132. Sayı: "Bediüzzaman Hazretleri ve Kur'an Harfleri"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiKusurunu Görmemek O Kusurdan Daha Büyük Bir Kusurdur
Risale-i Nur

Cenab-ı Hakk’ın güzel isimlerinden birisi de “et-Tevvab”dır. Allah’ın bu ismi, ayetlerde ve hadislerde çokça geçmektedir. Bu ism-i celilin muktezasınca tövbeleri çokça kabul eden Allah, emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak için günahlarından pişman olan kullarına, merhamet ve lütuf ile muamele eder. Bu kulların yaptıkları iyilikleri kabul eder. Bununla beraber samimi tövbe edenlerin günahlarını da bağışlar. Hatta öyle ki bazı günahları sevaba çevirir.  Kimi zatlar Tevvab ismini şu şe­­kilde açıklamıştır: “Et-Tev­vab: Kul­larına tövbe yollarını ve se­­­bep­lerini kolaylaştırandır. Al­­lah, kullarının tövbe etme­le­­ri­­ni kolaylaştırmak için onla­ra birçok ayetlerini peş peşe gös­terir. Onları çeşitli musi­bet ve belalarla korkutur ve ken­di­le­ri­ne birçok ikazlar gön­derir. Kul­lar, işledikleri gü­nah­ların çirkinliklerini ve menfi ne­ti­ce­lerini görünce, Allah’ın kor­kutmalarından korkuya ka­pı­­lıp ikazlarını dikkate alır ve iş­le­dikleri günahları terk edip, Allah’a itaate dönerler. Allah da bunun üzerine kendi fazl u ke­remiyle onların tövbelerini kabul eder.1  Tevvab olan Allah şöyle buyur­maktadır: “Şüphesiz O, töv­be­­­le­ri çok kabul edendir, çok ba­ğış­­layandır.”2 Bu ayetin tef­si­rinde şu izahat yapılmaktadır: Hak Teâlâ’nın “Tevvab” ismi ile va­sıflanmasından murad, O’nun töv­beleri çokça kabul edi­ci ol­masıdır Bu, iki bakım­dan böy­ledir: Bir hükümdara karşı bir in­san suç işlese, sonra da on­dan özür dile­se, hükümdar onun özür di­le­me­sini kabul ede­­bi­lir. Da­ha sonra o adam tek­­­­rar suç iş­­le­yip yeniden özür di­le­se, hü­­­küm­­dar onun öz­rü­­nü ka­­bul et­mez. Çünkü hü­küm­da­rın ta­biatı, onu bu öz­rü kabul et­mek­ten alıkoyar. Ce­nab-ı Hakk’a ge­lince, O böy­­le de­ğil­dir. Çün­kü Allah töv­be­yi ne rik­kat­ten (yuf­ka yü­rek­li­lik­­ten), ne fayda temi­ni ve­ya za­­­rar savma gibi bir saik­ten do­­­la­yı kabul et­­mez. Bila­kis O, sırf ihsan ve lütfun­dan do­layı töv­beleri ka­bul eder. Eğer mü­kel­­lef olan kul, her an günah iş­lese, sonra da tövbe edip öm­rü boyunca bu hali üzere kal­sa, Ce­nab-ı Al­lah onun ön­ceki gü­nah­larını ba­ğış­layıp, töv­be­si­ni ka­bul ede­bi­lir. Böylece Cenab-ı Hak, töv­be­leri çok ka­­bul et­me vasfına müstehak ola­rak “Tev­vab” diye isimlen­dirilmiştir. Allah’a tövbe edenlerin sa­yı­sı çoktur. Allah Teâlâ bun­ların hepsinin tövbesini kabul ettiği için, tövbeleri kabulde mübalağa ile nitelenmeye müs­te­hak olmuştur. İşte ikabı kal­dı­ra­rak tövbeyi kabul etmesi sevabı gerektirdiği için ve se­vab da Allah’ın bir nimeti ve rah­meti olduğu için, Hak Teâ­lâ kendisini, “Tevvab” vasfının yanında “Rahim” olarak vasf etmiştir.3 Amel’e ve taate muvaffak ola­ma­dığımız zaman azaptan kor­ka­rız, ümitsizliğe düşeriz. (Ce­hennemlik olduğumuzu zan­ne­deriz.) Böyle olunca, dinî me­se­le­lere uymayan küçük ve zayıf bir emare, gözümüze kocaman bir delil gibi görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin sevkiyle ilân-ı isyan ederek (Allah muhafa­za etsin) İslâm dairesinden çıka­rız. Şeytanın ordusuna iltihak ede­­riz. Buradan anlaşılan o ki, amel­lere muvaffak olamadığımızda, ümitsizliğe düşmemek için şu ayete müracaat etmeliyiz: “Ancak tövbe edip iman eden ve salih bir amel ile amel eden müstesna. İşte onlar var ya, Al­lah onların kötülüklerini iyi­lik­lere çevirir. Çünkü Allah, Ga­fûr (çok bağışlayan)dır, Ra­hîm (çok merhamet eden)dir.”4 İbn Abbas (ra) şöyle demiştir: Mekkeliler şöyle dediler: “Mu­hammed putlara tapan, Allah’a şirk koşan, Allah’ın haram kıl­dığı cana haksız yere kıyan kim­selerin affedilmeyeceğini söy­lü­yor. Biz putlara taptık, adam öldürdük, şirk ehliyiz, nasıl Müs­lüman olup hicret edelim?” de­di­ler. Bunun üzerine Allah, “De ki: ‘Ey nefisleri aleyhine (gü­­nah işlemekle ömürlerini) is­raf eden kullarım! (Günah­lara bulaş­tık diye) Allah’ın rah­me­tin­­den ümid kesmeyin! Şüb­he­siz ki Allah, bütün günahları bağışlar!’5 ayetlerini indirdi.6 Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirme­mektir. Ta ki, istiğfar ve istiaze (bağışlanma ve sığınma) yolu­nu kapasın. Hem nefs-i insani­yenin enaniyetini tahrik edip, ta ki nefis kendini avukat gi­bi müdafaa etsin; âdeta taksirat­tan takdis etsin. Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. Nefsine na­zar-ı rıza ile baktığı için ayı­bını görmez. Ayıbını gör­me­diği için itiraf etmez, istiğ­far et­mez, istiaze etmez; şey­tana mas­kara olur. Hazret-i Yu­suf Aley­hisselâm gibi bir Pey­gam­ber-i Âlîşan, وَمَا اُبَرِّ   نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى “(Yûsuf dedi ki:) ‘Hâlbuki (ben) nefsimi temize çıkarmıyorum. Muhakkak ki nefis, daima kö­tülüğü emredicidir; ancak Rab­bimin merhamet ettiği (ko­ru­duğu kimse) müstesnâ. Şüb­he­siz ki Rabbim, Gafûr (çok ba­ğış­layan)dır, Rahîm (çok mer­hamet eden)dir”7 dediği hal­de, nasıl nefse itimad edilebilir? Nefsini ittiham eden, kusuru­nu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, is­tiaze eder. İstiaze eden, şey­tanın şerrinden kurtulur. Ku­su­runu görmemek o kusur­dan daha büyük bir kusur­dur. Ve kusurunu itiraf etme­mek, büyük bir noksanlıktır.  Kusurunu görse, o kusur ku­sur­­luktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.8 Daha ruhumuz bedenimizde ol­­duğuna göre, tövbe edip yan­­lış, hatalı, kusurlu halimizi düzelt­mek için vaktimiz var demektir. Geliniz, bütün gü­nah­­ları bağış­layan “Tevvab” olan Allah’a sı­ğı­nalım. Şeytanın ve nefsin esa­re­tinden kurtul­mak için geç kal­mayalım. Âdem babamızın duasına ica­bet edip, “Rabbimiz! Kendi­mi­ze yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz”9 aye­ti­nin sırrına mazhar olalım. Cenab-ı Hak samimi tövbe et­meyi bizlere nasib etsin. Âmin.  Kaynaklar: 1- Esmaü’l-Hüsna, s. 65-662- Bakara, 373- Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları, c. 2, s. 4284- Furkan, 705- Zümer, 536- Tüzün İ, Ayet ve Hadislerle İslam Ahlakı, s. 80 7- Yusuf, 538- Bediüzzaman Said Nursi, Le­ma­lar, Altınbaşak Neşriyat, s. 89-909- Araf, 23

Hüsnü ÇELİK 01 Kasım
Konu resmiİstiklâlimiz ve İstikbâlimiz İçin Bize Ciddi Talebeler Lazım
Risale-i Nur

İçinde bulunduğumuz süreç göz önünde bulundurulduğunda, istiklâlimiz ve istikbâlimiz için eğitime ciddi yatırım yapmamız gerektiğini açıkça görürüz. Tarihin tekerrür etmesini istemiyorsak çok yönlü donanıma sahip, dinine, tarihine, kültürüne, medeniyetine ve ahlaki değerlerine önem veren insanların sayısını artırmalıyız. Bu da vatan/millet/ümmet ideali taşıyan nesillerin yetiştirilmesini zaruri kılıyor. Kısacası her alanda eğitim seferberliği ilan edilmesi ve bunun ciddi takibi gerekmektedir. Çünkü eğitim ciddiyet ister. Hedef ne kadar büyük olursa eğitimin de o nispette disiplinli, istikrarlı, ölçülebilir, zamanın şartlarına ve insan fıtratına uyumlu olması son derece önemlidir. Tarih boyunca yaşadığımız tecrübeler bize şu­nu açıkça göstermiştir ki “doğru İslami­yet’i ve İslamiyet’e layık doğruluğu” fiilen yaşadığımızda her alanda dünya sahnesinde baş aktör olmuş bir milletiz. Bu gerçek, mazimizin iftihar kaynağı olurken istikbâlimize de ışık tutmaktadır. Gelecek planlamasını geçmiş tecrübeleri hiçe sayarak yapanlar Mev­lana Hazretlerinin, “başkalarından ibret al­­ma­yan kişi başkalarına ibret olmaktır işi” de­yi­mi­ne masadak olmaktan öteye geçemezler. Üstadımız, “Elli tane talebem olsa, Akdamar adasına gitsem on yıl onları yetiştirsem dünyayı fethederdim” diyordu. Bu gayeye yönelik çalışmaları hayatının sonuna kadar devam etti. Medresetüzzehra adını verdiği ve o günün şartlarına göre ideal bir eğitim sistemini hayata geçirmek için çok çalıştı. Van’da temelini attığı medresesini 1. Dünya savaşının patlak vermesi sebebiyle tamamlayamadı. Dikkat çeken bir husus da aradan yaklaşık yüz yıl geçtiği halde eğitimde hâlâ istenilen seviyeye gelememiş olmamızdır. Hz. Üstad, hayatının en büyük hayali olan Medresetüzzehra projesini kısaca şöyle tarif ediyor: “Vicdanın ziyâsı ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizâcıyla hakîkat tecellî eder. O iki cenâh ile talebenin himmeti pervâz eder. İftirâk ettikleri vakit, birincisinde taassub, ikincisinde hile şübhe tevellüd eder.”1 Yani okullarda dini ilimlerle fen ilimleri birlikte okutulsun. İnsanın akli melekeleri geliştiği gibi vicdani, kalbi, ahlaki, manevi yönleri de tam terbiye edilsin. Bu süreçten geçen insanlar maddi ve manevi ciddi donanıma sahip faziletli birer fert olarak topluma kazandırılsın. İşte bu talim ve terbiye ile yetiştirilmiş bir toplumda zulüm, ahlaksızlık, yobazlık gibi olumsuzluklar en aza indirildiği gibi her alanda eğitimli, donanımlı, şuurlu fertler istiklâlin ve istikbâlin teminatı olurlar. Bediüzzaman Hazretleri hayal ettiği üniversiteyi kuramadı belki, ama yetiştirdiği insanlarla bizlere Medresetüzzehra eğitim modelinde nasıl bir insan profilinin, vatana/millete kazandırılacağının canlı numunelerini gösterdi. 1927-1960 yılları arasında çok zor şartlarda üstadın manevi üniversitesinden ders alan binlerce, talebe adeta birer tohum birer çekirdek olarak yetişti. Günümüz Türkiye’sinde o tohumların/çekirdeklerin yeşerdiğini hatta ağaç olup meyveye durduklarını müşahede etmekteyiz. Sevgili Üstadımız, dindar neslin yetiştirilmesindeki temel prensibin Medresetüzzehra tipi bir kurumsal yapı ile mümkün olacağının altını çizmekle birlikte, bu büyük ideali gerçekleştirecek rol model insanların eğitiminin önemini şu cümlelerle açıklıyordu: “Kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyet­siz ol­du­ğundan, hâlis bir hâdim olarak, ha­kikat-i ihlâs ile, her şeyin fevkinde ha­kaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, bü­yük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakikati her şeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalpleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler vesveselerle, o kutbun derslerini, “Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor” nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler.”2 Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu sonucu çıkarabiliriz: İstikbâlimizin ve istiklâlimizin teminatı olan çocuklarımızın eğitimini ciddiye almalıyız. Vatana, millete, ümmete ve dahi insanlığa faydalı ahlaklı, faziletli, karakterli, donanımlı, çağı doğru okuyabilen ona göre de tedbir alabilen, özgüvenli nesiller yetiştirmek için; dini ilimleri ihmal etmeyen, fen ilimlerini de hakkını vererek tahsil ettiren; bir eğitim sistemini kurmalıyız. Geçmişini bilen, geleceği inşa etmeye namzet, dünyaya yön verecek kahramanlar yetiştirmek temennisiyle. Kaynaklar: 1- Mektubat 2, 152. Altınbaşak Neşriyat.2- Emirdağ Lahikası, 122. Altınbaşak Neriyat

Zafer ZENGİN 01 Kasım
Konu resmiSabır Üçtür
Risale-i Nur

BİRİSİ: MASİYETTEN SA­BIR. İsyan etmemek, günah iş­le­memek üzere sabırdır. Yani Allah’ın yasakladığı şeylerden ka­çınmak üzere sabırdır. Me­sela bir kimsenin haram olan bir şeyi yememek için ta­ham­­mül göstermesi, karşı cin­se bak­­mamak için başını çevir­me­si, kumar, içki ve faiz gibi gü­nahları işlememek için gayret göstermesi de masiyet üzere sa­bır örneklerindendir. Bu sabır, takvadır. Bu sabrın yaşanmış en güzel ör­neği Züleyhanın çağrısına kar­şı Yusuf Aleyhisselamın yaptığı sabırdır. İKİNCİSİ: MUSİBET VE BE­LALARA KARŞI SABIR. Sa­bır denilince ilk akla ge­len bu sabırdır. Başa gelen be­la, musibet, hastalık gibi zor­luklara katlanmak ve şikâyet et­memektir. Bu sabır tevekkül ve teslimdir. Mesela uzun süre ağrılı bir kansere karşı taham­mül gösterip isyan etmemek, şi­kâyet etmemek musibete karşı bir sabır örneğidir. Buna karşı ah, of etmek, ben ne ettim de başıma geldi demek, beni mi buldu gibilerden söylenmek sa­bırsızlıktır.  Hadiste; “Makbul sabır, musi­bet­le karşılaştığın ilk andaki­dir veya sabır musibetin ilk dar­be­si­ne karşıdır” denilerek bu sab­ra işaret edilmiştir. ÜÇÜNCÜSÜ: TAAT ÜZERE SABIR.  Allah’ın emrettiklerini yapmak ve terk etmemek yani itaat etmek üzere sabırdır. Beş vakit namaz kılmak, Ramazan orucu tutmak, durumu müsait olanın hacca gitmesi ve zekât vermesi hem Allah’ın emridir, hem de İslam’ın şartlarındandır. Bu ve benzeri emirleri yapmak ve terk etmemek taat üzere sabır olur. Mesela yaz aylarına denk gelen Ramazan ayında oruç tutmak zordur. Günler uzun, hava da sıcaktır. Bundan dolayı açlık ve susuzluğa dayanmak zor olur. İş­te tam da burada taat üzere sa­bır lazımdır. Yani kişinin uzun ve sıcak günlerde oruç tut­mak üzere sabretmesi gerekir.  Hem mesela sabah uykudan uyan­mak, abdest almak ve  na­maz kılmak nefse zor gelir. Nef­se ağır gelen bu şeyi yapmak ve her sabah devam ettirmek taat üzere sabır örneğidir.  Hem düşmanın saldırısı olursa onlara karşı cihad etmek de Allah’ın emridir. Fakat savaşta ve cihadda elbette çok zorluk­lar, yaralanmalar hatta ölümler vardır. İşte bu noktada sabır ve tahammül göstermek de taat üzere sabır olmaktadır.  Diğer emirleri yerine getirmek noktasında sabrı bunlara kıyas edebilirsiniz. Bununla birlikte yukarıda örnekleri verilen sa­bır­­lar yapılmazsa o zaman taat üze­re sabır yapamadı diye yazı­lır. Bu sabır insanı Allah’ın sevgilisi makamına kadar çıkarır.

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiSabırsız Olmaz Oğul!
Risale-i Nur

Sabır; maksuda ulaşırken, “Nasıl yol alacağız? Nelere dikkat edeceğiz? Nasıl bir sıra takip edeceğiz?” sorularına doğru cevap vererek ilerlemektir.  Şeyh Edebali nasihatinde, “Sa­bırsız olmaz oğul. Sabırsız men­zile varılmaz. Kaf Dağı'na sa­bırsız ulaşılmaz.” diyor. Evet, sabırsız hiçbir yere varılmaz. Sabırsız aşk olmaz. Sabırsız iş ol­maz. Sabırsız ilim de ol­maz. Aile içinde sabırsızlık ve ta­ham­­mülsüzlük huzuru kaçırır. Bir iş­yerinde usta sabırsız ise, gü­zel iş çıkaramaz. Bir sanatta sanat­kâr sabırsız ise, sanat sathi kalır, zevk vermez. Bir müzisyen sa­bırsız ise, notalar haz vermez. Ku­lağı rahatsız eder. Hulasa, sa­­bırsız hiç bir iş güzel değildir. Rabbimiz bizleri bazen kor­kuyla, bazen rızıkla, bazen de­ğer verdiğimiz bir şeyi kaybet­mekle imtihan eder. Bununla bir­likte Cenab-ı Hak her insa­na bir sabır kuvveti vermiştir. Ve insanın taşıyamayacağı kaldı­ra­ma­yacağı hiç bir yükü de om­­zuna yüklememiştir.1 İnsan Al­lah’ın verdiği sabır kuvvetini yanlış yolda kullanmazsa her musibete karşı kâfi gelebilir.2 Peygamber Efendimiz (sav): “Mü­mini rahatsız eden her şey musibettir”3 buyuruyor. Dün­ya imtihan dünyasıdır ve in­san mesul olduğu bu dün­ya­­da başına gelenlere sabır ile mükelleftir. Başımıza ge­len herhangi bir musibet, sabret­mek kaydıyla inşallah günahla­ra kefaret olur.    *** Cenab-ı Hak, yaptığı her işi hik­met üzere yapmaktadır. Ya­rattığı her şeyde merdivenin ba­samakları gibi bir sıra koymuş­tur. Sabretmek demek, Allah’ın koyduğu bu basamaklara dik­kat etmek demektir. Sabırsız­lık ise, hırsla aceleyle sebepleri atlayarak, Allah’ın lihikmetin koymuş olduğu kanunlarını gö­zet­meden iş yapmak demektir. Sabır; problemlerin, müşkü­la­­tın anahtarıdır. Cenab-ı Hakk’ ın yardımı ve muvaffaki­ye­ti, sabırlı adamlarla beraberdir. Sabır manasız bir direniş de­ğil­­dir. Anlamsız bir inat hiç de­ğildir. Bilakis akılla, tefek­kür­le, teenniyle, inançla hedefe doğru adım adım ilerlemektir. Sabır; maksuda ulaşırken, “Na­sıl yol alacağız? Nelere dikkat edeceğiz? Nasıl bir sıra takip edeceğiz?” sorularına doğru ce­­­vap ve­rerek ilerlemektir. Me­se­­­­la, bir adamın ıslahında en önem­­li esaslardan birisi sabır­la ha­­re­­ket etmektir. Bir insanı bir an­da bütün kötü alışkanlıklar­dan uzaklaştırmak elbette ko­lay değildir. Eğer gayemiz bu arkadaşın ıslahıysa, aşamalı ola­rak, dikkat ve teenni ile ve iti­nayla hareket etmek gerekir. *** Hz. Aişe (ra) diyor ki; “Kur’an’ dan ilk indirilen surelerde cen­net ve cehennemin zikri vardı. İslam’a girenler çoğalınca helal ve haramla ilgili ayetler indi. Eğer ilk inen ayet “İçki içmeyin” tarzında olsaydı, “Biz asla içkiyi bırakmayız” derlerdi. Eğer “zina etmeyin” denseydi, “Biz zinayı asla terk etmeyiz” derlerdi.” İşte, kalplerin sevgilisi nefisle­rin terbiye edicisi olan Sevgili Peygamberimiz, Kur’an’ın bu metoduyla, karanlık ve cehalet asrını saadet asrına çevirmiştir. Davası olan, büyük bir gayesi olan her insan mutlaka ma­ni­lerle, engellerle karşılaşır. Bu engelleri aşmak ancak sabırla mümkündür. Sabırlı olmayan insanlar engellerle karşılaşınca cesaretlerini kaybeder, yığılır ka­lırlar ve hedeflerini terk eder­ler. Azmeden, direnen, sab­re­den insanlar hedeflerine ula­şır­lar. Bu yüzden “Sabreden, za­fe­re ulaşır” buyurmuştur Efen­dimiz (sav). Peygamberimiz (sav), Mekke’de iken panayırlarda bütün kabi­le­leri her sene dolaşıyor, İslâm’ı tebliğ ediyordu. Yumuşak, nazik davrananların yanında, kaba ve çirkin davrananlar da oluyordu. Hatta kötü davrananlardan bi­ri­si bir gün, “Ey Muhammed! Biz seni kovmaktan bıktık, sen gel­mekten bıkmadın” demişti. İşte Sevgili Peygamberimizin bık­madan, usanmadan, sabırla azimle gayretle yaptığı bu sa­mimi tebliğler neticesinde İsla­miyet dünyada makes buldu. Bediüzzaman Hazretlerine, “Sa­­na  gelen zahmetlere, sıkın­tı­la­ra na­sıl ta­hammül ediyorsun? Na­­sıl sab­re­diyorsun diye sor­duk­la­rında şöy­­le cevap verir: Mesela bir gün bir adam benin arkamdan bana hakaret etmiş Nefsime dedim: Eğer o adamın hakkımda ettiği kötü sözler bende varsa Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyle­di. Eğer o söyledikleri bende yok ise, beni riyadan ve gösterişten kurtarmaya vesile oldu. Eğer sırf bana hakaret etmek için küçümsemek içinse; o da bana ait değil. Ben sürgün olduğum için, haysiyetimi kendi elimle dü­zeltmeye çalışmak bana düş­mez… Bir insanın elindeki esi­rini tahkir etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder. Madem hakikat budur, kalbim istirahat etti. وَاُفَوِّضُ اَمْرِى اِلَى اللّهِ اِنَّ اللّهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ dedim. (İşimi Allah’a havale edi­yorum. Allah kullarını görür gö­zetir.)4 O vakıayı olmamış gibi saydım, unuttum.5 Bazen bela ve musibetlere kar­şı sağır olmak en büyük çö­züm­dür. Sevgili Üstadımız o mu­si­betin ağır yükünü omzuna alsa, belki hassas vücudu yıpranacak. Fakat belayı anlamlandırarak, çö­­züm­leyerek bölüyor ve küçül­tü­yor. Ve o musibeti doğru bir sabırla tam bir tevekkülle def­edi­yor. *** Bazen nehirlerin ortalarında bü­­yük kayalar olur. Ona çarpan su­­lar onu alıp götürmek isterler. Ka­ya lisan-ı haliyle sağdan ve sol­dan kendine çarpan sulara “Sen de geç! Sen de geç!” der. Hadiselere karşı bu kayalar gibi olmak gerekir. O halde sabır, suskun bir bek­leyiş değil, dikkatli, sükûnetli, planlı ve prensipli bir duruştur. Sabır, dertleri içine atıp dert­lerde kaybolmak değil, dertler­le baş edebilmeyi öğrenmektir. Sabır, inancı ve gayeyi he­ye­canla içinde büyütmektir. Sabır, öfkeyi kontrol edebil­mek­tir. Sabır kötülüğe karşı sus pus olmak değil, kötülüğe maruz kaldığında o kötülüğü iyilikle defetmektir. Sabretmek atıl bir duruş değil, aktif bir harekettir. Sabretmek tembellik değil, aki­lane (akıllıca) bir faaliyettir. İbadetlerin devamlılığından ge­len zorluğa karşı, ubudiyet tav­rını takınıp kulluk şuuruyla iba­­detlere devam etmek en gü­zel bir sabırdır. Günahlar karşısında nefse mağ­lup olmayıp gözü kulağı ve di­ğer azaları günahlardan ko­ru­­­mak ve muhafazaya gayret et­­­mek en büyük sabırdır. “Lütfunda hoş, kahrında hoş” di­yerek gelen musibetin Allah’ tan geldiği şuuruyla hareket et­mek en anlamlı sabırdır. Cenab-ı Hak bizleri sabre­den­lerden eylesin. Doğru sabrı akıllarımıza gös­tersin, kalplerimize ilham etsin. Kaynaklar: 1- Bakara, 2862- Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar Mecmuası, 2. Lem’a, s. 6, Altınbaşak Neşriyat3- Kütüb-i Sitte, Akçağ Yayınları, c.9, s.5434- Mümin Suresi, 44.Ayet 5- Mektubat, s.55

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Kasım
Konu resmiSadece Kur'an'la Amel Edilmesini Söyleyenlerin Cehaletlerinin Ortaya Konuşu
Risale-i Nur

Her asırda bir şekilde kendine taraftar bulan, bir kısım yerler­de kendilerini Kur’aniyyun ola­rak ifade eden, biz yalnızca Kur’ an’da bulduğumuza tabi oluruz diyen zavallı gruplar olmuştur. Bu grupların ortak özellikleri, samimiyetten yoksun olmaları, bu ifadeleri kullanırken de bile­rek veya bilmeyerek Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayeti inkâr etmeleridir. Ayrıca yüzlerindeki soğukluk, İslam ümmetini kabul ede­me­me ve sünnet-i seniyye­nin nu­rundan istifade edeme­mek de bunların ortak özelliklerin­dendir. Böyle bir grubun var­lığından Peygamber (sav) bah­set­miştir. Dikkat edilirse bu an­layış, asrımızda bulunmakla birlikte, tabiin döneminde de bu­lunmuş ve bir kısım saha­belerle tartışmışlardır. Bu adamların ortak özellikle­rin­den birisi ise, hakikatleri iste­diğiniz kadar anlatın, ayetleri tevil etmeleri ve hadisleri hafife almaları veya inkâr etmeleri ola­­rak görmekteyiz. Bu olay Bey­­ha­­ki’nin Süfyan’dan (ra) nak­­­let­­ti­ği şu olayı hatırımıza ge­­tir­­­mek­tedir: “Onun emrine aykırı davra­nan­lar, başlarına bir bela gel­mesinden… sakınsınlar”1 aye­tinde geçen beladan muradın, Allah’ın (cc) kalplerini mühür­le­mesi olduğunu nakleder.2 Ayrıca sünnetin delil oluşu sa­bit olmasaydı, Resulullah Efen­­di­­miz (sav) veda hutbe­sin­de ora­­da bulunanlara dini hu­sus­ları öğrettikten sonra şöy­le bu­yurmazdı: “Burada bulunanlarınız bulun­ma­yanlara aktarsın. Çünkü ak­ta­rılan bazı kimseler din­le­yen­den daha iyi anlar.”3 Beyhaki sonra şu hadisi zik­re­der: “Bizden işittiği hadisi işittiği gibi rivayet edenin Allah yüzünü ağart­sın, çünkü kendisine akta­rı­lan bazı kimseler, dinleyenden daha iyi beller.”4 Kaynaklar: 1- Nur, 632- Beyhaki, el-Medhal, s. 363- Buhari, İlm, bab no: 9, vd; age. s. 224- Tirmizi, İlm, h.no:2657, Beyhaki, I, s. 23, vd; age. s. 22

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiİmam Buhari (ra)
Tarih

Ebû Abdullah Muhammed b. İs­mâîl b. İbrâhîm el - Cu‘fî el-Bu­­­hari (ö. 256/870), Kur’ân-ı Ke­­­­rîm’den sonra en gü­venilir ki­­­tap kabul edi­len el-Câmiu’s-sa­­­hih adlı eseriyle tanınmış bü­­yük mu­haddis. 13 Şevval 194 (20 Temmuz 810) Cuma gü­nü Buhara (Özbekistan)’da dün­­yaya teşrif etmişlerdir. Bu­hari fıtraten meraklı, kes­kin ve kuvvetli bir zekâya sa­hip, ay­nı zamanda da çok dik­kat­li bir kişidir. Buhari on yaşı­na doğ­ru Muhammed b. Se­lâm el-Bîkendî, Abdullah b. Mu­­ham­med el-Müsnedî gibi Bu­­ha­­ra­lı muhaddislerden ha­dis öğ­­­­­­ren­meye başladı. On bir yaş­­la­rında iken hocası Dâ­hilî’nin rivayet sırasında yap­­tığı bazı hataları tashih et­me­­siyle dik­katleri üzerine çek­­miş­tir. Seyahatler ve Muhataplar On altı yaşına geldiği zaman İbnü’l - Mübârek ve Vekî‘ b. Cer­­­râh’ın kitaplarını tamamen ez­­ber­­le­miştir. Bu sırada annesi ve kar­deşi Ahmed ile birlikte hac­­ca gider. Hac sonrası on­lar memleketlerine döndük­leri hal­­­­de Buhari Mekke’de kalır ve Hal­lâd b. Yahyâ, Humeydî gibi âlimlerden hadis tahsil et­­­meye başlar. Daha sonra bu mak­­satla ilim merkezlerini do­laşmaya devam eder. Bu mer­kezler alfabetik olarak şöyle sı­ralayabiliriz: Bağdat’a sekiz defadan fazla git­­­ti ve her seferinde Ahmed b. Han­bel ile görüşüp ondan fay­dalandı. Basra’ya dört veya beş defa git­­ti; orada Ebû Âsım en-Nebîl, En­sârî diye tanınan Basra kadı­sı Muhammed b. Abdullah ve Haccâc b. Minhâl gibi muhad­dislerden istifade etti. Mekkî b. İbrâhim, Kuteybe b. Saîd vb. âlimlerden hadis din­lemek için Belh’e birkaç defa gitti ve Belhliler’in isteği üze­rine onlara kendilerinden ilim tahsil ettiği 1000 hocadan bi­rer hadis yazdırdı. Dımaşk’ta Ebû Müshir’den ha­dis öğrendi. Hicaz’da altı yıl kaldı. Humus’a gitti. Kûfe’ye birçok defa seyahat ede­­­rek Âdem b. Ebû İyâs, Ubey­­dullah b. Mûsâ, Ebû Nuaym Fazl b. Dükeyn gibi mu­­had­­dislerden hadis dinledi. Medine’de İsmâil b. Ebû Üveys, Merv’de Abdân b. Osman, iki defa gittiği Mısır’da Saîd b. Ebû Meryem, Abdullah b. Yûsuf ve Asbağ b. Ferec gibi hocalardan hadis tahsil etti. İlk defa 209’da (824), son ola­rak da 250’de (864) gitti­ği ve beş yıl süreyle hadis okut­tu­ğu Nîşâbur’da Yahyâ b. Yah­yâ el-Minkarî gibi hadis hâfız­ların­dan faydalandı. İlim yolunda belki yaya, belki binekle, fakat bitmeyen tü­ken­meyen bir ilgi. Süb­hanal­lah! Buhari kendilerinden hadis yaz­­dığı muhaddislerin sayısı­nın 1080 olduğunu söyler (Ze­he­­bî, A’lâmü’n-nübelâ, XII, 395). Meşhur talebesi Firebrî, el-Câ­­mi’u’s-sahih’i Buhari’den 90.000 ta­le­benin dinlediğini söy­le­mek­­­tedir. En tanınmış diğer talebeleri ise İmam Müslim, Tirmizî, Ebû Hâtim, Ebû Zür‘a er - Râzî, Mu­­­ham­med b. Nasr el - Mer­ve­zî, Sâ­lih Cezere, İbn Huzey­me gibi muhaddislerdir. Buhari’nin uzun seyahatleri so­nunda derlediği hadislerle ge­­niş bir kütüphane meydana ge­­tir­diği ve seyahatleri esna­sın­da kitaplarını imkân nis­pe­tinde yanında taşıdığı an­la­şıl­mak­tadır. (Zehebî, Alâ­mü’n-nübelâ, XII, 411, 412, 452) Hafıza Gücü Yazdığı hadislerin kitaplarda kalmayıp onları hâfızasına nak­şettiğini gösteren en iyi ör­nek­lerden biri Bağdat’ta verdiği im­tihandır. İbn Adî’nin rivayetine göre, Bu­­hari’nin Bağdat’a geldiğini du­­yan muhaddisler 100 ha­di­sin sened ve metinlerini bir­bi­­­ri­ne karıştırarak bun­ları on ki­­şi­­ye verdiler ve onla­ra Bu­ha­ri top­lan­tı yerine gelin­ce bu ha­dis­leri sı­rayla sormalarını söy­le­diler. Bu on kişi, tesbit edilen hadis­leri çeşitli İslâm ülkelerinden gelmiş olan muhaddislerin hu­­zu­runda okuyarak bunların ma­­hi­yeti hakkında bilgi istedi­ler. Buhari onlara bu hadislerin hiçbirini okunduğu şekliyle bil­mediğini belirttikten sonra, ilk soruyu yönelten kimseden baş­la­yarak, sordukları hadislerin se­ned ve metinlerinin doğru­su­­nu her birine ayrı ayrı söyle­di. Buhari hakkında tered­dü­­­dü olanlar onun nasıl bir hâ­fı­za gücüne ve ne kadar geniş bir hadis kültürüne sahip ol­duğu­nu gördüler. Yine Müslim’in belirttiğine gö­re Buhari’nin kaldığı ev ziya­ret­çilerle dolup taşmış, şehre gelişinin ikinci veya üçüncü gü­nü bu ziyaretçilerden biri ona Kur’an’ın mahlûk olup ol­­­ma­­dığını sormuş, onun da, “Fiillerimiz mahlûktur; bir sö­zü ifade edişimiz de (Kur’an metnini okuyuşumuz) fiil­le­ri­miz­dendir” demesi üzerine, ora­­da bulunanlar arasında bü­yük bir ihtilâf çıkmıştır.  Buhari’nin Kur’an okumayı mah­lûk saydığını iddia eden­lerle bu iddiaya katılmayanlar kav­gaya tutuşmuş, bunun üze­ri­ne ziyaretçiler ev hal­kı ta­ra­fından dışarı çıkarıl­mış­tır. Bu konuda kendisine anlatılan­ları nakleden İbn Adî’ye gö­re ise Buhari’yi kıskanan bir mu­had­dis (Zühli, onun Kur’an mah­­lûktur görüşünü be­nim­­se­di­ğini iddia ederek ha­dis tale­be­lerini hocalarının ka­naa­­tini öğrenmeye teşvik et­miş, ancak Buhari bu konuda fikrini soran kişiye cevap vermek isteme­miş, fakat onun üç defa ısrar­la sor­masından sonra, “Kur’an Allah kelâmıdır, mahlûk de­ğildir; ancak kulların fiil­le­­­ri (Kur’an’ı okuyuşları) mah­­lûk­­­tur; bu konuda soru sor­mak ise bid‘attır” diye cevap ver­miş, bunun üzerine ortalık karışmıştır. Siyasilerle İlişkisi Buhari kendisinden ilim tahsil etmek isteyen herkese bildiği­­ni esirgemeden vermesine rağ­­men devlet adamlarından uzak du­­rur, onların saraylarına git­meyi ilmi küçük düşüren bir davranış olarak kabul eder ve bu uğurda her zorluğa kat­lan­mayı göze alırdı. (Zira ilmin bir izzeti vardır ve onu muhafaza etmiştir.) Horasan Valisi Hâlid b. Ah­med ez-Zühlî, ona bir ada­mı­­nı göndererek el - Câmiu’s - sa­­­hih, et - Târîhu’l - Kebîr ve di­­­ğer eser­lerini kendisinden din­­le­­­­me­­­yi arzu ettiğini bil­di­rin­­ce bu ta­lebi reddetti. İlmi kü­­çük dü­­­­şü­­­­re­meyeceğini, onu baş­­ka­­la­­­rı­­­nın ayağına gö­tü­re­­me­­ye­ce­ği­­­ni, gerçekten ar­zu ediyorsa ha­­­dis okut­tu­ğu mescide -veya evine- gelmesini, bunu da is­te­miyorsa hadis okutmasını ya­sak­layabileceğini söyledi. Hz. Pey­gamber’in, “Kendisine soru­lan şeyi öğretmekten kaçınan kim­senin ağzına ateşten gem vurulacağını” ifade eden hadi­si sebebiyle ilmi kimseden esir­gemediğini de haber verdi. Bu­hara valisinin sadece kendi ço­cuk­larına ders vermesi yolun­da­ki isteğini de ilmi belli in­san­­lara tahsis edemeyeceği ge­­­rek­çesiyle reddetti. Bunun üzerine vali, yakın adam­larından bazılarının Bu­ha­ri’nin Ehl-i Sünnet görüşüyle bağ­­daş­mayan fikirlere sahip olduğunu iddia etmelerini sağladı. Sonra da bu iddiaya dayanarak, onu kendi memleketinden sür­­­­­dü. Buhari oradan Semer­kant’a gitmek üzere yola çık­tı. Se­­mer­kant’a 3 mil me­sa­­fe­­de bu­­lu­nan Hartenk kasa­ba­­­sın­da­­ki akrabalarını ziyaret et­ti. Fa­­kat orada hastalandı ve Se­mer­­kant’a gidemedi. 256 yı­lı­­nın Ramazan Bayramı gecesi ve­­fat etti, ertesi gün (1 Eylül 870 Cuma) orada toprağa ve­rildi. Ailesi hakkında bütün bi­­li­nen­ler, Ahmed adında bir oğlu olduğudur. Şahsiyeti İmam Buhari’nin dürüstlü­ğü ve içi ile dışının bir oldu­ğu­­nu gösteren birkaç hadiseyi ak­tar­makta fayda var: 25.000 dirhem alacaklı oldu­ğu birine karşı gösterdiği mü­­sa­maha dikkat çekicidir. Uzun za­­mandan beri borcunu öde­me­­yen bu şahıstan bazı ida­re­ci­ler vasıtasıyla alacağını tah­sil et­me­sini tavsiye edenlere, “Ben onlar­dan yardım ister­sem on­lar da benden işlerine gel­diği gibi fetva vermemi is­ter­ler; dünya için dinimi sa­ta­mam” demiştir. Fakat ba­­zı dost­­ları ona rağmen bu ko­­nu­­yu yöne­ti­ci­lere söyledi­ler. Buha­ri bunu haber alınca ilgililere mektup yazarak borçluya bir kötü­lük yapılmamasını istedi ve onunla her yıl kendisine 10 dir­hem ödemek üzere anlaşma yaptı. Bir gün hadis okuturken âmâ olan talebesi Ebû Ma‘şer bir hadisten pek hoşlanmış olmalı ki başını, elini sallamaya baş­ladı. Onun bu haline tebessüm eden Buhari, daha sonra bu te­bessümü ile Ebû Ma‘şer’e hak­sızlık ettiğini düşünerek ondan helâllik istedi. İlmi Otoritesi Buhari’yi yakından tanıyan âlim­­­­lerin takdirkâr ifadeleri, onun ilmî şahsiyeti ve otoritesi hak­­kında fikir vermektedir. Hocası Nuaym b. Hammâd ile muhaddis Ya‘kub b. İbrâ­him ed-Devrakı, “Buhari bu üm­metin fakihidir” derlerdi. Basralı hocalarından Bündâr di­ye tanınan Muhammed b. Beş­­şâr Buhari gibi bir âlim gör­­mediğini ifade eder ve Bu­ha­ri Basra’ya gelince onunla if­ti­har ettiğini söylerdi. Hadis ve fıkıh ilimlerindeki de­rin bilgisiyle tanınan hocası İshak b. Râhûye muhaddis­lere, “Bu gençten hadis yazı­nız” diye tavsiyede bulunduk­tan sonra, eğer Buhari Hasan-ı Basrî zamanında gelmiş olsaydı hadis ve fıkhı çok iyi bildiği için herkesin ona başvurmak zorunda kalacağını söylerdi. Yine Basralı hocalarından ve “emîrü’l - mü’minîn fi’l - ha­dîs” la­ka­bını almış nadir mu­had­dis­ler­den biri olan Ali b. Medî­nî’ye, “Buhari sadece senin ya­nında tevazu gösteriyor” dedi­ler. İbnü’l-Medînî de, “Siz ona bak­­mayın, onun gözleri kendi gi­­bi birini daha görmemiştir” kar­şı­lığını verdi. İmam Müslim Buhari’ye hita­ben, “Sana ancak seni çekeme­yenler kızabilir. Dünyada senin bir benzerinin bulunmadığına şehadet ederim” diyerek ona duy­­duğu derin sevgiyi dile ge­tir­miştir. İbn Huzeyme ise, “Şu gök kub­benin altında Resûlullah’ın ha­dis­lerini Buhari’den daha iyi bi­len ve daha iyi ezberlemiş olan birini görmedim” derdi. Eserleri El-Câmisu’s-sa­hih-i Buhari. Halk arasında Sahîh-i Buhari di­ye şöhret bu­lan bu eseri 600.000 kadar hadis arasından se­çerek on altı yılda meydana getirdiğini, her bir hadisi (ve­ya babı) yazmadan önce mut­la­ka boy abdesti alarak iki rek‘at namaz kıldığını söyle­miş­­tir. Ese­­­­ri­ni Buhara’da yaz­ma­ya baş­­­la­­­mış, çalışmasına Mek­­ke, Me­di­­­ne ve Basra’da de­­vam et­miş­­tir. Yer­yüzünde hiç­­­bir ese­re gös­terilmeyen bir ih­ti­ma­ma maz­har olan ve İs­lâm dün­­yasında üzerine yüz­ler­ce in­ce­leme ve şerh ka­leme alın­mış bulunan el-Câmi­u’s-sa­hih, İs­tan­bul, Mı­sır, Hindistan ve Av­ru­pa’da bir­çok defa basıl­mıştır. Et - Târîhu’l - kebîr. Buhari’ nin el - Câmiu’s - sahih’ten önce yaz­­­dığı bu kitap sahasının ilk eser­­­lerinden biri olup burada as­­­hab­­dan kendi şeyhlerine ge­lin­­­­ce­ye kadar 13.000’e yakın râ­­­vi­­­nin güvenilirlik derecesini tes­­pit etmiştir. Et - Târîhu’l - ke­bîr Hay­­da­râ­bâd’da Dârü’l - maâ­­ri­fi’l - Os­­mâniyye tarafından dört bü­­yük cilt (sekiz cüz) ha­lin­de ba­­­sıl­­mış­tır (1361-1364). Ay­­rı­ca Dâ­rü’l - kütübi’l - il­miyye ve Mü­es­­­se­­­setü’l - kütü­bi’s - seka­fiy­ye tara­fın­dan eserde geçen şahıs­ların ve ha­dis­lerin fihristi hazırlatılarak Beyrut’ta iki cilt halinde ya­yım­lanmıştır (1407/1987). Akaid’e Dair Görüşleri El - Câmiu’s - sahîh, ile Halku efâ­­li’l-ibâd adlı kitaplarının in­ce­­len­mesinden, ayrıca el-Aki­­de (et-Tevhîd), Ahbârü’s-sı­­fât, Kitabü’l-İman gibi akai­de da­ir bazı eserler telif et­me­­­sin­­den (Sezgin, I, 134) an­­la­­şıl­dı­­­­­ğı­­­na göre Buhari, ün­lü bir mu­­­­had­­­­dis olmasının ya­nı sıra iti­ka­­dî konularla da ya­kın­­dan il­gi­le­nerek Selef inan­cı­na ay­kırı görüşler ileri süren Ceh­miy­­ye, Mu‘tezile, Havâric ve Şîa mezheplerini tenkit eden, böylece Ehl-i sünnet mez­he­­bi­nin oluşumuna kat­kı­da bu­lu­nan ilk Sünnî âlim­lerdendir. Nitekim yaşadığı devirde na­zik bir mesele haline ge­len ve ya­ra­tılmış bir varlık olan in­sa­na ait fiillerin bile ka­dîm ka­bul edilmesini gerek­ti­re­cek tarzda yoruma tâbi tutulan “mes’ele­tü’l-lafz” (Kur’an’ı telaffuz edi­şin yani Kur’an okumanın mah­­­lûk olup olmadığı) ko­nu­­­su­nu hadis âlimlerinin şid­det­­li muhalefetlerine rağ­men mü­na­kaşa etmekten çekin­me­miştir. Ona göre bütün dinî konularda olduğu gibi, akaid alanında da hadisler Kur’an’ dan sonra ikinci kaynaktır ve müteşâbih ayetlerin gerçeğe uy­gun olarak te’vil edilebilme­si için hadislerden faydalanmak zaruridir. Mu‘tezile’nin itikadî konularda hataya düşmesinin asıl sebebi hadislere itibar et­me­mesidir. Hadislerin bir kıs­mını kabul edip bir kısmını reddetmek de neticede Kur’an’ı yanlış anlamaya götürür. Fıkıh İlmindeki Yeri Büyük bir hadis imamı ola­rak şöhret bulan İmam Buha­ri, aynı zamanda bir fakihtir. Ancak hadis ilmindeki yük­sek seviyesi sebebiyle bu yö­nü ikin­ci planda kalmıştır. Ha­ya­tı ve ilmî şahsiyetinden bah­se­­den tabakat kitaplarında ken­­­­­­di­­­­sinin “fakihlerin efen­di­si”, “bu ümmetin fakihi” ve “Al­­­­lah’ın yarattığı kullar içeri­sin­­de en fakih olanı” diye ni­te­­­len­­dirildiği nakledilir. Bazı mü­­el­­­lifler ise mukayese yolu ile bir değerlendirme ya­pa­rak Bu­­hari’yi, hocaları Ahmed b. Han­­bel ve İshak b. Râhûye’den daha fakih sayarlar (İbn Hacer, Hed­yü’s-sârî, II, 237). İbn Kuteybe de kendisine fet­va soran bir adamı Buhari’ye gönderirken ona, “İşte Ahmed b. Hanbel, İbnü’l-Medînî ve İshak b. Râhûye, Allah bu üçünü de sana gönderdi” diye­rek Buhari’ye danışmakla bu üç âlime danışmış sayılacağına işaret etmiş, onun fıkıh il­min­deki bilgi ve kabiliyetinin sevi­yesini dile getirmiştir (Sübkî, II, 222; İbn Hacer, a.g.e., II, 236). Buhari fıkıh ilmindeki bu üs­tün mevkii sebebiyle dört mez­­hebin mensupları tarafın­dan sa­­­hip­­le­nil­miştir. Hanbelî fa­kih­­­­­­le­­rin­­den İbn Ebû Ya‘lâ onu Han­­­­­belî fakihlerin birinci ta­ba­ka­sından, Tâceddin es-Süb­kî ise Şâ­fiî fakihlerin ikinci ta­­ba­­ka­sından saymaktadır. Ab­­dul­­lah b. Yûsuf, Saîd b. An­­ber ve İbn Bü­­keyr’den el-Mu­vat­tafı riva­yet ettiği için Buhari Mâlikîler’ce ken­di mezheplerine mensup ka­bul edildiği gibi, Hanefî fakihi İs­hak b. Râhûye’den ders almış ol­ması sebebiyle de Hanefîler ta­ra­fından kendi mezheplerine bağlı olduğu ileri sürülmüştür. Ancak onun birçok meselede İmam Şâfiî’ye muvafakat etme­si, Şâfiî mezhebine mensup ola­rak şöhret bulmasına sebep ol­muştur. İbn Hacer’in tesbit ve değer­len­dirmesine göre Buhari, Sahîh’ inde fıkhî bilgi ve inceliklerin bulunmasına özen göstermiş, bundan dolayı rivayet ettiği nas­lardan birçok hüküm çıkar­mış ve bu hükümleri ilgili ki­tâbın (ana bölümün) muhte­lif babları arasına uygun bir şe­kil­de serpiştirmiştir. Bunu ya­par­ken gerekli yerlerde ahkâm âyet­lerini zikretmeyi de ihmal etmemiştir. Başta zikrettiğimiz gibi, Efen­di­miz (sav) “Ümmetimin Âlim­­le­ri İsrail oğullarına gön­de­­ri­­­­len Peygamberler gibidir” ha­­­­­dis-i şerifinin, İmam Bu­ha­ri Haz­­­retleri üzerindeki tecel­li­le­­ri­­ni bu kadar yazmakla ikti­fa edi­yo­ruz. Cenâb-ı Hak bu ma­­­nevi kahramanlarımızdan ebe­­­­den razı olsun. Bizleri de on­­ların yolundan gidenlerden kıl­­sın, ayır­masın. Âmin

Mustafa ALTINSOY 01 Kasım
Konu resmiSanal Âlemde Gasp Edilen Özneliğimiz
Eğitim

İnternetin ve bilhassa da sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla bir­lik­te günümüz insanı, –sözde- ikinci bir varoluş alanı daha keşfetmiş oldu. “Cogito ergo sum” (Düşünüyorum öyleyse varım) çıkarımıyla, kendi mev­cu­­diyetini ratio-reason (ay­dın­­lanma aklı) temelinde, te­fek­­kürî olarak haklılaştıran mo­dern insan, buradan yola çıka­rak diğerlerinin de kendisi gi­bi var olduğu sonucuna ulaştı. As­lında var olmanın bu idealist temellendirmesi, “varlık ger­çek­ten var mıdır?” sorusuna bir ce­vap olarak ortaya çıkmıştı. Des­cartes, modern insanın ön­cüsü olarak buna benzer bir soru sordu ve özetle “varoluştan şüp­he duyabildiğime göre bi­za­tihi bu şüphenin kendisi se­bebiyle, o sorudan şüphe duy­mayarak varlığımı idrak edi­yorum, o halde varlık benim dü­şüncemdir ve o halde ben de va­rım” benzeri bir cevaba ulaştı. Aslında bu cevap, “Hümanizm” olarak adlandırılan; “insanı” var­lığın merkezine koyup ilah­laş­tırma sürecinin de tetik­leyi­cisi oldu.  Heidegger ise “Dasein” yani “bu­rada, âlemde olma” kavramı­na vurgu yaparak, kendi içi­ne ka­palı öznenin, aslında dü­şün­ce­­den öte, dışarıda da, âlem­le bir­likte bir bütün ola­rak var ol­duğunu ortaya koy­du. Böy­le­ce ilahlaştırılmış “ben”i tah­tın­dan indirmeye ça­lış­tı. Öz­ne­­yi bütün bir var­lık­­la bir bü­­­tün haline ge­tir­di. An­cak bu modern gay­ret­lerin hiç­bi­risi hakikati or­ta­ya ko­ya­ma­dı. Kur’ân’ın ve Kur’an’dan kay­nak­lanan İslam mede­niye­ti­nin “O”nu yani “Hüve”yi gösteren hakikatçi anlayışına mukabil, modernizmin “ene”yi yani “he­vayı” merkeze alan anlayışı fel­sefeden bilime, eğitimden tek­nolojiye her yerde kendisini gösterdi. İnternetin hayatımıza girmesiyle ise kendimizi, yeni bir ontolojik (mevcudiyete dair) te­melde temellendirerek ye­­­ni­­­den var olmuş saydık. Böy­­le­­ce, Dasein olmaya tekâ­mül et­miş kolektif varlık bi­lin­­ci­miz, “sa­nal bir âlemde var ol­du­ğu­nu sanma” olarak adlan­dı­ra­bi­leceğim yeni bir boyut kazandı. “Ne Düşünüyorsun?” Sorusunun Felsefî Derinliği Mesela, Facebook’taki her pay­la­şı­mımız, “ne düşünü­yor­sun?” sorusuna bir cevaptı ve her hangi bir düşüncemizi pay­laş­tı­ğımızda, biz kendi varlığı­mız­­dan kesinlikle emin olarak bu paylaşımı yapıyorduk. Bize so­ru­lan soru, “var mısın ya da yok musun?” değil, “ne dü­­şü­nü­yorsun?” sorusuydu. Biz bu soruya verdiğimiz ce­vap­la, aslında orada var oluşu­muzun da kesinliğine olan inan­­­cı­mı­zı paylaşıyorduk. Çün­­­kü var olmasaydık, bu soru­­­ya cevap veremezdik. Bu­ra­da Des­car­tes’in “cogito” (Ben dü­şünü­yo­rum) zihinsel deneyinin sa­nal âlemdeki izdüşümünü görü­yorduk. Şimdilerde anlıyoruz ki, Batı’nın bizden istediği, in­ter­net olarak adlandırılan Ba­tı­lının bilgisayarlarında, kısa­ca­sı Batılının “düşünce dün­ya­sında” var olmamızdı. Çünkü Özne Batı düşüncesiydi ve bi­zim var­oluşumuzun garantisi de o Batı düşüncesine dâhil ol­mamızdı. Bu sanal zeminin aslında on­to­lojik (varoluşa dair) değil episte­molojik (bilme tarzına dair) bir zemin olduğunun da far­­kına varamıyorduk. Heideg­ger’in işaret ettiği ma­na­da, ger­çekten orada var olmadı­ğı­mız ama varlığımızı düşünce yoluyla bildiğimiz bu dünya, gerçekten de –bizden ziyade Batılı öznenin etken olduğu- bir bilgi nesnesi değil miydi? Biz orada kendimizi her ne kadar “özne” olduğumuza ikna etsek de, aslında hepimiz birer nesneydik. O kullanıcı adıyla ve o resim üzerinden yaptığımız paylaşımlar, gerçekliğin kendi­si değildi ve gerçeklik o sanal âlemin öncesinde, zaten burada var oluşumuzdaydı. Biz burada var olabilecektik gerçekten, o sanal dünyada değil. Sanal dünya ayartıcılığıyla bizi kandırıyordu ve zihnimiz bir ger­çek dünya serabı görüyor­du. Herhangi bir emoji ya da her­hangi bir yazılı paylaşım bi­zi mutlu edebiliyor, üzebiliyor ya da sinirlendirebiliyordu. Ger­çek­­te bilinçaltımızın bir nesnesi ola­rak var olduğumuz rüyalar­da da böyle olmuyor muydu? Üstelik kendi medeniyetimizin ahlak anlayışının rağmına, me­sela “ben kendimi beğen­mi­yo­rum, beni beğenenleri de be­ğen­miyorum” diyerek bu an­la­yışın şahikasında duran Bediüz­zaman’ın işaret ettiği mana-yı harfi ufkundan kayarak, yani kendimizde olanı temellük edip, varlığımızı olabildiğince “be­ğen”­dir­meye çalışarak Batıcı bir zihniyete hapsoluyorduk far­kında olmadan. Facebook’ta sorulan “ne düşü­nü­yorsun?” sorusu, İngiliz­ce “what is on your mind?” soru­su­­­nun Türkçeye çevrilmiş şek­liy­di ama sanki bu çeviride bir şeyler eksikti. Soru “neyi düşünüyorsun?” değil, “ne dü­şü­nüyorsun?” şeklinde kuru­lu­­yor ve böylece nesnenin belir­siz­liğine vurgu yapılıyordu. Ya­­­­ni Batılı öznenin nesnesi be­­­lir­­­­li olarak “her şey” olacak ama Müs­lüman Türk öz­ne­nin nes­­ne­si “belirsiz” olacak­tı. Üs­te­­lik Batılı öznede düşün­cenin bir mekânı olarak Batılı akla vur­­­gu yapılıyordu haklı olarak. Çün­­kü gerçekten de biz bile, sa­nal âlemdeyken “o Batılı akıl­­­da” düşünüyorduk. Çün­kü ge­nelde sanal âlem özel­de ise sosyal medya onların akıl cep­­le­­rin­deydi. Dolayısıyla bi­zim dü­­­şün­cemiz de o cebin için­de olma­lıydı. Bu durumda Batı­lıya sorulan “aklında ne var?” so­rusu onlar için anlamlı olu­­yor­du. Çünkü zaten “ne düşü­nüyorsun?” sorusuna ver­di­ğim cevap bile onun “ak­lın­da olan” bir soruya vermiş oldu­ğum ce­vap olacak ve ben sosyal med­ya­daki bütün cevaplarımla sadece o Batılı aklı doyurmuş, üstelik var kılmış olacaktım. Sanal Dünya Gerçek Dünya mıdır? Bu sanal âlemin diğer üyeleri­nin de oradaki varlığın­dan emin­dik. Onların paylaşım­ları­nı, ce­vap­larını, sorularını ve so­run­larını gerçek dünya­da­­ki­ler­den daha fazla ciddi­ye almaya baş­la­dık. Sadece zihin­sel plan­da var olduğumuz bu dünya­da, gerçek dünyadakinden da­ha öz­gürdük ve bu sanal dünya­nın sı­nırları gerçek dünyadakin­den daha engindi. Böylece var­lığımızın gerçek dünyadaki on­to­lojik temellerini bir süre­liğine de olsa unuttuk ve ken­dimize zihinsel manada sanal bir ontolojik (varoluşa dair) te­mel inşa ettik. Adeta iki dün­yayı bir biriyle ters yüz ettik. Şimdi gerçeklik dünyamız zi­hinsel dünyamız yani sanal dün­ya olmuştu. Bayramlarımız, Cu­malarımız, doğum günleri­miz ve kandillerimiz bile ar­tık o dünyadaydı. Yanı ba­şı­mız­daki çocuğumuzun “anne­ci­ğim-babacığım” diye haykıran se­si­ni duymadık ama onunla Whatsapp’ta yazışmayı da ih­mal etmedik. Belki de bu ya­zışmalar sırasında nice na­maz­larımızı erteledik, nice fiili iba­detlerimizden geri kaldık. Varlığın kendisi sadece düşün­ceden ibaretmiş gibi ve sade­ce düşüncelerimizle var olabilir­mi­şiz gibi kendimizi düşüncenin ve duygunun dünyasına bıra­kı­verdik. Bu abartılı, hızlı ve tatminsiz bir dünyaydı. Mad­­de­sel gerçekliğimizin tat­­min ede­mediği bir yönü­mü­zü bu sanal âlemin sınırsız imkânlarıyla tat­min edebileceğimize inandık. Aslında bizi sadece zihin ve duygu olarak yaratabilecekken, bütün biyolojik özelliklerimiz­le ve maddi gerçekliğimizle var eden Yaratıcının bizim üze­ri­­mizdeki ulvi gayelerini de unu­tuverdik. Sanki sade­ce ru­hani ve zihni bir varlık­mış gibi, yaşamımızın onlar­ca saatini Fa­cebook, Twitter, Whatsapp, Instagram paylaşım­larıyla geçi­rip durduk. Batı Bizim Düşüncemizin de Öznesi Olmak İstiyor Ve şimdi anlıyoruz ki, bizler öz­­ne olmaktan çıkmış, Kartez­yen felsefesinin “düşünüyorum öyleyse varım” zihinsel deneyi­nin modern denekleri/nesne­le­ri haline getirilmiştik. Yani bir başka öznenin (Batı’ nın), “ne düşünüyorsun?” soru­su­na gönüllü olarak cevap ve­ren basit nesneler olmuştuk. Yazılarımızı paylaştığımız o bil­gisayar ya da bellekler de bize ait değildi. Gerçekte herhangi bir ülkedeki bilgisayarlara yol­lu­yorduk paylaşımlarımızı. Gün­­lü­­ğü­müzü bile anne ve ba­ba­mız­dan saklıyorduk ama en mah­­rem mesajlarımızı elin Ba­tı­lı­sına güvenle teslim edebili­yor­duk artık. Var oluşu “bilme” şartına bağlayan modernist dü­şünce, sanal âlem yoluyla bizi de modern olmaya ikna etmiş görünüyor. Bizi bildiği ölçüde kendini var kılıyor. Üstelik ken­dimizi özne sandığımız yer­­de, bizim en önemli yanı­mı­zı yani düşüncelerimizi bile ken­­di bilgi nesnesi kıla­bili­yor. Evet, sanal âlem ve sos­yal med­­ya, gerçekten de “düşünü­yo­rum öy­leyse varım”ın bir iz­dü­şümü ola­rak görünüyor ama bi­zim açı­mızdan değil, bi­zim dü­şün­dük­lerimizi kendi bil­gi­le­rinin nes­nesi kılanlar açı­sından. Onlar, bizim düşüncelerimizi de öğrenmenin yolunu, “ne düşünüyorsun?” sorusuna vere­ce­ğimiz cevaplar yoluyla çoktan bulmuşlar. Batı’nın Nesnesi Olarak mı Kalacağız? Var olduğumuza inandığımız bu dünya aslında bizim dün­ya­mız değildi demek ki. Düşünce­lerimiz bir nesne olarak, Batılı öznenin düşüncesinde var olu­yordu. Ve biz özgürce paylaş­tığımız düşüncelerimizle kendi dünyamızı değil, Batı’yı var kı­lıyorduk. Batı böylece, biz ger­çekten burada yok oldukça, kendi var oluşunun keyfini gerçekten sürüyordu. O sanal dünya, Batı’nın nesnesi ve bi­zim öznemiz olduğu müddetçe problem yoktu. Modern zi­hin sürekli özne kalmalıydı. Face­book’un geliştirdiği yapay zekâ, kendi özel dilini geliştirip özneleşmeye kalktığında, Batılı zihin nesne olma tehdidiyle kar­şı karşıya kaldı ve yapay ze­kâ­nın fişini çekiverdi. Anlaşılıyor ki, Batı için en büyük tehlike “nesneleşme” tehlikesidir. Tür­­­kiye’ye ve İs­lam dünyasına yö­­­­­­­ne­lik bu bas­kıcı tavrının ar­dında “nes­neleşme” korkusu yat­mak­ta belli ki. Biz bu âlemde var olduğumu­zu idrak etmeye, insan yapımı bir yapay zekâdan daha faz­la layığız. Kendi dilimizi geliş­ti­rerek; okuyarak, bilim ve tek­noloji üreterek, eşimizle, ço­cu­­­ğu­­muzla konuşarak, sanat ya­­pa­­rak gerçekten var olmalıyız. Biz yıl­dızların tozlarından bu dün­ya­da insan ve Müslüman ola­rak var edildik. Hükümetler bu dünyada kuruldu. Ve hükü­metleri tehdit eden darbeler bu dünyada gerçekleşti. Suriyeli ço­cuklar bu dünyada katledildi. Kudüs bu dünyada işgal edildi. Arakan bu dünyada halen kan ağlıyor. Ve ülkemize yönelik sal­dırılar her gün bu dünyada gerçekleşiyor. Sanal dünyada daha fazla “var olduğumuzu” düşünmemiz zih­­­­­­­­­ni­mizin bir oyunu sadece. O hal­­de, vakit geç olmadan burada var oluşumuza odaklanmamız ve Batı’nın zihninde var oluşu­muzun, gerçekte özneler ola­rak yok oluşumuz anlamına geldiğini kavramamız gereki­yor. Kısacası gerçek varlığımı­zı “bulmak” ve mutlak var­lık ta­rafından “bulunmak” yani “mev­­­­cûd” olmak zorunda­yız. Abar­­­­ta­caksak “ahiretin tarla­sın­da” var oluşumuzu abarta­lım ve tatmin olacaksak, bizi var ede­ni burada çokça anarak tatmin olalım. Yoksa bu dünyadaki gerçek vazifemizi unutacak ve sanki cennetteymişiz gibi mesrur ol­du­ğumuz sanal âlemde, Batı’ nın nesnesi olmaya devam eder­ken, hem bu dünyada, hem de cennet denilen o sonsuz kâinat­ta; yeni bir var oluşla var olma umudumuzu yitireceğiz. Aslında ölçülerimiz oldukça açıktır. Varlığa mânâ-yı ismiyle değil, mânâ-yı harfiyle baka­ca­ğız ve dünyayı kesben değil kal­ben terk edeceğiz. Var ol­mak istersek, vacibu’l-vücuda daya­nacağız. Hevamızı ilah edin­meyecek, “ene”yi değil sürekli “hüve”yi göstereceğiz. Endülüs Medeniyetinin duvar­larında yazan ”لا غالب الا الله“ hakikatini bu modern/post-mo­dern çağı dönüştürmek adına hayatımıza tatbik edece­ğiz. Kısaca; Allah namına verecek, Allah namına alacak, Allah na­mına başlayacak ve Allah na­mına işleyeceğiz. Vesselam…

Oğuz DÜZGÜN 01 Kasım
Konu resmiKırılan Aynalar, Yıkılan Dünyalar
Aile ve Çocuk

Geçecek ömrümüzün her dili­mini ebedi dünyalara çevirmek çaresi, önümüzde en tatlı netice olarak görünmektedir. Bu çare de bütün dünyaların Halık’ı ve Rabbi olan Cenab-ı Hakk’a tevekkül ile O’na inkıyat etmek ve O’nun emrinde hareket et­mek­­tir.  Galat-ı his nev’inden insan ken­dini layemut (ölümsüz) zan­­ne­­der. Ölmemek düşüncesi, za­­­­­ma­­­nın geçmesini sadece tak­­vim yap­raklarının değişmesi şek­­­­­­lin­­de görmesi, yaşlılık ve ölü­­­­­mün baş­kalarının problemi ol­­­­du­­­­­­ğu­­­­nu te­vehhüm etmesi ya da ken­­­di üze­rine hiç almaması, hem ken­­di dünyasının hem asıl dün­­ya­­­nın hiç yok olmayacağı duy­gu­­su­­nu vermektedir. Haki­kat­te ise bu düşünce galat-ı his denilen duy­gu yanılmasını ne­tice ver­mek­tedir. Dedem biz çocukken bize ik­ram edilen şeylere karşı hiç istek duymazdı; bu şeyler onun hiç ilgisini çekmezdi. Şeker, meyve veya oyuncak olsun bu ilgisizliği beni çok şaşırtırdı. Çocuk ak­lım­­la bunu anlayamazdım. Ve yıl­lar geçince hakikat gözüme ek­şi yüzüyle göründü. Anladım ki dedemin çocukluk dünyası yı­kıl­mış. Onun olgunluk ya da yaş­lı­lık dünyası canlıydı. Şimdi de ben, çocuklarımın heyecanla arzu ettikleri şeylere karşı hiç iş­tah duymamaktayım. Maalesef bu durumum benim çocukluk veya küçüklük dünyamın yı­kıl­­­dığı, artık gençlik ya da ol­gun­­luk dünyamın canlı oldu­ğunu göstermekteydi. Bu ise, haki­kati bütün acısıyla karşı­ma çıkar­maktaydı: Yıkılan çocuk­luk dün­yası gibi bir gün gele­cek genç­lik dünyası, sonra olgun­luk sonra yaşlılık dünyaları da yıkı­lacak ve karşıma hakiki dün­­yam olan ahiret dünyası çıka­caktı. İşte bu dünyalarımın yıkılması hengâmında, beden dünyamın dışında akıp giden harici dün­­ya­da hiçbir değişiklik olmaması ise, galat-ı hissimin oluştuğu yer­di. Görünen dünyanın sabitli­ği, bana benim dünyamın da yıkıl­mayacağı hissini veriyordu. Hâl­­bu­­ki elime bir ayna alsam, mef­tun olduğum bir manzara­ya çevir­sem, elimdeki aynamın kabi­li­yeti ve kalitesi nispetinde hari­ka bir manzara görüyor­dum. Fakat aynamdaki en küçük bir hare­ket veya bir kırılma ve­ya bir bozulma o harika manza­rayı mahvediyordu. Vakıa şu ki, benim aynamdaki manzaram ne kadar harap olsa da, dışarıdaki harika manzara aynen devam ediyordu. İşte bizim aynamız olan ken­­di dün­yamız, hayatımız, ömrü­müz küçük bir hareketle bozu­la­­­bi­lir veya değişebilir yani öle­bi­­­li­riz. Bizim dışımızdaki dün­ya­­­nın bütün şaşasıyla devam et­­­­mesi bize fayda vermez. Akıp gi­­den rakamlar, yükselen bina­lar, değişen siyaset oyunları her ne kadar dünyanın devamı ve­ya sonsuzluğu hissi verse de, acı yüzünü göstermesi, bizim ha­­ya­tımızdaki küçük bir cam kı­rılmasına bakacaktır. Öyleyse za­hiri dünyanın devamına baka­rak kendi dünyamızın devam ede­ceğini tevehhüm etmek, sa­de­­ce kendimizi aldatmak ola­cak­­tır. Yıkılan dünyamız, başı­mıza bütün yükleri ile birlikte yıkılacaktır. Geçecek ömrümüzün her dili­mini ebedi dünyalara çevirmek çaresi, önümüzde en tatlı netice olarak görünmektedir. Bu çare de bütün dünyaların Halık’ı ve Rabbi olan Cenab-ı Hakk’a te­vekkül ile O’na inkıyat etmek ve O’nun emrinde hareket et­mek­­tir. Hem Habib’inin (sav) ruh­­lara cennet veren dünya­la­rı­na uymak, zevali muhakkak olan dünyalarımızı saadet dün­ya­­la­rı­na çevirmek olacaktır.  

Ebuzer OZKAN 01 Kasım
Konu resmiRisale-i Nur Neden Elle Yazılıyor?
Risale-i Nur

“Risale-i Nur Talebesinin en ehemmiyetli vazifesi, onu yaz­­­mak veya yazdırmaktır ve in­­ti­­­şa­rına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran Ri­sale-i Nur Talebesi unvanını alır.” (Kastamonu Lahikası) Nur Talebelerinin, risaleleri elle yazmalarının en önemli se­be­bi, Üstad Bediüzzaman Haz­ret­le­ri­nin bunu emretmiş olma­sı­dır. Şöyle der, Bediüzzaman Haz­retleri: “Risale-i Nur Talebesinin en ehemmiyetli vazifesi, onu yaz­­­mak veya yazdırmaktır ve in­­ti­­­şa­rına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran Ri­sale-i Nur Talebesi unvanını alır.” (Kastamonu Lahikası) Bununla birlikte Nur Tale­be­le­ri, risaleleri sadece yazarak ço­ğalt­mazlar. Üstadın hayatı za­manında önce teksir makinesi ile Kur’an harfleri ile ço­ğal­tıl­maya başlanmıştır. Daha son­ra 1950’lerin son­larında La­­tin harfleriyle de matbaa­lar­da ba­sıl­maya başlanmıştır. Fakat Üstad Hazretlerinin ye­ni harflere bakışı, onların Kur’an harflerine mani olan bir bid’a olduğudur. 18. Lem’ada Nur Talebeleri’nin bütün kuv­vet­leriyle Kur’an yazısı­nı koru­ma­ya çalıştıklarını bu yüz­den Hz. Ali (ra)’ın “kardeş­lerim” ilti­fa­tı­na mazhar olduklarını be­yan eder. (Bkz. 18. Lem’a) Ayrıca Nur Talebelerinin Kur’ an yazısı ile Latin yazısı arasında nasıl bir tercihte bulunmaları gerektiğini şu cümleyle özetler: “Risale-i Nur’un bir vazifesi de huruf-u Kur’aniye’yi (Kur’ an harflerini) muhafaza (ko­rumak) olduğundan, yeni hu­rufa (harflere) inşallah za­ru­ret derecesinde müsaade olur.” Buradan anlaşılan şudur: Asıl vazife Kur’an harfleriyle hiz­met etmektir. Nur Talebeleri­nin görevi Kur’an harfleriyle okuyup yazmayı öğrenmek, öğ­retmek ve yaşatmaktır. Netice olarak, Nur Talebe­leri­nin risaleleri Kur’an harf­le­riyle, yani Osmanlıca orijinal­lerinden elle yazarak çoğaltma­larının teknolojik imkânları en­gellemesi diye bir şey söz ko­nusu değildir. Çünkü bu im­kânlar kullanılmasın diyen hiçbir Nur Talebesi yoktur. Üs­ta­dın da böyle bir emri yok­tur. Elle yazılmasının ise pek çok faydaları vardır: Üstadın emrine sadakatle itaat edilerek talebe olmanın şar­tı yerine getirilmektedir. Kur’an yazısının öğrenilme­si ve muhafaza edilmesi sağlan­maktadır. Risaleleri çoğaltmaktaki (Üs­­­ta­dın beyanıyla ve hadis­le­rin işaretiyle yüz şehit seva­bı ka­zanmak gibi) büyük sevap­lara ka­vuşulmaktadır. (İnşallah) Yazarak öğrenmek, eğitimin en başarılı yollarından biri oldu­ğundan, bu cihetten de istifade edilmiş olmaktadır.

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiRisale-i Nur'u Yazmanın Önemi
Risale-i Nur

Bediüzzaman Hazretleri Lem’alar’da, İhlas Risalesinin sonundaki Yazı Mektubunda iki hadis-i şerife dayanarak Risale-i Nur’u yazanların yüz şehid sevabı kazanabileceğini bildirmektedir.  Risaleleri yazmanın iki büyük temel faydası vardır. Birincisi Kur’an harfleriyle okuyup yaz­mayı öğrenmektir. İkincisi bu kuvvetli iman derslerini bizzat eliyle çoğaltmaktan gelen çok büyük sevapları kazanmaktır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri Lem’alar’da, İhlas Risalesinin so­nundaki Yazı Mektubunda iki hadis-i şerife dayanarak Ri­sale-i Nur’u ya­zanların yüz şe­hid sevabı ka­za­nabileceğini bil­dirmektedir. Ay­­nı mektubun haşiyesinde ise Ri­­sale-i Nur’u yazmanın beş çe­şit iba­det ma­nası taşıdığı şöy­le anlatıl­mak­tadır: En mühim bir cihat olan ehli dalalete karşı manen cihat etmek Bu Kur’an hakikatlerini neş­retmek hizmetinde Üstadına yardım etmek Müslümanların imanına hiz­met etmek Kalemle yazarak bizzat ilim tahsil etmek Bazen bir saati bir sene iba­det sayılan tefekkür ibadetini yapmak Ayrıca Emirdağ Lahikası isim­li eserindeki bir mektubunda Risale-i Nur’u yazmanın fay­da­larını şöyle anlatır: “Kalemle yazarak Nurlara hiz­met ve sadakatle talebesi olma­nın iki mühim neticesi vardır. Birincisi, Kur’an ayetlerinin de işaretiyle imanla kabre gir­mek­tir. İkincisi, bütün Nur Ta­le­belerinin manevi kazançlarına ve sevaplarına ortak olmaktır.” Yine aynı mektupta Üstad Be­diüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’ları Kur’an harfleri ile yaz­manın manevi çok kazanç­ları­nın yanında bu dünyada da beş tane faydası olduğunu şöyle anlatır: Rızıkta bereket Kalpte rahat ve sürur Geçimde kolaylık İşlerinde muvaffak olmak Talebelik faziletini kazan­mak ve bu sayede bütün Risa­le-i Nur talebelerinin manevî ka­zanç­larına ve dualarına his­sedar olmaktır. Buraya kadar aldığımız fayda­ların ne kadar büyük sevap ve faziletler olduğu gayet açık­tır. Üstad Bediüzzaman’a tale­be ol­maya niyet eden her­ke­sin bu bü­yük kazancı kaçırma­ma­ya çalış­ması gerekir. (Bkz. Lem’ alar, 21. Lem’a İhlas Risalesi ve Bütün Lâhikalar) Neden Osmanlıca? Osmanlıca, hatt-ı Kur’an yani Kur’an yazısı ile yazılan Türkçe­dir. Bütün İslam milletlerinin ortak yazısı, Kur’an alfabesidir. Her millet kendi diliyle konuşur. Fakat ortak alfabemiz Kur’an harfleridir. Bu kudsi harfleri oku­­­yup yazmasını öğrenmek, her Müslüman için hem dini, hem millî, hem kültürel bir va­zi­­fe­dir. Bin yılı aşkın bir tarihi bi­ri­kimin Osmanlıca olarak el yaz­­ması kütüphanelerinde, ar­şiv­­lerin tozlu raflarında ilgi bek­­lediklerini de dikkate al­mak lazım.

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiBediüzzaman Hazretleri ve Kur'an Harfleri
Risale-i Nur

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ an harflerinin okunup ya­zıl­­ma­­­­sı­­na büyük ehemmiyet ver­miş ve Risale-i Nur talebe­le­ri­ni, Kur’an harflerine hizmet et­­­meye tekrar tekrar teşvik et­miştir.  “Risale-i Nur’un bir va­­­zi­­fesi de bidate karşı huruf ve hatt-ı Kur’an’ı mu­ha­fa­za et­mek­­tir” di­­ye­­rek bu vazife­nin ehem­mi­ye­ti­ne dikkat çek­miş­tir. Bu­­ra­­da dik­kat edil­mesi gere­ken mü­him bir nokta şudur: Hazret-i Üstad Kur’an harfle­ri­­ne, yalnız Kur’an okumak ve yaz­mak için  ehemmiyet ver­­miş de­ğildir. Bununla birlikte, di­­ğer İslam milletlerinde olduğu gi­bi, kendi lisanımızı okur - ya­zar­ken de bu harflerin kullanıl­ma­sını ve yaygınlaştırılmasını ve unutulmaktan muhafaza olun­masını büyük bir hararetle iste­miştir. *** Şu aşikârdır ki, dünü bil­me­yen bugünü bilemez. Bugü­nü bil­me­yen, yarını inşa ede­mez. Me­de­ni­yet­ler­de esas olan ise, kültür­de, sa­natta, edebi­yat­ta, de­vam­lı­lık­­tır. Bizi biz ya­­pan değer­lere sahip çıkmak­tır. Bu­­nun tam tersi bir du­rumla kar­­şı­­­laş­­tı­­­ğı­mız memleketi­miz­de, bi­­zi kök­le­ri­mi­­ze ve me­deni­ye­­ti­­­­mize bağ­la­ya­cak en önem­li ve kolay vasıta Os­manlı Türk­çe­­­­­si­ni öğrenmek ve öğretmek olmuştur. Bugün daha geniş çalışmala­rın yapılması bizleri mesrur et­mek­­tedir. Şu da bir vakıadır ki, Be­diüzzaman Hazretlerinin hatt-ı Kur’an’a sahip çıkması, eser­lerini bu yazı ile yazdırıp okunmasını ve neşrini istemesi, esasında bu yazıdan hiç kop­madan yetişen bir neslin var­lığına sebep olmuştur. Bu var­lık da bugün bu çalışmaların yapılmasına çok ciddi katkı sağlamaktadır. Bu cihetiyle bakıldığında hem Risale-i Nur eserleri canlı­dır, hem de hatt-ı Kur’an ve o kültürle yetişen bir nesil can­­lıdır. Ve bu canlılık ümit de­riz ki, geçmişimizle bağ kur­­du­racak önemli bir köp­­rü olacaktır. *** Risale-i Nur’un pek çok yerinde, hatt-ı Kur’an (Kur’an yazısı), hu­ruf-u Kur’aniye (Kur’an harf­leri), huruf-u Arabiye (Arab harf­­leri), İslam yazısı, İslam harf­­leri, eski yazı, eskimez yazı gibi tabirlerle ifade edilen bu al­fa­­beye, Osmanlı döneminde yüz­yıl­­larca kullanılmış olması se­be­biyle, günümüzde daha çok Os­man­lıca denilmektedir. Şim­di bu mevzuda Risale-i Nur’da geçen mühim kısımları dik­kat­li mütalaalarınıza arz ediyoruz. “Hatt-ı Kur’an’ın ref’ine (kal­dırmaya) çalışanları sus­tur­ma­­­lıyız. Ve Kur’an’ı unuttur­ma­­ya niyet edenlerin niyetle­ri­ni onlara unutturmalıyız.” (Ru­mu­za­t-ı Semaniye) “Risale-i Nur zındıkaya karşı ha­kaik-i imaniyeyi muhafaza­ya çalışması gibi, bid’ata kar­şı da huruf ve hatt-ı Kur’ an’ı (Kur’an harfleri ve yazı­sını) muhafaza etmek bir va­zife­si iken; has talebelerden bi­ri­si bilfiil huruf ve hatt-ı Kur’ani­yeyi ders verdiği halde, sırrı bi­linmez bir hevesle, huruf ve hatt-ı Kur’aniyeye ilm-i din perdesinde tesirli bir suret­te darbe vuran bazı hocaların darbede istimal ettikleri eser­leri almışlar. Haberim olma­dan dağda şiddetli bir tarzda o has talebelere karşı bir gergin­lik hissettim. Sonra ikaz ettim. El­hamdülillah ayıldılar. İnşal­lah tamamen kurtuldular.” (Kasta­monu Lahikası) “İşte o Esma-i Sittenin deva­mın­dan tereşşuh eden ve o Es­manın lemeatı olan Risale-i Nur ve o Risale-i Nur kendi şakirdleri ile lâakal (en az) yüzer kalemle, yüzer parça Risale-i Nur’un eczalarıyla ve intişar eden yirmi bin nüshasıyla lâa­kal yüz bin adamı huruf-ı Kur’âniye lehine ve sünnet-i seniyeye ittibaa ve imanlarının takviyesine ve Hazret-i Ali Ra­dıyallahü Anh’ın hiddet et­ti­ği iki cereyana (zındıka ve ule­ma-i su) karşı tamamıyla mukave­met ettiklerinden elbette Haz­ret-i Ali Radıyallahü Anh’ın (Ey Kardeşlerim) tabir ettiği ihvanları içinde hususî bir surette onlara bakıyor.” (18. Lem’a) “Risale-i Nur’un mühim bir vazifesi, âlem-i İslam’ın ek­se­riyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabi­ye­yi (Arab harflerini) muha­fa­za etmek olduğundan, tab’ (baskı) yoluyla işe girişilse, şim­di ekser halk yalnız yeni hu­ru­fu bildikleri için, en çok risa­le­leri yeni hurufla tab’etmek lâ­zım gelecek. Bu ise Risale-i Nur’un yeni hurufa bir fetvası olup, şakirdleri de o kolay yazı­yı tercih etmeğe sebeb olur.” (Emirdağ Lahikası) “Risale-i Nurun neşir keyfiyeti de tarihte hiçbir eserde gö­rül­memiştir... Şöyle ki: Kur’an hat­tını (Kur’an yazısını) mu­­ha­­faza etmek hizmetiyle de mu­­vaz­zaf olan Risale-i Nur’un, muhakkak Kur’an ya­zı­­­sıyla neşredilmesi lâzımdı. Es­ki yazı yasak edilmiş ve mat­­­baa­ları kaldırılmıştı. Be­di­üzza­man Hazretlerinin parası, serveti yok­­­tu; fakirdi, dünya metaıyla alâ­­kası yoktu. Risaleleri el ile yazarak çoğaltanlar da, an­cak zarurî ihtiyaçlarını te­min edi­yor­lardı. Risale-i Nuru ya­zan­lar, karakollara götürü­­lü­­yor, iş­­ken­ce ve eziyetler yapı­lı­yor, ha­­pis­lere atılıyordu.” (Ta­rihçe-i Hayat) “Risale-i Nurun neşir keyfiyeti de tarihte hiçbir eserde gö­rül­memiştir... Şöyle ki: Kur’an hat­tını (Kur’an yazısını) mu­­ha­­faza etmek hizmetiyle de mu­­vaz­zaf olan Risale-i Nur’un, muhakkak Kur’an ya­zı­­­sıyla neşredilmesi lâzımdı. Es­ki yazı yasak edilmiş ve mat­­­baa­ları kaldırılmıştı. Be­di­üzza­man Hazretlerinin parası, serveti yok­­­tu; fakirdi, dünya metaıyla alâ­­kası yoktu. Risaleleri el ile yazarak çoğaltanlar da, an­cak zarurî ihtiyaçlarını te­min edi­yor­lardı. Risale-i Nuru ya­zan­lar, karakollara götürü­­lü­­yor, iş­­ken­ce ve eziyetler yapı­lı­yor, ha­­pis­lere atılıyordu.” (Ta­rihçe-i Hayat) “… hatt-ı Kur’an’ın tebdiline (Kur’an yazısının tebdiline) kar­şı, Kur’an şakirdlerinin (Nur Talebelerinin) bütün kuv­­vet­­le­riyle hatt-ı Kur’anîyi mu­ha­­­fazaya çalışması aynı sene­de­dir.” (Mektubat) “İşte gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ti­ca­rete bak, seyret ve düşün ki: Bu hu­rufatın (harflerin) kıy­­me­­ti­ni takdir etmeyenler ne de­­re­ce had­siz bir hasaret­te (za­rar­­da) ol­duğunu anla!” (Mek­­tu­bat) “Huruf-u Kur’aniyeyi (Kur’an harflerini) tercüme ile tahrif, tebdil, tağyir etmek (boz­mak, değiştirmek); mülhidlerin (din­­­siz­­lerin) dehşetli cinayet­le­­ri­­ne mukabil cihad eden Said, ifratkârane ve müsrifane te­­va­­fukta çok tedkikatı lü­zum­­suz değil, manasız olmaz.” (Kas­tamonu Lahikası) “Sual: En mühim hakaik-i Kur’ âniye ve imaniye ile meş­gul olduğun halde neden onu mu­vak­katen bırakıp en zi­ya­de ma­nadan uzak olan hu­ruf-ı he­caiyenin (tek tek harf­lerin) aded­lerinden bahs edi­yorsun. El­cevab: Çünkü bu me­­şum (uğur­suz) zamanda Kur’­ânın bir temel taşı olan huru­funa (harf­lerine) hücum edili­yor ve onların tebdiline (değiş­tir­me­ye) çalışıyorlar.” (Ru­mu­zat-ı Se­­­maniye, 7. Remiz)  “…Kur’an hurufunun (Kur’an harflerinin) dersinin men’ine (ya­saklanmasına) yirmi sene ev­vel bir mahrem risalede itiraz et­mişim.” (Şualar) “Kur’an’ın hurufat-ı kudsiyesi­nin (kudsi harflerinin) yerine beşerin tercümesini ikame per­desi altında, noksan huruflarla (harflerle) yeni hatt  (yeni yazı) altında tahrifkârane (aslını bo­zarak) ehl-i dalaletin tevi­lat-ı fasideleri âyâtın sarahatı­nı incitmelerine bakmıyor gi­bi, bîçare mazlum bir ada­mın kardeşlerinin imanını kuv­vet­len­dirmek için bir nükte-i i’ca­ziyeyi beyan ettiği için hizmet-i imaniyesine fütur verecek de­re­cede itiraz, elbette değil ehl-i hakikat zatlar belki zerre mik­dar insafı bulunan itiraz ede­mez.” (Şualar) “Madem benim reyimi de al­mak istiyorlar. Şimdilik, evvel­ce nazlanan matbaacılara lü­zum yok. Hem mesleğimize muhalif yeni hurufa (yeni harflere), Risale-i Nur’un bir nevi müsaadesi hükmüne geç­tiği için lâzım değil. Sizler, el makinasıyla yazdığınız mik­dar yeter. Zaten Nazif de, el makinasıyla bir derece çalışı­yor. Tashihine çok dikkat et­mek lâzım. Eski hurufla elmas kalemli kardeşlerim matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Bize yardım etsinler.” (Kastamonu Lahikası) “Huruf-ı Kur’âniyenin (Kur’an harflerinin) tebdiline (değişti­ril­mesine) çalışanların nihâ­yet derecede belahet (ahmak­lık) ve hasaretlerine (zararlarına) kat’i delalet ettiğini ehl-i dik­kat tereddüt etmez görür. Ehl-i ilhadın kör oldukları için gör­memeleri imam Busayrî’nin قَدْ يُنْكِرُالْمَرْءُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ. وَيُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَالْمَ اءِ مِنْ سَقَمٍ düsturuyla gözlerindeki hasta­lık­lar ile güneşin ziyasını gö­re­mezler. Ve dilindeki hasta­lık­larla ab-ı hayat olan şu tatlı suyun lezzetini ve zevkini his edip tadamazlar.” (Rumuzat-ı Semaniye) “… lâdinî (dinî olmayan) hu­ru­funun resmen kabulü tarihi­ne bir tek fark…” (Rumuzat-ı Semaniye) “Tekellüfsüz o tevafukat-ı mat­lu­be bir derece gösterilebilir. Ve onu göstermekle hatt-ı Kur’ âniye (Ku’an yazısına) bir zevk bir şevk uyandıracak.” (Rumu­zat-ı Semaniye) “Kur’ân-ı Hakîm’i yeni bir tarz­da yazmaktaki niyetimin se­bepleri üçtür. [Birincisi] Hu­tut-ı Kur’âniyenin (Kur’an ya­zı­sının) muhafazasına hiz­mettir. Çünkü gördüm ki söz­lerde tevafukatın zuhuruyla  fü­­tu­ra düşen müstensihlerin şev­­ki­ni yeniledi. Gayrete gel­di­ler. Yeni bir heves uyandı. Ken­dine yazanlar tekrar yaz­mağa baş­ladı. Hem yüzler âdem­lerin söz­lere ve dolayısıyla hakaik-i Kur’âniyeye karşı iman­­­ları kuv­vet­lendi. Hatta bir kı­­sım din­sizler dahi o tavafukatı gö­rüp in­kâr edemedikleri için ik­rara mecbur oldular. Hatta bun­lar­dan birisi demiş: Bunları ikrar etmem fakat inkâr da ede­mem. Çünkü gözümle gö­rü­yorum demiş. (…) [İkinci sebeb] Kur’ân-ı Hakî­min meani ve hakaikınde es­rar ve işaratında olduğu gibi elfaz ve hurufunda dahi çok esrar ve mezaya bulunduğuna bir zemin ihzar etmek için lafzullahın binde bir sırrına işaret edecek bir tarzı yazmak ve bizden sonra gelenler in­şâallah daha büyük esrarları o anahtarla açacak temennisidir. Ve nazar-ı dikkati Kur’an’ın hattına çevirmek ve hakaikine ehemmiyetle baktırmak niyeti­dir.” (Rumuzat-ı Semaniye) “(Hz. Ali Ercûze isimli kasi­de­sinde) Hülagû asrından bu asrımıza bakıyor ve ikinci bir keramet-i gaybiyeyi izhar edi­yor. Ve diyor ki: … Rûmice bin üç yüz kırk yedide (1931) Arabî hurufunu (Arab harf­lerini) terk edip, ecnebi ve acemi hurufuna İslâm için­­­de başlanacak. Hem umum, fa­­kir, zengin, emir ve iş­çi, çoluk ço­­cuk gece ders­le­ri ile o hurufu ceb­ren öğre­ne­cekler…. “Ucmin” ise o za­­ma­nın ıstılahınca Arabın gay­­rı Lâtince ve Frengî huruf (harf­ler) demektir.” (18. Lem’a) “O bid’alar ve acemî ve ec­nebi hurufunun (harflerinin) intişarı, zamanı olan o âhir zamanın fena âdemleri bir kısım ülemaü`s-su’dur (kötü âlimlerdir) ki; hırs sebebiyle batınlarını haramla doldurmak için (ecnebî hurufu gibi) bid’ alara yardım edenler ve fetva verenlerdir.” (18. Lema) “(Hz. Ali) Latin hurufunun İslâmlar içinde cebren ka­bul ettirileceğini teessüfle bah­sedip ve ulemaü’s-sû’u tokat­ladığı yerde”... (18. Lema) “Hazret-i İmam Ali Radıyallahü Anh huruf-ı ecnebiyi (ecnebî harflerini) İslâmlar içinde kabul ettirmek hadisesi ile ulemaü’s-sû’un bid’alara yardımlarından teessüfle bahsedip o iki hadi­se ortasında irşadkârane bazı­larından bahsediyor ki, o Seki­ne olan İsm-i Âzam ile ecne­bi hurufuna karşı mukabele edi­yor. Ve hem ulemaü’s-su’a kar­şı muhalefet ediyor. İşte bu zamanda o âdemler Ri­sa­le-i Nur şakirdleri ve na­şir­leri oldukları şüphe­siz­dir. Çün­kü onlardır ki hatt-ı Kur’ ân’ı muhafaza ediyorlar ve bid’akâr bir kısım ulemalara kar­şı mukavemet ediyorlar.” (18. Lema) “Ecnebi hurufatını (harflerini) ehl-i İslam’ın en mühim hü­kümeti resmi bir surette kabul ve neşir ve cebrettiği halde Ri­sale-i Nur şakirdleri bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’âni­yi  harika bir surette neşir ve tamim ile muhafazasına çalış­tıkları bir zamanda Hazret-i Ali Radıyallahü Anh tarihiyle ondan haber vermekle…” (18. Lem’a) “Hazret-i Ali  keremallahü vec­he ecnebi hurufuna karşı şid­detli teessüf ve hiddet ettiği ve bid’alara taraftarlık eden bir kısım ulemaü’s-sû’a karşı şiddetli nefret ve hiddet ettiği yerde irşadkârâne bazılarıyla ko­nuşuyor. Ve Hazret-i Cib­ril’in tabiriyle Sekine ismi ve­ri­len ve İsm-i Âzam sanduk­çası olan Esma-i Sitteye devam edeni irşad ediyor, taltif ediyor.” (18. Lem’a) Diğer Bazı Bahisler: “Sen anlaşılıyor ki, bir parça fren­gi okumuşsun. Bu İslâm ya­zı­larını okuyamıyorsun. Hem de bilen­den sormu­yor­sun.” (10. Söz) “Şu Söz’ün (25. Söz’ün) başında beş şuleyi yazmak niyet et­tik. Fakat Birinci Şule’nin ahir­lerinde (yasaklanmadan önce) es­ki hurufatla (eski harflerle) tab’ etmek (basmak) için ga­yet süratle yazmağa mecbur olduk.” (25. Söz) “Bu gaybdan haber veren ayet­ler, pek çok tefsirlerde izah edil­­me­sinden ve eski harfle tab’ et­mek niyeti müellifine ver­­­di­­ği acelelik hatasından bu­ra­da izahsız ve o kıymetdar ha­­zi­ne­ler kapalı kaldılar.” (25. Söz) “Bekir Efendi, Onuncu Söz’ü tab’ etti. İ’caz-ı Kur’ana dair Yir­mibeşinci Söz’ü, yeni huruf (ye­ni harfler) çıkmadan tab’ et­mek için ona gönderdik. Onun­cu Söz’ün matbaa fiatını gönder­diğimiz gibi, onu da gönde­receğiz diye yazdık. Bekir Efendi, benim fakr-ı ha­limi düşünüp matbaa fiatı dört yüz banknot kadar ol­du­ğunu mülahaza ederek (değer­lendirerek) ve kendi kesesinden vermek, belki Hoca razı olmaz diye onun nefsi onu aldattı. Tab’ edilmedi. Hizmet-i Kur’ aniyeye mühim bir zarar oldu. İki ay sonra dokuz yüz li­ra hırsızların eline geçti. Şef­katli ve şiddetli bir tokat yedi. İnşallah ziyaa giden (zayi olan) dokuz yüz lira, sadaka hük­müne geçti.” (10. Lema) “Cenab-ı Hak, benim gibi ka­lemsiz, yarım ümmi, diyar-ı gur­bette, kimsesiz, ihtilattan men’ edilmiş bir tarzda; kuv­vetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer el­mas kılınç olan kardeşleri ba­na muavin ihsan etti. … ve şu zamanda, yani hurufat (harf­ler) değişmiş, (Osmanlıca) mat­baa yok, herkes envâr-ı ima­niyeye muhtaç olduğu bir za­manda ve fütur verecek ve şev­ki kıracak çok esbab var­ken, bunların fütursuz, kemal-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir kera­met-i Kur’aniye ve zahir bir inayet-i İlahiyedir.” (28. Mek­tub, 7. Mesele) “Haber almışım ki, Arabi olarak eski huruf ile Matbaa-i Evkaf’ta tab’ edilmek izni varmış. Eğer Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, Türkçe olarak eski hurufa (eski harflerle) müsaade-i res­mî olduğu dakikada ve Bekir Efendi şu iki risaleyi (31 ve 32. Sözleri) Seyyid Şefik’in taht-ı nezaretinde tashihine gayet dik­kat etmek şartıyla çabuk tab’ edi­niz.” (Barla Lahikası) “İstanbul’da yeni huruf (yeni harfler) çıkmadan evvel (1926’ da) tab’ et­tir­diğim O­nun­­cu Söz namında gayet kıy­met­­­­dar haş­ri ve kıyameti gün­düz gi­­bi is­bat eden risa­lemi…” (Bar­la Lahikası) “Kardeşlerim! Yeni hurufla  (ye­­­­ni harflerle) yazdığınız iki me­­se­­le, cidden tesirini göster­di. Birin­ci, İkinci, Üçüncü Me­­se­leleri de yazılsa çok iyi olur. Fakat Hüs­rev ve Tahirî gibi kalemleri Kur’ an’a ve Kur’an hattına (Kur’an ya­zı­­sı­na) mah­­sus ve memur ol­ma­ların­dan ba­na endişe ve­rir. Başka­ları yaz­salar daha mü­na­sib­dir.” (Şua­lar) “Harbiye Nezareti’nin kapısın­daki... hatt-ı Kur’anînin üzeri mermer taşlarla kapatılmışken meydana çıkarılması, şimdi ye­­niden hatt-ı Kur’anîye bir nü­mune-i müsaade ve Ri­sa­le-i Nur’un takib ettiği mak­sa­dına bir vesile...” (14. Şua) “Merkez-i hükûmette umumî bir Arabi hattı ve hurufu kur­su açılması ve Asâ-yı Mu­sa Ri­salesinin fütuhatına ve ke­­ra­metine alâmet olmasını müj­­delemeleri, pek büyük bir inşi­rah vermesiyle bu kışın bü­tün çektiğim sıkıntıları hiçe in­dirdi.” (Emirdağ Lahikası) “İki genç muallim daha eski yazı ile Nurlara girmesi ve çocukların huruf-u Kur’ani­ye­yi öğrenmeye başlaması ile Risale-i Nurları da yazmağa girmeleri, büyük bir fâl-i ha­yırdır.” (Emirdağ Lahikası) “...Lafzullah’ı kırmızı ile yaz­dır­dık, gören “Kur’an’ın i’ca­zını gö­­zümle görebiliyorum” di­ye­bilir. İnşallah bu cüz’-i i’caz, hatt-ı Kur’anîyi mu­ha­fa­za ede­cek, tah­riften (bo­zul­mak­tan) kurta­ra­­cak.” (Barla La­hi­ka­sı) “Hatt-ı Kur’anî lehinde birin­cisinin bir kerameti, merkez­de hatt-ı Kur’anînin bir kur­su açılması olduğu gibi; inşal­lah ikincisi, daha mu’cizane bir keramet gösterecek.” (Emirdağ Lahikası) “Yeni harf ile teksir edilebilen Asâ-yı Musa eserini okuyan genç­­ler, Kur’an harfleri ile ya­­zıl­mış mütebaki (diğer) eser­­leri de okuyabilmek için kısa bir zamanda o yazıyı da öğreniyorlar. Bu şekilde bir­çok ilimlerin öğrenilmesine en­gel olan ve dinden imandan çı­karmak için te’lif edilen eser­leri okumağa mecbur eden Kur’an hattını bilmemek gibi büyük bir seddi de yıkmış oluyorlar.” (Şualar) “Böyle ağır şartlar içerisinde Ri­sa­le-i Nuru Hazret-i Üs­ta­dı­mız inayet-i İlâhiye ile te’lif edip, ekserisini Kur’an harf­leriyle ve el yazısıyla neş­ret­­miş­tir. Böylelikle -aynı za­manda- Kur’an hat­tını da mu­hafaza etmiş ve yüzbinler­le Müslüman Türk Gençleri Risale-i Nuru okuya­bil­mek için mukaddes kitabı­mız olan Kur’an’ın yazısı­nı öğrenmek nimet ve şerefi­ne nail ol­muş­lardır.” (Tarih­çe-i Hayat) “Barla medrese-i Nuriyenin baş kâtibi Şamlı Hâfız Tevfik’in halka-i tedrisinde Sıddık Süley­man’ın mahdumu Yusuf ve merhum Mustafa Çavuş’un ve Ahmed’in oğulları gibi Kur’an dersiyle Kur’an yazısını ve Nur­ları öğrenmesi ve Hu­lu­si ve Hâfız Hakkı’nın Nur­ları şevk ile yazmaları, Bar­la’ya kar­şı be­nim ümidimi kuv­vet­len­dir­di­ler ve derince bir ferah ve sü­rur verdiler.” (Emir­dağ La­hikası)

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiBu Kışın Devamına İhtimal Verebilir misin?*
Risale-i Nur

Bundan on sene evvel Tiflis’e gittim. Şeyh Sanan tepesine çık­tım, dikkatle temaşa ediyor­dum. Bir Rus yanıma geldi. Dedi: “Niye böyle dikkat edi­yorsun?” Dedim: “Medresemin plânını yapıyorum.” Dedi: “Nerelisin?” “Bitlisliyim” dedim. Dedi: “Bu Tiflis’tir.” Dedim: “Bitlis, Tiflis, birbiri­nin kardeşidir.” Dedi: “Ne demek?” Dedim: “Asya’da, âlem-i İs­lam’da üç nur, birbiri arkası sı­ra inkişafa başlıyor. Sizde bir­biri üstünde üç zulmet in­kişafa başlayacaktır. Şu per­de-i müstebidane yırtılacak, ta­kal­lüs edecek. Ben de gelip bu­rada medresemi yapacağım.” Dedi: “Heyhat! Şaşarım senin ümidine.” Dedim: “Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ih­timal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir ne­harı vardır.” Dedi: “İslâm parça parça ol­muş.” Dedim: “Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslam’ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İs­lam’ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslam’ın iki bahadır oğulları­dır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim alıyor. İlâ âhir... “Yahu, şu asilzade evlât, şeha­det­namelerini aldıktan sonra, her biri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslamiyet’in bayrağını âfâk-ı ke­­mâlâtta temevvüc ettirmekle, ka­der-i Ezelînin nazarında, fe­le­­ğin inadına, nev-i beşerdeki hik­met-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.”

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiKanayan Yara: Ortadoğu
Tarih

“Ortadoğu” isimlendirmesi müsteşrik ve oryantalistlerindir, bizim değil. Biz buraları, Kanuni’nin Fransuva’ya: “... Acem’in ve Şam’ın ve Haleb’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve daha nice memleketlerin padişahıyım” cümleleriyle yazdığı mektubunda dediği gibi, mezkûr vilayetlerle birlikte anarız. Orada yaşayan tebaayı da zikrederiz.  Ortadoğu Neden İlgi Odağı? Ortadoğu, kavimlerin anavata­nı, semavi dinlerin mer­ke­zi ve pey­gamberlerin zu­hur ye­ri, ve­rimli arazileri ve neft gi­bi kıy­­metli madenlerinin bu­lun­­ma­­sı hasebiyle zaman-ı Âdem­­den beri insanlığın ve mil­let­lerin ilgi odağı olur. Her güç­­lü mil­let, oranın kendisine ait ol­ma­sı­nı ister. Babil Kra­lından be­­ri devletler neft uğruna bü­yük savaşlar verir. Bu se­bep­le, kanların seller gibi ak­­tığı, zul­mün ayyuka çıktı­ğı bir du­rum ortaya çıkar. Ortadoğu hususen Roma ve Yunan devletlerin zü­lum sahası, yağma meydanı olur. Pers – Roma savaşları (ki, bu savaşlar Kur’an’a da konu olmuş. Bak: Rum, 1-2), Karta­ca savaşları ve Mısır’ın işgaliyle yağmalanması asırlar süren bit­mez tükenmez savaşlar, yağ­ma, talan ve katliamlar ta İsla­mi­yet’e kadar sürer. İslamiyet’in gelmesiyle bu coğ­rafya tam bir sulh ve huzur kaynağı olur. Ne var ki kanla beslenen zihniyet, zulmü esas alan Roma-Yunan ve Batı me­de­niyetinin menfi kısmı ve fel­sefesi yine durmaz, zalim­lerin Ortadoğu’ya giden yollarını ke­sen İslam’a savaş açar. Batı’nın açgözlüleri, İslam’ın çekilmiş kı­lıcı Kılıçaslan – Selahaddin ve Türk­ler tarafından defaat­le püs­­­­­kür­­­tülür. Anadolu’yu ge­çe­­me­­yen zülüm medeniyeti, ken­­­­di dindaşı olan İstanbul’u yıl­­­lar­­ca yağma ederek Latin dev­­­­­le­ti kurar. O zulümden bu­na­­­lan İstanbul halkı huzur için ‘Latin’in kara kalpağını gör­mek­tense, İslam’ın beyaz sarı­ğını görmek’ ister. Avrupa’nın batısında Endülüs medeniyeti, Avrupa’nın doğusunda Trak­ya’ya geçen Türkler ara­sında Av­­ru­pa’ya sıkışan batı mede­ni­yeti bu sefer de kendi arasında savaşmaya başlar. Günümüze kadar süren Haçlı savaşları san­ki bunların bir intikamıdır. İslam’dan ve Türklerden geçit bulamayan batı medeniyeti zu­­­lüm ve yağma için yeni yol­lar ara­maya başlarlar. Alt kül­tür­­lerinde olan Promet­heus’un Olympos dağından ateş çalması gibi yeni çalma yöntemleri ve yerleri ararlar. Portekizli gemi­ci Barthdomen Diasın 1487’de ümit burnunu bulmasıyla o yol da bulunmuş olur. Bu yol­dan gelenler, Hint ve Malay mil­letlerinin coğrafya ve mil­let olarak bölünmesine sebeb olur. Bu zülüm günümüze kadar devam eder. Geniş petrol ve doğal gaz ya­taklarının bulunması, enerji sa­hasının Asya’da olması, tek­nolojinin gelişmesi, hızlı trenin hayata girmesiyle madde­nin deniz yolundan daha kısa za­manda nakli, ayrıca Anadolu’ nun enerjinin nakil köprüsü olması tekrar eski ipek yolunu gündeme getirir. Bu saha tek­rar kan emici, mal yağmalayıcı medeniyetin iştahını celbeder. Ama sahada Osmanlı’nın yeni­den yeşermiş genç bir çınarı vardır: Türkiye ve genç İslam devletleri. Bu genç ve dinamik İslam’ın bayrağı Türkiye’yi yık­mak, olmazsa zayıf tutmak için iki planı sahaya sürerler. Irkçılık, mezhepçilikle kar­deş kavgası çıkartarak ittifak edecek gücü zayıflatmak ve kaosla anarşi çıkararak bölgeyi itibarsızlaştırmak. Anarşinin cevelengâhı hali­ne gelen bölgeye “huzur ve de­mok­ra­si getiriyoruz” diyerek bu ener­ji ve ittihat sahasını işgal etmek. Zihnimize gelen “Neden bu coğ­rafya?” sorusuna şöyle ce­vap vermek herhalde yerinde bir cevap olacaktır: Dünya bir köy haline de gelse, teknoloji­nin gelişmesiyle haberleşme ve ulaşım imkânları da artsa her şeye rağmen coğrafya vaz­ge­çil­mezliğini devam ettir­mek­tedir. Ortadoğu de­mek, dün­yanın kı­­talar arası köp­rüsü, enerji ko­ri­doru, İslam dünya­sının bir bi­­rine giden yolların kavşak nok­­­tası demektir. Buraya hâ­kim olan, dünyaya manen ve mad­­deten hâkim olur. Böl, Parçala, Yut Batı’nın maddeperestleri İslam coğrafyasını işgal ediyor. İşgal ettiği yeri etnik gruplara bö­lü­yor. Yani ırkçılığı tahrik edi­yor. Unsurları ayırdıktan sonra, aynı unsur içinde mezhepciliği ortaya atıyor. Böylelikle öteki­nin silahıyla berikini öldürsün, berikinin deliliyle ötekini çü­rüt­sün. Kendisinden medet bek­leyen veya merhamet dileyeni yesin. Geri kalanlardan da di­şi­ni tırnağının kirasını istesin. Ta ki ittihadı sağlayacak bütün yol­lar kapansın. Kendisi de ora­nın imkânlarından istediği gibi is­tifade edip semirsin. İslâm dünyasını birbirine bağ­la­yan en önemli kavşak nok­ta­larının en ehemmiyetli kıs­mı Kürt kardeşlerimizin yoğun ola­­rak yaşadığı bölgeler­dir. Bu böl­gede Batının maddeperest­leri­nin en son oyunu da şu: Irk­çılığı hareketlendirerek ba­­zı ço­cuk misal heveslileri tah­­rik­le İs­lam birliği yerine Kürt dev­leti kurdurtmak. Bu se­bep­­­le­­dir ki şer güçler bütün tez­gâhlarını bu bölge üzerine kur­muşlardır. Nasıl ki Birinci Dünya Savaşı’nda Araplarla Türk­ler arasında kardeş kavga­sı çıkararak uzun süren bir düş­manlığa ve parçalanmaya se­bep olmuştu. Arap-Türk düş­manlığı ile bütün Ortadoğu’yu yüz sene kontrol altında tut­muşlardı. Batı, şimdi aynı oyu­nu Güneydoğu için sahneye koymaktadır. İslâm Birliğinin bir çekirdeği olacak olan Türk-Arab-Kürt kardeşliğini yok edip, bizleri boğmak istiyorlar. Böy­le­ce yeni bir düşmanlık ile önü­müzdeki yüzyılı da elimizden  ç/alacaklar. Milliyetçilik fikri bu yüz yılda çok ileri gitmiş. Hususan des­sas Avrupa zalimleri, bunu İs­lâmlar içinde menfi bir su­rette ortaya çıkarıyorlar; ta ki par­çalayıp onları yutsunlar. Men­fi milliyetçilik uğursuzdur, za­rar­lıdır; başkasını yutmakla bes­le­nir. Ömrü diğerlerine düşman­lıkla devam eder. Körü körüne davranır. Bir biriyle çekişmeye sebebiyet verir. Kardeşliği bozar, anarşiye yol açar. Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüştür. Milliyetçiliğin fikir babası ve ana vatanı Avrupa’da Fransız, Alman ve İngiliz’in çok uğur­suz ebedî düşmanlıklarıyla be­ra­ber iki dünya savaşını da bera­berinde getirmiştir. Bütün biri­kim ve evlatlarını bu uğurda telef etmişlerdir. Maalesef İslam içinde de Emevîler bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine ka­rış­tırdıkları için, hem âlem-i İslâm’ı küstürdüler, hem ken­dileri de çok felâketler çektiler. İran’da ise milliyetçilik fikri Şia’yı verdi. Bizde ise, Osmanlı devleti içinde yaşayan tebaa kadar şubelere ayırdı. Rum ve Ermeni gibi ayrılmaya sebep pek çok cemiyetler teşekkül et­ti. Bu ayrılanlardan ve teşekkül edenlerden şimdiye kadar ecne­bilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, göre­bi­lene menfi milliyetin zararını aşikâre gösterdi. Kardeşinin Meziyetiyle İftihar Edebilmek Bediüzzaman Hazretleri menfi milliyetin ne kadar tahrip edi­ci olduğu göstermek için başın­dan geçen bir hatırasını şu şe­kilde özetler: “Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslamiyet’e çok hizmet et­miş­ler. Sen onlara ne niyet­le ba­kıyorsun?” dedim. Dedi: “Ben Müslüman bir Türk’ü, fâ­sık bir kardeşime tercih edi­yo­rum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.” Bir za­man geçti (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe gir­miş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı mual­lim­ler­den aldığı aksülamel ile o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hatta dinsiz de olsa bir Kürt’ü, salih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu bir­kaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki Türkler, bu mil­let-i İslimiye’nin kahraman bir ordusudur. Ey sual soran mebuslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Ve­ya­hut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşün­me­yen ve uhuvvet-i İslâmiye’yi ta­nı­mayan sırf ulûm-ı felsefe­yi oku­mak ve İslâmî ilimleri na­zara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum! ... Elhâsıl, Sultan Selim’e biat et­­mişim, onun ittihad-ı İslam’ daki fikrini kabul ettim. Zira o, vilâyat-ı şarkiyeyi ikaz et­ti, onlar da ona biat ettiler. Şim­diki Şarklılar, o zamandaki şark­­lılardır. İttihad-ı İslâm’ı he­def tu­tan Namık Kemal ve Sul­tan Se­limdir ki demiş: İhtilâf ü tefrika endişesi,Kûşe-i kabrimde hatta bikarar eyler beni;İttihadken savlet-i a’dayı def’e çaremiz,İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni...” Hâkim Değil Hâdim Yavuz Sultan Selim Han, ırkçı­lı­ğı ve mezhepçiliği sebebiyle Gü­neydoğu’daki Safevilerin zu­lüm ve baskısına son verdikten sonra bölgeyi İslâm birliğine ka­tarak Mısır’a sonra Mekke, Me­dine’ye kadar gidip ittihad-ı İslâm’ı sağlar. “Hâkim değil hâ­dim” anlayışı ile kendisi için is­tediğini kardeşi için de isteye­bil­me iradesini ortaya koyar. Tefrikaya sebebiyet veren, “En ziyade birbirine muhtaç ve bir­birinden mazlum ve birbirin­den fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabail-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyet­le birbirine yabani bakmak ve bir­bi­rini düşman telakki et­mek(tir). (Bu) öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Âdeta bir sineğin ısır­maması için müthiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle; büyük ejderhalar hük­münde olan Avrupa’nın doy­­­­­­­mak bilmez hırslarını, pen­çe­­­­le­­­rini açtıkları bir za­manda, on­­­la­ra ehemmiyet ver­me­yip bel­­­­­­ki manen onlara yar­dım edip, men­fi unsuriyet fik­riyle şark vi­lâ­yet­lerindeki vatan­daş­­la­ra ve­ya cenub tara­fın­da­ki din­daş­­la­ra adavet bes­leyip on­lara kar­şı cep­he almak, çok zararları ve me­ha­liki ile beraber; o cenub efrat­ları içimizde düş­man olarak yok­tur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenubdan gelen Kur’ân nu­ru var, İslâmiyet ziyası gel­miş; o içimizde vardır ve her yer­de bulunur. İşte o dindaş­lara adavet ise; dolayısıyla İsla­mi­yet’e, Kur’an’a dokunur. İslâmi­yet ve Kur’an’a karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların ha­­yat-ı dünyeviye ve hayat-ı uh­­re­vi­ye­sine bir nevi adavettir. Ha­mi­yet namına hayat-ı icti­mai­­ye­ye hizmet edeyim diye, iki haya­tın temel taşlarını ha­rab et­mek; hamiyet değil, ha­ma­kattır!” (Mektubar 1. S.150) Ey Aziz Kürt kardeş! Siz akil insanlarsınız. İttihad-ı İslam için İdris-i Bitlisi Yavuz’a omuz­daş oldu, İslam birliğini sağladı. Sen de Türk ve Arab ağabeyinle bir­lik ve dirliği sağla cihana ve maz­luma sığınak ol. Bediüzzaman Hazretleri İslam birliğini ve imani hakikatleri, tufanda Hz. Nuh’un gemisine sığınak olan cûdi dağına benze­terek, imani hakikatler “Se­fi­ne-i Nuh gibi Anadolu’yu ce­bel-i Cûdî hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tu­fanından kurtulmasına sebeptir” der. Yine “Bu zamanın en bü­yük farz vazifesi İttihad-ı İs­lâm’dır” diyerek ittihadın öne­mini belirtir. Bugün dünyada dengeler yeni­den kuruluyor. Özellikle İslâm dünyası büyük bir değişim ve dönüşüm geçiriyor. Biz dün­yanın neresindeyiz? İslam dün­ya­sı ittifakta mı, yoksa tefrika belasında mı? İttihad-ı İslam Bu coğrafyada sulh ve huzur, an­cak kuvvetli olmakla olur. Bu kuvvet ise sadece ittihad-ı İs­lam’dadır. Kaba kuvvetle ol­maz. Çünkü hazır kuvvetten mut­laka daha kuvvetli çıkanlar olur. Ama bu kuvvet ne kadar kuv­vetli olursa olsun ittihad-ı İslam’ın karşısında zayıftır. Bu ittihad dört elifi (1,1,1,1), kar­deşlik sırrı, maksatta bir olma, vazifede beraber hareket etme sırrıyla bin yüz on bir (1111) yapar. Bediüzzaman Hazretleri ittifak ve mua­ve­­net için, “İnsanların terakki­ya­tına engel olan is­yan­­lardan, ih­ti­lâller­den, ih­tilâf­lar­dan mey­­da­na gelen felâket­lerin tir­ya­­kı, ilâcı, muavenettir” der. İs­­lam devletleri ve milletleri ara­sında siyasî, askerî, ticarî ve mes­le­kî müşterek faaliyetleri ga­yet net ve açık bir şekilde tas­vip ve teşvik eder. 24 Şubat 1955 tarihinde imzalanan CENTO antlaşmasını zama­nın Cumhur­başkanına mektup yaza­­rak tas­vip ve tebrik ettiğini iz­har et­miş­tir. Bu mektubunun giri­­şin­deki şu cümleler dikkate değerdir: “Sizin bu defaki Irak ve Pakis­tan’la pek kıymettar ittifakınız, inşallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, 400 milyon kardeş Müslümanla­rı ve 800 milyon sulh ve müsale­met-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hı­ris­tiyan ve sair dinler sahip­leri­nin dostluklarını bu vatan mil­le­tine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma ka­naat gel­di­ğinden, size beyan edi­yo­rum.” (Emirdağ Lâhikası, S. 438). Bütün İslam milletlerini bir çatı al­tında tutalım; dostu­muz âbat, ağyarımız berbat ol­sun. Ey Müslüman kardeşim: “Her kıştan sonra bir bahar, her ge­­ce­den sonra bir sabah ol­du­ğu gibi nev-i beşerin dahi bir sa­bahı, bir baharı olacak, in­şal­lah. Hakîkat-i İslamiye’nin gü­neşi ile, sulh-u umumi dai­re­sinde ha­kiki medeniyeti gör­me­yi rah­met-i ilahiyeden bek­le­­ye­bilir­siniz.” (Tarihçe-i Hayat, s. 84)

Zeynel Abidin YILDIRIM 01 Kasım
Konu resmiSultan 2. Abdülhamid'in Siyasi Dehası
Tarih

Meşrutiyet dönemlerini çıkarırsak 30 senelik saltanatında resmen Osmanlı Devletinin bir karış toprağını kimseye yedirmemiş olan Sultan 2. Abdülhamid’in uyguladığı siyasetten, günümüzde çıkaracağımız çok derslerin olduğunda şüphe yoktur. Savaş yoluna müracaat etmeden mevcut toprakları elde tutmak ve tehditleri bertaraf etmek üzerine kurulu bu siyaset tarzı, Osmanlı Devletine zamanında çok şeyler kazandırmıştır.  İngiltere, Rusya, Almanya ve Fransa gibi ülkeler arasında güt­tüğü denge siyasetiyle, bu ül­keler arasındaki rekabet ve mü­cadeleden Osmanlı Dev­le­­ti­nin istifade etmesini sağla­mış­tır. Yunan ve Bulgar kiliselerinin arasındaki sürtüşme ve kavga­yı körükleyerek, Osmanlı Devle­ti ile uğraşmalarına fırsat verme­miştir. Kendi kesesinden yaptığı ih­sanlarla Bulgaristan’ın Osman­­lı Devletine sâdıkâne bağlı kal­masını sağlamıştır. İslâm kardeşliğinin ve Hila­fetin verdiği güç ile Müslü­man halkları kendine ve Osmanlı Devletine bağlamayı bilmiştir. İşte bunlar gibi Sultan 2. Ab­dül­hamid’in bugüne de örnek olacak ferasetine ve siyasi de­hâsına birkaç örnek: Filistin Meselesi Theodor Herzl’in fikir babası olduğu siyonizmin en önemli hedefi, Filistin’de bir Yahudi devleti kurmaktı. O zamanlar için Yahudilerin bu niyetlerini gerçekleştirebilmeleri, bir hayal olarak görülüyordu. Ama on­lar, bu hayallerinin vücut bula­bil­mesi için kritik önemdeki adım­ları atmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu adımları atarken de ihtiyatlı olup, hep bir kılıf uyduruyorlardı. Bu adımlardan ilki, Kudüs’e bağ­lı Yahudî köyleri oluştur­mak­tı. Kendilerince iyi niyet­le yola çıkmışlardı. Theodor Herzl, bu iş için Sultan 2. Ab­dül­­hamid’le görüşmek istedi. Sul­tan, Theodor Herzl’i bir Cu­ma selamlığı sonrası kabul etti. Theodor Herzl, Kudüs’te Ya­hu­di köyleri oluşturmak istedik­le­ri­ni ve bu köylerde Müslü­man­ların da yaşayabileceğini Sultan’a arz etti. Bu köylerde yaşayan Yahudilerin Osmanlı Devletine bağlı olacakları ve her türlü nizama ve kanuna uyacakları teminatını veri­yor­­du. Ayrıca Os­manlı Dev­letinin dü­yun-ı umu­miye aracılığıyla ödediği dış borçların halli için çalışacaklarına dair yazılı bir sözleşme yapacaklarını söy­lü­­yor­du. Teklifleri gayet iyi ha­zır­lan­mıştı. Hesaplarını iyi yap­mış­lardı. Hesap edemedikleri şey, Sultan 2. Abdülhamid’in ferasetiydi. Sultan, bu teklifi reddetti. Yahudilerin Filistin plan­­larını gerçekleştirebilmek için önlerindeki en büyük en­gel Sultan 2. Abdülhamid’di. Sultan’ın Ermeni İstihbaratçıları 1894-1896 seneleri arasında Ermenilerin İstanbul’da çıkar­dık­ları hadiselerden sonra Av­rupa’da, Osmanlı Devleti san­ki durduk yere Ermenilere mü­­­dahale ediyormuş izlenimi oluş­­tu veya bazı çevrelerce oluş­turuldu. Hatta her yere bom­ba atan Ermenilere, nefs-i mü­da­­­faa için karşılık veren diğer Os­­manlı tebaasının ellerinde­ki so­palar, birer katliam silahı gi­­­bi gösterildi. Ki bu şekilde Er­menilere karşılık verip ken­dilerini savunanlar sadece Müs­­­lü­man Osmanlı tebaası de­­­ğil­­­di. Katolik Ermeniler, Rum­­lar ve Yahudiler de zarar gör­­dük­leri Ermeni isyancılara kar­şı ken­dilerini korumak için so­paları birer koruma aracı ola­rak kul­lanmışlardı. İşte tam bu noktada Sultan 2. Abdülhamid, kurduğu istih­ba­rat ağına mensup Ermeni istih­baratçıları aracılığıyla, Ermeni­lerin isyanlarda kullandıkları silahların Beyoğlu’nda bir Er­meni kilisesinin duvarında sak­­­lı olduğunu öğrendi. Der­hal talimat verdi, duvarı yık­tır­­­dı. Silahlar ortaya çıktı. Os­­­manlı Devletinin Ermeni­leri katlettiği yalanı ile ilgili pro­­pa­gan­daların merkezi olan Londra’da bu silahların sergi­le­­ne­rek, Avrupa’ya gerçeklerin an­­la­­tıl­masını istedi. Türk dostu Arşmit Bartlet aracılığıyla, bu silahlar Londra Meclisinin ya­nında sergilendi ve Ermeni­lerin gerçek yüzü tüm Avru­pa’ya ispat edildi. Almanların İstediği Ada Sultan 2. Abdülhamid’in den­ge siyasetinin bir gereği olarak, Osmanlı Devleti ile Almanya siyaseten birbirine yaklaşmıştı. Hatta Alman İmparatoru 2. Wilhelm, Sultan 2. Abdülhamid döneminde İstanbul’a iki ziya­ret gerçekleştirmiştir. Bu ziya­retlerin ikincisinde Kudüs’ü ve Ortadoğu’yu da gezmiştir. İşte bu yakınlaşmanın verdiği cesaretle Almanlar, Osmanlı Dev­letinden üzerinde kim­se­­nin yaşamadığı bir adayı iste­miş­­lerdir. Bu ada, Kızıl­deniz’de Hudeyde civarındaydı. Ada gü­nümüzde Yemen’e bağlıdır. Almanlar bu adayı kömür de­po­su yapacaklardı. Muhtemel bir savaşta uzak denizlerde Al­man donanmasının yakıtsız kal­maması için, böyle kömür depolayacak alanlara ihtiyaç­ları vardı. Alman İmparatoru, bu iş için Baron Marşal’ı gö­revlendirdi. Baron Marşal, de­fa­larca müracaatta bulundu. So­nunda Sultan 2. Abdülhamid, bir Cuma selâmlığı sonrası Baron Marşal’la görüştü. Gö­rüş­meden sonra Sultan, Mâ­beyn Başkâtibi Tahsin Paşa’yı çağırttı. Tahsin Paşa’ya derhal Yemen Valisi Fevzi Paşa’ya telgraf çekmesi ve Almanların istediği adaya yeterli mikdar asker göndererek sonucu bil­dirmesini istemesi talimatını verdi. Tahsin Paşa’nın telgra­fından iki gün sonra, Yemen Valisinden adaya askerin yer­leştirildiğine dair cevap geldi. Bu cevap üzerine Baron Mar­şal’a Hâriciye Nâzırı, Hudey­de civarında kullanılmayan bir ada olmadığını, sadece bir ada olduğunu ve bu adada da as­ke­rî bir üs olduğunu söyledi. Sultan’ın siyasî dehasıyla hem Almanlar küstürülmemiş oldu hem de kritik mevkideki bir ada korunmuş oldu. Sırbistan-Karadağ Rekabetini Körüklüyordu Sultan 2. Abdülhamid, Fransız İhtilali’nin getirdiği yıkı­cı ve par­­çalayıcı etkiye ve baş­ta Rus­­­­­ya ol­mak üzere Avru­pa­lı dev­­let­lerin bölücü faaliyet­le­­ri­­­ne rağ­men, Balkanları el­de tu­ta­bil­mek için onların ara­­­sın­­daki rekabeti kullanı­yor­­du. Bu sayede, onun ikti­darı elde tuttuğu dönemde Bal­­kan­­lar elimizde kaldı. Sultan, Yunanistan’a karşı Os­man­­lı’ya bağlı olan Bulgaris­tan’ı des­­tek­­lemiş ve Bulgar Pren­si­ni küs­türmeden sadaka­ti­ni mu­­ha­fa­za etmesini sağla­mış­tır. Ay­­nı hususu Kara­dağ’da da uy­gu­­la­­mıştır. Sır­bis­tan - Ka­ra­dağ re­ka­­betini hep gün­dem­de tut­­muş­­tur. Osmanlı’ya bağ­lı olan Ka­­radağ Prensini İs­tan­­bul’a gel­­diği zamanlarda, bü­yük ik­ram­­larla karşılamıştır. Ka­ra­dağ Prensinin Sırbistan’ı ele geçi­rip, Osmanlı’ya bağlı büyük Sır­bis­tan Krallığı kurma isteğini onay­lar görünerek onu idare et­miştir. 2. Meşrutiyet’in ilan edilmesi ve ardından yaklaşık 9 ay sonra Sultan’ın tahttan indirilmesi ile birlikte Balkan devletleri bi­rer birer Osmanlı’dan ayrıldılar. Asıl işleri savaş olduğu halde siyasete bulaşan ve ne siyaseti ne de savaşı hakkıyla yapabilen Hareket Ordusu zihniyeti, ko­ca Osmanlı Devletini 9 sene içinde paramparça etmiştir. Sul­­­tan 2. Abdülhamid’e taht­tan in­dirilmesinin ardından her tür­­lü manevi işkenceyi yap­mış­­­­lar; onu korumakla görev­li as­­ker­­­leri Trakya’ya ömür bo­yu yol inşaatında çalışmak üze­re sür­­­müşlerdir. Onların sa­vaş­la ve memleketin bütün kaynak­la­rı­nı tüketerek dahi elde ede­me­dikleri başarıyı, Sultan 2. Ab­dül­hamid siyasî dehasıyla el­de ediyordu. Eğer tarih olanlardan ders çı­kar­mak ise, şu denilebilir ki; as­kerin görevi askerî tecrübele­ri­­ni arttırarak özellikle dışarıya kar­şı devletin caydırıcılık gücünü korumak ve gerektiğinde savaş­maktır. Siyasetçinin görevi ise, mümkünse savaşmadan me­se­leleri memleketimizin le­hin­de çözmektir. Ve savaş mey­da­nın­da kazanılanı masada kay­bet­memektir.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Kasım
Konu resmiTarihi Durduran Adam
Tarih

Seyyah ve yazar Abdürreşid İbrahim, Ja­pon­ya gezi notlarını anlattığı kitabında, Prof. Takata’nın Japon yazısı ile ilgili konuş­ma­sın­dan bir kısmı da anlatır. Orada dikkat çekici cümlelerden bazıları şunlardır: “Bugün milyonlarca kitap bizim lisanımızda şu harflerle tab olunmuş. 50.000.000 ahali bu harflerle okuyup yazıyor. Hiç bunu (baş­ka harflerle) değiştirmek kabil olur mu? Bu­nun mümkün olmayacağını o bedbinler de bilirler; onların maksatları zaten bizi böl­mek, bunun için ortalığa bu gibi meseleyi çı­kar­mışlar. Bizim Avrupa-perest akılsız ah­maklarımız, olup olmayacağım, fayda ve za­rar­larını düşünmezler, yalnız o bedbinlerin sözlerine kapılır; “Böyle bir şey keşfettim” der, meydana çıkar. Bunlar hep körlerdir, on­ların bu sözlerine itibar olunamaz. Onlar va­tan düşmanlarıdır, zira düşmanların sözüne ka­pılmışlar. Dost ve dostluk fikrinde olanlar mil­­letin harabına hizmet edemezler, milletin fi­kir­lerini bu gibi ehemmiyetsiz şeylerle böl­mek, milletin bir kısmını ayırmak, milletin harabına hizmet demektir.”* Dünyanın her neresinde olursa olsun, bir milleti tahrif ve tahrip etmek isteyenler, ön­celikle yazı ve lisana dokunmuşlardır. Önce, kendi olmanın temeli ile millet arasına bir mesafe koymuşlardır. Tarihi ve dini derinliğe açılan kapıyı kapatmışlardır. Bunun yolu ola­rak da o kapının anahtarına yani yazıya ve lisana ilişmişlerdir. Kazım Karabekir Paşa’nın o gün net ola­rak gördüğü de buydu. Şöyle diyordu muhatap­larına: “Acaba bu Latince kabul edilebilir mi? Kabul ettiğimiz gün en büyük bir felakette der­hal bütün Avrupa’nın eline güzel bir silah verilmiş olacak, bunlar âlem-i İslâm’a kar­şı di­yeceklerdir ki Türkler ecnebi yazısını ka­bul et­mişler ve Hristiyan olmuşlardır. İşte düş­man­­larımızın çalıştığı şeytankârâne fikir bu­dur.” O kadar çok söylendi ki bu vadide, Peyami Safa, benim yazdıklarımı arka arkaya ekle­sek İstanbul-Ankara tren hattı olur, diyordu. Bu­nunla beraber cereyan eden çok önemli bir hadise daha vardı. O da Bediüzzaman Haz­ret­leri ve Risale-i Nur talebeleri. Yeni ile ka­dimin köprüsü olmuşlardı. Geçmişle gele­ceği birbirine bağlayan en önemi bağdı onlar. Konuşmuyorlardı. Var güçleriyle çalışı­yorlardı. Bugün tarih ve din şuuru gür bir sadayla söylenebiliyorsa, bunu ikame eden en başta Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur eserleri ve Nur talebeleridir. Altı bin sayfalık eserleriyle tarih, kültür, me­deniyet ve din noktasında kırılmayı yani ta­rihi durduran büyük insan Bediüzzaman Hazretleri, Rumuzat-ı Semaniye eserinde, ko­­nuyla ilgili faaliyete dönük önemli bir cüm­­lesi şöyledir: “Hatt-ı Kur’an’ın ref ’ine (kaldırmaya) çalışanları susturmalıyız. Ve Kur’an’ı unutturmaya niyet edenlerin niyet­lerini onlara unutturmalıyız.” Anlamak için çok düşünmeye gerek yok. Sa­dece etrafımıza bakmak yeterli olur kanaa­tindeyim. Onlara sorsanız, sadece şunu söyle­yeceklerdir: “Bu, Rabbimizin fazlındandır.” * Âlem-i İslam ve Japonya’da İslamiyet’in Yayılması,    c. 1, s. 386, İşaret Yayınları, 2012

Metin UÇAR 01 Kasım
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Ürgüp Karamanoğlu Camii Karamanoğlu İbrahim Bey tarafından 14. Yüzyılda yaptırılmıştır. Karamanoğlu Camii, inşa edildiği dönemde, caminin yanı sıra medrese, türbe ve bedestenden meydana gelen bir külliyeydi. Cami kısmı, güney-kuzey istikametinde dikdörtgen planlıdır. Harim kısmı üç nefli’dir. Nefler üçer yuvarlak, ikişer kare sütunların desteklediği yuvarlak kemerlerle birbirinden ayrılır. Kemerler üzerine oturan duvarlar tonoz örtü ile kapatılmıştır. Doğu cephesinde dikdörtgen formda beş pencere ve bir hatip kürsüsü, batı cephesinde dört pencere ve bir niş ile hatip kürsüsü vardır. Avluda 12 sütunlu şadırvan, Osmanlı dönemi Şeyhülislamlarından Hayri Efendi’nin mermer kaplı mezarı ve ayrıca beş adet mezar bulunmaktadır. Şeyhülislam Hayrî Efendi, 1965 senesinde 8 ay Başbakanlık yapmış olan Suat Hayrî Ürgüplü’nün babasıdır. Seyyid Muslihiddin Efendi Seyyid Muslihiddin Hazretleri, icazet aldıktan sonra hocası Merkez Efendi, ona kızını verip damat yaptı ve taşrada bir zaviyede irşâd vazifesi verdi. O, Merkez Efendiye damat olunca, talebelerden bazısı gıpta edip “talebeler arasında ondan daha ileri kimseler varken acaba hocamız neden onları tercih etmedi” diye düşünmüşlerdi. Merkez Efendi onların bu düşüncelerini anlayıp bir gece yemekhanede yemekten sonra; “Acaba içinizden hanginiz bize Seyyid Muslihiddîn’i çağırır?” dedi. Talebeler birbirine bakışıp; “Efendim kapılar kapanmıştır. Seyyid uzak yerdedir. Bu mümkün değildir.” dediklerinde; “Biz çağıralım. Görelim kendi gelir mi?” deyip; “Seyyid gel!” diye oturduğu yerden seslendi. Bu hâdiseyi anlatan talebe der ki: “Yatsı namazında Seyyid Muslihiddîn Efendiyi gelmiş gördük. Merkez Efendi onu yanına alıp kulağına bir şeyler söyledi. Namazı kılıp gitti. Bu hâle şaşan talebeler onun kaldığı yere gidip oradakilere; “Bu gece Seyyid Muslihiddîn burada mıydı?” diye sordular. Onlar; “Evet yatsı namazını bizimle kıldı. Sabahtan beri mihrabda oturmaktadır.” dediler. Bu hâdiseden sonra Merkez Efendi bazı düşüncelere kapılan talebelerine; “Nasıl, Seyyid bize damat olmaya lâyık mıymış, gördünüz mü?” dedi. 1 Kasım 1952 ABD İlk Hidrojen Bombasını Eniwetok Adası’nda Patlattı 1 Kasım 1952’de Güney Pasifik’teki Marshall adalarından Eniwetok üzerinde bir Amerikan hidrojen bombası testi yapılmıştır. Mike adındaki Hidrojen bombasının gücü 10,4 megaton civarındaydı. Patlamayla birlikte 390 mil çapındaki deniz gölü (lagün) ortasındaki mercan adası Elugelab haritadan silinmiştir. Aygıtlar daha önceki nükleer testlerde asla görülmemiş düzeyde yüksek bir radyoaktivite (görülmez zararlı ışınlar saçma) kaydetmişti. 100 mil çapındaki mantardan dağılan radyoaktif parçacıklar atmosfer üzerinde bir örtü oluşturmuştur. Gözlemciler Hidrojen bombası patlamasında atom bombasına göre çok daha fazla nötron ve radyoaktivite meydana geldiğini not etmişlerdir. Bu bilgilere dayanarak nötron bombası geliştirilmiştir. Atom bombası 5 mil çapındaki bir alanda canlı ve cansız her şeyi yok edip, 1 mil çapındaki bir alanda öldürücü radyoaktivite bırakırken; nötron bombası ise 1/2 mil çapındaki bir alanda patlama ve sıcaklık etkisi ile her şeyi yok edecek, 1.5 mil çapındaki bir alanda ise saçtığı nötron ışınları ile tüm canlıları öldürecek; fakat binalara, silâhlara vs. dokunmayacaktır; böylece canlıları ölmüş bir alanda binalara, silâhlara vs. el konulabilecektir. 15 Kasım 1876 Kazasker Mustafa İzzet Efendi Vefat Etti 1801 senesinde Tosya’da dünyaya gelmiştir. Kadiriyye tarikatının Rûmiyye kolunun pîri İsmail Rûmî’nin torunlarından olan annesi, daha küçüklüğünde yetim kalan oğlunun istidadını sezerek onu tahsil için İstanbul’a gönderdi. Annesinin akrabası bir müderrisin yardımıyla Fatih’teki Başkurşunlu Medresesi’nde tahsiline başlayan Mustafa İzzet bu dönemde Kömürcüzâde Hâfız Mehmed Efendi’den dinî mûsiki dersleri aldı. Sultan 2. Mahmud’un musahiplerinden olan Kömürcüzâde Padişahın, Bahçekapı’daki Hidâyet Camii’ne 22 Temmuz 1814 Cuma günü selâmlık merasimi için gelişinde talebesi Mustafa’ya evvelden meşkettiği bir na‘t-ı şerifi okuttu. Sultan 2. Mahmud, henüz on üç yaşındaki bu çocuğun sesini ve tavrını beğenerek yanına çağırtıp takdirlerini bildirdi ve eğitimine itina gösterilmesini istedi. Silâhdar Ahmedpaşazâde Ali Paşa’nın dairesinde yetiştirilmesine karar verildi. Burada gördüğü sıkı bir eğitimin yanı sıra hüsn-i hat ve mûsiki dersleri aldı. Galata Sarayı’nın son sınıfına (hâne-i ser) doğrudan alındığı anlaşılan Mustafa İzzet, 1820’de Enderûn-ı Hümâyun’a kabul edildi. Sarayda Hamâmîzâde İsmâil Dede Efendi’den Şâkir Ağa’ya kadar devrin en büyük mûsiki üstadlarıyla beraber bulundu. Sermüezzinlik vazifesinin dışında sesi ve neyi ile huzur fasıllarına iştirak etti. Enderûn-ı Hümâyun’da Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’den ta’lik hattını meşk edip icâzet aldı. 1839’da Eyüb Sultan Camii Hatibi oldu. 1849’da Rumeli Kazaskerliğine getirildi. 1860’ta kendisine reîsülulemâlık rütbesi tevcih edildi. Aynı yıl ayrıca nakîbüleşraflık makamına tayin olundu. 15 Kasım 1876’da vefat ederek Tophane’deki Kadirîhâne Tekkesi’nin hazîresine defnedildi. 27 Kasım 1967 Fransa CumhurbaşkanıGeneral Charles De Gaulle İngiltere’nin Ortak Pazara Girmesini Veto Etti Fransa’nın dış ilişkileri büyük ölçüde kurucu üyesi olduğu Avrupa Birliği politikalarınca şekillenmektedir. Avrupa’da her zaman etkili bir güç olan Fransa, 1960’larda Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’ne girmemesi için politika gütmüş, 1990’larda ise yeniden birleşen Almanya’yla yakın ilişkiler geliştirme yoluna gitmiştir. Fransa Cumhurbaşkanlarından De Gaulle’e göre İngiltere, ABD ve eski sömürgeleri ile çok sıkı ekonomik ilişkiler içindeydi ve AB’ye girmesi birliğin geleceği açısından sakıncalıydı. Ayrıca İngiltere’nin Avrupa’da etkin olmak isteyen ABD’nin “truva atı” olduğunu düşünüyordu. 1963 ve 1967’de olmak üzere iki kez İngiltere’nin Avrupa Birliği’ne giriş başvurusunu veto etti. İngiltere AB’ye ancak De Gaulle öldükten sonra girmiştir. 5 Eylül 2016’da yapılan referandumda ise, İngiltere AB’den çıkma kararı almıştır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Kasım
Konu resmiMevt
Risale-i Nur

Mevt, yani ölüm tevehhüm edildiği, zannedildiği gibi dehşetli değildir.  Akaid veya amel konusunda doğru yoldan ayrılmak manasına gelen dalâlet haki­kat­sizdir. Bir asla dayanmaz. İnsanın düşünce­sinde, bakış açısında, iç dünyasında ve ki­şinin kendisine göre mevcuttur. Gerçek dün­­yada bir karşılığı yoktur. vehmîdir. Bun­dan dolayıdır ki varlıkları ve hadiseleri oldu­ğun­dan çok farklı gösterir. Mesela dalalet ölümü yani mevti insanın dünyasında öy­le büyütür, korku ve endişe verdirir dehşet­len­dirir ki in­san hayatını perişan eder. Âdeta aklını başın­dan alır. Dalalet gözüyle ölüme bakıldığında ölüm, bir yokluktur. Hiç olmaktır. Varlık dün­yasından silinmektir. Adın sanın yok ol­masıdır. Anılmamak ve hatırlanmamaktır. Her şeyden ebedi bir ayrılıktır. Dönmemek üze­re bir gidiştir. Görüşmemek üzere bir kay­boluş­tur. Bu düşünceler ise insanın yüreğini de­rinden yaralar ve hayatın tadını kaçırır. Bun­dan kurtulmak isteyen insan, ya akıldan isti­fa eder, aklını başından atar. Düşünmez, dü­şünmek istemez. Aklını farklı eğlencelerle uyutur. Ya da kendini sarhoşluğa verir. İman ve hidayet gözüyle bakılırsa ölüm yani mevt, ya varlık elbisesini değiştirmek yani tebdil-i câmedir; ruhu ağır ve kesif beden elbisesinden kurtarıp ebedi âleme layık nuranî bir vücut giymektir. Ya da dünyadan ahiret yurduna bir mekân değişikliğidir yani tahvil-i mekândır. Müslüman ölüm ile ahiretteki ebedi saadete göre bir hapishane olan dünyadan yani sicinden, her türlü gü­zelliğin bulunduğu cennet bahçesine, bos­tanına çıkar. Ölüm, onu sevdiklerinden ayır­maz, bilakis kaybettiği tüm sevdiklerine ka­vuşturur. Kendisine ve sevdiklerine ebe­dî bir varlık kazandırır. Hayatın her tür­lü ızdırabından kurtarır. Korunan tüm amel­lerinin karşılığını almaya gider. Ebedi bir âlemde, ebedi bir saadet içinde tüm sev­dikleriyle beraber yaşar. Kim hayatı isterse, şehadet istemeli. Çünkü şehid hayattadır. Ölümdeki ayrılık acısını bilmez. Kendini diri bilir. Daha güzel bir mekânda olduğunu hisseder. Onların rızıkları, onların ruhlarına sunulur. Ferah, şen ve saadet içinde yaşarlar. Cennet ni­met­lerinden rızıklandırılırlar. Böyle bir nimete nail olmalarının sırrı ise, en değerli nimet olan hayatlarını Bâkî olan Allah (cc) yolunda feda etmeleridir. Bunun karşılığında da yüce Allah (cc) onlara bâkî bir hayatı tattırıyor. Şehîdin hayatına Kur’ân وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاءٌ وَلَكِن لاَّ تَشْعُرُونَ “Ve Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' de­meyin! Bilakis (onlar) hayatdârdırlar, fa­kat (siz) anlayamazsınız.” (Bakara, 154) aye­ti işa­ret eder. Ölüm acısını yani Sekerâtı tat­ma­mış her bir şehîd, kendini diri, hayy biliyor, öyle görüyor. Lâkin yeni hayatını daha nezîh buluyor. Şehid, zanneder ki ölmemiş. Şehidlerin nor­mal olarak vefat edenlere yani meyyitlere nisbeti, dikkat et, şuna benzer. İki adam var. Rüyalarında bütün güzellikleri ve lezzetleri içinde barındıran yani lezâiz envâına câmi‘ güzel bir bahçede, ikisi geziyorlar. Biri rüya olduğunu bilir, lezzet almıyor. Onu müferrah etmez, belki teessüf eder. Öbürüsü kendini uyanık biliyor ki, âlem-i yakazadır. Gördüğü rüyasından Hakîkî lezzet alır. Ona o rüya hakîkî olur. Rüya ruhlar âlemiyle şehadet âlemi ortasında bulunan ve her birine birer yönde benze­yen âlem anlamına gelen âlem-i misâlin bir gölgesi yani zıllidir. Âlem-i misal ise, ölüm vaktinden kıyamete, yeniden diriltilmeye ka­dar sürecek olan dünya ile ahiret arasındaki âlem manasına gelen berzahın bir gölgesi yani zılli olmuştur. Ondan, onların düsturları birbirine benziyor.

Muhlis KÖRPE 01 Kasım
Konu resmiHat Sanatında Mağribî Yazı
Tarih

Mağribî, Özellikle Endülüs'te ve günümüzde Tunus, Fas ve Cezayir'de kullanılan yazı türüne verilen addır. İslâm coğrafyasının tümünden ziyâde yalnız bu bölgelere has bir yazı türüdür. Bu yazı, Kûfî’nin köşeli özellikleriyle Nesih’in yuvarlak biçimleri arasında bir geçiş olarak karakterize edilmektedir. Endülüs ve Afrika’nın kuzeyinde yazılmış olan Kur’ân nüshaları bu yazıyla kaleme alınmıştır.  Arap yarımadasında neşet eden ve Mekke’de İslâmiyet’in doğu­şuyla gelişmeye başlayan Arap yazısının fetihler neticesinde çe­şitli bölgelere yayılmış ve millet­lerin kültürleri, kabiliyetleri ve zevk-i selimleri doğrultusunda ge­lişme göstermiştir. İslâmiyet’in do­ğuda yayılmasının yanı sıra, Ba­tı’da da Emevîler Devri’nde ya­yılarak bütün Kuzey Afrika Müs­lüman olmuştur. Böylelikle İs­lâm yazısı Kuzey Afrika’da ve İs­pan­ya’da yaygınlaşmıştır. Mağribî, Özellikle Endülüs’te ve günümüzde Tunus, Fas ve Ce­­­za­­yir’de kullanılan yazı tü­rü­ne verilen addır. İslâm coğraf­ya­­sı­­nın tümünden ziyâde yal­nız bu böl­­­gelere has bir yazı türü­dür. Bu yazı, Kûfî’nin köşeli özel­­lik­leriyle Nesih’in yuvarlak bi­çim­­­leri arasında bir geçiş ola­rak ka­rak­­­terize edilmektedir. En­dülüs ve Afrika’nın kuzeyinde yazılmış olan Kur’ân nüshaları bu ya­zıy­la ka­­le­me alınmıştır. Tarih bo­yun­ca Ku­zey Afrika, Endülüs ve Mağ­rib’de yuvarlak çizgiler kazanan Kû­fî hattına el-Hattü’l Mağribî, el- Kûfiyyü’l Mesâhifi’l Garbî ve­ya Hatt-ı Endülûsî denmiştir. Bu yazı Mağrib’in merkezi Kay­ra­­vân’da, Mushaflara mah­sus Kû­fî hat­tan doğmuştur. Mağ­rib’in baş­­kenti Kayravân’a (Günü­müz­de Tunus‘un orta kesiminde yer alan bir şehir) nisbetle Hatt-ı Kay­­ravân da denilmiştir. Esasen, Mağrib yazısı Doğu kûfîsinin Kuzey Afrika’da ve İspanya’da bi­raz farklı bir şekilde yazılması­dır. Endülüs yazısı Kuzey Afrika’ya En­dülüslü muhacirler yoluyla ulaş­mış, göçler vasıtasıyla Endü­lüs’ten gelen bu yazıya Mağrib­liler kucak açmış, onu geliştirmiş ve zamanla Mağribi yazıda uz­man­laşmışlardır. Dünyadaki çeşitli müzelerin ya­nı­sıra ülkemizde özellikle, Top­ka­pı Sarayı ve İstanbul Türk ve İs­lam Eserleri Müzesi’nde Mağ­ri­bî hattıyla yazılmış birçok Mus­haf bulunmaktadır. Mağribî yazısının temel özel­lik­leri şunlardır: Doğu kûfîsi karakteri taşır. Harflerin gövdeleri küt ve bo­durdur. Dikey harflerde kat’i bir düzlük görülmediği gibi tepelerinde kü­çük bir yuvarlaklık vardır. Müstakil veya sonda yazılan harf­ler mübalağalı şekildedir. Ya­­­­­ni bazı harflerin sonda gelen şe­­­­kil­­­lerinin satır altında kalan kı­­­­sım­­ları aşırı yuvarlak bir şe­kil­­de ya­pıl­mıştır. Mağribî yazı türü, beş alt gru­ba ayrılır. Kufî Mağribî: Kufî Yazı türü­nün Mağribî uyarlamasıdır. Mabsout: Kur’an yazmak için kullanılan Mağribî'nin bir altyazı türüdür. Mağribî Mücevher: Özellikle sultan tarafından yasaları bildir­mek için kullanılan yazı türüdür. Sülüs Mağribî: Bu yazı türü daha çok El-Hamra Sarayındaki el yazmalarında görülür ve Sü­lüs'ün Mağribî uyarlamasıdır. Mosnad: Mağrip bölgesinde, özel­likle mahkeme ve noterlerde, yazılı evlilik sözleşmelerinde kul­lanılır.

Mustafa YILMAZ 01 Kasım