Bu Şarkımız Hiç Bitmesin!Dergi işiyle uğraşan, dergi çıkaran birisi zamanı önceden yaşar dersek yanlış olmaz zannederim. Bir dergi baskıya gittiği andan itibaren, diğer sayının telaşı başlar çünkü. Bu telaş gelecek ayın çalışma başlangıcı olmakla beraber, işe giriştiği andan itibaren de üçe bölünüverir. O ay geçmişte olanları arar, bulur. Gündemde ne var, onu bilmek durumunda kalır. Bir de öngörüler lazımdır, değil mi? Telaş zamanla sınırlı da değildir elbette. Bu yazıları kimlere yazdıracaktır, bu da ayrı bir meseledir. Kapak konusu mu çalışacaktır, yoksa dosya mı yapacaktır, ya da röportaj mı gider tayin edilen meseleye… hepsi ayrı bir soru işareti olarak devam eden bir süreci yaşar dergici… Gerçi bunu da yaşayamaz. Neden? Çünkü uğraştığı şey, mevkutedir, diğer bir ismiyle. Yani kısa zaman aralığını kapsayan -çoğu zaman aylık- bir neşir faaliyetidir onunkisi. Zaman zaten hızla akıp giderken, dergici, zamanla yarışan bir iş üzerindedir. Bir süre sonra günler değil, saatler, derken dakikalar zorlar dergiciyi. Zira sadece yazı planlama, yazdırma, toparlama, grafik gibi işlemler değil, aynı zamanda matbaa ve dağıtım gibi mevzular da ayrıca, lakin bütün içinde bir iştir dergici için. Ve bunlar da zamanla yarışan işlerdir. Okur, problem istemez. Gecikme istemez. Bahane hiç istemez. Haklıdır da! Bütün bu netice için dergici gecikemez, savsaklayamaz, üstün körü iş yapamaz, yeri gelir uyuyamaz… sorsanız istemez de zaten… çünkü onu mutlu ve memnun eden şey, okurun memnuniyetidir. Faydalı olanı arayanla buluşturma arzusu her şeyin üstündedir onun için. Yani aziz dostlar, dergicilik bir aşk işidir. Dergici bir arkadaşımın ifadesiyle biraz da deli işi… Her ay gelen yazılardan zamanla oluşan hür tefekkürün kale duvarları, zamanla altın külçeleri mesabesinde kitaplara dönüşüverir; bir okul oluverir dergiler. Bir kerede zorlanacak bir işin, küçük damlalar mesabesinde göllere, denizlere dönüşen fabrikalarına dönüşürler. Fikir işçisinin işçiliğini yapar dergici bu mübarek mektepte. Her bir midyeden inci devşiren dalgıç gibi, arar bulur tarihe ve zamana düşecek nice güzel tefekkür damlalarını. Bir baktım da yazıyı yazarken 153 sayı olmuş dergi. Ne de hızlı geçiyor zaman değil mi? Dile kolay, 153 aydır devam eden tatlı telaş. Ve her ay yenilenen konusuyla tazelenen dergici. Dünyalar içinde ayrı bir dünya kuruluverir her ay yeniden yeniye. O dünyanın ilk hazzını dergici yaşar. Hisseder. Zevk eder. Tamam derse, aklına yatarsa, kendisi tatmin olursa -ki öyle olmalı- ulaşır dalga dalga dünyanın dört bir yanına, kalpten çıkıp kaleme ve kâğıda düşen kelimelerle tecessüm eden manalar, hakikatler… Ve bu sevinci, mutluluğu hiç bitmez dergicinin. Telaşı vardır, fakat lezzet de fiilin, amelin içinde değil midir zaten? O işi yapmaktan gelen lezzet, dergicinin şevki, gayreti, muharrikidir. Kur’an hatmini bitiren birisi, duasını yaparken yine en sonda Fatiha ve Elif. Lam. Mim ile bitirir. Neden? Derler ki, bitmek yeniden başlamanın adı olsun, ilk adımı da buradan başlasın. Onun içindir ki “Elhamdülillah” dediği yerde “Bismillah” da arkasından gelir dergici için. Her ay bu lezzeti bizimle beraber yaşayan okurlara selam olsun. Tefekkürün hür kalelerinde dalgalanan bayrak yere düşmesin. Bu şarkımız hiç bitmesin!
Tarihten SayfalarSoğukçeşme Sokağı Soğukçeşme Sokağı, Ayasofya Camii ile Topkapı Sarayı’nı çevreleyen Sûr-i Sultanî arasında konumlanmıştır. Sokakta surlara yaslanmış 12 ev ile bir Roma sarnıcı bulunmaktadır. Roma sarnıcından başka, biri zemine daha yakın ve diğeri daha aşağı katta iki sarnıç daha vardır. Ayrıca sokakta iki tarihî kapı, sokağa adını veren tarihî çeşme ve konak hamamı bulunmaktadır. Sokaktaki evlerden birisi Nazikî Tekkesi Şeyhinin konağıdır. Diğer evler ise, cumbalı ahşap evler şeklinde sıralanmışlardır. Günümüzde Soğukçeşme Sokağında İstanbul Kitaplığı isminde bir kütüphane bulunmaktadır. İstanbul Kitaplığı, 1990 senesinde açılmıştır. Raflarında 500’ü nadir olmak üzere 14 binin üzerinde kitap bulunmaktadır. Ayasofya İmarethanesi Ayasofya İmarethanesi, Sultan 1. Mahmud (1730-1754) tarafından 1743 yılında Ayasofya'nın kuzeydoğusuna, yoksul ve kimsesizlere yiyecek dağıtmak için yapılmış hayır kurumudur. İmarethanede değişik tarihlerde yapılan onarımlar sırasında, kapıların üzerine tamirat kitabeleri yazılmıştır. İmarethanenin Bâb-ı Hümayun tarafına bakan büyük merasim kapısı barok üslubun, İstanbul'daki en güzel örneklerindendir. Bu kapı üzerinde Hattat Beşir tarafından yazılmış, 1743 tarihli bir kitabe vardır. Cami ile arasında bir avlu bulunan imarethanenin erzak ambarı olarak, caminin kuzeydoğu köşesindeki yivli minare dibinde olan ve yukarı kata çıkmaya yarayan rampanın giriş kısmı ile bunun yanında bulunan Bizans devrine ait yuvarlak bina kullanılmıştı. 4 Ağustos 1324 Şâfiî Fakihi ve Müctehidi Bulkīnî doğdu Kahire’nin kuzeyinde bulunan Garbiye bölgesindeki Bulkīne’de doğdu. Öğrenimine Bulkīne’de başladı. Yedi yaşında hâfız oldu. Fıkıh, fıkıh usulü, kıraat ve nahiv konularında bazı ana metinleri de ezberledikten sonra on iki yaşında babası ile Kahire’ye gitti. Bulkīnî, devrin tanınmış âlimlerinden olan Takıyyüddin es-Sübkî, Şemseddin bin Adlân ve İbnü’l-Kammâh’tan fıkıh, Şemseddin el-İsfahânî’den usul, Ebû Hayyân el-Endelüsî’den Arap dili ve edebiyatı okudu. Yûsuf bin Abdurrahman el-Mizzî ve Zehebî de dahil olmak üzere birçok hadis otoritesinden icâzet aldı. Kahire’de Amr bin Âs Camii’nde otuz yıl kadar ders veren Bulkīnî, ayrıca Tolunoğlu (İbn Tolun) Camii’nde, Berkūkıyye, Hicâziyye ve benzeri medreselerde fıkıh, tefsir, hadis okutmuş, çeşitli mezheplere mensup birçok ilim adamının yetişmesine ya doğrudan veya talebeleri vasıtasıyla katkıda bulunmuştur. Öğrencileri arasında en tanınmışları İbn-i Hacer el-Askalânî, Bedreddin el-Aynî, Veliyyüddin el-Irâkī, Burhâneddin el-Halebî, Bedreddin ez-Zerkeşî, Kāriü’l-Hidâye ve İbnü’l-Cezerî’dir. Oğulları Abdurrahman ve Sâlih de tanınmış âlimlerdendir. 1 Haziran 1403’de Kahire’de vefat eden Bulkīnî, evinin yakınında inşa ettirdiği Bulkīnî medresesinde oğlu Bedreddin Muhammed’in yanına defnedildi. 12 Ağustos 1918Dârü'l-Hikmeti'l-İslamiye'ninresmî açılış yapıldı 20. yüzyılın başlarında güçlenen ve Osmanlı topraklarında da faaliyet gösteren, İslâm’a muhalif cereyanların reddiyle İslâm âleminde yeni yeni ortaya çıkan birtakım dinî meselelerin İslâmî esaslar çerçevesinde halledilmesi amacıyla kurulmuştur. 1918 yılı başlarında Ertuğrul (Bilecik) mebusu M. Şemsettin (Günaltay) ile Urfa mebusu Şeyh Saffet (Yetkin) tarafından kurulması için teşebbüse geçilen bu müesseseye, İslâm’ı savunmak maksadıyla yapılacak çalışmaların doğrudan doğruya hükümetleri bağlayacağı düşüncesiyle Meclis-i A‘yân’dan Ahmed Rızâ Bey karşı çıkmıştır. Bu sebeple Âyan Meclisi müzakereleri ve çeşitli hazırlıklar sonunda Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye ancak 25 Şubat 1918’de resmen kurulabilmiştir. Resmen açılışı 12 Ağustos 1918’de Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım Efendi tarafından yapıldı. Azaları arasında Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri (ra) de bulunmaktaydı. 23 Ağustos 1514 Çaldıran Zaferi İran’daki Safevî Devleti’nin kurucusu olan Şah İsmail, Şiiliği benimsemişti. Şiilikteki kayıtsız şartsız teslimiyet anlayışının devleti idare etmeyi kolaylaştıracağını düşünmüştü. Aslen Sünnî bir Türkmen’di.Şah İsmail, Anadolu birliğini bozacak şekilde, Şiî propagandası yapmaya başladı. Edirne’de toplanan olağan üstü divanda alınan savaş kararı üzerine Yavuz Sultan Selim İran seferine çıktı ve bunu bir mektupla Şah İsmail’e bildirdi. Osmanlı ordusu Yenişehir, Seyitgazi ve Konya üzerinden Sivas’a geldi. Padişah, muhtemel bir Şiî ayaklanmasına karşı Sivas-Kayseri arasında hasta ve zayıflardan 40.000 kişilik bir ihtiyat kuvveti bıraktı. Osmanlı ordusu, 23 Ağustos 1514 günü İran Azerbaycan’ında Çaldıran ovasına geldi. Savaş, Osmanlı ordusunun kesin zaferiyle sonuçlandı.
Bu Dünyadan Bir Mursi GeçtiBundan tam 7 yıl öncesi, 2012 Mayıs’ında haber sitelerine peş peşe düşmeye başladı cumhurbaşkanı adayı Mursi’nin o gün için muhtelif anlamlar yüklenen, bugün ise yüklenen anlamların içini dolduran yaşanmışlıklar yüklü o sözleri. Henüz cumhurbaşkanlığı seçimlerinin arifesinde, bir ay sonra cumhurbaşkanı olacak ama bir yıl sonra artık cumhurbaşkanı olmayacak birisine, dünyevi bir makamda olmak ve olmamayı müsavi kılan o sözler... Cumhurbaşkanı olsa da hayatın ve varlığın anlamını değiştirmeyeceğini, cumhurbaşkanı olmasa da hayatın ve varlığın anlamını eksiltmeyeceğini gösteren o sözler... Mücadelenin cumhurbaşkanı olmak, cumhurbaşkanı kalmak ile sınırlı olmadığını ilan eden, söylenildikten 7 yıl sonra hayatta olmamak ile 7 yıl önce hayatta olmayı aynı zaman dilimine, aynı ân’a indirgeyen, bir nefes öncesi ile bir nefes sonrasının hesabını yapmayan o sözler… Takdir edilenden ne bir nefes fazla ve ne de bir nefes eksik dünyadan ayrılınamayacağını ikrar eden, sahibi olunulmayan bir nefes için nefsini teslim etmeyeceğinin senedi olan o sözler… Haber sitelerine 7 yıl önce o gün peş peşe düştüğünde Mursi’nin söylediği sözler, kelimelerine yüklenen anlamlar bunlar değildi elbette, kelimelerin kapağı açılmadan üzerine iğretice iliştirilen politik klişeleri analiz ambalajında kurgulayanlar, ölümün hayata hakim olduğu, hayatın ölüme mahkum olduğu kadar hakikatin kurguya hegemon olduğu gerçeğine 7 yıl sonra bir kez daha şahid olacaklarına vesile olacak sözlerdi Mursi’nin dudaklarından dökülen şu sözler….. …… ve sonra cumhurbaşkanlığı seçimleri oldu tam 7 yıl önce 2012 Haziran’ında. Yine haber sitelerine peş peşe düşmeye başladı Mısır’ın ilk seçilmiş cumhurbaşkanı Mursi’nin cumhurbaşkanı olduktan sonra yaptığı ilk konuşmasında sözlerine şu şekilde başladığı… “Hamd ve sena Allah’a olsun. Salat ve selam Allah’ın Resulü Hz. Muhammed (sav)’e olsun.De ki: Ancak Allah'ın lütuf ve rahmetiyle yalnız bunlarla sevinsinler. Bu onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.” (Yunus, 58) Devam etti konuşmasına ……dedi ……..dedi …….dedi ……..şeklinde aktarıldı söyledikleri, kimi haber sitelerinde hissiz, tatsız tuzsuz, ruhsuz, kuru ifadelerle analizler iliştirilerek, kimi öfkeler dil ile dişler arasına zorla gizlenerek ve konuşmasına nasıl başladığı nasıl bitirdiği vurgulanarak, bir Cumhurbaşkanı nasıl böyle konuşabilirliği tartışılarak… kimi dünya başkentlerinde masalar yumruklandı öfkeden… kimi dünya başkentlerini sevinç dalgası kapladı…. Ağız dolusu gülmeye hasret İslam coğrafyasında tebessüm etti kimi yüzler... …Ve Mursi sözlerini tamamladı: “…. Allah emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Yusuf suresi 21) Allahın selamı rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.” ….ve tam bir yıl geçti Cumhurbaşkanı Mursi’nin selam ve rahmet dileyerek sözlerini tamamlamasından sonra. Bu sözleri işitenlerin bir kısmı hakikatin ramına anlamlar yüklediler… Galip olmanın cumhurbaşkanı olmak olduğunu, galip olmanın Cumhurbaşkanlığından indirmek olduğunu düşünerek, bundan 6 yıl önce 2013 Temmuz’unda “…insanların çoğu...”ndan bir grup harekete geçtiler, ilah-ı kelamın “….insanların çoğu bunu bilmezler” hükmünü tahakkuk ettirmeye matufen… ….ve yine kameralar karşısına geçti son defa Cumhurbaşkanı Mursi; tarihi kelimeler tek tek bir kere daha nakledildi dünyaya ve kaydedildi tarihe “……Mısır’ı koruyalım….” dedi “…görevimiz çok büyük…” dedi “…ben buradayım karşınızdayım” dedi “…hakkımızı ve hukukumuzu korumanın…” “…canımla….hayatımla….” “…ecdadınız ADAMDILAR diyecekler…” “…benim kanım akacaksa ben buna hazırım…” “….bu vatan için…” …dedi ….ve yine sözlerini tamamladı “….Allah emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Yusuf, 21) ..ve darbeleri sureten başarılı oldu “…insanların çoğu bilmezler..” güruhunun. Mursi demir parmaklıklar ardına konuldu. Galip olmayı kelepçe takmak ve mahkemede demir parmaklıklar ardında duruşma yapmak olarak anladı, “….insanların çoğu bunu bilmezler…” güruhu. Galip olduklarını zannettiler 6 yıl boyunca. Oysa ki, yine bir Şehidin Seyyid Kutub’un sözleri, Mursi’nin tutuklanmasından sonra 6 yıl boyunca dünyanın değişik coğrafyalarından tekrar tekrar haykırıldı “…insanların çoğu bunu bilmezler…” güruhunun yüzüne yüzüne çarpıldı. Dalga dalga yayıldı coğrafyalar arasında. Yumruklar sıkılmadı, bu defa açıldı parmaklar. “Rabia İşaretine” eşlik etti dudaklardan dökülen şu mısralar: …. mahkemeler … yargılamalar …. idamlar…. duruşmalar… idamlar…, kim bilir kaç duruşma daha planlayanların mahkemesinde, hayatın sahibi ve ölümün hakiminin emrinin tecellisi ile Mursi Cumhurbaşkanı olmanın hemen arifesinde söylediği gibi “en büyük arzusu” şehadete yürüdü. ‘Allah’ın emri’ her zaman olduğu gibi bir kere ‘galip geldi’, “….insanların çoğu bunu bilmezler…” güruhu önünde… …ve yarım kaldı duruşma, mütebakisi Hakimler Hakimi, Adil-i Mutlak’ın huzuruna Mahkeme-i Kübra’ya intikal etti.... ve bu dünyadan bir Muhammed Mursi geçti… Bu dünyadan bir Muhammed Mursi geçti, “Kur’an bizim düsturumuzdur” diyen. Ve düstur kabul ettiği Kur’an’da, “Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Âhiret yurduna gelince, işte asıl hayat orasıdır. Keşke bilmiş olsalardı!” (Ankebût, 64)” hükmünce asıl hayatı ahiret hayatı olarak düstur kabul eden.. Bu dünyadan bir Muhammed Mursi geçti, “Resul bizim liderimizdir…” diyen ve lider kabul ettiği Resul’ün “bir elime Güneşi bir elime Ayı verseniz yine vaz geçmem” kararlılığını ilke edinen.. Bu dünyadan bir Muhammed Mursi geçti… Allah’ın emrinin galip olduğuna iman eden. İman ettiklerini gür sesle sürekli dile getiren. Dile getirdikleri ile nasıl amel edilirmiş gösteren.. Bu dünyadan bir Muhammed Mursi geçti…” sizin ecdadınız ADAMDILAR diyecekler” ile Cumhurbaşkanlığına veda eden ve dediği gibi …adamlık nedir? vakar nedir? ölürken dünyaya gösteren.. Bu dünyadan bir Muhammed Mursi geçti. “Kardeşim sen prangalara vurulsan da özgürsün diyen” Seyyid Kutub’ un izini takip eden. Bu dünyadan bir Muhammed Mursi geçti. Hasan El-Benna’nın, “İnsanlar rahata ersin diye gereği gibi Cihad etmeye hazır mısınız? İnsanlar biçsin diye ekmeye hazır mısınız? Ümmet hayat bulsun diye ölmeye hazır mısınız?” sorularına yıllar sonra dahi, “Allah yolunda şehid olmak en büyük arzumuzdur” diyerek cevap veren... Bu dünyadan bir Muhammed Mursi geçti. Bediüzzaman Said Nursi’nin, “Musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim: Onu (Allah’ı) tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu (Allah’ı) unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. (Asa-yı Musa)” İfadelerini ete kemiğe büründüren. Bu dünyadan bir Muhammed Mursi geçti. Aliya İzzetbegoviç’in, “Bizi toprağa gömmeye çalıştırlar. Fakat tohum olduğumuzu bilmiyorlardı” sözlerindeki gibi şehadetiyle nihayete eren hayatının yeni bir bidayet olacağı… Bu dünyadan bir Muhammed Mursi geçti…
Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’sinde Tefekkür ve ŞuurCemil Meriç, bir fikir adamı. Zamanını ilme adamış bir mütefekkir. Ömrü araştırmalarla, sentezlerle geçmiş; vardığı sonuçlarla adeta külliyat oluşturmuş bir sosyolog. Bu külliyatın içerisinde öyle bir eser var ki, diğer eserlerin yoğrulmuş hâli: “Bu Ülke...”. “Bu Ülke”yi okumadan Cemil Meriç’i anlamak zor. “Bu Ülke”yi okumadan Meriç’e göre asrı tanımak, izm’leri bilmek, medeniyetin tanımını yapmak, geçmişin buhranını çözümlemek fikri ve şuuru bulmak zor. Biz de bu yazımızda Meriç’in tefekkür ve şuur dünyasının nasıl oluştuğunu ele alıp, kendisine bir misyon, bir dava yükleyen insanımıza –özellikle de genç arkadaşlarımıza- bir yol haritası çizmek hususunda yardımcı olmaya çalışacağız. Çünkü ele aldığımız bu eser, birçok noktayı aydınlatarak bir şuur oluşturmuştur. -Bir manada- dava adamının çizgisi ve yolu nasıl olmalıdır; işte “Bu Ülke”, bize bu sorunun cevabını veriyor. Kitabın ilk yetmiş sayfası Meriç’in kronolojisinden bahsetmektedir. Sonra “Bu Ülke” başlar. Meriç, kendisini ‘Jurnal’ adlı eserinde, hayatını Türk irfanına adayan münzevi bir fikir işçisi, olarak tanımlar (s.9). Tefekkür eden yani düşünceye kendini adayan bir işçi… Meriç’te düşüncenin temeli arayıştan geçer. Bu arayışların neticesi de ilk olarak Doğu’ya yönelmektir. Doğu’nun felsefesini, sanatını, edebiyatını bilmek… Meriç ilk olarak Doğu’ya yönelir ve sonra kendisini Batı’da bulur. Çünkü Batı da temelini Doğu ile inşa etmiştir. Tefekkürün neticelerinden bir tanesi Doğu ve Batı sentezi yapmaktır. Meriç’te bu sentezi oluşturan, okuduğu kitaplar ve tanıdığı düşünürlerdir. İbrahim Edhem, Dostoyevski, Şemsettin Sami, Scott, Ribot, Marx, Nâzım, Ahmed Mithat, Fuzûlî, Nâbî, Nedim, Refik Halit, Balzac, Zola, İbn Haldun ve daha niceleri… (s.33). Karşıt düşünceleri tanımak ve bu düşüncelerden bir şuur oluşturmak gereklidir. Tefekkür ve şuurun oluşmasındaki ilk yol okumak, araştırmak ve tanımaktan geçmektedir. Aslında her arayış bir tefekkür, her tefekkür de bir arayıştır. Meriç, Avrupa’yı tanır ancak Avrupa’yı benimsemeyi gaflet olarak görmektedir. Çünkü bizim tohumlarımızda İslâmiyet bulunmaktadır. Kurtuluş da şuurla kazanılır (s.54). Tefekkür sahibi bir düşünce adamının vatandaş olarak vazifeleri vardır: belli savaşları kabul etmeli, belli tehlikeleri göze alması lazımdır. Bütün hakikatleri yoklamalı, yalanların maskesini yırtmalı, kalabalığa doğru yolu göstermelidir. Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak, elini kolunu bağlamak düşünceye ihanettir (s.56). Meriç’e göre sağ ve sol bize Avrupa’nın enjekte ettiği sevimsiz kelimelerdir. Sağ ve sol kısırdır; bu ikisine takılıp kalmak bizi geliştirmez. Bu ikisinden kurtulup, hafızalarımızdan kovmalıyız. Kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlatmalıyız (s.81). Tefekkürün temellerinden biri de ‘izm’lerden kurtulmaktır. Çünkü izm’ler düşüncelerimize giydirilen deli gömlekleridir. O halde bu gömleği çıkarıp atmak gereklidir (s.92). Çıktığımız yolda elbette pusulaya ihtiyaç vardır. Bu pusula ise, şuurdur. Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru. Şuur sağlam olmalı, herhangi bir ideolojiye saplanmamalıdır. Çünkü ideolojiler yoldan saptırır (s.95). Tefekkürün bir yolu da dergilerden geçer. Dergiler özgür düşüncenin kalesidir. Çünkü dergi günceldir; taze ve sıcaktır. Çağa hitap eder; çağın düşüncelerini yansıtır. Ayrıca birçok düşüncenin eseridir dergi. Bir neslin vasiyeti gibidir (s.103). Dergi okumak ve bu dergide çağın düşüncelerini takip etmek tefekkürün bir diğer adımıdır. Aydınlanmanın bir yolu da teceddüttür; yani yenilenmek. Osmanlı aydınlarının en muhafazakârları dahi teceddütten yana olmuştur. Ancak bu yenilik teslimiyet değil; o yeniliğe uyum sağlamak şeklinde olmalıdır (s.123). Donanımlı olmanın bir yolu da kendini yenilemekten geçer. Çağın yeniliklerini görmek, gelişimi, sanatı ve edebiyatı takip etmek gereklidir. Meriç, ‘din afyondur’ sözüne bir eleştiri getirir. Avrupa için uygun olsa da Osmanlı için değildir. Çünkü Avrupa sınıf kavgasıyla doludur, ancak Osmanlı’da böyle bir sınıf kavgası yoktur. Çünkü bizim için din şuurdur, yardımlaşmadır, sevgidir. Bizim birlik ve beraberliğimiz, inanç beraberliğidir (s.179). Kendini yetiştiren kendisine bir misyon edinen dava insanı, tefekkürün aşamalarından geçerken dindar bir kimliğe de sahip olmalıdır. Çünkü dayanışmanın temelini atan dindir. Günümüze damga vuran bazı fikir adamlarının dindar bir şuura sahip olduğu görülür. Farabi, Gazali, Fatih Sultan Mehmet, Necip Fazıl, Osman Yüksel Serdengeçti, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Oktay Sinanoğlu vs… Tefekkürün vasıtası diyalektiktir; yani iletişim (s.192). Arayışlar içerisinde yoğrulurken önce kendi dilimizi iyi bir şekilde bilmeliyiz. Dilin bütün inceliklerine hâkim olmalı ve etkili bir şekilde kullanmalıyız. Sonra bu dili iyi bir şekilde kullanarak fikirlerimizi iletmeliyiz. Bu amaçla iyi bir kamus bilgisine sahip olmak elzemdir. Okumak ve araştırmak tefekkürün yollarından biridir. Ancak eseri sadece okumak yetmez. O eseri analiz ve tahkik etmeliyiz. Meriç, Balzac’ın “İnsanlığın Komedyası” adlı eserini otuz yıldan beri tavaf etmiştir (s.237). Yani otuz yıl boyunca belli zamanlarda bu eseri incelemiş ve tahkik etmiştir. Ne kadar tekrar edersek o kadar faydalı olduğu malumdur. Meriç, bu ülkesinde bir dava adamı olarak, önümüzde bir rol-model olan Bediüzzaman Said Nursi hakkındaki yorumları da dikkate değerdir. Said bir mürşit. Hor görülenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştu akın akın. Nurculuk bir ses ve bu ses kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı. O konuştukça laikliğin kartondan sesleri yıkıldı birer birer. Nurculuk bir tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın, Batı’ya karşı Doğu’nun isyanı. Her risalesi bir şuurun çığlığıdır. Said Nursî bir kavga adamı. Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç, tefekkürden çok iman (s.249). Meriç’in, tek başına yüz binlerce kişiyi etkileyen, tefekkür ve şuurun sesi ve dava insanı olan Bediüzzaman hakkındaki bu yorumları dikkate değerdir. Meriç’i günümüze ulaştıran, akıllarda kalmasını sağlayan eserler yazmasına vesile olan iki temel etken vardır; tefekkür ve şuur. Şuurun yolu tefekkürden, tefekkürün yolu arayıştan geçer. O ilk olarak Doğu’yu bulmuş sonra Batı’ya ulaşmıştır. Doğu, ona ışığın yolu olmuştur. Bu ışık onda hiç sönmemiş ve ömrünün sonuna kadar araştırmalarına devam etmiştir. Onda oluşan tefekkür ve şuur birçok eser yazmasına vesile olmuş ve bizlere yol göstermiştir. O halde birer dava yüklenen bizler, bu yolda kendimizi yetiştirmek için iyi okumalar yapmalı, Doğu’yu ve Batı’yı tanımalı, kendimizi bir kalıba sokacak olan ideolojilerden kaçınmalıyız. Millî ve dindar kimliğimizi oluşturmalı, kendimizi yenilemekten kaçınmamalı ve iletişim yollarını iyi bir şekilde kullanmalıyız.
Yeni Dünyada Vatan,Devlet ve AsabiyetVATAN Bir kimsenin yerleşip yurt edindiği yere vatan denir. Sığır ve koyun ağılı anlamına da gelmektedir. Çoğulu “evtan”dır. Vatan sözcüğü “vatane” fiilinden bir isim olup, fiil anlamı; yerleşmek, ikamet etmek demektir. Aynı fiilin if’al ve tef’il babı ise; yurt edinmek, kendisini alıştırmak anlamına gelir. Aynı kökten yer ismi olan “mevtın” sözcüğü ise; yer, yurt, toplantı yeri, savaş sahnesi anlamlarına gelir. Çoğulu “mevatın”dır. Hadislerde “vatan” ve “mevtın” sözcükleri; yer, mevki, yurt, belde ve ülke anlamlarında kullanılmıştır. Günümüzde vatan sözcüğü belli bir topluluğun hâkim güç olarak yaşadığı, sınırları belirli toprak parçasını ifade etmektedir. Böyle bir beldeye “ülke” veya “yurt” denildiği gibi, tebaasına da “vatandaş” veya “yurttaş” denir.1 DEVLET Devlet ise vatanın hukuki, askeri, siyasi vs. açılardan organize olmuş şeklidir. İbn-i Haldun’a göre, “Topluluklar arasındaki asabiyet bağı sayesinde devletler teşekkül etmiştir.” Bu tanımda toplum, asabiyet ve devlet kavramları ön plana çıkmaktadır. İnsan ihtiyaçlarına karşı fakir, düşmanlarına karşı aciz olduğu için, birlikte yaşamaya muhtaçtır. Bu durum toplumların meydana gelmesinde önemli bir etkendir. Bir arada yaşayan insanlar ihtiyaçlarını karşılama ve tehlikelere karşı korunma ihtiyacından dolayı zamanla teşkilatlanmaya ihtiyaç duyarlar. İbn-i Haludun’un ifadesiyle “neseb asabiyeti” ortaya çıkar. Kan bağına dayanan ve zamanla teşkilatlanarak güçlü bir yapı oluşturan topluluk çevresindeki zayıf yapılar üzerinde de egemenlik kurarak tesir alanını genişletir. Bölgesindeki yerleşik siyasi yapılar üzerinde hakimiyet kurarak zafer kazanır. Zafer dönemi olarak ifade edilen bu dönemde nesebe dayalı asabiyet güçlüdür. Fakat ilerleyen süreçte bu durum “sebep asabiyetine” dönüşmeye başlar. Yani din ve ideolojiye dayalı bir toplum refleksi oluşur. Bu aşamanın da başarıyla atlatılması refah, huzur dönemine geçişi beraberinde getirir. Bu dönemde güzel sanatlar, mimari vs. alanlarda özgün bir yapı oluşmaya başlar. Yükselme dönemi olarak ifade ettiğimiz bu dönemi sulh yani barış dönemi takip eder. Bu dönemde devlet refleksi kazandıklarıyla yetinip savaşlardan ve kaosdan uzak durma üzerinedir. Duraklamanın yaşandığı bu dönemi israf devri takip eder. Devlet çöküş dönemine geçer ve çöker. Bu çöküşte dikkat edilmesi gereken husus şudur; devletin kuruluşunu nasıl ki asabiyet bağlarının güçlü olması sağladı ise, yıkılışını da bu bağların gevşemesi gerçekleştirmiştir. Yani huzur için mücadeleyi terk eden yapı, daha büyük bir huzursuzluğa kucak açmıştır. İbn-i Haldun’un Organizmacı Devlet Kuramı olarak ifade edilen bu durum “devletler de insanlar gibi doğar, büyür ve ölür” şeklinde ifade edilmektedir. Biz bunu göçebelik (neseb asabiyeti), yerleşik düzen (sebep asabiyeti) ve çöküş olarak da ifade edebiliriz. Bu teoriye göre devletin uzun ömürlü olmasında asabiyetin güçlü olması ve dinamizm etkilidir.2 Asabiyet ve Toplumların Yeniden İnşası İbn-i Haldun’un hür bir şekilde ortaya koyduğu bu nazariye, “devlet ebed müddet” düşüncesini benimseyen devlet adamlarının pek hoşuna gitmez. Çünkü hiçbir devlet başkanı “benim devletim nasıl olsa yıkılacaktır” nazarıyla devleti kurmaz ve idare etmez. Burada aslolan İbn-i Haldun’un ortaya koyduğu hakikati göz ardı etmemektir. Devlet, asabiyeti güçlü kılmak suretiyle dinamik tutulabilir. Yoksa deve kuşu gibi avcıdan kaçma şansınız kalmaz. Bugüne baktığımızda nesebe/ırka dayalı asabiyetlerin parçalanmanın ve ötekileştirmenin bir unsuru olarak kullanıldığı görülmektedir. Bu durum nesebe dayalı yeni bir dünya düzeni kurulmasını akıldan uzak göstermektedir. Günümüzde dünya dengelerinin sebep asabiyeti yani ideoloji üzerinden şekillenmesi vaki bir durumdur. Dünya büyük bir manevi buhran geçiriyor. İnsanlığı bu bunalımdan kurtarmak için ortaya atılan kapitalizm, sosyalizm gibi ideolojilerin gözyaşı ve kandan başka bir şey bırakmadığı ortada. Özellikle şu zaman diliminde kapitalistlerin işlemiş olduğu cinayetler insanlığı derinden yaralamakta. Beşer mahsulü olan, metafizikten yoksun bu izimlerin, kâinat ve eşya tanımlamasından insanlığı hızlı bir şekilde kurtarmaya ihtiyaç var. Tesadüf ve karmakarışık sebepler ağına dayandırılan, çokluk içinde boğulan zihinlerin, tevhid dairesine girerek teneffüs etmesinin vakti geldi ve geçiyor. Eğer eşya ve evrenin tevhid inancına dayalı bir tanımlaması zihinlerde etkili bir şekilde kurulmazsa... Eğer Hz. Peygamberimiz (sav), sadece maddi ve siyasi kişiliğinden ibaret kalır, manevi cephesi kaplerde yer bulmazsa... Eğer bir hesap gününün olduğu gerçeği delile, ispata dayalı Kur’ani bir tarzda beyinlere nakşedilmezse... Eğer kâinatta Allah’ın israf yapmadığı, her yeri melaike ve ruhaniler olarak ifade ettiğimiz manevi kameramanların olduğu gerçeği ortaya konmazsa, Eğer Kelamullah’ın emirlerinin ezelden gelip ebede gideceği dimağlara iyi işlenmezse... Eğer her şeyin bir kaderle tayin edilip meydana geldiği ve kulun fiilinden mesul olduğu ilmi verilmezse... Sebep asabiyetine dayalı yeni bir toplumun inşasından söz etmek de pek mümkün olmayacaktır. Nitekim maddeyi tanımlama avantajını ele geçiremediğimiz zaman, kapital zihniyetin liberal tanımlarından beyinlerimizi kurtaramayacağız. Kamusu namus gören ecdadımızın kadim medeniyetini slogandan öteye taşıyamayacağız. Bu noktada Resul-ü Ekrem’in (sav) bin üç yüz yıl devam eden tanımlamalarındaki sırrı yakalayıp insanlığa ders vermek ihtiyacı var. Milli bir değer olarak Bediüzzaman Hazretleri’nin yazmış olduğu eserler kamus ihtiyacımızı karşılıyor. Tarihi köklerimize ait olan kavramlarla eşyayı Kur’ani bir tarzda tarif ediyor. İman hakikatlerini parlak bir şekilde yeniden zihinlere kazıyor. Toplumun inşasında temel yapı taşlarını içinde barındırarak çimento vazifesini görüyor. Fikir anarşisine kapılmış olan İslam alemini adeta regülatör3 gibi dengeleyerek Selef-i Salihinin yolunda sırat-ı müstakimde tutuyor. Bediüzzaman (ra) medrese, tekke, mektep arasındaki sorunların da çözüme kavuşacağı Medresetüzzehra projesini dönemin şartlarından dolayı faaliyete geçiremedi. Osmanlının yıkılmasıyla yeni dünya düzeninde bilim ve eğitim adı altında toplumların tevhid inancından uzaklaştırılacağını gördü. Bundan dolayı bütün mesaisini iman ve tevhid esasları üzerinde yoğunlaştırdı. Adeta dinden arındırılmış, batı kaynaklı pozitivist, materyalist felsefeye karşı İslami uyanışın fikir ve iman aşamasını başlattı. Ta ki ilerde maddi sahada da koşturacak nesillerin inşa sürecinin temelini kazıp, ilk harcını koydu. Rabbim ebeden razı olsun. Kaynaklar: 1- Şamil İslam Ansiklopedisi2- Dr. A. Ezeli AZARKAN, İbn Haldun’un Devlet Görüşü (İstifade edilmiştir.)3- Hüsrev Hatemiye ait bir Bediüzzaman yorumu.
Şehidler Ölmez!Allah yolunda canını feda eden bir Müslümana şehit denir. Şehitlik, İslam’da en büyük mertebedir. Şüphesiz ki Allah katındaki en ulvi ve en kıymettar mertebe, Peygamberlikten sonra şehitliktir. Bizim kültürümüzde yer edinen esaslardan biri olan “Ölürsem şehidim, kalırsam gazi!” anlayışı, büyük bir teslimiyet ve bu mertebenin ne kadar yüce bir makam olduğunun en büyük delillerinden biridir. Hiç şüphesiz ki İslamiyet’le tanışmamızdan sonra hasıl olan cihad anlayışı, bu cümle ile daha da sağlamlaşmıştır. Tarih boyunca yapılan nice savaşlar, bu anlayış sayesinde muzafferiyet ile tamamlanmıştır. Müslüman Türkler bu iman ve anlayış sayesinde şehitlik makamının ne yüce bir makam olduğu idrakine varmış ve nice savaşlarda Allah için daha kuvvetli bir şekilde düşmana hücum etmiştir. Nice devletler tarafından bu denli savaşlarda korkusuzca ve ölmekten asla korkmadıklarını hep dile getirilmiştir. Mesela Albert Einstein şöyle diyordu: “Türk askeri cesurdur. Anavatanını sever ve onun için gerekirse çekinmeden canını feda eder. İşte bu anlayış sayesinde Müslümanlar bilir ki, Allah yolunda ölmenin mükafatı çok büyük olmakla beraber, çok ehemmiyetlidir. Zira “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyiniz. Bilakis diridirler, lakin siz anlayamazsınız.” (Bakara, 154) ayeti kerimesi bunu çok açık ve kuvvetli bir şekilde tasdik ediyor. Hakiki ve bu mertebenin ulviliğini anlayan bir Müslüman bilir ve bilmeli ki, “Şanım hakkı için, Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, elbette Allah’tan bir mağfiret ve bir rahmet, onların toplamakta olduklarından daha hayırlıdır” (Al-i İmran, 157) sırrınca, bu mertebenin dünya üzerindeki serme-i hayatları boyunca yaptıkları amellerin Allah katında üstün olduğunun bir göstergesidir. Peygamber Efendimiz (sav)’in buyurduğu üzere şehitler beştir: 1- Taundan (vebadan) ölen 2- Karın (yani iç) hastalığından ölen 3- Suda boğulan 4- Yıkıntı altında kalıp ölen 5- Allah yolunda vefat edenlerdir”. (Buhari Ezan, 32) Şehitlik mertebesi sadece bunlarla sınırlı olmayıp hadis-i şerifte buyrulduğu üzere, “(Mahşerde ulema-yı hakikatin sarf ettikleri mürekkep, şehitlerin kanıyla muvazene edilir, o kıymette olur.)” İşte bu mertebenin bu kadar faziletleri ve mükafatları olmakla beraber, ancak hakiki anlamda şehitler bu mükafatlara mazhar olabilirler. Hesap gününde ömrümüzü nerede geçirdiğimiz, gençliğimizi ne ile tükettiğimiz gibi sorularla karşılaşacağımız için, hayatımız boyunca Allah’ın emrettiği ve Peygamber Efendimiz (sav)’in çizdiği yoldan gitmeye gayret göstermeliyiz. “Dünya madem fanidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet hâkim ve kerim bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem “La yükellifullahü nefsen illa vüseha” sırrınca, teklif-i malayutak yoktur. Hem madem zararsız yol zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevi dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.” (16. Mektub). Bu düsturca bizim olmayan ve ebedi olarak kalmayacağımız bu dünyadaki ömrümüzün bir gün elbet biteceğinin farkına varmalı ve bu dünyayı ahiretin bir tarlası olarak görüp ona göre kendimizi hazırlamalıyız. İşlerimizde ve amellerimizde sevap olmadığı gibi bu yüce makamda da sırf Allah rızasını esas tutmak gerekir. Yoksa -Allah muhafaza- gösteriş ve kahraman olma arzusu ile hareket etmek yanlış olmakla beraber tehlikelidir de. Çünkü bu şekildeki davranış ve düşence “Allah müminlerden mallarını ve canlarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu), Allah üzerine hak bir vaattir…” (Tevbe, 111) Nitekim nefis ve malını Allah’a satmak gibi karlı bir ticaret varken bunun tam tersini yapmak ne derece zarar olduğunu anlarsın. İşte bununla beraber bu iki mübarek müjdeyi elimizin tersiyle itmemize benzer. Peygamber Efendimiz (sav)’in buyurduğu gibi, “Allah-ü Teala’ dan bütün kalbiyle şehitlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile, Allah ona şehitlik mertebesini ihsan eder.” (Müslim, İmare, 157; Nesai, Cihad, 36) İnsan sadece şehit olması için savaşta ölmesine gerek olmadığı gibi, riya ile hareket edenin de şehit olmayacağını anlayabiliriz. Zira riya amelleri silip süpüren bir hastalıktır. Ancak yine de o makam Allah’ın iradesine kaldığı için bize haddimizden fazla bir şey söylemek düşmez. Şehit yakını bilmeli ki, vefat eden kişi Allah indinde çok büyük mükafatlara nail olacağı gibi Rabbinin ona bahşetmiş olduğu bu mertebenin önemini anlamalı ve o yakınını ayrıcalıklı bilmeli. Çünkü şehitlik ateşiyle yanıp tutuşan o kadar Müslüman var ki, Allah o kuluna bu yüce mertebeyi nasip ettiği için bunu bir övünç kaynağı telakki edip kendini keder ve üzüntüyle perişan etmesinin önüne geçmelidir. Hem şehitlere yakınlarına şefaat etme hakkı tanındığı için müsterih ve bahtiyar olmalıdır. Allah-ü Teala hepimize din-i celil-i İslam’ı hakkıyla yaşamayı ve bildiklerimizle amel edip İslamiyet’in yükselmesine vesile olacak ameller yapmayı ve bu din uğruna Allah için onun yolunda gözümüzü kırpmadan şehit olmayı, isteyen herkese nasip etsin. Rabbimden niyazım şudur ki devletimizi başsız, minarelerimizi ezansız, vatanımızı bayraksız, milletimizi de İslamsız ve imansız bırakmasın. Âmin! Âmin! Binlerle Âmin!
Sultanahmed Camii'nin ŞifreleriSultanahmed Camii, İstanbul’ un belki de en güzel yerinde, fethin sembolü Ayasofya Camii’nin karşısında dört asrı geçkin bir zamandır dimdik ayakta durmaktadır. Sultan 1. Ahmed tarafından 1609-1616 yılları arasında Başmimar Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırılmıştır. Cami ile birlikte inşa edilen yapılarla büyük bir külliye haline gelmiştir. Külliyede camiden başka hünkâr kasrı, sıbyan mektebi, medrese, arasta, hamam, dârüşşifâ, imâret-i âmire (mutfak, fırın, kiler, yemekhane), tabhâneler, han, dârülkurrâ, türbe, sebiller, çeşmeler, dükkânlar, odalar, mahzenler, kahvehane ve evler de inşa edilmiştir. Külliyenin bazı parçaları günümüze ulaşamamıştır. Sultanahmed Camii gerek zarif görüntüsü gerekse de özellikleriyle görenleri kendine hayran bırakmaktadır. Sultanahmed Camii’ni tanımak için önce banisini tanımak gerek. Sultan 1. Ahmed Sultanahmed Camii’nin banisi, adından anlaşılacağı üzere Sultan 1. Ahmed’dir. Sultan 1. Ahmed, genç yaşta tahta çıkmış ve genç yaşta vefat etmiştir. Babası Sultan 3. Mehmed, 1603 senesinde vefat edince 14 yaşında tahta çıkmıştı. Tahtta 14 sene kaldı ve 28 yaşında vefat etti. Aynı zamanda 14. Osmanlı padişahıydı. Üç oğlu padişah olmuştur: Sultan II. Osman, Sultan IV. Murad ve Sultan İbrahim. Bu açıdan Sultan Abdülmecid’den sonra en çok oğlu sultan olan ikinci padişahtır. Sultan 1. Ahmed döneminin İstanbul’unun manevî önderlerinden birisi Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri idi. Sultan 1. Ahmed, Hüdayî Hazretlerine ayrı bir önem vermekteydi. Bir keresinde atından inerek Hüdayî Hazretlerini atına bindirdiği, kendisi de yanında yaya olarak yürüdüğü rivayet edilmektedir. Sultan 1. Ahmed, bir gün rüyasında Avusturya Kralı ile güreş tuttuğunu görmüştür. Fakat güreş sırasında Sultan’ın sırtı yere gelir. Sultan, zahiren bakıldığında yenilmiş gibi görünmektedir. Derhal rüyanın tabir edilmesini ister. Bunun için huzura gelen alimler, rüyayı Sultan’ın mutmain olacağı şekilde tabir edemezler. Fakat saraya gelen alimlerden bazıları, bu rüyayı ancak Üsküdar’da bulunan Aziz Mahmud Hüdayî Hazretlerinin tabir edebileceğini ifade ederler. Bunun üzerine Padişah, rüyasını yazdırdığı bir mektubu, bir ulak aracılığıyla Hüdayî Hazretlerine gönderir. Mektup Hüdayî Hazretlerine ulaştığında, Hüdayî Hazretlerinin cevabı yazılı olarak hazırdır zaten. Büyük bir şaşkınlık içinde cevabı alan ulak, Padişahın huzuruna varır ve durumu arz eder. Sultan 1. Ahmed, cevabın mektubun okunmadan verilmiş olmasından son derece etkilenmiştir. Bir an önce gelen yazıyı okumaya başlar. Hüdayî Hazretleri, rüyayı şu şekilde tabir etmişti: “Cenab-ı Hak, insan vücudunda sırtı en kuvvetli olarak yarattı. İnsan ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, Padişahımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyla bu rüyadan İslâm’ın temsilcisi olan Padişahımızın, küffara karşı zafer kazanacağı anlaşıldı.” Sultan, tabirden çok memnun olmuştur. Hakikaten Osmanlı Devleti, Avusturya ile yaptığı savaşı kazanmıştır. Sultanahmed Camii’ni diğer camilerden ayıran başlıca özellikleri - Sultanahmed Camii’nin temeli atılırken Sultan 1. Ahmed, eline kürek alarak temel inşaatında bizzat çalışmıştır. - Sultanahmed Camii, 6 minareli olan tek selatin camiidir. - 1800’lü yıllarda bir dönem, Kâbe örtüsü Sultanahmed Camii’nin avlusunda dokunmuştur. Kâbe örtüsünün dokunmasında kullanılan aletler de Sultanahmed Camii’nde muhafaza edilmekteydi. - Sultanahmed Camii’nde 21 bin 43 adet çini kullanılmıştır. Bu çiniler, İznik ve Kütahya’da üretilmişti. İç mekânda çinilerden ve süslemelerden kaynaklı olarak görülen mavi rengin ağırlığı sebebiyle, batılılar tarafından Blue Mosque (Mavi Cami) olarak adlandırılmaktadır. - Sultanahmed Camii’nde 260 adet pencere bulunmaktadır. Pencerelerin sıklığı sayesinde büyük kubbe, havada asılı gibi görünmektedir. - Caminin ana mekânı, 64m. x 72m. ölçülerinde kareye yakın bir alanı kaplamaktadır. - Kubbe, 5 metre çapındaki dört fil ayağı üzerindeki sivri kemerler üzerine oturtulmuştur. Kubbenin çapı 23,5 metre olup, yerden yüksekliği 43 metredir. - Caminin fil ayaklarında bulunan çeşmelere temiz suyun sağlanması ve kirli suyun tahliyesi için cami içinde mükemmel denilecek tarzda kanallar yapılmıştır. - Osmanlı’da Mevlid Gecesi merasimleri, bir devlet töreni şeklinde Sultanahmed Camii’nde icra edilirdi. - Sultanahmed Camii’nin içinde Sultan 1. Ahmed tarafından kaleme alınmış bir dörtlüğün yazılı olduğu bir levha bulunmaktadır. Bu dörtlük şu şekildedir: “Nola tâcım gibi başımda götürsem Kademî nakşını ol Hazret-i Şâh-ı Rusül’ün Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir Ahmedâ yüzün sür kademine o gülün” Sultan 1. Ahmed, bu dörtlükle Peygamber Efendimizin (asm) ayak izini başında taşımak istediğini ifade etmektedir. Hakikaten sarığının içinde Resûlullah’ın (asm) ayak izinin bir örneğini taşıdığı rivayet edilmiştir.
Haramı Nasıl Terk Ederim?Zaman zaman çeşitli sebeplerden dolayı muhatap olduğumuz kişilerden veya çevremizden duyduğumuz, zaman zaman bizim de kullandığımız bazı sözler var; bir yanlışa, bir hataya, bir günaha kefaret gibi söylenen “BIRAKAMIYORUM, ÇOK DENEDİM OLMADI, ALIŞTIK BİR KERE, YILLAR OLDU ARTIK ÇOK ZOR” vs. gibi sözler. Bu sözlerin çoğu zaman pişmanlık üzere söylendiğini hissedebiliyoruz. İnsan bir hataya, bir günaha düşüyor, sonra ülfet oluyor. İnsan o günaha alışıyor, o hatayı hata olduğunu bile bile yapıyor. Bazen kendini çaresiz hissedip günah olduğunu bile bile yapıyor. “Neden yapıyorsun?” sorusuna ise yukarıda saydığımız cevapları veriyor. Çünkü, içine düşmüş bulunuyor, çıkamıyor. Hem insandaki his ve hevesler, akıbeti görmedikleri, düşünemediklerinden ve insandaki akla, fikre ve iradeye galebe ettiklerinden o günahtan, hatadan çıkamıyorlar veya çıkmak istemiyorlar. Sütten, baldan ırmakları olan sonsuz bir cenneti, zehirli bal hükmündeki, sonu esef ve pişmanlıkla biten hatalara, günahlara değişebiliyorlar.Ramazan-ı Şerifteki oruçta şöyle bir hikmet var ki yukarıda yazdığımız “BIRAKAMIYORUM, ÇOK DENEDİM OLMADI, ALIŞTIK BİR KERE” gibi sözlerin hepsine son veriyor. Çözüm üretiyor. İnsanın nefsine galip gelebileceğini, o alışkanlıklarını terk edebileceğini hissettiriyor. Oruçla gerçekten o istemediği halleri terk edebileceğini yaşayarak insana hakkalyakin gösteriyor. Çünkü oruç tutan insan, sırf Allah emretti diye helal olan işleri terk edebiliyor. Hem de en ihtiyacı olan zamanda. Mesela yaz sıcaklarında bütün gün oruç tutan birisi çok susadığı halde, hatta su ona elini uzatıp alacak kadar yakın olsa da oruçlu olduğu için, esasında helal olan su içme fiilini yapmıyor. İradesine sahip çıkıp nefsine galip gelebiliyor. İşte oruç vasıtasıyla irade eğitiminden geçen bir insan şöyle düşünse: “Ben, Allah emretti diye helal olan bir fiili, bir işi, en zor zamanda, ihtiyacım anında terk edebildim. Çünkü Allah öyle emrediyor. Öyleyse haram olan yanlışlarımı da terk edebilirim. Çünkü yanlışı terk etmemi de Allah istiyor. Hem de oruç gibi bir ay değil, tüm hayatım boyunca emrediyor. Helali terk edebildiysem haramı da terk edebilirim” diye mülahaza ettirir. Ve o insana haramı terk etme noktasında sağlam bir irade kazandırır. Haramı bırakabileceğini, nefsini oruçla helal fillerde nasıl gemlediyse, haram ve yasak fiillerde de gemlemeyi başarabileceğine dair bir fikir zihnine yerleşir. Ve o kişi o fillerden orucun sevkiyle vaz geçebilir. Kolay kolay o yanlışa düşmemeye çalışır. Oruçluyken gözüne, kulağına, diline, eline, ağzına harama girmemek için nasıl hâkim olduysa, oruçtan ve Ramazan’dan sonraki zamanlarda aynı şekilde hâkim olmaya çalışır. Oruç o kişiye emir vasıtasıyla helali terk ettirdiği gibi, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kabiliyet peyda ettirir. Hayat-ı maneviyeyi bozmamaya çalışır. Ramazan’da umum Müslüman- larla beraber olmanın, Ramazan’ın muhteşem manevi atmosferinin ve kendi gücünün yettiğince yaptığı ibadetlerinin vasıtasıyla o bir aylık doyumsuz maneviyatın kendi üzerindeki halini devam ettirmeye çalışır. Ramazan ayındaki bir aylık manevi enerjiyle diğer on bir ayını da maneviyatla geçirmek ister. Mümkün mertebe haramdan kaçar, yapmamaya gayret gösterir. Ardımızda bıraktığımız Ramazan ayı yaklaşan Kurban ile birlikte bize sağladıkları bu eğitim vasıtasıyla daha iyi ve güzel bir insan olmamıza imkân verir. O şuura ulaşırken fiilimizle de desteklemeye vesile olur. Cenab-ı Hak bizleri maddi manevi temizlenenlerden eylesin. Amin.
Dost Olmak mı, Dost Bulmak mı?En evvel kendimi tanıyıp tanıtarak dost olmaya ve bulmaya karar vermeliyim. Durum: Günümüzde herkes samimi dost bulamamaktan şikâyet eder. Hakikat: Samimi bir dosta herkes muhtaçtır. Tespit: Samimi bir dosta milyarları dökecek nice insanlar var. Hüküm: Parayla mevki ile, makamla, rütbeyle her şey satın alınabilir, fakat samimi bir dost ve dostluk asla alınamaz. Soru: Samimi bir dost neden ve niçin bulunamaz? Samimi bir dostu bulmak çok mu zor? Netice: Betonun soğukluğu insanın davranışlarına yansımış. Böylesine beton gibi soğuk beşeri münasebetler içinde dost bulmak elbette zor olacaktır. Tren bekler gibi herkes bir dost bekliyor. Bayramlarda bile, öz evladını umutsuzca bekleyen insan hikâyeleri sıradanlaşıyor. Bayramlar böyle olursa, diğer günleri varın siz düşünün. Hayat soğuk olmaya, acı vermeye başlıyor. Oysa samimi bir dost bütün acıları, kederleri alıp götürür. Gönlü ferahlatır. Şimdilerde insanlar dostuna dökemediği derdini parayla birlikte psikologlara döküyor. Sosyal hayatta, fıtri dost ve dostluklar azalınca, dertler haber ekranlarında boy gösteriyor. İkinci bir soru: Acaba dost beklemek yerine dost olmayı denesek nasıl olur? İşe dost olmaktan başlamak daha doğru olmaz mı? İyi de kime dost olacağım? Dost olmaya en layık olan kimdir? Önce ben kimim? Nerden geldim? Nereye gidiyorum? Tahriç: En evvel kendimi tanıyıp tanıtarak dost olmaya ve bulmaya karar vermeliyim.
Hac YolundaAllah’a hamd olsun ki bir zilhicce ayına daha kavuştuk. Yine kimilerimize kutsal beldelere yüce bir niyetle yolculuk göründü, kimilerimiz içinse umutlar başka bir bahara kaldı. Gidemesek de veya gidip de bir daha vasıl olmak arzusu ile yansak da gönlümüz hep şehirlerin anası Mekke-i Mükerreme’deve medeniyetin membaı Medine-i Münevvere’dedir. Hac meşakkattir, meşakkatli bir seyahattir. Seyahat olması bakımından tarihte pek çok seyyahların seyahatnamelerinde bu yol serüvenleri kendine yer bulmuştur. Türk edebiyatında, özellikle divan edebiyatında ve dini-tasavvufi edebiyatta bir mazmun olarak yer almış ve bu konuda müstakil eserler de kaleme alınmıştır. Bu eserlerde hac ibadetinin cereyan ettiği Mekke ve Harem-i Şerif ile civarındaki Arafat, Mina, Müzdelife gibi hac farizasının yapıldığı mekânlar, Mekke ve Medine’de ziyaret edilen önemli yerler anlatılmıştır. Hac ibadetini konu alan metinler, genel olarak “menâzil-i hac” ve “menâsik-i hac” adı altında iki gruba ayrılmıştır. Menâzil-i hac türündeki hac seyahatnamelerinde gidilen konaklardan bahsedilir, menâsik-i hac eserlerinde ise haccın şartları konu edilir. Osmanlı döneminde birçok manzum ve mensur hac seyahatnamesi yazılmıştır. Bu eserlerin Türk edebiyatında bilinen en eski örneği, Ahmed Fakîh’in (ö. 14. yy.) hacca gidip seyahatini kaleme aldığı Kitâbu Evsâf-ı Mesâcidi’ş-Şerîfe adlı manzum eseridir. Gubârî (ö. 1566), Nâlî (ö. 1675), Seyyid Hasan Rızâ’î (ö. 17. yy.) ve Abdurrahman Hibrî (ö. 1676) manzum olarak hac seyahatnamesi yazan müelliflerdendir. Nâbî’nin (ö. 1712) Tuhfetü’l-Harameyn’i bu alanda yazılmış önemli mensur eserlerdendir.1 Meşhur Arap gezgin İbn-i Batuta aslında hac seyahati için memleketi Tanca’dan ayrılmış, fakat hac vazifelerini yaptıktan sonra seyyahlığın cazibesine dayanamayarak başka memleketleri de görme arzusuyla yıllarını yollara vermiştir. Ayrıca mili seyyahımız Evliya Çelebi de Seyahatname isimli eserinin 9. cildinde hac yolculuğunu anlatmaktadır. Servet-i Fünun edebiyatının üç önemli edebiyatçısından birisi olan Cenap Şahabettin’in “Hac Yolunda” adlı eseriyle, Necip Fazıl’ın “Hacdan Çizgiler Renkler ve Sesler” eserlerini de anmadan geçmemeliyiz. Bu metinler, tarih boyunca ve bugün de hacı adayları ve umre yolcuları için önemli bir kaynak olmakla birlikte, tarihe de ışık tutmaktadır. Bugün uçakla kısalan yollar, o zamanlar bugünkü kadar kısa olmadığı gibi konforlu bir yolculuk da yoktu. Kaynaklara bakıldığında o zamanın imkanları ile deve üstünde Şam-Medine arası 247 saat, Medine-Mekke arası 106 saat sürmekteydi. Eski zamanlarda hac yolculukları çok erken başlardı. Recep ayının 12. günü İstanbul’dan yola çıkan ve değişik yol güzergahlarını izleyen hacı kafileleri, yolda kendilerine eklenen hacı adaylarıyla birlikte, genelde Ramazan ayının 20’sinden itibaren Şam’da toplanmaya başlardı. Değişik yerlerden gelen hacı adayları burada toplanır ve Ramazan Bayramı bu şehirde geçirilirdi. Hac kafilesi, Mevlid Kandili’nde yani Rabiulevvel ayının 12’sinde İstanbul’a geri dönmüş olurdu. Sultanahmed Camisi’nde gerçekleşen mevlid merasiminde padişah ve devlet erkanına Mekke’den gönderilen hurma ikram edilir, haccın sağ salim gerçekleştiğine dair gönderilen berat okunurdu. Hacı evlerinde ise hacı tehniyeleri haftalar, hatta aylar boyu devam ederdi. Osmanlı döneminde, İstanbul dışında iki yerden daha Hac Kafilesi yola çıkmaktaydı. Kuzey Afrika Müslümanlarının katıldığı kafile, “Mısır Kafilesi” adını taşırdı. Bu kafile de Kahire’den yola çıkardı. Irak, İran ve Asyalı Müslümanları hacca taşıyan kafile Bağdat’tan yola çıkardı ve “Irak Kafilesi” diye isimlendirilirdi. İstanbul’ dan yola çıkan hacılar 54 yerde konaklardı. Kafkasya ve kuzeyde yaşayan Müslümanlar da Aşağı Kafkas güzergahı olarak da adlandırılan, aslında İstanbul yolu olan güzergahı kullanırlardı. Horasan hacıları için İstanbul yolu ya Meşhed-Aşkabad şehrinde toplanarak Mazenderan denizini geçmek ve Bakü’ye gelmek veyahut da Enzeli limanından kalkan buharlı gemilerle Bakü limanına ulaşmak demekti. Buradan sonra da Bakü’den kara yolu ile Tiflis, Batum üzerinden Poti limanına ve oradan da Karadeniz’in en büyük limanı olan Trabzon’a varırlardı. Sahil boyu yapılan yolculuktan sonra İstanbul’a gelinir ve yine Ege’yi geçerek Akdeniz yolundan Mısır (Süveyş) kanalını kullanarak Kızıldeniz’in en büyük limanı olan Cidde limanına varılırdı.2 Şam’da toplanan kafileler, burada ‘ağır kervanlar’ ve ‘hafif kervanlar’ olmak üzere iki kısma ayrılırdı. Hediyeleri taşıyan Surre Alayı, ağır kervanlar arasında yer alırdı. Ağır kervanlar kışın gündüz yol alıp, geceleri dinlenirdi. Yaz mevsiminde ise öğleden sonra yola çıkılır, sabah güneş doğduktan iki saat sonra mola verilirdi. Aralarda kesintiye uğrasa da hac kafilesiyle Surre gönderilmesi geleneği, 1915 yılına kadar devam ettirildi. Hatta Osmanlı Devleti, Mekke Emiri’nin isyan etmesine rağmen 1916 yılında güç şartlar altında Medine’ye hediyeler gönderdi. Bunu takip eden 1917-18 yıllarında ancak Şam’a kadar ulaşabilen hediyeler, 1919’dan sonra yollanamaz olmuştur.3 Arap yarımadası ile Afrika kıtası arasında uzanan Kızıldeniz, tarih boyunca hac ibadeti için yola çıkan Afrikalı hacıları farklı güzergahları takip etmeye zorluyordu. Bugün Afrika’nın güneyinde ve doğusunda yer alan ülkelerden Mozambik, Tanzanya, Kenya, Somali ve Hint Okyanusunun batısındaki Madagaskar, Komorlar ve Zengibar adalarından yola çıkan hacılar, Doğu Afrika sahillerinin büyük bir kısmını gemilerle aşarak Arap yarımadasına ulaşıyorlardı. Orta, Batı ve Kuzey Afrikalı hacı adayları ise Asya ile Afrika’yı birleştiren Süveyş üzerinden çoğunlukla kara yoluyla Hicaz’a geçiyorlardı. Yani kıtadaki Müslümanların en yoğun yaşadığı bölgeleri oluşturan ve Mağrib bölgesi de denen bugünkü Libya, Tunus, Cezayir, Fas ve Moritanya’dan yola çıkanlar ile 1492 yılında son hanedanları Nasrîlerin düşüşüne kadar Endülüslü hacılar da bunlara katılırlar ve hep birlikte Afrika’nın Akdeniz sahili boyunca Mısır’a doğru hareket ederlerdi. Bir kısmı da deniz yolunu kullanıyorlardı. Günümüzde Batı Afrika olarak ifade edilen bölgede yer alan Nijer, Nijerya, Mali, Burkina Faso, Fildişi Sahili, Gine, Gambiya ve Senegal gibi ülkelerden yola çıkan hacı adaylarına gelince, bunlar da Büyük Sahra çölündeki yaklaşık 1100 ile 1200 yerleşim yerini geçerek Hicaz’a ulaşıyorlardı. Hac ibadetini yerine getirmek için gerçekleştirilen bu uzun ve yorucu yolculuk esnasında adaylar her ne kadar yanlarına erzak alsalar bile bunların yeterli olması imkansızdı. Haliyle geçtikleri yerlerde gördükleri misafirperverlik, onların hac yolculuğunu kolaylaştıran en önemli etkenlerden birisiydi.4 Bugün bile bu hürmetin ve ikramın gelenek olarak devam ettiğini müşahede etmekteyiz. Hac veya umre niyeti ile yola düşenler Rahman’ın misafiridir çünkü. Selam olsun kutlu bir niyetle yollara düşenlere. Selamımızı iletsinler o kutlu Nebi’ye. Cenab-ı Hak kavuştursun cümlemizi Haremeyn-i Şerifeyne. Kaynaklar: 1- “Menâsik-i Hacc Adlı Eserde Birleşik Fiiller”, Serhat Küçük, Tarık Çelik, Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl:7, Sayı:1, , 118-132, (2017)2- Esra Doğan (2013). Kacar dönemi Osmanlı İran İktisadi ilişkilerinde Hac Merasiminin Yeri 5(17), 93-117., Doi: 2228-6713 (Yayın No: 1508941)3- Sami Karacan, Esin Karacan, Yüksel Güngör, “Evliya Çelebi Seyahatnamesinde İnanç Turizmi Açısından Hac Ziyareti”, III. Disiplinlerarası Turizm Araştırmaları Kongresi Bildiri Kitabı, III. Disiplinlerarası Turizm Araştırmaları Kongresi, 829-843, (2014)4- Ahmet Kavas, Afrikalı Sultanların Destanlaşan Hac Seyahatleri, İstanbul Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi Sayı: 18, Yıl: 2008
Kainat Kitabının SakinleriSeyyid Şerîf el-Cürcânî’nin, “Farklı suretlere girebilen ve duyularla algılanamayan nurani varlıklar” (et-Taʿrîfât) olarak tarif ettiği melekler, insanlardan ve cinlerden farklı olarak nurdan yaratılan mahlûklardır. Meleklerin cismanî olmamaları ruhanîler grubuna girmelerine sebep olmakla beraber, meleklerin nurdan yaratılmış olmaları ise, onları bağımsız mahlûklar sınıfına dâhil etmiştir. Meleklerin, Hz. Âdem’in yaratılışından öncede varolduklarını ve Cenab-ı Hakkın hitabına mazhar olduklarını ve hatta bizzat onunla konuştuklarını Kur’an-ı Kerimin ayetlerinden anlıyoruz. Hz. Âdem’den bu yana tüm semavi dinlerin ve bu dinlere tabi olan insanların topyekûn meleklere iman etmeleri, meleklerin varlığını kabul ve tasdikleri ve hatta onlarla sohbet etmeleri gibi konularda ittifak etmeleri, meleklerin varlığını kati olarak ispat etmeye tek başına yetmektedir. Aslı olmayan, bilinmeyen hikmet ve hakikate dayanmayan bir şeyin bütün insanlık âleminde kabul edilmesi ve üzerinde icma edilmiş olması imkânsızdır. İçinde yaşadığımız dünyanın da için de bulunduğu şu kâinat, öyle muazzam ve mucizevî bir kitaptır ki her cildi ayrı bir hikmetle dizayn edilmiş, her sayfası ayrı bir sanatla süslenmiş, her satırı ayrı ayrı hazinelerin kapısını açan anahtarları ihtiva eden eşsiz kılavuzdur. Yüce yaratanın iman etmemizi istediği her ne var ise, kâinat kitabının rehberliği ile doğrudan maksadımıza ulaştıracak ipuçlarına ulaşmamız mümkündür. Zira Cenab-ı Hak rahmeti ve hikmeti gereği kullarının kendisine ulaşmasını sağlayan yolları çoklukla ve kolayca bulunacak şekilde tüm kâinata serpiştirmiştir. Keza Allah’a iman gibi sair iman erkânları da bu minval üzeredir. Yani kul neye iman etmekle mükellef ise, o erkâna ulaşacak tüm yollar bu kitabın içinde apaçık mevcuttur. İmanın altı erkânından birisi olan meleklere iman etmemizi akla yaklaştıran birçok delil, yine kâinat kitabı içinde mevcuttur. İnsan kâinat içinde bir zerre mesabesinde olsa da dikkatle bakabilirse bu muazzam kâinatın, ziynetli ve hikmetli satırlar ve sayfalar olduğu açıkça görülecektir. Süslemek ve hikmetli tanzim etmek fiilleri ise takdir ve tahsin edici nazarları ister ve gerektirir. İnsan ise bu takdir ve tahsin etme işinde, verilen kabiliyetler cihetinde yetersiz kalıyor. Bu yüzden Allah, kâinatın o geniş ve mükemmel âlem ve tabakalarını şuur sahibi sakinlerle donatmıştır. Cenab-ı Hak kâinatın her yerini kendi sanat ve güzelliklerini seyir ve nezaret ederek buna mukabil övgü ile ibadet edecek mahlûklarla doldurmuştur. Dünya gibi, semavata nispeten iç içe ve karmaşık bir yerde, her yer hayat ve şuur ile doldurulsun da dünyaya nispeten çok daha geniş, güzel ve parlak olan semada şuur sahibi varlıklar olmasın! Bu sonucu kabul etmek kâinatın her tarafında tezahür eden hikmete zıt ve o hikmeti bir inkâr olmaz mı? Bu yüzden hikmet sahibi Hz. Allah, kâinatın her yerini elbette takdir ve tahsin edici mahlûkları ile doldurmuştur. Şeriat lisanında bu nurani sakinlerin adı melek ve ruhanilerdir. Melaike ve ruhaniyet denince akla gelen ilk mekân semavattır. Üzerinde / içinde yaşadığımız arz ile sema arasında mütemadiyen devam eden sıkı bağların olduğunu hem yüce kitabımız Kur’an hem fen ve teknoloji bize söylüyor. Maddi ve manevi birçok nimet bize semadan gelmektedir. Güneşin ısısı ışığı, yağmur, rahmet, bereket ve dahi vahiy gibi sayısız nimetler bize semadan nazil olmuştur ve oluyor. Ve keza yeryüzünden semaya ise mahlûkatın yapmış olduğu dualar, ibadetler, her türlü yöneliş ve yakarışlar, nihayetinde ölen insanların ruhları gidiyor. Dünya ile sema arasında böyle sıkı bir alışveriş bulunuyor. İşte yer ve gök arasında cereyan eden bu alışverişten de bu iki mesken arasında sıkı bir bağ olduğu gibi her ikisinin de kendine mahsus ve münasip sakinleri vardır ve varlığını kabul etmek elzemdir. Bu koca kâinatı bir saray, bir şehir gibi tüm ihtiyaçlarını karşılayarak idare eden, ölçü ve düzen kanunları ile çekip çeviren, hikmetleriyle değiştiren bir yaratıcıyı nasıl ki inkâr edemeyiz. Sinekleri ve yıldızları birer muntazam ordu gibi eksiksiz nizam üzere idare eden Zat-ı Zülcelâl elbette yeri, göğü ve arasındaki tüm kâinatı birbiriyle irtibatlandırarak o meskenlere uygun sakinleri halk edecektir ve etmiştir. “Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah’ın ve meleklerinin gelmesini mi beklerler? Halbuki iş bitirilmiştir. (Allah nizamı artık değişmez.) Bütün işler yalnızca Allah’a döndürülür.” (Bakara, 210)
Neden Kendimi Yetiştirmeliyim?Bir büyüğümüzün şu sözünü hiç unutmam ve her yerde hatırlar, hatırlatırım: En büyük hizmet kendini yetiştirmektir. “Ey iman edenler, eğer siz Allah’a, Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder. Kendinize itimadınızı artırır, ordunuzu güçlendirir, devletinizi ayakta tutar, itibarınızı yüceltir. Sizi kararlı, sabırlı ve azimli hale getirir.” (Muhammed, 7) “Ey iman edenler! Sizi (pek) elemli bir azabdan kurtaracak bir ticareti, size göstereyim mi? Allah’a ve Resulüne iman edip, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz! Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.” (Saff, 10) Bir büyüğümüzün şu sözünü hiç unutmam ve her yerde hatırlar, hatırlatırım: En büyük hizmet kendini yetiştirmektir. Evet, bu zamanda alem-i İslam’a hizmet edebilmek için kendini iyi yetiştirmek, donanımlı hale gelmek gerekmektedir. Şeytanın vesveselerine, nefsin oyunlarına galip gelmek, iradenin dizginini heva ve heveslerin eline vermemek için, imanın erkanına dair bilgilerimizin de delilli, sağlam temeller üzerine bina edilmiş olması gerekmektedir. Görünürde tatlı bir zorluğu olan kendini yetiştirmenin insana birçok yer ve alanda kazandıracağı şeyler vardır. KENDİMİZE SORALIM, NEDEN KENDİMİ YETİŞTİRMEM LAZIM? Mesela; * Alimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmadılar, ancak ilim miras bıraktılar. Şu hâlde o ilmi alan büyük bir pay almış demektir.1 Peygamberimizin (asm) bıraktığı mirastan pay alabilmek için, kendimi yetiştirmem lazım. * Acaba ümmeti bulunduğumuz o sevgili Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin, dalalet yolunu tutan veyahut dalalete gidenlerin arkalarından giden ümmetini ne suretle tarîk-ı hidayete (doğru, hak yol) getirmek için sa’y etsek (çalışsak) hoşnudiyet-i Peygamberiyi (asm) celbedebiliriz? (Barla Lahikası) Bu ümmete faydalı olmak, yanlıştan çevirmeye çalışmak ve Peygamberimizin hosnudiyetini, memnuniyetini kazanmak için, kendimi yetiştirmem lazım. * İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hakeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi (ahirete ait işler) kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fâni umûr-u dünyeviyeye (dünya işlerine) tevcih etmek (yönlendirmek), fâni ve kırılacak şişelere, bâki elmas fiatlarını vermek demektir. (Mektubat 2) İnsanların kendilerine verilen hislerin, kabiliyetlerin yönünü ahirete çevirmek ve dünyayı gerçek manada konar göçer bir misafirhane bilip ona göre davranmak için, kendimi yetiştirmem lazım. * Ebucehil gibi kömür ruhlu, Ebubekir-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif zayi’ olacaktı. (Mektubat 1) Tarihe yanlışlarıyla kaydolanlar gibi olmamak, gaflet karanlıklarına düşmemek, kendini ala-yı illiyyine (insanoğlunun ulaşabileceği en yüce makam) çıkabilmek için, kendimi yetiştirmem lazım. * Bu zamanda ahiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevi kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sır için tabi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabını ve elemlerini göstermekle olur. (Mektubat) Dünyaya gereği kadar kıymet vermek, ahirete himmeti sarf etmek için, ahireti dünyaya değil, dünyayı ahirete hizmetkar yapmak için, kendimi yetiştirmem lazım. * Hem iman-ı tahkikinin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir. Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse, bir halt edemez. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi) İmanımı taklidîden (esas itibariyle hakikatini bilmeme, taklit üzere yapmak) tahkikiye çıkarmak, inandığı hükümleri delilleriyle, ikna olmuş bir şekilde hayatına geçirmek ve yukarıda dediğimiz gibi şüphe orduları üstümüze gelse dahi sarsılmayacak bir imana sahip olmak için, kendimi yetiştirmem lazım. * Sevgili Üstadım! Size evvelden beri “Lokman” nazarıyla bakmaktayım. Evet, hakikaten bir Lokman’sınız. Lokman Hekim gibi kalbî arzularımızı işiterek bu risaleler ile mualece uzatıyorsunuz. (Barla Lahikası) Bu zamanın manen ve kalben hasta insanlarına manevi şifa ve devalar sunup, bu zamanın manevi Lokman’ı olmak, ölümü dahi (hakikatini bildirmekle) öldürmek için kendimi yetiştirmem lazım. * Her şakirdin vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil; belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. (Kastamonu Lahikası) İman hakikatlerini her ortamda anlatabilmek, insanların imanlarına hizmet etmek için kendimi yetiştirmem lazım. * Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe hem ruha hem sırra hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi) Sekerat (ölüm) anında imanımı kurtarmam için kendimi yetiştirmem lazım. * Şimdi insanlarda kim var ki, kusuru bulunmasın. Madem hasenat eğer seyyiata racih gelse affedilir. Elbette bu kadar ağır şerait altında, göz önünde, bu fevkalade hizmet-i imaniye ile, yüz binler biçareleri şüphelerden kurtarmak, öyle bir hasenedir ki binler kusuratı affettirir. (Zülfikar) Yevm-i mahşerde kusurlarıma, günahlarıma kefaret olması için, kendimi yetiştirmem lazım. * Bir tek gayem vardır, o da mezara yaklaştığım bu zamanda, İslam memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslam’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün faaliyetim budur. (Şualar 2) Halkı, bilhassa gençleri imansızlığa çağıranlara karşı mücadele etmek, yevm-i mahşerde Allah’ın huzurunda bu temiz niyetle bulunmak için, kendimi yetiştirmem lazım. Ve daha birçok sebepten dolayı kendimi yetiştirmem lazım. İnşaallah Allah bizlere yetişmek nasib eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Buhari, İlm, 10; Ebû Davut, İlm, 1; Tirmizi, İlm,19; İbn Mace, Mukaddime,17
RİSALE-İ NURLAR HAKKINDA NE DEDİLERYurtdışından Risale-i Nurları tanıyan ve istifade eden hocalara Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nurları sorduk. Farklı zamanlarda bu görüşmeleri sizlere ulaştıracağız. Aldığımız cevapları sizlerle paylaşıyoruz. Hocam öncelikte sizi tanıyabilir miyiz? Benim adım Hassan Awouda Hamed Kushkush. Sudanlıyım. Sudan’da Nileyn Üniversitesi İslami İlimler Fakültesinde öğretim görevlisiyim. Mısır’da üniversite eğitimini tamamladıktan sonra Rabbim nasip etti, uzun yıllar Mekke’de İslami ilimler eğitimi aldım. Yüksek Lisans ve Doktoramı İslami İlimler alanında tamamladım. Harem’in revnaklarında her bir sütunda bir ilmin eğitimi verilmekteydi. Uzun yıllar bu şekilde hocalardan istifade etme fırsatım oldu. Rabbime binlerle şükürler olsun. Eğitim hayatım bittikten sonra kendi ülkemdeki insanlara faydalı olabilmek için yurtdışında kalmak yerine Sudan’a gelmeyi tercih ettim. Burada hizmetlerimize devam etmeye çalışıyoruz. Risale-i Nurları ilk ne zaman duydunuz? Risale-i Nur ile olan alakanız ne zaman başladı? 2013 yılının mart ayından bu yana Risale-i Nurlarla beraberim elhamdülillah. Hayrat Vakfı Risale-i Nur talebeleri Nileyn Üniversitesindeki ofisimde ziyaretime geldiler. Bana Risale-i Nurlardan biraz bahsettikten sonra El-Kelimat (Sözler) ve Zülfikar eserlerini hediye ettiler. Beraberce mütalaa yapmanın ehemmiyetinden bahsettiler. Ve merkezlerinde yapılan çeşitli Risale-i Nur çalışmalarını anlattılar. Ayrıca birçok yayın ve akademik çalışmalar da yapmaları dikkatimi çekmişti. Beraberce mütalaa bizde çokça bilinen bir usul değildi. Onun için biraz garipsedim. Ama sonrasında davetlerine icabet için Risale-i Nur merkezini ziyarete gittim. Birinci Sözü mütalaayla başladık. O günden bu yana, her hafta cumartesi günleri beraber mütalaalar yapıyoruz. Çok feyizli ve bereketli oluyor. Ayrıca arkadaşlar talep ettikçe çeşitli platformlarda Risale-i Nurları dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalışıyorum. Allah kabul etsin. Sizce Risale-i Nur nasıl bir eserdir? Okuduğunuz Risaleleri nasıl buldunuz? Risale-i Nur gayet derin imani bir füyuzattır. İstikametli bir metottur. Kur’an ve Sünnet-i Nebeviye’den bereketini ve feyzini almıştır. Okuyanlarını iman-ı tahkikiye davet ediyor. Kalbe kolay bir üslup ile hakikatleri ulaştıran geniş manaları içeren bir fikir kitabıdır. İnsanı kâinatta bulunan afaki ve enfüsi ayetlerle Allah’a ulaştırıyor. Bu pencere vesilesiyle Risale-i nuru okuyan Cenab-ı Allah’ın azametini idrak eder. Risale-i Nurun size ne gibi bir katkısı oldu? Bu kıymetli eserler bana çok şeyler kattı. Aradığım birçok şeyi bu eserlerde çok güzel bir üslupla buldum. Mesela, imanın kalplerde burhan ve delillerle yerleşmesi, Cenab-ı Hakkın kudretinin kâinatta, insanda ve hayatta inkişaf etmesi gibi birçok mesele hakkında ikna edici, orta yollu bir dil kullanmıştır. Aynı zamanda Risalelerde çok yoğun imani ve ilmi konular var. Çok ciddi istifade ediyorum. En çok katkısı bazı Kur’an ayetlerinin şerh ve tefsirinde yeni bir nazar kazandırması olmuştur. Bu nazarı da Hartum ’da Hayrat Vakfı Risale-i Nur merkezimizde kardeşlerimizle yaptığımız mütalaalar neticesinde elde ettim. Şunu açıkça itiraf edeyim; Risale-i Nurun Arapçası elimizde, bizler Arapçayı iyi derecede biliyoruz. Ama Risale-i Nurun tamamına hâkim arkadaşlarla mütalaa yapmamız gerçekten çok önemli. İşin ehli olanlarla mütalaalar yapılmadan veya kendi kendine okuma ile Risale-i Nur tam olarak anlaşılmaz kanaatindeyim. Bizim topraklarda meşhur olan Arap bir şairin sözünü sürekli hatırlarım ve hatırlatırım: “Her kim ki ilmi kitaplardan alır ehlinden istifade etmezse, onun ilmi işin ehlinin nezdinde yok gibidir.” Yine başka bir meşhur bir ibarede şöyle denmektedir: أَهْلُ مَكَّةَ أَدْرَى بِشِعَابِهَا “Mekke ehli, Mekke’nin yollarını ve sokaklarını herkesten iyi bilir.” Yani Risale-i Nur talebeleri bu eserleri ve mahiyetini bizden daha iyi bilir. Çünkü onlar doğrudan doğruya Ahmet Hüsrev Efendi gibi İmam Nursi’nin talebelerinden dinleyip istifade etmişlerdir. Onlar bu hususta işin ehlidirler. Bunu ben her ortamda dile getiriyorum. İstikametli bir fikir silsilesi olması için, o ilmi mutlaka ehlinden veya onların birinci derecede yetiştirdiği şahıslardan almak gerekiyor. Risale-i Nurun intişarını nasıl görüyorsunuz? Risale-i Nurdan istifade ettiğim hakikatleri birçok ortamda dile getiriyorum. Üniversitede, birçok mescitte ve televizyon kanalında silsile halinde devam eden tefsir derslerim vardı. Bu derslerim yıllardan beri devam etmektedir. Fakat açık söyleyeyim Risale-i Nur ile tanıştığımdan bu yana çok farklı tarzda ve faklı bir nazarla anlatma fırsatım oldu. Bunu derslerimi dinleyen öğrenciler, cami cemaati ve kanal sorumluları ifade etmektedir. Cami derslerinde karşılaştığım bir durumu sizinle paylaşmak istiyorum. Camilerde tefsir dersleri yapıyordum. Sonlarına yaklaşmıştım. Malumunuz Besmele Kur’ an’da 114 yerde geçmektedir. Defalarca Besleme hakkında konuşup izahlar yaptık. Bir defasında cemaate sadece besmelenin tefsir ve izahını yapacağız dediğimde cemaatin tepkisi, “Hocam zaten anlattınız 100 defadan fazla geçti okuduğumuz yerlerde, bunlardan farklı olarak ne anlatacaksınız?” diye konuşanlar oldu. Ben de kendilerine Sözler eserini göstererek bu kitaptan okuyacağız dedim. Ve İmam Nursi’den Risale-i Nurlardan anlatmaya başladım. Çok istifade ettiler ve etkilendiler. Onlara dedim ki, bizler karşınızda oturup sizlere bir şeyler anlatıyoruz. Ama bizim de bilmediğimiz çok hakikatler var. Ben de şu an öğreniyorum. Ve bu Risalelerden istifade etmeye çalışıyorum. Rabbimiz bizleri bilmediğimiz istikametli ilimleri öğretecek insanlarla karşılaştırsın. Âmin. Bu hakikatlere sadece Sudan’ın değil, bütün Afrika kıtasının, hatta bütün dünyanın ihtiyacı var. Ben intişarın üniversite hocaları ve âlimler eliyle olması gerektiğini düşünüyorum. Ve öyle de görüyorum. Şu an birçok ülkede bu kıymetli eserlere sahip çıkan hocalarımız var elhamdülillah. Temennim bu hakikatlerin kısa zamanda daha geniş bir kitleye ulaşmasıdır. Herhangi bir Risale-i Nur programına iştirak ettiniz mi? Aslında Sudan’da yapılan birçok çalışmalara iştirak ettik/ ediyoruz. Haftalık akademisyenler ile yaptığımız mütalaaların yanında birçok seminere katılıyoruz. Hayrat Vakfı Risale-i Nur talebeleri birçok üniversitede seminer ve kurslar tertip etmektedirler. Bunlara bazen konuşmacı olarak, bazen istifade eden olarak katılıyoruz. Ayrıca Türkiye’ye Hayrat Vakfının 2013 yılında düzenlenen Risale-i Nur ve İttihad-ı İslam sempozyumuna katıldım. Birçok Nur talebesi ile görüşme ve tanışma fırsatımız oldu. Risale-i Nurun yurtdışından katılan birçok akademisyeni ve âlimi topladığını çok bariz bir şekilde gördük. Hayrat Vakfı Risale-i Nur talebelerinin ne denli güzel çalışmalar yaptıklarını yakinen müşahede ettik. Toplumun her kesimine hitap eden külli bir terbiye sisteminin olması bizleri sevindirdi. Gittiğimiz her yerde bir nur medresesi ve bizleri karşılayan bir nur talebesi vardı. Gittiğimiz bütün illerde Hayrat Vakfının eğitim çalışmalarını gördük. Bir arı kovanı gibi insanlığa hizmet ediyorlar. Gezdiğimiz yerlerde bir de Türkiye’nin geçirdiği kalkınma değişimi de çok dikkat çekiciydi. Ümmetin adamı Erdoğan’ın bu topraklara yaptığı hizmetleri de gördük. Eski Türkiye’den neredeyse hiç eser kalmamış. Allah ondan razı olsun. Ziyaretimizin sonunda Hayrat Vakfı Başkanı ve İmam Nursi’nin talebelerinden Muhterem Said Nuri Hocamızla karşılaştık. Mübarek hali, gayret ve himmeti bizleri çok etkiledi. Allah hayırlı uzun ömürler versin. Hocam Risale-i Nur talebelerine iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı? Allah razı olsun. Bu eserlerin buralara kadar ulaşmasına vesile olan arkadaşlara çok teşekkür ediyorum. Risalelerdeki hakikatler daha küçük paketler halinde ve daha anlaşılır bir şekilde hazırlanabilirse çok daha iyi olur. Bu hakikatler Türk kardeşlerimizin dilinde ve onların topraklarında ortaya çıktı. O zaman onların bu eserlerin neşrinde ciddi gayretleri olması gerekiyor. Zaten gördüğümüz kadarıyla ellerinden geleni yapıyorlar. En büyük arzum ve isteğim, ellerinde bulunan bu bayrağı ve eserleri hakkını vererek bir sonraki nesillere aktarmalarıdır. Bunu aktarırken aslından şaşmadan, modern usulleri kullanarak yapmalarıdır. Bütün kardeşlerime dualar ediyorum ve dualarını bekliyorum. Bize, Sudan halkına ve bütün ümmete dua etsinler.
Bu Zamanda İhsanlarİhsanlar, iyilikler Allah için yapılırsa makbul olur. Yaptığı iyilikle övünmek, onu kendinden bilmek “ucb” denilen manevi bir hastalıktır. Gösteriş için yapılan (sözde) iş ve iyilikler de “Sum’a” denilen diğer bir manevi hastalığın belirtisidir. Bu iki hastalık iyilikleri, hasenatı kimi zaman kısmen kimi zaman da tamamen değersiz kılabilmektedir. Bu yazımızda Sum’a hastalığı üzerinde durmaya çalışacağız. Lügatte sum’a: “İhlâssızlıktan çıkan, işitilsin ve bilinsin için yapılan iş, gizli riyakârlık (gösteriş). İşitilsin diye riyakârane işlenen iş” diye tarif edilmektedir. Samimiyetten uzak sadece başkaları bilsin, görsün, takdir edilsin diye insanlardan maddi/manevi bir karşılık beklenilerek yapılan iyilikler, hayırlar, ibadetler Sum’a’ya dâhil olmaktadır. Bunlar Allah katında değersiz olduğu gibi insanlar arasında da soğuk karşılanmaktadır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu konu hakkında şöyle söylüyor: “Bu zamanda insanlar, ihsanını muhtaçlara çok pahalı satıyorlar. Mesela, benim gibi bir biçareyi, salih veya veli zan edip, sonra bir ekmek verir ve mukabilinde makbul bir dua ister. Bu kadar fiyat vermekten ise, bu ihsanı istemiyorum, diye hediyelerin adem-i kabulüne (kabul etmemeye) bir sebep gösterdiğim gibi.... ”1 Said Nursi Hazretleri, bu ifadesinde yapılan küçük bir iyilik karşılığında beklentinin büyüklüğüne dikkat çekerek bundan dolayı insanlardan gelecek yardımları, hediyeleri kabul etmediğini belirtiyor. Yapılan iyilikte iki tarafın da yani iyilik edenin ve kendisine iyilik yapılanın da dikkat etmeleri gereken bazı şartlar vardır. Sadakanın kabul şartları hakkında sevgili Üstadımız şunları söylemektedir: “Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır: Sadakayı vermekte israf olmaması Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp, kendi malından olması Minnetle in‘âmın bozulmaması Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahatte değil, hâcât-ı zarûriyesinde sarf etmesi lâzımdır.”2 Sevgili Üstadımız, nur talebelerinin kendi aralarında birbirlerine zekât ve sadaka vermeleri hususunda da şöyle demektedir: “Risâle-i Nûr’un hizmetine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışanlara zekâtla yardım etmek de Risâle-i Nûr’a bir nevi‘ hizmettir. Hem yardım edilmeli. Fakat hırs ve tama‘ ve lisân-ı hâlle istemek olmamalı. Yoksa ehl-i dalâlet ki, hırs ve tama‘ yolunda dinini feda etmiş. Onlar nazarında kıyas-ı binnefs cihetiyle, “Risâle-i Nûr’un bir kısım şâkirdleri dahi, dinini dünyaya âlet ediyorlar” diye çirkin bir ithamla taarruzlarına meydan açar.”3 Hazret-i Üstad, kendisine yardım veya iyilik yapılan kişilerin uyması gereken diğer şartlar hakkında da şunları söylemektedir: “Evet, hakikat ve ahiret için çalışanlara karşı, bu millet bir hürmet, bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sâdıkâne olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup, vakitlerini zayi‘ etmemeleri için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip, hürmet etmişler. Fakat bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır (beklenti içinde) kalmakla, lisan-ı hâl ile de istenilmez. Belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlâsı zedelenir. Hem وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَاتيٖ ثَمَنًا قَليٖلاً ayetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar.”4 Şimdi bu açıklamalar ışığında bazı hizmet ölçülerini tespit etmeye çalışalım: Devam Edecek Kaynaklar: 1- Emirdağ Lahikası 1, 124. Altınbaşak Neşriyat.2- İşarat’ül İ’caz, 40. Altınbaşak Neşriyat. 3- Kastamonu Lahikası, 291. Altınbaşak Neşriyat.4- Lemalar, 171. Altınbaşak Neşriyat.
SancakSancak Türkçe “Sançmak” fiilinden türediği belirtilen sancak kelimesi “bayrak, tuğ gibi özellikle toprağa dikilen, bir anıtın veya geminin üstünde devamlı dalgalanan ve bir sembol bildiren flama; her milletin kendine has renk ve işaretlerini taşıyan veya bir askerî birliğin şerefini temsil eden kenarı saçaklı, ölçüleri belirli bayrak” anlamlarını taşımaktadır. Bütün bu anlamlar içinde en yaygın kullanım “bayrak veya bunun temsil ettiği askeri birlik, bunların oluşturduğu idari bölge” olmuştur. Ayrıca ele geçirilen müstahkem yerlerin surlarının üzerine dikilen bir işaret olarak da geçmektedir. Arapça’da “livâ” ve “râye” kelimeleri hem sancak hem bayrak manasına gelmektedir. İslâm’ dan önce Mekke’deki idari ve askeri görevlerden biri, “ukab” (kartal) adı verilen veraset yoluyla intikal eden sancaktarlık veya bayraktarlıktı. Bir savaş durumunda ukab çıkarılır ve onun muhafazasından sorumlu olan kimse tarafından taşınırdı. İslâm’ın ilk döneminden itibaren de askeri birliklerde sancak ve bayraklar kullanılmaya devam edilmiş, Hz. Peygamber (sav) zamanındaki savaşlarda livâ yahut râye adıyla anılan sancak ve bayraklar bulundurulmuştur. Hulefâ-i Râşidîn, Emevîler, Abbâsiler ve diğer İslâm devletlerinde sancak ve bayraklar aynı zamanda askerî birliği sembolize etmiştir. Peygamberimiz ilk defa Bedir Savaşında biri beyaz, ikisi siyah sancak kullanmışlardı. Beyaz sancak sahâbenin ileri gelenlerinden Mus’ab ibni Umeyr’e (r.a.); siyah sancaklardan biri Hazret-i Ali’ye, diğeri ensardan bir zâta Peygamberimiz (sav) tarafından verilmişti. İslâmiyet, Şam, Mısır ve İran’a yayılınca, kullanılan sancakların renk ve şekilleri de değişti. Sancaklar bundan sonra altı- yedi metre uzunluğundaki mızrakların ucuna takılmaya başlandı. Bu kadar büyük yapılmasının sebebi halk ve asker üzerindeki manevi etkisini arttırmakdı. İlk önceleri beyaz ve siyah olarak kullanılan sancak, Emevilerde kırmızı, Abbasilerde siyahtı. Hükümdarın bulunmadığı zamanlarda orduya kumanda edenler hükümdarın sancağı ile sefere çıkabilirdi. İslâmiyetin ilk zamanlarında da harbe giden ordu kumandanına halifeler sancak verir ve başarıları için dua ederlerdi. Hazreti Ömer sancağı teslim ettiğinde: “Allahü teâlânın ismiyle ve yardımını niyaz ederek bu sancağı size veriyorum. O’nun dinini kuvvetlendirmek için gidiniz. Muzafferiyet ancak Cenâb-ı Hakk’tandır. Sancak hakkı ise ona bağlanmak sabır ve tahammül göstermekle olur. Allah’ı tanımayanlar ile Allah uğrunda harp ediniz. Zulüm ve tecavüzde bulunmayınız. Zira, Cenâb-ı Hakk, zulüm ve tecavüzde bulunanları sevmez. Düşmanla karşı karşıya geldiğiniz zaman, korkak olmayınız. Zafer sevinciyle kimseyi işkenceyle öldürmeyiniz. Galibiyet gururuyla düşmana lüzumsuz zarar verdirmeyiniz. İhtiyarlardan, kadınlardan, çocuklardan kimseyi öldürmeyiniz.” buyurmuşlardır. Sancak, Selçuklular’da hükümdarlığın bir alâmeti olarak kullanılmıştır. Bu bağlamda İbn Bîbî’nin Selçuknâme isimli eserindeki Türkçe metninde, sancak kelimesine sultanla birlikte rastlanır. Selçuklular’a bağlı veya komşu olan beylikler kendilerine verilen imtiyaza hürmet ederek uzun süre sancak taşımamışlardır. Osman Gâzi aşiret beyi olarak Rumlar üzerine yaptığı gazâlarda başarı gösterince, Anadolu Selçuklu Hükümdarı Sultan Alâaddin tarafından davul, tuğ ve sancak gönderilmek suretiyle beylik verilmişti. Osmanlılar, devlet kurup, yedi iklim üç kıtada hâkimiyet kazanınca, sancak ve bayraklarını kazandıkları zaferlerde şan ve şerefle dalgalandırdılar. Sancak beyliği verildiği zaman, eskiden beri merâsim yapılması ve burada sancağın verilmesi adet haline gelmişti. Bilhassa tarihi bir yadigar olan “Sancak-ı Şerif” çıkarılırken ve savaşa gidecek “Serdâr-ı Ekrem”e teslim edilirken gösterişli bir merâsim yapılırdı. Bu sancak-ı şerif açıldığı zaman Osmanlı tebaasında yediden yetmişe herkesin sancağın altında toplanarak cihada gitmesi birinci vazifesi olurdu. Hatta Topkapı Sarayı’nın arz odası önüne dikilen sancağın dikildiği yer, kimsenin ayak basmaması ve bu suretle hürmetsizlik gösterilmemesi için iki nöbetçi tarafından korunurdu. Sancak, istiklâl alâmetidir. Yere düşürmemek, düşmana bırakmamak için bütün tedbirler alınır. Muharebe meydanında sancağın kutsallığı en yüksek mertebededir. Sancağı korumak, düşürmemek için nice vezirlerin, paşaların, kumandanların hiç tereddüt göstermeden ileri atıldığı ve şehit olduğu çok görülmüştür. Zira sancağın düşmesi mağlubiyetin işâretidir.
Efendimiz (sav) Ekmek Yer miydi?Peygamberimiz (sav) kesinlikle ekmek yemiştir. Ancak onun yediği ekmek, günümüzde yediğimiz ekmekten çok farklıydı. Bugün ekmekler, rüşeym ve kepeği -ki bunlar buğdayın en besleyici bölümleridir- alınmış beyaz undan üretiliyor. Oysa Ümmü Eymen’den (ra) gelen rivayette Peygamberimiz (sav) beyaz unu nehy ediyor. Şöyle ki, Ümmü Eymen bir unu eleyip ondan Hz. Peygamber için ekmek yapmıştır. Efendimiz “Bu nedir?” diye sormuştur. Ümmü Eymen, “Bu, bizim diyarda yaptığımız bir yiyecektir. Ben ondan sizin için bir ekmek yapmak istedim” deyince Aleyhissalatü Vesselam da, “Şu eleyip ayırdığın kepeği una geri kat, sonra yoğur ve ekmek yap” buyurmuştur. Ebu Hazim anlatıyor: “Ben Sehl Ibnu Sa’d Radiyallahu Anh’a: “Sen has undan yapılmış beyaz ekmek gördün mü?” diye sormuştum. Sehl: “Resulullah aleyhissalatu vesselam vefat edinceye kadar, beyaz ekmek görmedim” dedi. Ben tekrar: “Resulullah zamanında ashabın eleği var mıydı?” dedim. “Aleyhissalatu vesselam vefat edinceye kadar elek görmedim” dedi. “Öyleyse elenmemiş arpa ekmeğini nasıl yiyordunuz?” dedim. “Biz onu üflerdik, içindeki kepekten ucan ucardi. Kalan (kepek)leri de su ile yumuşatıp yoğururduk, cevabini verdi.” Beyaz undan yapılan ekmek –katkı maddesi eklenmemiş olsa bile- kilo aldırır. Ayrıca pek çok hastalığa davetiye çıkarır. Buğdayın kabuğundaki “prony-lysin” adlı aminoasid insanları kanser ve kalp dolaşım hastalıklarından korur. Prony-lysin kabuğu/kepeği ayrıştırılmış buğdaydan yapılan beyaz unda yoktur. Yani beyaz undan yapılmış ekmek tükettiğimiz takdirde bu kanser koruyucusundan istifade edemeyiz. Kepek ve rüşeyminin alınması buğdayın besleyiciliğini yok eder. Bu sebeple en sağlıklı ekmek tam buğday unu, ekşi maya, su ve kaya tuzundan yapılmış ekmektir. Endüstriyel fırıncı mayası, genetiği değiştirilmiş bir madde olması sebebiyle sağlık açısından zararlıdır. Hazır mayanın son yıllarda Alzheimer’e neden olduğu bulunmuştur. Yine ekmeğe eklenen yirmiden fazla -ki bunlar artık DATEM gibi adlarla özel paket olarak hazırlanıyor- katkı maddesi ise sağlık için ayrı bir tehdit oluşturuyor. Üstelik bu maddelerin bir bölümü İslam açısından helal gıda sayılmıyor. Endüstrileşme evde ekmek yapma geleneğini sona erdirdi. Evde ekmek yapıldığı dönemlerde ÇARŞI EKMEĞİ olarak adlandırılan ekmek fırınların endüstriyel tesislere dönüşmesiyle besleyicilik özelliğini sütte olduğu gibi tümüyle kaybetti. Buğday temelde, endosperm, rüşeym ve kepekten oluşur. Endosperm, buğdayın yüzde 80 kadarını oluşturan, protein ve kardonhidrattan zengin bölümdür. Bu bölümde lif, vitamin ve mineral en azdır. Bugün İYİ UN diye satılan ve tercih edilen bölümdür. Toplumun karnını doyurduğu halde gizli açlık çekmesinin nedeni buğdayın kepek ve rüşeym bölümlerinin ayrılmasıdır. Buğdayın çimlenmesini de sağlayan tohum bölümüne rüşeym denir. Rüşeym, vitamin ve mineral bakımından buğdayın en zengin bölümüdür. Yapısında demir, önemli mineraller, uzun zincirli çoklu doymuş yağlar, protein, lif, B ve E vitaminleri bulunur. Unun raf ömrünü kısalttığı öne sürülerek bu değerli bölüm undan ayrıştırılıp atılıyor. Aynı nedenden dolayı tereyağının da en yararlı yağ asidi tereyağından ayrılıp raflara konuluyor. Buğdayın en dışında bulunan kepek kısmı ise buğdayın koruyucu tabakasıdır. Demir, çinko, lif ve vitamin bakımından çok zengindir. Ne yazık ki kepekler de İYİ UNCULAR tarafından istenmez. Oysa kepekli un kan şekerini düzenler ve tokluk hissi verir. Rüşeym ve kepeği atılıp yalnızca nişastası kalan beyaz undan yapılan ekmekle beraber diyabet ilaçlarını da alışveriş listemize eklemek zorunda kalıyoruz. Lif atılınca kabızlık problemiyle sıklıkla karşılaşıyoruz. Sağlıklı ekmek; tam buğday undan yapılmalı, katkı ilave edilmemeli, içinde kaya tuzu kullanılmalı, ekşi maya eklenmeli, su ile yoğurularak yapılmalı. Efendimiz (sav) bunlara ilaveten arpa ekmeğini sıklıkla yermiş. Dolayısıyla arpa unu ilavesi de çok isabetli olacaktır. Bu arada göz aldatmacalarına da dikkatinizi çekmek istiyorum. Her kahverengi ekmek tam buğday ekmeği olmuyor. Beyaz una dışarıdan kimyasal eklenerek renklendirilebiliyor. Ekmeğin ambalajlı olması da hijyen açısından önemli bir kriterdir. Sizi rızıklandırdığımız tertemiz şeyleri yiyin ve bu hususta taşkınlık etmeyin, sonra size gazabım vacip olur ve kime gazabım vacip olursa uçuruma yuvarlanır, helak olur gider. (Ta-Ha, 81)







