Dünyayı küle çevirebilecek bir hararete sahip olan güneşi kıvamında tutan, yerküremizi yörüngesinde kararınca akıtan, yeryüzü ve gökyüzünü iki muti’ asker gibi hükmü altında tutan, mahlûkatı emrine boyun eğdirip teslimiyetle vazifesinde çalıştıran Cenab-ı Hakka hamd olsun. اَسْلَمْتُ وَ جْهِيَ لِلّٰهِ وَ مَنِ اتَّبَعَنِ “Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah'a teslim ettim” 1 ferman eden, 15 asırdır namazlarda okunan اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ selamıyla ehl-i imanın biatını alan, teslimiyetlerini kabul eden Resul-i Ekrem Efendimize salat ve selam olsun. Kâinata sebep-sonuç ilişkisi içinde baktığımız zaman en güçlü ve en büyük bir sebebin en küçük bir neticeyi vücuda getirmekten aciz olduğunu görüyoruz. Bu da her şeyde sebeplerin bir perde, neticelerin ise Halik-ı külli şeyin elinde olduğunu ilan etmektedir. Güzelliğin bütün mertebelerini fark eden, şu kâinat kitabının bir mütalacısı, nadide sanatların bir seyircisi olan gözümüzü orbita denilen göz yuvasına Rabbimizden başka kim koyabilir? Sergüzeşt-i hayatımızı kaydeden, levh-i mahfuzun ve alem-i misalin küçük bir numunesi ve şahidi olan kuvve-i hafızamızı Zât-ı Hakîm-i Hafîzden başka kim başımıza yerleştirebilir? “Evet, herkesin bütün saadetleri, bir Rabb-ı Rahim’e olan teslimiyete bağlıdır. Aksi takdirde pek çok Rablere muhtaç olur. Çünkü insan, camiiyyeti itibariyle bütün eşyaya ihtiyacı ve alakası vardır. Her şeye karşı hissederek veya hissetmeyerek teessürü ve elemleri vardır. Bu ise tam cehennemi bir halettir. Fakat ilah zannedilen şeyler ilahi kudrete ancak birer perdedir. Allah’a teslimiyet, fırdevsî bir vaziyettir.” 2 İstikamet Rehberi: Teslimiyet İnsan, hayatın belli dönemlerinde rehbersizlikten gelen belirsizlikle bilinmezliğe doğru savrulur. İnsanın kör nefsi, sağır gururu, depreşen benliği aklı ve kalbi yerden yere vurur. İmtihanlarla dolu olan insanın hayat yolculuğu bazen inişlerle, bazen yokuşlarla, bazen musibetlerle, bazen kurtuluşlarla geçmektedir. Acizliğiyle beraber yükü ağır, nazarı kısa olmakla beraber yolu karanlık olan insanın yolunu aydınlatacak, yükünü hafifletecek, istikbalini selamete çıkaracak, ancak teslimiyettir. Hayatın ağır yükleri altında ezilen zayıf omuzlar, Allah’a ve Resul’üne ittiba ettikçe tereddütlerden, vesveselerden ve endişelerden kurtulur ve teslim oldukça huzur bulur. Musibetlerin ilacı: Teslimiyet Teslimiyet “afetten korunmak ve uzak olmak” demektir. Dünya imtihan yeridir. Her vakit bir bela ve musibet ehl-i imanın kapısını çalabilir. Zayıf, fakir, aciz ve hayat yükü pek ağır olan bir insan, Allah’a itimad edip ona teslim olmazsa vicdanı azab içinde, ömrü meşakkat ve elem içinde geçer. Hastalık ve musibetleri katmerleştiren acıların ve lüzumsuz merakların ilacı teslimiyettedir. Musibete giriftar olan ehl-i iman güzel bir teslimiyetle, doğru bir tevekkülle öyle nimetlere nail olur ki ehlullahın ve ehl-i velayetin derecesine çıkabilir. Evet, iki cihanın saadeti Allah’a teslim olmaktadır. Korkunun Tedavisi: Teslimiyet Karşımıza çıkan ve bize korku veren her şey bir nizama bağlıdır. Cesametiyle insana dehşet veren varlıkların gemi ve dizgini Rabbimizin elindedir. Varlıklara hikmet ve ibret nazarıyla bakan ehl-i teslimiyet, imandan gelen cesaretle, kâinatı, Allah’ın bir eseri ve esiri olarak görür. Evet, kâinat Allah’ın mülkü, mahlûkat ise memluküdür. Her şeyin dizgini ve düzeni onun elindedir. O halde eşyadan dehşet almak ve eşyaya vahşetle bakmak manasızdır. Allah’a abd ve teslim olana zaman, mekân ve eşya teslim olur. Hazret-i Musa’ya (as) denizi, Hazret-i İbrahim’e (as) ateşi teshir eden Rabbimiz, Hazret-i Dâvud’a (as) demiri yumuşatmış, Hazret-i Süleyman’a (as) cinleri ve insanları ve mahlûkatı musahhar etmiştir. Hazret-i Muhammed’e (sav) güneşi ve ayı, ehl-i velayet bir kısım zatların emrine denizleri ve hayvanatı vermiştir. Rivayet edilir ki; bir gün Abdullah İbn-i Ömer (ra) yolculuk yaparken insanların yoldan geçmelerine mani olan bir aslana rast gelir. Abdullah İbn-i Ömer, aslanın yanına gidip, kulağından tutar ve onu yolun kenarına çeker. Sonra Rasulullah’tan işittiği şu Hadis-i Şerifi nakleder. “İnsanoğlu Allah’tan başkasından korkmazsa, Allah-ü Teâlâ ona hiçbir şeyi musallat etmez.” Evet, pençeleriyle ve dişleriyle insanı rahatlıkla parçalayabilecek bir güçte olan vahşi hayvanlara, munis olmalarını fısıldamak suretiyle, itaatlerini sağlayan sır, teslimiyettir. Teslimiyet sırrına vakıf olmayan bir kimse, dünyanın en muktedir insanı da olsa en küçük bir mahlûka mağlup olur. Şu kâinatın bir intizam ile hareket ettiğine itikatları olmayanlar ne kadar cesur ve kahraman da olsalar, korkmaya mahkûmdurlar. Zaferin Anahtarı: Teslimiyet Zaferin ve muvaffakıyetin sırrı teslimiyette saklıdır. Teslimiyet, insana abd olduğunu hatırlatır; vazifesini bildirir, hakkını tarif edip haddini tayin eder. Teslimiyetin muvaffakıyetle münasebetine vakıf olan insan, zaferi ve mağlubiyeti düşünmeden sadece vazifesine yönelir, hizmetini yapar. “Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddid defa mağlub eden Celaleddin Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: ‘Sen muzaffer olacaksın, Cenab-ı Hak seni galib edecek.’ O demiş: ‘Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir.’ İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.” 3 Allah’ın Hükmüne Ram Olmak: Teslimiyet Teslimiyetin bir manası da “razı olmak” tır. Evet, başa gelen belalara razı olup, kadere teslim olmak İslamiyet’in bir şiârıdır. Her zaman ve her yerde hüküm ancak Allah’ındır. O’nun hükmüne razı olup O’na teslim olmakta büyük bir teselli vardır. Kâinatı bizim için rahmetiyle ve nimetiyle donatan Rabbimize karşı bize düşen, şükretmektir. Başımıza gelen talihsiz olaylar, elimizin yetişmediği başka nimetler, canımızı acıtan zamansız ayrılıklar, içinden çıkamadığımız can yakıcı hadiseler bizi şikâyete ve perişaniyete sevk etmemelidir. Allah’ın Celalinden gelen cefalar, Cemalinden gelen vefaları bizlere unutturmamalı! Her ikisinin de safa olduğu, kahrın, lütuf gibi hoş olduğu hatırlanmalıdır! Allah’ın bizim için tayin ettiği her şeyde bir hayır vardır. Teşekkî edip kaderi tenkid eden kişinin hali kırık elle dövüşen adama benzer. Kırık elle dövüşen adam her vuruşta başka bir azap çeker. Şikâyet eden adam ise her şikâyette acısını takviye eder, elemini ziyadeleştirir. Şükreden ve teslim olan kimse elemden emin olur, kederden kurtulur. Evet, Kısmetine razı olan selameti ve huzuru bulur. Vesselam. “Rabbimiz! Bizi, sana teslim olan kimseler eyle ve neslimizden sana teslim olan bir ümmet (çıkar)!4 Rabbimiz kalplerimizi sana teslim olmakla teskin eyle! Kaynaklar: 1- Âl-i İmrân, 202- Mesnevî-i Nuriye, s. 733- Lemalar, s. 1374- Bakara, 128
“İnsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir” der, Bediüzzaman Hazretleri. İlmin fayda sağlayan kısmının ise marifet alt yapısı ile desteklenmesi gereği üzerinde ısrarla durur. “(İnsan) enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür. Ve afaki malumat nefse geldiği vakit, enede bir musaddık görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılâb etmez” der. Ene mefhumunu da mealen şöyle izah eder: Cenab-ı Hak insanın eline emaneten kendi rububiyetinin sıfat ve şuunatını gösterip tanıttıracak işaret ve numunelerin bulunduğu bir ene vermiştir. Ki insan bu eneyi bir ölçü aleti yapsın ve Rabbini hakkıyla tanısın. Böyle bir alet vermiştir, çünkü insan her şeyiyle sınırlıdır; fakat Rabbimizin sıfatları sınırsızdır. Sonu olmayan bir şey de ancak bir ölçü aleti ile anlaşılabilir. Mesela uzunluk. Uzunluğu ölçmek için itibari bir metre kullanırız ve uzunluk kavramını fark ederiz. Rabbini tanıma şerefi ile mücehhez insan da bunu ene ile yapar. Kendisine emaneten verilen sınırlı ölçücükler ile sınırsız olanı fark eder ve tanımaya ve tanıdıkça ona göre hareket etmeye başlar. Benim evim, benim arabam diye başladığı yolculuktan şöyle döner, dönmesi beklenir: Allah’ım! Sen benim Rabbimsin; ben ise senin kulunum Sen benim sahibimsin; ben ise senin kölenim Sen Halık’sın (yaratansın); ben ise mahlukum (yaratılanım) Sen Rezzaksın (rızık verensin); ben ise merzûkum (rızık verilenim) Sen Maliksin (mülkün sahibisin); ben ise memlükum (sahiplenilenim; benim de sahibim sensin) Yeni bir eğitim ve öğretim dönemine başlıyoruz. Yüz yıldır belki fazlası hep eğitimden şikâyet edegeldik. Özellikle yüzümüzü batıya dönüp her şeyi ile onları modellemeye kalkıştığımızdan beridir başımız beladan uzak kalamadı. Bediüzzaman Hazretleri yüzyılın ilk çeyreğinde şöyle sesleniyordu: Yüz sene geri kaldığımız terakkiden güzel ahlakı kendisinde toplayan İslamiyet hakikati ile ve fıtratlardaki istidatların açığa çıkarılması, imandan gelen feyz ve bu hakikatlere aç kalmış insanların şiddetli arzuları yardımıyla batıyı fersah fersah geçeceğiz der ve nasıl ki vaktiyle geçmiştik diye ekler. Mesele insanı keşfetmekte ve ona göre müfredat ve eğitim ortaya koyabilmektedir. Atalarımız boşuna dememişler: İnsanı yaşat ki devlet yaşasın! İnsanı keşfetmeden asla olmaz! Ümit ederiz ki bu yeni dönem, bu farkındalığın ortaya çıktığı dönem olur. Yeni dönemin marifete vesile olacak bir maarif haysiyetine haiz olması niyazıyla… Sağlıcakla kalınız…
v Edirne Sarayı Edirne, Sultan I. Murad tarafından fethedildikten sonra Osmanlı Devletinin başşehri oldu. Sultan I. Murad bu yeni başşehirdeki Selimiye Camiinin bulunduğu alana bir saray inşa ettirdi. Sultan II. Murad ise Sarayiçi denilen, Tunca nehrinin ikiye ayırdığı ada üzerinde yeni bir sarayın inşasını başlatmış, bu yeni saray Fâtih Sultan Mehmed tarafından bir yıl sonra tamamlanmıştır. Saray-ı Cedîd olarak anılan ikinci sarayın mimarının Üç Şerefeli Camiin mimarı olan Mimar Muslihiddin olduğu tahmin edilmektedir. Geniş bir alan üzerinde kasırlar, daireler ve hizmet binalarından oluşan yapının etrafı yaklaşık 3 m. yüksekliğindeki duvarlarla çevriliydi. Günümüze çok azı ulaşan saray binaları hakkında eski fotoğraf, gravür ve çeşitli kaynaklardan bilgi edinilmektedir. Buna göre 119 oda, yirmi bir divanhâne, yirmi iki hamam, on üç cami, on altı büyük kapı, on üç koğuş, dört kiler, beş mutfak, on dört kasırdan oluşan saray 3.000.000 m² alana sahipti. Saraya ait diğer kasır ve bölümler çok geniş bir alana yayılmış olup avluların etrafına ve diğer meydanlara dağılmış vaziyette inşa edilmişti. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı’nda sarayın divanhâne etrafındaki daireleriyle Cihannümâ Kasrı giriş katı silâh ve cephane deposu yapılmıştır. Rus ordularının Edirne’ye yaklaşması üzerine Vali Cemil Paşa ile kumandan Müşir Ahmed Eyüp Paşa arasında çıkan anlaşmazlık yüzünden cephane ateşe verilerek saray binaları üç günde yok edilmiştir. Edirne’nin Fethi Sultan Orhan Gazi döneminde 1361 senesi bahar aylarında müstakbel Padişah Şehzade Murad, Rumeli kuvvetlerini emri altında toplayıp Edirne üzerine yürüdü. Edirne’nin 55 km doğusunda Babaeski’de karargâh kurup Lala Şahin kumandasında orduyu ileri gönderdi. Edirne tekfuru onu Sazlıdere vadisi önünde karşıladıysa da bozguna uğradı ve Edirne’ye çekildi. Geceleyin Meriç üzerinden gemiyle Enez’e kaçtı. Ardından Edirne halkı şehri teslim etti (5 Mayıs 1361). Şehzade Murad ordusuyla Kum Kalesi kapısından şehre girdi. Daha sonra Edirne’yi güvence altına almak için Lala Şahin ile birlikte kuzeyde Bulgaristan’a ait Eski Zağra ve Yukarı Meriç vadisinde Filibe doğrultusunda sefere çıktı. Fakat bu sırada Bursa kadısı Çandarlı Kara Halil’den Sultan Orhan’ın vefat haberi geldi. Sultan I. Murad, Rumeli’de lalası Şahin’i uç beyleri üzerinde beylerbeyi tayin edip Rumeli’den ayrılarak Bursa’ya ulaştı. Kadı Çandarlı Kara Halil ile buluştu. Çandarlı o gelinceye kadar duruma hâkim olmuştu. Böylece Sultan I. Murad güvenle tahta çıktı. 2 Eylül 1938Tayfur Sökmen Hatay Cumhuriyeti Devlet Başkanı olarak seçildi Tayfur Sökmen, 1892 senesinde Gaziantep’te dünyaya gelmiştir. Karamürselzade Mustafa Şevki Paşa’nın oğludur. 1. Dünya Savaşı yıllarında istihbarat görevlisi olarak çalıştı. Millî Mücadele yıllarında İskenderun ve Havalisi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanlığı yaptı. 1921 senesinde Hatay’ın Fransız mandası altındaki Suriye’ye özerk bir bölge olarak bağlanması üzerine direnişçiler arasına katıldı. Ölüm cezasına çarptırılınca Adana’ya kaçtı. 1935 senesinde Antalya’dan milletvekili seçildi. Bu arada Hatay, 19 Mayıs 1937’de bağımsızlığını kazandı. Tayfur Sökmen, 2 Eylül 1938’de Hatay Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Hatay Cumhuriyeti, 23 Haziran 1939’da kendi meclisinin kararıyla Türkiye’ye bağlandı. 22 Eylül 1858 Osmanlı Mülkiye Memurları için görev ve çalışma talimatı yayınlandı Sultan Abdülmecid zamanında eyaletlerde valinin etrafında mahallî meclisler oluşturuldu. Meclislerde gayrimüslimlere de temsil hakkı tanındı. Mülkiye memurları için ilk defa 22 Eylül 1858’de vazife ve salâhiyet talimatı yayınlandı. Bu talimata göre ülke topraklarındaki idari bölünme eyalet, liva, kaza ve köy şeklinde belirlenmiş, eyaletlerin valiler, livaların kaymakamlar ve kazaların müdürler tarafından idare olunacağına karar verilmiştir. Talimatta ayrıca taşradaki memurların görevleri üzerinde de durulmuştur. Talimatın ilk üç bölümünde ise vali, mutasarrıf ve kaymakamların görevleri ile güvenlik, adalet işlerini kapsayan konular ele alınmıştır. Talimatın son bölümü ise kaza idaresine ayrılmıştır. 23 Eylül 1182 Seyyid Ahmed er-Rifaî Hazretleri vefat etti 1118 senesinde Bağdat’la Basra arasında kalan Batâih bölgesinde Ümmüabîde köyünde doğdu. Atalarından Rifâa el-Hasan el-Mekkî’den (v.943) dolayı Rifâî nisbesini aldı. Seyyid Ahmed er-Rifâî Hazretlerinin baba tarafından Hz. Hüseyin (ra) soyundan gelen bir seyyid olduğunda bütün kaynaklar birleşirler. Annesi ise Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (ra) soyundan Fâtıma el-Ensârî’dir. Babası Seyyid Ali vefat ettiğinde yedi yaşında olan Seyyid Ahmed er-Rifâî Hazretlerini, devrin büyük sûfîlerinden dayısı Mansûr el-Batâihî, annesi ve kardeşleriyle birlikte himayesine aldı. Kur’an öğrenimini ve hıfzını tamamladıktan sonra, devrin âlim ve mutasavvıflarından ve diğer bazı âlimlerden İslâmî ilimleri öğrendi. Vâsıtî Hazretleri ona icâzet verdi ve hırkasını giydirdi. “Herkes üstadıyla ben ise talebem Rifâî ile iftihar ederim” diyen Vâsıtî, zâhir ve bâtın ilimlerine sahip bir âlim ve sûfî olduğunu belirtmek üzere ona “ebü’l-alemeyn” unvanını verdi. 1160’ta bazı yakınları ve müridleriyle birlikte hacca gitti. Dönüşte Medine’yi ziyaret etti. Medine uzaktan görününce devesinden inip yürüyerek Ravza-i Mutahhara’ya girdi. Rifâî Hazretlerinin bu ziyaret sırasında zuhur eden bir kerametiyle ilgili menkıbe oldukça meşhurdur. Rivayete göre, Peygamber Efendimizin (asm) kabri önüne gelince “es-Selâmü aleyke yâ ceddî!” diyerek selâm vermiş, orada bulunanlar Peygamber Efendimizin (asm) “Aleyke’s-selâm yâ veledî!” sözüyle selâma karşılık verdiğini duymuşlardır. Bunun üzerine cezbeye gelen Rifâî Hazretleri diz çöküp, “Uzakta iken benim yerime varıp toprağını öpsün diye sana ruhumu gönderiyordum; şimdi bu devlet bedenime de nasip oldu; uzat elini de dudaklarımla öpeyim” mânasına gelen meşhur şiirini okumuştur. Peygamber Efendimizin (asm) kabrinden dışarıya nûrânî bir el uzanmış ve Rifâî Hazretleri bu eli öpmüş; aralarında Hayyât bin Kays el-Harrânî Hazretleri ve Adi bin Müsâfir gibi zatların da bulunduğu büyük bir topluluk hadiseye şahit olmuşlardır. Rifaî Hazretleri 23 Eylül 1182’de vefat etti. Türbesi Bağdat’ın güneyinde Vâsıt yakınlarındadır.
Her yeni eğitim öğretim yılı başlangıcında milyonlarca çocuk okula gitmenin sevincini, heyecanını yaşar. Milyonlarca veli ve öğretmen de o tatlı okul telaşına katılır. Resmi verilere göre 17 milyon öğrenciye sahip bir ülkeyiz. Bu rakam 53 ülkenin nüfusundan daha fazla. Dinamik, genç bir ülkeyiz ve bu pek çok ülkenin sahip olmadığı/olamayacağı bir güç. “Kontrolsüz güç, güç değildir” diye bir zamanlar meşhur bir söz vardı. Elbette hayalleri henüz taze, heyecan ve enerji dolu bu gençler için ahlakın üzerine inşa edilmiş bir eğitim sistemi gereklidir. Adaleti şiar edinmiş ahlak temelli bu eğitim sistemiyle “Saidler, Hamzalar, Ömerler, Keremler, Ayşeler, Elifler” zamanın ruhunu okuyup anlayacak; sadece ülkenin değil, ümmetin, insanlığın umudu olacak. Diploma müşterisi değil, vasıflı insan olmanın hazzını yaşayarak hissedecek. Bunu besleyen pek çok vasıtadan birisi de geleneklere olan bağlılığımızdır. “Kökü mazide, gözü ȃtide olan” gençler yetiştirebilmektir esas mesele. Sadece tarihimizdeki şeref levhalarıyla övünen değil, onların yanına yeni levhalar da ekleyebilen gençler... Itrî’nin notayla, Sinan’ın taşla yaptığını kelime ile yapan insana Yahyâ Kemal derler. Milli ve yerlidir Yahya Kemal. Ziya Gökalp’in onu biraz da bu karakter yapısından dolayı rencide edercesine söylediği “Harabisin, harabati değilsin / Gözün mazidedir, ȃti değilsin!” dizelerine cevap mahiyetinde söylediği dizeler, bugün maarif davamız için bir ufuk çizmektedir: “Ne harabȋ, ne harabatîyim Kökü mazide olan bir ȃtiyim.” Yine Yahya Kemal “Aziz İstanbul” adlı eserinde “Ezansız semtlerde alafranga terbiye ile yetişen” gençler için üzüldüğünü ve sağlam bir karakter yapısı ile o gençlerin kendi kimliklerini ancak muhafaza edebileceklerini ifade ediyor. Her şey ithal edilebilir ama eğitim sistemi ithal etmek bir milletin kendi nesline yapabileceği en büyük kötülüklerden birisidir. Batı’nın örnek alınması gereken uygulamaları elbette olabilir, ancak her şeyin en iyi ve en doğrusunun Batı’da olduğu vehmiyle hareket etmenin neticesi olarak yapılan bu ithalat, kan uyuşmazlığı ile neticelenecektir ve neticelenmektedir. Yahya Kemal’in alafranga terbiye olarak tanımladığı tam olarak da budur. Kendi geleneklerimizden aldığımız ilhamla kendi değerlerimizin üstüne bina edilmiş bir eğitim sistemidir ihtiyacımız olan. Maarif davasının fikir yükünü çeken Nureddin Topçu, milletimizin üç asırdan beri geçirmekte olduğu sıkıntıların kaynağının kültür ve maarif sahasında aranması gerektiğini söyler ve tedavinin de hastalığın bulunduğu yerden başlaması gerektiğini ifade eder. Tarihimize dönüp baktığımızda, İslam’la şereflendikten sonra kurulan medreselerde din ilimleriyle birlikte fen, tıp, uzay vb. ilimler beraber okutulduğunu ve medreseleri baş tacı yapan toplumların her manada zirve olduklarını görüyoruz. Osmanlı’da yüksek ilimlerin okutulduğu medreselerin sayısının İstanbul’da 112, Bursa’da 40, Edirne’de 35, Amasya’da 8, Tokat’ta 7, Kütahya’da 6, Trabzon ve Diyarbakır’da 5’er, Manisa ve Ankara’da 4’er tane olması ve diğer Anadolu şehirlerinde de 3 veya 4’ten az olmaması ilmî faaliyetin ne derecede yaygınlaştığını gösterir. Darülhadîs, Darülkurra ve Daruşşifa gibi hususî ilimlerin okutulduğu yüksek seviyeli medreselerin yanı sıra, küçük çaptaki medreseler ve mekteplerin varlığı da dikkate alınırsa, meselenin ne kadar ciddiye alındığı anlaşılır. İlmi ve muallimi aziz tutan yönetici ve milletler izzet bulmuşlar, hocasına kıymet veren sultanlar, kıymet görmüşlerdir. Hüseyin Baykara, Kadı Burhaneddin, Yavuz Sultan Selim, Fatih Sultan Mehmed Han (Allah cümlesine rahmet etsin) gibi sultanların meclisinde ilim erbabı insanlar ve onların sohbeti hiçbir zaman eksik olmamıştır. Hatta tarihimiz bu manada ibretlik olaylarla doludur: Rivayete göre Sultan Mehmed, Sahn-ı Seman medresesinin külliyesi tamamlandıktan sonra burada kendisi için bir oda talebinde bulunur. Lakin külliyenin idarecileri aralarında yaptığı fikir alışverişinden sonra Sultan’a kendilerine bir oda veremeyeceklerini, zira kendilerinin ne müderris ne de talebe olduğunu söyler. Bunun karşısında Sultan ne yapması gerektiğini sorar. Kendisine, “Yapılacak imtihanı geçmesi halinde bir oda sahibi olabileceği” bildirilir. Nihayet Sultan Fatih, sınavı geçerek Semaniye Medresesi’nde bir oda sahibi olur. Bir başka örnek şahsiyet de Yavuz Sultan Selim’dir. Sultan Selim Mısır seferinden dönerken hocası İbn-i Kemal’in atının ayağından sıçrayan çamur Yavuz Selim Han’ın kaftanına gelir. İbn-i Kemal çok mahcup olur ve ne diyeceğini şaşırır. Bu hali gören Padişah: “Âlimin atının ayağından sıçrayan çamurlar bize medar-ı ziynettir. Öldüğüm zaman bu kaftanı böylece sandukamın üstüne koysunlar” diyerek hocasını yüceltir. Vasiyeti üzere bu kaftan bugüne kadar yıkanmadan muhafaza edilmiştir ve kabrinin üzerinde durmaktadır. Bu menkıbede ismi geçen Şemsüddin Ahmed İbn-i Kemal Paşazade, daha sonra Osmanlı’nın dokuzuncu şeyhülislamı olacaktır. İbn-i Kemal âlim bir şahsiyet olarak onlarca eser vermiştir. Hatta bir hesap yapıldığında -bu belki insan üstü bir durum olarak görülebilir- ömrünün her gününe yirmi sayfa yazı düştüğü görülmektedir. Böyle bir hocalık, elbette Yavuz Sultan Selim Han gibi bir talebeyi yetiştirecektir. Netice olarak denilebilir ki: Her çocuk kaybedilmeyecek kadar değerlidir. Bir vebaldir aynı zamanda bu sorumluluğu üstlenmek. Bu süreçte çocuğun hayatına dokunan öğretmenlere çok fazla iş düştüğü de bir gerçek... Sadece sınıfa zamanında girip-çıkan, evrak dolduran bir memur olmadığını, öğretmen önce kendi fark etmelidir. Ecdadından aldığı ilhamla önce kendisini kâmil manada yetiştirmelidir. Zira öğretmenliğin iflası, toplumun iflası demektir. Hal böyle olunca, öğrenci de kendisini yetiştiren o mübarek insana benzemek isteyecek ve işler daha da kolaylaşacaktır.
Her devlet ve millet kendisine hayat veren temel değerlerini ayakta tutabilmek için çağa uygun, özel insan tipini yetiştirmek ve hazırlamak zorundadır. Tarihin tozlu rafları incelediğinde, ideal insan modeli olmayan veya olduğu halde elinden alınmış (beyin göçü) devletlerin akıbeti pek iç açıcı değildir. Mevcut asrımız, her yönden hızlı dönüşümlerin ve çağdaş hayatların yarışarak boy gösterdiği bir sahne halini almıştır. Bu zaman diliminde, teknolojik ve siyasi bağlamda, ayakta durabilmenin, çağdaş uluslarla boy ölçüşebilmenin tek çözümü, etkili bir eğitim politikasıdır. İleri düzey müreffeh ülkelerin, devlet yapıları ve gelişim sebepleri incelediğinde, eğitim seviyelerinin de yüksek olmasının bir tesadüf olmadığı anlaşılacaktır. Mesela, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) verilerine göre: “2016 Tek Bakışta Eğitim” adlı yıllık raporunda, Türkiye, 38 OECD üyesi ülke arasında 35. sırada yer alırken; 1. sırada Finlandiya, 2. sırada Estonya, 3. sırada Danimarka, 4. sırada Polonya 5. sırada, Avustralya yer aldığı görülmektedir. Bilimsel araştırmalarda da, eğitim düzeyi ile gelişme arasında çok olumlu ilişkilerin olduğu ortaya konulmuştur. (www.oecd-ilibrary.org) Çağımızda, bilhassa bilimsel ve teknolojik ilerlemeler, sosyal hayata derinden tesir etmiş, devletler bu gelişim ve değişime ayak uydurmaya adeta zorlanmıştır. İnsanların bu çağa uyum problemi yaşamaması için yegâne savunma aracı eğitim olduğuna göre; vatandaşlara yeni tasarımlar, beceriler ve fikirler kazandırmanın yanında, bu değişen ve belirsizleşen çağdaş dünya karşısında uyum problemi yaşamaması için, güncel ve uygulanabilir eğitim programları hazırlamak şarttır. Küreselleşme sürecinin hızlanması ile artan gelecekteki belirsizlik, çağdaş, aktif ve proaktif eğitim sistemlerine olan ihtiyacı da beraberinde getirmektedir. Bu sebepledir ki; yenilenen her teknoloji, sosyo-kültürel değişimleri de beraberinde getirmekte, bu da beraberinde eğitim programlarının çağa uygun ve esnek yapıda olmasını mecburi kılmaktadır. Devletlerin, uluslararası arenada karşılaştıkları problemleri çözmede, devlet vizyonlarını belirlemede, etkili ve yetkili bir şekilde söz sahibi olabilmesinde başta kendi kültürel yapısına uygun bir eğitim politikası geliştirmesi şarttır. Ülkelerin eğitimine katkı sunacak eğitim felsefesinin, o devletin maddi ve manevi değer yargılarından ve temel değerlerinden bağımsız olarak planlanması düşünülemez. Nahlevi (1997, s.24). “Bugün insan, fıtratından uzaklaşmış, gerek Doğu‘da ve gerekse Batı’da -Allah’ın rahmet ettiği müstesna- artık hakiki manada insanı temsil edemez olmuştur”1 şeklinde ifade etmektedir. Dolayısıyla, asrımızda sabit bir programa bağlı kalma mecburiyetini savunmak da doğru bir yaklaşım değildir. Herkesi belli bir programa tabi tutmak ve aynı neticeleri beklemek imkânsız olduğuna göre, eğitim programlarının çağ ve bireysel farklılıklar göz ardı edilmeden güncellenmesi bir zorunluluktur. Ülkemizde sık sık değişen müfredat ve imtihan sistemleri, açıkça gösteriyor ki Türkiye’nin oturmuş ve uzun soluklu bir eğitim felsefesi, ne yazık ki yok. Türk Eğitim Sistemi’ne öncülük edecek yazılı bir eğitim felsefesi olmadığı (Şişman2 1999; Demirel3, 1999) veya bunun sürekli değişikliğe uğratıla uğratıla tutarlı bir tarafının olmadığı çeşitli eğitimciler tarafından dile getirilmektedir.4 Buna benzer başka bir ifade kullanan Adem5, bu temel politikanın esasını Anayasa ve kalkınma planları olduğunu belirtir. Bu kıstaslar dikkate alındığında, Türkiye’deki eğitim programlarının temellerini Anayasa, yasalar, kalkınma planları ve şûra kararları gibi dünyada çok az ülkede izine rastlanır dayanaklar teşkil etmektedir. Buna, sürekli değişen hükümet politikaları da ilave edildiğinde eğitimin içinden çıkılmaz hale gelinmektedir. Bütün bu önemli hususlar dikkate alındığında, çağdaş dünyadan kopmuş, işlevselliğini yitirmiş ve dünya medeniyetiyle yarışamaz hale gelmiş Türk Eğitim Sistemi’ni yeniden kurgulamak, zaruri bir gerekliliktir. Küreselleşmenin doğurduğu belirsizlik karşısında hızlı bir şekilde nüfusu ve nüfuzu artan Türkiye’nin, bu rekabete karşı anında çözüm üretmesi, ancak etkili bir eğitim politikasıyla mümkündür. Bu nedenle Türk Eğitim Sistemi için yeni eğitim programları hayati önem arz etmektedir. Eğitim Programı Devletlerin eğitim politikaları ne kadar yeni olursa olsun, insan fıtratı, ekonomik, entelektüel, siyasi, kültürel ve coğrafik konumuna bağlı olarak gelişir. Tüm dünya için geçerli kılınacak mutlak bir eğitim modelinin olmamasının sebebi de budur. Yani, her bir milletin eğitim tasavvuru, insanın parmak izleri gibi farklı farklıdır. İbn-i Haldun’un tabiriyle; “Farklı dönemlerdeki hal ve ahlak, birbirine benzemez. Zaten ahlak, bulunduğu çağın halinin mizacına tabi olur.” 6 Bu anlayıştan hareketle her asır, kendi felsefesine bağlı olarak kendi ahlak anlayışını imal eder. Zamanın coğrafik, ekonomik, siyasi, psikolojik durumları, o medeniyetin geliştirmek istediği insan tipini direkt ya da endirekt etkiler. Örneğin, eğitim programcısı Besançon’un yapıtığı araştırmaya göre: “Amerikalı bir öğretmene ideal bir öğrencinin özelikleri sorulduğunda, yönergelere uyan, sessiz duran ve hiç soru sormayan şeklinde ideal öğrencinin özelliklerini sıralamıştır. Finlandiyalı bir öğretmene ideal bir öğrencinin özellikleri sorulduğunda, dürüst ufku açık, kendine saygısı olan, arkadaş canlısı olarak cevap vermiştir. Nijeryalı bir öğretmen de samimi, güvenilir, özgüveni yüksek, sağlıklı saygılı ve itaatkâr şeklinde cevap vermiştir.” 7 Bu sebeple de eğitim programının da kesin bir tanımı yoktur. Bireyin fıtri olarak doğumla getirdiği mevcut potansiyelini ortaya çıkarmak ve sosyal yaşama uyarlığını sağlamayı amaçlayan resmi eğitim (Formal Eğitim), belli bir plan çerçevesinde belli bir zaman zarfında yürütülür. Devletlerin milli politikalarına uygun şekillenmesi gereken eğitim programı, vatandaşa gelişigüzel bir şekilde verilemez. Bu nedenle bunun belirli bir kural çerçevesinde sürece dahil edilmesi gerekir. Bunun dışında uygulanacak rastgele uygulamalar, uygulamada içinden çıkılmaz bir eğitim ortamı oluşturur. Bu ifadelerimizden de anlaşılacağı gibi eğitim programı değişik ifadelerle tanımlanmaktadır. “Kişide gözlenmesi kararlaştırılan hedefleri, bunları gerçekleştirebilecek düzenli eğitim ve sınama durumlarını içeren dirik bir bütün.”8 “Öğrenene okul içinde ya da dışında planlanmış etkinlikler yoluyla sağlanan öğrenme yaşantıları düzeneği’’ olarak tanımlanmaktadır.” (Demirel, 1999). “Belli öğrencileri belli zaman süresi içinde yetiştirmeye yönelik geçerli öğrenme yaşantıları düzeni” (Ertürk, 1988). “Bir eğitim kurumunun çocuklar, gençler ve yetişkinler için sağladığı, milli eğitim ve kurumun amaçlarının gerçekleştirilmesine dönük tüm faaliyetleri kapsayan plandır.” 9 (Varış, 1994). Mutlak bir tanımı olmamakla birlikte eğitim programı, yukarıdaki tanımlar harmanlandığında: “Amaç, müfredat, eğitim-öğretim, öğretme-öğrenme kavramlarının belli bir süreçte değerlendirilmesi ve ilişkilendirilmesi” olarak tanımlanabilir. Enderun ve J.Dewey’in Eğitim Modelleri10 Enderun ve J. Dewey’in eğitim modelleri karşılaştırıldığında aslında aynı hedefe yönelik çalışmalar olduğu anlaşılacaktır. Enderun’da yetişen bireyler hem kültürel hem de mesleki açıdan mükemmel derecede yetişiyordu. Aynı durum Dewey’in eğitim felsefesi için de geçerlidir. Teorik ve pratiğin yoğun olduğu programda, fıtrata yönelik bir felsefe temel amaçtır. İş hayatının sosyal hakikati içerisinde bireylerin sadece nitelikli ve donanımlı olması yeterli değildir. Aynı zamanda kültürel ve duygusal yönden doyurulmuş bir eğitim sisteminin de oluşturulması kaçınılmazdır. Mevcut eğitim sistemimizde ortaöğretimde öğrencilerin devlet memuru olma geleneği aşılandığından, dolayısıyla memur olamayan bireyler mutsuz olmakta, anlamadığı işte çalışmak zorunda bırakılmakta, ortaya çıkan iş kalitesiz olmakta ve toplumsal kalkınma sağlanamamaktadır. Osmanlı padişahlarının, padişah olsalar dahi birer mesleklerinin olması, şair ve yazar olmaları, yabancı dil bilmeleri de gösteriyor ki teorik ve pratik bir arada olmadan mükemmel insan tipi yetişmiyor. Eğitim ve öğretimin iç içe olduğu Enderun Sistemi, bilgiyi toprağa eker gibi öğretmesi örnek alınması gereken bir olaydır. Diyebiliriz ki tarih sadece geçmişte nelerin olup bittiğinin öğrenilmesinden ibaret değildir. Aynı zamanda tarih, bugün içimizde hissettiğimiz bir boşluğu izale etmek ve geleceğe bir proje ile bakmak amacıyla da okunabilir. Bunun yanında, bütün imparatorluktan seçilen en kabiliyetli öğrencilerin her türlü imkânlar sağlanarak eğitime tabi tutulduğu düşünüldüğünde, günümüzdeki okullarla kıyası tabii ki pek gerçekçi olmayacaktır. Problem de burada başlamaktadır zaten. Günümüzün en büyük problemlerinden biri olan zorunlu eğitim. Fıtratı eğitim almaya müsait olmayan bireylere de zorla diploma aldırmaya çalışmak Enderun Mektebi’nin haklı bir tarafını daha ortaya koymaktadır. John Dewey'in kuramını geliştirdiği zaman dilimi sanayi Devrimi’in toplum, aile ve eğitim öğretim hayatının doğrudan doğruya etkilendiği bir dönemdir. Bunu Enderun’la kıyasladığımızda bir cihan devleti olan Osmanlının eğitim sisteminin üstünlüğü bir kez daha ortaya çıkar. Çünkü Dewey, pragmatizmi savunurken, Enderun tamamen erdemi ve devleti üstün tutar. Neden ve niçin zorunlu eğitim? İlkokuldan başlayıp yüzlerce derse tabi tutulan ve bu derslerden başarısız olanlara sınıf tekrarı yaptırmak ne kadar doğru? Ne kadar fıtrata uygun? Bireysel farklılıklar dikkate alınmadan herkesi aynı müfredata tabi tutmak ülkeye bir katkı sağlar mı? Sınıf tekrarına bırakılan öğrenciler (mazereti olanlar hariç) bir zekâ ilerlemesi mi yaşıyor? Bu nedenle bilhassa mesleki eğitimde öğrencilere sınırları önceden belirlenmiş belirli bir hayata hazırlamak yerine, demokratik eğitim modeli çerçevesinde Enderun Mektebi sistemine uygun öğrenci ve öğretmenlerin tecrübeleri ışığında çeşitli projelerle meşgul olacağı ve çevresindeki meselelere teorik ve pratik eğitimin bileşimi neticesinde çözüm yolları arayacağı bir öğretim programının hazırlanması, eğitimdeki verimi arttıracaktır. Bu arada demokratik eğitim modelinin sınırsız özgürlük gibi algılanması elbette ki doğru değildir. Kişi fıtri olarak disipline edilmezse başarılı da olamaz zaten. J.Dewey’in çocuğa göreli demokratik eğitim sistemindeki eksiklikler, Enderun Mektebi’ndeki uygulamalarla haydi haydi kapatılabilir. Yapılacak yeni öğretim programıyla, öğrenciler öğretim programlarını temsilciler aracılığıyla aktif olarak katılabilir, kendi öğrenme planlarını hazırlayarak uygulayabilir, çalışmalarını değerlendirmeleri sağlanabilir. Bu durum karşısında öğrenciler, öğrenme sorumluluğu hissedecek ve sorumluluk alacaktır. Mevcut gelenekçi eğitim programında, Ankara ilindeki bir öğrenci ile Kars ili Digor ilçesindeki bir öğrencinin eğitimden beklentileri aynı kabul edilmektedir. Oysaki coğrafyanın, kültürün, örfün, iklimin, ailenin ve ekonominin eğitim üzerindeki etkileri tartışılmazdır. Bu nedenle Dewey’in demokratik eğitim modeli ve Enderun Mektebi eğitim modeli yeniden ıslah edilirse, Türk Eğitim Sistemine bir katkı sunabilir. Enderun sistemi, dünya eğitim tarihinde ilk ve planlı eğitim uygulamasıdır. Enderun’un harem kabul edilmesi nedeniyle hakkında yeterli derecede belge ve bilginin olmaması, bu sistemi detaylı incelemeyi güçleştirmektedir. Bu konu yetkili ve donanımlı araştırmacılar tarafından uzun süre ihmal edilmiştir. Amerika’da bu konu ile ilgili 360 tane İngilizce tez bulunmaktadır. Bu nedenle Enderun ve J.Dewey modeli günümüz şartlarına uyarlanıp, ilk ve orta öğretimin sadece üniversite için bir hazırlık evresi olduğu fikrinden vazgeçilmelidir. Gençlere yükseköğretime gitmeden onları başarılı kılacak ve meslek sahibi yapacak uygulamalı dersler müfredata eklenirse ülke kalkınmasına kısa yoldan katkı sunulabilir. Bütün öğrencilerin aynı seviyede başarı göstermelerini beklemek yerine, öğrencinin fıtri zayıf ve güçlü tarafını keşfedip en kısa zamanda uygun alanlara yönlendirmek, eğitim sistemleri için hayati önem arz etmektedir. Bu sebeple uygulamaları kaybolsa bile tarihte yeri doldurulamaz eğitim modellerinin yeniden gözden geçirilip, okul ve iş hayatının iç içe olduğu, sadece staj denilen kısa uygulamalarla sınırlı olmadığı, hayatın kendisinin olduğu eğitim programları bir an evvel hayata geçirilmelidir. Sonuç olarak, Enderun Mektebi ve Demokratik Eğitim Modeli içerisinde yer alan eğitim felsefelerinin ışığında Türk Eğitim Sistemi uygulamalarının başarıya ulaşması, bireysel farklılıkları dikkate alan, sosyal hayatın izlerini taşıyan ve hayatın sorunlarına çözüm teklifleri sunan bir öğretim programı ile mümkündür. Eğitim programları düzenlenirken ve geliştirilirken fıtri özellikler, kişisel farklılıklar ciddi şekilde dikkate alınmalıdır. Enderun Mektebi sisteminde asıl amaç, üstün kabiliyetli bireyleri toplum hizmetine sunmaktır. Dewey’in amacı ise, her bireyi kabiliyeti nispetinde eğitime tabi tutmaktır. Bu başarılı iki sistem birleştirilip günümüze uyarlanabilir. Kaynaklar: 1- Nahlevi, A. (1997). Çağdaş sorunlara karşı İslami eğitim (Çev: İsmail Kodaz). Konya: Esra Yayınları2- Şişman, M. (1999). Öğretmenliğe Giriş. Ankara: Pegem A- Yayıncılık3- Demirel, Ö. (1999). Kurumdan Uygulamaya Eğitimde Program Geliştirme. Ankara: Pegem A yayıncılık4- Türkoğlu, A. (2005). 109 soruda öğretmenlik meslek bilgisine giriş. İstanbul: Kare Yayınları5- Adem, M. (1996). Demokratik Laik Çağdaş Eğitim Politikası. Ankara: Şafak Matbaacılık6- İbn Haldun, (1989). Mukaddime, Ter. Zakir Kadiri Ugan, ANKARA: MEB Yayınları7- Besençon, M. (2013). Creativity, giftedness and education, Gifted and Talented intenational, Volume: 28, Vorld Council for Gited and talented Children, Kentucky, s.149-1160)8- Sönmez, V.(2008). Program Geliştirmede Öğretmen El Kitabı. Ankara: Öğretmen Yayınları.9- Varış, F.(1994). Eğitimde Program Geliştirme-Teori, Teknikler (5.baskı). Ankara: Alkım Yayınlar10- Detaylara şu linkten ulaşabilirsiniz: http://irfanmektebi.com /2018/08/13/enderun-mektebi-ve-john-deweyin-egitim-anlayisi-ile-gunumuz-egitim-sorunlarina-bakis/?preview_id=12157&preview_nonce=592da2971c&post_format= standard&_thumbnail_id=-1&preview=true
“Yerlilik ve millilik” son günlerde ülke kamuoyunun gündeminde sıkça yer alan, yer alması arzu edilen kavramlardan ikisidir. Dahası bu arzunun mahiyeti elbette salt bir kuru gündem olması değildir. Bu arzunun mahiyetinde; bireylerden kurumlara fikri, sınai, ticari sahada faaliyet gösteren, ister politika üretsin ister mamul geniş bir yelpazede her kesin ve her kesimin sadece gündemi değil, rotası ve güzergâhı da olması da yer almaktadır. Bu kavramlar üzerine bir inşa arayışı, kavramların bu kadar yoğun kullanımı, tersinden bir okuma ile bir eksikliğin, dağınıklığın, ifadesi anlamına da gelmektedir. Toplumda bir farkındalık oluşturmak, bir kılavuz tayin etmek, nazarları bu iki kavrama çekmek bir ihtiyaç duyumunun göstergesidir. Savunma, imalat sanayisinin merkeze alınarak sosyal, siyasal ve kültürel alanlarla da birlikte konuşulmaya başlanan, yaygınlaşan yerlilik - millilik arayış ve anlayışın “milli eğitim” alanından bağımsız olamayacağı söylenebilir. Her birey, “milli eğitimin” rahle-i tedrisinden geçerek, düşünce, tutum ve davranışlarıyla sosyal hayatta yerini almaktadır. Siyasi olarak nispeten yeni olan yerli-milli vurgusu hukuki olarak daha eskidir. Bu anlayış ve arayışla kurumsal düzeyde yüz yüzeyizdir. Milli Güvenlik, Milli Savunma, Milli Eğitim gibi “Milli” olduğu ve olacağı belirtilen kurumlar, hayatımızın her anında veya önemli bir kısmında bize refakat etmektedir. Millilik ve yerlilik; bir özgünlük, kendine münhasırlık ve dahası külli bir öznellik içerir. Bu münhasırlık, yani Milli ve yerli olmak uzun zaman dilimine yayılı bir süreç içerisinde oluşur. Tarihin akışı içerisinde her bir kültür gibi, sanat gibi, dil gibi, din gibi unsurlar bu millilik ve yerlilik oluşumunun kurucu ve asli unsuru olurlar. Bu unsurlarında her birinin kendi içerisindeki din alimleri, dil bilginleri, kültür adamları, sanatkârları gibi aktörlerde hem varlıklarıyla hem eserleriyle yine bu oluşum sürecine katkıda bulunurlar. Milli olmak ya da millet olmak siparişle, sosyal mühendislikle teşekkül etmez, fıtri olarak gelişir ve ilerler, fıtratına uygun kendi mecrasını bulur. Bütün bu hususiyetleriyle her milletin kendi milliliği ve yerliliği kendine özgün olur. Diğer bir milletin millilik ve yerliliğine göre de öznellik içerir. Bu da aslında millilik ve yerlilik için evrensel bir ilkedir. Eğitim ve öğretim kavramları arasında aşikâr bir farklılığın olduğu yine malumdur. Bu nedenle “Yüksek öğretim” kurumsal olarak ifade edilirken “öğretim” kavramının kullanılması, Milli Eğitim ifade edilirken de “eğitim” kavramının ifade edilmesi bir tesadüf değil, bilinçli bir tercihtir. Eğitim meşru bir dönüştürmeyi amaçlar, bu dönüşümünde ana omurgasını “milli” oluşturur. Milli olarak nitelendirilen her kurumsal yapı bu öznelliğin ya inşasını ya muhafazasını ya da hem inşasını hem muhafazasını temel ilkelerden birisi kabul eder. Bu bizim bir varsayımımız değil yasaların devlete yüklediği bir görevdir. Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Genel Sekreterliği Kanunu’nun “Tanımlar” başlığı taşıyan 2. Maddesinde Milli Güvenlik Kavramı şöyle tanımlanmıştır. “Madde 2 – Bu Kanunda geçen, a) Milli Güvenlik; Devletin anayasal düzeninin, milli varlığının, bütünlüğünün, milletlerarası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dahil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanmasını” Bu maddede dikkat çeken husus, milli güvenliğin sadece askeri alan ile sınırlı olmadığı, devletin öznel alanı, milli ve yerli alanı olan, milli varlığı hatta ve hatta “kültürel” unsurların da korunmasının Milli güvenliğin alanına girdiğidir. Kültür yasaya göre devletin koruması gereken bir olgudur. Milli kültür dediğimiz şey ise, tarihi süreç içerisinde oluşmuş yukarıda saydığımız unsur ve aktörler ile vardır. Kültür dediğimiz husus zatında “Milli ve Yerli”dir. Milli Eğitim Temel Kanunu’ nun, “Genel Amaçlar” başlığını taşıyan 2. Maddesinde “…………….Türk Milli Eğitiminin Temel Amacı Türk Milletinin bütün fertlerini, …………………….Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan……………………..” Bu madde çerçevesinde devletin “eğitim” ile ilgili temel görevlerinden birisi; her bir ferdin milli, ahlaki, manevi ve kültürel değerler ile mücehhez bir birey olarak yetişmesidir. Bu yasaların devlete yüklediği bir görevdir. Millet olma vasfının, münhasırlığın, özgünlüğün, öznelliğin muhafazası ve inşası devletin bir yükümlülüğüdür. Bu görev devletin gizli gündemi, derin ve zımni bir görevi, durumdan vazife çıkarması vs. değil, bizzat asli ve aşikar, sır olmayan bir görevidir. Bunun kuvvetle vurgulamamız ve altını çizmemiz gerekmektedir. Eğitimin amaçlarında bahsedilen “milli, manevi, ahlaki, kültürel değerler” kavramları ile Milli Güvenlik kavramında bahsedilen, “milli varlık, sosyal kültürel değerler” kavramlarının mahiyetleri de farklı değil. Millet aynı millet, kültür aynı kültür, değer aynı değer, toplum aynı toplum, maneviyat aynı maneviyat ve devlet de aynı devlettir. Milli Eğitim’in temel kanununda belirtilen amaçlar çerçevesinde, on iki - on üç yıllık “Milli Eğitim” sürecinden sonra bireyler, Yüksek Öğretim’e uğurlanmaktadır. Bu aşamada artık bir eğitim faaliyeti değil, nesnel bir öğretim süreci söz konusu olmaktadır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik Nasıl Sağlanacak? 12 – 13 senelik üstelik toplumun bütün fertlerinin de istisnasız zorunlu tedrisattan geçirilerek, yetişkin bir birey olarak toplum hayatına uğurlanması süreci ciddi ve önemli bir mekanizmadır. Ortalama insan hayatı için de önemli ve uzun sayılabilecek bir zaman dilimidir. Buradaki uzundan kasıt kısaltılması gereken bir süre olarak değerlendirilmesi değildir. Buradaki uzun süreden kasıt, az olmayan eğitim için yeterli olan bir zaman dilimi olmasıdır. Yani bu kadar süre içerisinde Milli Eğitim kanununun genel amaçlarında belirtilen yerli ve milli vasıflara haiz fertlerden oluşan bir toplum inşa etmek mümkündür. Ancak yine kamuoyunda “yerlilik ve milliliğe” olan ihtiyacın sıkça dile getiriliyor olmasından, toplum nezdinde seçkin ve itibarı olan bazı üniversitelerin mezuniyet törenlerinde tekerrürle açılan toplumun milli ve manevi değerlerini tahkir eden pankartlardan, devletin havaalanı, köprü vs. gibi küresel ölçekli büyük yatırımlarına muhalefet eden meslek odalarından, devleti suçlayan - terör örgütlerini kutsayan bildirilere imza atan akademisyenlerden, devlet büyüklerine hakaret eden medya yazar çizerlerinden, toplumun milli ve manevi değerleri ile ilgili en ufak bir olumlu söz söyleyen sanatçılarını linç eden sosyal medya bireylerinden, Devletin milli ve manevi değerlerine muhalif olmakla sanatçı olmayı eşdeğer sayanlardan, soyadı Türk olduğu halde Milletin Meclisi’ne bomba atmaktan imtina etmeyen, namlusunu millete çeviren askerlerden, Taksim Meydanı’nı yangın yerine çevirerek milletin ambulansını, otobüsünü taşlayan yakan gençlerden, şehit edilen polis ve öğretmenler karşısında dilsiz olan sendikalardan, dağdakilerin ovadaki uzantılarına saz çaldırarak propaganda yaptıran ekranlardan, bebek katillerinin tabutuna omuz verenleri milletin vekili yapan ve yaptıranlardan……. Görülmekte ve anlaşılmaktadır ki Milli Eğitim sürecinde bir problem vardır. Toplumun hemen her kesiminden yerlilik ve millilik ile problemi olan bireylerin bu kadar kabarık bir liste oluşturması, bu listenin daha da uzatılabilmesi ve her bir başlığın altına onlarca somut örnek yazılabilecek olması istisnalar topluluğuna indirgenemez. Milli eğitimin temel amaçları maddesinde “her bir fert” ibaresi yer almaktadır. Bu listede yer alan bireyler, bu her bir ferd ibaresinin de muhatabıdır. Genel ve Temel amaçlara ulaşılmada eksik kalınmaktadır. Bu eksikliğin bir diğer vahim boyutu ise Milli Eğitimin temel amaçlarından eksik kalan bireylerin, zararları kendileri ile sınırlı kalmamakta, sorun Milli Güvenliğin alanına intikal etmektedir. Milli Eğitim sürecindeki bu eksiklik ve çıktılardaki külli sorun, bir kastın sonucu değildir. Bu yazının amacı bir suçlama bir fatura çıkarma da değildir. Bir tespit ve çözüme bir katkı ortaya koymaktır. Milli Eğitim sürecindeki yerlilik ve Millilik eğitiminde bir aksaklık olduğunu söylemek mümkündür. Milli Eğitim salt eğitimden oluşmamakta aynı zamanda bir öğretim mahiyeti de taşımaktadır. Milli eğitimin içerisindeki öğretim kısmına nispetle, temel kanunun genel amaçlarda belirttiği unsurlardaki eğitim görevinde eksikler göze çarpmaktadır. Eğitim bir bilgi aktarımını da kapsar. Yani bireyler eğitilirken aynı zamanda öğretimle de muhatap olurlar. Ancak her öğretim bir eğitim içermeyebilir. Her eğitim biraz öğretimdir. Milli Eğitim’de bu da yadsınmamış kavramsallaştırılmış “eğitim-öğretim” dönemi olarak ifade edilmiştir. Milli eğitim’in öğretim ve buna bağlı olarak eğitim sürecinde, milli ve manevi vasıflarla mücehhez olarak yetişmiş fertlerin artırılması için alınması gereken tedbir, giderilmesi gereken eksiklik, Milletin Milli ve Manevi değerlerinin layıkıyla, Milli Eğitim mekanizması aracılığıyla öğretilmesidir. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Yunus Emre’nin Türkçeyi en iyi kullanan şairlerden birisi olduğundan daha fazlası olduğu ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Mevlana’nın sosyal medyada sözleri en çok paylaşılacak birisinden daha fazlası olduğu ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Nizamülmülk’ün her hangi bir test sınavında “Nizamiye Medreseleri’nin kurucusu kimdir?” sorusuna verilmesi gereken bir cevaplık bilgiden daha fazlası olduğu ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Melikşah’ın Selçuklu Sultanlarından birisidir ifadesinden daha fazlası olduğu ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettiği, Avni mahlası ile de şiirler yazdığından fazlası olduğu ile tanıştırılmasıdır Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Hacı Bektaş Veli ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Akşemsettin’in Fatih’in hocası olduğu bilgisinden daha fazlası olduğu ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Orhun Yazıtlarının, Türk kültür tarihinin, bugün için bilinen ilk yazılı belgeleridir bilgisinden daha fazlası olduğu ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Mehmet Akif ERSOY’un sadece İstiklal Marşı’nın şairidir bilgisiyle sınırlı olmadığı ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Farabi ve Biruni’nin geçmişte yaşamış bilginler gibi kısa bir bilgiden daha fazlası olduğu ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Prof. Dr. Osman TURAN ve Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi ile daha lisedeyken tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Mümtaz TURHAN isminden haberdar edilmesidir. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Fethi GEMUHLUOĞLU’nun Cahit Zarifoğlu’nun ifadelerinde belirtildiği gibi “tek başına bir okul olduğu” ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Nurettin TOPÇU ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Dündar TAŞER’in Büyük Türkiye’si ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Yusuf Has Hacip ve Kutadgu Bilig, Kınalızade ve Ahlak-ı Alai ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Maverdi’nin Edebiddünya ve Din eseri ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Çanakkale, Kut-ül Amare, Kudüs, Bosna, Doğu Türkistan, Şam, Halep Bağdat, Bakü, Buhara, Semerkant, Taşkent, Ahlat, Kırım, Batı Trakya, Kıbrıs ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; Oktay SİNANOĞLU, Fuat SEZGİN, Cemil MERİÇ, Necip Fazıl ile tanıştırılmasıdır. Eğitimde Yerlilik ve Millilik, Milli Eğitim mekanizması ile yapılan öğretimde bireylerin; “Mekke'de de olsam yine Türkiye'ye gelirdim” diyen Bediüzzaman ile tanıştırılmasıdır. Bu listeyi uzatmak veya alternatiflerini üretmek mümkündür. Mevcut formasyonda fertlerin bilgisi burada yazılandan öteye değildir. Bu öğretim eksikliği Milli eğitim temel kanunda tanımlanan amaca matuf içselleşme, öznelleşme, millileşme, yerlileşme sürecinde problemler ortaya çıkarmaktadır. Millet nedir? Millet’in unsurları ve aktörleri nelerdir? Sorularının cevapları cesurca öğretilmeden, eğitimde Yerli ve Millilik problemi artarak devam edecektir.
Mevcut eğitim felsefemiz ve onun üzerine kurulu olan sistemimiz “taklit” iken, özümüze ve milliliğimize uzak iken; sistem üzerinde ne yapılırsa yapılsın, maalesef netice boş ve akim olacaktır. İlim irfan yuvası olması gereken okullar, çocukların ve gençlerin oyalanma yeri olarak bir nitelik kazanacaktır. Genel anlamda bozulan çarklar daha da bozulacak ve tıkanan sistem patlak vermeye devam edecektir. Eğitim sistemi; insanın nasıl şekillenmesi, hangi bilgi, beceri ve duygularla donanmış olması gerektiği üzerine tasarlanan sürece bağlı bir mekanizmadır. Bu mekanizmanın verimliliği, eğitim bileşenlerinin ve paydaşlarının uyumlu çalışmasına bağlıdır. Öğrencisinden öğretmenine, velisinden okul idarecisine, okullarda uygulanan eğitim programından öğrenci başarı değerlendirme yöntemimize dek eğitim sisteminin temel dinamiklerinin birbiriyle uyumlu olması gerekir. Bu uyumun sağlanması ise, öncelikle siyasal iktidar ve ilgili bakanların sorumluluğundadır. Geçmişten günümüze bu sorumluluk görevini yüklenenlerin; kendi oy potansiyelini oluşturmak ve iktidarını sağlama almak niyetiyle eğitim sistemine “arka bahçe” olarak baktıkları bilinmektedir. Yani kendisine oy verecek düşünce yapısına sahip bir neslin tahayyülüyle sistem üzerinde değişikliklere gidilmiştir. Nitekim sistem üzerinde yapılan değişikliklerin izleri sürüldüğünde, bir ideolojinin fikri temeliyle karşılaşmanız gayet mümkün. Bu itibarla eğitim sistemimiz; ideolojilerin esaretinde, iktidarların gölgesinde kalmıştır. Hâlbuki eğitim demek, gelecek nesil demek, şuurlu anne – baba demek, nitelikli insan gücü demek… Hiçbir şekilde ideolojilerin at koşturmaması gereken; insanın ihtiyaçları, fıtri gelişimi, yaşanan asrın getirileri ve şartları vb. hususiyetler göz önünde bulundurularak düzenleme yapılması gereken bir mecra… İşte bu noktada insanın gerçek eğitim ihtiyaçlarıyla, ihtiyaçmış gibi sunulan ideolojik olgular karşı karşıya kaldığında tıkanma meydana gelmektedir. 2002’den günümüze dek eğitim sistemine yapılan yatırımların devasa olduğu ve icraatların eskiye nazaran daha nitelik kazandığı görülmektedir. Fakat hâlihazırda yapılanların yeterli olduğunu ve başarılı olduğumuzu söylemek mümkün değil. Çünkü eğitim sisteminin sorunları ve insanın ihtiyaçları halen doğru biçimde tespit edilemiyor, var olan sistem üzerinde yamalar gerçekleştirmek suretiyle mevcut yapı üzerinden patinaja devam ediliyor. Mevcut eğitim felsefemiz ve onun üzerine kurulu olan sistemimiz “taklit” iken, özümüze ve milliliğimize uzak iken; sistem üzerinde ne yapılırsa yapılsın, maalesef netice boş ve akim olacaktır. İlim irfan yuvası olması gereken okullar, çocukların ve gençlerin oyalanma yeri olarak bir nitelik kazanacaktır. Genel anlamda bozulan çarklar daha da bozulacak ve tıkanan sistem patlak vermeye devam edecektir. Eğri cetvel misali mevcut eğitim sistemimizle, düz çizgi çizilemediği ve çizilemeyeceği soğuk bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Yeni dönemde MEB’den beklentimiz; Bir ideolojiyi temele almadan insanı merkeze koyması, Sistemin tıkanıklıklarını açacak bir bakış açısı benimsemesi, Reformist yaklaşımla ve cesur biçimde sorunların üstüne gitmesi ve çözüm bulması, Sisteme yük ve âtıl durumda olan birimlerin işler hale getirilmesi, öğretmeninden bakan yardımcısına dek şuurlu ve istikbali düşünen bir kadroyla çalışması, Öğretmenimize gereken değeri vermesi, Eğitim felsefemizi milli ve öz değerlerimizi baz alarak güncellemesi, Eğitim sistemimizde ve bileşenlerinde yabancı olana ve taklite dair ne varsa hepsini çöpe atması… Bu beklentiler akşamdan sabaha gerçekleşecek düzenlemeler değil elbette… Belki üç yıl, beş yıl, on yıl sonra alınacak meyvelerin, şimdiden acil biçimde tohumunun atılması ve yeşertilmesi için çaba gösterilmesi gerekmektedir. Eğitim sistemi için yapılacaklar noktasında değil bir gün, bir saniye bile boşa vaktimiz yoktur. Bu süreçte anne-baba, öğrenci, öğretmen, okul yöneticisi ve bürokrat vs. eğitim paydaşları olarak üzerimize düşen sorumluluğu sadece şahsi bir sorumluluk olarak görmeyip, istikbalin temini ve millete hizmet vebali bilinciyle hareket etmemiz gerekmektedir. Allah yâr ve yardımcımız olsun.
İlim; bilmek manasında olup, Mücadele Suresi 11’de “Allah içinizden iman edenleri yüceltir, bunlardan kendilerine ilim verilmiş olanları ise, kat kat derecelerle yükseltir” ayeti ve “Allah u Teâlâ kime iyilik dilerse, onu, din âlimi yapar ve dinine zarar verecek şeyleri ona bildirir, doğruyu gösterir” hadis-i şerifiyle ve daha nice ayet ve hadislerle kıymeti bildirilmiş ve insanoğlu ilme teşvik edilmiştir. Dinimizin ilme verdiği kıymet ve ehemmiyet, daha ilk nazil olan ayetlerde kendisini göstermektedir. Resul-i Ekrem (asm)’a “Oku!” emredilmiş ve bununla beraber neyi okuyacağı da yine Allah (cc) tarafından bildirilmiştir. Resûl-i Ekrem (asm)’ın hayatına bakıldığında görülecektir ki; O zat, Kur’ân’ın medeniyetiyle harikulade bir inkılâp gerçekleştirmiş ve insanlığa hakiki insaniyeti öğretmesiyle; bütün kalplerin sevgilisi, akılların öğreticisi, nefislerin terbiye edicisi ve ruhların sultanı olmuştur. Hâl böyle olunca ahlâktan bahseden kişi, her ne ile alakalı olursa olsun, ahlâkı O’nun hayatında arayacaktır. Çünkü O’nu terbiye eden, Rabbi’dir. Biz bu yazımızı ilimle alakaları cihetiyle talebe, muallim (öğretmen) ve âlimlerin ilim ahlâkı adıyla, üç başlık altında inceleyeceğiz. TALEBE VE İLİM AHLÂKI Talebe; ilme talip olanlar, ilmi isteyenler manasında bir kelimedir. Ecdadımız ilmin ahlâk yapısını daha kelimeleri seçerken kelimelerin içerisine yerleştirmiş gibidirler. Zira öğrenci için ilk adım, istemekle alâkalıdır. İlme bir değer verip, kendisinde ona karşı ihtiyaç hissetmek ve bütün zorluklarıyla beraber, zahiren bir şey elde edilmeyen ilme talip olmak, talebelik edebinin ilk ve ehemmiyetli bir adımı olsa gerektir. İlim, Gazali Hazretleri’nin İhya’ sında, “Kalbin ibadeti, sırrın namazı ve ruhu Allah’a yaklaştıran bir sıfat” olarak tarif edilmiştir. Bu noktada talebenin, nefsini kötülüklerden temizleme niyeti ve çalışması içerisinde olması gerekmektedir. Bir işe niyet ise, o işin ruhu, temeli, esasıdır. Talebe kendisine şu soruyu sormalıdır: Benim beklentim ne? Hedefim nedir? Neticede nereye ulaşmak istiyorum? Eğer bunları tanımlayabilirse, kaleme daha sıkı sarılacaktır. Daha da önemlisi hocasını ve kitabını akıllıca seçecektir. Seçici olacaktır. Bu seçimden sonra talebe, gerek hocasına karşı gerekse okuduğu derslere karşı, öncelikle olabildiğince mütevazı olmalıdır. Hocasını velinimeti bilmeli, onda olan iyileri alabildiğince almalıdır. Bilmelidir ki, muhatap olduğu ilmin kapısı, hocasıdır. Bu meseleyi Fahreddin Razi Hazretleri, Kehf Suresindeki Hızır (as) ve Musa (as) arasında geçen hadiseyi tefsir ederken genişçe izah etmiştir. Talebe okuduğu dersleri için “Bu benim dersimdir, ben kendi nefsimin ıslahı için okuyorum” demelidir. Her talim ettiği dersi özümsemeli, öğrenmeden geçmemelidir. Veyahut sırf başkalarına taşıyıcılık yapmak, kendini biliyor göstermek için de okumamalıdır. Bununla beraber hakikat ilmi tahsil eden bir talebe, okuduğu hakikat derslerini kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkmalı ve hayatının en mühim vazifesini, onun neşir ve hizmeti bilmelidir. İlmin bu hizmetini üstlenenler, “Talebe-i Ulûm” denilen özel bir tanımlama içerisinde değerlendirilmişlerdir. İmam Şafii Hazretleri gibi zatlar, “Talebe-i ulûmun hatta uykusu dahi ibâdet sayılır” demekle, onların kıymetine ayrıca vurgu yapmışlardır. Talebenin bir özelliği de, kafasını ilim haricinde işlerle meşgul etmemektir. Zaman, ileri bakıldığında çok uzun görünebilir. Fakat geriye dönüp bakıldığında ise, ne kadar hızla akıp gittiği bilinecektir. Talebe, zamanı bulunduğu an bilmeli ve sadece dersiyle meşgul olmalıdır. Yaşadığımız asırda eğitimin kalitesinin bu derece düşmüş olmasını, talebelerin okuduğu fenlere karşı bu derece lakaytlığını izah etmek, çok güç olmasa gerektir. Ne var ki doğruyu bilen çok, lakin uygulayan neredeyse yok! İlim talebesinin, “Talebe-i Ulûm”un şehid olduklarını da hatırından çıkarmaması elzemdir. Hedefinde rıza-yı İlâhi olan bir talebe, ilimle meşgul olduğu zamanlarını kayıp değil, belki bu uğurda ölse şehidlik gibi ulvi bir makam kazanacağı ideali ile azmini ortaya koyabilmelidir. Bedîüzzaman Hazretleri, ilim talebelerinin şehid olduklarını söyledikten sonra şöyle bir hâdise nakleder: “Ehl-i keşf-el kuburun (kabir halini görebilen) müşahedesiyle, müteaddit vakıatla (çok defa), tahsil-i ulûm (ilim öğrenme) anında vefat eden bazı müştak ve ciddî bir talebe-i ulûm, şehidler gibi kendini hayatta ve kendi dersiyle meşgul görüyor. Hatta meşhur bir ehl-i keşf-el kubur, vefat eden ve ilm-i sarf ve nahiv okuyan bir talebenin kabrinde, Münker Nekir’e nasıl cevap verecek diye murakabe etmiş ve müşahede edip (şahit olup) işitmiş ki: Melek-i sual ondan sordu: مَنْ رَبُّكَ ‘Senin rabbin kimdir?’ dediği zaman o nahiv dersiyle iştigal ederken (uğraşırken) vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş: مَنْ mübtedadır, رَبُّكَ onun haberidir.’ Nahiv ilmince cevap vermiş, kendini medresede zannetmiş.” MUALLİM (ÖĞRETMEN) VE İLİM AHLÂKI Öğretmenlik, bildiğini birilerine aktarabilmek ve sahip olduğunuz değerlerin hayatının devamının değeri hakkında hangi kelimeyi kullansak az gelir kanaatindeyim. Fakat şuna hepimiz kaniiz ki; âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir. Öğretmenlik denilince sadece bilgi aktarmak anlaşılmamalıdır. Çünkü insan, bir şeyi anlatırken sadece dili kullanmaz. Belki bunlardan daha tesirli olan hâl lisanı, niyet, siret (iç güzelliği, ahlâk) gibi çok unsurlar vardır ki, eğer bunlar bilgi aktarımında bir öğretmende aktif halde değillerse, o öğretmen bir papağandan farksızdır. Büyüklerimiz, “İnsan kıyafetiyle karşılanır, konuşmasıyla uğurlanır” demekle, bu konuyu gayet veciz bir şekilde ifade etmişlerdir. Ceset, ruhun evi olmakla beraber, cesedi ayakta tutan da ruhtur. Bedenin ihtiyaçları olduğu gibi, ruhun bedenden daha fazla ihtiyaçları olduğu kesindir. Ruhun ihtiyaçları elbette ki maddi değildir. Başta “Marifetullah” Allah’ı tanıma bilgisi olmakla beraber, hem dünyada hem ahirette kendisine lüzumlu olan her türlü bilgidir. Bunlar da muallimler, öğretmenler vasıtasıyla bizlere ulaşmaktadır. Aldığı ürünün ambalajına dikkat eden bir insan, elbette ki ilim tahsil ettiği kişinin ambalajına yani ilimdeki ve ilmi vermedeki ahlâkına dikkat edecektir ve etmelidir. Muallim, öncelikle Alîm-i Mutlak olan Allah’a mümin olmalıdır. Zira bilginin kaynağı orasıdır. Bu bilgi ise, ancak peygamberler aracılığıyla bizlere ulaşmaktadır. Demek muallimler peygamberlere de mümin olmalıdırlar. Yani onların getirdikleri bilgiye, yani onların şeraitlerine ve diğer iman edilecek bütün bilgiye de. Muallim talebesine karşı sevgi ile yaklaşmalı ve talebesini kendisine bırakılan bir emanet gibi görmelidir. Kâinattaki en kıymettar varlığın insan olduğu bilinciyle hareket etmeli ve yetiştirilmesi en zor varlık olmakla beraber, Hazret-i Ali (kv)’nin, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözündeki inceliğe göre hareket etmelidir. Bir doğruyu anlatmanın sadece bir yönü olmadığını bilmemiz gerekmektedir. Meşhurdur, içinde yarıya kadar su bulunan bir bardak hakkında iki şekilde söz varit olur. Birincisi, bardağın yarısı boştur. Diğeri, bardağın yarısı doludur. Aynen bunu gibi; muhatabı tahkirden kaçınmak, bilakis teşvikçi olmak lazım geldiğini muallimler katiyetle unutmamalıdırlar. Bedîüzzaman Hazretleri’nin, “Âlim-i mürşit, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay (hazım olmamış gıda) verir” dediği gibi; muallim anlatacağı konuyu kendisinde özümsemiş ve anlamış olmalı ki, karşıya zarar vermesin. Temelden sağlam olmayan bir ev kısa zamanda yıkılacağı gibi, temel bilgileri eksik olan talebenin ileride hem kendisine hem başkalarına zararlı olabileceği ihtimali göz ardı edilmemelidir. Muallim öğrettiği ilmi ve ameli öncelikle kendi hayatında tatbik etmelidir. Bu suretle hem daha tesirli olacaktır hem de “Kendinizi unutur da başkalarına mı emredersiniz?” ayet-i kerimesine muhalif hareket etmemiş olacaktır. Hazret-i Aişe (rah) den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz, “Biz peygamberler, herkese seviyesine göre muamele yapmak ve anlayabileceği şekilde hitap etmekle emr olunduk.” buyurmakla, muallimlerin de dikkatlerini bu noktaya çekmektedir. ÂLİM VE İLİM AHLÂKI Âlim, bilen kişi manasına gelmektedir. Öğrenme ve öğretmenin bir adabı olduğu gibi, bilmenin de adabı, haysiyeti, izzeti vardır. Peygamberimiz, “Kıyamet gününde en ağır azabı görecek olan, Allah u Teala’nın ilminden kendisini faydalandırmadığı âlimlerdir.” buyurmuştur. Toplumun çoğunluğu az sayıda kalan âlimlerin yönlendirmeleriyle hareket etmektedirler. Bu âlimlerin çoğunluğunu da din âlimleri teşkil etmektedir. Âlimler toplumda örnek alınan şahıslar olmaları hasebiyle, yaptıklarıyla mesul oldukları gibi, yapmadıklarından da mesuldürler. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav), “Ümmetimin helaki, fena âlimler ve cahil âbidlerdendir. Fenaların en fenası fena âlimler, iyilerin en iyisi iyi âlimlerdir” buyurmaktadır. Tespihteki imame nasıl ki, doksan dokuz taneyi bir arada tutuyor, âlimler de toplumun bilgisi ve değer yargıları cihetiyle insanları bir arada tutan zatlardır. Eğer bir toplumda ilim ve âlim haysiyeti kaybolmuşsa, o toplum daha felah bulamaz. Bunun içindir ki, bir yer fethedilmeden veya işgal edilmeden önce ilim adamları, dili, kültürü ihya veya gasp edilmektedir. Âlim, ilmiyle amil olmadıkça gerçek bir âlim sayılmaz. İnsanlara anlattıklarından ziyade, hayatında yaşadıklarıyla rehber olacaktır. Toplum dile değil, ele bakar. Anlattığı şeyler batıl bile olsa, anlattığı şeyi yaşamaya çalışanların toplum üzerindeki tesiri tarih sayfalarında çoklukla mevcuttur. Âlim için en kötü olan ise, ilmi ile dalalete düşmesidir. Tarihin değişik zamanlarında ilmiyle dalalete düşen insanlar boy göstermiş, diğer âlimleri de ağına düşürüp, toplumda zehir hükmüne geçmişlerdir. Hâlbuki âlim, bir mum gibidir. Kendisi eriyip kaybolmaya bedel, yüzlerce binlerce nur saçan talebeler yetiştirmek durumundadır. Akıl insana Allah’ı tanımak için verilmiştir. Haddinden tecavüz ederse, hakkı batıl batılı hak gösterecek derecede bozulacaktır. Bundan dolayıdır ki, istikamet en büyük keramettir, denilmiştir. Âlim, hiçbir zaman ümera (idareciler) kapısında maaş dilencisi konumuna düşmemelidir. Kendisi sıkıntıya girse bile, ilmin izzetine zarar gelmemelidir. Sahip olduğu bilgiyi, ilmi, dini alınıp-satılan bir meta gibi asla görmemelidir. Âlimin ücreti Allah’tandır. En mühim mal varlığı ise, iktisadıdır. Ve ey din âlimleri! “Ücretim az, ilmime rağbet yok, diye mahzun olma. Çünkü mükâfat-ı dünyeviye (dünya mükâfatı) ihtiyaca bakar, kıymet-i zâtiyeye (kıymetin kendisine) bakmaz. Meziyet-i zâtiye (meziyet) ise mükâfat-ı uhreviyeye (ahiret mükâfatına) nâzırdır (bakar). Öyle ise, zâtî (kendi zatında) olan meziyetini mükâfat-ı uhreviyeye sakla, birkaç kuruşluk dünya metaına satma.” “Allah’ı hatırlatan ve Allah’a yaklaştıran cihetleriyle, öğreten ve öğrenenden başka, dünyada her ne varsa melundur.” hadis-i şerifi konuyu bütün cihetleriyle hulasa etmeye kâfidir. “Bilen, öğrenen, dinleyen veya ilmi sevenlerden biri ol. Beşincisi olma, helak olursun.”
Bir devletin ideolojik temelleri, yürüttüğü eğitim politikasıyla yakından ilişkilidir. Kuruluşundan itibaren Sünnî bir kimliğe sahip olan Osmanlı Devleti’ndeki eğitim sistemi, beylikler dönemi Anadolu’sunda açılan Sünnî mezheplere bağlı eğitim kurumlarının bir nevi devamı niteliğinde olmuştur. Diğer birçok devlette olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de eğitim faaliyetleri örgün ve yaygın olmak üzere iki şekilde yapılmıştır. Örgün eğitim, belirli bir disiplin altında, sınırlı zaman ve mekân diliminde belirli bir amaca yönelik olarak verilen eğitimdir. Yaygın eğitim ise, zaman ve mekân hududu çok keskin olmayan, program yönünden daha esnek bir eğitim metodudur. Osmanlılarda örgün eğitime karşılık olarak medreseler ve mektepler yer almıştır. Bu yerlerde Sünnî çerçevede, İslam’ın temel inanç ve amellerine ilişkin prensipler öğretilmiş, buradan mezun olanlar kitabî kurallara bağlı şehir kültürünü temsil etmişlerdir. Bununla birlikte tasavvuf kültürünün merkezleri olan tekke ve zaviyeler, yaygın eğitimin yapıldığı önemli mekânlar olmuştur. Buralarda da tıpkı medreselerde olduğu gibi İslami eğitim verilmiş, ancak yazılı olandan ziyade hal ilmi denilen bâtıni ilimlere ağırlık verilmiştir. Bu mekânlar, daha çok şehir hayatından uzak göçebe gruplara hitap etmiş, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan birçok farklı kültürün sentezinden oluşan bir esneklik içinde varlığını devam ettirmiştir.1 Bunlar arasında Kalenderîlik gibi İslam’ın genel çizgilerinin dışında bazı marjinal gruplar ortaya çıkmış olsa da, Osmanlı coğrafyasındaki tekkelerin ekserisi, düşünce bakımından örgün eğitimle paralellik arz etmiştir. Osmanlı Devleti’nde fethedilen yerlerde ilk önce cami ve medrese tesis edilerek hem şehirler imar edilmiş hem de eleman ihtiyacı karşılanmıştır. Osmanlılarda resmi eğitimin verildiği ilk mekân, kayıtlara göre Orhan Gazi döneminde İznik’te açılan medresedir (H.731/M.1330-31). Medresenin müderrisliğine Mısır’da yetişmiş Kayserili âlim ve mütefekkir Davud-ı Kayserî getirilmiştir. Sınırlar genişledikçe ilim adamı ihtiyacı artmış, İznik’in ardından Bursa’da, sonrasında Edirne’de medreseler açılmıştır. Bursa’da kurulan Lala Şahin Paşa, Bayezid Paşa, Murâdiye ve Emir Sultan gibi medreselerle birlikte, İznik medreseleri ikinci dereceye düşmüş, devlet merkezi Edirne olunca da birinci sıraya bu şehir medreseleri yükselmiştir. II. Murad’ın 1447’de Edirne’de açılışını yaptığı Üç Şerefeli Camii Medresesi ve Darü’l-Hadis Medresesi, Fatih Sultan Mehmed dönemindeki Sahn-ı Seman Medresesiʼnin kuruluşuna kadar en yüksek eğitim kurumu haline gelmiştir.2 Kuruluş devrinde açılan ilk medreselerde müfredatın içeriği hususunda kesin bilgilere sahip değiliz. Yine de o yıllarda okutulan kitapların Arapça olduğunu varsayarsak, Selçuklular dönemindeki örneklerine de bakarak, hem dinî hem de aklî ilimlerin okutulduğunu tahmin edebiliriz.3 Öte yandan ilk yıllarda padişahlar tarafından farklı coğrafyalardan yetişmiş müderris ve âlimlerin de getirtildiğini görüyoruz. Anadolu’nun köklü ilim merkezleri Konya ve Kayseri gibi şehirlerin yanı sıra, Mısır, Suriye, İran ve Türkistan gibi İslam ülkelerinden bilginler dini ve ilmi seviyenin yükseltilmesi amacıyla Osmanlı ülkesine alınmışlardır. Aynı şekilde Osmanlı müderrisleri de kendi bilgilerini derinleştirmek gayesiyle bu merkezlere giderek büyük âlimlerden dersler görmüşlerdir. Böylece hem yurt içinde yetişen hem de yurt dışından getirtilen bilginlerin belirli bir bilgi seviyesinde ve ideolojik düzlemde olmaları sağlanmıştır.4 Fatih Sultan Mehmed’le birlikte, ülkedeki medrese teşkilatı artık bambaşka bir düzeye ulaşmıştır. İstanbul’da Fatih Külliyesi’nin bir parçası olan ve Sahn-ı Seman adı verilen medreselerin inşa edilmesiyle birlikte Osmanlı Devleti’nde İlahiyat ve İslam Hukuku fakülteleri kurulmuştur. Bundan sonraki eğitim kurumları da bu medreseler esas alınarak yapılandırılmıştır. II. Mehmed, sekiz yüksek dereceli bu medresenin yanı sıra buralara öğrenci yetiştiren orta sınıf Tetimme Medreselerini de (Mûsıla-i Sahn) açtırmıştır. Yine bu medreseler özelinde bütün ülke eğitim kurumlarında bir hiyerarşik sınıflandırmaya gidilmiş, medreseler derecelerine göre hariç ve dâhil olmak üzere iki ana gruba ayrılmıştır.5 Sahn-ı Seman Medreseleriʼyle birlikte Osmanlı resmi eğitim kurumlarının müfredatı hakkında daha ayrıntılı bilgi sahibi olabiliyoruz.6 Buna göre bu medreselerde okutulan dersler genel hatlarıyla şu şekilde sıralanabilir: Kelam: Medreselerde ilk tahsil derecesinde okutulan kelam kitabı Haşiye-i Tecrîd ’dir.7 İmamiye mezhebine mensup olan matematik ve astronomi âlimi Nâsıruddin-i Tûsî’nin yazdığı ve Sünnî âlimler arasında daha çok Tecrîdü’l-kelâm ismiyle meşhur esere Şemseddin el-İsfahanî tarafından yapılan şerh yapılmış, Seyyid Şerif Cürcani8 de bu şerhi Hâşiye-i Tecrîd adıyla tetkik ve izah etmiştir. Bu kitaptan sonra medreselerde Kadı Beyzâvî’nin Tavâliʻu’l-envâr isimli eserine Eş’arî kelamcısı ve Şâfiî fıkıhçısı Şemseddin Mahmud b. Abdurrahman el-İsfahanî’nin (ö.1349) yazdığı şerh okutulmuştur. Asıl adı Metâliʻu’l-enzâr ʻalâ Tavâliʻi’l-envâr olan bu eser daha çok Tevâli’ olarak bilinmektedir.9 Bir diğer eser de, Adûdüddin el-Îcî’nin (ö.1355) Eş’arî mezhebine göre yazdığı Mevâkıf isimli kitabıdır. Osmanlı medreselerinde daha çok Cürcani’nin bu esere şerhi olan Şerhu’l-Mevâkıf ders kitabı olarak okutulmuştur.10 Belagat: Arap âlim Ebu Yakub es-Sekkâkî’nin (ö.1229) gramer ve belagate dair Miftâhu’l-ulûm adlı kitabı, medreselerin dil ve edebiyat alanında tercih edilen eser olmuştur.11 Bu kitabın özeti Hatîb el-Kazvînî tarafından Telhîsü’l-Miftâh olarak yapılmış, medreselerde metodu ve üslubundan dolayı genellikle bu eser ve şerhleri ders kitabı olarak okutulmuştur. Telhîsü’l-Miftâh’a Saadeddin Taftazanî’nin (ö.1390) yaptığı Muhtasar ve Mutavvel isimli şerhler ve bu şerhlere Cürcani, Molla Hüsrev gibi bilginlerin yazdıkları haşiyeler okutulan kitaplar arasındadır.12 Mantık: Mantık alanında, Nâsıruddin-i Tûsî’nin talebelerinden Ali b. Ömer el-Kâtibî el-Kazvînî’nin (ö.1277) er-Risâletü’ş-Şemsiyye’sine Kutbüddin Râzî’nin (ö.1365) yaptığı şerh (Şerh-i Şemsiyye) okutulmuş, ayrıca bu şerhe Cürcanî ve Taftazanî gibi âlimler tarafından hâşiyeler yazılmıştır.13 Bununla birlikte, Aristo mantığı üzerine yazılan Îsâgûcî14 kitaplarından biri olan ve Esîrüddin el-Ebherî’nin yazdığı Îsâgûcî fi’l-mantık eserine yapılan şerhler, ayrıca Şâfiî âlimi Siraceddin el-Urmevî (ö.1283) tarafından klasik mantık üzerine yazılan Metâliʻu’l-envâr ve şerhleri medreselerde öğretilen mantık kitapları arasındadır.15 İlm-i Heyet: Astronomi dalındaki İslam bilginlerinden Çağminî’nin (ö.1221?) medreselerde kendi adıyla meşhur olan el-Mülahhas isimli eseri ve bu esere Kadızade-i Rûmî ve Cürcanî’nin yazdığı şerhler Osmanlı medreselerinde uzun yıllar astronomi kitabı olarak okutulmuştur.16 Yine aynı alanda Ali Kuşçu’nun Risale-i Fethiye adlı eseri zikredilebilir. Hesap: İbnü’l-Havvâm olarak bilinen matematik âlimi Ebu Ali İmadüddin’in (ö.1324) yazdığı el-Fevâidü’l-Bahâiyye isimli eseri öğrencisi Kemaleddin el-Fârisî tarafından şerh edilmiş ve medreselerde matematik kitabı olarak okutulmuştur. Fatih Sultan Mehmed döneminde müfredata Ali Kuşçu’nun Risale-i Muhammediye eserinin girdiği de söylenebilir.17 Hendese: Şemseddin Muhammed es-Semerkandî’nin (ö.1303) Öklid’in Elementler isimli eserinden faydalanarak yazdığı Eşkâlü’t-te’sîs kitabı ve Kadızâde-i Rûmî’nin buna yaptığı şerh, medreselerin vazgeçilmez geometri kitaplarından olmuştur.18 İlm-i Hikmet: Medreselerde felsefe ve mantık alanında Molla Fenârî ve Kadızâde-i Rûmî’nin eserleri okutulmakla birlikte, felsefeyle ilgili yoğun tedrisat ve araştırmaların Fatih Sultan Mehmed döneminde başladığını belirtebiliriz. Bununla ilgili olarak Fatih, iki fikir adamı Hocazade Muslihiddin Mustafa Efendi ve Alâeddin Ali Tûsî’den, Gazâlî ve İbn Rüşd arasında geçen “Tehâfüt” tartışmalarına ilişkin birer eser yazmalarını istemiş, sonrasında Abdurrahman Câmî de bu çalışmalara dâhil olmuş ve üretilen eserler felsefede Tehâfüt geleneğinin devam etmesini sağlamıştır. II. Mehmed felsefî ve aklî bilimlere özellikle ilgi göstermiş, Sahn-ı Seman Medreselerinde haftada birer saat okutulmak üzere felsefe ve mantık dersleri koydurtmuştur.19 Akaid: Adûdüddin el-Îcî’nin İslam prensiplerini Sünnî çerçevede ele alan el-Akâidü’l-Adûdiyye isimli eserine şerh yapan Celaleddin Devvânî’nin (ö.1502) Devvânî şerhi uzun müddet medreselerde okutulmuştur.20 Yine Devvânî’nin kaleme aldığı Risâle fî isbâti’l-vâcib eseri, Hanefî âlim Necmeddin Ebû Hafs Ömer en-Nesefî’nin (ö.1142) Akâid’i ve buna yazılan en meşhur şerh olan Taftazanî’nin Şerhu’l-Akâid’i de medreselerin müfredatında asırlarca yer almıştır.21 Hadis Usulü: Hadis ve tefsir âlimi İbnü’l-Esir’in (ö.1210) Kütüb-i Sitte’deki hadisleri alfabetik olarak sıralayan ve birinci bölümde hadis usulünden bahseden Câmiʻu’l-usûl isimli eseri, ünlü Şâfiî âlimi İbn Hacer el-Askalânî’nin (ö.1449) eş-Şehrezûrî’nin eserini yeniden düzenleyerek hazırladığı ve zamanla büyük kabul gören Nuhbetü’l-fiker isimli hadis usulü kitabı, bunların yanında Sahîh-i Müslim ve Sahîh-i Buharî, hadis alanında okutulmuş eserlerdendir.22 Tefsir: Muʻtezile âlimlerinden Zemahşerî’nin (ö.1144) dirayet metoduyla hazırladığı ve medreselerde üst derecelere ulaşan öğrencilerin tefsir sahasında okudukları el-Keşşâf isimli tefsir ve bu eserin bir özeti hükmünde olan, Eşʻarî kelamcısı Kadı Beyzavî’nin (ö.1286) yazdığı Envârü’t-tenzîl isimli kitabı medrese müfredatına girmiş eserlerdendir. Kadı Beyzavî’nin mezkûr kitabı müellifin kendi ismiyle meşhur olmuş ve üzerine yüzlerce şerh/haşiye yapılmıştır.23 Fıkıh: Bir İslam devleti olan Osmanlılarda hukukun uygulanması için gerekli olan en önemli ilimlerden biri de fıkıhtır. Fıkıh, helal ve haram hükümlerini kapsadığı için en üstün ilim dalı sayılmış ve hemen hemen bütün medreselerde ders olarak verilmiştir. Bu alanda birinci eser, Burhaneddin el-Merginânî’nin (ö.1197) on üç yıl zarfında vücuda getirdiği el-Hidâye’dir. Hanefi fıkhına göre yazılmış bu kitap, içerisinde kullanılan hadislerin sağlamlığı, dilinin sadeliği ve üslubunun güzelliği ile medreselerde en rağbet edilen eser olmuştur. Bu esere birçok şerh yapılmış, bunlardan Ekmeleddin Bâbertî’nin yazdığı el-İnâye medreselerde Ekmel adıyla meşhur olmuştur.24 Bunun yanı sıra Burhânü’ş-şerîa Mahmud’un (ö.1274) Hidâye kitabından seçkiler oluşturduğu Vikâye isimli eseri Sadru’ş-şerîa adıyla şöhret bulmuş, daha sonra bu kitaba Nikâye ismiyle şerh yapılmıştır.25 Yine Molla Hüsrev’in Gurer isimli eseriyle bu kitaba yine kendisinin yaptığı şerh olan Dürer, uzun yıllar boyunca medreselerde okutulmuştur. Hanefiler arasında muteber olan bir başka eser de Ebu’l-Berekât en-Nesefî’nin (ö.1310) yazdığı Kenzü’d-Dekâik isimli fıkıh kitabıdır. Bu kitaba yazılan Tebyînü’l-Hakâik isimli şerh, fıkhî meselelerde serdedilen görüşlerin delillerinin yanı sıra Hanefi mezhebinden farklı imamların kanaatlerini de zikretmiştir.26 Usul-i Fıkıh: Fıkıh usulünde Hanefî ekole göre yazılmış olan Tenkîhu’l-usûl isimli esere Taftazanî’nin yazdığı Telvîh hâşiyesi; Molla Hüsrev’in Mirkâtü’l-vusûl’ü, yine bu kitaba kendisinin yazdığı Mir’âtü’l-usûl şerhi; Adûdüddin el-Îcî’nin Şerhu Muhtasari’l-Müntehâ’sı; Ebu’l-Berekât en-Nesefî’ye ait fıkıh usulü eseri Menârü’l-Envâr ve bu kitaba İbn Melek (ö.1418’den sonra) tarafından yazılan İbn Melek Şerhi de fıkıh metodolojisi türünde medreselerde okutulan kitaplar arasında yer almıştır.27 Yukarıda zikredilen eserlere bakıldığında, Osmanlı klasik döneminin başlangıcında ve büyük ihtimalle daha önceki dönemlerde de İslam dininin Sünnî ekolünde yazılmış kitaplarla eğitim verilmiştir. Okutulan eserlerin en önemlisi ise Hanefi fıkhına ait Hidaye eseri kabul edilmiştir.28 Kanuni Sultan Süleyman devrinde kurulan Süleymaniye Medresesi de hiyerarşik statüsünü Sahn-ı Seman düzeninde devam ettirmiş ve bu medreselerden sonra tahsil edilen en yüksek dereceli eğitim kurumu haline dönüşmüştür. Şu ilaveyle ki, Sahn-ı Seman Medreseleriʼnde müstakil olarak bulunmayan tıp ve matematik (riyaziyat) bölümlerine ait birer fakülte, Süleymaniye Medresesine ilave edilmiş, ayrıca bir de Darü’l-hadis medresesi vücuda getirilmiştir.29 Netice olarak, II. Mehmed’le birlikte sistematik bir düzeye erişen medrese açma geleneği artarak devam etmiş, padişahların yanı sıra devlet erkânından birçok kişi ülkenin dört bir tarafında medreseler kurmuş, bunların hepsi de devletin kuruluşunda esas alınan Sünnî-Hanefi ekole bağlı kalmışlardır. Araştırmalarda, 15. ve 16. yüzyılda ülke genelinde yaklaşık 500 medresenin olduğu belirtilmektedir.30 Kaynaklar: 1- İlyas Çelebi, “Osmanlı Medreselerinin Kuruluşu, Yükseliş ve Çöküş Nedenleri”, Osmanlı, C.V, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s. 168-170.2- İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1988, s. 1-3. Osmanlı kuruluş devrindeki medreseler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul, 1984.3- A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul, 1982, s. 15-16.4- Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul, 1976, s. 15-16; İlyas Çelebi, “Osmanlı Medreselerinin Kuruluşu, Yükseliş ve Çöküş Nedenleri”, Osmanlı, C.V, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s. 170.5- Uzunçarşılı, a.g.e., s. 5-17.6- Bu konuda geniş bilgi için bkz. Hüseyin Atay, “Fatih-Süleymaniye Medreseleri Ders Programlan ve İcazet-Nameler”, Vakıflar Dergisi, S. XIII, Ankara, 1981, s. 171-235.7- Kâtip Çelebi, Fatih Sultan Mehmed’in kurduğu medresede bu kitabın ve Mevâkıf şerhinin okutulmasını istediğini yazmaktadır. Kâtip Çelebi, Mizanüʹl-Hakk Fî-İhtiyâriʹl-Ehakk, Hazırlayanlar: Orhan Şaik Gökyay, Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2008, s. 21.8- Asıl adı Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Ali olan Seyyid Şerif Cürcani (ö.1413), günümüzde İran’ın kuzeydoğusunda yer alan Cürcan şehri yakınlarında doğmuş İranlı bir âlimdir. Temel uzmanlığı Arap dili ve edebiyatı olmakla birlikte, fıkıh, kelam, felsefe, mantık, matematik ve tasavvuf gibi birçok disiplinde eserler ve şerhler vermiş, bundan ötürü çağının ender otoritelerinden biri olmaya hak kazanmıştır. Timur’un huzurunda Saadeddin Taftazanî ile yaptığı münazaralar ona büyük bir itibar kazandırmış, Timur’un vefatından sonra Şiraz’a giderek ömrünün geri kalanını burada geçirmiştir. İtikatta Eş’arî, fıkıhta Hanefî ekolüne bağlı olan Cürcani, Kadızade-i Rumî, Fahreddin-i Acemî gibi öğrenciler yetiştirmiş, eserleri ve düşünceleriyle Osmanlı ulemasını etkilemiştir. Sadrettin Gümüş, “Seyyid Şerif Cürcânî”, TDVİA., C. VIII, İstanbul, 1993, s. 134-136.9- Yusuf Şevki Yavuz, “Tavâliʻu’l-envâr”, TDVİA., C. XL, İstanbul, 2011, s. 180-181.10- Mustafa Sinanoğlu, “el-Mevâkıf”, TDVİA., C. XXIX, İstanbul, 2004, s. 422-424; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 24-27.11- Mehmet Sami Benli, “Miftâhu’l-ulûm”, TDVİA., C. XXX, İstanbul, 2005, s. 20-21.12- Uzunçarşılı, a.g.e., s. 21, 27.13- Ali Durusoy, “eş-Şemsiyye”, TDVİA., C. XXXVIII, İstanbul, 2010, s. 530-531.14- Özelde Aristo’nun mantık kategorilerine dair yazılan eserlere, genelde de mantık alanında kaleme alınan eserlere Îsâgûcî denilmiştir. Abdülkuddus Bingöl, “Îsâgûcî”, TDVİA., C. XXII, İstanbul, 2000, s. 488-489.15- Mustafa Çağrıcı, “Sirâceddin el-Urmevî”, TDVİA., C. XXXVII, İstanbul, 2009, s. 262-264; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 30-31.16- Sadettin Ökten, “Çağminî”, TDVİA., C. VIII, İstanbul, 1993, s. 182-183.17- İhsan Fazlıoğlu, “İbnü’l-Havvâm”, TDVİA., C. XXI, İstanbul, 2000, s. 76-78; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 20, 31.18- İlhan Kutluer, “Semerkandî, Muhammed b. Eşref”, TDVİA., C. XXXVI, İstanbul, 2009, s. 475-477; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 31.19- Ülker Öktem, “Osmanlı Medreselerinde Felsefe”, OTAM Dergisi, S. 15, Ankara, 2004, s. 274-276; Ömer Okumuş, “Câmî, Abdurrahman”, TDVİA., C. VII, İstanbul, 1993, s. 95.20- Yusuf Şevki Yavuz, “el-Akâidü’l-Adûdiyye”, TDVİA., C. II, İstanbul, 1989, s. 216.21- Yusuf Şevki Yavuz, “Akâidü’n-Nesefî”, TDVİA., C. II, İstanbul, 1989, s. 217-219.22- İ. Lütfi Çakan, “Câmiʻu’l-Usûl li-Ehâdîsi’r-Resûl”, TDVİA., C. VII, İstanbul, 1993, s. 136; M. Yaşar Kandemir, “Mukaddimetü İbni’s-Salâh”, TDVİA., C. XXXI, İstanbul, 2006, s. 121-124.23- Ali Özek, “el-Keşşâf”, TDVİA., C. XXV, İstanbul, 2002, s. 329-330; Yusuf Şevki Yavuz, “Beyzâvî”, TDVİA., C. VI, İstanbul, 1992, s. 100-103.24- Cengiz Kallek, “el-Hidâye”, TDVİA., C. XVIII, İstanbul, 1998, s. 471-473; Mefail Hızlı, “Osmanlı Medreselerinde Okutulan Dersler ve Eserler”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.17, S.1, 2008, s. 37.25- Murteza Bedir, “Vikâyetü’r-Rivâye”, TDVİA., C. XLIII, İstanbul, 2013, s.106-108.26- Ahmet Yaman, “Kenzü’d-Dekâik”, TDVİA., C. XXV, İstanbul, 2002, s. 261-262; Ferhat Koca, “Molla Hüsrev”, TDVİA., C. XXX, İstanbul, 2005, s. 252-254; Hızlı, a.g.m., s. 37.27- Şükrü Özen, “Tenkîhu’l-usûl”, TDVİA., C. XL, İstanbul, 2011, s. 454-458; Tahsin Görgün, “Adudüddin Îcî”, TDVİA., C. XXI, İstanbul, 2000, s. 410-414; Ferhat Koca, “Menârü’l-Envâr”, TDVİA., C. XXIX, İstanbul, 2004, s. 118-119; Koca, “Molla Hüsrev”, s. 253; Hızlı, a.g.m., s. 37;28- Uzunçarşılı, a.g.e., s. 19-31.29- Uzunçarşılı, a.g.e., s. 33-38.30- Baltacı, a.g.e., s. 19.
Sabır, acı ve zorluğa karşı telaş ve feryat etmeyerek, sonuna kadar tahammül edip katlanabilmektir. Ancak sabır süreci pasif bir bekleyiş değil fiili ve kavli duanın birlikte yapıldığı aktif bir süreçtir. Atalarımız “Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır” sözüyle sabrı, zahmetle beslenip büyütülen, ancak sonunda tatlı meyvesinden istifade edilen bir ağaca benzetmişlerdir. Bilindiği üzere olgunlaşmamış meyve acı olur. Sabır ağacının da böyle olgunlaşmayı bekleyen meyveleri vardır. Acelecilikle bu meyveler dalından koparılmazsa bir gün acısının tatlıya inkılâp edeceği görülecektir. Ancak insan birçok meselede hırs gösterdiğinden, aceleci davranarak Cenab-ı Hakk’ın Hakîm ismi gereğince eşyanın vücuduna koyduğu basamakların sırasını gözetmediğinden maksadına ulaşamaz, bu tatlı meyvelerden mahrum kalır. Sevgili Peygamberimiz (sav), “Acele şeytandan, teenni Rahmandandır.” (Tirmizi) buyurarak bizden düşünerek, yavaş hareket etmemizi istemektedir. Acelecilik, duyarsızlığın bir işaretidir. Yavaşlama ise, duyarlılığın araçlarından biridir. Beş duyusunu yavaşça, hayatı hissederek kullanan kişi kendini rahatlatmış olur. İnsanın huzuru, bu sükûn halinin muhafazasında gizlidir. Kâinatta yaratılan her şey ya bizzat güzeldir ya da netice itibariyle güzeldir. Sabır ise bu ikinci türdendir. “Sizi mutlaka biraz korku ve açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden bir noksanlık ile imtihan edeceğiz. (Ey Resûlüm!) O hâlde sabredenleri (Cennetle) müjdele!” (Bakara suresi, 155. ayet) ayeti, sabrın bu dünya imtihanının bir parçası olduğunu ve ardında bir hediye saklandığını bildirmektedir. Zihin ve bedeni imtihandaki sıkıntıların ve zorlukların ardında saklanan hayırlara odaklamak gerekir. “Gerçekten zorlukla beraber, bir kolaylık vardır.” (İnşirah suresi, 6. ayet) hakikati unutulmamalı, rehber yapılmalıdır. Kul, Rabbi tarafından sabırla her imtihan edilişinde, “Acaba Allah başıma gelen bu işte ne hayır murat etti?” diye düşünmeli ve ders almalıdır. Kullarına karşı çok merhametli olan Allah Teala mutlak hayır sahibidir ve kulları için daima hayırları dilemektedir. Kul, hayr-ı mutlaktan gelen bu hayırları güzel bir surette kabul etmediğinden şerlere sebep olmaktadır. Hâlbuki kendine verilen iradesini düzgün kullanarak olumsuz görünen halleri kazanıma dönüştürebilir. Ayrıca kendisine ihsan edilen nimetleri şükürle karşılamadığında da şerre dönüştürebilir. Nitekim Peygamberimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde, “İmanın yarısı sabır, diğer yarısı ise şükürdür.” (Beyhaki) buyurmaktadır. Sabır ve şükür bütün menfi durumları müspet hale dönüştüren sırdır. Sevgili Peygamberimiz bu durumu başka bir hadislerinde şöyle açıklamaktadır: “Müminin işi taaccübe şayandır. İşin hepsi onun için hayırdır. Bu meziyet sadece mümine mahsustur. Sevinirse şükreder, onun için hayırdır. Sıkıntı bela gelirse sabreder, onun için hayırdır.” (Müslim) Rabbimizin bahşettiği zihni, ruhi ve fiziki kaynaklar, ancak doğru kullanıldığında huzurlu ve mutlu olunabilir. 5 kuruşluk bir mala 500 lira verilemeyeceği gibi, beş şiddetinde üzülmemek gereken bir olaya beş yüz şiddetinde üzülmek, bu insana verilen kaynakların doğru kullanılmadığını, israf edildiğini gösterir. İnsan hem geçmiş hem de gelecek zamanla alakadar olduğundan dolayı, geçmişten gelen elemler ve gelecekten gelen korkuları düşünerek hazır zamanındaki keyfini bozar. İnsandaki mevcut psikofizik enerjiyi tüketerek direncini kırar ve sabrı yetmez hale getirir. Sabırdan güzelce istifade edebilmenin yolu onu sağa sola, geçmiş ve geleceğe dağıtmadan hazır zamana sarf etmektir. Bu durum Risale-i Nurda şöyle ifade edilmektedir: “Cenab-ı Hakk’ın verdiği sabır kuvvetini, eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir.” (Sözler, s. 95) Ayrıca bilinmelidir ki “Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmaz.” (Bakara suresi, 286. ayet) Peki, bu tatlı meyveyi daha az zahmetle elde etmenin bir yolu var mıdır? Evet. Nasıl ki bir sporcu müsabaka öncesinde antrenman yapıyorsa insan da ibadet, tefekkür, dua ve zikir ile zorluklara katlanma gücünü, sabır gücünü kendisinde geliştirebilir, daha musibet gelmeden önce ona karşı manen donanımlı bulunabilir. Bunun temel şartı da kuşkusuz, sağlam bir imana sahip olmak ve Allah’a tevekkül etmektir. O’ndan (cc) hayırdan başka bir şey gelmeyeceğine kalpten inanarak O’na teslim olmaktır. Mümin insan hayata haz ve lezzet odaklı bakmaz, huzur odaklı bakar. Huzur ise Cenab-ı Hakk’a karşı olan acz, fakr ve ihtiyacını bilmekle kazanılabilir. Menfi ibadet denilen musibetler, sıkıntılar olmazsa kendine ait bu özellikleri bilemez, kabiliyetleri de gelişemez. Bu zorluklar, dünya imtihanımızın birer parçası, hayatımızın tuzu, biberidirler. Risale-i Nur’da “Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder (safileşir), kemal bulur. Kuvvet bulur, terakki eder. Netice verir, tekemmül eder. (Lem’alar s. 5) denir. Eğer gözümüzde büyüttüğümüz olumsuzluklara bu hakikat doğrultusunda bakarsak, onların giderek küçüldüğünü görürüz. Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Tevekkülle belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.” (Lem’alar, s. 9). İşte sabır, bütün sıkıntıları huzur ve ferahlığa dönüştüren paha biçilmez bir iksirdir. Hazret-i Mevlana’nın her şeydeki sırrı sabırdır ve bu sırrı Mesnevi’sinde şöyle ifade etmiştir: Açlığa sabredersin, adı “oruç” olur. Acıya sabredersin, adı “metanet” olur. İnsanlara sabredersin, adı “hoşgörü” olur. Dileğe sabredersin, adı “dua” olur. Duygulara sabredersin, adı “gözyaşı” olur. Özleme sabredersin, adı “hasret” olur. Sevgiye sabredersin, adı “aşk” olur. Biz de Üstad Bediüzzaman’ın 23. mektubundan iktibasla şöyle diyelim: Masiyete (günaha) sabredersin, muttaki (takva sahibi) olursun, Musibete sabredersin, mütevekkilinden ve sabirinden olursun, İbadet üzerine sabredersin, mahbub ve kâmil bir kul olursun. Vesselam.-
Almanya’da Müslümanların kaldığı esir kampında 1915 senesinde inşa edilip, 1930 senesinde yıktırılan camiin hikâyesi ve Almanya’nın İslâm coğrafyasına bakışındaki samimiyetsizliği Denge Siyaseti Sultan II. Abdülhamid’in Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşa, hatıratında Sultan’ın dış siyasetini şu cümlelerle özetliyordu: “Sultan Hâmid’in siyaset-i hâriciyede mesleği şu idi: Rusya’yı idare etmek, İngiltere ile asla mesele çıkarmamak, Almanya’ya istinâd etmek, Avusturya’nın gözünün Makedonya’da olduğunu unutmamak diğer devletlerle mümkün mertebe hoş geçinmek, Balkanlar’ı birbirine karıştırıp Bulgarlar ve Sırplar ve Yunanlar arasında nifak ve ihtilaf yapmak.” (Tahsin Paşa’nın Yıldız Hatıraları, Boğaziçi Yayınları, Sayfa 85) Tahsin Paşa hatıratında, Sultan’ın dış politikasının ana hatlarını ifade ederken sarf ettiği bu iddialarının ispatı niteliğinde, birçok somut olaydan da bahsetmektedir. Ve bu anlattığı olaylar bir araya getirildiğinde aslında ortaya şu çıkmaktadır ki: Sultan II. Abdülhamid, ülkeyi tek başına idare ettiği 30 sene (1878-1908) boyunca çok iyi kurgulanmış bir dış politika takip etmiştir. Bu dış politika tarzı Osmanlı Devletine çok şeyler kazandırmıştır. Eğer 2. Meşrutiyet döneminde de bu politika tarzı devam ettirilseydi, muhtemelen Devlet-i Aliyye 9 sene içinde dağılmayacaktı. Sultan’ın Almanya ile olan ittifakının altında yatan en önemli sebeplerden birisi, Almanya’yı İngiltere’ye ve Fransa’ya karşı bir denge unsuru olarak görmesiydi. Yoksa amacı memleketin geleceğini Almanların uçuk ideallerine teslim etmek değildi. Bunun en bariz bir örneği Tahsin Paşa’nın hatıratında geçen bir ada meselesidir. Almanlar, Osmanlı Devletinden üzerinde kimsenin yaşamadığı bir adayı istemişlerdi. Bu ada, Kızıldeniz’de Hudeyde civarındaydı. Ada günümüzde ise Yemen’e bağlıdır. Almanlar bu adayı kömür deposu yapacaklardı. Muhtemel bir savaşta uzak denizlerde Alman donanmasının yakıtsız kalmaması için böyle kömür depolayacak alanlara ihtiyaçları vardı. Alman İmparatoru, bu iş için Baron Marşal’ı görevlendirdi. Baron Marşal, defalarca müracaatta bulundu. Sonunda Sultan II. Abdülhamid, bir Cuma selâmlığı sonrası Baron Marşal’la görüştü. Görüşmeden sonra Sultan, Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’yı çağırttı. Tahsin Paşa’ya derhal Yemen Valisi Fevzi Paşa’ya telgraf çekmesi ve Almanların istediği adaya yeterli mikdar asker göndererek sonucu bildirmesini istemesi talimatını verdi. Tahsin Paşa’nın telgrafından iki gün sonra, Yemen Valisinden adaya askerin yerleştirildiğine dair cevap geldi. Bu cevap üzerine Baron Marşal’a Hâriciye Nâzırı, Hudeyde civarında kullanılmayan bir ada olmadığını, sadece bir ada olduğunu ve bu adada da askerî bir üs olduğunu söyledi. Sultan’ın siyasî dehasıyla hem Almanlar küstürülmemiş oldu hem de kritik mevkideki bir ada korunmuş oldu. Eğer Sultan II. Abdülhamid, 1914 senesinde iktidarda olsaydı, muhtemelen Osmanlı Devleti ya savaşa hiç girmeyecekti ya da itilaf-ittifak cepheleşmesinde, ittifak devletlerinin yanında yer almayacaktı. Çünkü hayalperest değildi, dünya gerçeklerinin farkındaydı. Fakat 1914’de Sultan, Beylerbeyi Sarayında gözaltında tutuluyordu ve İttihad Terakki zihniyeti, Almanya’nın hayallerinin peşinden giderek Osmanlı Devletini büyük harbe dahil ettiler. Müslüman Esirler Kampı Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşının ilk iki yılında neredeyse bütün cephelerde, çok ciddî başarılar elde etmiştir. İtilaf devletleri, sömürgelerinden getirdikleri ve aralarında çok sayıda Müslüman’ın da olduğu kimi zoraki kimi kandırılmış askerler ile ittifak devletlerine karşı mücadele etmekteydiler. Ve bildikleri bir şey vardı ki; ülkelerin askerî kaynakları giderek tükeniyordu. Ancak sömürgeler tam bir insan deposuydu. Sömürgelerden getirtilen yüzbinlerce asker, cephelere dağıtılıyor ve başta Osmanlı Devleti olmak üzere ittifak devletlerini zor günler bekliyordu. Bu süreçte tabi ki; itlaf devletleri safında savaşıp da ittifak devletlerine esir düşen ve sömürgelerden getirtilmiş çok sayıda Müslüman asker de vardı. Bu askerlerden bir kısmı için Almanya’da Hilal isminde bir esir kampı oluşturulmuştu. Bu kampta kalan Müslüman esirler, Osmanlı Devletinin elindeki Hilâfet gücü de kullanılarak ittifak devletleri safına geçirilmeye çalışılmaktaydı. Bu çerçevede kampa Osmanlı Devletinin yardımlarıyla bir cami inşa edildi. Hilal Esir Kampı Hilal esir kampı, Almanya’nın Brandenburg eyaletinin Wünsdorf şehrindeydi. Bu kampa sayıları 4 bini geçen Afrikalı ve Hindistanlı Müslüman esirler getirildi. Kampta çok az Müslüman olmayan esir vardı. Almanya’nın hedefi bu esirleri ittifak devletleri safına çekerek, itilaf devletlerine karşı kullanmaktı. Bu sebeple kampta esirlere gayet iyi davranılıyordu. Osmanlı Devleti’nin yardımlarıyla kampa 400 kişilik bir cami yapıldı. Caminin kubbesi ahşaptan olduğu için beş hafta gibi bir sürede inşa edilebilmişti. Camiin açılışına Osmanlı Devletinin Berlin Büyükelçisi Mahmud Muhtar Paşa da katıldı. Max von Oppenheim isimli Alman müsteşrik, kamptaki esirleri ikna ederek Osmanlı ordusuna katılmalarını sağlamaya çalışıyordu. Çalışmalarını gerçekleştirirken Müslüman hatiblerden de istifade ediyordu. Max von Oppenheim, yaklaşık bin kadar Müslüman esiri ikna etmeyi başardı. Bu esirler Osmanlı ordusuna katılmak üzere İstanbul’a gönderildiler. Ancak Osmanlı ordusuna adapte olamadılar. Sultan V. Mehmed Reşad da bu şekilde daha fazla esirin gönderilmemesini istedi. Esir kampında bayram Hilal esir kampı, I. Dünya Savaşı sırasındaki birçok esir kampına göre çok güzeldi. Ramazan ve Kurban Bayramları için ne gerekiyorsa yapılıyordu. Meselâ Kurban Bayramı için kurbanlar kesilerek, esirler için et pişiriliyor ve Osmanlı Devletinden gelenlerle birlikte bayramlaşma törenleri düzenleniyordu. Başarısızlığın Sebebi Peki, Müslüman esirlerin ancak dörtte birinin, Halifelerinin safında savaşmaya ikna edilebilmesinin altında yatan sebep neydi? Üstelik ikna edilebilenler de uyum sağlayamamışlardı. Bu husus ile ilgili farklı sebepler ortaya koyulabilse de aslında meselenin altında yatan temel etken Almanların samimiyetsizlikleriydi. Çünkü Almanlar, kandırılarak Halifelerinden uzaklaştırılan ve toprakları işgal edilerek sömürgeleştirilen Afrikalı ve Hindistanlı Müslümanları, hürriyetlerine kavuşturma derdinde değillerdi. Tam tersine muhtemel bir başarı durumunda İngiliz veya Fransız nüfuzundan kurtarılan Afrikalı veya Hindistanlı Müslümanlar, bu sefer de Alman nüfuzu altına gireceklerdi. Bunun en müşahhas örneklerinden birisi, Sumatra Adasında yaşanmaktaydı. Hollanda sömürgesi olarak görülen Sumatra’da Almanların çok büyük yatırımları vardı. Önde Hollanda görünse de arka planda Almanya vardı. Böyle bir şeyin daha fazlasının Hindistan’da ya da Afrika’da da olmaması için bir sebep yoktu. İşte Almanların zaten samimiyetten yoksun adımları ve uğraşıları bir netice vermedi. İngiliz siyaseti üstün geldi. Sömürgelerden Halifelerini korumak için getirildiklerini zanneden Müslümanlar, Halifelerine karşı çarpıştıklarının farkında değillerdi. Bu oyunun farkında vardıklarında da iş işten geçmiş oluyordu. Cami yıktırılıyor Savaş bittikten sonra 1930 veya 1931 senesinde cami, Almanlar tarafından yıktırılmıştır. Aslında bu bile Almanların bu konudaki samimiyetsizliklerini göstermesi açısından önemlidir. Cami, yıktırılırken de eskidiği veya çatısı çöktüğü için değil, tamamen ortadan kaldırılma amaçlı parçalanıyor. Ahşap kubbesi başka bir yerde kullanılmak üzere parça parça sökülürken, demir aksam da kesilerek götürülmüştü. Kiremitleri parçalanmış, işe yarar parçalar alınmış, yaramayanlar olduğu yerde bırakılmıştı. 2015 senesinde camiin kalıntılarını bulabilmek amacıyla Prof. Dr. Reinhard Bernbeck ve Prof. Dr. Susan Pollok’un başkanlığındaki bir arkeolog heyet çalışma başlattılar. 1916 senesine ait bir çizimden yola çıkarak camiin inşa edildiği yeri tespit ettiler. Burada yaptıkları kazı çalışmasında, camiin kalıntılarına ulaştılar. Kazı alanında camiin ahşap kubbesini bir arada tutmak için kullanılan demirlerin parçaları ile kubbeye ait mavi ve yeşil cam parçaları bulundu. Bulunan kalıntılar, camiin sistematik olarak parçalandığını göstermekteydi. Max von Oppenheim Hilal esir kampında yaşananların mimarı Max von Oppenheim, İngiliz sömürgelerindeki Müslümanların Osmanlı Devleti’nin tarafına (dolayısıyla Almanya tarafına) geçmesi için yoğun çaba sarf etmişti. Ama bu çabaları her müsteşrik (oryantalist) gibi onun açısından da iyi niyetli değildi. Türkiye sınırına yakın Suriye topraklarından çıkardığı tarihî eserlerin bir kısmını Almanya’ya kaçırdı. Onun Tel Halaf şehrinde yaptığı kazılarda bulduğu M.Ö. 1. yüzyıldan kalma Arami Prensi'nin sarayına ait eserler, günümüzde Bonn Müzesinde sergilenmektedir. “Şark serüveni: Max von Oppenheim ve Tel Halaf’ın keşfi” adı verilen sergide antik çağdan kalma heykel, taş rölyef, mezar ganimetleri, şark kıyafetleri ve ev gereçleri gibi 500’den fazla parça bulunmaktadır. Aslında Max von Oppenheim gibi müsteşrikler Osmanlı-Almanya dostluğunu kullanarak, Osmanlı coğrafyasında serbestçe hareket etmişler ve tarihî eser kaçakçılığı yapmışlardır. Normal şartlarda Türkiye’de olması gereken tarihî eserler Avrupa müzelerinde sergilenmektedir. Bunun yanı sıra İngiliz nüfuzunu kırmak bahanesiyle, sömürgelerde yaşayan Müslüman halkları kendi taraflarına çekmeye çalışmışlardır. İşte bütün bu olaylar birleştirildiğinde Almanların samimiyetsizlikleri ve İttihad Terakki zihniyetinin, 6 asırlık Osmanlı Devletini onların hayallerine teslim ederek nasıl dağılmasına yol açtıkları ortaya çıkmaktadır.
Şu âlemin kalbi yeryüzü meydanıdır. Yeryüzünün kalbi ise topraktır. Toprak ise tevazu ve mahviyet gibi maksuda, rızaya ve huzura ulaştıran en yakın bir yoldur. Evet, toprak Allah’ın rızasına ulaştıran yollar içerisinde yüksek semavattan bile daha yakın bir yoldur. Onun için Hadis-i Şerifte “Kulun Allah’a en yakın olduğu an secde halidir”1 denilmiştir. Allah kendisine samimiyetle eğilen başları başka kimseler önünde eğdirmez. Secdede eğilen o başları başkasının önünde eğilmeye muhtaç etmez. Tevazu, ilâhî kudret ve azamet karşısında acziyetini idrak etmek, demektir. Mütevazı kimse, Allah’ın kullarından bir kul olduğunun şuurunda olan ve kendisini herhangi bir Müslümandan daha üstün görmeyen kimsedir. Ehl-i hakikatin bir alameti olan tevazu ve mahviyet, nebevî bir ahlak olup istikamet ve muvaffakıyet rehberidir. Ehl-i iman için benlikten ve kendini beğenmekten daha büyük bir tehlike yoktur. Onun için, kusurunu görmek ve nefsini itham etmek ehl-i iman için en lüzumlu bir vazifedir. Üzerimizdeki nimetler ve güzellikler meziyetlerimizin eseri değildir. Lezzetli üzüm salkımlarının nefaseti kuru çubuğunda aranmadığı gibi, biz de üzerimizdeki güzellikleri maharetimizde ve faziletimizde aramamalıyız. “En muhtaç biz olduğumuz için bu nimetler bize ihsan edildi” diye düşünmeliyiz. O halde hakkımız ve vazifemiz gurur değil, şükürdür. Tevazu meselesinde dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da tevazuun küfran-ı nimete ve nankörlüğe sebebiyet vermesi hadisesidir. Üzerimizdeki ve önümüzdeki sanatların sanatkârı Hz. Allah’tır. Bu cihetle sanatı tezyif, sanatkârı tahkir manasına gelecek vaziyetler nankörlüktür. Rabbimizin bir ihsanı ve ikramı olan nimetler ancak şükre layıktır. Tevazu, yerine ve konuma göre farklı renklere ve hasletlere dönüşebilir. Mesela zayıfın kuvvetliye karşı takındığı vakur duruşu güçlü biri zayıf birine karşı takınırsa tekebbür olur, büyüklenmeye girer. Güçlünün zayıfa olan tevazuunu zayıf biri kuvvetli birine gösterirse tezellül olur, zillet ve sefalete girer. Mesela bir başkanın makamındaki ciddiyeti vakardır, mahviyetiyse zillettir. Aynı başkanın evinde aşırı derecedeki ciddiyeti kibir, yumuşaklığıysa tevazudur. Tevazu Büyüklüğün Şiarıdır Büyüklerde büyüklüğün alâmeti tevazu ve mahviyettir. Küçüklüğün emaresi ise tahakküm ve tekebbürdür. Büyüklüğün şiarı kılıcı keskin olmak, milleti kendine hizmetkâr etmek değildir. Büyüklüğün şiarı aklı keskin, kalbi ve ruhu millete hizmetkâr olmaktır. Büyük görünmek insanı küçültür. Fertler toplum içinde üstlenmiş oldukları vazifelere ve makamlara layık değillerse bu eksikliklerini kapatmak için kendilerini o makama layıkmış gibi göstermek endişesine kapılırlar. Kibre ve gurura girebilirler. Manevi kıymeti ve kameti büyük kimseler ise toplum içinde üstlenmiş oldukları vazifeyi kemal derecede yaptıkları için sair insanlarla rahatça ve kardeşçe irtibata geçerler. İnsanların seviyesine rahatça inerler. Müslüman, nihayet izzet içinde nihayet tevazuu birleştirme erdemine sahip olmalıdır. Kendi nefsini başkasının üstünde görmemelidir. Müslümanın Müslümana tahakküm etmesi ve baskı kurması faziletsizliktir. Ehl-i faziletin en önemli meşrebi ve hayatının ehemmiyetli bir düsturu tevazu üzere yaşamaktır. Ehl-i fazilet halklardan hürmet değil, dua istemelidir. Aczini ve kusurunu itiraf edip istiğfar ile kardeşane bir vaziyet almalıdır. Ehl-i ilim, ilmini baskı aracına dönüştürmemeli, faziletleriyle insanları esir etmemelidir. Daima hatırlanmalıdır ki: Sonsuz ihtiyacı bulunan ve pek çok ellere mahkûm ve muhtaç olan, hem küçük bir gamla başı dönüp sersemleşen ve gözle görünmeyen mikroba mağlûp olan bir insana yakışan ve fıtratına en layık olan tevazu ve mahviyettir. Allah’tan Başkasına Eğilmeyen Başlar Şu âlemin kalbi yeryüzü meydanıdır. Yeryüzünün kalbi ise topraktır. Toprak ise tevazu ve mahviyet gibi maksuda, rızaya ve huzura ulaştıran en yakın bir yoldur. Evet, toprak Allah’ın rızasına ulaştıran yollar içerisinde yüksek semavattan bile daha yakın bir yoldur. Onun için Hadis-i Şerifte “Kulun Allah’a en yakın olduğu an secde halidir” 1 denilmiştir. Allah kendisine samimiyetle eğilen başları başka kimseler önünde eğdirmez. Secdede eğilen o başları başkasının önünde eğilmeye muhtaç etmez. Dinsizlik hesabına, imana ve Kur’an’a hücum edenlere karşı tevazu ve mahviyet göstermek büyük bir cinayet ve hıyanettir. Böylesi bir tevazu, zilletten başka bir şey değildir. Ve ahlâk-ı rezile nev’indendir. Zira mütekebbirlere karşı tevazu, zillettir. Onlara karşı tevazu ile değil, izzet ile mukabele etmek gerektir. İslam düşmanları olan hainlere karşı İslam’ın izzetini, ilmin şerefini muhafaza etmek için kahramancasına bir sebat ve fedakarane bir metanet göstermek elzemdir. Kâfir bir komutana karşı şerâfet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için ayağa kalkmayan, Şeâir-i İslamiyenin bir gülü olan başındaki sarığı zorla çıkarmaya çalışanlara karşı, “Bu sarık bu başla çıkar” diyerek İslamiyet’in izzetini muhafaza eden Bediüzzaman Hazretleri, bu zamanda İslamiyet adına “izzetli bir duruşun” timsalidir. Bu noktada Bediüzzaman Hazretlerinin salabeti ve samimiyeti İslamiyet’e hizmet eden tüm erlere rehber olmalıdır. Evet, İman ve Kur’an davasında, İslamiyet yolunda muvaffakıyete tevazu ile ulaşılır. Mahviyet şiarımız, en küçük bir kardeşimizi kendimizden üstün görmek düsturumuzdur. Kendini beğendirmenin ağır yükünden ve soğuk yüzünden kurtulmanın yegâne çaresi, tevazudur. Cenab-ı Hakka “mütevazı bir kul ” olmak duasıyla… Vesselam. Kaynaklar: 1- Müslim, Salat, 15
Eğer İslam dini bir cümle olarak düşünülürse, bu cümlenin fâili yani öznesi, Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerim’dir. Yani bu din, Kur’ân’ın emirlerine göre yaşanmak zorundadır. O halde yaşanacak din, modern kafasında hezeyanlar kuranın değil, Kur’ân’ın Dini olmalıdır: ”Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız.” (Âli İmran-132), “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; peygambere ve sizden olan emir sâhibi idarecilerinize de itaat edin!” (Nisa-59) Çok sık duyduğumuz bir kavram oldu Kur’an İslam’ı kavramı. Kimileri eleştirmek için kullanıyor, kimisi samimi olarak savunuyor, kimisi de bazı seküler projeleri hayata sokmak adına dillendiriyor bu terimi. Kur’ân İslam’ı kavramını samimi şekilde kullanan ve bu kavram yoluyla İslam’a hizmet ettiğini düşünen arkadaşları eleştirmiyorum bu yazımda. Zira onlar bu kavramın bağlamından gerçekten habersizler. Öncelikle şunu söyleyelim. Bu yazı tek tek A ya da B şahıslarına hitaben değil, kolektif bir modernist zihniyete hitaben yazılmıştır. Herhangi bir özel şahsa değil, kavramın modern bir kavram olduğunu bile bile kullanan modernizm âşığı zihniyetedir sözüm. Kur’an İslam’ı ifadesi, adı üstünde temel referans olarak Kur’ân’ı gösterdiğine göre, bu ifadeyle karşılaştığımızda Kur’ ân merkezli bir İslam anlayışıyla karşı karşıya olduğumuzu düşünürüz hemen. Ama gerçek böyle değil. Çünkü Kur’ân İslam’ı kavramı, Martin Luther’in reform hareketine dayanan Biblisches Christentum (İncil Hıristiyanlığı) kavramından modern bir uyarlamadır gerçekte. Kur’ ân İslam’ı terimi kaynağını; Kur’ân’ın kendisinden değil, 15-16. yüzyıllara denk gelen -Kilise tahakkümündeki Avrupa için anlamlı olan- reformasyon çağından almıştır. Yani bu terim, tarihi bağlamı açısından da Kur’ânî değil Avrupalı ve Nasrânî bir bağlama karşılık gelir. İslam’da “Kilise” otoritesi hiçbir zaman olmamıştır. Müslümanlar, belli bir metodolojiye/usûle bağlı kalmak şartıyla, uygun gördükleri bir âlimin görüşlerini özgürce benimsemişlerdir. Martin Luther, Kilise tahakkümünü parçalayıp İncil’i özgürce yorumlama kapısını açarken, bu Müslüman âlimlerden almış olmalıdır ilhamını. O günlerde dahi, yüzlerce müfessir, binlerce fakih, onlarca müctehid; hiçbir Kilise otoritesine bağlı kalmadan ama özgün metodolojilerine sadık kalarak Kur’ân’ı anlıyor ve anlatıyordu çünkü. İncil, Katolik ve Ortodoks kiliselerinin tahakkümünden kurtarıldığı andan itibaren, çok farklı kanallardan özgürce yorumlanma imkânı buldu. Protestanlık sonrasında 30’a yakın mezhebin ortaya çıkışı bile bu gerçeğin ispatıdır. Modernist Kur’ân İslam’ı savunucuları, kendi savundukları kavramın tarihi bağlamından da bihaber bir şekilde tek tipçi anlayışlarını tüm İslam dünyasına genelleme derdine düştüler ve bu eyleme “reform” adını taktılar. Orta Çağ Kilisesinin şe’ni olan “tekfir” (aforoz) silahını kullanmak yanında, kendi görüşlerini kabul edenlere modern endülüjanslar dağıtacak kadar cüretkârdılar. Modernist bakış açısının buluşu olan bu Kur’ân İslam’ı kavramı, her ne kadar Protestanik bir kavram olan Biblisches Christentum’dan uyarlama da olsa, neticede pre-reform bir Kilisevâri anlamayı yeniden üretme eğiliminde olduğu için, reformdan çok renorm/yeniden kurallaştırma kavramıyla anılmaya layıktır. KUR’ÂN İSLAMI İLE KUR’ÂN’IN İSLÂMI ARASINDAKİ FARK Kur’an İslam’ı kavramının “belirtisiz İsim Tamlaması” kalıbında oluşturulması bile, bu kavramı benimseyen zihniyetin “belirsiz”, “sallantılı” ve “kaygan” duruşlarını ele veriyor aslında. Örneğin, ”kapı kolu” tamlamasının tamlayanı olan “kapı” kelimesi, belli bir kapıya değil de, pek çok kapılar içinde herhangi bir kapıya vurgu yapar. Çünkü kelimenin sonunda belirlilik eki olan tamlayan eki yoktur. Ancak “kapının kolu” ifadesi belli bir kapının, belli bir kolunu gösterir. Peki, Kur’ân-ı Kerim de, İslam dini de ayan beyan ortadayken, neden “Kur’ân’ın İslam’ı” kavramı kullanılmaz da, belirsizleştirilmiş “Kur’ân İslam’ı” kavramı tercih edilir? Çünkü bu tabiri ortaya atanların kafalarında tek bir Kur’ân anlayışı yoktur. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi anlayışları sayısınca pek çok Kur’ân İslam’ı mevcuttur. Öyle ki, her birinin Kur’ân’ı anlama metodolojisi bir diğerinden farklıdır. Çoğunun Kur’ân’ı anlamada sistemli bir usulü bile yoktur. Örneğin sünneti ve hadis-i şerifleri reddeden bir kısım Kur’ân İslam’ı savunucusu, modernizmi ya da sosyalizm ideolojisini sünnetin yerine oturtuverir. Kur’ân’da çağın aydınlanmacı anlayışına uygun görmediği ayetler varsa, onları modernizm sünnetiyle tefsir etmeyi tercih eder. Bu bakış açısıyla Kur’ân’ı Marks’ın Kapitalinin tefsirine dönüştürür (hangi cüretle!) ya da Batı hukuku normlarına uymadığını gördüğü kimi muamelat ayetlerini tarihsellik seline salar gider (Haşa). Hatta hızını alamaz, itikada yelken açar, tahayyülündeki Allah’ı zamanın bir mahkûmu kılar, Hz. Âdem’in yaratılışını anlatan ayetleri “tahrif” edip, tabiatçı ve tesadüfçü anlayışlara kapılar aralar. Allah / Kur’ân algımızı, gerçekçi bir Allah-Peygamber ilişkisinden doğan sünnetten koparmakla, Kur’ân’ı, tesettür konusunda olduğu gibi, sekülerizm ayetlerine itaatkâr kılar. Kur’an İslam’ı ifadesi, bu farklı Kur’ân anlayışlarından herhangi bir anlayışı ifade etmek isteyen kolektif bir şuuraltının ürünü olabilir. Kur’ân’ın İslam’ı kavramı ise yolu, usulü, adresi belli bir din anlayışına işaret ediyor. Bu kavram herhangi bir belirsizliği de içinde barındırmıyor. Zaten bu yüzden Kur’ân’ın Muhammed’ine (sav) itiraz edip, kendisini O’nun yerine ve makamına kurguluyor bu zihniyet. Zaten bu yüzden mezhepleri inkâr ettiği halde, kendi tekfirci mezhebini inşa etmeye çalışıyor içten içe. Bir Müslüman olarak bendenizin “Kur’ân’ın İslam’ına” karşı çıkması ise asla düşünülemez. Çünkü ben Müslümanım diyen herkes, mensup olduğu dinin adı dâhil her şeyini Kur’ân-ı Kerim’den öğrenmiştir: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” (Mâide-3) SÜNNET-İ SENİYYE Mİ, SÜNNET-İ SEKÜLERİYE Mİ? Eğer İslam dini bir cümle olarak düşünülürse, bu cümlenin fâili yani öznesi, Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerim’dir. Yani bu din, Kur’ân’ın emirlerine göre yaşanmak zorundadır. O halde yaşanacak din, modern kafasında hezeyanlar kuranın değil, Kur’ân’ın Dini olmalıdır: “Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız.” (Âli İmran-132), “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; peygambere ve sizden olan emir sâhibi idarecilerinize de itaat edin!” (Nisa-59) Bu gibi ayetlerdeki “Resule itaat” emrini türlü türlü tevillerle örtüp ortadan kaldırmaya çalışan zihniyetin Kur’ân’ın İslamıyla alakası olabilir mi? Müslümanların sünnete ittiba anlayışına itiraz edenler, Kur’ ân-ı Kerim’in pek çok ayetine rağmen bunu yapmaktadır: “And olsun ki sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Resulünde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21) “Andolsun ki Allah, müminlere, içlerinde kendilerinden onlara bir peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. Onlara ayetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce ise onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Ali İmran, 164) “Biz her peygamberi -Allah’ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.” (Nisa, 64) Bu gibi ayetler göstermektedir ki, Hz. Muhammed’in (sav) yaşantısı Kur’ân’ın adeta tefsiridir ve Kur’ân’ın hayata tatbik boyutu ancak son Nebi’den (sav) öğrenilebilir. Peygamber (sav)’e salavatı emreden ayetlere uymaya çalışan Müslümanları “müşrik” olmakla suçlayanlar, Kur’ân’ın aşağıdaki ayetini yok sayarak ya da bağlamından kopararak bunu yapmaktadır: “Gerçekten Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona teslimiyetle salât ve selâm edin.” (Ahzab, 56) Hele de Kur’ân-ı Kerim’i, modern çağın maddeci anlayışına uygun bir şekilde pozitivist, evrimci, hümanist, modernist, rasyonalist bir yazar tarafından yazılmış seküler bir eser olarak okumaya çalışan o zihniyet yok mu? Ehl-i Sünnet’in rağmına, keramet ya da mûcize gibi olağanüstü ikramların varlığını reddedenler, cin vb. mücerred varlıkları mecâzi semboller olarak görenler, Allah’ı zamana esir edenler, namaz vakitlerini azaltanlar, küresel güçlerle birlik olup ülkelerine ihanet edenler, haşa Allah’a câhil diyenler, namaz ibadetini gereksiz bir ritüel görenler, cenneti ve cehennemi bu dünyaya hasredenler, Kur’an’ın Allah’ının Darwinist olduğuna inananlar, ayetleri birer Komünist manifestoya indirgeyenler, Resulü küçültürken kendilerini olabildiğince ilahlaştıranlar ve daha niceleri… Birbirlerinden oldukça farklı görüşler serdediyorlar ve aslında böylece kendi temel iddialarını, yine kendileri geçersiz kılıyorlar. Mezhepleri reddediyorlar ancak, her biri hummalı bir şekilde kendi mezhebini tesis ve tedvin etmekle meşgul. Diğer insanlara hitaben “size Kur’ân yeter” dedikleri halde, sürekli kitap yazıp, TV kanallarında sürekli konuşup, onu bunu sürekli eleştirip, taraftar toplamaya çalışarak modern fikirlerini mezhepleştirmeyi çok arzuluyorlar. O yüzden milletimiz uyanık olmalı ve modern renormist/reformist zihniyete değil, Kur’ân’ın İslam’ına ittiba etmelidir. Çünkü Kur’ân apaçıktır ve bu apaçık Kur’ân’da biz Resulün (sav) sünnetine ittiba, emirlerini de açıkça müşahede ediyoruz. Apaçık olan Kur’ân-ı Kerim’i, modernizm sünnetine ittiba eden zihniyetten öğrenmeye ihtiyacımız yok. Ama o yorumcuların, Kur’ân’ın İslam’ını en güzel örnek olan (Üsve-i Hasene) Hz. Muhammed’in (sav) örnekliğinden öğrenmeye muhtaç oldukları çok açık. Bunun için de, öncelikle Hz. Modernizm’e salavat getirmeyi bırakmaları gerekiyor!
Bediüzzaman Hazretleri hakiki saadetin imanda ve İslamiyet’te olduğunu beyan ettikten sonra şu hakikati ifade ediyor. Dalalette öyle dehşetli bir elem ve bir korku var ki; kâfir, değil hayattan lezzet alması, hiç yaşamaması lâzım geliyor. Belki o elemden ezilmeli ve o korkudan ödü patlamalı idi.1 Çünkü insaniyet itibariyle her şeyi sever ve bağlanır. Elde etmek için uğraşırken ölüm gelir, sonu gelmez ayrılıklarla elem verici bir azab içinde bırakır. Bunu düşünen bir insanın lezzet ve saadet alması mümkün görünmüyor. İnsan imanının inkişafı ve İslamiyet’i yaşamasıyla, hayattan gerçek manada lezzet alabilir. Bunun dışında dünya hayatı insana saadet ve huzur veremez. Ehl-i imanda hayrete düşülecek bir hal var. Gaflete düşen bir mümin hayata karşı daha tahammülsüz, daha isteksiz ve çabuk yorulan, bunalan bir hal gösterdiği halde ehli dünya insanlar daha umursamaz ve keyifli görünüyorlar. Hâlbuki neticede birisi iman sahibi, namazında niyazında olduğu halde, diğeri namazsız belki imansız insanlardır. Bu halleriyle zahmetli ve kendilerine göre anlamsız görünen bu dünyada, nasıl böyle mutlu ve huzurlu görünüyorlar. Ölüm her gün çevrelerinden birini götürürken, hayat fena ve zeval denilen acılarla insanın üzerine hücum ederken insan nasıl mutlu olabilir. Diğer taraftan bir ehli iman biraz gaflete ve boşluğa düştüğü anda niye bu kadar daralıyor ve bunalıyor. Ehl-i dünya, emsaline mukayese edildiğinde hayata bu kadar tahammülsüz ve isteksiz olabiliyor. Hâlbuki hayatın kendisi için bir manası vardır. Ölümün, sona eren her şeyin bir anlamı vardır. Hiçbir şey tesadüfi ve başıboş değildir. Rabbinin izni olmadan hiçbir şey başka bir şeye müdahele edemez. Bu duruma ikinci sözdeki ve diğer bazı risalelerdeki iman ve küfür ehlinin tasvir edilen halleri ışık tutuyor. Bediüzzaman Hazretleri hakiki saadetin imanda ve İslamiyet’te olduğunu beyan ettikten sonra şu hakikati ifade ediyor. Dalalette öyle dehşetli bir elem ve bir korku var ki; kâfir, değil hayattan lezzet alması, hiç yaşamaması lâzım geliyor. Belki o elemden ezilmeli ve o korkudan ödü patlamalı idi.1 Çünkü insaniyet itibariyle her şeyi sever ve bağlanır. Elde etmek için uğraşırken ölüm gelir, sonu gelmez ayrılıklarla elem verici bir azab içinde bırakır. Bunu düşünen bir insanın lezzet ve saadet alması mümkün görünmüyor. İnsan imanının inkişafı ve İslamiyet’i yaşamasıyla, hayattan gerçek manada lezzet alabilir. Bunun dışında dünya hayatı insana saadet ve huzur veremez. İmanı kuvvetlenen ve istidatları açılan bir insanın tekrar gaflet ve dalalete düşmesi o insanı büyük bir azab içinde bırakır. Hatta imanı zayıf olan bir insandan daha zor bir duruma düşürebilir. Çünkü bir kez, bir an bile olsa o saadete o nimete erişmiştir. Bundan sonra hep vuslatı özlemle beklenen bir sevgili gibi o saadeti, o ferahlığı arzu eder. Biraz gaflet ile o ebediyet ufkundan ve baki sevgiliden bir nebze ayrılık o mümini sıkar ve bunaltır. Bunun için küçücük bir günah bile bir takva ehline çok ağır gelir. Efendimiz (sav) bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor. “Mümin, günahını başucunda dağ gibi görür, hemen üzerine yıkılacağından korkar. Münafık ise burnuna konmuş sinek gibi görür, hemen uçacağını zanneder.” 2 İnsan bilmediği ve anlamadığı şeyleri umursamaz. Gafleti sebebiyle, bütün lezzetlerin esası olan bekadan ve vücuttan, bütün elemlerin dönüş yeri olan fena ve yokluğa yaklaşan bir mümin çok bunalır. Güneşin aydınlıklarından zindan karanlıklarına düşmek gibidir. Bu hâl aslında ehli imanı terbiye için Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır. İçine düştüğü gaflet veya isyan halinden fıtratının rahatsız olmasıdır. Bunun neticesinde gelen pişmanlık ve tevbe affına vesile olur. Gaflet ve isyan bataklığına düşmeden çabuk kurtulmasına vesile olur. Dalalet ehli ise istidatları açılmadığı ve gerçek saadeti ve mutluluğu hiç keşfedemediği için, geçici de olsa zahiri ve maddi lezzetler onun için tatmin edici olur. Hep karanlıklarda ve zindanlarda yaşamış bir insan güneşi isteyemez, masmavi gökyüzünü arzu edemez. Çünkü neyi kaybettiğini bilmiyordur. Hatta bilmediğini bilmediği halde, en iyi bilenin kendisi olduğunu zannedecek kadar derin bir cehalet içerisindedir. Mesela hayvanlar, kısıtlı ve açılmış kabiliyetlere sahip oldukları için hayatlarını keyifle geçirirler. Daha fazlasını arzu edemezler. Verseniz bile almazlar, anlamazlar. Kaybettikleri ve geri düştükleri bir şey yoktur. Akıl cihetiyle de geçmişte kalan lezzetlerin elemlerini ve gelecekteki korkuları bilmezler. Anlık ve hazır bir lezzetle keyifle yaşarlar. Kâfirin hali bu cihette hayvanlara benzemektir. İbadet etmediği ve Rabbini tanımadığı için istidatları açılmaz. Ölümü ve ayrılık acılarını hissetmemek için de sarhoşçasına gayrı meşru eğlencelere girerler. Lezzet alıyor zannederler. Hâlbuki lezzet değildir. Belki elemin kalkmasından gelen geçici bir rahatlamadır. Mesela insanın koluna baskı ile şiddetli acı veren bir şeye karşı, kol uyuşturulsa büyük bir rahatlama olur. Dalalet ehli bu şekilde, sarhoş edici eğlencelerle kendilerini uyuşturup lezzet aldıklarını zannederler. Bundan dolayı dalalet ehlinin lezzetleri; kısa bir zamanda cüz’i ve sarhoşcasına bir lezzettir. İşte Bediüzzaman hazretleri bu hakikatleri şu veciz ifadelerle toplamış; “Ey zevk ve lezzete müptela insan! Ben yetmiş beş yaşımda binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki: Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.” 3 Kaynaklar: 1- Osm. Lemalar, s. 802- Buhari3- Osm. Şualar-2, s. 256
İnsanî Bir haslet, kullanılan yer ayrı fakat haslet aynı yani sima birdir. Farklı yerlerde kullanılan aynı hasletten dolayı insanlar Kâh dev olur, kâh melek, kâh sâlih bir kişi, kâh tâlih. Misali şunlardır: Kuvvet ve iktidardan mahrum bir Zaîfin muktedir olan bir kavîye karşı haysiyetini korumak ve onurlu duruş gibi izzet-i nefsi sayılan bir sıfatı olsun. Zayıf ve güçsüz insanın kuvvetli insan karşısında dik durması güzel bir haslettir. Bu haslet sayesinde aşağı duruma düşmekten ve muhatabı önünde eğilmekten kurtulur. Şeref, haysiyet, namus hatta mukaddesatını muhafaza eder. Zayıf insanın kuvvetli bir insan karşısında gösterdiği bu sıfat, ger olursa muktedir, kuvvetli, güçlü, kavîde, o zaman bu durum güçlü insan için bir tekebbür ve gururdur. Çünkü muktedir insanın büyüklüğe bir ihtiyacı yoktur. Zaten büyüktür, kuvvetlidir. Fazilet ve meziyet sahibidir. Hakikate bakılırsa insanın sahip olduğu meziyet ve faziletler tevazu göstererek insanlara hizmet etmek için verilmiştir. Yoksa büyüklenerek halkın kendisine hizmet etmesi için verilmemiştir. Zayıf bir insanın güçlü bir insanın karşısında dik durması izzet-i nefistir. Fakat güçlü bir insanın zayıf bir kişinin karşısında celalli duruşu kibirdir. Bu hal bir babanın çocuğuna karşı başını dik tutup onun seviyesine inmemesi ve onunla oynamamasına benzer. Hâlbuki ona tevazu yakışır. Zayıf insanın seviyesine inmek gerekir. İşte burada izzet-i nefs denilen bir sıfat, zayıf ve güçlü insanlar hakkında farklı hükümler alır. İzzet-i nefs, birini şerefini, namusunu, mukaddesatını koruyan diğerini de kibirli kılar. Bu hakikati gösteren güzel bir örnek Bediüzzaman Hazretlerinin hayatında görülmektedir. Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında Bediüzzaman, kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçer. Hz. Üstad yine yerinden kalkmaz. Kumandan tercüman vasıtasıyla der: “Beni herhalde tanımadılar?” Bediüzzaman: “Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.” Kumandan: “Şu hâlde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorlar!” Bediüzzaman: “Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenâb-ı Hakkı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem” der. Esir, zayıf ve hiçbir şeyi olmayan Hz. Üstadın komutana karşı dik duruşu bir izzet-i nefistir. Kibir değildir. Gücü, kuvveti, iktidarı elinde tutan Kavînin, bir zaîfe karşı da tevâzuu sayılan bir hareketi, bir davranışı, bir sıfatı, olduğunu kabul edelim. Büyük ve muktedir bir insanın zayıf, aciz, muhtaç bir kişiye karşı gösterdiği tevazuu güzeldir. Fazilettir. Övülmeye değer bir haslettir. İşte bu tevazu fazileti ger olursa zaîfte, onun için alçaltıcı bir sıfat ve sun’î, gösterişten öteye geçmeyen yani tezellül ve riyâdır. Demek yukarıdan aşağıya, büyükten küçüğe, kuvvetliden zayıfa gösterilen alçakgönüllülük güzel bir haslettir. Lakin aynı tevazu aşağıdan yukarıya, küçükten büyüğe, zayıftan güçlüye gösterilirse bunun adı tevazu değil, gösteriş veya küçük düşürücü bir haldir. Bu hal dahi kötü bir ahlaktır. İşte tevazu gibi güzel bir haslet bir insan için fazilet iken diğer bir insan için rezilet olmaktadır. Küçük- büyük, az-çok herhangi bir yerde idareci olan Bir ulü’l-emir, makamında olursa ciddiyeti bu vakardır. Kibir veya gurur değildir. Çünkü İdareci, makamda kendisi olarak değil makamı temsil eden kişi olarak bulunmaktadır. Bundan dolayıdır ki makamın izzetine münasip tavırlar ortaya koymalıdır. Makamında kendi zatı değil temsil ettiği ehemmiyetlidir. Makamın izzetini, şerefini, namusunu, büyüklüğünü korumalıdır. Temsil vazifesi taşıyan o idarecinin, makamın büyüklüğüne gölge düşürecek, şerefini kıracak, etkisini azaltacak şekilde göstereceği tevazuu, mahviyeti ise insanı küçük düşüren, aşağı bir vaziyete atan bir zillettir. Çünkü makamın izzetini korumamaktadır. Aynı idareci makamında değil Hânesinde bulunsa, o zaman mahviyeti tevâzudur. Ciddiyeti ise kibirdir. Çünkü hanesinde bir eştir. Bir babadır. Bir evlattır. Evinde âmir değildir. Ev ahalisi de onun memurları değildir. Eş olma, baba olma veya hanesinde atası bulunmak cihetiyle evlat olma sıfatı neyi gerektiriyorsa onu yapmalıdır. Hanesinde üzerine düşen vazifeleri yerine getirmelidir. Ebeveynine itaat ederken evlatlarıyla oyun oynamalıdır. Eşine yardımcı olmalıdır. Demek ciddiyet ve tevazu yerinde kullanıldığında birer fazilettir. Yanlış yerde gösterildiğinde kötü bir ahlak olmaktadır. Bir zatın kendisi yani Mütekellim-i vahde olsa eğer o zaman bir zâttaki müsâmaha hamiyet, fedâkârlık bir haslet, bir amel-i sâlihtir. O insan kendi adına, kendi hakkından vazgeçebilir. Her türlü fedakarlığı yapabilir. Hâlbuki hakkı olmadığı başkaları namına konuşması, onların hakkını affetmesi, bu konuda müsamahakar davranması, yani Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zâtta ki müsâmaha hıyânet olur. Gösterdiği fedakarlık değil ihanettir. Çünkü başkalarının hakkını çiğneyen bir zalimi hiçbir vazifesi, yetkisi olmadığı halde affetmesi yanlıştır. İnsan kendi hakkından vazgeçebilir lakin başkalarının hakkından vazgeçemez. Onların adına konuşmaz ve konuşmamalıdır. Hak, haktır. Küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Başkaları adına gösterilecek fedâkârlık gibi bir sıfat, bir amel-i tâlihtir. Demek müsamaha, hamiyet ve fedakârlık kişinin kendi hesabına olursa salih bir ameldir. Lakin başkası namına yapılan müsamaha, hamiyet ve fedakârlık bir hıyanettir ve kötü bir ahlaktır. İnsanın, bir işin, bir hadisenin hazırlık safhasında yani Tertîb-i mebâdîde tevekkül etmesi hakikatte tevekkül değildir, tembelliktir. Çünkü kulun vazifesi kendi üzerine düşen işi yapmasıdır. Kararlılıkla sebeplere teşebbüs etmesidir. İşi havale etmek değildir. Kulun işin ön hazırlıkları için emek sarf etmesi Cenabı Hakk’ın hikmetidir. İnsan kendi üzerine düşen bu vazifeyi yaptıktan sonra elde edilecek neticeleri Allah’a havale etmek, O’ndan beklemek yani Terettüb-ü netice noktasındaki tefvîz, tevekkül-ü şer‘îdir. Şeriatın istediği tevekküldür. Demek kulun, Cenabı Hakk’a havale ettiği her iş tevekkül değildir. İnsanın işini havale etmesi değil, neticesini Cenabı Hakk’a havale etmesi, O’na teslim olması İslamiyet’in istediği tevekküldür. İnsanın emeğinin, gayretinin, azminin meyvesine Semere-i sa‘yine, kısmetine rızâ göstermesi ise, İslamiyet ve akıl tarafından övülen memduh bir kanâattir, Bu kanaat insanın çalışmaya olan meyline meyl-i sa‘ye bir kuvvettir. Lakin kul elindeki Mevcûd mala iktifâ eder bununla yetinir, tembellik döşeğinde yatar, çalışmazsa bu hal, İslamiyet ve akıl tarafından rağbet edilecek mergūb bir kanâat değildir. Bu kanaat değil gayretsizliktir, dûn-u himmetliktir. Demek her rıza, her yetinme kanaat değildir. Çalışmaya, gayrete, azme yetinmek tembelliktir. Çalışmanın meyvesine yetinmek ise kanaattir. Misaller daha çoktur. Kur’ân, mutlak zikreder sâlihât ve takvâyı herhangi bir tahsis yapmaz. Kur’ân’ın salihat ve takvayı kapalı bırakmasında İbhâmında remzeder makamâtın te’sîri îcâzı bir tafsîldir, sükûtu geniş sözdür.
Ulu Cami, kimi âlimlerce İslam’ın beşinci makamı, en yüksek mertebesindeki ibadethâne olarak kabul edilmiştir. (İslâm’da en yüksek mertebeli cami; Mekke’deki Mescid-i Haram, diğerleri Medine’deki Mescid-i Nebevi, Kudüs’teki Mescid-i Aksa, Şam’daki Emeviye Camii’dir. Beşincilik kimilerine göre Anadolu’da inşa edilen ilk cami olan Diyarbakır’daki Ulu Cami’ye aittir; ancak Emir Sultan, Akşemseddin, Molla Gürâni gibi din adamlarının konuşmalarına göre beşincilik mertebesi Bursa’daki Ulu Cami’nindir.) Bursa’nın önemli tarihî eserlerinden ve simgelerinden Ulu Cami, Yıldırım Bâyezid tarafından Niğbolu zaferinin kazanılması üzerine, elde edilen ganimetle inşa edildi. İnşasına 1396 yılında başlanan cami, 1400 yılında ibadete açıldı. Tipik bir Osmanlı ulu camii tarzı olup, çok kubbeli cami tipinin de gelişmiş bir örneğidir. Niğbolu seferine çıkmadan önce Sultan Yıldırım Bâyezid’in, zaferin nasip olması için, yirmi cami yapımını adadığı rivâyet olunur. Savaş zaferle neticelenince, aynı zamanda Yıldırım Bâyezid’in damadı olan Emir Sultan hazretlerinin işaretiyle, yirmi cami yerine, yirmi kubbeli bir cami inşasına karar verilir. Osmanlı’da yapılan ilk “Camii Kebîr”dir. Mimarı Ali Neccar’ dır. 2215 metrekare alan üzerine inşaa edilen Ulu Cami, her biri dörder kubbeli beş bölümden oluşur. Yaklaşık eşit büyüklükteki yirmi kubbenin ortasındaki kubbe açık olarak yapılmıştır. Namaz kılma alanı bakımından Türk tarihinde yapılan en büyük camidir. (Selimiye, Süleymaniye, Sultan Ahmed gibi diğer büyük camilerin büyüklüğü duvarlarla çevrili avluları ile birliktedir. Ulu Cami ise alçak tavanlı, çok kubbeli ve sütunlu olduğu için daha küçük olduğu izlenimi verir ama gerçekte namaz kılma alanı en büyük camidir.) Ulu Cami, kimi âlimlerce İslam’ın beşinci makamı, en yüksek mertebesindeki ibadethâne olarak kabul edilmiştir. (İslâm’da en yüksek mertebeli cami; Mekke’deki Mescid-i Haram, diğerleri Medine’deki Mescid-i Nebevi, Kudüs’teki Mescid-i Aksa, Şam’daki Emeviye Camii’dir. Beşincilik kimilerine göre Anadolu’da inşa edilen ilk cami olan Diyarbakır’daki Ulu Cami’ye aittir; ancak Emir Sultan, Akşemseddin, Molla Gürâni gibi din adamlarının konuşmalarına göre beşincilik mertebesi Bursa’daki Ulu Cami’nindir.) Ulu Cami’nin kutsallığı, yapıldığı devirde din adamlarının ve evliyâlarının gösterdiği ilgiden gelir (Yapılmasını teklif eden Emir Sultan; ilk namazı kıldıran Somuncu Baba; ilk cemaati Emir Sultan, Molla Fenârî, Sultan Yıldırım Bâyezid; ilk imamı Süleyman Çelebi; müezzinlerinden birisi de Üftade hazretleridir) Ulu Cami’nin Devaklı Abdülaziz oğlu Mehmet tarafından yapılan, abanoz ağacından hiç çivi kullanılmadan yapılmış minberdeki ağaç işçiliği harikulâdedir; İslâm sanatında, Selçuklu üslûbundan Osmanlı üslûbuna geçiş döneminin bir şaheseridir. Minber, kâinatı temsil eder, üzerine güneş sistemi kabartma bir formla işlenmiştir. Gezegenler, güneşe uzaklıkları ve büyüklüklerinin oranları doğru olarak yerleştirilmiştir. Minberin ilginç bir özelliği de 6666 adet ağaç parçasından vücuda gelmesi. Bu rakamda halk arasında yaygın inançla Kur’ân-ı Kerîm’deki âyet sayısına tekabül etmektedir. Ulu Cami, mimâri unsurlarından ziyâde, cami içinde bulunan havuzlu şadırvanı ve devâsa boyuttaki yazıları ile insanları etkilemekte ve câzibeli kılmaktadır. Nasıl ki, Bursa’nın karakteristik özelliği Uludağ, yeşil bir tabiat ve su ise, Ulu Cami’nin karakteristik özelliği, cami ortasında bulunan havuzlu şadırvan ve caminin tamamına hâkim olan devâsa boyuttaki yazılardır. Çoğu mü’min şadırvanda abdest alıp, şadırvan maksûrelerinde Kur’ân okuyarak ruhlarını dinlendirmekte ve arındırmaktadırlar. Bursa Ulu Cami’ye yolu düşenler, büyük bir mânevî huzur duyarlar. Mânevî iklim insanı sarıverir. Şüphesiz bunda, Ulu Cami’nin karıldığı mânevi havanın, Emir Sultan, Hazreti Üftâde, Somuncu Baba ve Süleyman Çelebi hazretlerinin büyük rolü bulunmaktadır. Kutlu bir hava ve tarih, bu cami kadar, hiçbir yerde insanı kuşatmaz. Günümüzde Ulu Cami’de yirmi bir hattat tarafından muhtelif ebatlarda yazılmış kırk beş levha, seksen yedi duvar yazısı bulunmaktadır. Âdeta bir hüsn-i hat müzesi olan Ulu Cami’de, ayakların dört tarafına ve duvarlara nakşedilmiş yazılardan başka birçok levha şeklinde yazı bulunmakta; Pâyeler ve duvarlarda boş yer bırakılmamacasına yazılar nakşedilmiştir. Yazılardaki çeşitliliği ve siyah yanında bazen kırmızı rengin kullanılması, yazılara adeta levha özelliği kazandırmıştır. Levhalar, zamanında çeşitli sebeplerle, özellikle çalınma ihtimaline karşın kaldırılarak muhafaza altına alınmıştır. Duvara nakşedilmiş olan yazıların tarihlenmesi ile ilgili pek çok tartışma yapılmıştır. Kimi kaynaklar yazıları caminin yapılış tarihine kadar geri götürürken, bazı kaynaklar 1855 depremi sonrası yeniden yazıldığını iddia etmektedir. Ankara Milli Kütüphanede bulunan 1855 depremini konu alan yazma bir eser ve Mihrab solunda bulunan duvara nakşedilmiş yazının en üst kısmında Hattat Şefik Bey’in Kûfi hat ile imzası tartışmalara açıklık getirmektedir.