149. "Sayı: Sen Bir Parça Frengi Okumuşsun!"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiYarımdan Sonra
İnsan

Editör yazısını yazmak için bilgisayar başındayım. Derginin geneline baktım, ne yazarım diye. Hocanın minbere çıkıp da her şeyi unuttuğu gibi bir hal olmasa da, içimden geleni yazmak gibi bir hal gezindi ağırlıklı olarak üzerimde. TÜRDEB’in bünyesinde bulunan dergilerin genel yayın toplantısına çıkacağım birazdan; kafamın bir tarafında o var. Bir gün önce TGSP yönetimde değerlendirdiğimiz gelecek vizyonu ve ayrıca Eğitim ve Öğretim Politikaları Kurulu ziyareti sonrası çıkan sonuçlar ve onun üzerinden yapılacak çalışmalar yokluyor bir taraftan zihnimi. Diğer taraftan Yeni Zelenda’da yaşanan elim terör hadisesi zorladı aklımı ve kalbimi. Şehid olan Müslüman kardeşlerimiz bir tarafta içimizi acıtırken, diğer taraftan İslamiyet’e olan ilginin artması ve pek çok kişinin Müslüman oluyor olduğu bilgisi ayrı bir hissiyat yükledi kalbime. Bir an Uhud geçti içimden. “Allah en iyisini bilir!” dedim ben de. Rabbim en derin manasıyla söyleyip hissedebilmeyi nasib etsin bana da sizlere de! Memlekete kaydı bir taraftan kalbim, aklım, gönlüm. Ümitsiz miyim? Hayır! Biz ümidimizi kaybettiğimiz zaman her şeyimizi kaybettiğimiz andır. Allah var, gam yok! Buna olan inancımı tazelemek istedim gayretle. Sebat diledim Rabbimden. “Ben ne yapabilirim?” sorusu kuvvet buldu zihnimde. “Ben ne yapabilirim?” Kalb ve mide dairesi üzerinden genişleyen metafor gezindi iç dünyamda. Önce sen dedi, vicdanımda yankılanan ses. Sen öncelikle kendini dengeleyebilirsin. Kendini düzene sokabilirsin. Kendini gözden geçirip, kusurunu görüp, tövbe ve istiğfar ile affa layık hale gelebilirsin. Hazret-i Ömer geldi ardından kalbime; hilafeti döneminde kurtların bile kuzulara saldıramadığı halife Ömer (ra). “Neydi sır?” dedim içimden. Dedi vicdanımdan gelen ses, “halis, muttaki, net bir iman!” Evet, o Ömer (ra) ki, en karanlıklı dünyadan sıyrılıp Kur’an nurunda hayat bulmuş, Resulüllah dizinde tedris görüp, adaletiyle imtisal edilecek bir rol-model olmuştu. O Allah’ın rızasını kazanmakla, Allah da onun kudretini geniş, şanını âlî eylemişti. İşte sır şurada aşağıdaki satırlarda yatıyordu: “Amelinizde rızâ-yı İlâhî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse, ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse, tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.” “Abi yazı tamam mı?” sesiyle irkildim. Süreli yayın neticede. Grafiği var, baskısı var, dağıtımı var… Ne zaman tamam olacak işlerimiz? Heyhat, mezarlıklar işleri yarım kalanlarla dolu değil mi? Peki, veda hutbesindeki cümleleri nereye, nasıl koyacağız? “Ey İnsanlar! Yarın Beni size soracaklar. Ne dersiniz? Peygamberlik görevimi yerine getirdim mi? Vazifemi yaptım mı? (Orada bulunanlar, ‘evet yemin ederiz ki, tebliğ ettin, bize tavsiyelerde ve öğütlerde bulundun, böylece şehadet ederiz' dediler). -Şahit ol ya Rabbi, şahit ol ya Rabbi, şahit ol ya Rabbi...” Allah’ım kusurumuzu, noksanımızı affet! Biz kendine kul kabul et!  

Metin UÇAR 01 Nisan
Konu resmiTarihten Sayfalar
Kültür ve Medeniyet

                                                                                                                                                              Surre Alayı ile birlikte Mekke’ye götürülen Kâbe örtüsü Surre Alayları Surre, lügatte “İçine altın ve para gibi kıymetli eşyaların konulduğu kese” anlamına gelmektedir. Terim anlamı ise; her yıl hac döneminden önce genellikle Mekke ve Medine halkına dağıtılmak için yollanan para, altın ve diğer eşyaları ifade eder. Haremeyn’e surre gönderilmeye ne zaman başlandığı tam olarak belli olmamakla birlikte, bu âdetin Abbasî Halifesi Mehdî-Billâh zamanında (775-785) ortaya çıktığı görüşü hâkimdir. Aynı dönemde Hac yollarının güvenliği, Hac güzergâhı üzerinde bulunan su kuyularının bakımı, hacıların konaklama vb. ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla bazı tedbirlerin alındığı da bilinmektedir. Haremeyn’e her yıl düzenli biçimde surre gönderilmesine Abbasî Halifesi Muktedir-Billâh döneminde (908-932) başlandı. Surrenin konulduğu, develere yüklenen bir çeşit vasıta olan mahmil de ilk defa Abbasîler devrinde kullanıldı. Kâbe Örtüsü Osmanlı padişahları, 1517’de Haremeyn’in Osmanlı yönetimine girmesinden itibaren surreyi düzenli biçimde gönderdiler. Bu anlamda ilk surrenin daha Yavuz Sultan Selim Kahire’de iken yollandığı bilinmektedir. Osmanlılar döneminde surre genellikle İstanbul ve Kahire’den gönderilmiş olmakla birlikte, bazen Yemen ve Halep’ten de sevk edilirdi. Ayrıca Mekke ve Medine’nin yanı sıra Kudüs, Halîlürrahman ve nadiren de Şam’a surre gönderilirdi. Osmanlılara ait en eski Kâbe kapı perdesi ve kuşağının 1543 tarihli olmasından hareketle, eski bir gelenek olan surre ile birlikte Kâbe’ye örtü göndermenin Osmanlılarda Kanuni Sultan Süleyman zamanında başladığına hükmedilir. Kâbe örtüsünün yenisi genellikle Kahire’de dokunur ve surre alayı ile yollanırdı. Eskisi de surre alayının dönüşünde İstanbul’a getirilirdi. 18. Yüzyılın sonlarından itibaren Kâbe örtüsü Sultanahmed Camii’nin avlusunda dokunmuştur.  17 Nisan 1967 Ali Fuat Başgil vefat etti 1893 senesinde Samsun’un Çarşamba ilçesinde doğdu. İlk tahsilini Çarşamba’da, orta tahsilinin ilk yıllarını İstanbul’da yaptı. 1914’ten itibaren tahsilini yarıda bırakarak yedek subay sıfatıyla dört yıl Kafkas cephesinde savaştı. Orta tahsilinin geri kalan kısmını Paris Buffone Lisesi’nde tamamladı (1921). Yükseköğrenimine Grenoble Hukuk Fakültesi’nde devam etti. Paris Hukuk Fakültesi’nde “Boğazlar meselesi” konulu teziyle doktor oldu. 1930 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nde açılan imtihanı kazanarak doçent oldu. Bir yıl sonra aynı fakültenin Roma hukuku profesörlüğüne tayin edildi. 27 Mayıs 1960 İhtilâli’nde Millî Birlik Komitesi tarafından 147 öğretim üyesiyle beraber üniversiteden uzaklaştırıldı. Daha sonra bu öğretim üyelerinin özel bir kanunla üniversiteye iade edilmelerine rağmen o, bunu bir haysiyet meselesi yaparak üniversiteye dönmedi. 10 Nisan 1961’de de emekliye ayrıldı. 15 Ekim 1961’de Adalet Partisi’nin Samsun listesinden bağımsız aday olarak senatör seçildi. Bu devrede cumhurbaşkanlığına adaylığını koyduysa da 27 Mayıs’ı savunan çevrelerin tepki ve baskıları sonucu cumhurbaşkanlığı adaylığından ve senatörlükten istifa etti. 1965 seçimlerinde Adalet Partisi’nden milletvekili seçilerek tekrar parlamentoya girdi. Anayasa Komisyonu başkanlığını yaptı. 17 Nisan 1967’de vefat etti. Kabri Karaca Ahmet Mezarlığı’ndadır. En meşhur eseri, Gençlerle Baş başa isimli kitabıdır. 21 Nisan 1740 Ayasofya Kütüphanesimerasimle açıldı Ayasofya Camii içinde Sultan 1. Mahmud tarafından kurulmuştur. Gerek mimarisi gerekse zengin koleksiyonu ve devrine göre geniş personel kadrosuyla dikkati çeker. Açılış merasimi 21 Nisan 1740’ta yapılmıştır. Sultan 1. Mahmud’un da hazır bulunduğu bu merasimde Buhari hatmedilip duası yapılmış, kütüphane muhaddis ve müfessirleri tarafından birer açılış dersi verilmiştir. Ayasofya vaizinin vaazından sonra da dua edilmiştir. Açılış merasiminin ardından Padişah, kütüphane görevlilerine ihsanlarda bulunmuştur. Tarihçi Subhî Mehmed’in naklettiğine göre Ayasofya Kütüphanesi kurulduğu zaman 4000 eserden oluşan değerli bir koleksiyona sahip bulunuyordu. 27 Nisan 1064 Sultan Alparslan’ın saltanatı, Abbasî Halifesi tarafından onaylandı Sultan Alparslan, Horasan Meliki Çağrı Bey’in oğludur. Henüz küçük yaşta iken, babası Çağrı Bey’in hastalanması üzerine idareyi ele alarak Gazneli taarruzlarını durdurması, yine babasının sağlığında Karahanlılara (1049) ve Gaznelilere karşı (1058) zaferler kazanması, zaten Çağrı Bey’in son yıllarında veliaht sıfatıyla fiilen yönettiği Horasan Selçuklu Devleti’nde ve hatta bütün Selçuklu topraklarında büyük bir iti­bar kazanmasına yol açmıştı. Selçuklu tahtı için rakiplerine üstünlük sağlayarak, Rey’de tahta çıktı. Adına hutbe okutup sikke kestirmesinden sonra saltanatı, Abbasî Halifesi Kaim-Biemrillâh tarafından da mutat tören­lerle tasdik ve ilân edildi.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiO Ezanlar ki... Kadın Haklarının da Teminatıdır
İnsanKültür ve Medeniyet

Efendimizin (sav), “Erihna yâ Bilâl! (Bizi ferahlat ey Bilâl)” diyerek; sonraki her çağda dünyayı ferahlatsın diye okuttuğu, kız çocuklarının ve dahi kadın ve erkeğin haklarını her gün 5 defa yüzyıllardır hatırlatan, hatırlatacak olan, hatırlatması gereken Ezan’a, 1400 yıl öncesinin kadın ve çocuklarını ferahlatan Ezan’a, sonraki her an kıyamete kadar kadın ve çocuklar ferah olsun isteyen Ezan’a, Kadın Haklarının savunucusu, tebliğcisi, bu hakların insanlık nezdinde inşacısı “Şefkat ve Merhamet Peygamberini” hatırlatan Ezan’a, Dünyanın değişik coğrafyalarında kadınlara ve kız çocuklarına karşı hunharca ve vahşice davrananlara “Dur!” diyen Merhamet Peygamberinin (sav) adının yer aldığı Ezan’a, şuursuzca ıslıklanarak saygısızlık gösterilmesi, cehalet değilse şuurunu yitirmişliğin tezahürüdür. Modernitenin araçlarıyla zihinsel köleliğin ve mankurtlaşmanın kabulüdür. Çağı itibariyle çağının ötesine uzanacak ideal devlet ve toplum tasavvurlarının var olduğu, bu tasavvur ve tahayyülleri ile de günümüze kadar pek çok düşünüre, filozofa ilham ve referans kaynağı olmuş Antik Yunan’da kadın olmak demek  “… Kötülükle ilişkilendirilmek, kadınsız dünya tasavvurlarına maruz kalmak, erken yaşta evlendirilmek, doğurduğu çocuğun kucağından alınabilmesi ve anneye söz hakkı bırakılmadan su çukurlarına atılarak öldürülebildiği bir evlat acısı yaşayabilmek, hatta Platon’un metinlerinde bile köle ile hayvan arasında bir statüde konumlanmak, savaşçıların kadınları ve çocuklarının ortak olacağı, çocuğun anne babasını, anne babasının çocuğunu bilemeyeceği üzerinden Platon tarafından idealize edilen bir kurgunun unsuru olmak….”   1 manasına gelmekteydi. “Bizans İmparatoru 1. Teodos­yus’un Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesinden sonra tüm pagan inançlar, semboller ve ayinler yasaklanmıştı. Antik Yunan’dan kalan bilgiyi yaşatmak isteyen ve bir kadın olan Hypatia vaftiz olmayı kabul etmediği için fahişelik ile suçlanmış, aşırı gruplardan birinin saldırısı sonucu cesedi paramparça edilmiş, kadınlığı aşağılanmak için vücudunun her bir parçası İskenderiye sokaklarında dolaştırılmıştı…”2 Çağı itibariyle çağının ötesinde uzanan ideal bir hukuk sisteminin var olduğu, bu hukuk sistemiyle de günümüze kadar ve günümüzde de hukuk kelimesi mevzu bahis olduğunda mutlaka kendisinin de telaffuz edildiği kudretli Roma İm­pa­ra­torluğu’nda kadın olmak demek, “… Erkeklerle eşit hak­lara sahip olmamak, yaşama haklarının bile tercihe bağlı olması ilk kız çocuğundan sonraki kız çocuklarının açık alanlara terk edilmesi, hayatının tüm anında mutlaka bir erkeğin hâkimiyeti ile ilişkilendirilmek, pek çok hukuki işlemleri tek başına yapamamak, vasilerinden izin almak, kadınların doğru ile yanlışı ayırt edemeyecekle­ri­ne inanmak, çok azı dışında va­tandaş olarak kabul edilememek,3 malı ve şahsı kocasına ait kabul edilmek, kocasının veya ailensin dini üzerine olmak,4 anlamına gelmekteydi. 354-430 yılları arasında yaşamış olan Hristiyan düşünür Augustinus’a göre herkese iyi davranan hiç kimseyi incitmeyen erkeğin sağladığı düzen, dünyayı yaşanılır kılmaktadır. Erkek himaye edendir. Kadınlar bazı duygulara sahip değillerdir. Onların Tanrı’ya ulaşmasını da erkek sağlamaktadır. Kendisinden kabaca 800 yıl sonra yaşamış ancak kendisi ile aynı çizgide düşünen, 1225 yılında İtalya’da dünyaya gelmiş olan Ortaçağ’ın en ünlü düşünürlerinden Aquinolu Thomas’a göre de kadının yaratılış gayesi sadece erkeğe üremede yardımcı olmak olarak belirtilmiş bunun dışında bir yardımcılık mahiyetinin de olamayacağı de­ğerlendirilmiştir.5 Takvimler ilerleyip Ortaçağ Av­rupa’sına gelindiğinde yine ka­dının erkek karşısında hiçbir saygınlığı bulunmamaktaydı. Er­­kek karşısında söz hakkı dahi bu­lun­muyordu.6 Kadının değe­ri en aşağıdadır. Kanlı ve acılı ol­ma­sına bağlı olarak doğum ha­di­sesi de Tanrının kadını ce­za­­lan­dırmasıydı.7 Daha kötüsü Ortaçağ’ın bir bölümünde 1450-1750 yılları arasında 300 yıl, 3 asır süresinde kadın olmak demek “… cadı olmakla suçlanmak, cadı avlarına maruz kalmak” demektir. “... cadıların kadınlardan olduğu kabul edilmekteydi. Cadı olarak suçlanmak için fakir, yaşlı, ebe, şifacı, bitkilerden şifa arayışı içerisinde olan kadınlar üzerine gidilirken zamanla herkesimden kadınlar cadı olmakla suçlanmıştır. Her kadın her an birisinin bu cadıdır diye suçlamasına maruz kalarak tutuklanabilirdi. Tek kişinin iftirası yeterliydi. İşkenceler ile cadı olduğunu itiraf etmeye zorlanırdı veya cadı olup olmadığı test edilirdi. Kaynayan sudan bir şeyi alması istenir, ateş üzerinde yürümesi istenir, vücuduna artık kanamayana kadar iğne batırılırdı. Cadı olduğuna kanaat getirilirse canlı canlı yakılır veya boğularak öldürülür veya kafaları kesilirdi.”8 Sanayi Devrimi sonrasında kadın olmak; emeğinin sömü­rüldüğü, ağır sağlıksız ortamlarda, madenlerde ve fabrikalarda, uzun çalışma saatlerini içeren ağır çalışma koşullarında çalıştırılmak, erkeklerin günlük 3 frank kazandığı ortamda erkeklerden daha az 2 frank ücretle9 çocuklarının karnını doyurma endişesi taşımak, açlık ve sefaletle boğuşmak anlamına gelmekteydi. Aynı dönemde “İngiltere’de toplam fabrika işçilerinin üçte ikisini kadın ve çocuklar oluştururken, çocuklarda işe başlama yaşının 6’ya kadar”10 düştüğü bir ortamda dünyanın kahrını çekmek anlamına gelmekteydi. Takvimler ilerlerken; pamuk fab­rikalarında, dokuma tez­gâh­la­rında, ayakkabı atölyelerinde, maden ocaklarında çalışan kadınlar, insani ölçüleri aşan mesailerinin azaltılması, çalışma ortamının iyileştirilmesi ve erkek işçilerle eşit ücret başta olmak üzere tüm şartların “eşitlenmesi” için iş yerlerini ve sokakları işgal ettiler. 1825 yılında New York’ta kurulan ilk kadın sendikası United Tailo­res­ses of New York, sendikası­nın düzenlediği, kadınların ka­tıl­dığı grevde “Emeğimizin kar­şı­lığını istiyoruz!” sloganları aslında kadınların emeğinin de­ğer­­sizliğine dikkat çekiyor,11 kadın­ların maruz kaldığı muame­leleri dünyanın yüzüne çarpıyordu. Takvimler ilerledi, dünya değişti, dünya sahnesinden Naziler geldi, Sovyetler geçti; ancak ka­dınların maruz kaldıkları sefa­let, açlık, ölüm, acı, gözyaşı, in­san­lık dışı muameleler değişmedi. Takvimler ilerliyor kapitalizmin kendisini ve araçlarını güncelleyerek, kadını meta haline dönüştürmesi ve kadınları sömürüsü son hızıyla devam ediyor. Çağın değişmiş olması ve modern zamanlara geçilmiş olması, sömürü araçlarının değişimini getirmiştir. Kadını ezen ve sömüren zihniyetler sona ermemiştir. Yüzyıllar öncesinde bir coğrafyanın daha kadına bakışı dünyanın diğer coğrafyalarından farksızdı. O coğrafyada da Roma’da olduğu gibi kız çocukları öldürülüyordu. Hatta diri diri toprağa gömülüyordu. O coğrafyada da Ortaçağ Avrupa’sı gibi kadının söz hakkı bulunmuyordu. O coğrafyada da “savaş aletleri imalatı, çobanlık vb. işler yaptığı halde köle muamelesi görmekte, emeği sömürülmekte, kadınlarla aynı sofraya oturulmamakta, mirastan pay verilmemekteydi, kadınlar doğurdukları erkek çocuklar kadar kıymetli olmaktaydılar.”12 Ancak o coğrafyadan asırlar önce yükselen kutlu bir ses, tüm dünyanın ve tüm kadınların kaderini değiştirmeye çağırıyordu. Kimsenin söylemediğini söylüyor. İnsanları insanlık ile tanıştırıyordu. İlahi kelamın “Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman (Tekvir, 8-9)”  hükmünü tebliğ ediyor, hesap sorulacağını, insanı ve insanlığı insanlıktan çıkaran dünyanın pek çok yerinde benzerleri görünen bu davranış kalıplarını yeryüzünden kaldırmaya, insanları insan olmaya çağırıyordu. Artık dünyaya veda vakti yaklaştığında, “Sözlerimi dikkatle dinleyiniz!” diye başladığı Veda Hutbesine “Ey İnsanlar, Kadınların Haklarına riayet ediniz! … Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır…” ifadeleri ile devam ediyordu. Efendimizin (sav), “Erihna yâ Bilâl! (Bizi ferahlat ey Bilâl)” diyerek; sonraki her çağda dünyayı ferahlatsın diye okuttuğu, kız çocuklarının ve dahi kadın ve erkeğin haklarını her gün 5 defa yüzyıllardır hatırlatan, hatırlatacak olan, hatırlatması gereken Ezan’a, 1400 yıl öncesinin kadın ve çocuklarını ferahlatan Ezan’a, sonraki her an kıyamete kadar kadın ve çocuklar ferah olsun isteyen Ezan’a, Kadın Haklarının savunucusu, tebliğcisi, bu hakların insanlık nezdinde inşacısı “Şefkat ve Merhamet Peygamberini” hatırlatan Ezan’a, Dünyanın değişik coğrafyalarında kadınlara ve kız çocuklarına karşı hunharca ve vahşice davrananlara “Dur!” diyen Merhamet Peygamberi­nin (sav) adının yer aldığı Ezan’a, şuursuzca ıslıklanarak say­­gısızlık gösterilmesi, cehalet değilse şuurunu yitirmişliğin te­­­za­hürüdür. Modernitenin araç­­­larıyla zihinsel köleliğin ve man­­kurtlaşmanın kabulüdür. O Ezanlar ki… kadın haklarının da temeli ve teminatıdır. Kaynaklar 1- Derya KARAASLAN, ‘Antik Yunan’da Kadın Olmak,’ Siirt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 1 Sayı 2 ss.159-1742- Rukiye AKKAYA KİA, ‘Atina’daki Demokrasiden Orta Çağ’a Kadının Dünyası ve Kadın Filozoflar,’ İÜHFM C. LXXIII, S. 1, s. 7-20, 20153- Hatice PALAZ ERDEMİR, ‘Roma Vatandaş Hukukunun Konusu Olarak Kadın’ Tarih Dergisi, Sayı 63 (2016 / 1), İstanbul 2016, ss. 1-26 4- Özlem SÖĞÜTLÜ ERİŞGİN, ‘Roma Toplumunda Kadının Konumu,’ İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 4, Sayı 2, ss1-315- Faruk AKYOL, ‘Orta Çağ’dan Kadından’, Kadın Araştırmaları Dergisi, 2012, ss13-22 http://dergipark.gov.tr/iukad/issue/732/79076- Seher PARLAK, Ortaçağ’da Kadın Olmak, https://www.academia.edu/26461566/ORTA%C3%87A%C4%9E_DA_KADIN_OLMAK,7- Rukiye AKKAYA KİA, a.g.m.8- Yücel AKSAN, 1450-1750 Yılları Arasında Avrupa’da Cadılık, Tarih İncelemeleri Dergisi, XXVIII / 2, 2013, ss.355-3689- Adnan MAHİROĞLULLARI, Endüstri Devrimi Sonrasında Emeğin İstismarını Belgeleyen iki Eser: Germinal ve Dokumacılar,  Sosyoloji Konferansları, Yıl: 2005, http://dergipark.gov.tr/download/article-file/100969 10- Nilgün TUNÇCAN ONGAN, Kapitalizm ve Çocuk Emeği, türk tabipleri birliği mesleki sağlık ve güvenlik dergisi, Ekim-2016-Mart-2017, s.511- Başak Tuğsavul, Fabrikalardan evlere kadın grevi, 28.03.2018, https://baslangicdergi.org/fabrikalardan-evlere-kadin-grevi/ 12- İbrahim FİDAN, Cahiliye Şiirinde Kadın İmgesi, Dini Araştırmaları Dergisi, Kadın Özel Sayısı, 2016 s.294

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Nisan
Konu resmiİslam Yazılarını Niçin Okuyamıyoruz?
Kültür ve Medeniyet

Evet, bizler bir parça frengi okuduk. O yüzden İslam yazılarını yani İslami yaşantıyı, İslami ahlakı, ibadetleri anlamakta, kabul etmekte, yaşamakta güçlük çekiyoruz. Nasıl ki Osmanlı Devletinin yıkılmasıyla birlikte redd-i miras yapıp, kadim medeniyetimizden İslami yazıyı, harfleri çıkardığımız gibi, bi­ze İslam’ı hatırlatan her şeyi de yavaş yavaş hayatımızdan çı­kar­dık. Çünkü hâkim olan gö­rüş, “Avrupa medeniyeti ve fel­sefesi ile terakki edebilirdik!” Bu meyanda Bediüzzaman Haz­ret­leri’nin Avrupa tasnifi bize ışık tutacaktır. Söz haşir risalesinde bir temsili hikâyecik anlatılır. İki adam ciddi bir münazara yaparlar. İki adamdan biri günümüzdeki sah­­te, yaldızlı, süslü felsefeden ve sefih medeniyet­ten ders almış ve ruhunda yer­leş­tirmiş bi­ri­­dir. Diğer arkadaşı ona türlü ikazlar yapmıştır ama feylesofane safsatalara devam et­mektedir. Şu çarpıcı cümleyle ar­kadaşına ve aslında bizlere de çok önemli bir ders vermektedir. “Sen, anlaşılıyor ki, bir parça frengi okumuşsun. Bu İslam yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun.” (Zül­fikar, 7) Evet, bizler bir parça frengi okuduk. O yüzden İslam yazılarını yani İslami yaşantıyı, İslami ahlakı, ibadetleri anlamakta, kabul etmekte, yaşamakta güçlük çekiyoruz. Nasıl ki Osmanlı Devletinin yıkılmasıyla birlikte redd-i miras yapıp, kadim medeniyetimizden İslami yazıyı, harfleri çıkardığımız gibi, bi­ze İslam’ı hatırlatan her şeyi de yavaş yavaş hayatımızdan çı­kar­dık. Çünkü hâkim olan gö­rüş, “Avrupa medeniyeti ve fel­sefesi ile terakki edebilirdik!” Bu meyanda Bediüzzaman Haz­ret­leri’nin Avrupa tasnifi bize ışık tutacaktır. “Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyz ile hayat-ı ictimaiyye-i beşeriyyeye nafi’ (faydalı) sanatları.. ve adalet ve hakkaniyyete hizmet eden fü­nun­ları (fenleri) takip eden Av­ru­pa’ya hitap etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyye zulmetiyle medeniyetin seyyiatını mehasin (günahlarını güzellikler) zan ederek, beşeri sefahete ve dalalete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.” Evet, bu bozulmuş olan ikinci Av­ru­pa’ nın sefaheti, günlük hayattaki nefsin hoşuna gidecek cazib eğlenceleriyle ve fantezileriyle hayatımıza girdi. Bu hayat zahirde çok tantanalı, debdebeli görünüyordu ama içi boştu. Dalalet ise daha çok fikri akımlarıyla, basın-yayın organlarıyla hayatımızda yer etti. Ateizm, deizm, materyalizm, hedonizm (zevkçilik), feminizm ve benzeri birçok felsefi akımın tesiri altında kaldık. Evet, biz bir parça frengi okuduk. Hayatı sadece bir cidal olarak gördük. Büyük balık küçük balığı yutar dedik. Kâinattaki en mühim düs­turlardan olan tea­vünü, yardımlaşmayı gereksiz gördük. Kendimizi de sırf kendi zatımız, kendi lezzetimiz için yaşayan bireyler olarak görüp kul olduğumuzu unuttuk. Hayatın lezzetini, medeni yükselişi, Allah’ı tanımamakta, ahireti düşünmemekte, dünyayı sevmekte, kendimize güvenmekte ve hür olmakta bulabileceğimiz hatasına düşüp, asıl lezzetin Allah’ı tanımakla olabileceğini unuttuk. “Özgürlük” diyerek nefsimizin esaretine girdik. Kur’an-ı Kerim’in bize ders verdiği fazilet ve rıza-yı İlahiyi hedeften uzaklaştırıp, hedefi menfaat bildik. Enaniyetimizi öne sürerek haksızlık yapmayı kurnazlık ve zekilik zannettik. Ahlaklı, hakkaniyetli insan olmanın kıymetini düşürdük. Kul hakkına girdiğimizin farkına bile varmadık. Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani bağları unutup kardeşken birbirimize düşman olduk! Belki de İslam kardeşliği yerine başkasını yutmakla beslenen ırkçılığa kuvvet verdik. Kuvveti hakta değil, hakkı kuvvette görüp kardeşimizin hakkını ihlal ettik. İnsanın, kemalat-ı insaniyyeyi gaye edinip, ahsen-i takvim su­re­tini koruması lazım gelirken, biz nefsimizin heveslerini tat­min için koşturduk. Bunun için beşeri ihtiyaçlarımızı artıra­rak bazı eğlencelerle meşgul olup mutlu olacağımızı zannettik. Evet, kâinata kendi zatlarımız için bakar olduk. Allah’ı tanıttıran bir ayine olarak görmeyip, kıymetlerini düşürdük. Hüsnü niyet, hüsnü nazar ile bakamaz olduk hadiselere, insanlara… Evet, “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz” diyen bir peygamberin (sav) ümmeti olarak muhasebe vakti geldi de geçiyor. Önümüzde iki yol var. Kuran-ı Kerim’e talebe olmak ya da bir parça frengi okumuşluğun etkisiyle batı felsefesinin kurbanı olmak! Kendi nefsimizin inadını Allah için kıramıyorsak, dayanak noktamız Hak değil de halk ise, her şeyi karanlık görüyorsak, lezzeti geçici şeylerde arıyorsak, güç ve kuvveti kendimizde biliyorsak, “o böyle olmasaydı böyle olmazdı” deyip esbaba hakiki tesir veren olarak kıymet veriyorsak, demek ki biz felsefenin kurbanı olmaya daha yakınız. Bir de uzun zamandır bilinçaltı­mıza yavaş yavaş yerleşen şu za­mana değin devam edegelen “Av­rupa medeniyetinin, felsefesi­nin üstünlüğü, bizim ise geri kalmışlığımız” fikri var ki, bunun için Mesnev-i Nuriye­deki şu bölüm bizlere rehber olmalıdır. “Binaenaleyh Avrupa feylesof­ları maddiyatta şiddetle tevaggul (fazla meşgul olma) ettiklerinden dolayı, iman ve İslam ve Kur’an’ın hakaikinden pek uzak mesafelerde kalmışlardır. O feylesofların en büyüğü, ha­kaik-i İslamiyeye vukufu olan ami bir adam gibi değildir. Ben öyle gördüm. Nefsü’l-emirde dikkat edenler, benim gördüğümü tasdik ederler. Binaenaleyh şimşek ve buhar gibi fenni meseleleri keşfeden feylesoflar, hakkın esrarını ve Kur’an’ın nurlarını keşfedebilirler diyemezsin. Zira onların akılları gözlerindedir. Göz ise kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Onların kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet, onların kalblerini tabiat bataklığında çürütmüştür. (Mesnevi-i Nuriye, 228) Peki, bizlerin ölçüsü ne olmalıdır? Tamamen mi felsefeden uzak kalacağız? Bu sorunun cevabını da sözler mecmuasından okuyalım. “İşte bak, alem-i insaniyyette zaman-ı ademden şimdiye ka­dar iki cereyan-ı azim, iki sil­sile-i efkar her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki secere-i azime hükmünde biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri felsefe ve hikmet gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihat etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı ictimaiyye geçirmiştir. Ne vakit ayrı geçirmişler ise, bütün hayır ve nur silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler felsefe silsilesinin etrafına cem olmuştur. (Sözler, 222) Dine itaat etmeyen felsefenin ışığı en fazla kabir kapısına kadardır. Kur’an’ın güneşi ise bakidir. Rabbim! En kısa, en rahat, en selametli olan Kur’an’ın cadde-i nuraniyesinden bizleri ayırmasın! Felsefeyi bir bütün olarak dine itaat ettiremezsek de, zihnimizdeki felsefi şablonları dine itaat ettirebilelim ki, İslam yazılarını okuyabilelim. Hakiki hikmete erelim. Söz haşir risalesinde bir temsili hikâyecik anlatılır. İki adam ciddi bir münazara yaparlar. İki adamdan biri günümüzdeki sah­­te, yaldızlı, süslü felsefeden ve sefih medeniyet­ten ders almış ve ruhunda yer­leş­tirmiş bi­ri­­dir. Diğer arkadaşı ona türlü ikazlar yapmıştır ama feylesofane safsatalara devam et­mektedir. Şu çarpıcı cümleyle ar­kadaşına ve aslında bizlere de çok önemli bir ders vermektedir. “Sen, anlaşılıyor ki, bir parça frengi okumuşsun. Bu İslam yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun.” (Zül­fikar, 7) Evet, bizler bir parça frengi okuduk. O yüzden İslam yazılarını yani İslami yaşantıyı, İslami ahlakı, ibadetleri anlamakta, kabul etmekte, yaşamakta güçlük çekiyoruz. Nasıl ki Osmanlı Devletinin yıkılmasıyla birlikte redd-i miras yapıp, kadim medeniyetimizden İslami yazıyı, harfleri çıkardığımız gibi, bi­ze İslam’ı hatırlatan her şeyi de yavaş yavaş hayatımızdan çı­kar­dık. Çünkü hâkim olan gö­rüş, “Avrupa medeniyeti ve fel­sefesi ile terakki edebilirdik!” Bu meyanda Bediüzzaman Haz­ret­leri’nin Avrupa tasnifi bize ışık tutacaktır. “Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyz ile hayat-ı ictimaiyye-i beşeriyyeye nafi’ (faydalı) sanatları.. ve adalet ve hakkaniyyete hizmet eden fü­nun­ları (fenleri) takip eden Av­ru­pa’ya hitap etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyye zulmetiyle medeniyetin seyyiatını mehasin (günahlarını güzellikler) zan ederek, beşeri sefahete ve dalalete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.” Evet, bu bozulmuş olan ikinci Av­ru­pa’ nın sefaheti, günlük hayattaki nefsin hoşuna gidecek cazib eğlenceleriyle ve fantezileriyle hayatımıza girdi. Bu hayat zahirde çok tantanalı, debdebeli görünüyordu ama içi boştu. Dalalet ise daha çok fikri akımlarıyla, basın-yayın organlarıyla hayatımızda yer etti. Ateizm, deizm, materyalizm, hedonizm (zevkçilik), feminizm ve benzeri birçok felsefi akımın tesiri altında kaldık. Evet, biz bir parça frengi okuduk. Hayatı sadece bir cidal olarak gördük. Büyük balık küçük balığı yutar dedik. Kâinattaki en mühim düs­turlardan olan tea­vünü, yardımlaşmayı gereksiz gördük. Kendimizi de sırf kendi zatımız, kendi lezzetimiz için yaşayan bireyler olarak görüp kul olduğumuzu unuttuk. Hayatın lezzetini, medeni yükselişi, Allah’ı tanımamakta, ahireti düşünmemekte, dünyayı sevmekte, kendimize güvenmekte ve hür olmakta bulabileceğimiz hatasına düşüp, asıl lezzetin Allah’ı tanımakla olabileceğini unuttuk. “Özgürlük” diyerek nefsimizin esaretine girdik. Kur’an-ı Kerim’in bize ders verdiği fazilet ve rıza-yı İlahiyi hedeften uzaklaştırıp, hedefi menfaat bildik. Enaniyetimizi öne sürerek haksızlık yapmayı kurnazlık ve zekilik zannettik. Ahlaklı, hakkaniyetli insan olmanın kıymetini düşürdük. Kul hakkına girdiğimizin farkına bile varmadık. Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani bağları unutup kardeşken birbirimize düşman olduk! Belki de İslam kardeşliği yerine başkasını yutmakla beslenen ırkçılığa kuvvet verdik. Kuvveti hakta değil, hakkı kuvvette görüp kardeşimizin hakkını ihlal ettik. İnsanın, kemalat-ı insaniyyeyi gaye edinip, ahsen-i takvim su­re­tini koruması lazım gelirken, biz nefsimizin heveslerini tat­min için koşturduk. Bunun için beşeri ihtiyaçlarımızı artıra­rak bazı eğlencelerle meşgul olup mutlu olacağımızı zannettik. Evet, kâinata kendi zatlarımız için bakar olduk. Allah’ı tanıttıran bir ayine olarak görmeyip, kıymetlerini düşürdük. Hüsnü niyet, hüsnü nazar ile bakamaz olduk hadiselere, insanlara… Evet, “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz” diyen bir peygamberin (sav) ümmeti olarak muhasebe vakti geldi de geçiyor. Önümüzde iki yol var. Kuran-ı Kerim’e talebe olmak ya da bir parça frengi okumuşluğun etkisiyle batı felsefesinin kurbanı olmak! Kendi nefsimizin inadını Allah için kıramıyorsak, dayanak noktamız Hak değil de halk ise, her şeyi karanlık görüyorsak, lezzeti geçici şeylerde arıyorsak, güç ve kuvveti kendimizde biliyorsak, “o böyle olmasaydı böyle olmazdı” deyip esbaba hakiki tesir veren olarak kıymet veriyorsak, demek ki biz felsefenin kurbanı olmaya daha yakınız. Bir de uzun zamandır bilinçaltı­mıza yavaş yavaş yerleşen şu za­mana değin devam edegelen “Av­rupa medeniyetinin, felsefesi­nin üstünlüğü, bizim ise geri kalmışlığımız” fikri var ki, bunun için Mesnev-i Nuriye­deki şu bölüm bizlere rehber olmalıdır. “Binaenaleyh Avrupa feylesof­ları maddiyatta şiddetle tevaggul (fazla meşgul olma) ettiklerinden dolayı, iman ve İslam ve Kur’an’ın hakaikinden pek uzak mesafelerde kalmışlardır. O feylesofların en büyüğü, ha­kaik-i İslamiyeye vukufu olan ami bir adam gibi değildir. Ben öyle gördüm. Nefsü’l-emirde dikkat edenler, benim gördüğümü tasdik ederler. Binaenaleyh şimşek ve buhar gibi fenni meseleleri keşfeden feylesoflar, hakkın esrarını ve Kur’an’ın nurlarını keşfedebilirler diyemezsin. Zira onların akılları gözlerindedir. Göz ise kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Onların kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet, onların kalblerini tabiat bataklığında çürütmüştür. (Mesnevi-i Nuriye, 228) Peki, bizlerin ölçüsü ne olmalıdır? Tamamen mi felsefeden uzak kalacağız? Bu sorunun cevabını da sözler mecmuasından okuyalım. “İşte bak, alem-i insaniyyette zaman-ı ademden şimdiye ka­dar iki cereyan-ı azim, iki sil­sile-i efkar her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki secere-i azime hükmünde biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri felsefe ve hikmet gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihat etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı ictimaiyye geçirmiştir. Ne vakit ayrı geçirmişler ise, bütün hayır ve nur silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler felsefe silsilesinin etrafına cem olmuştur. (Sözler, 222) Dine itaat etmeyen felsefenin ışığı en fazla kabir kapısına kadardır. Kur’an’ın güneşi ise bakidir. Rabbim! En kısa, en rahat, en selametli olan Kur’an’ın cadde-i nuraniyesinden bizleri ayırmasın! Felsefeyi bir bütün olarak dine itaat ettiremezsek de, zihnimizdeki felsefi şablonları dine itaat ettirebilelim ki, İslam yazılarını okuyabilelim. Hakiki hikmete erelim.

Hifa ÖZDEMİR 01 Nisan
Konu resmiKur'an İlmin Anahtarıdır
İbadet

Bilim ve din bazı çevrelerce birbirine zıt görünmekte ve gösterilmeye çalışılmaktadır. Bilim ve din arasındaki bu çatışma varsayımı referans kaynaklarının farklılığına göre değişkenlik gösterir. Her iki sistem de hayatı anlamlandırma çabası üzerine bina edilmiştir. Aradaki yöntem farklılıkları bazıları için ayrışmanın temel noktası olmuştur. Bu ayrışmayı derinleştirmek, din-bilim kavramlarının arasını açarak birbiriyle çatıştırmak isteyenler, “Din bilimle ters düşer” iddiasını her zaman canlı tutmaya devam ediyorlar. O zaman soralım: “Din bilimle çatışır mı?” Bu soruya yine bir başka soruyla karşılık vermek gerekir: “Hangi din?” Dini sadece ahlaki bir öğüt sistemi olarak görmenin temelinde Hristiyanlığın tabiata ilişkin tezlerindeki olumsuz sicili etkili olmuş olabilir; ancak durum İslam zaviyesinde çok farklıdır. Muharref bir inanç sistemi olan Hristiyanlığın bilimle yaşadığı problem,  İslam ve bilim arasında asla vaki olmamıştır. IV-XIV. yüzyıllar arasında Ortaçağ Avrupa’sında skolastik bir anlayış hâkimdi. Kilise bilimsel gelişmelerin önündeki en büyük engeldi. Çünkü din adamları olan ruhban sınıf yetkin olmadıkları alanlar hakkında hoyratça hükümlerde bulunuyorlardı. Aynı yüzyıllarda bırakınız bilim üretmeyi, temel ihtiyaç olan temizlik ve tuvalet konusunda ilkel alışkanlıklar edinmiş bir Avrupa manzarası karşımızda durmaktadır. Bin yıl boyunca yıkanmamış, yıkanmayı yasalarla engellemeye çalışmış, kötü ruhların kaynağını temizlikte görmüşlerdir. Bazı seyyahlar Londra ve Paris gibi şehirlerin o rahatsız edici kokusunun çok uzaklardan bile du­yul­duğunu yazmışlar se­ya­hat­­na­melerinde. Paris’in par­füm üretiminde bir numara ol­­ması da tesadüf değildir. İs­pan­ya kraliçesi 1. Isabel ömrü bo­yunca iki kez yıkanmıştır, doğ­du­ğunda ve evlendiğinde. Böyle karanlık bir ortamda bilim üretmek isteyenler de pek çok engelle karşılaşmışlardır. Bu engellerin en büyüğü hiç şüphesiz kilisedir. Kilisenin sabitelerinin aksine söylenen her şey en ağır yaptırımları hak etmektedir. Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü savunan Kopernik, başına gelecekleri bildiği için bu düşüncesini ölü­müne yakın bir zamanda kitap­laştırmış, engizisyon mahke­me­si­ne çıkmadan da ölmüştü. Ancak öğrencisi Giordano Bruno, Kopernik kadar şanslı değildi. Hocası Kopernik’in fikirlerini savunduğu için yakılarak öldürülmüştü. Galileo’yu ömür boyu hapse mahkûm eden skolastik bataklıktaki zihniyet, dünyanın döndüğünü kabul etmeye yanaşmıyordu. Ama cezasını çekmeye giderken Galileo’nun dudaklarından döküldüğü gibi, ne derlerse desinler, dönüyordu işte. *** İslam tarihinde durum Avrupa’dakinden çok farklı tezahür etmekteydi. Prof. Dr. Fuat Sezgin’in “Büyük Çağ” olarak adlandırdığı o dönemlerde üst düzey eğitim merkezleri olan medreseler, dini ilimlerle beraber tıp, matematik, astronomi, kimya, mühendislik… gibi ilimlerin beraber okutulduğu irfan merkezleriydi. Medresede hakkıyla yetişen birisi fetva verecek kadar dini bilgiye sahipken, aynı zamanda deneyler yapıyor, bilimsel araştırma ve keşiflere imza atıyordu. Sivas’taki Gökmedrese’de ders veren ve Sivas’ta kadılık yapan Kutbeddin Şîrâzî (1236–1311) bir filozof ve din bilgini olmasının yanı sıra, astronomi, fizik, coğrafya ve tıp alanında dikkati çeken bir âlimdi. Şîrâzî Gökmedrese’deki hocalığı sırasında kapsamlı iki matematiksel astronomi kitabı yazmıştı. Gökmedrese ismi de öylesine verilmiş bir isim değildi haddi zatında. İbn-i Sina bir tıp âlimi olmasının yanında mekanik, felsefe, fizik… gibi alanlarda da ciddi çalışmalar yapmıştır. Tıp alanında yazdığı kitap Hindistan’dan Avrupa’ya kadar pek çok coğrafyada mihenk taşı olmuştur. Cebirin kurucusu sayılan Ha­rezmî, 1143 yılında yazdığı kitapta sıfırın kullanılarak işlem yapılabileceğini anlatmıştır. Sıfır olmasaydı bugünkü teknoloji bu noktaya gelebilir miydi? Büyük Türk denizcisi Piri Reis’in çizdiği harita, şaşılacak derecede bu günkü ölçülere yakındır. Güney Amerika ve Antarktika’nın yer aldığı haritanın nasıl çizildiği bugün bile bir muammadır. O haritadan 300 yıl sonra Antarktika kara parçası olarak keşfedilmiştir. Uçağın mucidi belki Wright kardeşler olabilir ama ilk uçan insan Faslı bir âlim olan İbn-i Firnas’tır. Tarihler 875 yılını gösterdiğinde kendi yaptığı kanatlarla uçabilmeyi başarmıştır. Fatih’in hocası olan Akşemseddin sadece bir İslam âlimi değildir. Louis Pasteur’dan 400 yıl önce, İtalyan Doktor Giroloma Fracastoro'dan da 100 yıl önce yazdığı Maddetü’l-Hayat adlı eserinde “Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma, gözle görülemeyecek kadar küçük, fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur” diyerek mikroptan bahseder. İslam tarihi böyle keşif ve kâşiflerle doludur ve bu bize bir hakikati gösterir: İlhamı Kur’an-ı Kerim’den alan bu zatlar, Kur’an ayetlerini kendilerine ilmin anahtarı yapmışlar. Zira Kur’an, onu okuyana akıl etmeyi, düşünmeyi, ilme talip olmayı, (Kur’an’da ilim kelimesi 728 ayette 824 defa geçmektedir) ayetlere bakmayı emreder. Bir manası delil olan ayet, yaratılan her şeydir. Kâinata, Allah’ın ayetlerine hayret nazarıyla bakan müdakkik gözlerin keşfedemeyeceği şey de yoktur. *** Kur’an’ın ilmin anahtarı olmasının bir ciheti de üstad Bediüzzaman’ın tespitiyle, Kur’ an’da geçen peygamber mucizelerinin insanlığa ulaşabileceği nihayet hudutları göstermesidir. Hz. Süleyman’a (as) rüzgârı, Hz. Davud’a (as) demiri, Hz. İbrahim’e (as) ateşi musahhar eden Allah (cc), insanlığa da şöyle demektedir adeta: “Ey insanlar! Şu gördüğünüz mucizeler birer örnektir. Çalışırsanız onların bir benzerini siz de yapabilirsiniz.” Bugün insanlık Hz. Süleyman (as) gibi uçaklar sayesinde rüzgâra binmekte, Hz. Davud (as) gibi demiri hamur misali yoğurmakta, ateşte yanmayan elbiseler üretip Hz. İbrahim (as) gibi ateşi kendilerine musahhar etmektedirler. Hz. Musa’nın (as) asasının ucunun değdiği kayalardan fışkıran su misali sondaj teknolojisiyle arzın altında saklı olanları yeryüzüne çıkarmaktadır. Öyleyse diyebiliriz ki, din vicdanın ziyası, bilim aklın nurudur. Birleşmesinden hakikat tecelli ettiği gibi, ayrılıklarından ya taassub veya şüpheler ortaya çıkar. Dinsiz bilim kör, bilimsiz din topaldır. Peki, bugün Müslümanlar neden tüketim toplumu haline gelmiş, merkantilizm ve kapitalizm çarkları arasında benliğini kaybetmiştir? Bunun yegâne sebebi Allah’ın ipi olan Kur’an’a sıkı sıkıya bağlı olan ellerin gevşemesi, kendilerine başka tutacak dal aramalarıdır. “Oku!” emrine sırt çevirip, tatilde bile kitap okuyan Batılılara hayran hayran bakan Müslüman pek çok şeyi ıskalamaktadır. Washington kütüphanesinin raf uzunluğu 1400 km iken biz kütüphanenin yolunu bilmiyorsak, kitaba verilen paraya acıyorsak itiraz etmeye hakkımız yoktur. Cehalet ve rehavet adlı düşmanlarımıza galip gelmek için yedi başlı ejderha misali şu yedi haslete ihtiyacımız ziyadedir: Cesaret, marifet, basiret, firaset, hayret, gayret, merhamet.

Tarık ÇELİK 01 Nisan
Konu resmiToplumun Ortak Değeri: Kamu Malları
Kültür ve Medeniyet

“Kimi bir işte görevlendirip (yaptığı işin karşılığı olarak) bir ücret verdiysek, onun bu ücret dışında alacağı her şey (kamuya) hainliktir.”(Ebû Dâvûd, İmâre, 9-10) Hz. Ömer (ra), halife olduktan sonra devlet işlerini görürken odasını aydınlatmak için devletin mumunu kullanırdı. Ne zaman ki devlete ait işlerini bitirir de kendi hususî çalışmasına başlarsa, o zaman da kendi mumlarıyla odasını aydınlatırdı. Hz. Ömer’in (ra) hilâfeti boyunca her işinde bu ayrımı ve hassaslığı görebiliriz. Asr-ı saadette devlete ait bir kuruşun bile şahsî işlerde kullanılmaması esası, toplumun geneline yayılmıştı. Öyle ki o devrin insanları dışarıdan gelen sokak aydınlatmalarının ışığından faydalanıp evde iş görmeyi bile kendilerine yasaklamışlardır. Toplumun tamamının ortak malı olan kamu mallarını kullanırken son derece hassas davranmışlardır. Devletin bir kuruşunu bile şahsî işlerinde kullanmamışlardı. Devlet işleri görülürken alınan resmî ücretin dışında en ufak bir hediyenin bile alınma­sı biz­zat Resûlullah (asm) tara­fın­­dan yasaklanmıştır. Bu hu­sus­ta Resûlullah (asm) şöyle bu­yurmuştur: “Kimi bir işte görevlendirip (yaptığı işin karşılığı olarak) bir ücret verdiysek, onun bu ücret dışında alacağı her şey (kamuya) hainliktir.” (Ebû Dâvûd, İmâre, 9-10) Peygamber Efendimizin (asm) İbnü’l-Lütbiyye isimli bir zekât memuru vardı. Bu şahıs bir keresinde topladığı zekâtla birlikte kendisine verilen hediyeleri de getirmişti. Resûlullah’ın (asm) huzuruna varınca şöyle dedi: “Bunlar sizin, bunlar da bana hediye edilenler.” Bu durum karşısında Resûlullah (asm): “(Bu adam bir zekât memuru olmayıp) babasının veya annesinin evinde otursaydı, ken­disine hediye verilir mi, verilmez mi bir baksaydı ya! Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki sizden biriniz ondan bir şey alırsa, kıyamet gününde boynunda böğüren bir deve, ya bağıran bir sığır veya meleyen bir koyunla gelecektir” buyurmuşlardır. Kendisine verilen devlet görevini menfaat sağlamak için kullanan ya da yaptığı vazife karşılığında ödenen ücreti yeterli görmeyip hediye, bağış ya da bahşiş adı altında rüşvet alanların halini Peygamber Efendimiz (asm) tasvir etmiştir. Hangi ad altında olursa olsun kamu görevi kullanılarak menfaat sağlamak, kişinin dinine, devletine ve milletine ihanet etmesi ile eş değerdir. Muaz bin Cebel (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) beni Yemen’e gönderdi. Yola çıktığımda peşimden birini gönderip beni geri getirtti ve şöyle buyurdu: ‘Sana niçin haberci gönderdiğimi biliyor musun? Benim iznim olmadan bir şeyi alma! Zira bu ihanettir. Kim de (kamu malına) ihanet ederse kıyamet günü ihanet ettiği şey ile birlikte gelir. Seni işte bunun için geri çağırdım. Şimdi görevine gidebilirsin.’” (Tirmizî, Ahkâm, 8) *** Hayber’in fethi sırasında Peygamber Efendimiz (asm) ve ashâbı Vâdi’l-kurâ mevkiine doğru ilerlemekteydiler. Burada Resûlullah’ın (asm) hizmet­çilerinden Kerkere, boynundan bir okla vuruldu. O sırada etrafta bulunan sahâbeler Kerkere’nin şehid olduğunu düşünerek; “Cennet ona mübarek olsun.” dediler. Bu ifade­leri duyan Resûlullah (asm), “Hayır, nefsim elinde bulunan (Allah)a yemin ederim ki, Hayber gününde ganimetler arasından paylaşımda kendisine düşmediği hâlde aldığı bir elbise, şimdi üzerinde ateş olarak onu yakmaktadır.” buyurdular. Kerkere, hakkı olmayan bir elbiseyi alarak azaba müstehak olmuştu. Sahâbe Efendilerimiz, Hayber’ de canlarını dişlerine takarak mücadele etmişlerdi. Akıllarından zerre miktar bile olsa ganimet malı elde etmek geçmemekteydi. Aksi takdirde ih­lâsları zedelenecek ve şehidlik ve gazilik makamları tehlikeye girebilecekti. Onlar bunun şuurundaydılar. Ancak elbette ki, her yerde hata yapan insanlar olduğu gibi, onların arasında da az da olsa hata yapanlar çıkıyordu. İşte bu hadiseyi işitenlerden birisi, Hayber günü aldığı ayakkabı bağlarını getirerek Resûlullah’a (asm) teslim etti. Resûlullah (asm) bu hadise üzerine: “İşte ateşten iki ayakkabı bağı!” demişlerdir. Bir devlette yaşayan herkesin kamu malları üzerinde hakkı vardır. Kamu malına ihanet eden ve haksız yere üzerlerine geçiren insanlar, ülkede yaşayan herkesin hakkına girmiş olurlar. Bu konuda sadece maaş dışında alınan ve malî değeri olan hediyeler yasaklanmamıştır. Kişi kamu görevlisi olsun olmasın, kamuya ait bir arsa ya da taşınmazı haksız yere zimmetine geçirirse, kıyamet günü bunun hesabını çok şiddetli bir şekilde verecektir. Resûlullah (asm) bu hususta şöyle buyurmuşlardır: “Kimse hakkı olmayan bir karış yeri bile almasın! (Alırsa) Allah, kıyamet gününde yedi kat yeri onun boynuna dolar.” (Müslim, Müsâkât, 141; Buhârî, Mezâlim, 13) Kamu mallarından en önemlilerinden birisi de vakıf mallarıdır. Meşhur darb-ı meselde denilir ki; “Vakıflara bir çivi çakan âbâd olur, vakıflardan bir çivi söken berbâd olur.” Vakıf mallarının kullanılması, işletilmesi ve sarf edilmesi sürecinin ne kadar hassas olduğunu bu söz çok güzel bir şekilde ifade etmektedir. Herkesin ortak kullanımına sunulan külliyeler, camiler, medreseler, mektepler, hastahaneler, bimarhaneler, imaretler, köprüler, hanlar, hamamlar ve bunlar gibi daha nice eserler hep vakıf usulüyle inşa edilmiş ve korunmuştur. Bu eserlerin yüzyıllarca yaşaması ve görevlilerinin maaşlarının ödenmesi için gelir getiren gayrimenkuller bağışlanmıştır. Birçok çarşı ve birçok araziler, böyle vakıf eserlerinin yaşaması için bağışlanmıştı. Bu bağış mallarının gelirlerinin idaresinde bulunan insanlar, yüzyıllarca sorumluluklarının bilincinde olarak çok hassas davrandılar. Bir kuruşu bile haksız yere zimmetlerine geçirmemek için son derece ihtimam gösterdiler. Başta ifade ettiğimiz darb-ı meselde denildiği gibi, vakıf eserlerinden bir çivi bile sökmediler. Bu sayede 20. yüzyılın bütün tahribatına karşın nice eserler günümüze kadar ulaşabildi.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiRisale-i Nuru Mütalâa Usulleri
Risale-i Nur

Risale-i Nur’u bir sene anlayarak ve kabul ederek okuyanların, bu zamanın mühim ve hakikatli birer âlimi olabileceğini ilân eder Bediüzzaman Hazretleri.1 Bu büyük müjdede en çok dikkat çeken vurgunun, Risale-i Nur’un ‘anlayarak’ ve ‘kabul ederek’ okunmasına olduğunu görüyoruz. Risale-i Nur’un anlayarak mü­ta­lâa edilmesini zorlaştıran mad­­dî ve manevi bazı sebepler var­­dır. Bu sebeplerin önemlileri­ni şöyle sıralayabiliriz: - Risale-i Nur’da oldukça uzun cümlelerin önemli bir yer tutması. - Risalelerde Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin ve ıstılahların (terimlerin) çokça geçmesi. - Risalelerde Arapça ve Farsça usullere göre yapılan tamlamaların (terkiplerin) çokça geçmesi. - Risale-i Nur’da lâfzın hatırına manâ değil, manânın hatırına lâfzın feda edilmesi. - Bugüne kadar zihinlere yerleşmiş yanlış ezber ve kabulleri ölçü yaparak Risale-i Nur’u anlamaya çalışmak. - Risale-i Nur’un kendine mahsus çok farklı bir üslubunun olması. - Mütalâa yapan kişideki dikkat ve nazar dağınıklığı. - Risale-i Nur’u mütalâa yapanların -daha başta bir önyargı ile- Risale-i Nur’un anlaşılamaz bir tefsir olduğunu zannetmeleri. Bu durum mütalâa eden kimseyi ümitsizliğe sevk etmektedir. - Risale-i Nur’un ve muhterem müellifinin İslâm düşünce tarihi içindeki benzersiz yerini bilmemek. - Risale-i Nur’u adeta sanık sandalyesine oturtarak onda hata ve eksik bulmaya çalışarak okuma. Önyargı öğrenme ve almanın en büyük düşmanıdır. Risale-i Nur da böyle kişilere kendini açmaz. - Kur’an ve iman hakikatleri nurdur. Riyakârlık ve başka insanlara yaranmaya çalışmak ise zulümâttır (karanlıktır). Bir kalbte nur ile zulümât beraber cem olamaz. Yani ahlakî zaaflar (en başta riyakârlık) Kur’an nurlarının kalbe girmesine engeldir.2 - Haram yiyecek ve içeceklerin boğazdan geçmesi. Çünkü haramlar hakikatleri perdeler. - Nâmahreme ve haram şeylerin suret ve görüntülerine nazar etmek. Çünkü harama nazar hem unutkanlık verir hem de ruhtaki yüksek ve ince hissiyatı derinden sarstığından ilâhi feyzi engeller. Bu gibi maddî (teknik) ve manevi sebepler, Risale-i Nur’u an­layarak mütalâa etmenin önü­ne birer set çekmektedir. Biz de dergimizde neşir edilecek bu çalışma ile Risale-i Nur’u anlayarak mütalâa etmenin tekniklerini uygulamalı olarak göstermeye çalışacağız inşaallah. SEKİZİNCİ SÖZ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ  ٭ اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ اْلاِسْلَامُ Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer din-i hak olmazsa dünya bir zindan olması ve dinsiz insan, en bedbaht mahluk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümâttan kurtaran يَٓا اَللّٰهُ ve لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle: - Öncelikle Sekizinci Söz’ün başında zikredilen ayet-i kerimelerin meallerine bakmalıyız ki Hazret-i Üstad bu risalede hangi ayet veya hadisleri tefsir ediyor anlayalım. Çünkü biliyoruz ki Risale-i Nur, Kur’an’ın hakiki bir tefsiridir. Ayetlerindeki hakikatlerin kuvvetli delillerle izah ve ispatıdır. “Sözler gibi Risale-i Nur’un en temel bir mecmuasında ‘Sekizinci Söz’ ismini ve makamını alarak müstakil bir yer bulmuş bir risalenin çok ehemmiyetli bir yeri olsa gerek” düşüncesiyle dikkatle meallerine bakıyoruz: “Rahmân, Rahîm olan Allah’ın ismiyle. Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. (O,) Hayy (hayâtı ezelî ve ebedî olan)dır, Kayyûm (bütün mevcûdât kendisiyle kaim olan)dır. O’nu ne bir uyuklama, ne de bir uyku tutar.”3 “Muhakkak ki Allah katında (yegâne) din, İslâm’dır!”4 - Risale-i Nur, -Bediüzzaman Haz­retleri’nin de ifade ettiği gi­­bi- 1920’lerin Türkçesiyle ko­­nu­şur. Yani Arapça’dan ve Fars­­ça’dan dilimize giren pek çok kelimelerin, Türkçe’ye öz­gü bir formatta kullanımıyla şe­killenen zengin Osmanlı Türk­çesi ile hakikatleri beyan eder. Dolayısıyla Risale-i Nur’ da çokça Arapça ve Farsça köken­li kelimeler ve ıstılahlar (terimler) olduğu gibi, Arapça ve Farsça esaslara göre yapılan pek çok tamlamalar da geçer. Bundan dolayıdır ki kendini Risale-i Nur’dan yetiştirmek isteyen bir kişi, Risale-i Nur’un mütalâasında yanında mutlaka bir lügat bulundurmalıdır ve tamlamalara doğru anlam vermeyi öğrenmelidir. Aksi takdirde yüksek, derin ve ince hakikatlerin yüklenicisi olan kelimelerin anlamları bilinmezse hakikatler gün yüzüne çıkmaz ve meçhuliyet perdesi arkasına gizlenir. - Çerçeve içine alınan yukarıdaki paragrafı doğru ve sağlıklı bir şekilde anlayabilmek için öncelikle mavi renge boyadığımız ‘ruh-u insanî’, ‘din-i hak’ ve ‘ruh-u beşerî’ tamlamalarıyla; ‘mahiyet’, ‘bedbaht’, ‘mahluk’, ‘âlemin tılsımı’, ‘zulümât’ ve ‘temsilî hikaye’ kavramları­nın ne anlama geldiklerini öğ­renmemiz gerekmektedir. Bunun için de önce, anlamları bilinmeyen kelimelerin -tamlama içinde olup olmadıklarına bakmaksızın- müstakil olarak lügatten anlamlarına bakmalıyız. Ondan sonra bu kelimeler eğer tamlama içinde geçiyorsa tamlama kaidelerine uygun bir şekilde tamlamaya anlam vermeliyiz. - ‘Ruh-u insanî’, ‘din-i hak’ ve ‘ruh-u beşer’ gibi iki kelimeden oluşan ve Farsça esaslara göre yapılan tamlamalarda, sondan başa doğru gelinerek önce ikinci sonra birinci kelimeye anlam verilir. Meselâ ‘kalb-i insan’ tamlamasına ‘insanın kalbi’ veya ‘insan kalbi’ şeklinde anlam verilir. ‘Vasıta-i nakl-i hüzün’ örneğinde olduğu gibi üçlü bir tamlamaya, sondan başa doğru gelinerek ‘hüzün taşıyan/nakleden vasıta’ şeklinde anlam verilir. “Güneş bir kütle-i azime-i mayia-i nariyedir” cümlesindeki dörtlü tamlamaya da yine sondan başa doğru gelinerek “Güneş, ateşten akıcı büyük bir kütledir” şeklinde anlam verilir. - ‘İnsanî’, ‘İslâmî’, ‘kalbî’ ve ‘fikrî’ kelimelerinde olduğu gibi, bir ismin sonuna uzatılarak telâfuz edilen ‘î’ sesi geldiğinde o ismin kime ait, neyle ilgili ve neye dair olduğunu ifade eder (ism-i mensub). ‘İnsanî’ kelimesi ‘insana ait’, ‘insanla ilgili’ ve ‘insana dair’ anlamlarına gelir. ‘Fikrî’ kelimesi de ‘fikre ait’, ‘fikirle ilgili’ ve ‘fikre dair’ gibi anlamlara gelir. - Bu izahlardan sonra, yukarıdaki paragrafta geçen ve anlamlarını bilmediğimiz kavram ve tamlamaları öğrenelim: Mahiyet: Bir şeyin ne olduğu, özü, aslı, esası. Bedbaht: Kötü talihli, bahtsız. Mahluk: Yaratılmış. Âlemin tılsımı: Âlemin/kâina­tın herkes tarafından bilinmeyen ve anlaşılması zor gizli sırrı, gerçeği. Zulümât: Karanlıklar. Temsilî hikaye: Anlaşılması zor olan hakikatleri kolayca ve gü­zelce anlatabilmek için bir hi­kâ­ye içinde misal vererek anlatım. Ruh-u insanî: İnsanın ruhu. İnsana ait ruh. Din-i hak: Hak din (İslâm). Ruh-u beşerî: İnsanın ruhu. İnsana ait ruh. - Baştaki ayet-i kerimelerden sonra gelen cümle, 3,5 satır uzunluğunda bir cümle. Dikkatle bakınca, araları ‘ve’ bağlacıyla bağlanan 7 ayrı meselenin bir cümle içinde sayıldığını ve bu 7 meseleyi kastederek en sonda “(bunları) anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle” dendiğini görüyoruz. “Neyi anlamak istersen?” diye sorunca, birbirlerine ‘ve’ bağlacıyla bağlanan 7 meselenin Sekizinci Söz’ün ana fikrini oluşturduğunu müşahede ediyoruz: Dünyanın mahiyet ve kıymetinin ne olduğu. Dünyadaki ruh-u insanî­nin mahiyet ve kıymetinin ne olduğu. İnsan için dinin mahiyet ve kıymetinin ne olduğu. Hak din olmazsa dünyanın bir zindana döneceği. Dinsiz birisinin en bedbaht bir mahluk olacağı. Âlemin tılsımını açan anahtarların يَٓا اَللّٰهُ 5 ve لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ 6 olduğu. Ruh-u beşeri zulümâttan kur­­taran hakikatlerin يَٓا اَللّٰهُ ve لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ oldukları. - Bu yedi meselenin ilk üçünün tespiti biraz dikkat etmeyi gerektirmektedir. Çünkü “Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini…” cümlesinde “Neyin mahiyet ve kıymetlerini?” diye sorulduğunda, cevap olarak dünyanın mahiyet ve kıymetini, dünya içindeki ruh-u insanînin mahiyet ve kıymetini ve insandaki dinin mahiyet ve kıymetlerinin kastedildiği anlaşılır. Eski zamanda iki kardeş, uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Gitgide tâ yol ikileşti. O iki yol başında ciddi bir adamı gördüler. Ondan sordular: “Hangi yol iyidir?” O dahi onlara dedi ki: “Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise, serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekâvet vardır. Şimdi intihabdaki ihtiyar sizdedir.” - Yukarıdaki paragraf oldukça anlaşılır bir paragraf olmakla birlikte yine de tam ve doğru bir anlayış için mavi renkli kelimelerin anlamlarına lügatten bakmak gerekmektedir. Bunu dinledikten sonra güzel huylu kardeş sağ yola تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ 7 deyip gitti ve nizam ve intizama tebaiyeti kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zâhiren hafif, manen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takib ediyoruz: İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, gitgide tâ hâlî bir sahraya girdi. Birden müdhiş bir sadâ işitti. Baktı ki: Dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı. Tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rastgeldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp, elleri bir ağaca rastgeldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı gördü ki: Arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı gördü ki: Dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrüb etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı gördü ki: Isırıcı muzır haşerât, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı gördü ki: Bir incir ağacıdır. Fakat hârika olarak muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar başında yemişleri var. - Öncelikle yukarıdaki paragrafta mavi renkli kelimelerin anlamlarına lügatten bakmak gerekmektedir. - Yukarıdaki paragrafta, yolların ayrım noktasında bulunan ciddi adamın izahlarını işiten iki kardeşin tercihlerinde belirleyici olan unsurun onların ahlâkları/huyları olduğunu anlıyoruz. Demek ki güzel ahlâk, kişiyi akl-ı selimle düşünmeye sevk eder ve doğru kararlar aldırır. Kötü ahlâk da kişiyi yanlış değerlendirmeler yapmaya iter ve kötü kararlar aldırır. - Sol yolu tercih eden ahlâksız ve serseri kardeşin, sırf serbestlik ve hürriyet adına bu tercihte bulunması, sağ yoldaki kanun ve nizama itaat külfetinden kaçınması da çok manidardır. Demek ki kötü ahlâk, manen sahibinin gözünü öylesine kör ediyor ki adeta önündeki sineğin ısırmasından kaçmak için arkasındaki ejderhaların ağzına girmek gibi bir yanlışa ve ahmaklığa sürüklüyor. Zira kanun ve nizamın olmadığı sol yolda asayiş ve güven yoktur. Asayiş ve güvenin olmadığı bir yolda da hırsızların ve anarşistlerin mala, cana ve namusa vereceği zarar, kanun ve nizama itaat külfetinden binler derece fazladır. Demek ki kötü ahlâkın sevkiyle aklın anlayışı ve neyin lehine neyin aleyhine olduğunu fark etme melekesi de bozulmaktadır. - “Zâhiren hafif, manen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takib ediyoruz…” cümlesiyle kastedilen adam, kötü ahlâklı ve serseri olan kardeştir. Bir sonraki sayıda kalınan yerden devam edecek inşaallah. Kaynaklar: 1- Lem’alar, s.175.2-  Lem’alar, s.46.3-  Bakara, 2554-  Âl-i İmrân, 195-  “Ey Allah!”6-  “Allah’tan başka ilâh yoktur!”7-  “Allah’a tevekkül ettik.”

Mustafa TOPÖZ 01 Nisan
Konu resmiİslam'ın Köprüsü Zekât
İbadet

Zekât lügatte” taharet, bereket, çoğalma, artma” anlamlarındadır. Istılahta ise, “nisab miktarına ulaşmış bir malın muayyen bir miktarını, muayyen bir zaman sonra hak sahibi bir kısım Müslümanlara Allah rızası için tamamen temlik etmektir”.  Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de seksenden fazla yerde namaz ile zekâtı birlikte zikretmiştir. “Hem namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin.” (Bakara süresi 43) Rabbimiz İslam’ın şartlarından olan namaz ile zekâtı ehemmiyetine binaen birbirinden ayırmamıştır. Bütün dinlerde temel üç esas tevhid, namaz ve zekâttır. Zekât aynı zamanda manevi bir temizliktir. Zenginin malındaaki fukara hakkı o mal için sanki bir kir gibidir. Aynı zamanda zenginin duygu dünyasına tamah ve cimrilik gibi süfli hisler karışmış olabilir. Zekât bu iki türlü kirliliği birden temizleyen mali, farz bir ibadettir. Zekâtın Hayat-ı İctimaiyedeki Ehemmiyetli Yeri Bediüzzaman Hazretleri İşa­ra­tü’l-İcaz isimli harika Kur’an tefsirinde zekâtı şu şekilde tarif eder: “Bütün muavenet ve yardım nevilerini havi olan zekât hakkında, sahihi olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam­dan (الزكاة قنطرة الاسلام) (Zekât, İslam’ın köprüsüdür) hadis-i şerifi mervidir. Yani Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsanların heyet-i ictimaiyesinde (sosyal yapı) intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır.” (İşaratü’l-İcaz, 40) Zülfikar Mecmuasında da toplumsal ihtilallerin ve kötü ahlakın kaynağı olan iki kelimeden bahsedilir. “(Birinci kelime:) Ben tok olayım başkası açlıktan ölse bana ne! (İkinci kelime:) Sen çalış, ben yiyeyim! Evet, hayat-ı ictimaiye-i beşeriye de havas ve avam, yani zenginler ve fakirler muvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvazenenin esası ise, havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. Şimdi birinci kelime havas tabakasını zulme, ahlaksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir. İkinci kelime avamı kine, hasede, mübarezeye sevk edip rahatı beşeriyeyi birkaç asırdır selb ettiği gibi… şu asırda sa’y, sermaye ile mübareze (çarpışma) neticesi (herkesçe malum olan) Avrupa hadisat-ı azimesi meydana geldi. İşte medeniyet bütün cemiyet-i hayriye ile ve ahlakı mektebleriyle ve şedid inzibat ve nizamatıyla beşerin o iki tabakasını musalaha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müdhiş yarasını tedavi edememiştir. Kur’an birinci kelimeyi esasından vücub-u zekât ile kal’ eder, (yerinden söker) tedavi eder. İkinci kelimenin esasını hurmet-i riba (faizin haram olması) ile kal’ edip tedavi eder. Evet, ayet-i Kur’aniye âlem kapısında durup ribaya ‘yasaktır’ der. Kavga kapısını kapamak için banka kapasını kapayınız diyerek insanlara ferman eder. Şakirdlerine girmeyiniz emreder. (Zülfikar, 118) Evet, yukarıdaki metinlerden zekâtın sosyal hayattaki faydalarını gördük. Toplumun huzuruna, refahına ve dayanışmasına sebep olduğunu fehmettik. Günümüzde hususen çok sarsılan hürmet ve merhamet duygularının toplum hayatındaki tedavisinde zekât farizasının bir İslam reçetesi olduğunu müşahede ettik. İslam’da Mülkiyet Anlayışı İslam dininin emrettiği beş temel değerden biri de malı ve mülkiyeti korumaktır. Dünya­da ve şer’i hukuk önünde mül­­kiyet mukaddestir. İnsan Al­lah’ın yeryüzündeki halife­si, ema­netinin yüklenicisi olduğunu idrak etmekle özel mülkiyet hak­kı vardır. Yoksa mutlak anlam­da eşya da, insan da Allah’a aittir. İnsan, ancak O’nun izni ve keremiyle eşyaya sahip olma hakkını edinmiştir. İslam haricinde sistemlerdeki mülkiyet anlayışlarına bakacak olursak; sosyalist, komünist eko­nomilerde özel mülkiyet hak­kı yoktur. Kamu mülkiyeti esastır. Kapitalist sistemde ve liberal anlayışta, bireyler sınırsız mülkiyet hakkına sahiptir. Lakin bu sistemler toplumun refahını sağlayamamışlardır. Ak­sine toplumdaki isyanlar, ihti­laller artmıştır. İslam ise mülkiyeti reddetmemiş. Lakin sömürü ve faiz sistemini, Allah ve Resulüne savaş açmak kadar kötü görmüş ve yasaklamıştır. Malın zenginler arasında dolaşan bir güç olmasını hoş görmemiş, zekâtı emretmiştir. İslam tarihinde de zenginlerin zekâtlarını hakkıyla verdikle­ri asırlarda fakirlerin, açlık sını­rın­da kalmadığını görüyoruz. Efen­dimiz (sav) bizleri bir ha­dis-i şerifinde şu şekilde ikaz etmektedir. “Zekâtın verilmemesi, karada ve denizde malların telefine sebeb olur.” (Taberani) Bu hadisi te’yid eden bir vakıayı Türk milleti 1. Dünya savaşında yaşamıştır. Bediüzzaman Hazretleri 1. Dünya harbindeki malların zayi olmasına şu şekilde bir açıklama getirmiştir. “Cenab-ı Hak bir kısım maldan onda bir veya bir kısım maldan kırkta bir, kendi verdiği malından birsini bizden istedi. Ta bize fukaraların dualarını kazandırsın. Ve kin ve hasedlerini men’ etsin. Biz hırsımız için tama’karlık edip vermedik. Cenab-ı Hak müterakim (birikmiş) zekâtını kırkta otuz, onda sekizini aldı.” (Mektubat, 118) Hâsıl-ı Kelam Kur’an-ı Kerimde mümin, malını helalinden kazanıp Allah için harcayan, arınmak için zekâtını veren, harcamasında iktisadı rehber eden, mala mülke Allah’ın bir lütfu olarak bakıp, kendini bir emanetçi olarak gören insandır. Müminin cimri, ihtiyaç sahibi insanları gözetmeyen, israflı bir insan olmasını yasaklamıştır. Karun misali; malı mülkü kendi ilmi, başarısı, çalışması olarak gören, bu sebeple kibir ve gurura kapılıp kulluk bilincinden uzaklaşan, keyfe ma yeşa (nefsinin istediği şekilde) yaşayan bir insan olmasını şiddetle nehy etmiştir. İnsanın mala karşı aşırı zaaf içinde olduğunu bildirerek bizleri ikaz etmektedir. Şeyh Sadi buyurur: “Malının zekâtını ver. Bağcı, üzüm çubuğunun fazlasını budar, keserse çubuk daha çok üzüm verir.” Rabbim! Namaz ile zekâtın arasını ayırmayıp, mal ile yapılan amellerin kutbu olan zekâtı ihya edebilmeyi cümlemize nasib etsin. Âmin.

Hifa KİRAZ 01 Nisan
Konu resmiAyet ve Hadislerle Güzel Ahlak
Kültür ve Medeniyet

 “Müminlerin iman açısından en mükemmel olanı, ahlâkı en iyi olanıdır.” (Buhârî, Edeb, 39) buyurulmuştur. adavranışa sahip olmayan kişi iman açısından da kemâle ermiş olamaz.  Diğer bir hadiste de şöyle buyurulur: “İman yetmiş türdür. En üstünü ‘Lâ ilâhe illâllah’tır. En aşağısı da yol üzerinde insanlara eziyet verecek bir şeyi kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür.” (Ebû Dâvud, Sünnet, 14) Güzel ve Çirkin Huylar İttika, yüce Allah’tan korkmak, haramdan ve şüpheli şeylerden sakınmaktır. Böyle bir hale “Takva” denir. Bunun sahibine de “Muttaki” denilir. Muttaki olan bir zat, güvenilir ve itimat edilir bir insan demektir. Ondan hiç bir kimseye zarar gelmez. İslam önünde insanlar esasen birbirine eşittirler. Bunların seçkinliği ancak takva iledir. Kur’an-ı Kerîm’de buyurulmuştur: “Şüphe yok ki, Allah yanında en iyiniz, en çok muttaki olanınızdır.” İttikanın karşıtı fısktır, fücurdur. Daha açığı, doğru yoldan çıkmak, Allah’a asi olmak, haram ve şüpheli şeylerden kaçınmamaktır. Böyle bir halin sonucu da felakettir, azaptır. Edeb, güzel terbiye ve güzel huylarla vasıflanmaktır, utanılacak şeylerden insanı koruyan bir hal demektir. Edeb, insan için büyük bir şereftir. Edebin karşıtı isâettir ki, kötülük yapmak ve terbiyeye aykırı davranmak demektir. Edeb, insanın süsüdür. Edeb, insanı nefsin arzusuna uymaktan korur ve kurtarır. “İnsanın edebi, zehebinden (altınından) iyidir” denilmiştir. Edebden yoksun olan bir insan, bir toplum için zararlı mikroplardan daha tehlikelidir. İhsan; bağışlama, iyilik etme, bahşiş verme, hayır olarak yapılması uygun olan bir şeyi yapma demektir. İhsan, adaletin üstünde bir fazilettir. Bir ayet-i kerimede buyurulmuştur: “İhsan ediniz; şübhe yok ki, Allah ihsan edenleri sever.” Diğer bir ayet-i kerimede de şöyle buyurulmuştur: “Yüce Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et.” İhlas, herhangi bir işi güzel bir niyetle ve saf bir kalb ile yapmak, işe başka bir şey karıştırmamaktır. Böyle bir hale, “hulûs” da denir. Yapılan vazifelerin değerleri ihlasa göre artar. İhlasın karşıtı riya (gösteriş)tir. Bir görevi yalnız bir gösteriş için veya maddi bir yarar için yapmaktır. Riyakâr bir insan, temiz ruhlu, iyi bir insan değildir. Yaptığı işlerin mükâfatını Allah’tan dilemeğe yüzü olmaz. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur: “Şüphe yok ki, Allah, sadece kendisi için yapılan ve kendi rızası için istenen bir işi kabul eder.” İstikamet, her işte doğruluk üzere bulunmak, adaletten ve doğruluktan ayrılmayıp din ve akıl çerçevesi içinde yürümek demektir. Din ve dünya görevlerini olduğu gibi yapmaya çalışan bir Müslüman, tam istikamet sahibi bir insandır. Böyle bir insan toplumun en önemli bir azası sayılır. İstikametin karşıtı, hıyanettir ki, doğruluğu bırakıp verilen sözü gözetmemek, caymak, emanete riayet etmemektir; insanların haklarına tecavüz etmektir. Bir ayet-i kerimede Peygamber Efendimize hitaben şöyle buyurulmuştur: “Emr olunduğun gibi istikamette bulun!” İşte bu ayet-i kerime, istikametin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu göstermeğe yeter. İtaat, üst amirin dince yasak olmayan emirlerini dinleyip ona göre yürümektir. Yüce Allah’ın emir ve yasaklarını dinleyip tutmak itaattir. İnsanın mutluluğu da bu taate bağlıdır. Bunun karşıtı isyandır. Yüce Allah’ın emirlerini dinlemeyen bir insan günahkâr ve hayırsız bir kimsedir ki, kendisini tehlikeye atmış olur. Artık böyle bir kimseden insanlık ne bekleyebilir? Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurulmuştur: “Allah’a itaat ediniz; Allah’ın Peygamberine de, sizden olan idarecilere de itaat ediniz.” İtimad, güvenmek ve emniyet etmek, bir şeye kalben güvenip dayanmak demektir. Halkın güvenini kazanmak bir başarı eseridir. İktisadî ve içtimaî hayatın devamı itimadın varlığına bağlıdır. Onun için insan, güzel ve doğru hareketleriyle herkesin güvenini kazanmaya çalışmalıdır. İtimada aykırı olan şey, hiyanettir, işi kötüye kullanmaktır ki, bunun sonucu pek korkunçtur. İktisad, her işte denge üzerinde bulunmaktır. Gereğinden fazla veya noksan harcama yapmaktan kaçınmaktır. İnsan iktisada uyma sayesinde rahat yaşar. Hadis-i Şerifte buyurulmuştur: “İktisad üzere bulunan fakir olmaz.” İktisadın karşıtı israftır, aşırı gitmektir. İsraf, yemek, içmek, giyinip gezmek gibi işlerde belli bir ölçüyü aşmaktır ki, haramdır. Fertlerin ve cemiyetlerin yıkılmasına sebeptir. Bunun için ki, Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurulmuştur: “Allah israf edenleri sevmez.” Bir de “takdîr” vardır ki, bir şeyi gereğinden çok fazla kısmaktır. Bu da uygun değildir. Ülfet, uygun kimselerle güzel bir şekilde görüşüp konuşmak demektir. İnsanlar devamlı olarak yalnız başlarına yaşayamazlar. Birbirleri ile görüşmek zorundadırlar. Güzel bir ahlaka sahib olan kimse, herkesle güzel görüşür, onların sevgisini kazanır. Bu hale, “ünsiyet” de denir. Bunun karşıtı “uzlet” yani kenara çekilmek, yalnız başına kalmak, herkesten uzaklaşmaktır. Herkesle görüşmek uygun olmadığı gibi, herkesten kaçınmak da uygun değildir. Bir Hadis-i Şerifte buyurulmuştur: “Mümin ülfet eder ve ülfet olunur. Ülfet etmeyen ve ülfet olunmayan kimsede ise hayır yoktur. İnsanların hayırlısı, insanlar için hayırlı olanıdır.” Emniyet, bir şeye güvenmek manasına geldiği gibi, insanda doğruluktan ileri gelen bir huy anlamına da gelir. İnsanların sırlarını ve mallarını güzelce saklamak da bir emniyet halidir. Emniyetin karşılığı hıyanettir, sözünde durmamaktır. Ferdleri arasında emniyet bulunmayan bir toplum geleceğinden güven içinde bulunamaz. Emniyeti kötüye kullanmak münafıklık alametidir. Bir Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: “Münafığın alameti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince cayar, emanet edilince hıyanette bulunur.” İnsaf, adalet içinde hareket etmek ve gerçeği kabul etmektir. İnsaf, ciddî ve iyi huylu bir insanın alametidir. Bunun karşılığı zulümdür, haksızlık etmektir, hak olan şeyi inkârdır. Bir Hadis-i Şerifte buyurulmuştur: “İnsaf, dinin yarısıdır.” Çünkü gerçek din, faydalı olan şeylerin kabul edilerek yapılması ve zararlı şeylerden sakınılması demektir. İnsaf sahibi olan kimse, muhakkak dinin yarısını teşkil eden o faydalı şeyleri anlar ve kabullenir. Böylece insaf, kendisinde dinin yarısı gibi sayılır. Beşaşet, güler yüzlü olmak ve hoş bir hale sahib olmak demektir. Beşaşet, ruhtaki saflık ve neşenin yüzde parıltısı demektir. Karşılığı ubuset, yüz ekşiliğidir. İnsan daima güler yüzlü olmalı, hiç kimseye karşı çatık kaşlı bulunmamalıdır. Güler yüzlülük bir sadaka ve bahşiş sayılır. Bir Hadis-i Şerifte buyurulmuştur: “Allah muhakkak ki yumuşak huylu ve parlak yüzlü kulunu sever.” Te’dib; terbiye etmek, edeb ve ahlak üzere yetiştirmek demektir. Bunun karşıtı da, terbiyeyi terk etmek, yapmamaktır. Terbiye işinde asla gevşeklik yapılmamalıdır. Kendi çocuklarını güzelce terbiye etmeye çalışmak, her aile idarecileri için vacib olan bir görevdir. Burada yapılacak dikkatsizliğin zararları yalnız bir aileye ve ferde değil, koca bir topluma aittir. Denmiştir ki: “Baba ile ananın terbiye etmediğini, gece ile gündüz (zaman) terbiye eder. Zamanın terbiye etmediğini de, Cehennem terbiye eder.” Teenni, bir işte acele etmeyip düşünerek hareket etmektir. Böyle bir davranışa “teüde” de denir. Vakti gelip çatan hayırlı bir iş için teenniye (yavaş davranmaya) gerek yoktur. Fakat henüz zamanı gelmeyen bir iş için de acele etmek, pişmanlık doğuracağından doğru değildir. Teenninin karşıtı istical yani acele etmektir. Bir şeyi zamanından önce elde etmeğe çalışmaktır. Bir Hadis-i Şerifte buyurulmuştur: “Yavaş davranmak (teenni) Rahman’dan, acele ise şeytandandır.” Diğer bir Hadis-i Şerifte de şöyle buyurulmuştur: “Ahiret işi müstesna, her işte yavaş ve tedbirli davranmak hayırlıdır.” Ta’zîm, hürmete değer bir kimse hakkında, büyük sayıldığını gösterecek şekilde güzel bir davranışta bulunmak demektir. Bunun karşıtı “tahkîr”dir, küçümseme hareketidir ki asla caiz değildir. İlim, edeb ve yaş bakımından bizden büyük olanlara saygı göstermek, bizden küçük olanlara da sevgi göstermek bizim için bir vazifedir. Bir Hadis-i Şerifte buyurulmuştur: “Bizim büyüklerimize saygı göstermeyen ve küçüklerimize merhamet etmeyen bizden değildir.” Rıza; hoşnut olmak, uygunluk göstermek herhangi bir hükmü veya işi kalben hoş görüp kabul etmektir. Bunun karşıtı kabul etmemek, reddetmek, itiraz etmektir. Yüce Allah’ın her hükmüne ve her takdirine razı olmak bir kulluk görevidir. Gerçek olan bir şeye razı olmamak bir ahmaklık işareti olduğu gibi, batıl bir şeye razı olmak da bir taşkınlık ve isyan eseridir. Bir Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: “Allah bir kulu severse, yalvarmasını dinlemek için onu bir sıkıntıyla imtihan eder.” Hucurat Suresinde alay etmek, lakap takmak, su-i zanda bulunmak ve gıybet etmek hususunda nehiy (yasaklama) vardır. Bu erkekler için geçerli olduğu gibi kadınlar için de geçerlidir. “Ey iman edenler! Bir topluluk, (başka) bir toplulukla alay etmesin; olur ki (onlar), kendilerinden daha hayırlı olabilirler! Birtakım kadınlar da (başka) kadınlarla (alay etmesinler)! Belki (onlar da) kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendinizi (birbirinizi) de ayıplamayın ve birbirinizi (kötü) lakaplar ile çağırmayın! İmandan sonra fâsıklık ismi (günahla anılmak), ne kötüdür! Artık kim (bu kö­tü amelinden vazgeçerek) tevbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir! Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının! Şübhesiz ki zannın bazısı günahtır; (birbirinizin kusurunu inceden inceye) araştırmayın; bazınız, bazınızı gıybet etmesin! Sizden bir kimse, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! O hâlde Allah’tan sakının! Şübhe yok ki Allah, Tevvâb (tevbeleri çok kabûl eden)dir, Rahîm (çok merhamet eden)dir.” (Hucurat, 11-12) Ayıpları örtmek, insanların ku­­surlarını örtmek, görmez­lik­ten gelmek, başkalarına açıklamamak demektir. Karşıtı “kusurları yayma”dır. Başkalarının kusurlarını arkalarından söylemek gıybettir. Öyle ki, bir kimsenin arkasından boyuna, elbisesine, yiyip içmesine, gezip yürümesine varıncaya kadar bir kusurunu dil göz veya el ile işaret ederek göstermek de bir gıybettir. Çünkü bunları öğrenince üzüleceğinde şübhe yoktur. Başkalarına, yapmadıkları kusurları yüklemek de iftiradır, buhtandır. Bunlar İslam terbiyesine aykırıdır. Bir Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: “Ne mutlu o kimseye ki, kendi kusuru kendisine, başkalarının kusurlarını görmeye zaman bırakmaz.” Onun için insan, kendi kusurunu görüp onu düzeltmeye çalışmalıdır. Ancak uygunsuz işleri hiç çekinmeksizin yapıp duran günahkâr kimselerin bu çirkin hallerini arkalarından söylemek gıybet sayılmaz. Bu söyleme ile çirkin işler kötülenmiş ve başkaları bundan korunmuş olur. Bir İslam toplumuna karşı, küstahça hareket ederek ahlaka uymayan şeyleri açıkça yapıp duran kimselerin bu rezaletini söylemek, toplumsal anlayışın güzel bir tepkisidir. Yeter ki, bu söyleyiş şahsi bir kırgınlık neticesi olmasın. Gıybetin sorumluluğundan kur­tulmak için, mümkünse gıy­­bet edilen kimseden helallik di­le­­meli, özür dilemelidir. Bazı âlim­­lere göre, yapılan gıybetten pişman olup istiğfarda bulunmak yeterlidir. Çünkü durumu haber verip gıybet edilen kimseden helallik dilemek, bir üzüntüye, bir dargınlığa sebebiyet vermiş olabilir. Ancak o kimse bu gıybetten haberdar olmuşsa, o zaman kendisinden özür dileyerek helallik istemek gerekir. İki dargının özür dilemek için musafaha yapması (görüşüp el sıkışması) helalleşmek sayılır.

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan
Konu resmiEskimeyen Ağabeyler!
Risale-i Nur

Hizmet-i Kur’aniye’nin sadık ve sebatkâr, sarsmaz ve sarsılmaz, felaket ve helaket asrının fedakâr, cefakâr insanları! Öz vatanında garip ve mahzun olan; memleket mahkemelerinde bir cani gibi muhakeme edilen ve memleket hapishanelerinde, hücrelerinde çeşitli ezaya, cefaya, tazyikata maruz bırakılan; girdiği hapishaneleri birer medrese-i Yusufiyeye çevirip birçok katil, cani ve eşkıyanın hidayetine vesile olan; hapsin hitamında memleketin muhtelif yerlerinde sürgüne ve tarassutlu bir hayata maruz bırakılan; bunca eziyet ve tazyikatlar karşısında metanetini bozmadan yine, yeni yeni medreseler açıp manevi mücadele ve mücahedelerine devam eden; dalalete karşı dik ve vakur, gözyaşlarını asla göstermeyip sinesine döken Kahraman Ağabeyler! Sizler kışta geldiniz. Bizler ise baharda geldik. Sizler kaderin bir cilvesi olarak hapishanelerde melül, mahzun olurken geride bıraktığınız gözü yaşlı hanımlar ve masum yavruların memleketimiz ve milletimizin selameti için seher vakitleri yaptıkları duaların, kurtuluşumuza vesile olmakla beraber, yanaklarından dökülen gözyaşları da cehennemin ateşini söndürmeye vesile olacaktır inşaallah. Sizler bu vatanın birer manevi halaskarısınız. İstikbal sizi takdir ve tahsinlerle yâd edecektir. Sizler bu kutsi davanın hapishanelerden dünyaya ilan edileceğine inanmıştınız. Onun için zindanlar size bir saray hükmüne geçiyordu. Sizin bu çileli hizmetinizle Kur’an-ı Mü’ciz-ül Beyanın en müessir bir tefsiri olan Risale-i Nurların birçok ehl-i vukuf, müdde-i umumi, hâ­kim, mülkiye amirleri, temyiz mahkemeleri, mebuslar, baş­­­­ve­killer ve hatta dönemin Reis-i Cumhuruna varıncaya ka­­dar inceden inceye tetkik edi­­­lip okunmasına vesile oldunuz. Ve yine lisan-ı hal ve lisan-ı ka­li­nizle hiçbir siyasi cereyan ve ideo­lojilere dâhil olmadığınızı ve nur şakirtlerinden bu millete ve bu vatana hiçbir zarar ve ziyan gelmeyeceği gibi, bu memleketin emniyet-i umumiyesi­ne bilfiil yardımcı olduğunuzu ilan ve ispat ettiniz. Bir kısmınız hapishanelerde bu kudsi hizmeti icra ederken, dı­şa­rıda kalan nur şakirdi kardeşleriniz de gözü yaşlı bağrı yanık çoluk çocuğunuza kol kanat açıp onları şefkat ve merhametiyle teselli ederek maddi ve manevi ihtiyaçlarının te’min ve tedarikiyle meşgul oldular. Çünkü bunlar da biliyorlardı ki, hapisteki kardeşleri olan Nur şakirdleri tahliye edildiklerinde sırası ve nöbeti gelen bir nefer gibi yerlerini kendileri dolduracaklardı. İşte münavebeli, elemli ve kederli olan bu kutsi hizmet yıllar boyu devam etti. Ta ki bunu yapanlar size çile çektirmede ye’se düşüp usanıncaya kadar. Mahkemelerde isticvap edilirken veya muhakeme esnasında “Sen de mi nurcusun? Sen de mi Risale-i Nurları okuyor ve yazıyorsun? Sen de mi Said-i Nursi’nin talebesisin?” diye ma­ruz kaldığınız sualler karşısında, onlara “Muhterem ve mübarek çok kıymetli Üstadım Bediüzzaman Hazretleri, eğer beni şakirdliğe kabul buyururlarsa, EVET binlerce EVET, ben de onun ve Risale-i Nurun aciz bir ferdi ve talebesi olmaya çalışıyorum. İstediğiniz cezayı verebilirsiniz diye haykırarak dünyaya ilan ettiniz. Zira bu can bu tende kaldığı müddetçe Risale-i Nurları yazıp okumaya ve neşretmeye söz vermiştiniz. Bir taraftan mantık ve merhametten uzak eller sizi takip ve tarassud altında bulundururken, diğer taraftan bir kısım aldanmış ve aldatılmış insanlar size, “Gel bu sevdadan vazgeç, yazma, okuma şu eserleri, gitme şu hocanın peşinden, namazını kıl yeter” diye fütur vermeye çalışıyordu. Siz onlara, “Dünyanın bütün malını ve servetini de verseniz bu kudsi iman ve Kur’an davasından asla vazgeçmem” dediniz. Çünkü bir kişinin imanının kurtuluşuna vesile olmak dünya ve içindekilerden daha hayırlı olduğuna inanmıştınız. Hapis hayatının tamamlanıp tahliye olunması, yeni bir hayatın başlangıcı demekti. Mahalle mahalle, sokak sokak gezip medrese için yeni bir mesken arardınız. Nurcular ve nurculuk davaları milleti ürkütmüştü. Kiralık meskeni olanlar da korkusundan veremiyorlardı. Çünkü kendisinin de bir gün isticvaba çekileceğini biliyordu. Ancak kuvvetli bir imana sahip olanlar veya bu ulvi davanın sevdalısı olanlardan kiralık bir yer alınabilirdi. Medrese için yer bulunduğunda bu sefer, içinin mefruşatına sıra gelirdi. Yere serecek bir hasır, yatacak bir yatak ve mutfakta kullanacak bir kabınız olmazdı. İmanın verdiği vakar ve izzet-i İslamiyeyi muhafaza eder, kimseye boyun bükerek, yüzsuyu döküp isteyemezdiniz. Bilahare evinize gelir bu hüznünüzü dert ortağınız olan hanımlarınızla paylaşırdınız. Çünkü o hanımlar siz hapiste iken evin reisi, işçisi, aşcısı ve çiftçisi olmuşlardı. Geceleri, seher vakitleri el açıp kim bilir ne kadar niyaz edip gözyaşı dökmüşlerdi. İşte o hanımlar bu sıkıntınızda da sizi yalnız bırakmayıp diyorlardı ki, “Üzülme efendi! Evimizde ne varsa ikiye ayıracağız. Birisi bize, birisi yeni medresenize” diye ev eşyanızı gözyaşları arasında taksimat yapardınız. Hatta o hanımlar, dava arkadaşlarınızdan biri veya birkaçı evinize misafir olarak geldiğinde onlara en güzel izzet ve ikramlarda bulunurdu. Çünkü Risale-i Nura talebe olmanın ayrı bir yeri ve hususiyeti olduğuna inanmışlardı. Onun için Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri bu muhterem ve mübarek hanımlara hitaben, “Onlar birer şefkat kahra­manı ve evinin birer müdir-i dâhilîsidirler” diye ne güzel sıfatlarla tavsif etmişti. O hanımlardan bir kısmı ümmi oldukları halde aynen sizin gibi inanıp, amel ettiğiniz vecihle onlar da Risale-i Nura intisap ettikten sonra en ehemmiyetli vazifesinin Risale-i Nurları yazmak, yazdırmak ve neşrine yardımcı olunmasının çok elzem olduğuna inanıyorlardı. Yazıları düzgün olmasa da hatta okunması çok zor olsa bile üstadına intisap etmek, şehit sevabına nail olmak, üstadının ve has talebelerin dualarına dâhil olmak için Risale-i Nurları yazıyor ve çocuklarına da yazdırıyorlardı. Böylelikle efendisi hapiste kaldığı müddetçe çocuklarına hem ana, hem baba, hem de hoca oluyorlardı. Akşam olup eve dönen çocuklarınız annelerine, “Hayırdır anne! Yine gözün yaşlı, hüzünlü duruyorsun. Yoksa babamızdan acı bir haber mi var?” dediklerinde anneleri, “Hayır yavrum! Babanız çok iyi. Hiçbir acı haber yok. Bugün ziyaretine gittim, hapiste meydana gelen ilahi tecelliler, tevafuklar ve arkadaşlarıyla beraber gördükleri sadık rüyaları anlatıyorlar da, onlar şimdi aklıma gelince biraz duygulandım” diyerek çocuklarının gönlünü hoş tutmaya çalışırlardı. Babanız sizin için, “Sabredin! Az kaldı. Kısa zamanda bu sıkıntılar geçecek. Cenab-ı Hakkın vaat ettiği parlak günler çok yakındır. Bu zamanda kurtuluş, ancak ve ancak Risale-i Nurlardaki Kur’ani hakikatleri yazıp okumak ve anlayıp yaşamakla mümkündür. Yazı hizmetini sakın ola aksatmayın ki evimizde yanan bu nur sönmesin” diye tembihatta bulundu, diyerek çocuklarına anlatır ve onları öyle teselli ederlerdi. Eğer sizler bu işkence ve zulümlere maruz kaldığınızda, mazlum sıfatı ile size bunca eza ve cefa çektirenlere beddua edip kahırlarını istemiş olsaydınız, bütün kalbimizle tasdik edip inanıyoruz ki, onlar derhal kahr u perişan olurlardı. Çünkü maz­lum ile Allah arasında perde kalkıyor, duası derhal kabule karin oluyor. Fakat sizler beddua yerine, “Ya Rabbi! Bunlar bizi tanımıyorlar, hizmetimizi idrak edemiyorlar, Risale-i Nurun kıymet ve ehemmiyetine müdrik değiller, sen onları da ıslah eyle” diye onlara şefkat ve merhametinizle dua ediyordunuz. Çekilen bu kadar eza ve cefalar birer kefaret-i zünup olmakla beraber, Üstadınıza hakiki, sadık ve sebatkâr bir talebe olduğunuzun birer emaresidir. Sizler hizmet-i imaniye ve hiz­met-i Kur’aniyenin birer temel taşı, köşe taşı ve kilit taşlarısınız. Risale-i Nurun parlak ve tesirli hakikatleri sizlerdeki fazilet ve aşkla bizlere vasıl oldu. Sizler bu cemiyetin maddeten ne çok zengini ne de şan ve şöhreti olan nüfuzlu kişileri idiniz. Çünkü asr-ı saadetteki gibi bu kudsi dava aciz, zayıf, fakir, garip, bîkes kişilerin omuzlarında terakki eylemiştir. Sizler bu muhteşem davanın eskimez ağabeylerisiniz. Bizler de size layık olmaya çalışıyoruz. Şu anda cildiniz buruşmuş, beliniz bükülmüş, takatiniz azalmış, dermanınız kesilmiş, şakaklarınızda tavattun eden pamuk gibi beyaz kıllar size her an ahireti hatırlatıyor. Seriütteessür olan kalbinizle pencere kenarlarında eski bir dostunuzu bekler oldunuz. Biz sizi unutmadık ve unutmayacağız. Çünkü dünya “men dakka dukka” dünyasıdır. Sizi unutursak, neuzübillâh bizler de unutulmaya mahkûm oluruz. Ahirete irtihal etmiş ve âlem-i berzahta olan muhterem ve mü­barek ağabeyler! Ne mutlu siz­lere ki, hizmetinizi ve vazife­nizi ikmal ettiniz, zahmetiniz bitti, rahata, rahmete ve sevdiklerinize kavuştunuz. Hizmet meşakkati bitti, artık ücret al­maya davet edildiniz. Âdem babamızın vatan-ı aslisi olan Cennette saadet-i ebediyeye nail olacaksınız. Sizi makberinizde de yalnız bı­rak­mayacağız. Sık sık ziyaret edip, kazandığımız amel-i salihlerle, ruhlarınızı payidar edeceğiz. Sizler bizden ayrılırken sadece günah cihetinde ayrılmış olacaksınız. Sevap cihetinde yaşıyorsunuz. Çünkü sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile rıza-yı İlahi yolunda, ahirete müteallik işlerde kardeşler adedince ruhunuz var. Biri ölmüş ne çıkar. Kalan ruhlar, ruhunuzu her vakit manen memnun ve mesrur edip, kabrinizi pür nur edecektir. Bu salih amellerinizle Cennet-ül Firdevsin en güzel yerlerinde cemal ve huzur-u Kibriya’ya müşerref olacaksınız inşaallah. Halen hayatta olan eskimeyen ağabeylere de Cenab-ı Haktan, ihtiyarlığın elem ve kederlerine maruz kalmadan, kimseye meşakkat çektirmeden, ahir ömürlerine kadar sağlık ve afiyetle yaşamalarını Rabb-i Rahimimden niyaz ediyorum.

Halit BAĞDATLI 01 Nisan
Konu resmiBir Öğretmen Prototipi
Eğitim

En önemlisi de öğrencilerinin bilişsel yönleri kadar onların ruh ve mana köklerine de hitap edebilen, Akif’in deyimiyle “imanlı, edepli, liyakatli ve vicdanlı bir muallim olmayı şiar edinen” maneviyat doktoru bir eğitimci, Öğrencilerinin yaşam alanına nüfuz eden, onlarla hemhal olan, ip atlayan, sek sek oynayan, çamurdan kaleler yapan, birlikte uçurtmanın kanadına takılıp çok uzaklara uçan, çocuk ruhlu bir eğitimci, Okul bahçesini spor ve sosyal etkinlikler için bulunmaz bir fırsat bilen, her şeyi idareciden beklemeden okulun kütüphanesinden laboratuvarına, spor odalarından rehberlik servisine, müzik ve resim odalarından çok amaçlı salonuna varıncaya kadar her birimi nokta nokta öğrencilerin istifadesine sunabilen, okul dışında ise kamu kurum ve kuruluşlarıyla, sivil toplum örgütleriyle kendisini ve öğrencilerini buluşturabilen girişimci bir eğitimci, Yapmış olduğu yıllık ve günlük planlarının ötesinde belirli bir stratejisi olan, öğrencilerine ne yapması gerektiğini söyleyen ve daha da önemlisi kendisinin de ne yapması gerektiğini iyi bilen amaç sahibi bir eğitimci, Okuttuğu her dersin, programın öngördüğü hedef ve kazanıma uygun olup olmadığını bilecek kadar müfredata hâkim, donanımlı bir eğitimci, Dersliğinin ve öğrencilerinin bakımına, temizliğine, beslenmesine dikkat eden sıhhiyeci bir eğitimci, Sınıfındaki lüzumu olan etkinlik ve ilgi köşelerini oluşturan, öğrencilerinin seviyesine uygun araç, gereç ve materyalleri bulunduran ve eğitim-öğretim ile ilgili sorunların neler olduğunu bilen sorumluluk sahibi bir eğitimci, İş elbiseleri hükmünde olan okulun rutin işlerinin dışında, öğrencilerin davranışlarına eğilebilen, ders dışı faaliyetleri ve sosyal etkinlikleri eğitimin “tecezzi kabul etmez bir parçası” olarak gören eğitmen bir eğitimci, Kutladığı belirli gün ve haftaları kâğıt üzerinde olmaktan kurtaran, anlamlandıran, yaşatan pratiğe döken bir eğitimci, Okulundaki sorunu ya da başarısızlığı tespit etmekle kalmayan, bunların nedenini irdeleyen ve çözüm alternatifleri sunabilen araştırmacı bir eğitimci, Her öğrencisini adı gibi tanıyan, onların gelişim alanlarını bilen ve kaynaştırmaya tabi olan öğrencileri için yapılması gerekenleri fazlasıyla yapan, üstüne bir vazife düştüğündeyse hiçbir tereddüt eseri göstermeden yapabilen fedakâr bir eğitimci, Öğrenme ilkelerini gözeten, der­sin/etkinliğin araç ve konu­suna uygun strateji, yöntem, teknik ve araçları seçebilen ve bunları etkili kullanan, kullandıran, yeri ve zamanı geldiğinde öğrencilerine gezi, gözlem, inceleme, araştırma ve deney yaptırabilen, alanında kendisine güvenen uzman bir eğitimci, Öğrenci başarısızlığında topu başkasına atmadan, sorumluluğun en başta kendisinde olduğunu bilen hakperest bir eğitimci, Öğrencilerinin derdiyle dertlenen, sorunlarıyla ilgilenen, onlara her zaman ve mekânda yardımcı olup kucak açan baba bir eğitimci, Okulundaki diğer öğretmen arkadaşlarına elindeki materyalleri, ders programlarını, kaynak kitaplarını, görsel, işitsel ve hareketli sunu araçlarını, edindiği bunca yıllık tecrübelerini ve daha neyi varsa hepsini büyük bir şevk ve heyecanla paylaşabilen cömert bir eğitimci, Öğrencilerinin gözünde korkudan değil, sevgiden ve saygıdan dolayı hürmet gösterilen vakar sahibi bir eğitimci, Sınıfında bulunması gereken defterleri, dosyaları ve bir takım evrakları usulüne uygun olarak tutan ve bu konuda hiçbir açık kapıya meydan vermeyen, işini dikkatle yapan müdakkik bir eğitimci, Kendisi toza bulansa bile öğrencilerine ve mesai arkadaşlarına toz kondurmayan, zamanını, bilgisini, emeğini geleceğin mimarı olan öğrencileri için feda eden feragat sahibi bir eğitimci, Ağaç diken, kamelyalar yapıp gölgesinde arkadaşlarıyla, veli­le­riyle, öğrencileriyle sohbet edip çay yudumlayan, eğitim-öğretim görevlerini “yasa, tü­zük, yönetmelik, yönerge, genelge, emir ve çalışma progra­mına” uygun olarak yürütürken en büyük kaidenin insanı okuma olduğunu da aklından bir an olsun çıkarmayan insan bir eğitimci, Okulunu kendi öz malı gibi gören ve bu şuurla çalışan sahiplik duygusu taşıyan bir eğitimci, Kendisinden daha iyi bir öğretmen gördüğünde hiçbir komplekse girmeden, bunu takdir etmenin yanında, kendi iç dünyasında da bu duyguyu yerleştiren, meslektaşını kendisine tercih eden diğerkâm bir eğitimci, Öğrencilerin zihnine, giyinişine, davranışına, geldikleri çevrenin pozisyonuna karşı tarafsız olan hatta sınıfta bakışlarıyla bile olsun ayrım yapmayan adil bir eğitimci, Okulunda sevgi ve saygıya dayalı çalışma ortamını düzenleyen ve yeri geldiğinde personel arasındaki anlaşmazlıkları giderebilen bir eğitimci, Öğrencilerinden kopmayan, on­­ların ortak yaşama alanına gi­­re­­bilen, çalışma şevkini devam­lı artırmada gayret gösteren moral deposu bir eğitimci, Kurumunun ufkunu, vazifesini şimdiden görebilen ve ona göre gerekli adımları atabilen firaset sahibi bir eğitimci, Veli, zümre, şube, öğretmenler kurulu ve daha ne kadar toplantı varsa bunları kes, kopyala, yapıştır mantığından kurtarıp kâğıttan kalbe indirmeyi başarabilen yüreğiyle konuşan bir eğitimci, Mesleğinin gerektirdiği etik/ahlak kurallarına uyan ve yaşantısıyla her konuda arkadaşlarına, idarecilerine örnek olabilen model bir eğitimci, Okulu için misyon ve vizyon geliştiren ufku geniş bir eğitimci, Velileri veli nimeti gören, onları ziyaret eden, onlarla konuşan, dost olan, aralarına karışan, yaşadığı topluma tepeden bakmayan halktan bir eğitimci, Öğrencilerini tanımak için test, envanter/döküm, anket, öğrenci gözlem formları gibi daha başka ne dokümanlar varsa hepsini bilen, düzenleyen, etkili ders çalışma etkinliklerini öğreten ve onlara gidebilecekleri üst okulları, çalışabilecekleri iş ve meslekler hakkında bilgi veren, öğrencilerini bir mesleğe yönlendirebilen, onların sorunlarını çözmede alternatifler oluşturabilen, bunların yanında aynı hassasiyeti anne ve baba eğitimi için de gösteren, velilere imkânlar sunan, yol gösteren rehber bir eğitimci, Öğrencilerinin karşılaştıkları öğ­ren­me güçlüklerini bilen, kay­­naş­tır­ma eğitimi ya da özel eği­­tim gerektiren öğrenciler için et­kinlikler yürüten, buna rağ­­men kendisini aşan bir durum olduğunda da durumu Reh­­berlik Araştırma Merkezine bil­­diren, sınıfındaki çocukların ki­şi­sel sorunlarıyla ilgili de destek olabilen, tedaviye ihtiyaç du­yanları sağlık kuruluşuna gön­deren bir eğitimci, Değil sadece sözleriyle, gözleriyle de öğrencileriyle etkili bir ilişki kurabilen iletişim sahibi bir eğitimci, Geleceğin nesillerine bilgiye ulaş­tıran yolları gösteren muallim bir eğitimci, Okul-aile birliğini kâğıt üzerindeki birliktelikten kurtarıp öğrenci, veli, okul birlikteliğinde yeniden buluşturan katılımcı bir eğitimci, Üniversiteler, yerel yönetimler, sivil toplum örgütleri ve özel kamu kurum ve kuruluşlarıyla ilişkilerini her daim canlı tutan sosyal bir eğitimci, Bir aşçı marifetiyle elindeki mal­zemeden en güzel yemekler yap­mayı bilen maharet sahibi bir eğitimci, “Kemalini kemalsizlikte gören”, gerektiğinde bütün güzel meziyetlerini bir tarafa bırakıp kusurlu ve eksik yönlerini düzeltmeyle meşgul olan, gelişiminin kendisini geliştirmekten geçtiğini aklından bir an olsun çıkarmayan murakabe sahibi bir eğitimci, Yaptığı bunca işi kâfi görmeyip her zaman için daha da iyisi var­dır diyerek hayatında atalete yer vermeyen, zamanın ruhunu oku­yabilen çağdaş bir eğitimci, Öğrencilerini, okulunu seven, tebeşir kokusunu, gül kokusuna tercih eden mesleğine âşık bir eğitimci, Siret güzelliğini, tepeden tırnağa cemaline, giyinişine, tavırlarına hâsılı her şeye nakşedebilen estetik kaygısı taşıyan bir eğitimci, Okulu ile ilgili faaliyetleri yaparken hiçbir mazerete, bahaneye sığınmayarak, dayanmayarak her ne şart altında olursa olsun bütün zorlukların üstesinden gelebileceğine inanan lider bir eğitimci, Yaptığı bu güzellikler karşısında, kendisine yönelen teveccühleri gerektiğinde öğrencilerine, velilerine ve idarecilerine çevirmesini de bilen, kendisine hiçbir paye, hiçbir makam vermeyen mütevazı bir eğitimci, En önemlisi de öğrencilerinin bilişsel yönleri kadar onların ruh ve mana köklerine de hitap edebilen, Akif’in deyimiyle “imanlı, edepli, liyakatli ve vicdanlı bir muallim olmayı şiar edinen” maneviyat doktoru bir eğitimci, Genel hatlarıyla çizebildiğim böyle bir eğitimciyi düşlemek, düşünmektir aslında…

Necati İLMEN 01 Nisan
Konu resmiSahi Neydi, ...'e Değer Katan Şey?
İtikad

“Allah katında sizin en üstün olanınız, en takvalı olanınızdır.” Durdu, sessizliğe büründü. Bir anda gözlerini gözlerine dikti. “Ama” dedi, derinden gelen bir ses tonuyla. “Benim, diğer insanlardan farklı olarak kazandıklarım ve gücüm, benim onlara üstünlüğüm değil midir?” Devam etti: “Tamam, insana rengi bir üstünlük sağlamasa da elde ettiği güç onu üstün kılmaz mı? Başkası da çalışıp çabalasaydı. Demek üstün olan benim.” Bir kez daha kazmayı taşa vurmuştu, şimdilik farkında değildi. Hatırlamadı Karun’u ve iftihar sebebini. Hem görmedi ala tenli ve kel olanı âmâdan ayırarak. Onlar da dememişler miydi kendilerinin ne durumda olduğunu unutarak: “Bunlar çalışmamın karşılığı. Benim farkım.” Uzağa gitmeye gerek yok. Hiç bakmadı Peygamber duasının bereketiyle eli dolan fakat nihayetinde zekâtı haraç ile iltibas edene! Belki de bilemedi… Demek sen değilsin aslolan, öyle değil mi? Öncelikle sana verilen bu değerin perde arkasını gör. Sen yüce sanatkârın antika bir eserisin. Sen onun sanatı ve mahlûkusun. O seni rahmet ve keremine mazhar etti. Hayatın en büyük gayelerinden olan esma-yı İlahiyeyi bilme ve bildirme gibi bir vazifeyle seni tavzif eden O’dur. İman ile se­ni kendine nispet eden, sendeki ilahi sanatlarını ve isimlerinin nakışlarını üzerinde okutturan böylece seni bin derece kıymetlendiren, elbette yine O’dur. İşte âlemlere rahmet olarak gönderilen Fahr-i Kâinatın (asm) dilinden bu tecelli hakikatinin bir yansıması: “Şüphe yok ki, Allah, insanı Rahman suretinde yarattı.” Manevi simandaki ifade, Allah’ın rahmetinin en parlak aynası ve en güzel tecellisi… Görebilen göze, tasdik eden kalbe, ikrar eden dile maşallah. Evet, sen değilsin aslolan! Kendi mahiyetine de bir bak. Bir şey icad etmekten mahrum, üstelik hayırda da elin pek kısa olan bir nefis. Hep tahrip, hep tahrip ve hep şer! Ne zaman enaniyeti bırakıp kendine itimattan vazgeçeceksin? Ne zaman istiğfar edip Yaradan’ına tam kul olacaksın? Bak o zaman encam nasıl da hayır oluyor. Ahsen-i takvim gibi bir kıymeti alıyor, a’la-yı illiyine çıkıyorsun. İşte seni böylelikle kıymetsizlikten kurtaran, elbet O değil de kimdir ya? Uyaran ve esirgeyen Rabbimize şükürler olsun. “Muhakkak ki nefis, daima kötülüğü emredicidir; ancak Rabbimin merhamet ettiği (koruduğu kimse) müstesna.” Manen terakkide vasıtamız olan nefis karşısında sığınağımız, Rabbimiz. Söyle seni sen yapan sen misin, O mudur? Ne dersin? Senin kendini beğendik iftiharın da değil aslolan, öyle değil mi? Her şeyin sahibi O değil midir? Her şey O’na mensup değil midir? İşte bu bakış açısı ile bakarsan her şeyin binler derece kıymetli ve önemli olduğunu göreceksin. Efendisinin şerefi ve mensup olduğu zatın makamı ve şöhretinin asıl iftihar vesilesi olduğunu bileceksin. Bak! Bir karınca bir firavunu, o mensubiyet kuvvetiyle mağlup etti. Sonra bu mensubiyetiyle iftihar etti, lakin gafilce değildi. Onun iftiharı,  “اَللَّهُمَّ أَجِرْنَا مِنْ شُرُورِ النُّفُوسِ الْأَمَّارَةِ الْفِرْعَوْنِيَّةِ”1 sığınışındaki adaşın olan, ecdadıyla ve mülk-ü Mısır ile iftihar eden, kabir kapısında o iftiharı sönen bin Firavunun iftiharı, hem de hiç değildir. Zira kendini kendine malik, kendini başıboş zannetmedi. Yazıklar olsun azaba ve hicaba inkılab eden bu iftihara. Bu geçen hakikate ne dersin şimdi? Nereden geliyor kendine yönelttiğin evhamî ve nefsî kıymetin bu bolluğu? Şimdi bu yüce mensubiyet ile elde edilecek şerefe bak! Ve onunla iftiharın getireceği manevi sürur ve lezzeti düşün! Şimdi bir daha bak, tart! “Irkçılık yapan bizden değildir” buyuran kâinatın güneşinden (sav) nasibini almıştın. “Allah katında sizin en üstün olanınız, en takvalı olanınızdır” ilahi hitabı karşısında Yaradan’ının huzurunda el bağlamanın vakti daha gelmedi mi? O’nun isimlerine ayinedarlık yapma vazifesinin edasıyla, nefsine itimaddan vazgeçip O’na olan mensubiyetin ve bağlılığın iftiharıyla binler kat değerine değer katmanın fırsatını irae etmeyecek misin? Bir de “daha”sı var. Dil ucuyla işine geldiğinde “Al­lah büyük” lafzıyla yaptığın tüm o geçiştirmelerin sonu gelsin artık. O (cc), sana kıymet verip seni kâinatın en kıymetli meyvesi ve ar­zın halifesi makamına çıkardı­ğı gibi, sen de “Allahu Ekber” ni­­da­sıyla O’nu büyükle! Bıraktı­ğın, terk ettiğin övünmelerin ve de büyük/cük/lenmelerin boş­luk­­la­rı­nı hayırla doldur böylelikle. Elbette sana nur-ı iman ile kıymet aldıranı ve bu kadar ehemmiyet vereni yüceltmek, bakışların mayası göz ve gönlünün iftihar terazisi olacaktır. Üstelik sana verdiği bunca ehem­miyet, hizmetine verdiği onca masnuat dolu ve rahmet eserleriyle müzeyyen olan bu dünya ile sınırlı değilken! Hiç bir gözün görmediği hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insan gönlünün hatırlamadığı bir takım nimetlerin senin için hazırlandığı cennetler seni bekliyorken. Yüz rahmetinin doksan dokuzunu kıyamet günü için saklayan Rahman’ı nasıl büyüklemeyiz, yüceltmeyiz? Yok öyle geçiştirmeler! Tabi ki “Allah büyük” hem de en büyük. “Hem Rabbini, artık (bütün âleme tekbîr ile) büyükle!” emriyle Hakkın istediği bir büyüklenme bu. Sahi insana kâinata ve dahi her bir “şey”e değer katan neymiş ve kimmiş? Rabbimiz Peygamberimizin (sav) getirdiği nur ile kâinata bakan ve kendinin ve tüm mevcudatın kıymetini bilen bir göz ve kalp versin. Kendi nefsiyle değil de mensubu olduğu Rabbiyle iftihar eden bir dil ve gönül ihsan eylesin. Rabbim, insanların çoğunun kullanmakta aldandığı nimetlerden biri olan vaktimizi, manevi cihadın meselelerine sarf etmeklikle bin derece kıymetlendiren talebelerden eyle bizi! Âmin. Kaynaklar: 1- Allah’ım! Bizi kötülüğü emreden firavunlaşmış nefislerin şerrinden muhafaza eyle.  

İbrahim SARITAŞ 01 Nisan
Konu resmiEbedi Gençlik Piyangosu
Aile ve Çocuk

Gençlik çağı insanın hayatındaki en önemli dönemdir diyebiliriz. Zira dünyanın ve ahiretin ekseriyetle kazanılıp kaybedildiği bir zamandır gençlik. Tecrübesizliğin, hırçınlığın, coşkunun, fırsatları değerlendirmenin, enerjinin, hareketliliğin, karakter oluşumunun, ahlakın yerleşmesinin, kendine has kimlik kazanmanın zirvesi ve hayatta bir defa yaşanılacak kıymetli şeylerin en başında gelir gençlik devresi. Gençlik yılları kazandırdıklarıyla kaybettirdikleriyle ileriki yaşlarda hep yâd edilir. Geriye dönüp baktığında insana ya “Oh! Elhamdülillah” dedirtir ya da “Eyvah! Gençliğim heba olup gitti” diyerek geçmişin hatalarının cezasını ihtiyarlığında çektirir. Bediüzzaman Hazretleri, gençlik döneminin istikamette ve iffette geçirilmesinin ahiretteki karşılığının ebedi bir gençliği kazandıracağını şu sözlerle açıklıyor: “Gençlik hiç şübhe yok ki gidecek. Yaz, güze ve kışa yer vermesi; gündüz, akşama ve geceye değişmesi katiyetinde, gençlik de ihtiyarlığa ve ölüme değişecek. Eğer o fâni ve geçici gençliğini iffetle hayrâta istikamet dairesinde sarf etse, onunla ebedî bâkî bir gençliği kazanacağını, bütün semâvî fermanlar müjde veriyorlar.”1 Bütün semavi dinler inananların cennette ebedi olarak genç kalacaklarını müjdeliyorlar. Öyleyse her bir genç için, ebedi gençlik piyangosunu kazanma imkân ve ihtimali vardır. Allah yoluna ve O’nun rızası uğruna harcanan bir gençliğin mükâfatı ebedi bir gençliği kazanmaktır. Evet, her genç gençliğini sever, sevmelidir de. Kendisine emaneten verilen bu nimeti nimet bilmelidir. Nimeti verenin rızasına aykırı işlerde kullanmamalıdır. Gençliğini haramlara, günahlara, gayr-ı meşru lezzetleri elde etmeye ve gelecekte pişmanlık duyacağı çılgınlıkları yapmaya sarf etmemelidir. Dünyada gençliğini hovardalıkta harcayanlar ihtiyarlıklarında bunların acı faturalarını ödemeye mecbur kalırlar. Pişmanlıklar, ahlar vahlarla ömürlerini tüketirler. Ahirette de ebedi gençlik mükâfatından mahrum kalabilirler. Böyle bir duruma düşmek istemeyen her genç Kur’an ve hadislerde bildirilen istikamet yolunda bir hayat sürmelidir. Sevgili Üstadımız bu hususta şunları söylemektedir: “Gençliğe muhabbetin ise, madem Cenâb-ı Hakk’ın güzel bir nimeti cihetinde sevmişsin. Elbette onu ibadette sarf edersin. Sefahatte (düşüncesizce haramlara dalarak) boğdurup öldürmezsin. Öyle ise o gençlikte kazandığın ibadetler, o fâni gençliğin bâkî meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça gençliğin iyilikleri olan bâkî meyvelerini elde ettiğin halde, gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem ihtiyarlıkta daha ziyade ibadete muvaffakiyet ve merha­met-i İlâhiyeye daha ziyade liyakat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede “Eyvah, gençliğim gitti!” diye teessüf edip gençliğe ağlamayacaksın.”2 Hayatımızı huzurlu ve mutlu geçirmek için yapmamız gereken şeyleri Hz. Üstad şu cümlelerle ifade ediyor: “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız. Ve ferâizle zinetlendiriniz. Ve günahlardan çekin­mek­le muhafaza ediniz.”3 Şimdi bu açıklamalar eşliğinde gençliğe bakan ölçüleri tespit edebiliriz. Ölçü: Gençlik bir nimettir. Nimete nankörlük etmemek gerekir. İnsan gafletle sahip olduğu nimetleri unutuyor. Unutmasıyla birlikte nimetin gereği olan şükrü yap(a)mıyor. Nimete şükür edilirse ziyadeleşeceğini Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”4 Cenab-ı Hakkın bizlere ihsanı olan gençlik nimetine her daim şükretmek gerekir. Gençlik nimetinin şükrü o gençliği Allah’ın razı olduğu şekilde kullanmaktır. Ölçü: Gençlik geçicidir. Hâlbuki insan gaflete dalınca gençliğin hiç gitmeyeceğini zanneder. Gençlik sarhoşluğuyla taşkınlık yapar, bunu da özgürlük sanır. Haram helal demeden her lezzetin peşine düşer. Böylece o kısa gençlik dönemini günahlarla, haramlarla geçirir. Ruhunu bunlarla kirletir. Çoğu zaman da taşkınlığın cezası olarak ya hapishanelere, ya hastanelere ya da mezaristana gider. Geride de gözü yaşlı insanlar, perişan olmuş aileler bırakır. Dünyalık cezalar yetmiyor gibi ahirette de hesap verir. Orada da ceza görür. Bu kötü tablo ile karşılaşmayı hiç kimse istemez. İş işten geçtikten sonra gençliğini yanlış yerde geçirenler bunu acı tecrübelerle öğrenirler. Mevlana Hazretlerinin, “Başkalarından ibret almayan kişi, başkalarına ibret olmaktır işi” dediği duruma düşerler. Gençliğin taşkınlıklarının insanları ne hale getirdiğini görmek isteyenler hapishanelere düşen gençleri dinlesinler. Onların hikâyeleri doğru yolu bulmalarına yardım edecektir. Ölçü: İnsanlar dünya ve ahireti genellikle gençlik çağında kazanırlar. Gençliğin enerjisi, sıhhati, kuvveti ihtiyarlıkta gitgide zayıflar. Gençken oruç, namaz, hac, umre gibi bedenle yapılan ibadetler zorlanmadan yapılabilirken, yaşlılık zamanında birçoğunu yapmak herkese kolaylıkla nasip ol(a)maz. O yüzden aklı başındaki her genç gençlikte ibadete düşkün olursa çok mesafe alır. Hayatın en güzel çağında pek çok hayırları, sevapları kazanabilir. İhtiyarladığında gençliğinde kazandıklarıyla çok mutlu olur. Kalan ömründe huzurlu sevinçli bir hayat yaşayabilir. Ölçü: Hayatta bazı şeyleri kazanmak için çok çabalamak gerekir. Bu çabayı kazanımları kaybetmemek için de göstermek icap eder. İman ve İslam’ın hakikatlerine uygun yaşamak bu dünyada cennet hayatı yaşamak gibidir. Dünyevi ve uhrevi saadetin anahtarı iman dairesinde bir hayat sürmektir. Bu mutluluğu süsleyip güzelleştiren de dinin farzlarını işlemektir. O saadetin koruyucusu, muhafızı da haramları hayatımızdan uzak tutmaktır. Allah Teâlâ Hazretlerinin emri, izni, rızası yolunda sarf edilen gençliğin mükâfatı ebedi bir gençliği kazanmaktır. Fani gençliğini Allah yolunda feda edip baki gençliği kazanmak ne büyük bir lütuftur. Ne mutlu ebedi gençlik piyangosunu kazananlara! Kaynaklar 1- Gençlik Rehberi, 15. Altınbaşak Neşriyat.2- Sözler, 314. Altınbaşak Neşriyat.3- Gençlik Rehberi, 17. Altınbaşak Neşriyat.4- İbrahim suresi, 7  

Zafer ZENGİN 01 Nisan
Konu resmiGöbekli Tepe ve Yaratılış
Kültür ve Medeniyet

Alman arkeolog Klaus Schmidt’in (1953-2014) Göbekli Tepe’de yaptığı kazılar günümüzden 12000 yıl öncesine ait önemli bilgiler ortaya koydu. Malta’daki Ggantija Tapınakları (MÖ 3.500) en eski tapınaklar kabul ediliyordu. Göbekli Tepe Ggantija Tapınağının bu saltanatını yıktı. Materyalist felsefenin “yerleşik yaşam ve din” metaforunu ters yüz etti. “insanlar yerleşik ve üretici yaşama geçtikten sonra din anlayışı gelişmiştir.” kurgusu önemli bir darbe aldı. Yazan: Ali SEMERCİ İNSANIN YARATILIŞI Allah, uzay sistemleri içinde gü­neş sistemini yaratıp, yeryüzü yaşamaya elverişli bir hale gel­dikten sonra yeryüzündeki tür­ler ve en son insan yaratılmıştır.1 Kur’ân-ı Kerîm, insanın yara­tılışını; “Çeşitli merhaleler hâ­linde yarattık.”2 âyetiyle ortaya koyar.  Farklı âyet ve surelerde Hazreti Âdem’in (as); önce top­raktan, kuru çamurdan, sü­zülmüş bir hulâsadan, değişmiş, cıvık balçıktan ve sonra nutfe­den yaratıldığını ifade eder.3 Bu, yaratılışın ilk safhası ve inşası sürecidir.  İkinci süreçte ise; nutfe, kan pıhtısı, bir çiğnemlik et, etten kemiğin yaratılması, kemiğe etin giydirilmesi ve insanın vücut bulması...4 şekli­nin düzeltilip ruh üflenmesi5 şeklinde ifâde edilmiştir. İbn-i Mes’ûd’dan (ra) rivayet edilen bir hadis-i şerife göre de, anne rahmindeki insana, yüz yirmi günü doldurduktan sonra ruh üflendiği ifade buyurulmuştur. Bu ikinci safha bütün insanlığın üreme kanunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Hz. Âdem (as), İsa (as)6 ve Hz. Havva7 validemizin yaratılışları insanlığın genel yaratılış kanunlarının dışındadır. GÖBEKLİ TEPE ve İNSANLIK DİNİ İnsanlık Dinine dönüşen Pozitivizmin öncüsü olan Auguste Comte mâneviyatı reddederek dünyayı kurtarmayı hedeflemiş. Bu yeni felsefe kendisinden önce gelişen din karşıtlığından beslenerek bunu daha da öteye taşımıştır. Sözüm ona bu yeni dinin; tanrısı insan, peygamberi bilim adamları, mucizeleri ise ilmin keşifleriydi.8 Uygulanan müfredatlar, servis edilen kültüre bakıldığında, yeni dünya düzeninin bu anlayış üzerine kurulduğunu görmek zor değil sanırım... Ortaçağ Hristiyanlığına karşı süreç içerisinde ortaya çıkan sekülerizm, dînî hayatın her sahasından dışlama anlayışı bilim dünyasının en önemli sorunlarındandır. Pozitivist felsefe etrafında gelişen yeni dünya düzeni, kadîm medeniyet iddialarına bir tepki olarak ortaya çıkmış ve onları yok edip yeni bir dünya düzeninin teşkilini vazife edinmişti.  Semâvî dinlerin yaratılış hakikatine, Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva anlayışına meydan okuyan yeni düzenin bilim kisveli şövalyeleri, insanlığa yeni atalar bulmanın hevesine kapılmışlardı. Elbette insanlığın nereden geldiği, niçin var olduğu, nereye gittiği... düşünen her insanın aklını meşgul eden sorulardır. Bu sorulara cevap bulma çabası ise insanın varoluş hakikatine hizmet eder. Bu doğrultuda yapılan her türlü bilim çabası takdire şayandır. Lâkin din karşıtlığı üzerine kurulmuş bir bakış açısı, hakikati bulma çabasından ziyâde, hakikati saptıran bir noktaya taşır insanı. İnsanın kendi din anlayışını zaafa uğratan bir hakikati sümen altı etmesiyle, kendi dinsizlik fikrini çürüten bir durumu manipüle etme, saptırma çabası etik ve ahlaki açıdan aynı kapıya çıkar. Dînî düşünce yapısının neredeyse tamamen rafa kalktığı son yüz elli senede küresel sistem tüm benliğiyle dünyevileşti. Bilimi adeta dine karşı bir silah gibi kullandı. Yazılan kitaplar ve ortaya konan kafa taslarıyla, iskeletlerle insanlığa köken bulma mücadelesi verildi. “Din yerleşik düzene geçen insanların birbirlerini uyuşturmak ve sömürmek için uydurdukları masallardır” anlayışı zerk edildi. Ama “Göbekli Tepe Kazıları” yaklaşık yüz elli yıldır şişirilen balonu patlattı sanki. Alman arkeolog Klaus Schmidt’in9 (1953-2014) Göbekli Tepe’de yaptığı kazılar günümüzden 12000 yıl öncesine ait önemli bilgiler ortaya koydu. Malta’daki Ggantija Tapınakları (MÖ 3.500) en eski tapınaklar kabul ediliyordu. Göbekli Tepe Ggantija Tapınağının bu saltanatını yıktı. Materyalist felsefenin “yerleşik yaşam ve din” metaforunu ters yüz etti. “insanlar yerleşik ve üretici yaşama geçtikten sonra din anlayışı gelişmiştir.” kurgusu önemli bir darbe aldı. Bilimin üzerindeki ipoteğin ve istibdadın kalkması, daha hür ve serbest ortamlarda çalışma imkânlarının oluşması neticesinde, beşeri çalışmalarla semavi bildirimlerin nasıl bir tenasüp ve uyumluluk içinde olduğunu göstereceği kanaatindeyim. Burada devlete imkan sağlama, millete de azim ve gayretini ortaya koyma vazifesi düşmektedir. Yılları imkanlarının sömürülmesiyle heba olmuş bu milletin kadim medeniyet dinamikleriyle, kaybettiği mesafeyi kısa sürede aşacağı ümidini taşıyanlardanım.. Devletiyle bütünleşmiş milletimizin, çok kısa zamanda arkeolog, tarihçi, jeolog vs. alanlarda bilim insanlarını yetiştirerek, in­sanlığın dünya ve ahiretine kat­kı sağlaması duasıyla... Kaynaklar: 1- Ömer Özsoy, İlhami Güler, Konularına göre Kuran s.1,2- Nuh 14,3- Fatır 11, Hicr 26-33, Mümin 12, Araf 11,4- Müminun 13-14,5- Sad 72,6- Ali İmran 59,7- Araf 189,8- Auguste Comte, İslamiyet ve Pozitivizm, Dergah Yayınları,9- Taş Çağı Avcılarının Gizemli Kutsal Alanı “Göbekli Tepe” En Eski Tapınağı Yapanlar, Arkeoloji ve Sanat Yayınları.

Mustafa YILMAZ 01 Nisan
Konu resmiPeygamberimizin Şifa Veren Sünneti
Sağlık

Ayakta Yemek Yeme Rivayetlerde Hz. Peygamber (sav)’in bir hurma tanesini bile ayakta yemediğini, bir şey yiyecek olduğunda nimete ve nimeti bahşedene hürmeten mutlaka çömeldiğini görüyoruz. Bu konuda Efendimiz (sav), “Ben dayanarak yemem” buyururken, Hz. Enes (ra), “Resulüllahı çömelir vaziyette durup hurma yerken gördüm” der. Bugün ayakta yemenin sağlık açısından zararları aşikâr ortadadır. Yeme ve İçmeye Nasıl Başlardı? Çok sayıda rivayet Hz. Peygamber (sav)’in yemek öncesinde el ve ağzını yıkadığı, sonra da bes­mele çekerek yiyip içtiğini bil­dirir. Bu şekilde yapmak, yemeğin bereketini artırdığı gi­bi daha az yemekle doymayı sağ­lamaktadır. Enes Bin Malik (ra) anlatıyor. Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Kim, evinin hayır ve bereketini Allah Teâlâ Hazretlerinin artırmasını diliyorsa, yemeğe otururken ve yemekten kalkarken ellerini yıkasın.” Huzeyfe (ra) anlatıyor: “Biz Resulüllahın ya­nında yemeğe oturunca, Resulüllah (sav) yemeye başlamadıkça, kesinlikle elimizi yemeğe vurmazdık. O şöyle dedi: Şeytan, üzerine Allah’ın ismi zikredilmeyen yemeği kendine helal sayar.” Hz. Aişe (ra) anlatıyor. Resulüllah buyurdular ki: “Sizden kim bir şey yerse ‘Bismillah’ desin. Başta söylemeyi unutmuşsa, sonunda şöyle söylesin: Bismillahi fi evvelihi ve ahirihi/Başında da sonunda da Bismillah.” Yine Hz. Aişe (ra) demiştir ki: “Resu­lüllah (sav) ashabından altı kişi içerisinde yemek yiyordu. Derken bir bedevi geldi. Besmele çekmeksizin iki lokmada yutuverdi. Resulüllah, ‘Eğer bu adam besmele çekseydi yemek hepinize yeterdi!’ buyurdular.” Hangi Elle Yer İçerdi? Abdullah İbn-i Ömer (ra) anlatıyor. “Resulüllah buyurdular ki: Sizden kimse sakın sol eliyle yiyip içmesin. Çünkü şeytan soluyla yer içer.” Hangi Yemekleri Severdi? Allah Resulünün bir gıdada baktığı ilk şey, “Ey insanlar! Size verdiğimiz rızıkların temiz/helal olanlarından yiyin” emrine uygun olup olmadığıdır. Çünkü bu hem Allah’ın bir emridir, hem de ayet-i kerimenin devamında aksi durumun ‘şeytanın adımlarını izlemek’ ol­duğu belirtiliyor. Rivayetler Aley­hissalatu Vesselamın ‘helal ve temiz’ olan hiçbir yemeğe ku­sur bulmadığı yönündedir. Ho­şuna gideni övdüğü, hoşuna git­memişse asla ayıplamadığı nak­lediliyor. “Hoşuna gitmemişse” ifadesinden maksat şudur: Tabiatı gereği ‘hoşlanmamıştır.’ Yoksa çirkin görmesi anlamında anlaşılmamalıdır. Efendimiz (sav) bir gün ailesinden ekmeğin yanına katık ister. “Sirkeden başka katık yok” denildiğinde sirkenin getirilmesini ister ve “Sirke ne güzel katık, sirke ne güzel katık” buyurur. “Sirke bulunmayan evde, geçim darlığı olur.” “Sirke yiyene, Allah Teâlâ iki me­lek vazifelendirir. Yemek bitin­ceye kadar o kişiye dua ederler.” “Sirke ne güzel katıktır! Allah Teâlâ sirkeye bereket versin. O, benden önceki peygamberlerin de katığı idi. Sirke varsa, başka katığa ihtiyaç olmaz.” “Sirke ne güzel yiyecektir.” Yemek Adabı Nasıldı? Peygamberimiz (sav) yemekten önce ve sonra el ve ağız yıkamayı, yemeğe besmeleyle başlamayı, oturarak, az ve önünden yemeyi, yemekten sonra yemeği yapana teşekkür ve dua etmeyi, Allah Teâlâ’ya hamd etmeyi emreder. Muhyiddin-i Arabi Hazretle­ri yeme içme adabını şöyle özet­ler: “Besmelesiz başlama, acık­­madan yeme, yemeğe hep en son sen başla, yerken acele et­me, acele etmeden lokmayı teen­ni ile ortalama olarak al, taamı çiğnemeden yutma ve iyi­ce çiğne, diğer lokmaya elini uza­tırken de besmele çek, sofra­da yalnız bile olsan hep kendi önünden ye, sofradakilerin yüzüne ve eline bakma, daha fazla yemen konusundaki ısrarlara aldırış etme, zaruret kadar ye, sofradan mideni doldurmadan kalk, nimeti hazırlayana teşekkür et, dua et, bu rızkı veren Allah’a gereği gibi şükret, günde iki öğün ye.” Haccac-ı Zalim bir hekime, “Bana öyle bir şey tavsiye et ki, onunla amel edip başkasına muhtaç olmayayım” der. Doktor şu tavsiyelerde bulunur: “Genç kadınlarla evlen, etlerden ancak gencecik olanlarından ye, hiçbir şeyi güzelce pişirmeden yeme, hastalık olmadan keyfi olarak hiçbir ilacı içme, meyvelerin iyice olmuş ve tam kıvamına gelmiş olanından ye, yemeği güzelce çiğnedikten sonra yut, istediğin yemeği ye fakat üzerine su içme, içtiğin takdirde o zaman onun üzerine yeme, küçük ve büyük abdestlerini bekletme, gündüz yedikten sonra uyu, geceleyin yediğin zaman uyumadan önce yüz adım da olsa yürü.” İmam Gazali Hazretleri ise şu tavsiyelerde bulunuyor: “Damar sertliği, sinir yorgunluğu ve midenin kalbi sıkıştırması kalbe kötü tesir eden üç şeydir. Mide tok olduğunda vücudun kanı mideye hücum edecek ve diğer organlar gereği gibi beslenemeyecektir. İnsan nafile oruca devam ettiğinde ve az yediğinde karaciğer istirahat halinde bulunduğundan, vücuttaki zararlı maddeleri tahrip eder. Onun için kişi kendisini hafif hisseder. Karaciğer insan vü­cu­­dundaki bütün kimyasal olay­­ların merkezi olup, insan or­ga­niz­masının en önemli uzuv­­ların­dan biridir. Ve açlıkta is­ti­ra­hat edeceğinden kendini ta­­­ze­le­me imkânı bulur. Türklerin eski durumunu İspanyol gezgin Petro hatıralarında şöyle anlatıyor. “Türkler yemeğe pek düşkün değiller. Bana kalırsa yaşamak için yerler, yoksa çok yemekten zevk duyduklarından ötürü değil. İyi bir huyları vardır, yemekte hiç laf etmezler, ‘karnımızı doyuran Allah’a çok şükür’ derler.” Rabbim bu duruma dönmeyi nasip etsin milletimize! Önümüzdeki ay “Efendimiz (sav) kahvaltı eder miydi? Öğle ye­­me­ği yer miydi? Akşam ye­me­­ği yer miydi? Ne kadar yerdi?” gibi konulara değineceğim. Allah’a emanet olun…

Edibe BEKİN 01 Nisan
Konu resmiAnlamayı Anlamak Gerek Önce
İnsan

Şuurumuz varsa anlama gibi bir yetimiz/istidadımız da vardır. Eğer anlıyorsak, açlık yetimize yönelik binlerce çeşit gıdanın var oluşu gibi, anlama yeteneğimize yönelik de anlayacağımız bir şeyler var olmalıdır. Ve biliyoruz ki, biz başka bir yere değil, bu şehâdet âlemine gönderildik. Üstelik görüyoruz ki bu görünen âlemde anlaşılması gereken çok şey var. Hem de tüm şahit olduğumuz şeyler kadar çok.  Türkçemizdeki “anlamak” keli­mesi, köken itibariyle “anglamak” kelimesinden gelmektedir... Zamanla kelimedeki –ng nazal ünsüzü –n ünsüzüne dönüşmüş ve kelime “anlamak” şeklinde telaffuz edilir olmuştur. Bu arada şunu da ilave edelim ki, kelimenin Osmanlı Türkçesindeki yazımında –ng ünsüzü halen korunmakta... TDK’nın Türkiye Türkçesi ağızları sözlüğüne göre “anglamak” kelimesinin anlamlarından birisi, hayvanların toprağa yatıp yuvarlanması olarak verilir. Bu öyle bir yuvarlanmadır ki, toprağı deşip eşeleyecek derecede yoğun bir faaliyettir. Bu arada angla fiilinin hayvanlar için kullanılabiliyor oluşu, bu fiilin sadece hayvanlara özgü bir fiil olduğunu göstermez. Belli ki “anglamak” fiili, ye, iç, gör, otur, yat fiillerinde olduğu gibi insani bir eylemi de göstermektedir. Bu durumda Türkçemizdeki “anlamak” kelimesi, İngilizce understand, Almanca verstehen ve Arapça waqafa (vâkıf olmak) kelimelerindeki “durmak” anlamını içermekle birlikte onu da aşan bir “derine inme” anlamına işaret ediyor. Kelimenin diğer bir görünümü olan “anğlamak” kelimesinde de Latince “intendere” (türevi intention-yönelim) kavramında olduğu gibi, avı vurmak için silahını doğrultmak anlamı bulunduğunu, konumuz bağlamında ifade etmekte fayda vardır. Hem durmayı, hem ciddi bir dikkati, hem de hedefe yönelmeyi içeren bu anlam derinliğiyle de Türkçe “anlamak” kelimesi, Batı dillerindeki anlamdaşlarını geride bırakıyor. Uygur Türkçesindeki “angçı” kelimesinin “avcı” anlamına gel­diği ve bugün kullandığımız “avcı” kelimesinin bu kelimeden tü­re­diği de hesaba katıldığında, in­tendere ve anglamak kelimeleri arasında, en azından “hede­fe yönelmek” bağlamında bir anlam kesişmesi olduğu söylenebilir. Anglamak kelimesinin “ang” kökünden türeyişine odaklandığımızda ise, ang kökünün anlamlarından birisinin de “akıl” olduğunu hemen fark ediveririz. Yine “anglamak” kelimesinin Uy­gur Türkçesinde “duymak” an­lamına gelmesi gibi Latince “intendere” kelimesinden türeyen Fransızca “entendre” kelimesinin de “duymak” anlamına geliyor oluşu da konumuz bağlamında düşünüldüğünde ol­­dukça manidardır. Bu du­­­rum, intentionality / yönelim­sel­­lik kav­­ramının, farklı diller­de­ki ki­­mi kelimelerde de içkin oluşu anlamında, insan bilinci­nin faa­­li­yetleri açısından ne dere­ce önemli olduğunu ispatlayan ilginç bir örnektir. O halde açıktır ki anlamak, şuu­rumuzun önemli bir faaliyetidir. Fenomenoloji’nin babası Husserl’e göre de “Nesneyle iliş­ki, anlamdan itibaren kurulur. Bu sebeple bir ifadeyi anlamlı olarak kullanmak ile ifade sayesinde nesneyle ilişki kurmak, (nesneyi sunmak) bir ve aynı şeydir”. Elbette fenomenoloji, her türlü metafiziğe, özne dışındaki varlığın metafiziğine bile duyarsızdır ama biz burada onun bu aydınlanmacı / karartmacı yönünü değil, anlam ve şuur arasındaki ilişkiye yaptığı vurguyu önemsiyoruz. İmdi, kendi isteğimiz dışında var edildiğimiz şu âlemde, şuur­lu olmamızın her halükarda bir gayesi olmalıdır. Bunca milyar yıldan, bunca masraftan, tüm evren boyunca bunca seferberlikten sonra; “Ey şuur, her şey anlamsız olduğu gibi sen de anlamsızsın” cevabına ulaşacaksak eğer, en önemli özelliği “anlam aramak / anlamlandırmak” olan şuurumuz, boşu boşuna var edilmiş demektir. Şuur varsa, bulunacak bir anlam vardır/olmalıdır. Anlam göstergede içkin / mündemiç olmadığına ve işaret edilen ötede, orada bir yerde bulunduğuna göre, anlam şu kâinat göstergesinde değil, onun işaret ettiği bir “ötede, orada” olmalıdır. Ancak gösterilene göstergeden ulaştığımız gibi, anlama buradan ulaşırız. “Büyü bozumu” olarak adlandırılan seküler “Aydınlanma”, bu noktadan sonra bir karartma harekâtı, bir “anlam bozumu” olarak okunmalıdır. Varlığın ve oluşun anlamının yitimi anlamına gelen Aydınlanma/karartma, bizi galaksiler boyunca ve kuarklar derinliğince uzanan anlamsız bir göstergeler yığınıyla baş başa bırakmaktan başka da bir işleve sahip değil. Mesela, “L” harfinin, uzun bir dikey çizgi ile yatay kısa bir çizginin 90 derecelik bir dik açıyla birleşiminden oluştuğunu söylemek, o göstergenin anlamını açmak anlamına gelmez. Örneğin, “cam kırıldı” dediğimizde, bu cümleye edilgenlik anlamı katan “L” sesinin biçimsel özelliklerine odaklanmayız bile. Çünkü önemli olan o harfin, cümledeki diğer bütün parçalarla birlikte işaret ettiği anlamın kendisidir. Anlam o harfin zâti bir unsuru değildir ama o harf yoluyla ortaya konur. Ortaya konan anlamı şuurumuz keşfeder, yorumlar ve bulur. Çünkü şuurumuz anlam bulmak için var edilmiştir. İşte şu çiçeğin, şu güneşin, bu insanın, oradaki atom altı parçacığın anlamından bahsedeceksek eğer, şuurumuz o şeyden ötesine, işaret edilen her neyse ona yönelmelidir gerçekte. Görüyorsunuz ki, o çok övündüğünüz modernizminizin övüne övüne yaptığı, varlığın ve oluşun anlamını örtüp karartmaktan başka da bir şey olmadı ve olmayacak da. Kâinatta ve tabiatta “amaçlı bir amaçsızlık” hüküm sürdüğünü iddia edecek kadar, anlamı kabul eden ama bir o kadar da anlamı reddeden paradoksal bir durumdan bahsediyoruz aslında. Yani bu anlayışa göre bilimsel çalışmaların (teorilerin, genellemelerin vb.) ortaya konulabilmesi için bir amaçlılık iddiası gereklidir ama bu amaçlılık iddiası yoluyla ilim, irade ve hikmet sahibi bir yaratıcının varlığını ortaya koymak, zinhar yasaktır. Bu binanın bir yapılış amacı vardır ama herhangi bir amaç için bu binayı yapan bir mimar yoktur demek gibi, büyük bir çelişkidir modernizmin çelişkisi… Hâsıl-ı kelam, şuurumuz varsa anlama gibi bir yetimiz/istidadımız da vardır. Eğer anlıyorsak, açlık yetimize yönelik binlerce çeşit gıdanın var oluşu gibi, anlama yeteneğimize yönelik de anlayacağımız bir şeyler var olmalıdır. Ve biliyoruz ki, biz başka bir yere değil, bu şehâdet âlemine gönderildik. Üstelik görüyoruz ki bu görünen âlemde anlaşılması gereken çok şey var. Hem de tüm şahit olduğumuz şeyler kadar çok. O halde başta kendimiz olmak üzere, bu görünen âlemde anlayışımıza sunulan şey, bütün var olanların bir bütünü olan varlığın tam da kendisidir. Eğer bu âlemdeki şeyler, işaret ettikleri anlamlar cihetiyle anlaşılabilecek göstergelerse, benim şu makaledeki göstergeleri kullanışım gibi bir amaç dâhilinde kullanılmış olmalılar. Bu durumda ilk anlamaya çalışmam gereken, her gün şâhit olduğum bu varlık ve oluş göstergelerini, kendi varlıklarını aşan o anlamları ifade edecek tarzda kimin, hangi hikmetli müellifin yazdığı gerçeği olmalı değil midir? Yoksa kaosun ve tesadüflerin hâkim olduğu bir yok oluş âleminde anlamanın ne olduğunu anlamamız bile asla mümkün olmayacak.

Oğuz DÜZGÜN 01 Nisan