçin secdeye kapandın?” denilince o da “Bu sözün fesahatinden dolayı secde ettim” dedi. Çünkü o, ayetten kastedilen manayı uzun bir düşünce merhalesinden sonra değil, duyar duymaz hemen anlamıştı.15 Yukarıdaki tariflere göre ayete şu manalar da verilmiştir: 1- “Sana emr olunanlarla onların cemaatini böl, parçala!”16 2- “Sana emr olunanlarla hak ile batılı birbirinden ayır!”17 3- “Sen, sana emr olunanı, onların başlarını çatlatırcasına veya baş ağrıtırcasına tam ısrar ile ve hiçbir şeyden çekinmeyerek tebliğ et!”18 4- “Sana emr olunanlarla karanlığı yar!” İkinci ayet وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اُمِّ مُوسٰٓى اَنْ اَرْضِع۪يهِۚ فَاِذَا خِفْتِ عَلَيْهِ فَاَلْق۪يهِ فِي الْيَمِّ وَلَا تَخَاف۪ي وَلَا تَحْزَن۪يۚ اِنَّا رَٓادُّوهُ اِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ “Musa’nın annesine: ‘Çocuğu emzir, başına gelecekten korktuğun zaman onu suya bırak; korkma, üzülme; biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız’ diye ilham ettik.” (Kasas, 28/7) İbnü’l-Arabî (ö, 543/1148), bu ayet hakkında “Fesahat yönünden Kur’ân’ın en büyük ayetidir, çünkü bu ayette, iki emir, iki nehiy, iki haber ve iki müjde vardır” demiştir.19 Ayetteki “Musa’nın annesine ilham ettik.”, “korktuğun zaman” ifadeleri iki haber; “çocuğu emzir”, “onu suya bırak!” iki emir; “korkma, üzülme!” iki nehiy; “onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız” ifadeleri ise, iki müjdedir. Şair Asmaî (ö. 216/831) bir cariyenin edebî bir sözünü işitti ve ona “Allah canını alsın, ne kadar da fasihsin” dedi. Cariye de ona “Allah’ın “Musa’nın annesine: “Çocuğu emzir,….” kelâmından sonra bu da fesahatten mi sayılır?” diye karşılık verdi.20 Üçüncü ayet حَتّٰٓى اِذَٓا اَتَوْا عَلٰى وَادِ النَّمْلِۙ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَٓا اَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْۚ لَا يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمٰنُ وَجُنُودُهُۙ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ “(Süleyman ve askerleri) karıncaların bulunduğu vadiye geldiklerinde bir dişi karınca: “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman’ın ordusu farkında olmadan sizi ezmesin” dedi.” (Neml, 27/18.) Bu ayette 11 edebi sanat vardır. ayetteki (يَا) “Ya” nida; (أي) “ey” kinaye; (هَا) “ha” tenbih; (النمل) “karıncalar” tesmiye; (اُدْخُلوُا) “giriniz!” emir; (ْمَسَاكِنَكُمۚ) “meskenlerinize” ifadesi kasas; (لَا يَحْطِمَنَّكُمْ) “çiğnemesinler” tahzir; (ُسُلَيْمان) “Süleyman” tahsis; (ُجُنُودُه) “askerleri” ifadesi tamimdir; (هم) “onlar” işaret; (لَا يَشْعُرُونَ) “farkında olmadan” ifadesi özürdür. Ayrıca bu kelâmda karıncaların reisi Allah’ın, peygamberin, kendisinin, kendi halkının, Süleyman (as)’ın askerlerinin olmak üzere beş hukuka riayet etmiştir.21 Liderliği karıncaya Allah verdiği için, verilen vazifeyi ifa etmekle Allah’ın hakkına riayet etti; kendisi lider olduğu için halkını zararlardan koruma ve emir verme hakkı vardı, emriyle bunu ifa etti; karıncalar Allah tarafından onun uhdesine verildiği için, onların da kendi üzerinde hakkı vardı, nasihatle bu hakkı da ifa etmiş oldu; nasihatiyle Süleyman (as) ve ordusunun farkında olmadan zulme düşmelerini önledi. Bu yönüyle onların hakkına da riayet etmiş oldu.22 Dördüncü ayet وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ “Onlar kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infakta bulunurlar” (Bakara, 2/3) Bu ayette infak yani zekât ve sadaka verilirken dikkat edilmesi gereken altı konuya işaret edilmiştir: 1- (مِمَّا) lâfzındaki (مِنْ) teb’îz ifade ettiği için, infak malın hepsini değil bir kısmının olması gerektiğini, diğer ifadeyle sadakaya muhtaç olacak derecede verilmemesi gerektiğini gösterir. 2- (مِمَّا) lâfzındaki (مَا) umumiyet ifade ettiğinden, genişlik ifade eder. Yani sadaka mal ile olduğu gibi, ilim ile, söz ile, fiil ile, nasihat ile de olur. 3- (رَزَقْنَاهُمْ) “Bizim onlara rızık olarak verdiğimiz” ifadesi, infakın bizzat kendi malından olması gerektiğini, Ali’den alıp Veli’ye vermek şeklinde olmaması gerektiğini ifade eder. 4- (رَزَقْنَا) kelimesindeki (نَا) “biz” zamiri, infak esnasında fakire minnet edilmemesi gerektiğini, çünkü rızkı verenin Allah olduğunu, infakta bulunanın Allah’ın malını yine Allah’ın kuluna verdiğini bilmesi gerektiğini ifade eder. 5- (رَزَقْنَاهُمْ) ifadesi aynı zamanda, infakın Allah namına olması gerektiğini ifade eder. Yâni “mal benimdir, kendi namınıza değil benim namıma veriniz!” denilmektedir. 6- (يُنْفِقُونَ) “infak ederler” lâfzı, alan şahsın da aldığı malı nafakasına sarf etmesi gerektiğini, bu yüzden sefahate sarf edenlere sadaka verilmemesi gerektiğini ifade eder.23 Beşinci ayet وَكَذٰلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْاَرْضِۘ وَلِنُعَلِّمَهُ مِنْ تَأْو۪يلِ الْاَحَاد۪يثِۜ وَاللّٰهُ غَالِبٌ عَلٰٓى اَمْرِه۪ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ Yusuf Suresinde, Yusuf (as)’ın Mısır’ın azizine köle olarak satılması anlatıldıktan sonra şöyle buyrulur: “İşte böylece kendisine (rüyadaki) olayların yorumunu öğretmemiz için Yusuf’u o yere yerleştirdik. Allah, iş(ler)inde galip olandır. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmez.” (Yusuf, 12/21) Ayetteki “Allah’ın işinde galip olup, insanların bunu bilmeyişleri” umumî bir ifadedir. Fakat bu ayetin Yusuf Suresinde geçen olaylarla ve kişilerle çok yakından bir ilişkisi vardır. Sanki bütün sure bu ayetin tefsiri gibidir. Şöyle ki: 1- Surenin başında Yakup (as), Yusuf’a rüyasını kardeşlerine anlatmamasını, aksi halde ona bir hile yapabileceklerini söyler. Bu nasihatiyle onu hilelere karşı korumak ister. Fakat Allah’ın emri galip gelir ve kardeşleri rüyadan haberdar olurlar ve ona hile yaparlar. 2- Kardeşleri Yusuf’u değersiz bir köle olarak satarlar. Fakat Allah’ın emri galip gelir, Yusuf, Mısır’ın azizi olur ve onun önünde secdeye kapanırlar. 3- Yusuf’u köle olarak satarken babalarının muhabbetinin yalnızca kendilerine has olmasını isterler. Fakat Allah’ın emri galip gelir ve babaları onlara gücenir. 4- Babalarının kalbinden Yusuf’un muhabbeti yok olsun diye hile yaparlar. Allah’ın emri galip gelir ve babalarının Yusuf’a olan muhabbeti ve şevki daha da artar. 70 veya 80 yıl “Ah Yusuf’um ah!” (Yusuf, 12/84) diye üzüntüyle Yusuf’u düşünür. 5- Babalarına ağlayarak Yusuf’un kanlı gömleğini getirip, onu aldatmak isterler. Allah’ın emri galip gelir ve onu aldatamazlar. Babaları onlara “Bilakis nefisleriniz size (kötü) bir işi güzel göstermiş.”(Yusuf, 12/18) Der. 6- Yusuf’u öldürüp veya köle olarak satıp sonra da tevbe edip salihlerden olmayı düşünürler. Allah’ın emri galip gelir ve işledikleri günaha tevbe etmeyip, onda ısrar ederler. Hatalı olduklarını 70 yıl sonra Yusuf’un önünde ikrar ederler ve babalarına “Biz hata ettik” (Yusuf, 12/97) derler. 7- Azizin hanımı, Yusuf (as)’dan murad almak ister, Allah’ın emri galip gelir muradına eremez. 8- Azizin hanımı kapıda kocasıyla karşılaşınca, yalan söyleyerek suçu Yusuf’un üzerine yıkmak ister. Allah’ın emri galip gelir, asıl suçlu olanın kendisi olduğu ortaya çıkar. Bu yüzden kocası ona “Günahın için istiğfar et! (af dile!) Çünkü sen günahkârlardan oldun” (Yusuf, 12/29.) der. 9- Yusuf (as) zindandan çıkacak olan hükümdarın hizmetçisine “Beni efendinin yanında an! (Beni zindandan çıkarsın!)” (Yusuf, 12/42) der. Böylelikle zindandan kurtulacağını düşünür. Allah’ın emri galip gelir, hizmetçi onu unutur. Yusuf (as) zindanda birkaç yıl daha kalır.24 10- Yusuf (as)’ın kardeşleri ikinci defa Mısır’a gideceklerinde babalarından Bünyamin’in de kendileriyle gelmesini isterler, onu geri getireceklerine dair söz verirler. Yakup (as)’da başlarına bir hadise gelmemesi için onlara şehre değişik kapılardan girmelerini söyler. Allah’ın emri galip gelir, Bünyamin’i geri götüremezler. Altıncı ayet Yusuf Suresinde, Mısır azizinin karısının, Yusuf (as)’dan murad almak istediği zikredilir. Durum şehirdeki bazı kadınlar tarafından duyulduğunda onlar kadını şu ifadelerle zemmederler: وَقَالَ نِسْوَةٌ فِي الْمَد۪ينَةِ امْرَاَتُ الْعَز۪يزِ تُرَاوِدُ فَتٰيهَا عَنْ نَفْسِه۪ۚ قَدْ شَغَفَهَا حُبًّاۜ اِنَّا لَنَرٰيهَا ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ “Şehirdeki bazı kadınlar dediler ki: Azizin karısı, delikanlısının/kölesinin nefsinden murad almak istiyormuş; sevdası onun kalbine işlemiş! Biz onu gerçekten açık bir sapıklık içinde görüyoruz.” (Yusuf, 12/30) Bu ayette şehirdeki kadınların azizin hanımını dokuz yönden tenkit ettikleri anlaşılmaktadır: 1- Ayette kadınlar “azizin hanımı” demişler, onu ismiyle anmamışlardır. Bununla da onun bekâr değil, evli bir kadın olduğunu, evli birinin böyle bir işe teşebbüsünün çok çirkin olduğunu nazara vermek istemişlerdir. 2- Aynı zamanda “azizin hanımı” ifadesiyle, kocasının yüksek bir mevki sahibi olduğunu, böyle yüksek mevki sahibi birinin karısının böyle bir işe teşebbüsünün daha çirkin olduğunu söylemek istemişlerdir. 3- “Murad almak istiyormuş” ifadesiyle, bu fiili Yusuf’un değil, kadının istediğini ima etmişlerdir. Bu durum kadınların, Yusuf (as)’ı, iffetli, vefakâr ve iyi kabul ettiklerini gösterir. Böyle iffetli birinden murad almayı istemek diğer insanlara nispetle daha çirkindir. 4- “Murad almak istiyormuş” (تراود) ifadesi mazi değil, muzari sıygayla gelmiştir. Muzari sıygası ise devam ifade eder. Yani mana “Azizin karısı yaptığına pişman olmuş ve vazgeçmiş değil, gelecekte de aynı fiile teşebbüs etmek niyetinde” denilmek istenmiştir. Bu da azizin karısının halinin kötü olduğuna delalet eder. 5- “Delikanlısı / kölesi” ifadesiyle de, azizin hanımı hür birisiyle değil de kölesiyle bu işi yapmak istemiştir. Köleler toplumun aşağı tabakası olduğu için bu fiil bu yönden de çirkindir. 6- Aynı zamanda “Delikanlısı / kölesi” ifadesiyle, kadının murad almak istediği köle onun evinde ve onun emri altında, adeta aile içinden biri gibidir. Bu fiil bu yüzden de çirkindir. 7- “Sevdası onun kalbine işlemiş” ifadesiyle de, kadının sevgisinin aşırı dereceye ulaştığı ifade edilmiştir. Mısır’ın aziziyle evli olan bir kadının böyle bir hâli elbette çirkin bir durumdur. 8- “Biz onu açık bir sapıklık içinde görüyoruz” ifadesinde kadınlar “biz” ifadesiyle, bazı kadınlar çirkin fiillerde birbirlerini teşvik edip, yardım ettikleri halde, böyle bir fiilde bütün kadınlar ittifak ederek böyle bir işin hiçbir kadının yapmaması gerektiğine dikkat çekmişlerdir. Üstelik cümlede inne ve tekit lamı kullanarak sözlerini pekiştirmişlerdir. 9- “Açık bir sapıklık” ifadesi bu fiilin çirkin olduğunun bedihi olduğu, aklı olanın buna yaklaşmaması lazım geldiğine işarettir. Çirkinliği açık bir fiile teşebbüs, o fiile cüret edenin hatasının büyüklüğünü gösterir.25 Yedinci ayet Kur’ân’da edebî nüktelerinin çokluğuyla meşhur olmuş en güzel örnek, Nuh (as)’ın kavminin helak olmalarından sonraki hali tasvir eden Hud Suresinin 44. ayetidir. Ayette şöyle buyrulur: وَق۪يلَ يَٓا اَرْضُ ابْلَع۪ي مَٓاءَكِ وَيَا سَمَٓاءُ اَقْلِع۪ي وَغ۪يضَ الْمَٓاءُ وَقُضِيَ الْاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَق۪يلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ “Ey arz! Suyunu yut! Ey gök! Sen de (suyunu) tut!” denildi. Su çekildi, iş bitirildi; gemi Cudi’ye oturdu. “Zalimlerin kavmi Allah’ın rahmetinden uzak olsun” denildi.”(Hud suresi, 11/44) Bu ayet nazil olduğu andan itibaren Kureyş müşrikleri başta olmak üzere belagatten anlayan herkesin dikkatini çekmiştir. Rivayet olunduğuna göre Kureyş kâfirleri Kur’ân’a karşı muaraza yapmak istediler. Zihinlerinin sâfîleşmesi için kırk gün buğday unu, koyun eti yemediler, şarap içmediler. İstedikleri şeyi yapacakları zaman bu ayeti işittiler. Birbirlerine “Bu söz yaratıkların sözüne benzemiyor” dediler. Bunun üzerine yapmaya başladıkları şeyi bıraktılar ve dağıldılar.26 Kâbe duvarına asılı Muallakat-ı Seb’a içinde en üstün kabul edilen şiir İmriü’l-Kays’ın (ö. 540) şiiri idi ve bu şiir Kâbe’nin duvarında yaklaşık 70 yıldan fazla asılı kaldı. İmriü’l-Kays’ın kız kardeşi bahsinde bulunduğumuz ayeti işittiğinde “Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahi meydan-ı iftiharda kalamaz” diyerek ağabeyinin şiirini Kâbe’nin duvarından indirdi. Daha sonra diğerleri de indirildi.27 Rivayet edildiğine göre, zamanının en fasihi olan İbn Mukaffa (ö. 142/759), Kur’ân’a muaraza yapmak istedi. Bir takım sözler nazmetti, bunları fâsılalara ayırdı, sonra da bunlara “sureler” adını verdi. Bir gün küçük bir çocuğun bir mektepte bahsinde bulunduğumuz bu ayeti okuduğunu gördü. Hemen geri döndü ve yaptığı şeyleri imha etti. Ve şöyle dedi “Şehadet ederim ki buna karşı asla muaraza edilemez ve bu, beşer kelâmından değildir.”28 Kurtubî (ö, 671/1272) bu ayet hakkında: “Eğer Arap ve Arap olmayanların sözleri araştırılsa nazmının güzelliği, belâgatinin mükemmelliği, manalarının genişliği itibarıyla bu ayet gibi bir söz bulunmaz.” der.29 Müfessir Âlusî (ö. 1270/1854) bu ayet hakkında şöyle der: “Bil ki, bu ayet-i kerîme i’cazın en son mertebelerine ulaşmış, Arab’ın başını eğmiş ve perçeminden çekmiştir. Fesahat dairesinin dar geleceği güzellikleri üzerinde toplamıştır. Belâgatin sağlam ve düzgünlüğünde mızrağın demir ucu gibidir.”30 Zerkeşî (ö, 794/1392) ise “Eğer bu cümle içinde münderic olan lâfızdaki bedâat, belâğat, îcaz ve fesahat şerh edilecek olsa kalemler kurur, eller yorulur.” der.31 İbn Ebi’l-Esba (ö. 654/1256), “Ben Allah’ın “Ey arz suyunu yut …” kelâmı gibi bir kelâm görmedim. Zira bu kelâm 17 kelime olduğu halde Bedî’ ilmine dair 20 sanat vardır.” demiştir.32 Burada İbn Ebi’l-Esba tarafından tespit edilen ayetteki edebî sanatlar sıralanacaktır. 1- Ayetteki “Suyunu yut” (اِبْلَع۪ي ), ile “suyunu tut” (اَقْلِع۪ي) lafızları arasında tam bir “münasebet” vardır. (Tenasüb veya telfik bir cümlede mütenasib şeyleri cem etmektir. Top, tüfek gibi.) 2- Yine bu iki kelimede “istiare” vardır. (İstiare, kelimeyi benzetme amacıyla hakiki manasından başka bir manada kullanmaktır. “Elinde kılıç olan bir aslan gördüm” cümlesinde olduğu gibi.) 3- Yine bu iki kelimede “cinas-ı nakıs” vardır. (Cinas, iki lafzın manaları muhtelif olduğu halde, telaffuzlarının birbirine benzemesidir.) 4- (اَرْضُ) (سَمَٓاءُ) “arz” ve “sema” lafızları arasında “tıbak” sanatı vardır. (Tıbak veya mutabakat bir cümlede iki zıt kelimeyi bir arada kullanmaktır.) 5- Allah Teâlâ’nın (يَا سَمَٓاءُ ) “Ey Sema!” kavlinde “mecaz” vardır. Hakikatte bu “Ey semanın yağmuru” demektir. 6- (غ۪يضَ الْمَٓاءُ) “Su çekildi” ifadesinde “işaret” vardır. Onunla çok manaları açıklamıştır. Çünkü su, semanın yağmuru kalkmadan ve yer kendisinden çıkan menbaları yutmadan çekilmez. Böylece yerin üstünde biriken sular eksilir. 7- Yine bu kelimede “ta’lil ” (sebep beyan etme) sanatı vardır. Çünkü suyun çekilmesi geminin oturmasının illetidir. 8- (وَاسْتَوَتْ) “Oturdu” kelimesinde “irdaf” sanatı vardır. (Bu cümledeki “istevet (gemi oturdu)” kelimesi tam bir ifadedir. Buna, “Cudi Dağı’nın üzerine” ifadesi, bu yerde tam manasıyla yerleştiğini mübalağa şeklinde ifade etmek için irdaf (ilâve) edilmiştir. 9- (وَقُضِيَ الْاَمْرُ) “İş bitirildi” ifadesinde “temsil” sanatı vardır. Helak olanların helak edilmesi, kurtulanların kurtarılması “emr” kelimesiyle tabir edilmiştir. 10- Yine burada “sıhhatü’t-taksim” vardır, Çünkü suyun eksilmesi hâlindeki kısımlarını ihtiva etmiştir. Onlar da şudur: Semanın suyunun ve yerden çıkan suyun hapsolması ve yerin üstündeki suyun çekilmesi. (Taksim bir şeyin aklen mümkün olanını değil, fiilen mevcut olan kısımlarını sıralamaktır.) 11- (بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ) “Zalimlerin kavmi Allah’ın rahmetinden uzak olsun!” bedduasında “ihtiras sanatı” vardır. Yani helâke müstahak olmayanların da boğulacağı tevehhüm edilmesin diye bu cümle ilave edilmiştir. Çünkü Allah’ın adâleti müstahak olmayanlara bedduayı meneder. (İhtiras sanatı, kastedilen mananın aksi anlaşılma ihtimali olan cümlede, bu ihtimali kaldırma için yapılan ıtnabdır.) 12- (اَلظَّالِم۪ينَ) “Zalimler” kelimesinde “izah” vardır. Buradaki “zalimler” daha önce geçen “kavminin ileri gelenleri ona her uğradıklarında..” (Hûd, 11/38) ayetinde zikri geçen kimselerdir. Buradaki “el-kavm” kelimesindeki “elif-lâm” ahd için yani daha önce bilinen bir şeyi belirtmek içindir. 13- Yine bu (اَلظَّالِم۪ينَ) “Zalimler” kelimesinde zem ve tahzir (kötüleme ve sakındırma) vardır. Buraya kadar saydıklarımız ayetin cüzlerinde geçen meziyetlerdir. Ayetin bütününde görülen edebi sanatlar ise şunlardır: 14- Bu ayette “hüsn-i nesk” sanatı vardır. (Hüsn-i nesk; mütekellimin uygun bir üslup dâhilinde atıflarla birbirini takip eden, birbirine lafız ve mana yönünden yakın olan kelimeleri, ayrı cümlelerde başlı başına bir mana teşkil edecek, manası lafzıyla müstakil olacak şekilde kullanmasına denir. Buna en güzel örnek bu ayettir.) 15- Mana ile beraber lafzın “itilafı” sanatı vardır. (Buna muvafakat da denmiştir. İtilaf lafızların manaya uygun olması demektir. Mesela savaşla ilgili sözlerde şiddet ifade eden, gazel gibi şiirlerde de yumuşaklık, incelik ifade eden kelimelerin kullanılması gibi.) 16- Ayette “îcaz” vardır. Çünkü Allah Teâlâ hâdiseyi şümullü bir şekilde en kısa ibârelerle anlattı. (Îcaz, az sözle çok manaları ifade etmek veya maksadı en az kelime ile ifade etme sanatıdır.) 17- Ayette “teshim” sanatı vardır. Çünkü ayetin evveli, ayetin ahirine delâlet ediyor. (Teshim, sözün başlangıcının sonuna delalet etmesidir.) 18- Ayette “tehzib” sanatı vardır. Çünkü kelimeleri güzel vasıflarla vasıflanmış. Her kelimede harflerin çıkış yerleri kolay; kabalık ve terkîb zorluğundan hâli olmakla beraber, üzerlerinde parlaklık ve güzellik vardır. 19- Ayette “hüsn-i beyan” sanatı vardır. Çünkü dinleyen, sözün manasını anlamak için duraklamaz. Ondan bir şeyi anlamak ona zor gelmez. 20- Ayette “temkin” sanatı vardır. Çünkü fâsıla, kendi mahallinde karar bulmuş, kendi yerinde mutmain olmuş; endişeye ve yardım istemeye gerek yok. 21- Ayette “insicam” sanatı vardır. Bu, lâfızda düzgünlükle beraber, sözün kolaylık, tatlılık ve yumuşaklıkla hızlıca akıp gitmesidir; tıpkı havadan azıcık suyun akıp gitmesi gibi. 22- Bu ayette “itiraz” sanatı da vardır. İtiraz sanatı, bir veya birkaç cümleden meydana gelen, arasında i’rabdan mahalli olmayan bir veya birkaç cümle giren, müphemliği kaldırmaktan ziyade, bir nükteden dolayı mana yakınlığı taşıyan cümledir. Bu ayette 3 itirazi cümle vardır. Bunlar “Su çekildi.”, “İş bitirildi.” ve “(Gemi) Cudi’ye oturdu.” cümleleridir. 23- Ayrıca bu ayette tıbak sanatının bir çeşidi olan “mukabele” de vardır. Mukabele, cümlede iki veya daha fazla kelimenin zıtlarıyla birlikte bir tertib üzere zikredilmesidir. Bu ayette emir, nehiy, ihbar, nida, sıfat, isim, helak ve ibka, mesut etme, şaki kılma yönüyle mukabele vardır. 24- Bu ayette “müsavat” vardır. Müsavat, lafız ile mananın birbirine müsavi olup, ne az ne de çok olmamasıdır. Sonuç Peygamberimiz (sav) döneminde belâgat ve fesahat ilerde olduğu için, onun mucizesi de belâgat ve fesahat alanında olmuştur. Peygamberimiz kendisine indirilen Kur’ân’la müşrik Araplara meydan okumuş, onları muarazaya davet etmiştir. Müşrik Araplar belâgat alanında en ileri seviyede oldukları halde bu meydan okumaya karşılık verememişler, Kur’ân’a iman etmeseler bile onun belâgat ve fesahatine hayran olmuşlardır. Bu konuda pek çok tarihi örnek rivayet edilmiştir. Bu makalede ele aldığımız yedi ayetin her biri, Kur’ân’ın belâgatini gösteren birer numunedir. Her ayet az lafızla, çok manalar ifade etmektedir. Bu makalede “Sana emr olunanı açıkça tebliğ et!” ayetinde 6 nükte; “Çocuğu emzir,…” ayetinde 8 nükte; “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, …” ayetinde 11 nükte; “Rızık olarak verdiğimiz şeylerden infakta bulunurlar” ayetinde 6 nükte; “Allah, iş(ler)inde galip olandır” ayetinde 10 nükte; “Şehirdeki bazı kadınlar dediler ki….” ayetinde 10 nükte; “Ey arz suyunu yut! ….” ayetinde 24 nükte olduğu kaynaklardan yapılan iktibaslarla ortaya konulmuştur. Üzerinde durduğumuz ayetlerdeki nükteler, Kur’ân’ın belâgatini anlamak için denizden bir katre hükmündedir. İ’cazu’l-Kur’ân veya Ulûmu’l-Kur’ân adlı kitaplarda bizim zikrettiğimiz nüktelerden daha fazla nükteleri görmek mümkündür. Kaynaklar: 1- Kazvinî, Celâleddin Muhammed, Telhis (Meani, Beyan, Bedî), (tercüme eden: Fahreddin Dinçkol), Ebrar Yayınları, 1990, İstanbul, s, 12. 2- Fazl Hasan Abbas, El-Belâgatu, Funûnuhâ ve Efnânuhâ, Dârü’l-Furkan, Amman, 1997, s, 58.3- Corci Zeydan, İslâm Medeniyeti Tarihi, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1976, c, 3, s, 43 vd.4- es-Süyûtî, Celâleddin, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mektebetu-Nizar Mustafa, Mekke, 1998, c, 4, s, 998.5- Bakara, 2/23, 24; Isra, 17/88.6- Taberi, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir, Tefsirü’t-Taberî, Dâru Hicr, ts, c, 23, s, 429,7- Kadı İyaz, a.g.e., c, 1, s, 280; Süyûtî, a.g.e., c, 3, s, 830.8- Kurtubî, el-Câmi li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Müessetü’r-Risale, Beyrut, 2006, C. 1, s, 236.9- İbn Hacer, el-Askalânî, Fethü’l-Bari, Dârü’l-Marife, 1379, c, 6, s, 128.10- Râzî, Fahrettin, Tefsirü el-Fahri’r- Râzî, Darü’l-Fikr, 1995, C, 16, s, 137.11- Zerkeşî, Bedreddin, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, el-Mektebetü’l-Asrıyye, 2009, c, 3, s, 143.12- Nebhanî, İsmail b. Yusuf, Nucumu’l- Mühtedin ve Rucumu’l- Mu’teddin, Mısır, s, 386. 13- Taberî, a.g.e., c, 14, s, 143. 14- Ragıp, Ebû’l-Kasım Hüseyin b. Muhammed el-İsfehanî, Mu’cemu Müfredâti Elfâzi’l-Kur’ân, Defterü Neşri’l-Kitab, Mısır, 1353, s. 276. 15- İbn Ebi’l-Esba’, Bediil-Kur’ân, Nahdatu Mısr, ts, c, 2, s, 22.16- Kurtubî, a.g.e., c, 12, s, 261.17- Râzî, a.g.e., c, 10, s, 224.18- Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Dağıtım, c, 5, s, 247.19- Süyûtî, a.g.e., c, 3, s, 830.20- Kadı İyaz, a.g.e., c, 1, s, 281. 21- Süyûtî, a.g.e., c, 3, s, 829; Zerkeşî, a.g.e., c, 3, s, 146.22- Zerkeşî, a.g.e., c, 3, s, 146. 23- Bediüzzaman Said Nursî, Zülfikar, Altınbaşak Neşriyat, ts, s, 84.24- Kurtubî, a.g.e., c, 11, s, 303.25- İbn Kayyim, el-Cevzî, İgasetü’l-Lehvan, Daru İbnü’l-Cevzî, ts, c, 2, s, 813. 26- Âlusî, Şihabuddin Muhammed, Rûhu’l-Meânî, Dar’u İhyaü’t- Türasi’l Arabî, Beyrut, c, 12, s, 63-68. 27- Cevdet Paşa, Kasas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, Bedir Yayınları, 1976, c, 1, s, 83. 28- Âlusî, a.g.e., c, 12, s, 63-68. 29- Kurtubî, a.g.e., , c, 11, s, 126. 30- Âlusî, a.g.e., c, 12, s, 63-68. 31- Zerkeşî, a.g.e., c, 3, s, 14532- İbn Ebi’l-Esba’, Tahriri’t-Tahbir fi Sınaatiş-Şi’r ve’n-Nesr, s, 235.
Tarih boyunca pek çok âlim ve şair, zamanlarının siyasî idarecilerini aşırı derecede övmüşlerdir. Bunu yapmalarının sebebi; lâtif ve ince bir hile ile idarecilere şâirâne bir bahşiş vererek, idarecileri kötülükten vazgeçirebilmek ve millete hizmet ve iyilik yolunda yarışa sevk edebilmekti. Alimlerin ve şairlerin bu yaklaşımları -niyetleri ne kadar halis olsa da- doğru değildir. Zira telif ettikleri eserlerinde ve kasidelerinde, büyük bir milletin, bütün fertlerinin kahramanlıklarıyla elde ettikleri zaferi, o milletten manen çalarak, sadece baştaki idarecinin bir zaferi gibi gösterdiklerinden dolayı bilmeyerek istibdadı alkışlamışlardır. Hakikat noktasında hayırların, iyiliklerin ve kemalatların ortaya çıkabilmesi, bütün şart ve sebeplerin bir araya gelmesine bağlıdır. Fakat şerlerin, kötülüklerin ve olumsuzlukların ortaya çıkması için ise sebep ve şartlardan birisinin olmaması yeterlidir. Meselâ; bütün hücre, doku, organ ve sistemlerin düzgün çalışmasıyla devam eden insan hayatı, bir uzvunun hastalanmasıyla veya zarar görmesiyle sona erebilmektedir. Bu hakikate binaen, elde edilen bir zafer ve ganimet, bütün bir millete ve cemaate verilir. Fakat ortaya çıkan mağlubiyet ve kötü sonuçlar ise baştaki idareciye verilir ve verilmelidir. Milletçe Üstün Hasletlere Sahip Olan Türkler Ve Kürtler Niçin Geri Kaldılar? Türkler ve Kürtler, son derece yüksek millî hasletlere sahiptirler. Bunların bazılarını Bediüzzaman Hazretleri şöyle tarif eder: Biz Türklerin ve Kürtlerin, kalplerimiz dolusu, belki bedenlerimiz dolusu, hatta genişleyip derelerde taşlaşarak ‘dağ’ olarak cisim giymiş kalemiz olan bir ‘şecaat’, yani kahramanlık ve yiğitliğimiz vardır. Başımız dolusu ‘zekâ’ vardır. Sinelerimizi lebalep dolduran ‘gayret’ vardır. Bedenlerimizi ve azalarımızı dolduracak ‘itaat’ vardır. Dereleri hayatlandıracak ve dağları müzeyyen edecek (süslendirecek) efradımız vardır. Bu kadar yüksek ve kıymetli hasletlere sahip olan Türkler ve Kürtler, maddî kalkınma ve ilerlemede diğer milletleri çok gerilerde bırakmaları gerektiği halde, özellikle de 20. yüzyılın başlarında, maalesef sefalet ve zillet içinde iflas etmiş bir vaziyete girmişlerdi. Komşuları olan milletler, nüfusça daha az ve kuvvetçe daha zayıf oldukları halde, terakkide -tabiri caizse- onları çiğneyip istikbale doğru koşup gitmişlerdi. Bediüzzaman Hazretleri, maddî kalkınma cihetinde bu geri kalışla beraber, zillet ve sefalet içinde tükenmişliğin mühim bir sebebinin şu 3 sınıf olduğunu ifade eder: Bazı idareciler ve reisler. Vatanın ve milletin menfaatlerini savunma ve fedakârlık iddiasında bulunan, sahtekâr vatanseverler. Veli olduğunu dava eden ehliyetsiz ve sahte şeyhler. Kısaca ifade etmek gerekirse; kötü idareciler, sahte vatanseverler ve sahte şeyhler. Hazret-i Üstad, bu 3 sınıfın ortaya çıkış sebebinin de ‘baskıcı yönetim’ anlamına gelen ‘istibdat’ olduğunu ifade etmektedir. Bu 3 sınıfın, maddî kalkınma noktasında nasıl milletimizi geri bıraktığını şöyle izah etmektedir: Her milletin, millî cesaretini oluşturan ve millî namusunu muhafaza eden ve kuvvetinin içinde toplandığı bir ‘manevî havuzu’ vardır. Yine her milletin, millî cömertliğini oluşturan, umumî çıkarlarını temin eden ve fazla olan mallarının içinde biriktiği bir ‘manevi hazinesi’ vardır. İşte yukarıda bahsi geçen 3 sınıf insanlar -bilerek veya bilmeyerek- o havuzun ve o hazinenin etrafında delikler açtılar. Havuzu kurutup hazineyi boş bıraktılar. Bunun neticesinde devlet milyarlarca lira borç altında kalarak yıkılma noktasına geldi. Nasıl ki bir kişinin, tehlike ve düşmanlara karşı kendini koruyan öfke ve gazap duygusu olmasa ve ihtiyaçlarını ve menfaatlerini temine yarayan şehvet duygusu olmasa, o kişi canlı iken ölü gibi olur. Nasıl ki bir trenin, çekiş gücünün kaynağı olan motorunda delikler açılsa, o tren hareket etmez ve perişan bir halde kalır. Yine nasıl ki bir tespihin ipi kopsa, tespih taneleri de dağılır gider. Aynen bu misallerde olduğu gibi, milletin kuvvetinin manevi havuzunu ve malının manevi hazinesini boşaltan başlar (kötü idareciler, sahte vatanseverler ve sahte şeyhler); milleti serseri ve perişan edip, varlığını tehlikeye sokarlar. Milleti bir arada tutan, birlik ve beraberliği temin eden milliyet fikrinin ipini kesip, milleti parça parça ederler. Bediüzzaman Hazretlerinin yukarıda beyan ettiği gibi, milletin manevi duygularını sû-i istimal ederek nüfuz elde eden sahte şeyhler ve hocalar, yanlış telkin ve fetvalarıyla çalışma şevkini ve kazanma arzusunu kırarlar. Müslüman milletimiz, dünyayı terk ettirecek telkinlere, servet kazanmaktan nefret ettirecek derslere değil, emniyet ve asayiş içinde çalışmaların tanzim edilmesine muhtaçtır. Yine vatana millete hizmet ve müdafaa söylemiyle ortaya çıkan ve milletin ruhundaki cesaret ve kahramanlığını tahrik ederek güç devşiren sahte vatanseverler, milletin en büyük caydırıcı gücü olan cesaret ve kahramanlığını dâhilî ihtilâflarla zayi ederek boşa harcatırlar. Eğer İslâmî hürriyet anlayışı çerçevesinde, istişareyi esas yaparak o delikler kapansa, o muazzam ve kıymetli kuvveti harice sarf etmek için devletin eline verilse, bunun neticesinde merhamet ve adalet ve medeniyet olacaktır inşallah.
Müsbet hareketi kısaca şöyle tarif edebiliriz: Emniyet ve asayişi bozmadan, başkalarına ilişmeden ve Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmayarak sabır ve tahammülle kendi hizmetimizi yapmaktır. Dâhili cihada yani silahların sustuğu kalemlerin ve fikirlerin konuştuğu ilmi ve fikri cihad sahasında ikna metoduyla mücahede için lazım olan sükûnet ve emniyeti temin etmektir. Bediüzzaman Hazretleri talebelerine yazdığı bir mektubunda konuyu şöyle izah ediyor: “Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlâs sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı manevideki fark, pek azimdir.” Hazret-i Üstad’ın Eski Said döneminde “Benim fıtratım zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslamiye beni bu vaziyette bulunmaktan şiddetle men’ ediyor. Böyle bir vaziyete düşünce karşımdaki kim olursa olsun isterse en zalim bir cabbar en hunhar bir düşman kumandanı olsun zulmünü hunharlığını suratına çarparım. Beni zindana atar yahut idam sehpasına götürür hiç ehemiyeti yoktur” ifadesinden de anlaşıldığı gibi zorbalığı ve hakareti kabullenemeyen ve İslam’ın izzeti için hayatını hiçe sayacak şekilde hareket ettiği halde; Yeni Said döneminde yine İslam’ın izzetini muhafaza ile birlikte müsbet iman hizmeti için kendisini tahrik için yapılan birçok hakaretlere, zulümlere ve işkencelere karşı sabırla ve tahammülle mukabele etmiştir. Hatta kendisine kötülük yapanlara beddua etmemiş ve hakkını helal etmiştir. Gizli dinsiz komite Üstadımızla çok çeşitli şekillerde uğraşmış. Birçok hakaretlerle, işkencelerle, maddi manevi baskılarla hiddete getirip yeter artık dedirtip hadise çıkarttırarak imha etmeye çalışmış. Hz. Üstad bir eserinde bu hadiseden şöyle bahsediyor: “Gizli komitenin maksatları benim sabrım tükensin artık yeter dedirtsinler. Zaten onların şimdi benden kızdıklarının bir sebebi, sükûtumdur. Dünyaya karışmamaktır. Adeta niçin karışmıyorsun? Ta karışsın maksadımız yerine gelsin diyorlar.” Hazret-i Üstad da tahriklere kapılmadan devamlı müsbet hareket ederek onların planlarını boşa çıkarmış; talebelerine daima sabır ve tahammül ile yalnız iman ve İslâmiyet’e çalışmayı tavsiye etmiştir. “Birkaç adamın hatasıyla yüzer adamların zarar görmesine sebep olunamaz” demiştir. Bunun içindir ki, yapılan o kadar gaddarane zulümler esnasında bir tek hadise meydana gelmemiştir. Hem aleyhlerinde yapılan bu kadar menfi propagandalara rağmen gazete, radyo, televizyon gibi yayın organlarında nur talebelerinin asayişi bozacak hareketlerine veya suç işlediklerine dair herhangi bir haber çıkmamıştır. Risale-i Nur Hizmetindeki Müsbet Hareket Prensipleri 1. Haklı her meslek sahibinin (başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde) hakkı: “Mesleğim haktır. Yahut daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden, “Hak yalnız benim mesleğimdir ve yahut güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek. 2. Kendi mesleğimizin muhabbetiyle hareket etmekle beraber başka mesleklerin düşmanlığı ile hareket etmemek. 3. Kendi vazifemizi yapmak Cenab-ı Hakk’ ın vazifesine karışmamak. Muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir. Bizim vazifemiz değil. Biz vazifemizi yapmakla mükellefiz. Bizim vazifemiz hizmet-i imaniyedir. Kur’an ve sünnet dairesinde hizmet etmektir. 4. “Beşer zulüm eder, kader adalet eder” sırrıyla beşerin zulümlerine karşı tedbir almakla birlikte başımıza gelen bela ve sıkıntıların Allah tarafından olduğunu bilerek sabır ve şükürle mukabele ederek kaderin hissesine razı olmak. Rahmet, hikmet ve adalet cihetini düşünmek. 5. Müslümanlar içinde fitneden korkarak menfi hareket etmemek, asayişi muhafaza etmek ve bunun için sıkıntılara katlanmak. Çünkü dâhilde cihad, silahla değil ilimle yapılan manevi cihaddır. Hizmetteki kuvveti dâhilde yanlış şekilde kullanmayıp asayişi muhafaza için kullanmak. Bu noktada bize numune olacak iki misal: Birinci misal: “Eski harb-i umumiden evvel ben Van’da iken bazı muttaki zatlar yanıma geldiler, dediler ki: ‘Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel bize iştirak et. Biz bu münafık reislere itaat etmeyeceğiz.’ Ben de dedim: ‘O fenalıklar, o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu, onlarla mesul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem. Size iştirak etmem.’ O zatlar benden ayrıldılar. Kılıç çektiler. Neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi. Az bir zaman sonra harb-i umumi patladı. O ordu, din-i İslam namına harbe iştirak etti. Cihada girdi. O ordudan yüz bin şehit evliya mertebesine çıktılar. Beni o davamda tasdik ettiler.” (Şualar) İkinci misal: “Şark hadisesinde Şeyh Said ve askerleri üstadımız Bediüzzaman’ı şarktaki büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake davet ettikleri zaman cevaben demiş. ‘Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir. Ve neticesizdir. Çünkü Türk milleti bin senedir İslamiyet’e bayraktarlık etmiş. Dini uğrunda binlerle şehit vermiş ve binlerle veli yetiştirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakâr İslam müdafilerinin torunlarına yani Türk milletine kılıç çekilmez. Ve ben de çekmem.’ diyerek hem ret cevabı vermiş hem mücadelesinden vazgeçmesini söylemiştir.” (Asa-yı Musa) 6. Müslüman olmayanlara da İslam’ı müsbet bir hareket ve üslup ile tebliğ etmek. Fakat bunu yaparken onlara hoş görünmek adına dinimizden de taviz vermemek. Bu meselede Üstadımız şöyle buyuruyor: Umur-u diniyede (din işlerinde) müsamaha ve teşebbühle (benzemekle) medenilere yanaşmayın. Çünkü aramızdaki dere pek derindir. O dereyi doldurup hatt-ı muvasalayı (kavuşma hattını) temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz. Veya dalalete düşer boğulursunuz. (Mesnevi-i Nuriye) 7. İslam dairesinde hangi meslek ve cemaat olursa olsun Müslümanlarla muhabbet noktalarını düşünerek ortak düşman olan dinsizliğe karşı ittifak etmek ve ihtilafları terk etmek. 8. Hakkın izzeti ve hatırı için nefsini, enâniyetini, yanlış düşündüğü izzetini ve ehemmiyetsiz rekâbetkârane hissiyatını terk etmek. 9. İhlâs ve hakperestlik gereği olarak Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadesine taraftar olmak. 10. Her söylediğin doğru olmalı. Ama her doğruyu söylemek doğru değildir. Çünkü bazen damara dokunur aksülamel yapar. Onun için nerde, neyi, nasıl ve ne şekilde söyleyeceğimizi iyi hesaplayıp ona göre söylemek. 11. Haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetten çekinmek. Böyle hadiselerin vukuunda soğukkanlılıkla, sarsılmamakla ve düşmanlığa girmeden karşılayıp muhaliflerin veya itiraz edenlerin reislerini çürütmemektir. 12. Bize düşmanlık edenlere karşı intikam hissiyle hareket etmemek. Onlar için hidayet temennisinde bulunmak. Bu madde ile ilgili Üstadımızın şu tavsiyesi dikkat çekicidir. “Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, eza ve cefalara maruz kaldılar. Ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helal etmelerini isterim. Çünkü onlar, bilmeyerek kader-i ilahinin sırlarına, derin tecellilerine akıl erdiremeyerek bizim davamıza, hakikat-ı imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.” (Emirdağ Lahikası) Bediüzzaman Hazretleri, yapmış olduğu bu imani ve vatani Kur’an hizmetine mukabil kendisini zindanlara ve çilelere mahkûm eden zihniyete karşı şöyle sesleniyordu: “Benim bir tek gayem vardır. O da: Mezara yaklaştığım bu zamanda, İslam memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşların sesini işitiyorum. Bu ses âlem-i İslam’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı bilhassa gençleri imansız yaparak kendine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücadelemle inşallah Allah’ın huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlarda korkarım ki Bolşevikler olsun. Beni serbest bırakınız. El birliğiyle komünizmle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına ve Allah’ın birliğine hizmet edelim.”
Geçtiğimiz Kurban Bayramı pek çok sivil toplum kuruluşunun yurt içi ve yurt dışı yardım faaliyetlerine sahne oldu. İslâm âleminin dört bir tarafında insani yardım hizmetlerini yürütmek için binlerce hayırsever yollara düştü. Adeta hayrat ve hasenat seferberliği ilan edildi. Bu gaye ile bize de Kamboçya’ya gitmek nasip oldu. Bu yazımızda, Risale-i Nur’dan istifadeyle “Hakiki insani yardım nasıl olur?” konusunu işlemeye çalışacağız. Üstat Bediüzzaman Hazretleri, Ramazan-ı Şerif’in hikmetlerini anlattığı risalede, insani yardım noktasında hayati önem taşıyan ölçülerden şöyle bahsetmektedir: “ Oruç hayat-ı ictimâiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İnsanlar maişet cihetinde muhtelif bir sûrette halk edilmişler. Cenâb-ı Hakk o ihtilâfa binaen, zenginleri fukarâların muavenetine (yardımına) davet ediyor. Hâlbuki zenginler, fukarânın acınacak acı hâllerini ve açlıklarını oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikinin bir esasıdır. Hangi ferd olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vâsıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz. Yapsa da tam olamaz. Çünkü hakiki o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.”1 Ölçü: Cenab-ı Hak imtihan sırrıyla insanları geçim hususunda çok çeşitli suretlerde yaratmıştır. Zenginlik ve fakirlik de kendi içinde çok mertebelere ayrılmıştır. Zenginin imtihanı, fakirin yardımına koşmaktır. Fakirin imtihanı da sabır ve şükür içinde hayatın zorluklarını aşmaya çalışmaktır. Her insan kendisinden daha fakiri bulabilir. Dolayısıyla o fakirlere yardım etmekle mükelleftir. Yardım faaliyetleri kapsamında daha önce Bangladeş, Sudan ve bu sene de Kamboçya’ya gittiğimizde Türkiye şartlarında fakir olan insanların o ülkelerin standartlarına göre zengin sayılabileceklerini müşahede ettik. Fakirlik ve yoksulluk maalesef bizdekine göre çok fazla. Bir memurun ayda 100 dolar aldığı bir ülkede fakirlik sınırının nerelerde olduğunu bir düşünelim. Bu sebeple Türkiye’de fakir görünenler bile, İslam âleminin çeşitli bölgelerindeki yardıma muhtaç kardeşlerine yardım etmekle sorumludurlar. Ölçü: Hayrat Yardım Derneğinin güzel bir uygulaması da insani yardım faaliyetlerinde iş adamlarını da sahaya göndermesidir. Türkiye şartlarında fakir fukaraya gücü nispetinde yardım eden hayırseverlerimiz, yurtdışındaki vaziyeti yerinde gördükleri zaman düşünceleri tamamen değişiyor. Bir dahaki sefere daha çok yardımda bulunacaklarını ifade ediyorlar. Çünkü uzaktan bakılınca bazı şeyler görülmüyor, bilinmiyor. İslam coğrafyasındaki fakirlerin acınacak acı halleri tam hissedilmiyor. Yardım yapılsa da tam layıkıyla yapılamıyor. Örneğin Kamboçya’ya gelen iş adamı abimiz, gördüğü manzara karşısında hayretler içinde kalıp: “Hocam burada yapılacak çok iş var” dedi. Türkiye’de iken bu kadar fakir olunabileceğini asla tahmin edememişti. Ölçü: İnsanın yaratılışında kendi cinsine karşı şefkat hissi konulmuştur. Hemcinsine şefkat göstermek kişinin sahip olduğu nimetlere şükür hükmündedir. Bizler müminler olarak bir vücudun azaları gibiyiz. Bedenimizin herhangi bir yerinde bir rahatsızlık olsa bütün azalarımız bunu hisseder. Aynen bunun gibi dünyanın dört bir yanında sıkıntıya duçar olmuş ehl-i iman kardeşlerimizin dertleriyle dertlenmemiz dini bir vecibedir. Gücümüz yettiğince onlara yardıma koşmamız gerekir. Bizler nimetler içinde yüzerken onlar yokluklar ve zorluklarla mücadele ediyor. Kurban organizasyonlarında sadece kurban bağışı yapılmıyor. Sadaka ve benzeri yardımlar da muhtaçlara ulaştırılıyor. Örneğin çocuklar için bayram hediyeleri, ayakkabı, elbise, kırtasiye malzemeleri gibi değişik şeyler de götürülebiliyor. Herkes ekonomik durumuna göre az-çok yardımda bulunabilir. Ölçü: Kamboçya’da kurban organizasyonunda bir aileye yarım kilogram et düştüğünü söylediler. “Bu insanların bir kısmı senede bir sefer kırmızı et yiyebiliyor” diye ifade ettiler. Şimdi biraz düşünelim. Bir tarafta senede bir defa yarım kilogram kırmızı et yiyebilen kardeşlerimiz, diğer tarafta her gün kırmızı et yiyebilen bizler. Bu nimetlerin şükrünü nasıl eda ederiz? Bu kardeşlerimizin hakkını nasıl ödeyebiliriz? Onlara yardım elimizi daha ne zaman uzatacağız? Oradaki kardeşlerimizin bizden beklediği şey sadece kırmızı et değil. Zaten gönderdiğimiz yardımla bir ailenin ancak bir öğünlük açlığı giderilebiliyor. Asıl yardım onların kalplerini ve kafalarını doyurmamız. Yani ilim ve marifet transferi yaparak onları dünya ve ahiret cihetinde yetiştirmemiz gerekiyor. İslam âleminin uzak diyarlarına giden ve onların ihtiyaçlarını yerinde gören bir kardeşiniz olarak diyorum ki: “Ümmet bizden hizmet bekliyor.” Kaynaklar: 1- Mektubat 2, 11-12. Altınbaşak Neşriyat
“Osmanlı Devri Türkçesi” diye de ifade edebileceğimiz Osmanlı Türkçesi güneşin batmadığı topraklara sahip, üç kıtaya yayılan, yedi asır cihana hükmetmiş Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşayan Türkçenin Arap harfleriyle yazılmış hâlidir. Geçmişte kalan bir yazı ve konuşma dili değil, mevcut ve gelecek nesillerin tarih, kültür ve genel anlamda medeniyet tasavvurunun sağlıklı bir şekilde oluşmasında bir nevi kilit konumundadır. İnsanların birbirleriyle olan iletişiminde-ki en önemli vasıta olan dil, millî hafızanın, millî hatıranın, duyguların ve düşüncelerin, bütün maddi ve manevi değerlerin ortak hazinesi, fikir dünyasının tezahürü, kültürün ise temel taşıdır. Bir milletin fertleri arasındaki ortak duygu ve düşünce akışı dil ile sağlanmaktadır. Kültür denilince ilk akla gelen dildir. Bu sebeple dil aynı zamanda bir kültür aktarıcısı, kültür taşıyıcısıdır. Bir milletin tarihi, coğrafyası, değer ölçütleri, ilmi, folkloru, edebiyatı, müziği, her türlü ortak değerleri yüzyılların süzgecinden süzüle süzüle kelimelerde sembolleşerek, dil hazinesine akıtılarak orada saklanmaktadır. Bireyler, kendi yaşadıkları toplumun ana dilini öğrenmenin yanı sıra geçmiş kültürün özelliklerini taşıyan dile de hâkim olmalıdırlar. Çünkü dil bir milletin ruhu, özü, hatırası ve hafızasıdır. Bu birikime sahip olmak kişiye ayrı bir değer katar. Ve ayrıca bu ruhu diri tutmak, millî hafızayı korumak o milleti oluşturan fertlerin de birincil görevi olmak durumundadır. Bu nedenle, kültürel değerlerimizle yabancılaşmamak, tarihimiz ile aramızdaki irtibatın kesilmemesi bakımından Osmanlı Türkçesinin öğrenilmesi önem kazanmakta, hatta elzem görülmektedir. Türk milleti olarak kültürel değerlerimize bağlılığımız, millilik hususundaki hassasiyetimiz aşikârdır. Bu taraftan bakıldığında, Türklerin yüzyıllar boyunca geliştirdikleri özgün bir dil olan Osmanlıca/Osmanlı Türkçesi, kültürel mirasın anlaşılmasında, gelecek nesillere aktarılmasında ve yaşatılmasında hayati bir önem taşımaktadır. “Osmanlı Devri Türkçesi” diye de ifade edebileceğimiz Osmanlı Türkçesi güneşin batmadığı topraklara sahip, üç kıtaya yayılan, yedi asır cihana hükmetmiş Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşayan Türkçenin Arap harfleriyle yazılmış hâlidir. Geçmişte kalan bir yazı ve konuşma dili değil, mevcut ve gelecek nesillerin tarih, kültür ve genel anlamda medeniyet tasavvurunun sağlıklı bir şekilde oluşmasında bir nevi kilit konumundadır. Zira, geçmiş ile gelecek arasında sağlam bir köprü kurabilmenin ve geleceğe güvenle bakabilmenin yolu Osmanlıca okuyup anlayabilmekten geçer dersek abartmış olmayız. Ecdadımızın bin yıllık şerefli, şanlı tarih koridorundan bizlere armağan ettiği, millî kültürümüzün temelini oluşturan sayısız güzide eserin hemen hemen tamamı Osmanlıca yazılmış değil midir? Cihan Padişahı Kanuni’nin Muhibbî mahlasıyla yazdığı “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” beytinde; devlet için halkın, sağlık için aldığımız nefes kadar önemli olduğuna vurgu yaparak, devletin hayatımızdaki nefes kadar önemli olduğunu ifade ettiği mısralardaki gerçek anlam ve manayı yorumlayabilmek için Osmanlı Türkçesi bilmek gerekmektedir. Aynı şekilde, âtiyi inşa edebilmek için maziyi iyi anlayabilmek ve anlatmak gerekir. Binlerce yıllık mazimizin, kadim medeniyetimizin ve büyük kültür mirasımızın anahtarı olan Osmanlıcanın öğrenilmesi, Osmanlı döneminde yazılmış eserlerin engin içeriğinin anlaşılmasında önem arz etmektedir. Binlerce yıllık şanlı bir tarihin kültür mirasçıları olan çocuklarımızın ve gençlerimizin, atalarından miras kalmış bir kitabı veya belgeyi, bir çeşme kitabesini, cami kubbesine işlenen bir duayı, tarihî bir binada yazılı olan Osmanlıca bir metni vb. okuması, manasını anlaması; geçmişin ilim ve fikir dünyasını tanımasına, onda bulabileceği derinlik ve estetik zevkini yudumlamasına, toplumun dinî ve millî değerlerinin gelecek nesillere aktarılmasına, yaşatılmasına ve korunmasına katkı sağlayacağına inanıyorum. Kültürün nesilden nesile aktarımı, devamı ve yaşatılması eğitim ve öğretim yolu ile gerçekleşmektedir. Millî, ahlakî, insanî, manevî ve kültürel değerleri benimseyen, koruyan ve geliştiren gençler yetiştirmeyi hedefleyen Millî Eğitim Bakanlığı yeni neslin, ecdadı ile olan bağlarını güçlendirmek, Osmanlıcayı öğrencilere tanıtmak ve öğretmek amacıyla 2014-2015 eğitim-öğretim yılında Osmanlı Türkçesi dersinin Sosyal Bilimler Liselerinin 10, 11 ve 12. sınıflarında ortak ders olarak, Anadolu Liseleri, Fen Liseleri, Güzel Sanatlar Liseleri ile İmam Hatip Liselerinin 9, 10, 11 ve 12. sınıflarında ise seçmeli ders olarak okutulması kararı alınmış ve uygulamaya konulmuştur. Osmanlı Türkçesi dersi, haftada iki ders saati olarak okutulmaktadır. Osmanlı Türkçesi ders programında ise Türkçe’nin tarihî seyri içerisinde Osmanlı Türkçesinin yeri ve önemi, Osmanlıcanın birlik ve beraberliği sağlayan bir unsur olduğu, Türkçeyi doğru ve güzel kullanmadaki önemi, hat sanatı ve çeşitleri gibi konular yer almaktadır. Ayrıca program, öğrencilerin Osmanlı Türkçesi ürünlerini yerinde görmelerini sağlamak amacıyla okulların yakın çevrelerindeki arşiv, kütüphane, mezarlık, müze, cami ve çeşme gibi mekânlarda da uygulamalı eğitim yapmalarına imkân tanımaktadır. Öğrencilerin yoğun ilgi gösterdiği Osmanlı Türkçesi dersi; 2014-2015 eğitim-öğretim yılında; 10. sınıflarda 1.990, 11. sınıflarda 1.987, 12. sınıflarda 1.677 olmak üzere toplam 5.654 öğrenci ortak ders olarak, 9. sınıflarda 6.331, 10. sınıflarda 36.739, 11. sınıflarda 19.968 ve 12. sınıflarda 402 olmak üzere toplam 69.094 öğrenci tarafından ise seçmeli ders olarak seçilmiş ve öğrenilmiştir. Osmanlı Türkçesi dersi; 2015-2016 eğitim-öğretim yılında ise; 10. sınıflarda 2.879, 11. sınıflarda 1.741, 12. sınıflarda 1.527 olmak üzere toplam 6.147 öğrenci tarafından ortak ders olarak; 9. sınıflarda 12.823, 10. sınıflarda 66.002, 11. sınıflarda 23.529 ve 12. sınıflarda 37.208 olmak üzere toplamda 139.562 öğrenci tarafından seçmeli ders olarak seçilmiş ve okunmuştur. Diğer yandan, Millî Eğitim Bakanlığı izni ya da işbirliği protokolleri ile Sivil Toplum Kuruluşlarının da bu konuda çalışmaları bulunmaktadır. Bir örnek olarak, 2014 yılında Millî Eğitim Bakanlığı ile Hayrat Vakfı arasında imzalanan işbirliği protokolü çerçevesinde Türkiye genelinde açılan Osmanlı Türkçesi kurslarına ilgi ve katılım yüksek olmuştur. Bu durum sevindiricidir. 2015 yılında 6.466 kurs açılmış, 175.743 kursiyer eğitim almıştır. Ayrıca, Bakanlığımızca yaygın eğitim faaliyetleri programı dâhilinde açılan Osmanlı Türkçesi kurslarına da vatandaşlarımız yoğun ilgi göstermekte ve katılım sağlamaktadır. Eğitim kurumları ve eğitimciler olarak çocuklarımızın geleceği ve ülkemizin hayrına olacak bu konuda tarihî bir sorumluluğumuz vardır. Tarihini bilen ve anlayan, kültürünü özümsemiş, millî ve manevi değerlerle donanmış, geleceğini ümitle inşa edecek bir nesil için bin yıllık geçmişimizle buluşmamızda bir köprü olan Osmanlı Türkçesinin öğrenilmesi ve öğretilmesi amacıyla var olan programları geliştirerek uygulamayı yaygınlaştırmak ve sürekliliği sağlamak için çabalarımız artarak devam edecektir. Özetle, Osmanlı Türkçesi dersi 2014-2015 eğitim-öğretim yılında 69.094 öğrenci tarafından, 2015-2016 eğitim-öğretim yılında ise % 114 artışla 145.859 öğrenci tarafından okunmuştur. Son iki öğretim yılına ait verilere bakıldığında Osmanlı Türkçesi dersini seçen öğrenci sayısında önemli bir artış olduğu görülmektedir. 2016-2017 eğitim-öğretim yılında da ortak ders olarak Osmanlı Türkçesi okuyacak öğrenci sayısı artacaktır. Anadolu Liseleri, Fen Liseleri, Güzel Sanatlar Liseleri ile İmam Hatip Liselerinde öğrenim gören öğrencilerden seçmeli ders olarak daha çok öğrencinin Osmanlı Türkçesi dersini seçmesi yönünde öğretmenlerimizin ve eğitim yöneticilerimizin bilgilendirmeleri, tavsiyeleri ve yönlendirmeleri bu bağlamdaki politikalarımızın amacına ulaşmasına katkı sağlayacaktır. Osmanlı Türkçesi dersini seçmeli olarak seçen ve okuyan öğrenci sayısının toplam ortaöğretim öğrenci sayısı içindeki oranını artırmak önemli hedeflerimizden birisidir. Osmanlı Türkçesi, bir gün ortak ders olur mu? Neden olmasın? Bilgilendirmeye, anlatmaya, öğretmeye devam edeceğiz.
“Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayrı istemem. İsterim fakat bir yâr-ı baki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.” Susma yüreğim, bu sefer sen konuş. Sen konuş, dinlesin aklım, sen konuş ki dinlesin dimağım! Engel olma mantığım, susturma feryadını, haklı çıkarma kendini! Bırak bu sefer de yüreğim konuşsun! Niye büktün o naif boynunu? Niye içine akıtırsın yaşlarını? Senelerdir biriken ve bitmek bilmeyen firakın hüznümü incitti seni? İçine işleyen güneşin, şualarını toplayıp gidişi mi; vedaya hazırlanan hazan yapraklarının son bakışları mı; Haziranın, Temmuzun, Ağustosun bir nefes gibi uçup gidişi mi bu kadar gücendirdi seni? Yoksa her dakika senin senden gitmen mi yaktı seni? Ey gözlerim! Ey gözlerim, okumadınız mı, söylemediniz mi yüreğime hakikati? O zaman şimdi okuyun! Haykırın gerçeği! Titretin yüreğimi! Titretin ki, dökülsün sevda yükleri! “...Belki o mahbublarda sebeb-i muhabbetiniz olan hüsün ve ihsan, fazl ve kemal, o mahbub-u Baki’nin cilve-i cemal-i bakisinden, çok perdelerden geçip, gayet zaif bir gölgenin gölgesidir. Onların zevalleri sizleri incitmesin. Çünki onlar, bir nev’i ayinelerdir. Ayinelerin değişmesi, şa’şaa-i cemalin cilvesini tazeleştirir, güzelleştirir. Madem o var her şey var.”1 Dinmedi mi yaşların gönlüm? Mahbubların adedince manevi cerihalarına “Ya baki entel baki. Ya baki entel baki” “Ey beka sahibi olan. Baki ancak sensin” merhemini sürsek dinmez mi sızın? Ey aklım! Yeter ağlamasın artık, tut yüreğimin ellerinden, şefkatle fısılda kulağına: “Güzel değil batmakla kaybolan bir mahbub. Çünki zevale mahkum, hakiki güzel olamaz. Aşk-ı ebedi için yaratılan ve ayine-i samed olan kalp ile sevilmez ve sevilmemeli.”2 Ruhum bütün latifelerinle sende yetiş! Sen de söyle, bitsin artık bu elem: “Yalnız biri iste, başkaları istemeğe değmiyor. Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor.Biri taleb et, başkalar layık değiller. Biri gör, başkaları her vakit görünmüyor. Zeval perdesinde saklanıyorlar. Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmeklikler faidesizdir. Biri söyle, ona ait olmayan sözler malayani sayılabilir.”3 “Eğer Allah’ı buldun isen, bütün eşya senindir, gör. Eğer Malik-i Mülke memlük isen, onun mülkü senindir, gör.”4 Haydi yüreğim söz şimdi sende. Haykır! Bağır! Çınlat her yanı! “Faniyim, fani olanı istemem. Acizim, aciz olanı istemem. Ruhumu rahmana teslim eyledim, gayrı istemem. İsterim fakat bir yar-ı baki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.”5 “HAKİKİ MAHBUB, HAKİKİ MATLUB, HAKİKİ MAKSUD, HAKİKİ MA’BUD, YALNIZ O’DUR!”6 VESSELAM... Kaynaklar: 1- Osmanlıca Asay-ı Musa, 10.Hüccet-i İmaniye, 20. Mektubun 1.Makamı, 8.kelime2- Osmanlıca Sözler, 17.Söz, s. 73 3- Osmanlıca Sözler, s. 764- Osmanlıca Sözler, s. 785- Osmanlıca Sözler, s. 796- Osmanlıca Sözler, s. 76
“Hüsrev’le Hâfız Ali, bir başta iki göz gibidirler Risâle-i Nûr dairesinde bulunanların iman hizmetini ifa ederken aralarında nasıl bir kardeşlik irtibatı bulunması gerektiği ile ilgili olarak, Bedîüzzaman Hazretlerinin verdiği şu örnek yolumuzu aydınlatacaktır: “Bir zaman Barla’da, bütün tarikatların şecere-i külliyesini tanzîm ve istinsah etmek için Hâfız Ali ile Hüsrev o vakit o işte bulundular, çalıştılar. Ta o vakitte bu iki zât, ileride Risâle-i Nûr’a ehemmiyetli hizmette bulunacaklarını ve başta iki göz gibi, iki bakar bir görür, diye kuvvetli bir temenni ile ümid etmiştim. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki; o ümidim, o zamandan beri tahakkuk etti ve ediyor ve şimdi tam oldu.” ”Kırşehir Âhî Evran-ı Velî Câmii ve Türbesi Ahî Evran Hazretlerinin asıl adı Mahmud bin Ahmed Ebu’l-Hakâik Nâsıruddîn’dir. 1171 senesinde Horasan’ın Hoy Kasabasında dünyaya gelmiştir. Ahmed Yesevî Hazretleri ve Fahreddin Razî Hazretleri gibi zatlardan maddî ve manevî ilimleri tedris ederek, zamanının büyük âlimleri arasına girmiştir. Bir Alperen olarak 35 yaşındayken Anadolu’ya gelmiştir. O zamanki adı Gülşehri olan Kırşehir’e yerleşmiştir. Burada Ahiliği kurmuştur. İlk mesleği olan debbâğlık başta olmak üzere 32 mesleğin ustası ve piridir. Maddî ve manevî kuralları olan bir esnaf teşkilâtı olan Ahilik’in kaideleri, Fütüvvetnâmelerde belirtilmiştir. Buna göre Ahi kişinin eli, kapısı sofrası açık; gözü, beli, dili kapalıdır. Âhî Evrân Hazretleri, 1264 tarihinde Kırşehir’de Moğollarla yapılan bir savaşta ön saflarda kılıç sallarken 93 yaşında şehid olmuştur. Kabri, kendi adıyla anılan camisinin bitişiğindeki türbesindedir. Çam Devirmek Lügatte; karşısındakinin eksik ve kusurlu tarafına dokunacak bir söz söylemek, söylenmemesi gereken şeyi ağzından kaçırmak, pot kırmak, gaf yapmak manasına gelen “çam devirmek” deyiminin nereden geldiğine dair halk arasında şu hikâye anlatılır: Zengin bir adamın, Göztepe-Erenköy taraflarında, 8-10 dönüm bahçeli büyük bir köşkü varmış. Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş. Eski binalar hep ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk hâline getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş. Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı’ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş: “Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir. Tahta ve kalas yaptır” demiş. Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış. 1 Kasım 1928 Kur’an Harfleri Değişti Bu konuyla ilgili Kazım Karabekir 1923’te şunları söylemiştir. “Acaba bu Latince kabul edilebilir mi? Bu kabul edildiği gün memleket herc ü merce girer. Her şeyden sarf-ı nazar bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz, yazılarımız ve binlerce cilt eserlerimiz bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan hurûfu kabul ettiğimiz gün en büyük bir felakete maruz kalacağız. Ve böylece derhal bütün Avrupa’nın eline güzel bir silah vermiş olacağız. Bunlar Âlem-i İslam’a karşı diyeceklerdir ki Türkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hıristiyan olmuşlardır. İşte düşmanlarımızın çalıştığı şeytankârâne fikir budur.” (Vakit, Tanin, Akşam, 3 Mart 1923) 2 Kasım 1917 Balfour Deklarasyonu Balfour Deklerasyonu, Lloyd George’un başbakanlığındaki İngiliz savaş kabinesinde Dışişleri Bakanı olan Arthur Balfour’un girişimiyle başlatılan ve sonuçta Filistin’de bir Yahudi Devletinin -İsrâil- kurulmasıyla sonuçlanan girişimdir. Lord Arthur Balfour, 2 Kasım 1917 tarihinde Siyonist hareketin liderlerinden olan Lord Rothschild’e bir mektup göndererek, Filistin topraklarında bir Yahudî Devleti kurulması konusunda İngiliz hükümetinin destek vereceğini bildirmiştir. İngilizlerin Araplara yatırım yaptığı bir dönem olduğu için, bildiride ‘ülkedeki öteki sakinlerin medenî ve dinî haklarının ihlal edilmemesi(!) şart koşulmuştur. Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu topraklarının İngiltere ve Fransa arasında paylaşılması protokolü niteliğindeki Sykes-Picot Antlaşması ve Mekke Şerifi Hüseyin ile İngiltere’nin Mısır’daki Yüksek Komiseri McMahon arasında gizli olarak imzalanan McMahon Antlaşmasının ardından yapılan bu girişim, böyle bir maddeyi gerektirmiştir. 24 Kasım 1859 Son Şeyhülislâm Mehmed Nûri Efendi doğdu Mehmed Nûri Efendi, Üsküdar’da dünyaya gelmiştir. Babası Rumeli Kazaskerliği de yapmış olan Hacı Osman Kâmil Efendi’dir. Dedesi Hacı Mehmed Raşid Efendi, Huzur Derslerine muhatab olarak katılmıştır. Annesi Şerife Hatice Hanım Medine’de hamile kaldığı için kendisine Mehmed Nûri Medenî isminin verildiği belirtilir. Babasından sarf, nahiv, aruz, ferâiz, hesab ve fıkıh gibi ilimleri tahsil etti, ilm-i ferâizden icâzet aldı. Mantıkî Ahmed Sıtkı Efendi’den ilm-i âdâb, mantık ve vaz’ dersleri okudu. Daha sonraları memuriyet hayatına devam ederken, çeşitli hocalardan ders almaya devam etti. Çeşitli görevlerden sonra 1912 senesinde Mısır Kadılığına getirildi. Ağustos 1915’e kadar Mısır Kadılığı görevinde bulundu. 9 Mayıs 1920’de Anadolu Kazaskerliğine getirildi. 27 Eylül 1920’de Şeyhülislâm oldu. 17 Kasım 1922’ye kadar bu görevini devam ettirerek, Osmanlı Devleti’nin son Şeyhülislâmı olarak kayıtlara geçti. 30 Temmuz 1927’de Üsküdar’da vefat etmiştir. Kabri Karaca Ahmet Mezarlığındadır.
Ebrû sanatının ne zaman ve hangi ülkede ortaya çıktığı bilinmemekle beraber bu sanatın doğu ülkelere özgü bir süsleme sanatı olduğu düşünülmektedir. Bazı İran kaynaklarında Hindistan'da ortaya çıktığı yazılıdır. Bazı kaynaklara göre de Buhâra’da doğmuş ve İran yoluyla Osmanlılara geçmiştir. Batıda Ebrû "Türk Kâğıdı" ya da "Mermer Kâğıt" olarak adlandırılmaktadır. Ebrû, geven otunun özsuyundan elde edilen kitre veya deniz kadayıfı bitkisi (kerajin) ile kıvamı arttırılmış suyun üzerine, içine öd katılarak suyun dibine çökmeyecek hale getirilen boyaların serpilmesi ve su yüzeyinde meydana gelen şekillerin olduğu gibi ya da biz adı verilen metal uçlu bir aletle müdahale edilerek bir kâğıda geçirilmesi yoluyla yapılır. Ebrû sanatının köklerinin IX. ve X. yüzyıla kadar uzandığı varsayılmaktadır. Bu sanat, kâğıdın tarih sahnesine girmesiyle gelişmiştir. Daha sonraki asırlarda Çağatay Türkçesi'yle “Ebre” adını alarak Türkistan'da ortaya çıkan bu sanatın tarihi gelişimi hakkında, müphem de olsa bir fikir vermektedir. Türkistan'dan en geç 16. asır başlarında İpekyolu'nu takiben İran'a geçişinde “Ebri” olarak isimlendirilmiştir. Osmanlı’da da revaç bulan aynı isim, telaffuz zorluğundan son yüzyılda Türkçe’de “Ebrû”ya dönüşmüştür. XVI. asır ortalarında Mir Muhammed Tâhir tarafından Hindistan'da yapılmaya başlandığı rivayet olunan ebrûculuk, buradan İran'a ve sonra da İstanbul'a kadar yayılmıştır. Aynı yüzyılın sonlarında, İstanbul'dan Avrupalı seyyahlar tarafından kendi memleketlerine götürülen ebrû kâğıtları önce Almanya'da, sonra da Fransa ve İtalya'da mermer kağıdı veya Türk mermer kağıdı, hatta sadece Türk kağıdı adıyla tanınıp benimsenmiş ve oralarda da yapılmaya başlanmıştır. Belgelenen en eski ebrû örneği XVI. yüzyıla aittir. Kâğıdın süslenmesinde, kıt'a ve levhaların iç ve dış pervazlarında, yazma ciltlerinde yan kâğıdı olarak sıkça kullanılmıştır. Ebrû Yapımında Kullanılan Malzemeler: Kâğıt: Emici özelliği fazla ve mat olanları tercih edilir. Genellikle birinci hamur kâğıt kullanılır. Su: Kitre, denizkadayıfı, boy tohumu veya sahlep gibi suyun yoğunluğunu sağlayacak doğal maddeler ile karıştırılır. Tercihen dinlendirilmiş veya saf su kullanılır. Toprak Boya: Ebrû’da kullanılan boyalar eskiden doğada bulunan topraktan elde edilirmiş. Günümüzde ezilmeye hazır halde ya da ezilmiş toz boyalar kullanılmaktadır. Toprak boyalar mermer ve destiseng denilen el taşının yardımıyla ezilerek macun kıvamına getirilerek kullanılır. Öd: Öd genellikle büyük baş hayvanların safrakesesinden elde edilir. Renklerin kitre üzerine yapışmasını ve dağılmadan orada kalmasına yardımcı olur. Kitre: Ebrû yapımında kullanılan suyun belli bir yoğunluğa sahip olması ve özel olarak hazırlanan boyayı üzerinde tutabilmesi gereken maddelerdendir. Kitre, Türkiye'nin güney ve güneydoğu bölgelerinde kırlarda yetişen yabani bir dikenin (geven) özsuyudur. At Kılı ve Gül Dalı: Fırça yapımında kullanılan at kılları tercihen yaşlı atların kuyruklarından elde edilir. At kılı tercih edilmesinin nedenleri gözenekleri nedeniyle boyaların fırçadan bir vuruşta dökülmemesidir. Böylece tüm yüzeye eşit büyüklükte ve miktarda boya dökülebilir ve tabanı oluşturur. Fırçada gül dalı kullanılması; gül dalının esnek olması, kolay küf tutmaması nedeniyledir. Ebrû Çeşitleri: Battal Ebrû: İki veya üç renk boyanın fırçayla damlalar halinde su yüzeyine serpilmesinden sonra hiçbir ek müdahelede bulunmaksızın kağıda geçirilmesi yoluyla olur. Tüm Ebrû çeşitlerinin yapımına önce battal Ebrû yapılarak başlanır. Gelgit Ebrû: Battal Ebrûdan sonra biz yardımıyla tekne yüzeyinde eşit aralıklı, teknenin kenarlarına paralel zıt yönde çizgiler oluşturulur. Bülbül Ebrûsu: Helezonik yuvarlaklar oluşturacak biçimlerin tekne yüzeyinde eşit büyüklüklerle sıralanması yoluyla oluşturulur. Şal Ebrûsu: Uçları kıvrımlı s harfine benzer kıvrımlı şekiller oluşturularak yapılır. Taraklı Ebrû: Ebrû tarağı adı verilen bir araçla gelgit Ebrû üzerinde oluşturulan bir çeşittir. Hatip Ebrûsu: Pastel renkli bir şal ya da taraklı Ebrû zemin üzerine çiçek, çarkıfelek ya da yıldız benzeri şekiller oluşturularak yapılır. Çiçek Ebrûsu: Pastel renkli bir şal ya da taraklı Ebrû zemin üzerine karanfil, papatya, gül, sümbül, gelincik gibi çiçek figürlerinin stilize edilerek kendilerine özgü tekniklerle yapılmasıyla elde edilir.
Her sene yardım kuruluşları yardım gönüllüleri ile dünyanın dört bir tarafına gidiyorlar. Ülkemizdeki yardımseverlerin emanetlerini yani kurban etleri ve hediyeleri muhtaç ellere ulaştırarak gönül köprüleri inşa ediyorlar. Okuruluşlarımızdan birisi de Hayrât İnsanî Yardım Derneğimiz. 2016 Kurban Bayramı günlerinde pek çok noktaya ulaşan gönüllülerimizin bazı izlenimlerini ve yaşadıklarını sizlerle paylaşıyoruz. Biliyoruz ki dünya iyilikle değişir. Yine biliyoruz ki iyilik yaymakla, duyurmakla çoğalır. ÇAD Ali Semerci Hâyrat Însani Yardım Derneği’nin organizasyonuyla 2016 yılı Kurban Bayramını Afrika’nın ölü kalbi olarak adlandırılan Çad’da geçirdik. Bu sayede Afrika Kıtası’nın bir bölümünü müşahede etme fırsatı yakaladık. Kuzeyinde Libya; batısında Nijer, Nijerya, Kamerun; güneyinde Orta Afrika Cumhuriyeti; doğusunda ise Sudan bulunmaktadır. Çad’ı üç bölgeye ayıracak olursak Kuzeyde Sahra Çölü, ortada başkent N’Djamena ve ülkeye ismini de veren Çad gölü, güneyde ise yağmurun ve yeşilin bol olduğu düzlükler görülmektedir. MÖ. 7000 yılına kadar dayanan mazisinde Sao dönemi ve Kanem İmparatorluğundan söz etmek mümkün. 11. Yüzyılın son çeyreğinde Sayfawa Hanedanlığı döneminde Araplar ve Beberiler’in etkisiyle İslam dini kabul edilmiş. Günümüzde de nüfusun %55’i Müslümanlardan %35’i ise Hristiyanlardan oluşmaktadır. Bunun yanında yerel inançların da mevcudiyeti görülmektedir. 19. yüzyılda Sudan ile Fransa arasında bölge üzerinde gerçekleştirilen mücadele Fransa’nın lehine sonuçlanmış. Fransa buradaki nüfuzunu 20. yüzyılın başından 1960’a kadar doğrudan devam ettirmiş. 1960’dan sonra Çad bağımsızlığını kazanmış olsa da Fransa dolaylı olarak nüfuzunu devam ettirmiştir. Orta doğudaki Mandater rejimlerin kaldırılmasına benzer bir sıtratejinin burada da izlendiği görülmektedir. Mesela Çad bağımsız bir ülkedir ama üretmiş olduğu pamuğu Fransa’ dan başka bir ülkeye satamamaktadır. İşte genel bilgilerini verdiğimiz bu ülkeye gitmek için 09.09.2016’da saat 01:30 THY ile yola çıktık. Uçağa bindiğimdeki ilk izlenimim Türkiye açısından gerçekten umut vericiydi. Çünkü pek çok sivil toplum kuruluşu kara kıtaya yardım seferberliği başlatmış ve ortaya çıkan yardımları kardeşleriyle paylaşmak amacıyla uçuşa geçmişti. Bu durum bize; Ülkemiz ekonomisinin muhtaç olanlara yardım etme kapasitesine ulaştığını, Ülkemizin dış dünya ile bağlantısının güçlendiğini, Ülkemiz insanında ümmet şuurunun bütün yok etme çabalarına rağmen diri kaldığını, İnsanımızın imkânları genişlediğinde bir cidal, yok etmeci, sömürücü mantık ve inançtan ziyade; teavün, yardım edici, kucaklayıcı medeniyet dinamiklerinin harekete geçtiğini göstermekteydi. Uçakta hayırda yarışan bu gönül elçilerinin birbiriyle samimi ve içten muhabbetleri ayrıca takdire şayandı. Farklı isimler altında olsa da aynı davaya hizmet etmek, aralarında güzel bir sinerjinin ortaya çıkmasına sebeb olmuştu. Bu tablo ülkemizin geleceği, birlik ve berberliği için de umut vericiydi. Güneş ışınlarının yeryüzünü ilk aydınlattığı saatlerde Nijerya üzerindeydik. Yerleşim yerinde birbirine bitişik halde bir veya iki kattan oluşan evler, adeta Afrika insanının sıcakkanlılığını ve sosyal yapının sıcak samimi iletişimini gösterir mahiyetteydi. Nitekim N’Djemena’daki mimari dokuyla Nijerya’daki birbirine benzer nitelikteydi. Biz mimari yapının insanlar arasındaki münasebete ne kadar etkide bulunduğunu Çad’a inince müşahede ettik. Yatay mimari, insanlarla omuz omuza yaşamanın, teavün düsturunun bir dersi niteliğindeydi. Birbirinin omuzuna basarak, yekdiğerini ezerek değil; el ele vererek birlikte yaşamayı öğretiyordu coğrafya insanına. Mesela misafir olduğumuz Yahya Abimizin evindeyiz. Zaman öğle vakti, yemekler hazırlanmış. İki sofra kurulmuş; misafir kalabalık. Diğer misafirlerle tanıştığımızda, her birinin köylerden şehre geldiğini ve öğle yemeğine misafir olduklarını gördük. Ertesi gün manzara yine aynı. Daha ertesi gün akşam yemeği yine aynı. Biz evin avlusunda muhabbet ederken mahalledeki bir dostun kapıyı vurarak içeri girmesi ve muhabbete dahil olması… sokaktaki insanların aralarındaki sıcak muhabbetleri, konuşmaları, gülüşmeleri… evlerin önünde, sokağa, ağaç gölgelerine atılan hasırlar ve üzerindeki sıcak samimi sohbetler ve bu manzarının gezdiğimiz bütün N’djemena sokaklarında hatta köylerinde müşahede edilmesi… bütün bunlar, sosyal dokunun samimiyet ve içtenlik üzerine kurulduğunu gösteriyordu bize. Sağlam bir aile bağına sahip olduklarını da görmek mümkün. Bu durumu sokaklardan, tanıştığımız ailelerden, konuştuğumuz insanlardan anlıyoruz. Müslümanların aile yaşantısı ve kültür dinamikleri İslam inancına dayanmaktadır. Genç bir kardeşime sordum; Sizin burada evlilik çağına gelen gençler arasında münasebet ve evlilik durumları nasıl? Diyor ki; Bizde evlilik çağına gelen kız evine çekilir. Bir kıza gayrımeşru bir yaklaşım cinayettir. Evleneceğimiz zaman büyüklerimiz aday belirlerler. Kız ve erkeğin de oluru alındıktan sonra evlilik gerçekleşir. Sokakta başı açık ve dekolte bayanları görünce sordum: Sizde bayanların dekolte gezmesi nasıl karşılanır? Bizde müslüman bayanlar açık ve dekolte gezmezler. Peki, dışarda gezenler var! Onlar Hristiyanlar. Bizde inanç temeline dayalı kapalılık var. Bunun aksi bir durum toplumda kabul görmez. Bu durumu gezdiğimiz yerlerde büyük ölçüde gördük. Maliki mezhebinin cari olduğu ülkede insanların namaza olan düşkünlüğü dikkatlerden kaçmıyor. Hemen her sokakta bir mescid görmek mümkün. Namaza ezan okunduktan yarım saat sonra başlanıyor. Bu arada mescide gelenler sünnetlerini eda ediyorlar. Sünnet, mescide erken gelenler tarafından kılınıyor. Bundan dolayı yanımdaki arkadaşa takıldım: “Sizde cemaatin kalabalıklığını namazın kısalığına borçluyuz herhalde” diye. Mescidlerde namaz kılıp camaatle sohbet etme fırsatı bulduk. Hemen bütün cemaatin ortak özelliği, alınlarındaki kum izleri! Adeta “Onların alınlarında secde izleri vardır” ayetine işaret eder nitelikte. Bunun sebebi, şehrin Çad Gölü’nün kurumuş bölgelerindeki kum zemin üzerine kurulmuş olması. Mescid, okul ve evlerin zeminleri genelde kumla kaplı. Kumun üzerine atılan kilim veya hasırlar üzerinde oturuluyor ve ibadet ediliyor. Hristiyan ve Müslümanlar arasında fikir ve politik açıdan herhangi bir sorun gözükmüyor. Bu durumu tanıştığımız insanlara da sorduğumuzda, toplumsal bir barışın olduğunu ifade ediyorlar. Ülkedeki çatışmaların ve proplemin dış kaynaklı olduğuna dair hâkim bir kanaat var. Boko-Haram terör örgütünü sorduğumuzda aldığımız cevap; “DAEŞ’i kim kurduysa bu örgütü kuran da aynı şebeke. Bunların İslamla, dinle alakası yok” şeklinde oldu. Yemek kültürü açısından çok zengin bir mutfaktan söz etmek zor. Ekonomik durumun bunda etkisinin büyük olduğunu söylemeye hacet yoktur zannımca. Hayvancılık ve tarım ekonomisinin ön plana çıktığı ülkede tavuk, balık, kırmızı et, salat tabir ettikleri bizdeki rokaya benzeyen bitki, domates, pirinç, mısır, fasulye, salatalık (her ne kadar tadı ve şekli bizimkinden farklı olsa da), karpuz, turunçgiller, tabi ki muz başlıca tüketilen ürünler olarak karşımıza çıkıyor. Tatlı su balığı olmasına rağmen balıktan ortaya çıkan lezzet şaşırtıcı derecede güzeldi. Salata ve domates yemeklerde vazgeçilmezimiz olmuştu. Tatlı kültürü çok gelişmemiş gözükse de muzdan yaptıkları bir tatlı vardı ki gayet harikaydı. Kavurma konusundaysa her ne kadar güzel olsa da bizim kültürümüzden biraz ders almaları gerekiyor.J Başkent Toyota marka arabaların istilası altında. Bu durum, şehre girdiğiniz anda dikkatinizi çeken ilk şey. Toplu taşıma da yine Toyota minibüslerle yapılıyor. Sokaklardaki motosikletlerin yoğunluğu dikkatlerden kaçmayan bir diğer nokta… Bu nokta bizim güney kentlerimize benzerlik göze çarpıyor. Hatta motosikletler yolcu taşımak amaçlı kullanılıyor. Ama şöförlerimiz yollar konusunda o kadar şanslı değiller. Ana arterler asfalt yol ama ara arterler ve sokaklar kum, çamur, çukur ve balçıklarla kaplı. Normal şartlarda on dakikada gideceğiniz yol, şartlardan dolayı en az yarım saat uzamakta. Şehrin alt yapısı ise yok hükmünde. Belki şehrin en önemli ihtiyacı güçlü bir alt yapı. Üst yapıda ise birkaç otel, kamu binası, az sayıda konut haricinde düzenli bir yapı görmek pek mümkün değil. Sokakların yol düzeninin yanında ev yapılarında da bir plana, düzene rastlamak pek mümkün değil. Genelde tek veya çift katlı ve kahir ekseriyetle toprak evlere rastlanıyor. Başkentin bazı sokaklarında elektiriğin olmaması dikkat çekici. Elektirik olan sokakların da bir aydınlatma şebekesinden mahrum olduğunu söylemek lazım. Bakkal ve iş yerlerinin önüne monte edilen tasarruflu ampüllerle iş yeri aydınlatılmaya çalışılıyor. Bunun yanında yer yer elektronik tabelalara da rastlamak mümkün. Köylerde ise elektrik yok. Evler sazlardan ve çamurdan yapılmış; belgesellerde gördüğümüz evler. Köylerin en görkemli yapısı, aynı zamanda halkın toplanma merkezi olan mescidler. Peygamberî bir sünneti ihya ederek camiye ve medreseye/okula önem veriyorlar. Hafız ve medrese talebelerine ücretsiz hizmet verilmeye çalışılıyor. Biz de burada eğitim gören talebe ve hafızlarla tanışma ve bayramlaşma fırsatı yakaladık. Köylere ulaşım, balçıkların ve çamurların müsaade ettiği kadar. O kadar ki çamur engelinden dolayı köyün birine ulaşamadık. Köylüler yaya olarak bir bölgeye geldiler, kurbanlarını orada kestik ve bayramlaştık. Bu köyde üç yüz elli kadar kız öğrenci eğitim görüyor ve hafızlık çalışıyorlarmış. Şehirlerarası geçişler askerler tarafından kontrollü olarak sağlanıyor. Her geçişte belirli bir meblağ alınıyor. Bizdeki otoban ücretleri gibi. Ama bizdeki otomatik, buradaki manuel. Bir de bizde otoban veya duble yol var, Çad’da ise tek gidiş gelişli yollar var şehirler arasında. Köy yolları ise arazinin müsaade ettiği kadar. Ana yoldan köy yoluna -ki öyle yapılmış bir- bağlantı bile yok. Çad’da yolunuzu kaybetseniz size istikamet gösterecek bir dağ veya tepeye, herhangi bir yükseltiye rastlamanız mümkün değil. Ülke alabildiğine düzlüklerle kaplı. Köylere kurban kesmeye gittiğimizde, uçsuz bucaksız topraklarda yönümüzü nasıl kestirebiliriz, diye uzun mülakatlarımız oldu. Ay, güneş ve yıldızlardan gayrı yön tayin edebileceğiniz bir şey yok. Yolunuzu kaybederseniz, sema göstergeniz ve Allah yardımcınız olsun. Tabi dağ tepe olmayınca dibinden kaynayan sulara da rastlamak mümkün değil. Şehir ve köyler su ihtiyaçlarını kuyulardan karşılıyor. Bu kuyulardan pek çoğu, ülkemiz kaynaklı yardım kuruluşlarınca açılmış. Bunları görmek bizi gerçekten onurlandırdı. Hayrat İnsani Yardım Kuyularını görmek, bizi ayrıca mesrur etti. Sağlık konusunda bölge yardıma muhtaç durumda. Hastahaneler ve sağlık evleri yetersiz. Olanların da imkanları çok kısıtlı. Bir hastaneyi ziyaret ettik; gerçekten burada tasvir etmek zor. Bizim en sıradan bir sağlık ocağıyla bile kıyaslayamayız. Doktor ve sağlık elemanı konusunda çok ciddi desteğe ihtiyaçları var. Beledi Derneği sorumlusu Yahya Bey, Türkiye’den belirli periyotlarla bir sağlık ekibinin gelip on gün kadar bölge halkına hizmet vermesini çok istiyoruz diyor. Sokakların hijyen noktasında standartların çok altında olduğunu söylemek mümkün. Bu durum hastalıkları beraberinde getiriyor. Özellikle bataklık, çöp ve sinek konusu sağlığı tehdit eden önemli unsur. Akşamları sineklerin tacizinden kurtulmanın yolu, bol bol sineksavar merhemi sürmek ve ilaç kullanmak. En azından biz öyle yaptık. Çad Sizin İkinci Evinizdir Seyahatimizin son günü 5. Bölge Belediye Başkanı Mahammad Saleh Beyle buluştuk. Sayın Başkan son derece kibar bir insan. Bizi akşam yemeğine davet etti. Yemekte sohbetiyle müşerref olduk. Türkiye’den övgüyle söz etti. Özellikle Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan Beyi yakinen takip ettiklerini ve duacı olduklarını söylediler. Aynı zamanda Türkiye halkıyla kendilerini kardeş gördüklerini, bizlere “Çad sizin ikinci evinizdir” ifadesini kullandılar. Gelişmiş bir ülke olan Türkiye’den destek beklediklerini ifade ettiler. Mirza Yeniçeri kardeşimizin; “Başkanım Türkiye’den üç isim say desek kimleri söylersiniz?” sorusuna: Recep Tayyip Erdoğan, Murat (Polat) Alemdar, Arda Turan cevaplarını verdi. Sokakları gezerken Türkiyeli olduğumuzu öğrenen halkın bizlere bakışı ve gözlerindeki ışık heyecan vericiydi. Özellikle sayın Cumhurbaşkanının yeri çok farklı. 15 Temmuz kalkışmasını yakından takip edip dua ettiklerini pek çok kez işittik. Bu vesileyle FETÖ okullarından söz etmeden geçmek olmaz. Zira memleketimizden “O bölgedeki masum yavrulara eğitim ve hizmet götürüyoruz” diye bol himmet topluyorlardı. Orada ise tablo farklı. Ülkenin en pahalı okulları bu okullar. Ülkenin kalbur üstü çocuklarını okutuyorlar. Yani Afrika’nın çaresizliğini kullanıp hem ülkemizi hem Afrika’yı sömürüyorlar. Kurtlar Vadisi ülkede Türkiye deyince ilk akla gelen dizi. Çocuklara Memati, Murat diye lakaplar takıyorlar. (Bu arada Murat, Polat Alemdar’ın Çad’daki adı.) Polatın dillerinde karşılığı olmadığı için bu ismi koymuş çevirmenler. Ama Türk dizileri konusunda genel bir eleştirileri var. O da şu; “Dizilerde oyuncular içki içiyor, kumar oynuyor, gayr-ı meşru ilişkiler yaşıyor ama ağızlarından ‘maşallah’ ‘estağfirullah’ ifadeleri hiç düşmüyor. Güya günah işleyerek de Müslüman olunur imajı çiziliyor. Aynı zamanda dizilerde namaz kılan, ibadet eden hiçbir karaktere rastlayamıyoruz.” Zannediyorum bizdeki dizilerde kullanılan “ooo, süperdi, harikaydı, yapma ya, tuh be” gibi ifadelerin çevirmenlerce “maşallah, estağfirullah” gibi ifadelerle çevrilmesi böyle bir garabeti ortaya çıkarıyor. Arda Turan’ın tanınma nedeni ise, Barcelona’da oynamasından. Çünkü ülkede iki takım tanınıyor ve tutuluyor; Real Madrid, Barcelona. Halk kendi takımlarını tanımıyor, bu takımları takip ediyor. Hatta sokaklarda gördüğüm bir manzara; kahvehanelerin girişine bu iki takımın maçlarını ve oynanma saatlerini yazmışlar. Her yerde televizyonun ve elektiriğin bulunmaması da bu kahvehanelerin iş yapmasına sebeb oluyor, kanaatimce. Bu tablo bize gösteriyor ki ülke tanıtımında aktif lider, dizi ve futbol sektörü ne kadar önemli bir konuma gelmiş. Diriliş ve Filinta dizilerinin izlenme durumunu sordum, yüzüme baktılar. Yani daha bu dizilerden haberleri yok. İnşallah bizim değerlerimizi bir derece yansıtan bu diziler bir an önce Afrika dillerine çevrilir. Bir dahaki gidişimizde Ertuğrul, Turgut Alp, Bamsı, Filinta, Bıçak Ali lakaplarıyla karşılaşırız. Mustafa Yılmaz Bey, Mirza Yeniçeri kardeşim ve bendenize refakat eden ve yardımlarını esirgemeyen Beledi Yardım Derneği yöneticisi Yahya Beye, Yahya Beyin Kayseri’de okuyan, bize tercümanlık yapan oğlu Abdurrahman kardeşime, bize köyler arası safari yaptıran Saddam kardeşime ve diğer kardeşlerime teşekkür ediyorum. Rabbim bu kardeşlerime ve ülkelerine parlak bir istikbal nasip etsin inşallah. BOSNA Ahmet Erkam Burada Gani Hüsrev Camiinde namazdan sonra bir abiyle tanıştık. Kendisi 7 yıl Bosna savaşından sonra İstanbul’da kalmış, gayet güzel bir Türkçesi vardı. Bosna’da Genç Müslümanlar Derneğinde yönetim kurulundaymış. Bize Bosna’nın tarihini savaş döneminde vermiş olduğu mücadeleyi anlattı. Çok güzel bir sohbet oldu. Kendisiyle yaptığımız sohbetten sonra Bosna hakkında daha iyi bir bilgiye ve tanışma fırsatına sahip olduk. Şemsettin abi aslında Bosna savaşından sonra Boşnakların daha iyiye gittiklerini anlattı. Tabii ki şimdiki durumlarının, yaşadıklarının çok da iyi olmadığını; fakat savaştan sonra İslami yaşantıya daha yaklaştıklarını ve gençliğin durumunun dengelendiğinden bahsetti. Burada Bosna’da neler yapılabilir, dedik; söylediklerinden anladık ki Osmanlıca burada bize çok büyük bir anahtar olacaktır. Akşam namazını kıldık ve yola çıktık. Karanlık bastığında bir köyden geçiyorduk. Sağımızda Osmanlı eserlerinden Şehit Mustafa Camii vardı. Yokuş yukarı çıkıp ormana girdik. Hiçbir elektrik lambası yok, ışık yok; sadece araçların farlarıyla yolda ilerliyoruz. Orman ve yollar patika. Böyle giderken sağımızda küçük küçük kulübeler var. Şaşırıyoruz. İnsanlar burada şehirden uzakta, yol yok, ışık yok nasıl yaşıyorlar. Ve arabamızı bir evin önünde durduruyoruz. Gecenin karanlığı iyice çökmüş yüzlerimizi zor seçiyoruz. Evin kapısı açılıyor ve evden biri kız, biri oğlan iki çocuk, anne ve baba çıkıyor. Bu kadar mı samimi karşılanır misafir? Sizi bırakmayız diyorlar. Hele evin oğlunun bir sarılışı var. Hepimizi sıkı sıkı sarmalıyor. Hiç bırakmak istemiyor gibi yanımızdan ayrılmıyor. Bu samimiyeti iliklerimize kadar hissediyoruz. Ama yolumuz uzun, vaktimiz kısıtlı deyip “Allahaısmarladık!” diyoruz. Ormandan iniyoruz; sağımızda solumuzda tek tük bir katlı, iki katlı evler. Bu evlerden birisine geliyoruz. Kapıyı çalıp bekliyoruz. İçeriden yaşlı bir teyze çıkıyor. Yalnız yaşıyor, et uzatıyoruz. Buzdolabım yok, yan komşuma verin, diyor. Komşusunu düşünüyor. Etkileniyoruz. FİLDİŞİ SAHİLLERİ Recep Erdoğan Kurban almaya gittiğimiz bir köyde, yaklaşık 100’den fazla öğrencinin bulunduğu bir yerde, çocuklar için içerisinde en fazla 20 kişinin ders yapabileceği bir yer gösterildi. Tamamen tahtadan imar edilmiş ve saçtan çatısı var. Buranın lavabosu bile yok. Aynı anda birçok kademedeki sınıflar ders alıyor, lambası bile bulunmuyor. En yakın kamu okulu 60 km uzaklıkta; fakat öğrenci taşıma veya ulaştırma sistemi yok. Çocukları göndermeye durumları da yok. Bu barakada İslami ve pozitif ilimler okutuluyor. İstekleri ise, briketten de olsa cami yanına belirledikleri bir alanda okul yaptırmak. Çocukların eğitim ihtiyacını karşılamak. KAMERUN Ahmet Doğru Kamerun’da ki ikinci günümüzde kurbanlıkları ve kurban kesim yerini görmeye gittik. Orada bulunan çocuklar, önce bizden korktular kaçtılar. İlk defa beyaz insan görüyorlardı belki. Daha sonra telefonlarla oynattık, ne kadar da mutlu oldular. Bayramın 1. günü çocuklara hediyeler dağıttık. Balonu hiç görmemiş balonu şişirdiğimizde balondan korkan ağlayan çocukları gördük. Bir tane balonun Türkiye’deki çocuklar için pek kıymet ve değeri olmayabilir; fakat buralarda çocukların bir balonla sevinç ve mutluluk, adeta onunla ikinci bayram sevincini yaşadıklarını gördük. 1 tane balonla takım halinde saatlerce oynadıklarına şahit olduk. Elimizde küçük su şişelerinin bitmesini bekliyorlar ve su bittiğinde o boş su şişesini almak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Çocukların bir fotoğraf karesine girmek için öyle bir bakışları var ki bütün hafıza kartlarını onlarla doldurmak istersiniz. İmkân olsaydı daha fazla çocuğa hediye vermek isterdik. O kadar güzel bir duygu ki gözyaşlarınıza hâkim olamıyorsunuz. Buradaki insanların ete ne kadar muhtaç olduğunu da gördük. KAZAKİSTAN İsmail Hakkı Hira ÜZÜLDÜK: Kazakistan ve diğer Türki cumhuriyetler, komünist Sovyet rejimiyle dinini kaybedip, Müslümanlık nedir unutmuşlar. GÜZEL BULDUK: Türkiye’den bayram için bir ülkeye gitmek, yetimhanede yetimlerle kalmak, bayram gecesinde birisiyle uyumak, hayallerini dinlemek onları uzak coğrafyalara götürmek. MUTLU OLDUK: Bir kısmı yetim olmak üzere 40-50 ortaokul çağında talebe ile bayramı bekledik, karşıladık, sabahladık; bayramlaştık, kurbanları kestik, dağıttık. Hepsi küçücük çocuklardı ve bizi çok sevdiler. Giderken defaatle sarıldılar. FARK ETTİK: Belki konuşmuyorlardı ama bizi biliyorlardı, işitiyorlardı, anlatıyorlardı.
Evet, dünya değişiyor. Değişiyor da biz ne durumdayız. Geriden alarak ileriye bakalım isterseniz. Bosna savaşında bir Boşnak Milletvekili bölgeyi denetlemeye gelen Türk heyetine; “Sizi neden seviyoruz biliyor musunuz? Siz bu bölgeye onlar gibi silahla bizleri öldürmek için girmediniz, selam verip soframıza oturdunuz ve kardeşliğimize talip oldunuz. Sizi bu yüzden seviyoruz” demişti. ABD’nin 1991’de körfezi işgali üzerine, dönemin Mısır Dışişleri Bakanı: “Osmanlı gitti, Ortadoğu bitti” sözü de kulaklarımızda. Meşhur İngiliz ajanı Lawrence de “Osmanlıyı yıkacağız, ama Ortadoğu’da O’nun boşluğunu asla dolduramayacağız” demek zorunda kalmıştı. Ve Al-i İmran Suresi 103. ayette beyan-ı İlahi çok net ve açıktı: “O hâlde hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın ve parçalanmayın! Hem Allah’ın size olan nimetini hatırlayın! Hani (siz) (birbirinize) düşmanlar idiniz de (Allah) kalplerinizin arasını (İslâm ile) birleştirdi; böylece onun nimeti sâyesinde kardeşler oldunuz.” asrı en iyi tahlil eden Üstad Bediüzzaman Hazretleri de nazarımız ittihada çekerek şöyle ikaz ediyordu: “İhfâ ve havf riyadandır. Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslam’dır. İttihadın hedef ve maksadı, o kadar uzun, münşaib ve muhit ve merakiz ve meabid-i İslimiye’yi birbirine raptettiren bir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarik-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir.” Kasım ayındayız. Bundan 88 sene önce harf ve lisan değişmiş bir millet ve evlatları olarak bazı kelimeleri anlayamıyoruz, değil mi? Bu da ayıp olarak bize yeter. Neyse, yukarıda şöyle söylüyor Üstad: Gizlemek ve korkmak riyadandır, ikiyüzlülüktür. Bu zamanda Müslümanların bir ve beraber olarak aynı hedefe yönelmeleri ve Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmaları farzdır. Bu birliğin hedef ve maksadı ise; şubelere ayrılmış, her tarafı kuşatacak genişlikte olan, farklı merkezlerde bulunan ve birbirinden uzak Müslümanları ve İslam beldelerini birbirine bağlayan nurani teli / bağı / ipi harekete geçirmekle, o bağ -yani Kur’an ve İslam ile- birbirine bağlı olan bütün unsurları uyandırmak ve bir arzu ve İslam’dan gelen vicdani bir emir ile terakkiye yönlendirmektir. Ki bizim kurtuluşumuz ancak bundadır. Harflerimizi, lisanımızı, birliğimizi, beraberliğimizi, muhabbetimizi yeniden kazanmak ve istikbali inşa etmek bizim elimizde. O zaman!..
Kimlik: Risalenin İsmi/İsimleri : el-Hutbetu’ş-Şвmiye, Devвu’l-Ye’s, Hutbe-i Şвmiye, Telif Tarihi ve Yeri : 1327/1911, Şam Dili : Arapзa, 1371/1955 Tьrkзeye Tercьme Edilmiştir. Konusu : Mьslьmanların Geri Kalış Sebepleri ve Kurtuluş Зareleri Mьellife Gцre Değeri : - İslam Dьnyasının geleceği ile ilgili hakikatleri barındırmaktadır. - Şam Emevо Camiinde, Şam ulemasının ısrarıyla, iзinde yьz ehl-i ilim bulunan on bin kişilik azоm bir cemaate verilen Arabо hutbedir. Risalenin Metodu : Mьşahede, Otoriter şahsiyetleri delil gцsterme, Nakli deliller, İstikra, Tarihо veriler Sevmeyi Sev Dördüncü Kelime: Muhabbete en lâyık şey muhabbettir. Ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyet’in mizacıdır, râbıtasıdır. Toplumsal hayatta huzurun kaynağı olan muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Toplumsal hayatta huzuru kaçıran düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. Bazen insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak ehl-i imana karşı haksız olarak adavet eder. Kendini haklı zanneder. Hâlbuki bu husumet ve adavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir. Kıymetlerini tenzil etmektir. Güzellikler ve Fenalıklar Yayılır Beşinci Kelime: Şu zamanda bir adamın günahı, bir kalmıyor. Bazen büyür, sirayet eder, yüz olur. Bir tek hasene bazen bir kalmıyor. Belki bazen binler dereceye terakki ediyor. Bu zamanda fenalık, işleyenin üstünde kalmaz. Belki Müslümanların hukuklarına tecavüz olur. “Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz” diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve “Neme lâzım” deyip çalışmamanız ve ittihat-ı İslâm ile ve milliyet-i hakîkiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır. İslâmiyet’in kudsiyetine temas eden iyilik, yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana manen fâide verebilir. Hayat-ı maneviye ve maddiyesinin râbıtasına kuvvet verebilir. Onun için “Neme lâzım” deyip kendini tenbellik döşeğine atmak zamanı değil. Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymetdar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir fiyat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı ictimâiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar. Terakkîlerine medâr ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri, sefîhâne ahlâk-ı seyyieleridir. Sefîhâne seciyeleridir. Meselâ, bizden aldıkları seciye-i milliye ile bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem, milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var.” İşte bu kelimeyi bizden almışlar. Ve terakkıyâtlarında en metîn esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, dîn-i haktan ve îmân hakîkatlerinden çıkar. O bizim, ehl-i îmânın malıdır. Halbuki ecnebîlerden içimize giren pis ve fenâ seciye i‘tibâriyle bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.” bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber, herkes “Nefsî! Nefsî” demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle ve menfaat-i şahsiyesini düşünmekle, bin adam bir adam hükmüne sukut eder. Huzurun Anahtarı Altıncı Kelime: Müslümanların toplumsal hayattaki huzurun anahtarı, meşveret-i şer‘iyedir. وَ اَمْرُهُمْ شُورٰي بَيْنَهُمْ ayet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor. Asya’nın en geri kalmasının önemli bir sebebi, o şûrâ-yı hakîkiyeyi yapmamasıdır. Asya kıt ‘asının ve istikbâlinin keşşafı ve miftahı şûradır. İmandan gelen hürriyet-i şer‘iye ise iki esası emreder: اَنْ لَا يُذَلِّلَ وَ لَا يَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّٰهِ لَا يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ لَا يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ Yani iman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlîl etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin. Şûra kuvvet bulsun. Bütün levm ve itâb ve nefret hevâ ve hevese tâbi‘ olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüdâ’ya tâbi‘ olanlar üstüne olsun. Âmîn.
Hikmetteki desâtîr, hükûmette nevâmîs, hakta olan kavânîn, kuvvetteki kavâid, birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid, cumhûr-u nâsta olmaz ne müsmir ve müessir. Şerîatta şeâir kalır mühmel, muattal; umûr-u nâsta olmaz müstenid ve mu‘temed Kuvvet hakka, adalete, hakikate, millete, dinî ve millî değerlere hizmet etmelidir. Bunun yolu da kanunların, ilmî ölçülerin ve kuvvetin kurallarının birbirine destek olmasıdır. Omuz omuza vermesidir. Birbirine güç vermesidir. Birbiriyle çelişmemesidir. Hikmet, hükumet, hak ve kuvvetin birbirine ters düşmemesidir. Bir bütünlük arz etmesidir. Ta ki halkın üzerinde etkisini göstersin. İstenilen sonuçlar pratikte alınsın. İnsanlar işlerinde bu uyumu görmek isterler. Çünkü bu uyum onlara güven ve umut verir. Aksi halde halkın üzerindeki etkisini kaybederler. Akademik hayatın, adaletin, gücün ve kanunların birbirine tamamen zıt olduğu bir toplumda hem düşünce hem de yaşamda birçok ayrılıklar görülecektir. İnsanlar geleceğe güvenle bakamayacaktır. İslamiyet’in sembolleri, işaretleri, alametleri, herkesin ders aldığı hoca ve amme hukuku olan şeâirlerin toplumda tatbiki, korunması, sürekliliği ilim, hikmet, hükümet ve kanunlarla mümkündür. Aksi halde toplum tarafından ihmal edilir ve önemsiz bir duruma düşürülür. Bir başka açıdan değerlendirildiğinde hikmet olan ilmin prensipleri birbirini teyit etmelidir. Erbabına malum ve onlar tarafından bilinen hükumetin kanunları birbirini desteklemelidir. Birbiriyle çelişmemelidir. Hukuktaki kanunlar birbirine zıt olmamalıdır. Kuvveti sonuç veren prensipler birbirine güç vermelidir. Bunların zıtlığı toplumda güven ortamını zedeleyebilir. “Bazen Zıd, Zıddını Tazammun Eder” Zaman olur zıd zıddını saklarmış. Lisân-ı siyâsette lafız, ma‘nânın zıddıdır. Adâlet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libâsını hıyânet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya ‘bağy’ ismi takılmış. Esâret-i hayvânî, istibdâd-ı şeytânî hürriyet nâm verilmiş. Zıdlarda emsâl olmuş, sûretlerde tebâdül, isimlerde tekābül, makamlarda becâyiş-i mekânî. Bediüzzaman Hazretleri bu pasajda toplumda görülen olumsuzluklara yönelik önemli bir konuya parmak basmaktadır. Fert ve toplum hayatında son derece önemli bir konudan söz etmektedir. Belki de insanın en büyük probleminden bahsetmektedir. Ferdî ve toplum hayatındaki kötülüklerin nasıl devam ettiğini ve bunun çaresinin ne olduğunu anlatmaktadır. Son derece önemli olan bu konu da olay ve nesnelere doğru anlam vermektir. Anlamlandırmayı doğru yapmaktır. Hz. Üstada göre zamanımızda kavram ve anlam zıtlığı yaşanmaktadır. Bir kısım kötü anlamlar güzel kavramlarla, bir kısım iyi manalar da kötü kavramlarla ifade edilmektedir. Yani olay ve nesneler zıt kelimelerle ifade edilmektedir. Bunun sonucunda kötülük devam etmekte iyilik ve güzellikler de terk edilmektedir. Bu konu hakkında verdiği bir kısım örnekler şöyledir: Lafız-mana, adalet-zulüm, hamiyet-hıyanet, cihad-bağy, hürriyet-esaret. Bediüzzaman Said Nursî, kendi döneminde ve bugün de geçerliliğini koruyan önemli bir zihinsel hataya parmak basmaktadır. İnsanlar vicdan sorgulamasından kurtulmak, kendilerini aldatmak, kötülüklerini meşrulaştırmak ve bunun sürekliliğini sağlamak için bu tür yola başvurmaktadırlar. Mesela, yaptıkları zulümleri, adalet perdesi altında devam ettirmektedirler. Millet ve devlet menfaati adı altında vatana ihanet etmektedirler. Tutkulara, ihtiraslara, hırsa, heveslere göre hareket etmek, hürriyet maskesi altında yapılmaktadır. Bu sayede insan hem vicdanının sorgulamasından hem de kötülüklerini meşrulaştırmaktan gelen bir aldatmakla hayatına devam etmektedir. Hayatî olan bu yanlışlardan kurtulmanın çaresi olay ve nesnelere doğru anlam vermektir. Doğru anlam vermek için de doğru inanca sahip olmalıdır. Doğru referanslar kullanmalıdır. “Menfaati Esas Tutan Siyaset Canavardır” Menfaat üzere çarkı kurulmuş olan siyaset-i hâzıra müfteristir, canavar. Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen, merhametini değil, iştihasını açar. Sonra döner geliyor, tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister. İslamiyet’e göre siyasetin varlık nedeni adaletin tesisi ve devamı, mazluma yardım edilmesi, zalimin zulmünün engellemesi, din, vicdan ve fikir hürriyetinin temin edilmesi, insanların ıslah edilmesiyle dünya ve ahiret saadeti için doğru yolun onlara gösterilmesi kısacası ötekileştirmeden insanca, Müslümanca yaşamaktır. Bu siyaset anlayışı peygamber mirasıdır. Sanatların en şereflisidir. İşlerin en hayırlısıdır. Makam, iktidar, hırs ve liderlik kavgaları gibi menfaat üzerine dönen siyaset canavardır. Ben merkezli yaklaşım göstererek ötekileştiren siyaset canavardır. Kendi çıkarlarını insanların karşı karşıya gelmesinde gören siyaset canavardır. Bir grubun çıkarlarını toplumun zararında gören siyaset canavardır. Kendi düşüncelerini milletin düşüncelerine önceleyen bir siyaset anlayışı canavardır. İnsanları ifsat etmeye çalışarak dünya ve ahiret saadetlerini tehlikeye atan siyaset canavardır. Bediüzzaman Hazretlerine göre kendi dönemindeki siyaset anlayışı -günümüz dünyasında özellikle batı siyaset anlayışı hala bu şekildedir- menfaat üzerine kurulmuştur. Ona göre dönemin siyaset anlayışı insanlığın sulh ve sükûnetini sağlamak için değildir. Emniyet ve asayişi temin etmek için değildir. Huzur ve barışın hâkim olması için değildir. Bilakis dünya üzerinde gücü elinde tutan devletlere, insanların büyük çoğunluğunun hizmet etmesi, onları dinlemesi ve nesne olarak hayatlarına devam etmeleri anlayışı üzerine kuruludur. Bediüzzamana göre çıkar merkezli bir siyaset anlayışı canavara benzemektedir. Canavardan korkmak ise onun iştahını kabartmaktadır. Zira karşısında acizleri görmek canavarda güç zehirlenmesine neden olmaktadır. İşte böyle bir canavar olan kurt, kuzuyu yedikten sonra da diş kirası istemektedir. Zira kendisini meşgul etmiştir. Zamanını almıştır. Onu birçok zahmetlerden kurtarmıştır. Bu örnekte olduğu gibi menfaati esas alan siyaset anlayışı ötekileştirir. Güya hizmet, adalet, emniyet, güven gibi algı operasyonlarıyla milletleri çıkar uğruna kullanmak ister. Güya onları birçok yüklerden kurtarmaktadır. Bunları yaparken de inanılmaz karşılık bekler. İşte böyle çıkar anlayışı üzerine kurulu siyaset karşısında insanlara şu örnekle ders vermek ister Hz. Üstad: Mademki öldürüyorsun. Ölmek iki suretledir: Birinci suret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak suretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir. İkinci suret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide faziletimiz tahkir edilmez; İslamiyet’in izzetiyle istihza edilmez.1 Kaynaklar: 1- Said Nursî, Tuluât