15. Sayı: "Meydan Savaşları İki"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiGünahlar!

DOSTLARI ÜZMENİN, DÜŞMANLARI SEVİNDİRMENİN VASITASI: Günahlar! AKIL, VİCDAN VE HİSLERE HİTABEDEN TEBLİĞ Tebliğ; akıl, vicdan ve hissiyata tesir edebilecek durumda olmalı. Evet, yapılan tebliğ aklı ikna etmekle beraber vicdanı da tatmin etmelidir. Kalbe gıda olup onun alacağı kudsî lezzetleri vermekle beraber, nefis için de hayırlara müşevvik olmaya, günahların içindeki elem ve sıkıntıları göstererek onlardan vazgeçirmeye vesile olmalıdır. Mesela, dinleyenleri günahlardan vazgeçirmek için şöyle bir usul takip edilebilir. Malumdur ki her dost, dostunun mes'udane hayatından lezzet aldığı gibi, onun zarara düşmesini de istemez. Eğer o dostu bilerek veya bilmeyerek bir zarara düşerse ve bir sıkıntıya maruz kalırsa onun çektiği elem ile de müteellim olur. Öyle ise şöyle bir düşünelim; insanın en büyük dostu kimdir? Şüphesiz, bu soruya Dost istersen Allah yeter gerçeğine binaen her mü'min Allah diye cevap verecektir. Allah kimin dostu ise -ki umum âlemde bir karış boş yer yok, hepsi meleklerle doludur.- bütün o melekler de onun dostlarıdır. Yüz yirmi dört bin peygamber, yüz yirmi dört milyon evliya, had ve hesaba gelmeyen ehl-i iman ve Allah'ı bir bilip seven bütün mahlukat da onun dostlarıdır. BAZI FİİLLER GÜNAH OLDUĞU İÇİN Mİ ZARARLI, ZARARLI OLDUĞU İÇİN Mİ GÜNAH? Ancak bu kişinin düşmanı ise Allah'ın da düşmanı olan şeytan ve yardımcılarıdır. Bilindiği gibi dünya imtihan yeri olduğundan o imtihanın gerçekleşmesi için Allah'ın (cc) haram ve günah saydığı şeyler vardır. Allah bazı fiilleri yasakladığı ve günah olarak bildirdiği için onları zararlı hale getirmiştir. Gerçekten akıl ve mantığımızla düşündüğümüzde bakıyoruz ki bütün o günahların hepsinin de insana büyük zararları vardır. Ve yine bir kısım şeyleri de helâl ve sevaplı yarattığı için onları da hikmetli ve faydalı bir duruma getirmiştir. Çünkü Cenâb- ı Hakk bir varlığa iyi ve güzel dedikten sonra o iyi ve güzel oluyor, bir varlığa da kötü ve çirkin dedikten sonra o da kötü ve çirkin oluyor. Bu hakikate binaen bir insan herhangi bir günah işlediği zaman kendisine zararı olduğuna göre acaba başta Allah olmak üzere bütün o dostlarının onun o işlediği zarardan razı olmaları mümkün olabilir mi? Hayır, asla razı olmadıkları gibi belki o insan o günahı işlemekle bütün o dostlarını kırmış olur. Ancak Allah'ın da o insanın da düşmanı olan nefis ve şeytanı ve yardımcılarını sevindirmiş olur. Allah size şah damarınızdan daha yakındır. meâlindeki âyetin ifade ettiği gibi, mağarada Rasulullah'ın Üzülme Allah bizimledir. hadis-i şerifi ve yine ihsan hadisindeki Allah'ı görüyormuş gibi Allah'a ibadet et. Eğer (basiretin açık değilse) sen onu görmüyorsan, muhakkak ki o seni görüyor. ifade edilmesine binaen bizler her an huzur-u ilahîdeyiz. İster gece karanlığı içinde olalım, ister yorganın altında olalım, ister kendisinden utandığımız hiçbir arkadaşımız yanımızda bulunmadan sokaklarda yürümekte olalım Allah mekândan münezzeh olarak yanımızda hazır ve nazırdır. O (cc) bizi görüyor. Hiçbir şey O'nun bizi görmesine engel teşkil etmiyor. Nasıl ki evimizin elektrik lambasından tâ santrale kadar elektrik telleri bulunduğu halde o kablolar santralle lambanın irtibatını kesmeye değil belki elektriğin gelmesine ve lambanın yanmasına bir vesiledir. Öyle de bizimle Allah arasındaki maddiyat Allah'ın bizi görmesine ve mekândan münezzeh olarak bizimle beraber bulunmasına bir engel teşkil etmiyor. EY KULUM YAPMA! Demek, biz bir günah işlerken Allah'ın huzurunda olduğumuz ve O bizi gördüğü hâlde biz o günahı işliyoruz. O anda şöyle bir manzara tahakkuk ediyor: Bize zararı olan o günahı işlerken Allah bizi görüyor, razı ve hoşnud olmadığı için bize: Ey kulum! Yapma! dediği hâlde nefis ve şeytanımız ise bizi dürterek, o günahta bulunan muvakkat ve aldatıcı lezzete binaen Rabbini değil, bizi dinle, onu yap! diyorlar.  İmtihanın gereği olarak Allah irademizi serbest bıraktığından biz eğer Cenâb-ı Hakk'ın emrine uyarak o günahı terk edersek hem kendimiz zarardan kurtulmuş oluruz, hem de başta Cenâb-ı Hakk olmak üzere önceden saydığımız bütün dostlarımızı da hoşnud etmiş oluruz. Ancak nefis ve şeytanımızı ve onların arkadaşlarını üzmüş oluruz. Aksi takdirde huzur-u ilâhîde olduğumuz halde irademizle nefis ve şeytanımıza uyarsak, onları memnun edersek hem kendimiz zarar ederiz hem de Cenâb-ı hakkın huzurunda Ya Rab! En büyük dostum olarak Sen ve senin sevdiğin bütün dostlarım bu günahı işlememi istemediğiniz hâlde nefis ve şeytanımı sevindirmek için işleyeceğim. dercesine, çok korkunç bir manzarayla karşı karşıya gelmiş oluruz. Acaba bozulmamış hangi vicdan var ki bu hakikati fark ettiği halde başta Allah (cc) bu kadar dostlarını bile bile üzsün ve başta şeytan olmak üzere bu kadar düşmanlarını da sevindirmeye razı olsun. HER AN HUZUR-U İLÂHÎDEYİZ Cenâb-ı Hakk'ın mekândan münezzeh olarak her an bizimle beraber olup daima bizi gözettiği İhlas Risâlesi'nde (21. Lemâ) şu mealde izah edilmiştir: İnsan,  tahkiki bir iman ile Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı varlıkları tefekkür ederek, o varlıkların üzerinde her an tecelli edip icraat gösteren isimleriyle Cenâb-ı Hakk'ı tanımak, her şeyin her an bizim gibi O'nun huzurunda bulunduğunu bilmek, O'nun huzurunda başkalarından yardım gibi herhangi bir iltifat beklemenin, uygun olmadığını ve Allah'a karşı edebe muhalif bir hareket olduğunu düşünmek ile başkalarına karşı riyakârlık yapmaktan ve Onun huzurunda günah işlemekten kurtularak ihlâsı kazanır. Zira Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz şeklindeki kaideye binaen, kâinat ve kâinatın içindeki bütün varlıklar, Cenab-ı Hakk'ın aynalarıdır. Nasıl ki bir ayna her an karşısında bulunanı gösterir ve o zâtı her an o aynada görmek mümkündür. Öyle de her an değişen, tazelenen kâinat, onun içindekiler ve yeniden yapılan varlıklar Cenâb-ı Hakk'ı gösteren birer aynadır. O aynalardaki imanî bir tefekkür neticesinde bizler her an huzur-u ilahide ve gözetim altında olduğumuzu idrak ederek günahlardan ve riyadan kurtulup ihlâsı kazanabiliriz. Bu tefekkürden herkes kendi hissesine göre istifade edebilir. Yalnız bulunduğumuz halde Cenâb-ı Hakk'ın mekandan münezzeh olarak hazır ve nazır olduğunu düşünmek, o'ndan haya ederek O'nun rızasına uygun olmayan hal ve hareketlerden sakınmanın mükafatını ifade eden bir hadis-i şerifte şöyle ferman ediliyor: Allah (cc), kıyamet günü gelince benim ümmetimin bir taifesi için kanatlar yaratır. Kabirlerinden cennetlere uçarlar. Oralarda gezerler. Diledikleri gibi nimetlerden istifade ederler. Melekler onlara derler ki Cehennemi gördünüz mü?  Görmedik derler. Sıratı geçtiniz mi? Geçmedik derler. Siz kimin ümmetindensiniz? diye sorarlar. Onlar Biz Hz. Muhammed (asm) ın ümmetindeniz derler. Melekler: Dünyadaki ameliniz ne idi, bize söyler misiniz? derler. Onlar: Bizde iki haslet ve özellik vardı ona binaen Allah bizi fazlıyla, rahmetiyle bu makama ulaştırdı. Diye cevap verirler. Peki onlar nedir? diye sorarlar. Cevaben: Biz yalnız kaldığımızda (Allah bizi gördüğünden) günah işlemekten haya ederdik. Ve az olan kısmetimize de razı olurduk. derler. Melaikeler: Bu makam hakkınızdır. diye söylerler. (Şir'atül-İslam, sh:379) Aslında hatanın küçüğüne büyüğüne bakmaktan ziyade, kimin yanında ve kime karşı işlendiğine bakmak icab eder. Hatta sigara içmeyi küçük bir hata sayan bir adam dahi, büyük bir zatın huzurunda onu içmeyi büyük bir hata kabul eder. BU MELANET SİGARA BENİ ÖLDÜRÜYOR! Günahlardan sakınmayı bu tarzda anlatmanın çok müessir olduğunu gösteren küçük bir numuneyi misal olarak anlatmak uygun olacaktır: Bir zamanlar bir dükkânın kapısında yaşlı ve hasta bir amcanın durmadan öksürdüğünü ve zorlukla ayakta kalmaya çalıştığını gördüm. Bu halin nedir?  diye sorunca:Hiç sorma, bu melanet olan sigara beni öldürüyor. dedi. Ben de ona, Sigaranın, eli, ayağı, gücü ve silahı yok ki gelsin seni öldürsün, zira ayaklarıyla dükkâna giden, eliyle de parayı çıkarıp sigarayı alan ve düşmanının evini yakmaya çalışır gibi vücuduna zarar vermek için o sigarayı ağzına koyup yakan sensin. Demek sen kendi kendini öldürüyorsun ve kendi elinle intihar ediyorsun. dedim. O da;  Bir ara sigarayı terk ettim, fakat bende unutkanlık meydana geldi onun için tekrar başladım. dedi.Ben de ona; Amca bunlar nefsin hileleridir, desiseleridir. Sigarayı terk etmek unutkanlık getirmez. Velev ki unutkanlığa da sebep olsa, yine de terk etmek icap ediyor. Bak Seni perişan ediyor neredeyse ölümüne sebep olacaktır. Şüphesiz unutkanlık, perişan olmaya, ölmeye tercih edilir. Onun için sigarayı terk etmekten başka çaren yoktur. Hem sana güzel bir açıklama yapayım, sigara içeceğin zaman onu düşünsen, inşallah sigaradan kurtulursun. dedim ve ona sordum: İnsanın en büyük dostu kimdir? Allah'tır  diye cevap verdi. Bunun üzerine yukarda geçen açıklamayı kendisine anlattım. İşte sigara içeceğin zaman Allah'ın huzurunda onun istemediği ve sana da zararı olan bir işi yaptığını ve bu hareketinle başta Allah olmak üzere bütün dostlarını üzdüğünü ve şeytana uyarak bütün düşmanlarını sevindirdiğini düşün, eğer bu manzarayı bile bile vicdanın kabul ediyorsa, o zaman içebilirsin. Şeklinde bir izahta bulundum. O da; Allah razı olsun dedi ve ayrıldık.Üç ay sonra bir otobüs durağında onunla karşılaştım, beni tanıdı. Yanıma geldi, bana sarıldı Ve: Allah senden razı olsun. O günden sonra sigarayı terk ettim, Elhamdülillah iyileştim. diyerek bana bol bol dua etti.Cenâb-ı Hakk hepimizi rızasına uygun olmayan bütün günah ve seyyiattan muhafaza eylesin. Rızasına uygun ve Habîbini hoşnud edecek ibâdet ve hareketlerde bulunmayı ihsan eylesin. Âmin. Bi hurmeti seyyidil murselin.

Fatih KIRAR 01 Şubat
Konu resmiCanım Sıkılıyor!
İnsan

Dikkat edin kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur. (Ra'd:28) Mü'minlerin kalplerine, imanlarına iman katıp artırsınlar diye güven ve huzur indiren O'dur. (Fetih:4) O'nu (cc) tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O'nu (cc) unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.(Bediüzzaman Said Nursi) BÜYÜK KÜÇÜK BÜTÜN İNSANLARA BÜYÜK BİR GERÇEKTEN HABER VEREN CÜMLE: Canım sıkılıyor! Yediden yetmişe her birimize Canım sıkılıyor! cümlesi oldukça tanıdıktır. İnsanoğlu can sıkıntısından kurtulmak için neler yapmaz ki?!Neden sıkılıyorsun? diye sorulduğunda hatta Neden sıkılıyorum? diye kendi kendimize sorduğumuzda birçok kez cevabını bulamayız.İnsanın sebebini açıklayamadığı belki de sebepsiz zannettiği bu ruh daralmaları aslında hiç de sebepsiz değil. Can sıkıntılarının en önemli sebebi bir hakîkat arayan ruhun hakîkat arayışının göz ardı edilmesidir. İnsanoğlu sadece gözüyle gördüğü şeylerle yani maddeyle çok meşgul olduğundandır ki; ruhundaki bu arayışın farkına varmaz.Farkına varsa da ruhunun seslenişini bir şekilde bastırmaya, duymamaya çalışır. Hakîkat arayışının göz ardı edilmesi neticesinde ise ruh sesini can sıkıntıları ile (ki; bu ileride bunalımlara dönüşecektir) duyurmaya çalışır. Ruhlarımızın aradığı en büyük hakîkat ise; Allah'tır. Fakat insanoğlu kaçar. En büyük hakîkatten yani Allah'ından kaçar. Oysa insanın yaşanması zor zannederek kaçtığı tek bir Allah inancı, yaratıcısını tanıması ve Rabbinin isteklerini yapması bütün bunalımlarını ortadan kaldıracak en kolay ve bir tek yoldur. Allah'a kulluk etmek insanın nefsine külfet görünüyor. Fakat günde beş vakit ibâdet külfetinden kaçan insan cahilliği ile sinek ısırmalarından kaçıp yılanların ısırmasına yakalanıyor. Çünkü kulluk gıdasından mahrum bırakılan bir ruh bunalımlarla dünyada perişan olurken ahiret saadetinden de mahrum kalıyor. FITRAT (YARATILIŞ) YALAN SÖYLEMEZ Siz bir limon çekirdeğinden elma ağacı çıkaramazsınız. Bir tavuk yumurtasından da bir ördek. Bir kavun çekirdeği kavun olmak için programlıdır. Ben bir kavun olacağım der ve asla bir karpuz olmaz. Yaratılan her şey için geçerlidir bu. İnsan da ibâdet için yaratılmıştır. Ebedî bir zata kul olmak için yaratılan ruh ve kalplerimiz bu iştiyaktan asla vazgeçemezler. Ve O ebedî zâtı anmadan ve O'na secde etmeden asla huzur bulamayacaklardır.Hepimizin bildiği gibi bir çekirdeğin iki neticesi vardır. Ya gayret edip toprağın üstüne çıkar çiçek açar, meyve verir ya da toprağın altında börtü böceğe teslim olup çürüyüp gider. Elbette insan için de iki netice var: Ya fıtratının gereği olan tek bir Allah'a iman ve ibâdet ederek dünya toprağından cennete çiçek açacak ya da nefis haşaratına teslim olup insaniyetini çürütecektir. MUTLULUK İMAN NİSPETİNDEDİR Sıkıntı ve bunalımların en büyük sebebi Allah'a inanmamak veya O'nu tanımamak, O'nu anmamaktadır. Nasıl canlıların yaşaması ve gelişmesi için hava, su, ışık gerekiyorsa ruhlarımız için de Allah'ın varlığını kabul edip O'nu tanımak ve Allah'ı anmak o derece gereklidir. Ne yazık ki Allah'a iman ve itaatten kaçanlar huzurdan mutluluktan kaçtıklarının, kendilerine eziyet ettiklerinin farkına varamayacak kadar cahiller. Öyle ki Allah'a secde izzetini kabul etmeyenler dünya ve içindekilere secde zilletini tercih ederler de bunun farkında bile olmazlar! Allah'a secde etmeye tenezzül etmeyip birçok aciz varlıklara secde edilmesi çok tuhaf değil midir? N'olur dünya! Bizi zevklerinden mahrum etme! yalvarışlarıyla dünya lezzetleri peşinde koşturan zavallı dilencilerle dolu asrımız. Lakin onlar dünyaya dilenci olurken dünya onlara mağrur ve gaddar bir zengin rolündedir. Çünkü gerçekte dünya insan ruhunun istediği ebedîyeti ve huzuru asla veremeyecek kadar fakirdir.Ben inanmıyorum ama mutluyum diyenler kendilerini bile kandıramadıklarını bildiğimizi bilmeliler. Görünüşte eğlenceli, lezzetli ve debdebeli hayatlarının iç yüzü karanlık bir boşluktur. Allah inancı zayıf olan toplumların neden alkol ve uyuşturucularla beyinlerini uyuşturma ihtiyacı duydukları ortada değil midir? Ve ahlaksızlığın yıldızları sayılanların ki; zenginlik ve şöhretleri zirvelerdeyken yüzde doksanı acaba neden uyuşturucu müptelasıdır? İnsan neden en güzel nimetlerden biri olan aklını uyuşturmayı tercih eder ki? Hatta insanı insanlıktan çıkararak çok da aşağı bir hale düşüren sarhoşluğu insan olan insan nasıl tercih edebilir!?Bazen aklıma gelir: İnançsızların veya Allah'ın razı olmadığı bir hayat yaşayanların ruh dünyalarıyla sadece beş dakikalık bir değişim yaşayabilseydik ne olurdu acaba? Sanırım onlar bizim daha dünyadayken yaşadığımız cenneti görüp imana gelecek, biz de onların daha dünyadayken yaşadıkları cehennemi görünce dehşet alıp secdeye kapanacak iman ve İslâm için tekrar tekrar Rabbimize şükürler sunacaktık. ALLAH'A İNANANLARIN NEDEN CANI SIKILIR? İslâm'a yeni girmiş insanlarda bir coşku hali gözlemleriz. Onlara fevkalade bir huzurla sevinç gözyaşları döktüren sebep ruhun hasretle beklediğine kavuşma hissidir. Ruh aradığını bulmuş ve Rabbine kavuşmuştur. Yüz binlerle tecrübe edilmiş bir hakîkattir ki şehadet iman lezzetiyle harika bir huzur kazandırır.İmanı olduğu halde ruhsal sıkıntılara düşülmesindeki en mühim sebep ise iman edilen zatın tanınmayışıdır. Ruhlarımız Allah'a iman ve ibâdet için yaratıldıkları gibi Allah'ı tanımaya da bir o kadar müştak ve muhtaçtırlar. Sebepler perdesini aşıp Allah'ın her an bizimle olduğunu hissedebilmek için Allah'ı tanımak gerekir. Şah damarımızdan daha yakın olan Allah (cc) ile birliktelikten gelen lezzeti yakalayabilmek elbette Marifetullahsız olamaz. Hem insan tanımadığı bir zâtı sevemediği gibi itaat de edemez. Evet insan iman ettiği zâtı tanımalı. Tanıdıkça sevecek, sevdikçe de ondan gelene râzı olacaktır. Meseâ: Musibeti musibet yapan Allah'tan geldiğini düşünmemek değil midir!? Yani musibet acısını çekilebilir kılan musibet anında Allah'ı tefekkür edebilmektir. Ancak Allah'ını tanıyan bir kul gelen musibetlerin Rabbinden geldiğini düşünebilir. Allah'ın insana çekemeyeceği yükü yüklemeyeceğini söz verdiğini, bütün annelerden daha şefkatli oluşunu, hiç abes iş yapmadığını biliyorsak şayet kahrında hoş, lütfun da hoş mısralarındaki hakîkat ortaya çıkacak kederler ve sıkıntılar lezzete dönecektir. Allah'ımızı tanıdığımızda her an tüm düşünce ve hislerimizle O'na (cc) yönelecek ve artık bize düşen iki dünya saadetinden başkası olmayacaktır.İman, marifetullah ve muhabbetullahı elde etmiş insanlar da zaman zaman içlerinde huzursuzluk değil fakat bir boşluk hissederler. Bu da bir kudsi hadiste buyrulduğuna göre ruhun Allah'ın cemalini özlemesidir. Ya Rabb! İçimizdeki can sıkıntılarımızın sebebi olan boşluğa sana olan imanı yerleştir, marifetin ile doldur, muhabbetin ile tamamla. Ve bizlere dünyada ibâdet lezzetini nasip ettiğin gibi cennette ru'yet-i cemâline kavuşmak lezzetiyle kendinden geçen kullarından olmayı ihsan et.. Amin.

Abdullah MESUD 01 Şubat
Konu resmiŞükür İster

Zulumât-ı ademde kalabilirdi bu ten;Mucid-i Hakîm Ol! dedi; kalmadık var olduk. Mertebe-i câmidât olabilirdi bu beden;Muhyî-yi Hayy tecellî etti; kalmadık hayy olduk. Esnâf-ı nebâtât kalabilirdi bu can;Fâtır-ı Kerîm irade etti; kalmadık zîruh olduk. Ecnâs-ı hayvânât olabilirdi bu bendegân;Rahîm-i Rahmân istedi; olmadık nâs olduk. Halîfe-i ruy-ı zemîn, en câmi‘ ma‘kes-i Sultan olduk.Acz u fakr cenahlarıyla huzura mazhar olduk. Açtık gözümüzü; taşlara hakk edilmiş hatt-ı Kur'an'ı gördük.Kubbe-yi semayı dolduran sadâ-yı ezan duyduk. Hep aynı davaya topyekun imza basan,Binlerle enbiyayı, milyonlarla evliyayı bulduk. Ve kendimizi lutf-ı Sübhân, fazl-ı Hannân, ihsân-ı Mennân,İnd-i İlâhî'de makbul, Hak din İslâm'da bulduk. Ol Resul-i Kibriyâ'yı bürhân-ı nâtık, delîl-i sâdık gördük;Candan cânân, vesîle-i gufrân bildik; Ve kitâb-ı kâinâtı okuyup hakkıyla haber veren,Ahir zamana i‘tâ Nur'un nurunu bulduk.(*) Kat‘-ı merâtib ederek verilen bu ihsanlar,Lâ yüâd velâ yuhsâ hakkıyla şükür ister. Ya Şekur, kıllet-i şükrümüze bakıp niamdan mahrum etme.Biz fakîrleri afv et; kendine bende eyle. (*)Nur-ı Kur'an'dan bir nur; ol ki delîl-i pürnur;Rahmet oldu âleme elmas kılınçlı zinnur,Haydi sen de alsana bu münevver kılıncı,Oldur hem senin hem de tüm âdemin ilacı.

Asd Sad 01 Şubat
Konu resmiKalemle hasbihalve kaleme arzuhal

Dertten anlar kaleme dertlerimi dinlettimBir ağaç parçasıyken derdim ile inlettimEy beyaz sahifeler, yazdım kara yazımıBu kara bahtın kara yazısıyla kirlettim Kimseler bilmez iken kalbime girip bildinHer ne söylersem sana anlatmaya kâbildinEy derdimin ortağı ey gönlümün sırdaşıKimsesiz kalmış kalbime sen dahildin Dökülen gözyaşıma belki bir iksir kattınKuruyup yok olmadı bir kâğıtta yaşattınHüznüme bir dil verdin dilime bir ses veripGönlümün tercümanı sen duygumu anlattın Sen geldin imdadıma, ne geldiyse başımaHakka giden oluğu açtın şu gözyaşımaAhımı sen götürdün Allah'ımın arşınaAllah'ımı getirdin feyzin ile karşıma Avare bir damlada ummanları çağlattınMahzun bir girye ile melekleri ağlattınVolkanın bir ateşle yazdın coşkun kalbimiKalbimin ateşiyle yürekleri dağlattın Mazilerin feyzini tarihlerin şanınıMilyonlarla dahinin ilmini irfanınıMilyonlarla şairin hande ve efgânınıMilyonlarla fâzılın fazlını iz'ânını Bunca yüce velinin ilahî esbabınıYüzlerce hak nebinin vahyini kitabınıVeli nebi bir taraf ey kalem sensin bizeNakleden sensin yine Rabbimin hitabını Bunca solmuş baharlar feyz-i tasvirin ileBir şairin şirinde yaşıyor gelmiş dileBütün tazeliğiyle bütün letafetiyleYaşar bin yıl evvel ki bir mehtabıyla Kalem senin eserin ne var ise muhalledSenin ile bilindi büyük rehber Muhammed (asm)Kur'ân bile senin ile anlatıldı beşereSen olmazsan cihanda bir şey olmaz müebbed Beka tubasından mı kesip almışlarKalemsiz bir memleket dehre mecbur kalmışlarMektep medrese bütün bir kalemin eseriİlmi, fazlı, hüneri kalem ile salmışlar İz'an dile gelirse beş kişiye duyururLakin kalem sesiyle beş kıtaya duyururDilin sesi ânidir kalemin cavidanîEy kalem ebediyen bize hakkı haykır dur Feyyazsın çınlatır asırları hitabınHer yerinde okunur her çağında kitabınMedeniyetler senin hizmetine medyundurÇağlar hayat boyunca sesi, bu hoş mızrabın İradenin kölesi parmaklara tutsaksınFakat her duyguya sen bir hemdem-i mutlaksınFakat her kalbe girer her ruha sen sırdaşsınEy kalem! kanalından derdimi bırak aksın Kabil olsa ey kalem nurun kalbimi kazsınÂh! Şu acz olmasa kalem kalbimi yazsınYok sende bir damlacık gözyaşı belagatıYok bu sonsuz ruhumu sen sarıp yazamazsın Sahilsiz bir denizi sığar mı hiçbir bardakSonsuz geniş gökleri alır mı hiçbir çardakGirer mi bir kâğıda baharda ki bir revnakSiner mi bir fenere dehri kaplayan şafak Girer mi bir kutuya başdan başa bir alemBir kaleme sığar mı kalbe sığmayan na'lemRuhu aşan bir emel kalpten taşan bir elemArza gelmez seninle sus dur! ey kırık kalem!

Zafer ENGİNSOY 01 Şubat
Konu resmiMürekkep

Necmeddin Okyay, güçlü kuvvetli bir hamal tutup ona nezaret ettiğini ve yarım saatte ne kadar tokmaklandığını sayarak mürekkebin kıvama gelmesi için kaç darbe vurulduğunu hesapladığını belirtir. Mürekkebin yapılması bitinceye kadar kaç yarım saat vurulduysa onu evvelce bulduğu rakamla çarpar. Böylece bir havan mürekkep imali için yaklaşık 500.000 defa tokmaklanması icap ettiğini bulur. Eskiler ise 80.000 tokmak vurulması gerektiğini söylemiştir. Bir birim is için dört birim Arap zamkı konur. Zamk beş birim olursa bu nevi mürekkeple yazıldığında parlak görünür, fakat akıntısı eksilir, zor yazılır, zamanla çatlama ihtimali de vardır. Dört birimden az zamk konarak yapılmış mürekkeple yazılanlar ise, el sürüldüğü vakit çıkar ve siyahlık verir. Hat sanatında kullanılan çeşitli renk ve kıvamdaki sıvı yazı malzemesidir. Arapça'da midâd ve hibr, Farsça'da siyâhî, zekâb, zügâlâb denilir. Birkaç maddenin birleşiminden oluştuğu için Türkçe'de mürekkep denilmektedir. Kur'ân-ı Kerim'de Kehf Suresi 109. âyette De ki : Eğer Rabbinin sözlerini (yazmak) için denizler mürekkep olsa, onun bir benzerini de destek için getirmiş olsak, Rabbinin sözleri bitmeden, denizler biterdi. Lokman Suresi 27. âyette mürekkep lafzen zikredilmeden aynı mana ifâde edilmektedir. Eğer yerdeki ağaçların hepsi kalem, deniz, ardından yedi deniz daha mürekkep olsa, Allah'ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah, çok güçlüdür, işi sağlam yapandır ve yaptığında hikmet bulunandır. Çeşitli hadislerde de mürekkepten söz edilmekte, Hz. Peygamber'in vahiy kâtiplerine mürekkebi iyi yapmalarını emrettiği rivâyet edilmektedir. Çeşitli yazılı belgelerden, milattan önce Akdeniz ve Anadolu çevresindeki farklı kültürlerde yaygın biçimde siyah is mürekkebinin yapıldığı anlaşılmaktadır. Milattan önce 2500 yıldan beri kullanıldığı bilinen Çin mürekkebi (çini mürekkep), iki birim reçine isiyle on iki birim zamk ve bir birim kalkanthos un karışımı ile elde edilir. İnce ve sabit özelliğiyle yazı, mimarî çizim ve tarama resimlerde çokça kullanılır. Eski medeniyetlerde mazı mürekkebi, demir oksitli mürekkep, metalik mürekkep çeşitleri, mürekkep balığının mürekkep torbasından salgılanan siyah maddeden yapılan mürekkep, ateşte pişmiş purpura ve deniz kabukları, zincifre, kermes, lak, koşnilden kırmızı mürekkep, altın ve gümüş mürekkep gibi çeşitler yapılmıştır.İslâm kültüründe eski yazma kitaplarda parlaklık ve siyahlığını koruyan is mürekkebinin ana unsuru bal mumu, bezir yağı, neft yağı ve gaz yağı gibi maddelerin usulüne uygun olarak yakılmasıyla elde edilen istir. Camilerde yakılan yağ kandillerinden çıkan is ancak âdî mürekkep yapımında kullanılmaktaydı. Süleymaniye Camii'ndeki is odası günümüze gelmiş bir örnektir. Cami içindeki hava cereyanları hesaplanarak zeytinyağı ile yanan kandillerden çıkan islerin Haliç kapısı üzerindeki menfezlere gidip yukarıdaki odada toplanması sağlanmıştır. Gülzâr-ı Savab'ın (s. 93) tarifine göre mürekkep elde etmek için birkaç toprak çanağa halis bezir yağı doldurulup rüzgârsız bir yerde içine kısa bir fitil konularak yakılır. Çanakların üzerine başka çanaklar kapatılır. Çıkan isler ateşten kızıp yanmadan üstteki çanaklar kaldırılır ve kuşkanadıyla bir kâğıda alınır. Toplanan isler, birkaç kat mesâmatlı kâğıda sarılarak ekmek hamuru içine konulup fırında pişirildiğinde isteki yağ ekmeğe geçer. Yağlı is, yapılacak mürekkebi bozduğundan bu şekilde temizlenmiş olur. Ancak günümüzde artık böyle zahmetli şekillerde is elde edilmesi yerine karbon 25 printex u hazır olarak alınıp kullanılmaktadır. Is mürekkebinin terkibine giren ve onu kâğıt üzerine tespit eden Arap zamkının iyisi Sudan'dan gelen cellâbi nevidir. İyi zamk soğuk su ile ıslatıldığında bir gecede erimelidir. Boza kıvamındaki zamk mahlulü önce sık dokulu bezden geçirilerek süzülür. Kaynaklarda değişik formülleri hakkında bilgi verilen is mürekkebinin yapılış tarzı zamanla giderek sadeleşmiştir: İs, zamk mahlulü, saf su. Son mürekkepçilerden Hattat Necmeddin Okyay'ın tarifine göre, süzülmüş ve bekletilmiş boza kıvamındaki Arap zamkı mahlulü taş havana konup içine azar azar is atılarak taş tokmak yardımıyla zamka yedirilir. İs havalandığı için birden konulmayıp yavaş yavaş karıştırılır ve tokmakla dövülmeye başlanır. Koyulaştıkça su eklenir. Tokmak öyle vurulmalıdır ki tabanca gibi patlamalıdır. Mürekkebin kalitesi isin iyice ezilip zamkın içinde erimesine bağlıdır. Bu da günlerce dövmekle sağlanır. Necmeddin Okyay, güçlü kuvvetli bir hamal tutup ona nezaret ettiğini ve yarım saatte ne kadar tokmaklandığını sayarak mürekkebin kıvama gelmesi için kaç darbe vurulduğunu hesapladığını belirtir. Mürekkebin yapılması bitinceye kadar kaç yarım saat vurulduysa onu evvelce bulduğu rakamla çarpar. Böylece bir havan mürekkep imali için yaklaşık 500.000 defa tokmaklanması icap ettiğini bulur. Eskiler ise 80.000 tokmak vurulması gerektiğini söylemiştir. Bir birim is için dört birim Arap zamkı konur. Zamk beş birim olursa bu nevi mürekkeple yazıldığında parlak görünür, fakat akıntısı eksilir, zor yazılır, zamanla çatlama ihtimali de vardır. Dört birimden az zamk konarak yapılmış mürekkeple yazılanlar ise, el sürüldüğü vakit çıkar ve siyahlık verir. Bu şekilde yapılan mürekkep çuhadan süzülerek içinde yabancı madde kalmaması sağlanır ve yazının nevine göre sekiz on misli sulandırılıp kesafeti ayarlanır. Eski mürekkepçiler, kendilerinden mürekkep isteyenlere hangi tür yazı için kullanılacağını sorarlardı. Çünkü sülüs için ayrı, ta'lik için ayrı, nesih için ayrı kıvamda mürekkep bulunurdu. Fazla sulu ise kâğıt üzerinde siyah yerine gri renk veren ve makbul olmayan bir mürekkebi koyulaştırmak için suyu uçurulur. Yazarken pratik bir çare olarak mürekkebi koyulaştırmak icap ederse sol elin baş ve şahadet parmakları arasındaki çukurluğa birkaç damla mürekkep konur. Vücut hararetiyle suyu azalan mürekkep koyu renk vererek yazar. Zamkı fazla olan mürekkeple yazılan yazılar geç kurur. Bu yazılar rutubette kalırsa zamanla karşı sayfaya yapışabilir. Bal mumu ve bezir yağından yapılan is mürekkebi sulu olursa gri yerine devetüyü rengi verir. Bezir isine başka maddeler ilâvesiyle elde edilmiş mürekkeple yazılan yazılara güneşte yandan bakılınca rengârenk görünür. Bu mürekkebe tâvusî denir. İs mürekkebinin çok kullanıldığı eski dönemlerde havanda fazla dövülme imkânı bulunamazsa, az dövülmüş mürekkep kapalı bir kap içinde çok açılıp kapanan kapılara veya uzun yola çıkarılan develere asılarak hareket halinde sarsıntı ile terbiye edilmesi sağlanırdı. Günümüzde çok farklı düzeneklerle, hatta hususî mürekkep makineleriyle mürekkep imâl edilmeye başlanmıştır. İs mürekkebinin, zamanla hiçbir surette solmadığından solüsyon tarzındaki Batı usulü mürekkebe karşı üstünlüğü vardır. Ancak bugünkü kalem sisteminde kullanışlı olmaz, kamış kalem için mükemmeldir. Bu mürekkep bir is süspansiyonudur, yani is parçacıkları erimeden zamkın yardımıyla suda asılı kalmıştır. Âhârlı kâğıda bununla yazıldığı vakit yüzeyde kalır, silinip kazınmaya, hatta yalanmaya müsâittir. Bu hâl ise eski sanat yazılarımız için gerekli bir husus olup okumuş yazmış kimseler hakkında kullanılan mürekkep yalamış tabiri de buradan gelir. Sanat eserlerini yazmak üzere kullanılan mürekkep kendi kendine kurumaya terk edilir. Ancak resmî yazıların çabuk kurutulması için yazının üzerine rıh veya rîk denilen renklendirilmiş bir çeşit ince kum, içine konulduğu rıhdan yardımıyla serpilirdi. Aynı maksatla -Viyana'dan getirildiği için- Beç rıhı denilen bir çeşit yaldız kırpıntısı da kullanılmıştır. Bu rıh is mürekkebi kuruduğu zaman, içinde çok güzel görüntü verir. Eskiden çok değişik renklerde (gülgunî, lâcivert, âsumanî, yeşil...) mürekkep yapılmışsa da en çok kullanılanları sarı (zırnık), kırmızı (la'l ve surh), beyaz (üstübeç) ve altın (zer) mürekkepleridir. Bunlara ilâve olarak günümüzde çok daha değişik renklerde ve özelliklerde mürekkepler yapılmakta ve kullanılmaktadır. Renkli dokulu kâğıtlar ve renkli mürekkepler kullanılarak bazen tezhibe ihtiyaç duyulmadan, hoş levhalar yazılmaktadır. Akrilik boyalardan, oksit boyalardan çeşitli markalarda güzel renkli mürekkepler bulunmaktadır.

İdare İdare 01 Şubat
Konu resmiGıybet illeti

Bu durum çocuklarımızın matematik derslerindeki havuz problemleri gibidir. Problemlerde havuzlar ve musluklar vardır. Havuzdaki suyun dolu kalması için dibindeki muslukların kapalı olması gerekir. Yoksa siz yukarıdan suyu doldurursunuz, aynı su aşağıdan boşuna akar, gider. Aynen gıybetteki gibi, siz ha bire ibâdet edersiniz, hayra koşmaya gayret edersiniz ancak diliniz tutmayarak, gıybet ederek bu kazancınızı sarf edersiniz. Mübarek dinimiz bu hakîkati kurumsallaştırmış ve def-i şer celb-i nef'a müraccahtır kaidesini koymuştur.Yani önce şerri def etmek tercih edilir. Yani havuzun dibindeki muslukların kapatılması esastır. İfsadın, artık kişiler yerine toplumların hedef alınarak yapıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Öyle ki insanların gizlilerinin araştırılması, haklarında gıybet ve iftiraya varan ifadelerin kullanılması, özel hayatlarının ortaya saçılması artık sıradan, günlük hayatta konuşulan önemli konular haline gelmiş. Toplumsal ifsadı gerçekleştiren komiteler bununla da kalmayıp hadiseyi toplu iletişim araçlarıyla kurumsallaştırıp insanlara sevdirerek sürekli bazı mesajları gündemde tutmuşlar; Bu iş kötü olabilir, bilinçaltında öyle kalmış olabilir, ama zevklidir ve tatlıdır. En azında sen yapmıyorsan bile dinle, seyret. Bu işlere alış, hayatın kendisi bu. Alışkanlık haline getir. Zira herkes yapıyor.Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bazısı günahtır; birbirinizin kusurunu araştırmayın; biriniz diğerinizi gıybet etmesin. Sizden bir kimse ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphe yok ki Allah tevvabdır (tövbeleri kabul eder), rahîmdir (merhamet eder). (1) âyetinin tehdidine mazhar, gıybet eden insanlara arkadan konuşmayalım dediğimizde bize verilen klasik bir cevap vardır: yüzüne de söylerim, ne arkasından konuşayım! Bile bile gıybetin ve çirkinliğin cevabıdır bu. Oysa Bediüzzaman Hazretleri (ra) Hadis-i Şeriften istifade ederek gıybeti en açık ifadesiyle Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır diye ifade ediyor (2). Gıybet hakkındadır diye müstakil olarak yazdığı küçük risalesinde gıybet ile ilgili kullandığı ifadeler de çok önemlidir. Çirkin, menfur, zehirleyen, canavarcasına, insafsızca, müstekreh. İşte gıybet bu ifadeleri ziyadesiyle hak eden insanları ve toplumları kemiren, yiyip bitiren bir illettir. Şeytanın, konuştuklarında, yani gıybet ettiklerinde ağızlarına bal sürerim dediği ve küçük bal küplerini gösterdiği zevklendirmelerin çokça yaşandığı bu günlerde, ağzımıza sık sık bal sürüldüğü bir hakîkattir. Bu zehirli, ama tadı çok güzel olan bal ile kötü olduğunu bildiğimiz halde hayırlı işlerimizi tehlikeye atarak maddi ve manevi hayatımızı zehirleriz. Nice gayretle kazandığımız manevi güzelliklerimizi dilimizi tutmayarak, dillerini tutamayanları dinleyerek ve en kötüsü dillerine insan eti bulaşmış insanların sofralarında gezinerek mahv ederiz. Kaşık ile kazandıklarımızı kepçe ile veririz. HAVUZ PROBLEMLERİ Bu durum çocuklarımızın matematik derslerindeki havuz problemleri gibidir. Problemlerde havuzlar ve musluklar vardır. Havuzdaki suyun dolu kalması için dibindeki muslukların kapalı olması gerekir. Yoksa siz yukarıdan suyu doldurursunuz, aynı su aşağıdan boşuna akar, gider. Aynen gıybetteki gibi, siz ha bire ibâdet edersiniz, hayra koşmaya gayret edersiniz ancak diliniz tutmayarak, gıybet ederekbu kazancınızı sarf edersiniz. Mübarek dinimiz bu hakîkati kurumsallaştırmış ve def-i şer celb-i nef'a müraccahtır kaidesini koymuştur. Yani önce şerri def etmek tercih edilir. Yani havuzun dibindeki muslukların kapatılması esastır. Zira muvazene usulü geçerlidir. Her zaman şer hayrı götürür. O halde şerri def et ki daha sonra yapacağın hayırlar sana kalsın. Yoksa kıymetten düşerler. AKIL-DİL-GIYBET Hz. Üstad (ra) bu asırda istidatlarını hayırda kullanmayan insanların bir kısmı için akılları geveze ifadesini kullanıyor. Demek gıybet meselesi öncelikle akıllarda çözülmesi gereken bir problemdir. Zira geveze olan dil değil akıldır. İnsanın evvela aklını gıybet etmemek ve gıybetin ne derece kötü olduğu konusunda ikna etmesi gerekmektedir. Eğer bir Müslüman gıybet ederek başka insanların hukukuna insafsızca tecavüz ettiğini, âyet-i kerîme gereği din kardeşinin etini yediğini kendine, kalp ve ruhuna iman ile anlatabilirse artık gıybetten emin olur ve bu işi bir mekanizma haline getirebilir. O zaman da ne gıybet eder ve ne de ettirir. Hatta insanlar onu gördüklerinde kendi konuşmalarına dikkat ederler. İşte İslâmiyetin gıybet mevzusunda istediği de budur. Gıybet etmemek, nazikâne ve nezihine ikazlarda bulunarak, lisan-ı hâl göstererek gıybet ettirmemek. Bunların hiçbiri olamıyorsa gıybet edilen meclislerde bulunmamak. Bu noktada akıl-dil-gıybet üçlüsü devrededir. Eğer akıl, bu hassasiyette olursa dil itidalli konuşacak ve hadisi şerif gereği ya hayır söyleyecek ya da susacak. Aksi halde akıl gıybete meyyal ve böyle alıştırılmış ise gıybet cinayetleri insan eti yiyen bir dil ile işlenecek. İşte bu nedenle hem Kur'ân hem de hadisi şerifler dilin kullanımı konusunda çok ikazlarda bulunmuşlardır. Süfyan ibnu Abdullah (ra) rivayet ediyor: Ben Hz. Peygamber'e Ey Allah'ın Resulü bana İslâm'dan öyle bir şey öğret ki bundan sonra artık hiç kimseden İslâm hakkında bir şey sormaya muhtaç olmayayım diye sorduğumda, Hz. Peygamber cevap olarak şöyle dedi Allah'a iman ettim de, sonra dosdoğru ol. Hz. Peygamber'e sormaya devam ettim. Hangi şeyden sakınayım ya Resulallah? O (a.s.m) da eliyle dilini tutup sonra işte şu buyurdu (3). Bir başka hadisi şeriflerinde de Dilini tutan kurtuldu (4) buyurmaktadır.Demek insanın dilini tutması o derece ehemmiyetlidir ki dilini tutmakla veya hayırları söylemekle güzelliklerin kapısı açılır, gıybet ve dedikoduya da engel olunur. Hz. Resul-ü Ekrem Efendimiz (a.s.m) dan sonra insanların en hayırlısı olan Hz. Ebu Bekr-i Sıddık'ın (ra) sıddıkıyet mertebesine ulaşmasında bu hakîkatin önemi büyüktür. Rivayet edilir ki kendisi ağzında, dilinin altında küçük bir taş taşır ve konuşacağı zaman taşı çıkarıp konuşurmuş. Bu rahatsız hal ile her zaman gıybet imtihanını hatırlarmış. Yoksa gıybet eden bir Müslüman nasıl sıddık olabilir ki. MUM VE FİTİL Allah (c.c) muhafaza etsin mum nasıl fitili ile kendini yer bitirir insan da kendi diliyle kendini ateşe hazırlayabilir. Bu noktada Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen, muhâldir ki, hakikî envâr-ı hakîkate vasıl olabilsin (5) diye kahramanane konuşan Şeyh Sad-i Şirâzî (r.a) Bostan'ında gıybet için;Bir adam, duyulduğu zaman yüzünün sararacağı sözü, niçin gizlice söyler! Duvar dibinde kimseye gıybet etme.Belki duvar arkasında bir dinleyen vardır. Gönlünün içi sır saklamaya mahsus kapalı bir hisardır. Bak, dikkat et, hisarın kapısı açık kalmasın! Mum dili yüzünden yandığı cihetle, âlim insan ağzını dikmiştir. diyor. Evet, âlim insan gıybet noktasında ağzını dikmiştir. ÜÇÜNCÜ TEKİL ŞAHISLAR VEGIYBETTEN KORUNMA Mademki ölçü Sevgili Peygamber Efendimizdir (a.s.m), hem mademki kendisi Ben günde yüz kere tövbe ederim buyuruyor. O zaman gıybetten korunmak için kişinin öncelikle kendi kusurlarıyla uğraşması gerekir. Kişiye, kendisinin kusurları ömrü boyunca yeteceğinden başkasının kusurlarını görmeye ve konuşmaya zamanı yoktur.Halk arasında başkalarının hatalarını çok konuşup da kendini beğenenlere Sen galiba hiç aynaya bakmıyorsun derler. Buradaki ayna ders alınan, insanların bakıp da hatalarını gördüğü aynadır. Yaşadığımız Ahirzamanın aynaları ise farklıdır. Aynaya bakıp da bir türlü kendilerini görmeyen veya görmek istemeyen insanların yaşadığı bu zamanda onların aynalarında hep başkaları, başkalarının hataları ve eksiklikleri vardır. Onların halleri başkalarının gözündeki çöpü görüp kendi gözlerindeki merteği (kalası) görmez lerin halleri gibidir. O zaman hayatımızda üçüncü şahıslar ancak belli ruhsatlarda olmalıdır. Bu ruhsatları da İslamiyet açıkça belirtir. Bunun dışında bir üçüncü kişiden bahsedildiğinde itidal ile bahsedilmelidir. Ne olan, ne olmayan, ne çok iyi ve nede çok kötü şeyler söylemekten kaçınılmalıdır. Özellikle aile hayatında daha dikkatli olunmalıdır ki rahatın ve gıybetin kol gezdiği bir ortamdır. İnsanlarla uğraşmak yerine zamanı ilim tahsiliyle ve ibâdetle geçirmek çok esaslıdır. Akıl ne kadar ilim tahsili ve ibâdetle nurlandırılırsa dil de o kadar hikmetli ve dikkatli konuşacak ve gıybete girmeyecektir. Denizcilerin, denizlerde tecrübe ettiği bir sözleri vardır. Derler ki rüzgârın genci yaşlısı olmaz. Yani sert de esse, hafif de esse rüzgâr rüzgârdır ve her zaman dikkate alınmalı, tedbirde bulunulmalıdır. Aynen öyle de gıybet de gıybettir. Genci, yaşlısı, azı, çoğu olmaz. Bazen gıybet zina gibidir öyle zamanda ve mekânda yapılır ki insanların ölümüne netice verir ve aleni zina günahı seviyesine çıkar. Bazen yuvaları bozar, akılları dağıtır. Ama hepsi gıybet olma hususunda aynıdır. Kur'ân'ın tehdidinden payını alır. Sobanın odunu yediği gibi payına göre amel-i salihi yer bitirir. Aman dikkat edelim dinimizce gıybet etmek, gıybet dinlemek, gıybet edilen yerlerde bulunmak kesinlikle men edilmiştir. Muhakkak gıybet edildiğinde nazikçe uyarılmalı ve gıybet muslukları kapatılmalıdır. Unutmayalım ki gıybetten korunmak ya da gıybet etmemek bir eğitim işi ve bir alışkanlıktır. Kısacası bir hayat tarzıdır ve böyle olmalıdır. Nasıl ki gıybet edenler zamanla alışırlar. Gıybet etmeyenler de zamanla etmemeye alışırlar. Böyle devam ettiklerinde de Cenâb-ı Hakk bu noktada ziyadesiyle yardım eder. O zaman bu eğitimi kendimize, ailemize ve çocuklarımıza vermeliyiz. Çocuklarımız, evlerinde gıybet edilmeyen ailelerin çocukları olsunlar. Meclislerimiz sadece hayırların konuşulduğu meclisler olsunlar. O zaman baki meyveler verebiliriz. Yine her zaman aklımızda bulunsun ki gıybet zayıf, zelil ve aşağıların silahıdır.Muhabbetle kalınız. Kur'ân-ı Kerim, Hucurat suresi, 12.ayet. Mektubat 1, Osmanlıca nüsha, sayfa 102. Hadis Ansiklopedisi, Kütüb-ü Sitte, Akçağ Yayınları, 16. cilt, sayfa 339, hadis No: 5909. Tirmizî, Kıyâmet 50, Dârimî, Rikak 5. Mektubat 2, Osmanlıca nüsha, sayfa 304.

Ayhan Mirza İNAK 01 Şubat
Konu resmiNe anlam taşır ki bu hayat!
İnsan

KARANLIK KUYUDAN GELEN FERYAT: Ne anlam taşır ki bu hayat! İşte kâinat! Hangi yöne çevirse başını insan, gördüğü; inkâr edilemez bir ilim, kudret ve sanat! İlim var çünkü bir âlimi var âlemin. Kudret var, çünkü var bir Kadir, Kayyum ve Metin.San'at var çünkü Bânî var, Sâni' var. Küçük bir sınıfta az bir süre öğretmensiz kalışıyla çıkan kargaşayı bilen insan, milyonlarca yıldır süregelen düzeneğin izahını topal tesadüflerle yapmaya çalışmamalı.Hep isabet edenin tesadüf olamayacağını bile bile akla ters düşüp, kalbin muktezasını bırakıp, nefret saçan inkârına inatla devam etmemeli. İnsanlara öfkelenip acısını Allah'tan çıkarmak isteyen bir adam, kapatıp gözlerini Görmüyorum artık seni, yoksun sen! dedi ve kendini bir karanlık kuyuya hapsetti.Bu kuyu, her şeyin yoklukla pençeleştiği… Bu kuyu, yalnızlığın, çaresizliğin buz kestiği… Bu kuyu, akıl fukarasının, inat ibâdının, muhabbet müflislerinin düşüp düşüp can verdiği…Kırık kolu ve bacağıyla acı içinde şu karanlığı bastıracak bir şeyler aradı yine de. Yine de bulmak istedi kahreden kaskatı karanlığı sıyırıp atacak bir umut. Düşündü, düşündü. Çok şeyler düşünüp hepsinden vazgeçti bir bir. Ve en son, Yokluk denizine gömülüp gitmenin ardından geriye iyi bir anı bırakmaktır. Bu kuyunun ışığı diye düşündü. Bu elinde kalan son kibrit çöpüydü. Aslında o da biliyordu daha üç nesil öncesinde tutkuyla hayat süren yüz binlerin, bugün yaşayanların hatıralarında bulunmadıklarını. Biliyordu bu son kibrit çöpünün de ne ateş ne de ışık olamadığını. İnkârla bütünleşmiş bir isyan ile bağırdı sonra: Ne anlam taşır ki bu hayat?Doğruydu. Kâinat ilahsız, dünya âhiretsizse ne anlam taşısındı ki bu hayat? Saniye saniye yokluğa akan bir selin içindeydi. Kemirgen şüpheye teslim ettiğinden beri kendini çaresiz çırpınışların can havlindeydi. Ah bu güneş! Bakan güzel gözlere daima gülümseyen o güneş miydi? Alev alev yanan öfkesine bürünmüş başıboş serseri gibi tehditkâr, istihza kattığı bakışlarıyla sanki şöyle diyordu: Aklım eserse bir gün başınıza cehennem kesilirim! Ya o güneşi gözleyen güzel gözler? İşte yavrusunun, canından can kanından kan olan yavrusunun tatlı, iri gözleri? Yakında içi toprakla dolacak iki bahtsız kâseden başka neydi? Toprağın her yağmur ardından ciğerlerine çektiği burcu burcu rayihasında bile çürüyen bedeninin leş kokusunu alır gibiydi artık; kendisinin, yavrusunun, bir zamanlar sevdiklerinin, annesinin…Annesi… Çok küçükken en çok üç gün süren ayrılıklarında elbiselerine sarılarak teskin olmaya çalıştığı, iliklerine kadar hissettiği sevginin adı olan annesi… Düşündü bir süre hissiz… Doğurgaçtan başka bir isim veremiyordu şimdi. Acı ve nefret doldu içi. Ardından Doğurmaz olaydı! dedi. Şu insanlar! Kimi iyi, kimi kötü, ama hepsiyle bir bağı olduğunu düşündüğü şu insanlar! Oturup kalkan, yürüyüp konuşan iskeletlerdi. Herkes teker teker düşüyordu boşluğa; bir daha duymamak, görmemek, bilmemek, bilinmemek üzere. Neydi onlarla bağı şu halde? Hiç dedi hiç. Sevmek, özlemek, değer vermek, ümit etmek, aramak, çağırmak, incitmemek, iyi olmak, yanlıştan uzak durmaya çalışmak… Çalışmak! Didinmek! Uğraşmak! Hepsi bir bir hüviyetini kaybedip anlamlarıyla tepetaklak düşüyordu. Sahi yanlış denilen şey ne idi? Doğrunun paralelindeki eylemler hangileriydi?Çökmüştü çatısı evrenin. Yağmur, fırtına her şeyi darmadağın etmişti. Kapkara bir çamur her yeri kaplamış bütün tabloların renkleri akmıştı. Niçin yaşasındı ki artık? Darağaçlarında sallananları mı yoksa asılmak üzere sıra beklerken gözyaşı akıtanları mı seyredip durmak için? Karanlıkta, soğukta, ümitsizlikte, çaresizlikte titredi titredi tam on altı ay. Sonra Bitsin! dedi. Bitsin bu işkence!Kararını vermişti.Fakat son bir kez başını kaldırıp yukarı bakmak istedi.…Bu kuyu her şeyin yoklukla pençeleştiği… Bu kuyu, yalnızlığın, çaresizliğin buz kestiği… Bu kuyu akıl fukarasının, inat ibâdının, muhabbet müflislerinin düşüp düşüp can verdiği…Bir göz kapamadır hâlbuki reddetmek. İnkâr; bir dava değildir, yok saymadır sadece. Çünkü yok sayma asla ispat edilememeye mahkumdur. Yok diyenin aklı hep ya varsa yla mağmumdur. Yapışkan neden ve niçinlerin peşine takılıp dibine çekildikleri bu kuyuda hayattan vazgeçmezlerse eğer ya iptal-i his ile hayal dünyasında yalancı bir avuntu bulacaklar ya da bu kesif karanlıktan yukarıya tırmanıp aydınlığa çıkacaklardır.Sırf akıl ile mümkün değildir âlemin keşfi. Sadece sol elini kullanarak tırmanmaya çalışan yol alabilir mi? Kalp en güçlü bileğidir insanın. İnsanın en güçlü arzusudur var! demek. Tırmanışâ€¦ düşünce düşünce tırmanış!İnsanoğlunun en akıllılarından yüz yirmi dört bin kişi, bir o kadar da sözünde emin şahıs ve bir o kadar da bilgin, ikinci bir hayatın haberiyle durmuşlar insanların önlerine. Bir damla sudan insan, iskelete dönmüş kuru dallardan yeni baştan capcanlı bir ağaç yaratandan haberlerle sesleniyorlar kalabalıklara. Hiçliğe giden hiçbir şey yok! diye diye rahmet müjdelerini haykırıyorlar. Yüz yirmi dört değil, 24 değil belki dört kişinin bu yön tehlikelidir! ikazıyla girdiği yoldan geri dönen insan, hayat yolculuğunu bunca haykırışlar ve çağırışlar rağmına gözlerini kapatıp, kulaklarını tıkayıp devam ettirebilir mi? Tırmanışâ€¦ cevap cevap tırmanış!İşte kâinat! Hangi yöne çevirse başını insan, gördüğü; inkâr edilemez bir ilim, kudret ve sanat! İlim var çünkü bir âlimi var âlemin. Kudret var, çünkü var bir Kadir, Kayyum ve Metin. San'at var çünkü Bânî var, Sâni' var. Küçük bir sınıfta az bir süre öğretmensiz kalışıyla çıkan kargaşayı bilen insan, milyonlarca yıldır süregelen düzeneğin izahını topal tesadüflerle yapmaya çalışmamalı. Hep isabet edenin tesadüf olamayacağını bile bile akla ters düşüp, kalbin muktezasını bırakıp, nefret saçan inkârına inatla devam etmemeli. Tırmanışâ€¦ kabul kabul tırmanış!Burası; küçücük midenin bile yeryüzü gibi bir devasa sofrayla, kara toprağın cömert rahmet yağmurlarıyla dualarına cevap bulduğu âlem. Yaratılanların en şereflisinin en güçlü arzusu olan Ebet yakarışı cevapsız kalabilir mi hiç?İmar var gözlerimiz önünde yükselen. Bir mimar var kendisini gizleyen. Ve hiçbir mimar nakış nakış süslediği, hassas mizanlarla inşa ettiği sarayını tavansız bırakmaz. Eserini mahvoluşun kucağına teslim etmez. Kâinat yokluğa, hiçliğe terk edilemez. Madem o var, diriliş var, ebediyet var, kavuşmak var, her taşın altından fışkıran hayata hayat katan koskoca manalar var.Ne anlam mı taşır bu hayat, ey kuyudaki adam?! Işığa doğru yaptığın her hamlede şu cevabı ver kendine.Madem O var her şey var!…Haydi, az daha gayret, çıkmak üzeresin!

Sedat EROĞLU 01 Şubat
Konu resmiİ'câz-ı Kur'ân

Kur'ân'ı Resulüne İkra! dedin indirdinZâtını insanlığa Rahmân diye sevdirdinİslâm'ı hak din diye Kur'ân ile bildirdinSâhib-i Kur'ân Sensin, onu koruyan Sensin! Kitabın Kelâmullah, Resulün HabîbullahFâtiha'dır ilk sure başındadır BismillahKendini tanıtırsın isimlerin: Rab, AllahSâhib-i Kur'ân Sensin, onu koruyan Sensin! Kur'ân'ın tamamı altı yüz üç sayfadırOtuz cüz'ü bulunur her biri dört parçadırYirmi üç yılda indi, iniş safha safhadırSâhib-i Kur'ân Sensin, onu koruyan Sensin! Yüz on dörttür suresi ne bir az ne bir fazlaİmanımız böyledir, okuruz büyük hazlaKâinatın tefsiri kabul ederiz aşklaSâhib-i Kur'ân Sensin, onu koruyan Sensin! En uzun suren okunur, başta Elif, Lam, MimNe güzel kelamdır bu, yoktur şüphe Ey Rabbim!En kısa sure Kevser okur okur içerimSâhib-i Kur'ân Sensin, onu koruyan Sensin! Ayetleri altı bin altı yüz altmış altıSayısı ne bir eksik ne de birdir fazlasıİmanımız böyledir, korur onu i'câzıSâhib-i Kur'ân Sensin, onu koruyan Sensin! Kur'ân'ın kelimatı yetmiş altı bin dört yüzKelimat-ı Kur'ân'da mühim esrar görürüzÇünkü konuşan Sensin, bunu böyle bilirizSâhib-i Kur'ân Sensin, onu koruyan Sensin! Harflerinin sayısı üç yüz bin altı yüz yirmiŞu mukaddes hurufta pek çok esrar var gizliKur'ân'ın bütün hali; sarih, ima, remizliSâhib-i Kur'ân Sensin, onu koruyan Sensin! Kitâbını indirdin hak geldi oldu zâhirBâtıl anlaşılmıştır, hepsi oldular zâilBir ismi Furkan'dır ki beynel hakkı ve'l bâtılSâhib-i Kur'ân Sensin, onu koruyan Sensin! Yedi vech-i i'câzı onun mucizesidirHer kelime yan yana dizilmiş bir incidirHer âyetin sayısız anlamı var gizlidirSâhib-i Kur'ân Sensin, onu koruyan Sensin! Yüzüne bakmak sevap, okumak başka mezakAnlamak ve idraki ondadır asıl merakŞefi'ü'l- müznibindir öyle buyuruyor HakSâhib-i Kur'ân Sensin, onu koruyan Sensin! Tevâfuk mucizesi görünür ayan beyanNurdan nasibi olmaz, bu remzi anlamayanHangi sayfayı açsan inan ki olur ayanSâhib-i Kur'ân Sensin, onu koruyan Sensin! Her sayfada lafzullah bir insicam iledirAynı anlama gelen kelimeler üst üstedirBunu gören mü'minin imanı ziyadedirSâhib-i Kur'ân Sensin, onu koruyan Sensin! Tevâfukun keşşafı Üstad BediüzzamanLevh-i mahfuzda nasıl yazılmışsa o zamanHusrev Efendi yazmış kalbine olmuş ilhamSâhib-i Kur'ân Sensin, onu koruyan Sensin!

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiMeydan Savaşları -iki-

Hayatta galibiyet kadar, mağlubiyetin de normal olduğunu kabullenmeliyiz. Bir ordu her zaman galip gelmez. Allahın yüce Resulü de Uhud'un nihayetinde, Huneyn'in bidayetinde mağlubiyet yaşamıştı. Allah yüce kitabında Biz bu günleri insanlar arasında evirir çeviririz (bir gün biri galip gelir, bir gün diğeri.) buyuruyor. Gündüz daimi olmadığı gibi, gece de daimi değildir. Bizim gecemiz de daimi olmayacak. (Sabah yakın değil midir?)Allah'ım! Bütün hamdler Sana mahsustur.Allah'ım! Senin genişlettiğini daraltacak, uzaklaştırdığını yaklaştıracak, yaklaştırdığını da uzaklaştıracak yoktur! Senin vermediğini verecek, verdiğini de engelleyecek yoktur! Senin doğrulttuğunu saptıracak, saptırdığını da doğrultacak yoktur! Allah'ım! Bereketlerini, rahmetini, fazlını ve rızkını üzerimize yay!Allah'ım! İhtiyaç gününde Senden nimet, korku gününde de Senden emniyet istiyoruz! Allah'ım! Bize verdiğin şeyin şerrinden de, vermediğin şeyin şerrinden de Sana sığınıyoruz!Allah'ım! Bize imanı sevdir ve onu bize güzel göster Kalbin galip geldiği savaştan kısa bir müddet sonra, iki ordu tekrar karşı karşıya geldiler: Bu savaşta birinci savaşın aksine Kalbin askerleri daha çoktu. Birinci savaştan sonra Nefis ordusundan Kalbe iltihak edenlerle ordu kalabalıklaşmıştı. Kalp ve ordusu birinci savaşın galibiyetle neticelenmesi ve askerlerin daha da artmasından dolayı, savaşı kazanacaklarını düşünüyorlardı. Hidâyet, Allahın yardım ve inayetinden ziyade, çokluğuna güvenen ordunun bu halinden rahatsızdı, ama yine de ordunun maneviyatını bozmamak için ses çıkarmıyordu. Bu savaşta Kalbin sancağını nefis ordusundan kalbe iltihak etmiş olan Gurur taşıyordu. İhlas eskiye nisbetle zayıfladığı için, layıkıyla sancağı taşıyamaz deniliyordu. Üstelik Gurur oldukça cüsseli, güçlü kuvvetliydi. Kalp, Nefis ordusundan kendisine iltihak etmiş yeni askerleri, ordunun sağ cenahına yerleştirdi. Fakat onlara tam güvenemediğinden, merkezdeki Sabrın emrindeki bir kısım kuvvetleri sağa kaydırdı. Karşı tarafta Nefsin sol cenahındaki askerlerin tamamı gelmemişti. Bu gözle görülmekle beraber, casuslar da öyle söylüyordu. Fakat bu bir oyun olabilirdi. Bu yüzden Kalp merkezde, yine Sabra aid bir kısım kuvvetleri sola kaydırdı. Bütün bunları yaparken Kalp komutanlarıyla istişare ediyor, ama vezir-i azamı Akıldan ziyade Kuvve-i Vâhime adlı şüpheci, korkak vezirinin tesirinde kalıyordu. Savaş bütün şiddetiyle başladı. Nefis ordusu azlığına rağmen canını dişine takmış savaşıyordu. Nefis casusları sayesinde merkezin zayıf olduğunu öğrenmişti. Bütün ağırlığıyla -kuvve-i şeheviye ve gadabiye ile- merkeze yüklendi. Kalbin en büyük dayanağı olan komutan Sabrın askerlerini öldürdü ve Sabrı da ölümcül bir şekilde yaraladı. Zaten sabrın en mühim savaşçılarının bir kısmı sağ, bir kısmı da sol cenaha gönderilmişti. Merkezdekilerde mukavemete kafi gelmiyordu. Savaşın ilerleyen saatlerinde sancağı taşıyan Gurur ortalıkta görünmez olmuştu. Bazıları onun öldüğünden, bazıları da Nefis ordusuna iltihak ettiğini söylüyordu. Kalp, ric'at emri verdiğinde, zaten savaş bütünüyle Nefsin lehine dönmüştü. Her taraf Kalb askerlerinin cesetleriyle dolmuş, bir kısım askerler tekrar Nefse iltihak etmişti. *** Kalp bütün ordusuyla Muhasebe ve Murakabe dağına çekildi. Dağılan ordu yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Yaralılar tedavi ediliyor, sağ olanlarda ordunun techizatıyla meşgul oluyordu. Bütün orduda büyük bir üzüntü ve sessizlik hakimdi. Kalb bu savaşta niçin meleklerin gelmediğini Hidâyetten sordu. Hidâyet şöyle dedi: Allah'ın bu orduya inâyetine en büyük sebeb, İhlas, Takva ve Sabır idi. (1) Sancak İhlasın elinden alındı, gurura verildi. Sabrın askerleri sağa, sola dağıtılmakla merkez zayıflaştırıldı. Takva gözetilmedi. Aklın görüşleri değil, vehmin görüşlerine itibar edildi. Allah'ın yardımı ve melekler de bu yüzden gelmedi. Yoksa Allah'ın vaadi hakdır. Melekler daha önce geldiği gibi bu savaşta da gelecekti. Ama şartlar tahakkuk etmedi. Eğer şartlara riayet edilseydi ordu yine inayetlere mazhar olacaktı. Kalp, çadırında bütün komutanlarını topladı. Kuvve-i Vahime bu yenilgiden mes'ul olmakla beraber, yine de Biz Nefse galip gelemeyiz, o hem güçlü, hem tecrübeli diyordu. Akıl onu tersleyerek susturdu ve azarladı. KOMUTAN KALBİN ORDUYA HİTABI VE DUÂSI Kalp komutanlarına şöyle hitap etti: Kişi bir kusur işlediğinde kendi kusurunu görmelidir. Kusurunu başkalarına nisbet eden insan nakıs bir insandır. Bu savaşta mağlubiyetimizin en büyük sebebi, benim yanlış hareketlerimdir. Ordumuzun çokluğunun, düşmanlarımızı yenmeye yeterli olacağını zannettim, Gururu, İhlasa tercih ettim. Sabrın kuvvetlerini dağıttım. Takvaya riayet etmedim. Hidâyetin ve Aklın tavsiyelerini tutmadım. Yoksa sizler hepiniz vazifenizi yaptınız. Ben bütün kusurlarımdan Allaha tevbe ediyorum. Hayatta galibiyet kadar, mağlubiyetinde normal olduğunu kabullenmeliyiz. Bir ordu her zaman galip gelmez. Allahın yüce Resulü de Uhud'un nihayetinde, Huneyn'in bidayetinde mağlubiyet yaşamıştı. Allah yüce kitabında Biz bu günleri insanlar arasında evirir çeviririz (bir gün biri galip gelir, bir gün diğeri.) (2) buyuruyor. Gündüz daimi olmadığı gibi, gece de daimi değildir. Bizim gecemiz de daimi olmayacak. (Sabah yakın değil midir?) Yenilgi vazgeçmeye sebeb olmamalıdır. Bir gün nasıl olsa öleceğiz. Kılıçla ölmeyen mutlaka başka bir şeyle ölür. Fakat ölümlerin şereflisi, kılıçla olanıdır. Bu yenilgi, bizi mukaddes gayemizden vaz geçirmeyecek. Bu yenilgi bizi daha da olgunlaştırdı. Gözümüzü açtı. Güçlü ve zayıf taraflarımızın farkına vardık. Bu farkına varış, bize gelecekte yol gösterecektir. Birinci savaşta galib gelerek galibiyetin şartlarını, bu savaşta mağlub olarak mağlubiyetin sebeblerini öğrenmiş bulunuyoruz. Unutmayın ki, deneme yanılma metodu da bir öğrenme metodudur. Her ne kadar acı ise de. Bir savaşı kazanmanın veya kaybetmenin hem maddi, hem de manevi sebebleri vardır. Birinci galibiyetimiz, galibiyetin maddi ve manevi sebeblerine riayetten, mağlubiyetimizde bu maddi ve manevi sebeblere riayet etmemekten dolayı oldu. Bu savaşta yenildik. Çünkü çokluğumuz bizi gururlandırdı. Zaferin ancak Allahın izin ve yardımıyla olacağını unuttuk. Birinci zafer az olduğumuz halde, ihlas, Takva, Sabır ve Allahın yardımıyla olmuştu. Galib getiren, mağlub eden ancak Allahtır. (O dilediğini aziz eder, dilediğini zelil). O kendine itaat edeni aziz, isyan edeni zelil kılar. Bu mağlubiyet, bizim kendi hatamızdandır. Mağlub olmak büyük bir felaket değildir, asıl felaket kişinin ümid ve cesaretini kaybetmesi, yitirmesidir. Biz hala ümid ve cesaretimizi kaybetmiş değiliz. Allah bu memleketten nefsin iktidarını kaldırmak istiyor. Biz de istiyoruz. Allah'ın iradesiyle bizim irademiz bir gayede ittifak ettiğine göre, zafer bizim olacaktır. Fakat bu Allah'ın Kur'ânî şeriatına ve –tabiatta denilen- tekvinî şeriatına uymakla mümkündür. Kural koyan, koyduğu kurallara uyulmasını ister. Allah, dünya âlemine iki şeriat yerleştirmiştir ve bizden de bu iki şeriata uymamızı istemektedir. Bu şeriatlardan biri Kur'ân şeriatı, diğeri de -tabiatta denilen- tekvinî şeriattır. Biz ona inandığımız halde, onun koyduğu kurallara uymazsak, ama düşmanlarımız bu kurallara –yani tekvini şeriata- uygun hareket ederse, Allah Rabbü'l-Âlemîn ve Âdil-i mutlak olduğundan, onların çalışmasını boşa çıkarmaz. Onları galib getirir. (İnsan için ancak çalıştığı vardır). Bizim mağlubiyetimizin temelinde de bu var. Madem artık galibiyet ve mağlubiyetin sebeplerini anladık, madem hatalarımızı anlayıp tevbe ediyoruz, madem bu mağlubiyet bizi yıldırmayacak, mukaddes davamız uğruna nefsin ordusuyla sonuna kadar savaşacağız, madem İhlas, Sabır, Takva gibi komutanlara, Hidâyet ve Akıl gibi vezirlere sahibiz, madem Allah her zaman kendine yönelen samimi kullarını yardımsız bırakmaz, öyleyse nihai zafer bizim olacaktır. Kardeşlerim ben hakkımı sizlere helâl ediyorum. Sizler de haklarınızı bana helâl ediniz. Kalbin bu isteğine bütün komutanlar Helâl olsun! diye bağırarak yerine getirdiler. Herkes kucaklaşarak birbiriyle helalleşti. Kalp kıbleye yönelip ellerini açtı, bütün komutanlarda kıbleye yönelip ellerini açtılar. Kalp şöyle duâ etti: Rabbimiz! Yaptığımız hatalarla biz kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz. Rabbimiz Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yükler yükleme! Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bize bu yüzden azab etme! Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Rabbimiz! Günahlarımızı, işimizdeki aşırılıklarımızı bize bağışla, sebatımızı arttır! Sen bizim Mevlamızsın, düşmanlarımıza karşı bize yardım et! Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl ve kafir kavme karşı bize yardım eyle! Rabbimiz! Bize dünyada iyilik, ahirette de iyilik ver, bizi cehennem ateşinden koru! Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme, katından bize rahmet ver; şüphesiz Sen sonsuz bağışta bulunansın! Allah'ım! Bütün hamdler Sana mahsustur. Allah'ım! Senin genişlettiğini daraltacak, uzaklaştırdığını yaklaştıracak, yaklaştırdığını da uzaklaştıracak yoktur! Senin vermediğini verecek, verdiğini de engelleyecek yoktur! Senin doğrulttuğunu saptıracak, saptırdığını da doğrultacak yoktur! Allah'ım! Bereketlerini, rahmetini, fazlını ve rızkını üzerimize yay! Allah'ım! İhtiyaç gününde Senden nimet, korku gününde de Senden emniyet istiyoruz! Allah'ım! Bize verdiğin şeyin şerrinden de, vermediğin şeyin şerrinden de Sana sığınıyoruz! Allah'ım! Bize imanı sevdir ve onu bize güzel göster! Küfrü, fıskı ve isyanı da bize hoş gösterme, sevimsiz göster! Bizi doğru yola gidenlerden eyle! Allah'ım! Bizi Müslümanlar olarak öldür, Müslümanlar olarak dirilt ve perişanlıkla fitneye düşmeksizin bizi salih kimselere kavuştur! (4) *** Vucut memleketinin tarihçisi kuvve-i hafıza bu savaşlardan sonraki bütün savaşlarda ekseriyetle kalbin muzaffer olduğunu ve neticede vucut memleketine Kalbin hakim olduğunu, nefsin yakalanarak hapse atıldığını, daha sonra, memlekete huzurun, barışın, adaletin hakim olduğunu söyledi. Sözlerini şöyle tamamladı; Her memleketin nefis ve kalbi vardır. Memlekete ya nefis, ya da kalp hakimdir. Bu ikisi arasında da iktidar mücadelesi eksik olmaz. Kim hükümdar olursa, o memlekette onun kuralları geçerlidir. Nefsin hakim olduğu memlekette huzurun, adaletin, barışın yaygınlaştığı görülmemiştir. Burada birden durdu ihtiyar kuvve-i hafıza ve Sahi sizin memleketinizde kim hakim? Nefis mi? Kalp mi? Savaş devam ediyor mu? Ordunuz galip mi? Mağlub mu? diye sordu. Bu soruya hangi cevabı verebiliriz? Herkes kendi memleketini elbette daha iyi bilir. Bu sorunun muhatabı herkestir ve herkes cevabını kendi vermelidir. Bkz. O zaman sen müminlere şöyle diyordun: Rabbinizin, indirilmiş üç bin melekle size yardım etmesi size yetmez mi? Evet, eğer siz sabreder ve (günahlardan) sakınırsanız, onlar (müşrikler) şu anda bile üzerinize gelseler, Rabbiniz, alametli beş bin melekle size yardım edecektir. Âl-i İmrân. 124, 125 Âl-i İmrân, 140 Hud, 81 Kalbin duası bazı ayetlerden ve Uhut savaşından dönülürken peygamberimizin yaptığı duadan uyarlanmıştır.

Kudret UĞUR 01 Şubat
Konu resmiKaptan-ı Derya: İnsan

İçlerinden çok heybetli birisi onu aldı limana getirdi. Her şeyini teslim etmişti. Dizleri üzerine çöktü, secdeye kapandı. Ey Kâinatın halikı, ey kıymetli padişahım! Senin saltanat dairelerini uzaktan bile görünce titriyorum. Sana sunduğum bu gemideki hediyeler senin saltanatının yanında hiçtir. Bana merhamet et! Beni bağışla! dedi. O kyanusun dev dalgaları gemiyi yutarcasına güverteye çarpıyor, direkler çatırdıyor, gemi bir o tarafa bir bu tarafa yalpalıyordu. Ama kaptanın dirayeti ve mürettebatın gayretiyle gemi istikametini şaşırmıyor hedefine doğru yol alıyordu.Hiç gitmediği, görmediği bir memlekete gidiyordu gemi. Mimarisi, kullanılan malzemeleri de harikuladeydi. Her bir malzeme farklı ülkelerden getirtilmiş, en münasip yerlere yerleştirilmişti. Yemen, Hint işi halılar, örtülerle döşenmişti. Devlet bu kıymetli malları kaptanın zimmetine vermiş ona emanet etmişti. Gemi büyük bir kapasiteyle çalışıyordu. İçinde ham maddeyi işletip üretim yapan makineler, bin bir çeşit güzel sanatlar icra eden sanatkârlar, madenleri işleyen sarraflar vardı. En güzel hat levhalarıyla, tahta oymalı mobilyalarla süslü salonları vardı. Dört farklı mutfakla hizmet veriyor, yiyecekler dört ayrı kontrolden geçiyordu. Bütün bu hizmet gemideki özel yolcuların maddi, manevi rahatı içindi. Ama en önemlisi o gemi padişahındı ve o geminin harika işleyişi onun saltanatını, rahmetini ve her yerdeki terbiye ediciliğini gösterecekti. Bütün bu malzemeler devlet tarafından verilmiş, her ihtiyaç karşılanıyordu. Kaptanın tek vazifesi istikameti şaşırmadan içindeki kıymetli yolcuları sağ salim teslim edip, gemide icra edilen sanatları O kıymetli padişaha sunmaktı. Kaptanın etrafı son teknolojik donanıma sahipti. İletişim araçları ki bunlar gelecekten bile haberler veriyordu; Bak şimdi önüne buzdağı çıkabilir! Ya da fırtına gelmek üzere! diye haber veriyordu. En mühimi de pusulaydı, onsuz adım atmıyordu. Aksi takdirde fırtınalara yenik düşebilir, gemiye saldıran korsan gemilere hedef olabilirdi. Kaptan ara sıra iki özel misafiriyle sohbet edip onlardan güç alıyordu. Bazen güverteye çıkıp etrafı seyrediyorlardı. Fırtınalar dindiği zamanlar okyanusun turkuaz rengini ya da karanlıktan sonra güneşin ihtişamlı doğuşunu temaşa ediyorlardı. Bu memleketi yaratan zâtın her şeye gücü yeterdi. Bu teçhizatlı geminin sahibi de O değil miydi. O hem Hakîm hem de Rahîm'di, belki karaya çıkınca elindeki bu kıymetli gemi alınacak üretimine bakılıp ona bir ücret verilecekti. İnşâallah bu gemiyi içindekilerle geliştirerek ona teslim edeceğim dedi. Bu ne şeref ki bu gemiyi idare yetkisi bana verildi. diye içinden geçirdi. İlerde batan gemiler dikkat çekiyordu. Bir yandan hiçbir şey yokmuş gibi eğleniyorlar bir yandan da canhıraş çığlıklar atıyorlardı. Kaptan onlara sinyal gönderiyor, yardım çağrısı yapıyor, ama kimisi yardımı kabul edip rotaya girip kendini toparlıyor kimisi de üç günlük fırtınalı bir gezi, zaten batacağız deyip boş veriyordu. Bu hüzünlü anlarda o iletişim cihazlarından ona sesler geliyordu. Bu onun en güzel anlarıydı, diyordu Sabret! sabır kurtuluşun anahtarıdır. Sakın nefsine güvenip pusulaya bakmadan hareket etme!.  Bu manevi kuvvetle yoluna devam!  ediyordu. Günler geçti… Bu deveran içinde yolun sonuna yaklaşmıştı… Uzaktan uzağa o memleket gözüne ilişiyor, heyecandan içi içine sığmıyordu. Göz alabildiğine yeşillikler, altlarından ırmaklar akan yakuttan, zebercetten yapılmış saraylar ve çiçeklerle bezenmiş bahçeler vardı orada. Yavaş yavaş her şey seçiliyordu, binlerce beyaz giyinmiş asker geminin limana yaklaşmasını bekliyordu. İçlerinden çok heybetli birisi onu aldı limana getirdi. Her şeyini teslim etmişti. Dizleri üzerine çöktü, secdeye kapandı. Ey Kâinatın halikı, ey kıymetli padişahım! Senin saltanat dairelerini uzaktan bile görünce titriyorum. Sana sunduğum bu gemideki hediyeler senin saltanatının yanında hiçtir. Bana merhamet et! Beni bağışla! dedi. Birden ona başını kaldırması ihtar edildi. Bu O sesti; ona tavsiyeler veren zâtın sesiydi. Büyük bir havuzun başındaydı, kollarını açmış onu bekliyordu. Esselâmu aleyke yâ Resulallah, şefaat yâ Resulallah! dedi ve kendinden geçti…   GEMİ: Beden ve hayat KAPTAN: İnsan ve cüz-i iradesi OKYANUS: Dünya FIRTINALAR: Belalar, musibetler, ölümler, firaklar vs.. GEMİNİN MİMARİSİ: Kalp ve ruh âlemi ervahtan, hafıza âlemi misalden, bedenin toprağı da dünyanın her tarafından alınmıştır. (İnsanın san'at harikası olduğuna bir misal: Eyfel kulesi insanın uyluk kemiği taklit edilerek yapılmıştır. Uyluk kemiği de birbirine geçmiş çubuklardan yaratılmıştır.) DÖŞENMİŞ KUMAŞLAR: İnsanın cildi ve saç, tırnak, kaş, kirpik gibi nakışlı güzellikleri. MAKİNELER: Vücudumuzdaki organların işleyişi. Vücuda giren hava ve yiyecek insanda hareket enerjisine döner ve insanın ölen doku ve hücrelerini tamir eder. MADENLER. İnsandaki latifeler: Kalp, ruh. Sır, ihfa, hafa, toprak, ateş-nur, su- hava, nefs-i natıka ve bunların bağlı olduğu hisler. Mesela, kalpte şefkat, merhamet, muhabbet, ruhta zaman ve mekândan kayıtsız olma ve safiyet, sırda bir çeşit ilham ve sezgiler… Toprak, ateş, su, hava, esir, nurda insan bedenindeki her bir hormonu temsil eder. İKİ ÖZEL MİSAFİR: Kalp ve ruhtur. İCRA EDİLEN SAN'ATLAR: İnsanın uzuvlarını ve kabiliyetlerini Allah (c.c) namına kullanarak onun esmasını kendinde göstermesi. DÖRT MUTFAK VE DÖRT SÜZGEÇ: İnsandaki sindirim sistemi; MUTFAK: Ağız, mide, onikiparmak bağırsağı, karaciğer. SÜZGEÇ: Pankreas, ince bağırsak, böbrek, kalınbağırsak. MALZEMELER: Hayatın devamı için ihtiyacımız olan her şey: Hava, su,yiyecek vs.. PUSULA: Kur'ân-ı Kerîm, KORSAN GEMİLER: Şeytan ve onun yolunda giden insanlar. İLETİŞİM ARAÇLARI: Akıl ve onun en yakın arkadaşları olan hafıza, tahayyül, tasavvur; bu kuvveler vasıtasıyla doğru ve yanlışı seçer, hakiki istikbalimizi ve neciyiz, nereye gidiyoruz, nereden geliyoruz sorularının cevaplarını buluruz. Göz, kulak gibi azalar da bu maksada hizmet eder. BATAN GEMİLER: Dünyaya geliş gayesini bilmeyen, dünya dert keder yeri deyip ümitsizliğe düşerek ibadet vazifelerini bırakıp, günahlara karşı da siper almayan insanlardır. PADİŞAH: Cenâb-ı Hakk TAVSİYELER VEREN ZÂT: Peygamber Efendimiz (asm) LİMAN: Âhiret hayatının başlangıcı HEYBETLİ MELEK: Azrail (as) VARILAN MEMLEKET: Cennet

Osman AKTAŞ 01 Şubat
Konu resmiKudretin Âyineleri Çoktur

LEMAAT TAHLİLLERİ-2 Kudretin âyineleri çoktur Her bir hava zerresi ışıma denilen bir yolla güneş ışınlarını aks ettirdiği için daha güneş doğmadan ışıkları hava zerrelerinde aks ederek sabahın aydınlığını temin eder. Aynı sebepten, hava tabakası olmayan Ay yüzeyinde, gündüz vakti loş ve sönük bir aydınlık olur. Kudret-i Zülcelal'in pekçoktur mir'atleri. Herbiri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir âlem-i misale. Sudan havaya kadar, havadan tâ esîre, esîrden tâ misale, misalden tâ ervaha, ervahtan tâ zamana, zamandan tâ hayale, Hayalden fikre kadar muhtelif âyineler, daima temsil eder şuunat-ı seyyale. Kulağınla nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vâhide, olur milyon kelimât! Acib istinsah eder o kudretin kâlemi.. şu sırr-ı tenasülât... 1- Kudret-i Zülcelal'in pekçoktur mir'atleri (aynaları). Herbiri ötekinden daha eşeff (daha şeffaf) ve eltaf (daha latif, ince) pencereler açıyor bir âlem-i misale (görüntüler âlemine). Allah'ın kudretinin, varlıkları çoğaltmaya yarayan çok çeşitli aynaları vardır. O aynalar vasıtasıyla bir mahluktan çok mahluklar yaratır. Çünkü aynanın özelliği karşısına gelen nesnenin görüntüsünü çoğaltmaktır. Bu, çeşit çeşit aynaların hepsi, farklı derecelerde de olsa, şeffaf ve lâtif bir yapıdadır. Zaten varlıkları çoğaltmalarını sağlayan sır, onlardaki bu şeffaflıktır. Şeffaf şeylerin diğer bir özelliği, Âlem-i Misal denilen, her şeyin görüntülerinin kaydedildiği bir âleme, pencereler açmasıdır. Ve bizler açılan o şeffaf pencerelerden Âlem-i Misal'i ve ondaki görüntüleri seyretmiş oluruz. Üstad Bediüzzaman (ra), bu meseleyi Barla Lâhikasında şöyle anlatır: Bence âlem-i misalin vücudu meşhuddur (varlığı görünmektedir). Âlem-i şehâdet gibi tahakkuku bedihîdir. (Şu görünen âlem gibi gerçekliği açıktır) Hattâ rü'ya-yı sadıka (doğru rüyalar) ve keşf-i sadık (evliyanın kalp gözüyle bazı gizlilikleri görmeleri) ve şeffaf şeylerdeki temessülât (görüntüler), bu âlemden o âleme karşı açılan üç penceredir. Avama ve herkese o âlemin bazı köşelerini gösterir. (Barla, 346) 2-Sudan havaya kadar, havadan tâ esîre, esîrden tâ misale (Âlem-i Misal'e), misalden tâ ervaha (Âlem-i Ervah'a), ervahtan tâ zamana, zamandan tâ hayale, hayalden fikre kadar muhtelif âyineler, daima temsil eder (misalini, yani görüntüsünü çoğaltır) şuunat-ı seyyale (oluşur). (Akıp değişip duran işler ve görüntüler oluşur). Su, malum şeffaftır. Ayna gibi da varlıkların görüntülerini aksettirir. Hava ondan daha şeffaftır. Her bir hava zerresi ışıma denilen bir yolla güneş ışınlarını aks ettirdiği için daha güneş doğmadan ışıkları hava zerrelerinde aks ederek sabahın aydınlığını temin eder. Aynı sebepten, hava tabakası olmayan Ay yüzeyinde, gündüz vakti loş ve sönük bir aydınlık olur. Bütün varlıkların hatta atomların da temel yapı taşları olan esir zerreleri, daha şeffaf ve daha ince (latif) bir yapıdadır. Şeffafiyeti sebebiyle, yaradılışları nurdan olan meleklerin ve bazı ruhânîlerin, esir aynalarında aksederek çoğalmalarına ve hızlı seyahatlerine vasıta olur. Aynı şey hava zerreleri için de geçerlidir. Hz. Üstad, bunu Tılsımlar, 16. Söz'de şöyle anlatır: Evet nasıl cismaniyata (maddî varlıklara) cam ve su gibi şeyler âyine olur. Öyle de, ruhaniyata (ruhânî varlıklara) dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür'atinde bir vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler (Tılsımlar, 25) Aynı şekilde misal âlemi de bütün varlıkların ve bütün olayların görüntülerini çoğaltan büyük şeffaf bir ayna hükmündedir. Bu konuda Üstad şunları söyler: Gördüm ki; âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve herbir fotoğraf, hadsiz hâdisat-ı dünyeviyeyi (dünya olaylarını) aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. (Emirdağ Lâhikası, 262) Cennet'in merkez-i kübrası (asıl en büyük merkezi) uzakta olmakla beraber, âlem-i misal âyinesi vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi… (Lem'alar, 323) Üstad Hz. Âlem-i Misal ile Âlem-i Ervah'ın aynı yapıda olduklarını meâlen şöyle ifade eder: Âlem-i misalin görüntüleri şekilleri bu âleme benzerken maddî yapısı Âlem-i Ervah gibi latif ve ince bir yaradılıştadır. (Bkz. Barla Lâhikası, 345) Demek ki o da Âlem-i Misal gibi şeffaftır ve görüntülerin aks edip çoğaldığı bir aynadır. Zamanın da içinde mevcudatı çoğaltan şeffaf bir ayna olduğuna işaret eden Risale-i Nur'dan iki cümle: Seyyal zamanın hakikatı ve sahife-i misaliyesi olan Levh-i Mahv-İsbatta kelimat-ı kudreti yazmak… (Sözler, 30.Söz, 227) Asırlar ve seneler, belki günler adedince muntazam âlemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini gösteren… (Sözler, 29.Söz, 202) İnasanın fikir ve hayali de şeffaf birer ayna hükmündedir. Gayet latif varlıklar olan düşünceler fikir aynasında, hayal edilen görüntüler de hayal aynasında akseder durur. Bu konuda şunu söyler: Hayal veya fikir âyinesinde küfriyatın ve şirkin akisleri ve dalaletin gölgeleri ve şetimli çirkin sözlerin hayalleri, itikadı bozmaz, imanı tağyir etmez, hürmetli edebi kırmaz. (Lemalar, 13.Lema, 76) 3-Kulağınla nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vâhide (bir tek kelime), olur milyon kelimat (kelimeler)! Havanın, nasıl varlıkları aksettiren ve çoğaltan şeffaf bir ayna olduğunu görmek istersen, o aynaya kulağınla bak, yani dinle. Bir insanın ağzından çıkan tek bir kelime, hava aynasında adeta bir ışıma yaparak çoğalır ve milyonlarca kelimeye ulaşır. Orada bir milyon kulak olsa hepsi, o bir milyon kelimeden kendine gelen tek kelimeyi duyar. 4-Acib istinsah eder (çoğaltır) o kudretin kalemi, şu sırr-ı tenasülât (çoğalma sırrı)... Kudret-i İlâhiye, şeffaf şeylere verdiği bu çoğaltma özelliği ile bir tek şeyden pek çok nüshalar çoğaltarak yaratır. Bir şeyden çok şeyleri yatamanın Allah'ın hikmetinin ve kudretinin bir gereği olduğunu Üstad şöyle anlatır. Fâtır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi... (Lem'alar, 178) Lemaat Tahilleri Yazı Dizisi (Lemaat Tahlilleri-1) Lemaat eseri nasıl mütalaa edilmeli? (Lemaat Tahlilleri-2) Kudretin Âyineleri Çoktur (Lemaat Tahlilleri -3) Temessülün Aksâmı Muhtelifedir (Lemaat Tahlilleri-4) Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise (Lemaat Tahlilleri-5) Kur'ân âyine ister, vekil istemez (Lemaat Tahlilleri-6) Meziyetin Varsa Hafâ Türabında Kalsın; tâ Neşvünema Bulsun! (Lemaat Tahlilleri-7) İslâm, Evliyâlara ve Hıristiyan Azizlere Nasıl Bakar? (Lemaat Tahlilleri-8) Tebeî Nazar, Muhali Mümkün Görür (Lemaat Tahlilleri-9) Nasraniyet İslâmiyete Teslim Olacak (Lemaat Tahlilleri-10) Melâike Bir Ümmettir; Şeriat-ı Fıtriye İle Memurdur(Lemaat Tahlilleri-11) İslâm Medeniyeti Zuhur Edecek!

İdare İdare 01 Şubat
Konu resmiÖğreniyorum

Nlp eğitmeniwww.degisimrehberi.comrehber@degisimrehberi.com Sayabileceğim değişmeyen üç şey, birincisi değişimin mutlak olduğu, ikincisi temel inançlar ve değerler, üçüncüsü ilk ikisine sürekli kaynak teşkil edecek seçeneklerimiz diyebilirim. Bu üç şeyin bizim için ifade ettikleri hayat sürecindeki değişmez istinad noktalarımız olabilir. Hayat devam ettiği sürece öğreniyoruz, anne rahminde başlayan öğrenme son nefes tükeninceye kadar devam ediyor.Her öğrenme sonucunda ne oluyor dersiniz? Değişiyoruz! Minicik ellerimiz, minicik ayaklarımızla ana rahmindeki ilk eylemlerimiz ve aldığımız tepkilerle öğrenmeye başlıyoruz. Dünyadaki ilk nefes ile birlikte hissettiğimiz ihtiyaçlarımızı duyun beni! dercesine var gücümüz ile seslenerek temin ettik, sonrası?.. İlk öğrendiğimiz İleri atıl veya Savun dan sonra her tecrübenin katkılarıyla gerçekleşen yine değiştiğimizdir. Çevreden gözümüz önüne gelen, kulağımıza ulaşan, yazılı olarak önümüze çıkan ve fıtrî olarak içimizdeki his alemimizde çeşit çeşit latifelerin farkettirdikleriyle öğrenme süreçleri bizlerde birşeylerin değişmesine sebep oluyor. Bu satır aralarında biz âdemoğullarının hayati tecübelerle maruz kaldığımız değişimi genel manada sorgulamak, akla ve kalbe ilişen birkaç hususu İrfan Mektebi tutkunlarıyla paylaşmayı arzu ettim. Zaman zaman  hayat sürecini aynı nakaratı icra eden bir orkestraya benzetiyor, sanki her öğrenmenin gruba yeni elemanlar kattığını hissediyorum. Yaşım ilerledikçe orkestranın aynı nakaratı icrasını yönetmenin çok daha dikkat istediğini fark ediyorum. Yaradanımızın bizden istediği Teallüm ile Tekemmül yani öğrenme ile gelişme sağlamak değil miydi? Evet. Her yeni tecrübe, ilk önce hissiyatımıza ilişiyor, tekrarında tutumlarımızı etkiliyor, tecrübe edilmiş tutumlar zamanla bize ait davranış biçimleri haline geliyor, daha daha devamında davranışlarımız, değişmesi hayli güç olabilecek şahsi inançlarımız haline geliyor. Hayat melodimizin her nakaratında tüm detayları tekrar tekrar gözden geçirip değerlendirme ihtiyacını sanırım sizler de istiyorsunuz. Çoğu zaman melodiyi yarıda kesip tekrar başa almak istesek de bu maalesef mümkün olmuyor, yavaş yavaş birkaç töleransla değişiklikler yapmak bile güçlükle gerçekleşiyor, ne dersiniz? Öğrenmemize sebep olan, her an gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz, hissettiğimiz her şey önemlidir. Peki ya değişmeyen bir şey yok mu? Değişim sürecine müstenid olup zamanı ve değişimi bizlere coşkuyla kucaklatacak bir şeyler olmalı. Sayabileceğim değişmeyen üç şey, birincisi değişimin mutlak olduğu, ikincisi temel inançlar ve değerler, üçüncüsü ilk ikisine sürekli kaynak teşkil edecek seçeneklerimiz diyebilirim. Bu üç şeyin bizim için ifade ettikleri hayat sürecindeki değişmez istinad noktalarımız olabilir. Kaderimizin tekliflerini önceden bilemiyoruz fakat irademizle gerçekleşen yönelmelerimiz yani tercihlerimiz de kaderimizi etkiliyor. Hayat sürecindeki öğrenmeler bizleri Olduruyor, Mevlânâ'nın Hamdım, Piştim, Yandım dediği sanırım bu sürecin en kısa, en iyi özeti. Hayatı veren ve hesap gününün sahibi olan Rabbimin razı olcağı bir sonuç için  bundan sonraki hayat sürecinde tercihlerim neler olmalı? Geçmişin elemleri, geleceğin endilşelerini aşabileceğim sonuçlarım ne yaparsam gerçekleşebilir? Sonuç olarak, tüm kaynaklarımın farkında olup bu sorulara sürekli cevap aramakla ebedi saadeti kazanacağım yolu öğreniyorum diyebilirim. Bir süre sonra belki hayatın anlamı, öğrenmelerimizi yolun başındakiler ile paylaşmak olacak ne dersiniz? Taallümle tekemmül devam ediyor. Muhabbetlerimle.

Ahmed Nuri EREN 01 Şubat
Konu resmiBaşarı bir tercihtir ! Biz isteriz Allah da verir
İnsan

BAŞARI BİR TERCİHTİR! Biz isteriz Allah da verir Tembellik bu asrın en bariz hastalıklarından biri. Çok acı ama şu anda bir yerlerde ömrü boyunca kendini fark edemeyen ve ölmek üzere olan bir fizik dahisi, dünyayı değiştirecek bir lider, İslâm'ı ve insaniyeti muvaffakiyete taşıyacak bir kahraman var. Kim bilir belki de o sensin!? Yaşadığımız sürece tarihe ismini kazıyan insanlara hayran olduk durduk. Mimar Sinanlar, Fatihler, Edisonlar, Aristolar… Hep onlara gıpta ettik, onlar gibi olmak istedik. Lâkin hayran olup gıpta etmekle kaldık. Bir gün birileri bize Sen şunu başar! dediğinde Ben dâhî miyim! dedik çıktık işin içinden.Beynimizin meydanlarına pankartlar açtık: Kapasitem yok! diye. İnandırdık buna kendimizi. Kimi zaman ‘yetenek sahibi' dedik başaranlara, kimi zaman ‘dâhî'. Tembelliğimizle yüzleşmeye cesaret edemedik.Oysa sonsuz Âdil olan yaratıcının bütün insanları hiç bir haksızlık yapmadan yarattığını biliyorduk. Bir insanın bir yönde diğer insanın ise başka bir yönde mutlaka bir istidadı bulunduğunu akıl edemedik. Mucitler, aldıkları başarılarla tarihe adını kazıyanlar insan üstü varlıklar değildi elbette. Onların bizden tek bir üstünlüğü vardı; o da çalışmaktı. Tüm mucitler önce aynı şeyi keşfettiler: Kendilerini. Yetinmediler onlar hep daha iyi olma ve daha iyiyi bulma yolunda didindiler. Bazen oldu yeme-içme iştahları kesildi ve şahsî arzularından feragat gösterdiler. Kimse annesinden  mucit doğmamıştı elbette. Fakat her doğan insanda Allah başarılar elde edebileceği istidatlar yaratmıştı. Kendilerini keşfedenler kendilerini hedeflerine köle ettiler ve azat etmediler muvaffak olana dek. Yüce Rabbimizin insanı en üstün cihazlarla donattığını ve kainatı insana hizmet için yarattığını keşfedebilmekti asıl olan. İşte bu belki de en büyük keşiflerin anahtarıydı. Biz mükemmel cihazatımızı, himmet ve gayret, ceht ve şevk cevherlerimizi bilemedik hiç tanıyamadık. Uyuyan insan uyuduğunu bilmezmiş. Uyudukça uykumuz derinleşti. Sadece rüyamızda başarıya ulaştık. Oysa İslâm'ın sıkıntıda olduğu ve dolayısıyla insaniyet fukarası şu zamanımızda elbette her Müslümanın görevi uyanık olmaktır. İslâm adına başarı yolunda bir adım daha atmak İslâm'a dolayısıyla insanlığa bir şeyler kazandırmaktır. Kendi başarısını kendine değil de İslâm'ın terakkisine bir merdiven yapmak, Allah adına, davası adına başarıya ulaşmak en büyük şereftir bir müslüman için. Başarı bir sonuç değil bir tercihtir. Başarmak ya da başarmamak şıkkından birini seçersin ve yoluna devam edersin. Başarmak yolunda kaybetmek diye bir şey yoktur esasen. Sadece oyalamalar ve küçük dersler vardır. Yılmayacaksın tekrar tekrar deneyeceksin. Ve elbette ümitvar olacaksın. Başarının temellerinde irade, inanç ve ümit olduktan sonra insan artık her zorluğa gülümsemesini bilir. Onu yıldırmak isteyen çok sebepler çıkar yoluna bu zorlu maratonda.             Bir grup öğrenci arkadaşlarından birine bir oyun yapmışlar ve ona Sen öldün! demişler. O da inanmış. Sonra yaşadığı konusunda ikna edebilmek için iki ay uğraşmışlar. Demek ki; bir adama kırk gün deli dersen deli olur sözü doğrudur. Bir adama kırk gün akıllısın başarabilirsin dersen de o başarıya ulaşır. Çevrenin menfi tesirine mukabil bize pozitif etkisi olabilecek şeylerle teşvik etmeliyiz kendimizi. Dünyayı ben mi kurtaracağım yerine evet, dünya benim başarımla değişime uğrayabilir! diyebilmeliyiz. Hem zaten bizi hem maddi hem manevi terakkide bu denli düşüren ‘nemelazımcılık' değil midir? Çalışmak, ceht,  gayret ve himmet göstermek konularına bir de şu cihetten bakalım: Kâinata vazifesiz hiçbir mahluk yoktur. Sineklerden güneşlere kadar her mahlukun vazifesini şevk ve zevkle yaptığını görürüz. Onları vazifelerinde aşkla şevkle idame ettiren yaptıkları işlerden aldıkları lezzettir. Çünkü Cenâb-ı Hakk kemal-i kereminden hizmetin mükafatını hizmet içinde derç etmiştir. İşte bu sır içindir ki; canlılardan tut ta cansız varlıklara kadar her şey akılları olmadığından akıbeti ve neticeleri düşünmeden mükemmel çalışıp vazifelerini ifâ ediyorlar. Hiç bir faaliyet göstermeden boş oturmak da ise tam bir azap ve zahmet vardır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin dediği gibi: İşsiz tembel ve istirahat ile yaşayanlar ve rahat döşeğinde uzananlar ekseriyetle sa'y edenlerden ve çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çekerler. Çünkü işsizler daima ömürlerinden şikayet ederler. Ömürlerinin eğlencelerle çabuk geçmesini isterler. Sa'y edenler ve çalışanlar ise şakirdirler hamdederler. Ömürlerinin geçmesini istemezler. ‘Boş oturan adam ömründen şikayet eder, gayret edip çalışan adam da şükreder' külli bir düsturdur. Tembellik bu asrın en bariz hastalıklarından biri. Çok acı ama şu anda bir yerlerde ömrü boyunca kendini fark edemeyen ve ölmek üzere olan bir fizik dahisi, dünyayı değiştirecek bir lider, İslâm'ı ve insaniyeti muvaffakiyete taşıyacak bir kahraman var. Kim bilir belki de o sensin!?

Mustafa YANKIN 01 Şubat
Konu resmiKafkas Kartalı Şeyh Şamil

Şamil, aşkına düştüğü son menzile bir an evvel varmak için Sultan'ın kendisine tahsis ettiği vapur ile yola koyulur. Vapurun her uğradığı yerde, halk görülmemiş bir heyecanla Şeyh Şamil'i karşılıyor, onun duasını almak yarışına giriyorlardı. Peygamberimizin ve Kâbe'nin hasretiyle yanan Şeyh Şamil'in heyecanı, oralara yaklaştıkça artıyordu.O sırada Mekke emîri olan Şerif Abdullah da, Şeyh Şâmil'i çok seviyordu.Onu büyük bir itibarla karşıladı. Hicaz'da, onun büyük bir âlim ve kahraman olduğunu işiten herkes, onu görmeye can atıyor, ilgi ve hürmet gösteriyordu.Hac sırasında orada bulunduğunu duyan, dünyanın dört bir yanından gelmiş yaklaşık yüzbin müslümanın onu görmek için meydana getirdiği izdiham sonucu, hükümet makamları İmam Şamil'i Kâbe'nin üstüne çıkarmak suretiyle bu hayran kalabalığın arzusunu tatmin edebildi. Rusların, Kafkasya'da ortadan kaldırmak istediği İslâmiyeti, tekrar ihya etmek için mücadele veren, Kafkas-Rus mücadelesinin en unutulmaz siması ve düzenli Rus ordularını dize getiren büyük mücahid, Kuzey Kafkasya'nın efsanevi lideri İmam Şamil, 1797 yılında Dağıstan'ın Gimri köyünde dünyaya geldi. Küçük yaştan itibaren ilim tahsil etmeye başladı. Otuz yaşına kadar tefsir, hâdis, fıkıh ilimlerini; edebiyat, tarih ve fen bilgilerini öğrenerek, büyük bir âlim ve gönül sahibi bir veli oldu. Şeyh Şamil,  daha gençlik yıllarında  Şeyh Mansur ile başlatılan hürriyet mücadelesindeki yerini aldı. Mansur'dan sonra, Gazi Muhammed, Kafkaslıların başına geçerek imam oldu. O da gönül sahibi bir veli idi. Şeyh Şamil'in çocukluk arkadaşı olan Gâzi Muhammed, Ruslarla yaptığı Gimri muhârebesinde şehîd düştü. Gâzi Muhammed'in yerine, Hamzat Bey imâmlığa seçildi. Üç sene kadar faâliyet gösteren Hamzat Bey, 1835 (H.1251) senesinde Hunzah Câmiinde bir Cumâ günü şehîd edildi. Onun şehâdetinden sonra imâmlık, yâni liderlik vazifesi Şeyh Şâmil'e teklif edildi. Şeyh Şâmil, tevâzu göstererek daha ehliyetli birinin seçilmesini istedi. Hattâ namzetler de gösterdi. Gohlok'ta toplanan âlimler ve milletin ileri gelen temsilcileri, her türlü yetkiye hâiz olarak, Şeyh Şâmil'e imâmlığı kabul ettirdiler. Şeyh Şamil, Rusları dize getirmenin ancak düzenli bir orduyla mümkün olacağını, teşkilâtlanılırsa Çar ordularıyla baş edebilecek durumda olduklarını, dışardan hiçbir yardımın gelmeyeceğini, bu sebeple iş başa düştüğünü her gittiği yerde îzâh ederek, kısa zamanda kısmen de olsa nizamlı bir ordu ve mülkî teşkilâtı kurmaya muvaffak oldu. Tecrübeli ve değerli yardımcıları, ordunun ve mülkî idârenin başına getirdi. Bu nâiblerin en meşhurları şunlardı: Şuayb Molla, Taşof Hacı, Duba, Hâcı Sadu, Ahverdili Muhammed, Kabet Muhammed, Hitinav Musâ, Nur Muhammed, Muhammed Emîn, Hâcı Murâd. Şeyh Şâmil'in seçtiği bu nâibler, memleketin olduğu kadar, askerî birliklerin de sevk ve idâresinde üstâd idiler. Çar Birinci Nikola, Şeyh Şamil'e, Kafkasya'daki Müslümanları bir bayrak altında toplama sevdâsından vazgeçerse, kendisine en büyük makamların, rütbelerin verileceğini, başına krallık tâcı giydirileceğini, Çarlık hazînelerinin ayakları altına serileceğini bildiren göz kamaştırıcı şeytânî bir teklif hazırlatıp, en güvendiği generallerinden birini gönderdi. Şeyh Şâmil'in ise generale târihî cevabı şöyle oldu: Ben, Kafkas müslümanlarının hürriyete kavuşmaları için silaha sarılan gâzilerin en aşağısı Şâmil! Allahü teâlânın himâyesini, Çar'ın efendiliğine fedâ etmemeye yemin eden, özü sözü doğru bir müslümanım. Daha önce Çar Birinci Nikola'yı tanımadığımı, emirlerinin bu dağlarda geçersiz olduğunu General Klugenav'a anlayacağı şekilde tekrar tekrar söylemiştim. Bu sözleri sanki taşa söylemişim gibi, Çar, hâlâ görüşmek için beni Tiflis'e dâvet ediyor. Bu dâvete icâbet etmeyeceğimi bu mektubumla son defâ size bildiriyorum. Bu yüzden fânî vücudumun parça parça kıyılacağını ve sırtımı verdiğim şu vatan topraklarında taş üstünde taş bırakılmayacağını bilsem, bu kesin karârımı hiçbir zaman değiştirmeyeceğim. Cevâbım bundan ibârettir. Nikola'ya ve onun kölelerine böylece mâlum ola! Sonraki günlerde çok kanlı mücadeleler oldu. Rus kuvvetleri hep hezimete uğradı. Yenilgileri birbirini takib etti. Çar Birinci Nikola, bu hezîmetlerden sonra, bütün Kafkasya'yı fethetmek, Şeyh Şâmil'i ele geçirip bütün müslümanlara kötü günler yaşatmak maksadıyla, ordularının en seçkin generallerini bu iş için vazifelendirdi. Napolyon'u mağlub eden bu meşhur generaller; Fraytag, Svarts, Klugenav, Argutinski idi. Kalelere bıraktıkları ihtiyat kuvvetleriyle birlikte elli bini bulan bu seçme ordu, dört koldan harekete geçti. Netice yine Rus ordularının hezimeti ve bir avuç Müslüman'ın zaferi idi. Şeyh Şâmil'in, bu kadar kısa sürede, harp târihinde ender rastlanan bir zaferi kazanması ile, Avaristan baştanbaşa düşman çizmelerinden temizlendi. Rusların yirmi beş müstahkem mevkii zapt ve tahrîb edildi. İki binden ziyade Rus askeri esir alınıp, binlercesi öldürüldü. En mühimi, yenilmez sanılan Rus ordularını çok az bir Müslüman Türk'ün iman gücü ile nasıl perişan ettiğine Rus Çarı dahi hayretle şahit oldu. Rus kaynakları 1843 senesinde yapılan bu harplerin neticesi hakkında şöyle demektedir: Şâmil, Avaristan'da taş üstünde taş bırakmadı. Unsokul, Balakan, Moksok, Ahalçi, Tsanah, Hassat, Gergebil, Burunduk, Hunzah, Nizovaye, Ziran, Gimri gibi en önemli üslerimizi, mevzilerimizi kâmilen ele geçirip temelinden tahrib etti. Rusya'ya çok pahalıya mal olan bu Avaristan muharebelerinde yaptığımız müthiş masrafları, verdiğimiz korkunç insan ve malzeme zayiatını hesab edecek olursak, bu savaşın Kafkasya'da yaptıklarımızın en kanlı ve zararlısı olduğu meydana çıkar. Bu savaşlar neticesinde Kafkasya'da yaşayan Müslüman Türklerin maneviyatı yükseldi. Ruslara karşı müthiş bir direniş başladı. Şeyh Şamil'e karşı olan güvenleri çoğaldı. Canla başla ona yardıma karar verdiler. Bu savaş, Çar Birinci Nikola'nın gururunu kırdığı gibi, plânlarını da alt üst etti. Napolyon'a karşı galip gelen meşhur Rus generalleri, iki kolorduya yakın büyük bir kuvvet ile Avaristan'a saldırdıkları hâlde, Şeyh Şamil'in bir avuç ordusu karşısında tutunamamışlar, felce uğramışlardı. Çar Nikola, bu hezimetten sonra da, Şeyh Şâmil'in karşısına General Vorontsof'u çıkardı. Onu Kafkas Orduları Başkumandanlığına getirerek; Bütün ordularım bu uğurda feda olsun. Hazinelerimin bütün kapıları Kafkasya için ardına kadar açıktır. İstediğin her şeyi bol bol alabilirsin. Bunun karşılığında sizden Şeyh Şâmil'i ölü veya diri olarak ele geçirmenizi ve Dargo denilen yuvasını kasıp kavurarak çiğnemenizi istiyorum dedi. General Vorontsof, Kafkasya'yı bir uçtan bir uca fethetmek için altmış bin kişilik bir kuvvetle harekete geçti. Şeyh Şâmil'in yok denecek kadar az bir askeri karşısında perişân olup şaşkına döndü. Şeyh Şâmil'in iki ay süren çok mahâretli ve kanlı yıpratma muhârebeleri karşısında mevcudunun büyük bir kısmını ve üç generalini kaybetti. Bundan sonraki günlerde Şeyh Şâmil, Kafkasya'ya musallat olan Rus ordularına sık sık akınlar düzenledi. Onları memleketlerinden çıkarmak için geceli gündüzlü çalıştı. Fırsat buldukça, Çar Birinci Nikola'yı can evinden vuruyor, hiç beklemediği yerlere saldırıyordu. Hiçbir devletten yardım görmeden, tam yirmi beş sene Ruslarla mücadele ederek vatanını savundu. Yeni Rus Çarı İkinci Aleksandr başa geçtikten sonra, Şeyh Şâmil meselesini hâlledip Kafkasya'yı baştanbaşa fethetmek için, Prens Baryatinski kumandanlığında elli bin seçme askerden oluşan bir orduyu Şamil'in üzerine gönderdi. Bu muazzam kuvvete karşı, Şeyh Şâmil de beş bine yakın süvârisiyle Ruslarla çarpışmaya başladı. Uzun ve kanlı çarpışmalardan sonra, Şeyh Şâmil, Gunip Dağına çekildi. Bu dağda beş yüz kadar fedaîsi ile bir buçuk ay süreyle koskoca ordu ile savaştı. Ellerinde atacak barutları, yiyecek bir şeyleri kalmadı. Etrafındaki yiğit askerlerinin dört yüz kadarı da şehîd olmuştu. Yiyecek yerine karınlarına taş bağlayarak düşmanla mücadeleye devâm ediyorlardı. Dost ülkelerden hiçbir yardım göremeyen İmam Şamil'in, nihayet elindeki bütün kuvvet kaynakları tükenir ve 1859'un 6 Eylül'ünde Gunip'te Prens Baryatinsky komutasındaki 70.000 kişilik Rus ordusuna, yanında birkaç yüz kişi kalıncaya kadar direndikten sonra teslim olur. İmam Şamil, aile efradı ve 40 kadar adamı Petersburg'a Çar'ın sarayına götürülür. Rus Çarı II.Aleksandr tarafından sarayın kapısında hayrete düşülecek derecede nazik karşılanır. Çar, babası 1.Nikola'ya ve ihtişamlı ordularına tam otuz beş yıl Kafkasya'yı zindan eden, zamanının bu en büyük kahramanını karşısında görür görmez, yüzünden ve sakalından hayranlıkla öpmekten kendini alıkoyamaz. İmam Şamil bir ay kadar sarayda misafir edildikten sonra, saygın tutsak olarak esaret yıllarını geçireceği Kaluga'ya gönderilir. Ancak Şamil ve ailesine esaret çok ağır gelir. İki yıl içinde Şamil'in simsiyah saçları beyazlar. Büyük kızı Nafisat ile gelini Muhammed Gazi'nin hanımı Kerimet üzüntüden vereme yakalanarak ölürler. Şeyh Şamil Hac'ca gitmek için birçok kez Çardan izin ister. Ancak aradan on yıl geçtikten sonra Çar, onun Hac'ca gitmesine izin verir. Bir tedbir olarak da oğlu Muhammed Şefi'yi alıkoyar ve Hacc'ı ifa ettikten sonra derhal Rusya'ya dönmesini şart koşar. Şamil, 1870 yılında maiyetindeki adamları ile birlikte Rusya'dan ayrılarak önce İstanbul'a uğrar. Abdülaziz Han sarayında hazırlıklar yaptırarak, senelerdir Ruslara kan kusturan İmam Şâmil hazretlerini beklemeye başlar. Kafkasya'da, İslâmiyeti yok etmeğe uğraşan Ruslara karşı verdiği amansız mücadeleyi iftihar gözyaşlarıyla tâkib eden müslüman Türk milleti, Şeyh Şamil'e hayrandır. Onun esaretten kurtulup İstanbul'a geldiği gün, yer yerinden oynamış, halk sahile dökülmüştür.  Abdülaziz Han, onu sarayın kapısında karşılayıp, büyük bir hürmetle; Babam kabrinden kalksaydı ancak bu kadar sevinebilirdim diyerek, çok iltifâtlarda bulunur. Şamil, aşkına düştüğü son menzile bir an evvel varmak için Sultan'ın kendisine tahsis ettiği vapur ile yola koyulur. Vapurun her uğradığı yerde, halk görülmemiş bir heyecanla Şeyh Şamil'i karşılıyor, onun duasını almak yarışına giriyorlardı. Peygamberimizin ve Kâbe'nin hasretiyle yanan Şeyh Şamil'in heyecanı, oralara yaklaştıkça artıyordu. O sırada Mekke emîri olan Şerif Abdullah da, Şeyh Şâmil'i çok seviyordu. Onu büyük bir itibarla karşıladı. Hicaz'da, onun büyük bir âlim ve kahraman olduğunu işiten herkes, onu görmeye can atıyor, ilgi ve hürmet gösteriyordu. Hac sırasında orada bulunduğunu duyan, dünyanın dört bir yanından gelmiş yaklaşık yüzbin müslümanın onu görmek için meydana getirdiği izdiham sonucu, hükümet makamları İmam Şamil'i Kâbe'nin üstüne çıkarmak suretiyle bu hayran kalabalığın arzusunu tatmin edebildi. Şeyh Şamil, büyük bir îtinâ ile bütün şartlarına âzamî titizliği göstererek haccını yaptıktan sonra, ömrünü O'nun sünnet-i seniyyesini yaymak için uğraştığı, bu uğurda ölümü göze aldığı, sevgili, muhterem, mübârek Peygamberi, iki cihânın efendisi Muhammed aleyhisselâmın huzur-ı şerîflerine gitmek için, nurlu Medîne yollarına düştü. Her an aşkıyla yandığı efendisine yaklaşıyor, şimdiye kadar içinde kopan fırtınalar her geçen saniye daha da şiddetleniyordu. Peygamber efendimize olan aşkının çokluğundan ve O'na kavuşmanın heyecanından dolayı gözünden sel gibi gözyaşı akıtan Şeyh Şamil,  Resulullah'ın huzur-ı şerîflerine geldi. Başta Medine muhafızı Hafız Paşa, seyyidler, dünyânın dört bucağından gelmiş hacılar, onu heyecanla tâkib ediyordu. Kabr-i saâdetlerinin kıble tarafına geçip, mübârek ayak uçlarından Resulullah'a, gönlünün en derin köşelerinden coşup gelen vecd ile: Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Resulallah! Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Habîballah! Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Seyyidel evvelîne vel-âhirîn! diyerek selâm verince, Resulullah'ın, selâmına mukâbelesi ile şereflendi. Orada bulunanların şâhid olduğu bu hâdiseden sonra Şeyh Şâmil, uzun müddet duâ edip gözyaşı dökerek hasretini giderdi, gönlündeki fırtınaları dindirdi. Şeyh Şâmil, Medine günlerinde son derece takatten düşer, çektiği büyük ızdırap artık tahammül edilmez bir hal alır ve hastalanarak yatağa düşer. Bütün hayatını ülkesinin milli bağımsızlığına adayan, askeri dehasını bütün dünyaya ve bizzat ebedi düşmanı Rus yüksek makamlarına dahi kabul ettiren, adını dünya tarihine gelmiş geçmiş en büyük gerilla lideri olarak yazdıran İmam Şamil 4 Şubat 1871'de 74 yaşında iken hayata gözlerini yumar. Allah rahmet eylesin ve bizleri de şefaatine mazhar etsin.

İdare İdare 01 Şubat
Konu resmiKardeşlikten bir katre

Nedir İslâm davasındaki kardeşlik? Derin derin hiç düşündünüz mü? Manasını hissederek yaşadınız mı?İhlasla yoğrulmuş bir muhabbet, riyasız ve karşılıksız bir muavenet, aynı göz ile görebilmek, aynı kulak ile işitebilmek, bir kalp ile hissedebilmek, bir ruh olabilmek…İfade etmekte kelimeler kifayetsiz kalıyorsa elbette yaşanır kardeşlik! Yaşamaktaysanız bu ulvî hisleri elbette söze ne hacet! Her münasebetin dünyevi menfaatlere dayandığı günümüzde zevc-zevce, evlat-ebeveyn arasında dahi bir karşılık gözlenmekte. İslâm davasındaki kardeşlikte ise asla menfaat söz konusu değildir, olamaz. Manevi bir ortaklıktır kardeşlik. Mutlulukta, kederde, endişelerde, umutlarda beraberliktir. Kalbten kalbe yol vardır kaidesince kardeşlik bir gönül iletişimidir. Hissedebilme, anlayabilme sanatıdır.Sormadan cevap almaktır. İnanmaktır, güvenmektir, dualarda buluşmak belki de hiç ayrı olmamaktır, hiç yalnız kalmamaktır kardeşlik.Aşktır, şefkattir, sabırdır, metanettir. Engelleri aşmada ise mücadele ruhudur İslâm davasındaki kardeşlik. Bir olan inancın ardından birlikte koşmak, birlikte yorulmak, birlikte haydi kardeşim demektir. Öyle ki, sadece dünya saadetine vesile olmaz, ahirette Rabbimizin lutfuyla cennete visal sebebidir kardeşlik. Kusurları örtmektir hakiki kardeşlik. Settar olan Allah'ın kim mü'min kardeşinin ayıbını gizlerse, kıyamet günü kimsenin bilmediği günahlarını örterim buyurduğu gibi kusurları örtmekte gece gibi olmaktır. Meziyetleri, kabiliyetleri meydana çıkarmada ise gündüz gibi, güzellikleri yansıtmada da ayna gibi olmaktır. Kardeşlik davası olan İslâm davasında hislerimizi tekrar değerlendirmeye ne dersiniz? Allah'dan samimane bir şekilde kardeşliği talep etmek.. Şahsiyetlere takılmakla hasıl olan kırgınlık ve dargınlıkları son bulduracak hakiki bir kardeşliği ahdetmeye ne dersiniz? Bu kutsi hasletin temin edilmesi uğrunda Bediüzzaman Hazretleri'nin ifade ettiği şu cümleler kulaklarımızda çınlamalı. Kardeşlerimden rica ediyorum ki, sıkıntıdan veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefs ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözlerle birbirinize küsmeyiniz.Ve haysiyetime dokundu demeyiniz. Ben o fena sözleri kendime alıyorum, damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbet ve samimiyete feda ederim. (Lem'alar) Azmetmeden, zorlanmadan, çile çekmeden olmuyor. Toprak gibi kendini çiğneyenlere gül vermeden olmuyor. Koza içinde sıkışmadan, mücadele etmeden kelebek olup uçulmuyor, özlenen bahara kanat açılmıyor. Sahâbe misal bir kardeşlikle özlenen beklenen bahar için bir katre yağmur da siz olmaya ne dersiniz? İslâm kardeşliğinde dava şuuruyla buluşmak temennisiyle.. 

Ayşe TİBEÇ 01 Şubat
Konu resmiTevbe kapısı

De ki: ‘Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir. Azap size gelip çatmadan evvel, Rabb'inize yönelip-dönün ve O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez. Rabb'inizden, size indirilenin en güzeline uyun; siz hiç şuurunda değilken, azap apansız size gelip çatmadan evvel.' (Zümer Suresi; 53-55) Ş eytan Cennette rahat içerisinde yaşarken kendisinin Cennetten çıkarılmasına sebep olarak gördüğü insanı baş düşmanı görmüş ve Kıyamete kadar onları azdırıp yoldan çıkaracağına dair yemin etmiştir. Yegâne hedefi insanları cehenneme sürüklemek olan şeytanın çok çeşitli aldatma yolları vardır. İşte onlardan en önemlisi de insana hatasını hata olarak göstermemektir. Ta ki insan hatasını ve günahını fark edip tevbe etmesin, şeytandan Allah'a sığınmasın. Şeytanın bu tuzağına kanan nefis bir zaman sonra kendisini kusurlardan mukaddes olarak görmeye başlar. Hata ve günahını kabullenmez işlese de bir sebebi vardır muhakkak ve nefsi onu avukat gibi müdafaaya başlar.  Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bir günah işlendiğinde acele tevbe edilmesi gerektiğini bizlere talim eder. Çünkü her bir günah siyah bir lekeye benzetilmiş olmakla birlikte tevbe dezenfektanıyla  temizlenmediği takdirde bu siyahlıklar kalpteki iman nuruna yer kalmayacak derecede Rahmân'ın evi olan kalbi istila eder de şeytanın talimgahı oluverir. Ufak görerek, zararsız olduklarını düşünerek yaklaştığımız günahlar rabbimizle bir hayli açmıştır aramızı.. biz farkında olmasak da.. Böylece paslı kalplerle ibâdetin tadını alamayışımız tevbe edilmemiş günahların en tatsız bir meyvesi herhalde.. Hz. Şuayb'a (a.s.) gelen bir adamın ibretlik hali şöyle hikaye edilir: Şuayb peygamberin zamanında biri: Ben Allah'a karşı çok ayıp ve günah işledim fakat bir cezasını görmedim diyordu. Şuayb (a.s.) ona cevap olarak dedi ki: Ey aklı kıt adam senin gönlünde pas üstüne paslar var. Bu paslar senin gönül gözünü kör etmiş şu halde Allah'a sığınmaktan başka ne çare vardır? Ondan rahmet ve hid+ayet ümidinde bulunun ki kalbinizdeki pasları izale etsin. Bu sözleri Şuayb (a.s.)'dan dinleyen kişi: Günahlarımın cezasını verdiyse belirtisi nedir? diye sordu. Bu ısrarlı soru üzerine Cenab-ı Hakk Şuayb (a.s.)'a şöyle buyurdu: Ona verdiğim cezanın belirtisi şudur: İbâdet yapıyor hayırlı işlerde bulunuyor ama bir zerre tat alamıyor. Nitekim Efendimiz (a.s.) da bir hadis-i şeriflerinde Hiç şüphesiz bakır paslandığı gibi kalpler de paslanır; o halde onu istiğfar ile parlatın. diye buyurmaktadır. Tevbe: Kalbin duyduğu pişmanlığın adıdır. Kullarına sınırsız merhameti olan Rabbimizin şefkatinin celbine ve affına bir vasıta olur. İnsan hamuru acz ve fakr ile yoğrulmuş ve hatadan ve kusurdan hali olamaz elbette.  Hataların hemen peşinden ve sık sık yapılan istiğfar mü'minin günahlardan perhizini kolaylaştırır. Çünkü tevbeyle henüz günahından arınmış bir kalp aynı hataya teşebbüs ettiğinde vicdanı ona halikıyla yaptığı sözleşmeyi hatırlatıcaktır. İnsan yüz defada aynı hataya düşse ondan başka varılacak dergah olmadığı şuuruyla yine onun bârgah-ı huzuruna el açmalı. Hatalarımızdan yılgınlık göstermeyen ne yaparsan gel affedeceğim diyen zâtın dergahından utanıp kaçmak rahmet sağnağından bir nasip alamamaktır. Ey kıyamete değin tevbe kapısını ardına kadar açık bulunduran çok şefkatli Rabbimiz! Senin şefkat ve merhametini hakkıyla idrak edemiyoruz, zannettiğimiz kadarıyla değil bizlere sınırsız merhametinle muamelede bulun! İşte boyumuzu aşan günahlar, dağlarvari kusur ve nankörlüklerimizle huzuruna geldik. Yâ Rahmân, yâ Rahîm! Kusurumuzu afv et bizi kendine kul kabul et! Amin..

Ufuk Abdulkerim ÇAVUŞ 01 Şubat
Konu resmiİlahi Adalet
İnsan

Beşerin adaletine göre, 1 dakika bir kişiye kızıp, onu öldürdüğünüz zaman, karşılığında 7.884.000 dakika (15 yıl) hapis yatmak kanun'u adalet sayılıyorsa, böyle bir ceza aklımız tarafından makul görülüyorsa, İşte kâinatı yaratan Zâtı inkar eden kişi, sanki 1000 kişiyi öldürmüş gibidir. SORU: Hem, Allah insanı çok seviyor, kâinatı onun hizmetine sunmuş diyoruz, hem de Allah kısacık bir zamandaki küfrüne mukabil, insanı ebedi cehenneme atacak diyoruz, bu nasıl adalet olur? CEVAP: Nasıl ki çok meşhur ve çok san'atkar bir ressamı, eğer tanımıyorsak, bilmiyorsak, onun resimlerinin bizim yanımızda değeri ancak, kâğıdı, tahtası ve boyası kadardır. Ressamı inkâr ettiğimizde, Böyle bir ressam yok! dediğimizde, onun yaptığı bütün san'at eserlerini de yok saymamız gerekmektedir. Ayrıca, onu tanıyıp bilen ve eserlerine değer atfeden herkese karşı, bir aşağılama, bir tahkir yapmış oluruz, Aynen öyle de; şu kâinat dahi, üzerindeki bütün mahlukatla, bir Sani-i Hakîm'in san'atı ve nakışlarıdırlar. Elbette, böyle bir Sani-i Hakîm'i tanımayan, bilmeyen kişi, onun eserlerinin kıymetini takdir edemez, belki kıymetsizlikle itham eder. Onu kabul etmeyen, inkar eden kişi ise, onun yaptığı bütün eserleri de, inkâr etmek durumundadır. Bütün mahlukatı yokluğa, ademe, idama götürmek zorundadır. Bu ise; O Sani-i Hakîm'i, kendi lisan-ı halleriyle tesbih eden bütün mahlukata karşı bir tahkir, bir aşağılamadır, çünkü bütün masnuat, kendi lisanları ile onu tesbih etmekte; Evet O vardır, bütün bunlar ancak onun eseridirler demekte iken, yapılan inkar ile, Hayır O yoktur. denilerek, bütün mahlukat, yalancılıkla itham edilmekte, aşağılanmakta ve üzerlerinde tecelli eden sanat'ı ilahi, yokluğa götürülmek istenerek, büyük bir katliam yapılmaktadır. Beşerin adaletine göre, 1 dakika bir kişiye kızıp, onu öldürdüğünüz zaman, karşılığında 7.884.000 dakika (15 yıl) hapis yatmak kanun'u adalet sayılıyorsa, böyle bir ceza aklımız tarafından makul görülüyorsa, İşte kâinatı yaratan Zâtı inkar eden kişi, sanki 1000 kişiyi öldürmüş gibidir. Böyle bir adam, ömrünü yirmi sene küfürle geçirse ve öyle ölse, yapılan bu katliamın karşılığını o adamdan almaya çalışsak: 1 dakika kızmak + 1 katl yapmak = 7.884.000 dakika 20 yıl küfür (20 yıl x 365 gün x 24 saat x 60 dakika x 7.884.000) + 1000 katl = 57.201.200.000.000 sene 57 trilyon 201 milyar 200 milyon sene, kanun-u beşerin adaletine göre hapis yatması iktiza ediyor. İşte böyle bir hapis yeri, ancak cehennem olabilir. Henüz, sadece yaratıcının yarattığı san'at eserlerinin hakkını almaya çalıştık, oysa asıl burada tahkir edilen, aşağılanan Cenâb-ı Hakk'ın bizzat kendisidir, onun isimleri ise ezeli ve ebedi olduğundan, onun isimlerine karşı yapılan tahkirin, katlin cezası da ebedidir. Dolayısıyla, Allah'ı inkar eden kişinin ebedi cehennemde kalması, adaletsizlik şöyle dursun, tam bir adalettir. İşte, Kur'ân'da çok defa, meâlen, Onlar orada ebedî kalacaklardır. denilerek, bu hakîkate dikkat çekilmektedir. (Kaynak: Lem'alar, s. 316)

Ali Kadir UYAR 01 Şubat
Konu resmiYüzyıl Na'tleri ve Şâirleri

Peygamberimiz (sav)'i övmek, ona yalvarıp şefâat dilemek amacıyla yazılan şiirlere na't denir. Na't yazmakla ün salmış kişilere na't-gu; özel dini törenlerde naat okuyanlara na't-hân denilir. İlk na't örnekleri Arab edebiyâtında görülmüştür. Türk edebiyâtında ise Îrân'dan geçmiştir. Hemen hemen her dîvân şâiri Hz. Peygambere (sav) âit konuların heyecânıyla anlatıldığı na't türünde en az bir şiir kaleme almıştır. Na'tlerin konusu, Hz. Peygamberin risâleti …vb olabilir. Kullanılan dil ise konunun kutsallığından dolayı san'atlı ve ağırdır. Asr-ı saâdetten günümüze kadar Efendimize sayısız na'tler kaleme alınmıştır.. Hatta yeryüzünde hiçbir kimseye bu kadar şiir yazılmamış desek hatâ olmaz. Asr-ı saâdette, bir çok şâir sahâbî vardı. Ensârdan; Hassan b. Sâbit, Ka'b b. Mâlik ve Abdullâh b. Revâha şâir sahâbîlerin meşhurlarıdır. Hassân b. Sâbit, Ensarın en büyük şâiriydi. Şiirleriyle onlarca kişinin İslâma girmesine vesîle olmuş ve Efendimizi hicveden müşrik şâirlere karşı cevâblar verip onları hicveden şiirleri o gür sesiyle okumuştu. Öyle ki Mukavkıs'ın Peygamberimiz Aleyhisselâma hediye ettiği iki cariyeden biri olan Sîrîn (diğeri Efendimizin mübârek zevcesi Mariye validemiz, İbrâhim'in annesi)'i Peygamberimiz (sav), onu Hassan b. Sabit'e hediye etmişti. Sahâbîler içerisinde na'tiyle en çok bilinen kişi Ka'b b. Züheyr'dir. Yeryüzünde ilk na'ti söyleyenler konusunda ihtilâf vardır. Bir çok kaynakta ilk na't Hz. Âmine'ye hamledilse de hattı zatında bu şeref,  Efendimizin doğumundan 7 asır önce yaşamış Es'ad Ebu Kerib El-Himyerî'ye âittir. Âlimlerden Peygamberimizin geleceğini öğrenen, Ebu Kerib: Şüphesiz, varlıkları yoktan var eden Allâh tarafından bir rasul, bir elçi olan Ahmed'e şehadet ederim. Ömrüm O'nun ömrüne yetişse, O'na vezir (yardımcı) olur, aynı zamanda amcasının oğlu olurdum. Düşmanlarına karşı kılıçla savaşır; sînesinden bütün elem ve kederi siler, ferahlatırdım. Ebu Kerib'in asırlar önce söylediği bu şiir, mü'min olduğunun bir delili olmuş; Hz. Peygamber (sav), bir hadisinde O'nu ehl-i tevhîd olarak tanımlamıştır. Ancak, Efendimizin (sav) yüzüne karşı ilk na'ti söyleyen Hz. Âmine vâlidemizin olması kuvvetle muhtemel.. Hz Peygamber'imizin muhterem anneleri Hz. Âmine annemizin vefâtı anında, (m.577) ölüm döşeğinde, 6 yaşındaki oğlu Resul-i Ekrem (sav) in mübârek yüzüne ve mahzun gözlerine baka baka söylediği şiirin bütününü aktarıyorum: Ey ma'sum ve güzel evlâdım! Ey temizlerden de tertemiz günahsız çocuğum. Seni Allâh'ın rahmetine emânet ediyorum, Ve öyle de bırakıp gidiyorum, Rabbim, seni ve hayâtını mesud ve bereketli kılsın. Anneciğinin yokluğundan hiç üzüntü duyma. Sen Allâh'a emânetsin. Ey bir rü'yânın kurbânı olacakken, Allâh'ın lutfu ve ikramı sayesinde kurtuluş sadakası ile Ecel celladının pençesinden yakayı kurtaran Abdullâh'ın ma'sum yavrusu olan sen! Eğer düşlerim doğru çıkacak olursa sen bütün insânlara ve cinlere gönderilecek son peygambersin. Bütün insânlara helâl ve harâmı bildirmeye Bütün gerçekleri çerçevelemeye Ve ceddin İbrâhîm Aleyhisselâm'ın dini, İslâmiyet'i tekrar hayâtlandırıp, duyurmaya me'mursun. Çünkü Allâh, İbrâhîm Aleyhisselâm gibi seni de Putlardan ve puta tapanlara uymaktan korumuştur! Her yaşayan ölecektir Her yeni eskiyecektir Her çok tükenecektir Her yaşlı göçecektir. Ve Ben de bir gün öleceğim Fakat Sen'in gibi temiz ve tertemiz bir evlâd doğurdum Ardımda Sen'in gibi büyük ve hayırlı bir evlâd bırakıyorum. Bunun için adım ölmeyecek, sonsuza dek hayırla anılacağım. (Bu şiir, İmâm-ı Kastalani'nin Gönül Ni'metleri adlı eserinde ve Hacı Zihni Efendi'nin Târihte İz Bırakanlar adlı eserinde yer almaktadır.) KA'B B. ZÜHEYR: Kasîde-i Bürde'nin şâiridir. Aslında bürde hırka demektir. Ka'b b. Züheyr'in, bu şiirinin asıl adı Bânet Suaddır. Efendimiz (sav)'in huzurunda bu na'tini okuyunca Peygamber (sav) na'ti çok beğenmiş, mükâfat ve iltifat eseri olarak da kendi hırkasını ona giydirmişti. Daha sonra Bânet Suad şiiri, Kasîde-i Bürde olarak şöhret bulmuştur. Bu meşhur kasîdenin son bölümleri, yakın târihte D. Ali Erzincanlı  tarafından En Sevgiliye 4 albümünde seslendirildi. Ayrıca Ka'b bin Züheyr'in İslâma girişi, M. Âsım Köksal, İslâm Târihi, Köksal Yayıncılık: 7.c. shf.152-158anlatılmıştır. Kasîde'nin tamamını Semerkant Yayınlarından çıkan ve Adem Özbay imzasını taşıyan Sevgililer Sevgilisine adlı na't antolojisinde Sezâi Karakoç tercümesiyle mevcuttur. Kasîde-i Bürde'den bir demet: Yurdunda koparılmış gözleri sürmeli yaralı bir ceylan gibi Suat'ı alıp götürdüler. Gönlüm öyle kırık ki … Vâdi açık. Kuşluktur. Çakıllarda kuş sesli serin sular Kuzey yelleriyle serin sular gibi saf ve ışıklı Suat'ın ağzındaki  ZÂTÎ: (1471 Balıkesir – 1546) Asıl adı İvaz'dır. Bu zat sohbetlerinde bile, meramını irticâlen söylediği manzumelerle anlatabilecek kadar nazma hakim bir şâirdir. Bâkî'nin, Hayâlî'nin, Yahyâ Beğ'in ustasıdır. Bâkî onun için: Bülbül-ü bağ-ı sühan (söz-şiir bahçesinin gülü) der. Şâirin sağır oluşu, şiirlerinin dağılmasına sebep olmuş, ya sevmeyenleri tarafından yakılıp atılmış yada yazılmadığı için günümüzü az sayıda şiiri ulaşmıştır. Kendisi de  şiirlerini hiç kaleme almadığı için ara ara başkaları tarafından not edilmiştir. O  kadar çok şiir söylemiş ki daha sonra bir şiirin kendi şiirinin olup olmadığını anlamayacak hale gelmiştir!  Na't Kâmetin ey bostan-ı lâ-mekân pirayesi Nurdan bir servdür düşmez zemine pâyesi (Ey mekansız bahçenin süsü olan endam, O (sav) nurdan bir servidir ki, gölgesi yere düşmez) Yusuf-u gerçi görenler ellerini kesdiler Gün yüzün gördü senün şakkoldu âyın âyesi (Gerçi Yusuf peygamberi görenler ellerini kestiler, ama ay, senin güneş gibi yüzünü görünce ikiye yarıldı.)  FUZÛLÎ: Türk Dîvân Edebiyâtı'nın birçok sahalarında kuvvetli te'sir ve nüfuz sâhibi olan bu büyük şâir, Azeri-Osmânlı edebiyâtı kurucularındandır. Türkçe, Arabça, Farsça manzum ve mensur birçok eserler yazmıştır. Leylâ ile Mecnun eseri en meşhurudur. Milâdî 16. asırda yaşamış ve tâundan 1556'de vefât etmiştir. Asıl adı Mehmed'dir. Fuzulî'yi belki de meşhur kılan na'ti Su Kasîdesidir. Fuzulî'nin Su Kasîdesi 32 beyittir. Asırlardır dillerde pelesenk olmuş bu na'tten bir demet; 1. Beyit Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su (Ey göz! Gönlümdeki (içimdeki) ateşlere göz yaşımdan su saçma ki, bu kadar (çok) tutuşan ateşlere su fayda vermez.) 2. Beyit Âb-gundur günbed-i devvâr rengi bilmezem Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su (Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa gözümden akan sular, göz yaşları mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemem.) 3. Beyit Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk Kim mürur ilen bırağur rahneler dîvâra su (Senin kılıca benzeyen keskin bakışlarının zevkinden benim gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Nitekim akarsu da zamânla duvarda yarıklar meydana getirir.) İskender Pala-Divan Edebiyatı, shf.111 İskender Pala-Divan Edebiyatı, shf.117 Âsım Köksal-İslâm Târihi Yrd. Doç Dr. Emine Yeniterzi - Divan Şiirinde Na't, shf.4 Adem Özbay - Sevgililer Sevgilisi, shf. 228 - 232 Sadettin  Kaplan - Sultânların Şiiri, Şâirlerin Sultânı, shf. 217

Zafer ŞIK 01 Şubat