
“İslam, şüphesiz garip olarak başladı ve günün birinde garip hale dönecektir. Ne mutlu o garip müminlere!” buyurmuştu Efendimiz (sav). Hüzün hep var olmuştu yanı başımızda, hep hazanın yaşandığı şu dünya çölünde… “Şu Kur’an hüzünlü olarak nazil oldu, öyleyse onu okuyunca ağlayın. Eğer ağlayamazsanız ağlamaya çalışın ve onu güzel okuyun. Onu güzel okumaya gayret etmeyen bizden değildir” de demişti başka bir hadis-i şeriflerinde. Hep bir safiyet, hep bir samimiyet ve ihlas halini tavsiye etmişti ümmetine. Bu hüzün, dünya meşgalesi ve kayıplarından ya da beklentilerinden değildi elbette. Rabbine kavuşmayı umdukları fakat merhun zamana kadar –bir cihette– sürgünde oldukları dünya ahvalindendi. Nitekim garipler kimler diye sula edildiğinde, “Kabilelerinden dinleri için ayrılıp uzaklaşanlardır” buyurmuşlardı. Kendileri de hicret ederlerken sığındıkları mağara kapısına kadar gelen müşriklerden, Efendimize zarar verirler düşüncesiyle tedirgin olan Ebubekir (ra)’a, “Mahzun olma! Muhakkak Allah bizimledir” ayet-i celilesi ile mukabele etmişti. Hz. Ömer (ra)’in rivayetine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurmuştu başka bir hadis-i şeriflerinde: “Mutlaka Allah’ın kullarından bazı insanlar vardır ki, onlar ne peygamber ne de şehitlerdir. Fakat kıyamet gününde, Allah katındaki makamlarından dolayı nebiler ve şehitler onlara gıpta edecekler.” Sahabeler dediler: “Ey Allah’ın Resulü bize haber ver, onlar kimlerdir?” Resulullah (sav): “Onlar öyle bir topluluk ki, aralarında bir akrabalık, alıp verecekleri mal mülk olmaksızın Allah için birbirlerini severler. Hem, vallahi şüphesiz onların yüzleri pırıl pırıl nurdur. Şüphesiz onlar nur üzerindedirler. (İşleri nurdur) insanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, halk mahzun olduğu zaman onlar mahzun olmazlar.” buyurdu ve şu ayeti okudu: “İyi bil ki, Allah’ın velilerine, sevdiklerine korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” Miladi bir senenin daha sonuna gelmişken geriye bakıp da mahzun olmayan var mı? Ömür sermayesinden bir sene daha akıp gitti ellerimizin arasından. Yapıp daha çok yapmak istediklerimiz, hiç yapamadıklarımız var hepimizin. Sermayeyi heba etmekten mahzunuz. Allah’a iman etmekten memnunuz. Zira Efendimiz (sav)’in varlığı ve bize öğrettikleri su serpiyor yüreklerimize. Günahkâr bir adama verdiği şu teselli olmasa ne yapardık bizler: “Allah’ım, Senin mağfiretin benim günahlarımdan daha geniştir ve rahmetin benim yanımda amelimden ziyade ümit kaynağımdır.” Ve Allah günahlarını affetti dediği o an ve zaman! İnsanız hüzünlüyüz. Müminiz ümitliyiz! Allah cümlemizi kendine kul, Peygamberine (sav) ümmet eylesin. Allah bes bâki heves…

Yerebatan Sarnıcı Yerebatan Sarnıcı, Doğu Roma İmparatoru Justinyan tarafından 542 senesinde yaptırılmıştır. Suyun içinden yükselen ve sayısız gibi görünen mermer sütunlar sebebiyle halk arasında ‘Yerebatan Sarayı’ olarak isimlendirilmiştir. Sarnıcın bulunduğu yerde daha önce bir bazilika bulunduğundan, Bazilika Sarnıcı olarak da anılır. Sarnıç, uzunluğu 140 metre, genişliği 70 metre dikdörtgen biçimde bir alanı kapsayan dev bir yapıdır. 52 basamaklı taş bir merdivenle inilen bu sarnıcın içerisinde 9’ar metre yüksekliğinde 336 sütun bulunmaktadır. Birbirine 4,80 metre aralıklarla dikilen bu sütunlar, her biri 28 sütun içeren 12 sıra meydana getirirler. Sarnıcın tavan ağırlığı kemerler vasıtasıyla sütunlara aktarılmıştır. Çoğunluğu daha eski yapılardan toplandığı anlaşılan ve çeşitli mermer cinslerinden yontulmuş sütunların büyük bir kısmı tek parçadan, bir kısmı da iki parçadan oluşmaktadır. Sarnıcın tuğladan örülmüş 4,80 metre kalınlığındaki duvarları ve tuğla döşeli zemini Horasan harcından kalın bir tabakayla sıvanarak su geçirmez hale getirilmiştir. Sarnıç, yaklaşık 100.000 ton su depolama kapasitesine sahiptir. Sarnıç Sarnıç kelimesi, “su depolamak üzere yapılmış üstü kapalı veya açık havuz” anlamındaki Arapça sıhrîcden (çoğulu sahârîc) gelmektedir. Daha çok yazların kurak geçtiği Ortadoğu’da Fırat, Dicle ve Nil gibi suyu bol nehirlerin kenarında kurulmuş olsa da hemen hemen her yerleşim biriminde dinlenmiş temiz su saklamak için sarnıçlara ihtiyaç duyulmuştur. Sarnıçlar genellikle su depolamak üzere kazılan çukurun duvarları taş veya tuğlayla örülerek ve Horasan harcı gibi su geçirmez bir sıvayla yalıtılarak yahut tamamı kayalara oyularak yapılırdı. Romalılar kemerlerle taşıdıkları suyu toplama havuzlarında biriktiriyor, oradan kanal ve künklerle şehre dağıtıyordu. Bizanslılar (Doğu Romalılar) bu sistemi daha da geliştirmişler ve kemerlerle dışarıdan su getirerek -sık sık gerçekleşen kuşatmalar sırasında susuz kalmaması için- İstanbul’u sayısı 100’ü geçen sarnıçlarla donatmışlardır. 7 Aralık 1935 Bingöl adıyla bir il kuruldu Günümüzdeki Bingöl’ün yerinde kurulmuş olan ve 1945 yılına kadar Çapakçur adıyla bilinen yerleşim yerinin adına, ilk defa Ortaçağ İslâm kaynaklarında Cebelü Cûr şeklinde rastlanmaktadır. Hangi dönemde kurulduğu kesin şekilde bilinmeyen Çapakçur’un, doğu-batı doğrultulu önemli bir yol üzerinde bu yolu kontrol etmek için erken dönemlerde bir kale yeri olarak seçildiği tahmin edilmektedir. Nüfusun seyrek olduğu çevredeki alanlarla üzerinde çok sayıda buzul gölü bulunan ve günümüzdeki şehre adını veren Bingöl dağı (Eskiçağdaki Abus Mons), bu yöreyi ele geçirenler tarafından daha çok yaylak olarak kullanılmıştır. Yavuz Sultan Selim doğu seferine çıkarken Erzincan Valisi Bıyıklı Mehmed Paşa’ya da Anadolu’daki bazı şehir ve kalelerin zaptı görevini verdi. Mehmed Paşa, İdris-i Bitlisî’nin bölgedeki beyleri önceden hazırlaması sayesinde, o sıralarda Safevîlerin elindeki Çapakçur’un da savaşsız olarak Osmanlı topraklarına katılmasını sağladı. 7 Aralık 1935 tarihinde kabul edilen 2885 sayılı kanunla (Resmî Gazetede yayımlanma tarihi 4.1.1936) Bingöl adlı yeni bir il kurulunca Çapakçur da bu ilin merkezi oldu. 26 Aralık 1530 Babür Şah vefat etti Hindistan’da 1526’da kurulan bir İslam Devleti olan Babürlülerin kurucusu Babür Şah, 1530’da hastalandı. Hastalığının giderek ağırlaşması üzerine bütün emirleri huzuruna çağırarak oğlu Hümâyun’u hükümdar ilân etti ve onlardan bağlılık yemini aldı. Üç gün sonra da 26 Aralık 1530’da Agra’da vefat etti. Naaşı Cemne nehri kenarındaki Nûr-Efşân bahçesinde toprağa verildi. Vasiyeti gereğince de altı ay sonra Kâbil’e taşınarak Bâğ-ı Bâbür’de yakınlarının yanına gömüldü. Şah Cihan 1646’da Bâbür için muhteşem bir türbe inşa ettirdi. Bâbürlü Devleti, 1857’ye kadar Hind yarımadasındaki hâkimiyetini devam ettirmiştir. 20 Aralık 1522 Rodos’un fethi Sultan II. Bayezid ile taht mücadelesine girişen Cem Sultan ikinci girişiminde de başarısızlığa uğrayınca Rodos’a sığındı ve iki ay kadar burada kaldı. Yavuz Sultan Selim’in Suriye, Filistin ve Mısır’ı (1516-1517) ele geçirmesinden sonra Rodos, İstanbul ile devletin yeni bölgeleri arasındaki en önemli deniz yolu oldu. Kanuni Sultan Süleyman stratejik gerekçelerle 16 Haziran 1522’de Rodos’u hedef alan sefere çıktı. Zorlu ve kanlı çarpışmalar neticesinde 20 Aralık 1522’de diğer adalarla birlikte Rodos’u fethetti. Anlaşma şartlarıyla Rodos’tan çıkan şövalyeler gemilerine binerek adadan ayrıldı. Şövalyelerin başı Phillippe Villiers de L’Isle Adam 1 Ocak 1523’te adayı terk etti. Kanuni Sultan Süleyman yıkılan surları tamir ettirdi ve buraya güçlü bir askerî birlik yerleştirdi.

Yer: “Ahlat” Türk İslam tarihinde ifa ettiği fonksiyon itibariyle bütünüyle hak ettiği ve tarihin kendisine verdiği bir diğer unvan “Kubbet’ül İslam”. İslam ile müşerref olmanın hemen hemen ertesi zamanlar, İslam’a ait unsurlar ile imtizac ederek yeni bir medeniyet inşa etmenin hemen arifesi yıllar; 1100’ler 1200’ler 1300’ler. 210 dönüm arazi üzerinde bir Selçuklu Türk Mezarlığı, 6000’den fazla kabir ve üzerlerinde Osman b. Hasan, İbrahim b. Kasım, Esed b. Eyyüp, Cuma b. Muhammed, Havend b. Bergi, Esed b. Haved, Asil b. Veys, Muhammed b. Veys, Hacı Yusuf b. Miran, Hacı Mirçe b. Miran, Hacı Miran b. Yusuf, Muhammed b. Miran, Buus b. Şems (Şemdik) ed Darrabi el-Hilâti, Kasım b. Üstad Ali, Kasım b. Muhammed, Ahmed. …ve daha nicelerinin imzaları ile taşlara kazınmış harfler… Kur’an Harfleri. O zamanlar belki Arapça olarak yayılan ama artık o zamanlardan sonra hemen hemen tüm İslam dünyasının mezar taşlarında yer alacak olan bu harfler, öncelikle Anadolu’nun kapısı ve tapusu Ahlat’a da taşınmış, Anadolu’nun kapılarında kıyamete dek sürecek olan medeniyet nöbeti tutan, bu toprakların kime ait olduğunu yüzyıllardır aralıksız ilan eden ecdadın mezar taşlarına kazınmıştır. Aynı ecdat hayatıyla da ölümüyle de varlığında da yokluğunda da, toprağın üstünde iken de altında iken de Anadolu’nun bu harfler irtibatçısı olmuştur. Ahlat’ta mezar taşlarına bu harfleri taşıyanlar Araplar değil Türklerin bizatihi kendileri olmuşlar. Anadolu’ya bu harfleri taşıyan ve taşlara kazıyan irade yine harflerin nispet edildiği Arapların cebri vasıtasıyla değil Türklerin iradi arzusuyla tezahür etmiştir. Türklerin Anadolu’nun kapılarından girişinden hemen sonraki yıllar yeni bir medeniyet inşası sürecini de beraberinde getirmiştir. Bu medeniyet inşası sürecinde sonraki yıllarda harfler de bir dönüşüm içerisine alınmış, Türkçe ifadelerin de bu harfler ile yazı dilinde karşılık bulacağı, harflerin artık Arap harfleri olmaktan sıyrılacağı, İslam harfleri olarak anılacağı, Osmanlı Türkçesi ile buluşacağı bir medeniyet yolculuğuna çıkılmıştır. Ancak bu yolculuğun hemen başında Ahlat’ta 6000’den fazla mezar taşında bu harfler olmasaydı, Bu Mezarlarda metfun olanlar Selçuklular olmasaydı, taşlardaki yazılar Türkçe olmasa bile görenlere burada yatanların o günden bakıldığında zaman ve mekan olarak ileriye taşıyacakları, bugünden bakıldığında ise ileriye taşıdıkları medeniyet hakkında bir mesaj vermiyor olsaydı, …ve dahi Selçuklular bir Medeniyet yolculuğuna çıkmamış olsalardı, bugünkü ahvali bir medeniyetten kopuşu ifade etmiyor olarak değerlendirebilirdik. Yer Sivas İslam ile müşerref olmanın hemen hemen ertesi zamanlar, İslam’a ait unsurlar ile imtizac ederek yeni bir medeniyet inşasının başladığı yıllar; 1200’ler 1300’ler. 1217 yılında inşa edilen Şifahiye Medresesi ve onu inşa ettiren Selçuklu Sultanı 1. İzzettin Keykavus’un Medrese içindeki 1220 tarihli Türbesi ile 1271 yılında yapılan ve taşların dantel gibi işlendiği Buruciye Medresesi, Çifte Minareli Medrese, Gök Medrese gibi Selçuklu medreselerinin hepsinin duvarlarında, kapılarında yer alan taş kitabelerindeki harfler ile Ahlat’taki mezar taşlarındaki harfler, aynı harfler. Selçuklu Türkleri ile tanışan ama henüz tam manası ile Türkçe ile tanışmayan bu harfler Ahlat’tan Sivas’a yine Selçuklu Türklerinin refakatinde gelmiştir. Ahlat mezar taşlarındaki harfler henüz Türkçe ile tanışmadan önce Türklerin inşa ve imar ettiği taş yapılarla yine Türklerin iradi arzusu ile tanıştırılmış ve silinmemek üzere taşlara kazınmıştır. Ahlat’ta mezar taşında olan harfler bu defa Sivas’taki medreselerin görkemli kapılarında Selçuklu Türkleri vasıtasıyla yerini almıştır. Henüz Türkçe ile buluşmamış, kaynaşmamış harflerin Türkçe ile buluşmak üzere bir coğrafyada yol alışın bir başka durağı olmuştur Sivas. Selçukluların yolculuğu Ahlat’ta durmuş ve bu harfler de sadece Ahlat’ta bir mezarlıkta kalmış olsaydı, Selçuklular Ahlat’tan Sivas’a uzanmamış olsaydı, bu yolculukta bu harfler Ahlat’tan Sivas’a taşınmamış olsaydı, Selçuklular Sivas’a bu Medreseleri inşa etmemiş olsaydı, Bu Medreselerin kapılarındaki taş kitabelere bu harfler kazınmamış olsaydı, bu Medreseler bu harflerin medeniyetinin tezahürü olmasaydı, bu harfler Anadolu’da Osmanlı Türkçesine dönüşecek bir yolculuğa çıkmamış olsaydı, mevzuu sadece birkaç mezar üzerindeki yazılar mesabesine indirgeyebilir ve bugünkü ahvali bir medeniyetten kopuşu ifade etmiyor olarak değerlendirebilirdik. Yer Aksaray Anadolu’nun kapısında Ahlat’ta Mezar taşlarında yer alan harflerin bir başka adresi ve durağı, Anadolu Selçuklu kervansaraylarının en gösterişlisi ve en büyüğü olan, 1229 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubat tarafından yaptırılan “Sultan Han’ın” taşa kazınmış kitabesidir. Aksaray – Nevşehir güzergâhında bir başka han, “Ağzıkara Han”. Hanın kapalı/barınak bölümünün taç kapısında üç dilimli bir kemer içine yerleştirilmiş beş satırlık kitabede, kapalı bölümün Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad zamanında ve 1231 yılı Haziran/Temmuz ayında tamamlandığı, avlu taç kapısında sivri kemerin üzerindeki beyaz mermere yazılmış iki satırlık kitabede ise avlunun, Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında 1240 tarihinde tamamlandığı, hanın banisinin de Mesud bin Abdullah olduğu yine bu harfler ile yazılmıştır. Bu harfler Selçuklu Türkleri tarafından Sivas’tan Anadolu’nun ortasına Aksaray’a taşınmış, bir başka taşa kazınmıştır. Eğer Selçuklular Ahlat ve Sivas’ta kalmış olsalardı ve bu harfler sadece birkaç medrese ve birkaç mezarlıktan öteye geçememiş olsaydı, bu harfler Aksaray’a taşınmamış, Aksaray’da da taşlara kazınmamış ve o taş yapılarla birlikte yüzlerce yıllık bir miras süreci sonrasında günümüze ulaşmamış olsaydı, bu medreseler, hanlar mezarlar tarihin akışı içerisinde kaybolup gitmiş olsaydı, bir zamanlar böyle eserler varmış şeklinde anılıyor olsalardı, bu kervansaraylar ve hanlar bu harflerin ait olduğu “yolda kalmışa yardım etmek” medeniyetinin tezahürü olmasaydı, meseleyi biraz mezar ve birkaç medrese seviyesinde ele alabilir ve bugünkü ahvali bir medeniyetten kopuşu ifade etmiyor olarak değerlendirebilirdik Yer; Denizli: Ak Han (1253), Çardak Han (1230); Antalya: İncir Han (1238); Isparta: Camii Kebir (1281); Kastamonu: Yılanlı Camii ve Külliyesi (1273) Doğudan batıya, kuzeyden güneye, aynı dönemin, aynı yolculuğun, aynı medeniyetin uzantısı, aynı harfler ile yazılan kitabeler. Bütün bu eserlerin harfler ile yolculuğu sadece bu yazımızda sayılanlar ile sınırlı olsaydı, buraya yazılamayacak ölçekte daha niceleri niceleri olmasaydı, bu kitabeler doğudan batıya kuzeyden güneye her yerde yer almasaydı, konuyu 5-10 eser olarak görebilir külli bir medeniyet iddialarına itiraz edebilir ve bugünkü ahvali bir medeniyetten kopuşu ifade etmiyor olarak değerlendirebilirdik. Anadolu’nun her yerine daha Anadolu’ya gelişin bidayetinde, kalıcı bir bilad-ı İslam nişanesi bırakanların, kitabelerde kullandıkları dilin Arapça olmasından hareket ederek, bütün bu eserlerin Arap kültürü yada Arap medeniyetinin parçası olarak nitelendirilmesi için Arapça kitabelerin tek başına yeterli bir sebep olarak kabul edilebileceği yaygın bir kanaat olsaydı, bir Türk İslam Medeniyeti olgusu tarihsel gerçeklikte olmasaydı, Bu eserlerin mütemmim cüzü olan kitabelerin ve üzerindeki harflerin İslam unsuruna entegrasyon göstergesi olamayacağı söz konusu edilseydi ve herkes bu dönemi ve bu eserleri bir Arap medeniyetinin, kültürünün yayılması olarak değerlendiriyor olsaydı, medeniyetin İslam’a intisabı, nispeti zayıf olsaydı veya görülseydi biz de o değerlendirmelere katılabilir ve bugünkü ahvali bir medeniyetten kopuşu ifade etmiyor olarak değerlendirebilirdik. ….ve Anadolu’daki Beylikler Yer: Isparta Isparta’nın Eğirdir ilçesinde “Dündar Bey Medresesi” veya diğer adıyla “Taş Medrese’nin” Hamidoğulları Beyliği’nin kurucusu Feleküddin Dündar Bey tarafından 1301- 1302 yıllarında yaptırıldığı bilgisine, ana eyvan kemerinin üzerinde ve yatay bir kuşak halinde uzanan sülüs hattıyla yine aynı harfler ile yazılmış kitabesinden ulaşılabilmektedir. Yer: Karaman – Konya Bu harflerin bu coğrafyadaki medeniyet yolculuğunda en büyük dönüm noktası günü 13 Mayıs 1277’de Karamanoğlu Mehmet Bey’in yayınladığı “Şimden girü hiç kimesne kapuda ve divanda ve mecalis ve seyranda Türki dilinden gayri dil söylemeye” diğer bir ifadeyle “Bugünden sonra hiç kimse sarayda, divanda, meclislerde ve seyranda Türk Dilinden başka dil kullanmaya, defterler dahi Türkçe yazılacaktır.” Fermanıyla, Arapça ve Farsça yerine Türkçeyi ikamesi de yine bu harfler vasıtasıyla olmuştur. Anadolu’ya taşınan bu harfler kısa süre içerisinde, henüz 1200’lerin sonunda, hem de Selçukluların imar ve inşa faaliyetleri ile eş zamanlılık diliminde olan yıllarda, Anadolu’nun konuşma dili ile buluşturulmuş, Türkçe için bir farkındalık oluşturulmuştur. Başkasından alınanın dönüşümüne kapı açmıştır. Bundan sonraki süreçte yüzyıllar boyunca kullanılacak yeni bir yazı dili teşekkül edecek ve yeni bir medeniyetin parçası olacaktır. Eğer Karamanoğlu Mehmet Bey bu harfleri bu dil ile yani Türkçe ile buluşturmamış olsaydı, sonraki yüzyıllar boyunca 800 yıldır Arapça ve Farsçanın kullanımı, siyasal sosyal ve idari alanlarda Türkçenin önünde devam ediyor olsaydı ve harflerin Türkçe ile buluşması daha 1200’lü yıllarda olmasaydı, bu harflerin Anadolu’ya taşınmasından sonra Türkçe ile buluşmasında makul eşik geçilmiş olsaydı ve artık Türkçenin kaybolması söz konusu oluyor olsaydı, Türk kültürünün ve kimliğinin Arap ve Fars kültürü karşısında muhafazası için bir değişiklik zarureti olduğu gerekçelendirilmiş olsaydı; bugünkü ahvali bir medeniyetten kopuşu ifade etmiyor olarak değerlendirebilirdik. Ve Osmanlılar… Bu harfler sadece Selçuklular veya hadi bilemedik beylikler dönemine damgasını vursaydı, Osmanlı dönemine intikal etmeden tarih içerisinde kapladığı alan 600 yıl öncesinde 200-300 yıl kadarlık bir zaman dilimindeki varlığa tekabül etseydi, tarihsel bir mirası en azından unutturmamak, belki bu harfleri öğrenerek bu harfler üzerinden insanlığın bir dönemini aydınlatmak, bilimsel çalışmalar ile insanlığa katkı sunmak saiki derecesinde bu harfler ile ilgilenebilir bugünkü ahvali bir medeniyetten kopuşu ifade etmiyor olarak değerlendirebilirdik. Kelamın yazı ile buluşması ve “Osmanlı Türkçesi” ile adlandırılmasına imkân verecek bu nitelendirmenin içini dolduracak yüzlerce eser, Payitahttaki Sultan Ahmet Camii kitabesinden taşrada küçük bir yerleşim yeri olan Safranbolu sokaklarındaki 30’dan ziyade çeşmenin kitabesine kadar bu geniş yelpazede yer alan hanlar, hamamlar, kervansaraylar, camiler, imarethaneler, muvakkithaneler, külliyeler, medreselerde aynı harfler bu defa Türkçe olarak olmasaydı bugünkü ahvali bir medeniyetten kopuşu ifade etmiyor olarak değerlendirebilirdik. Süleymaniye Medreselerinden, Sahn-ı Seman Medreselerine kadar Türkçenin bu harflerle kullanımı cari olmamış olsaydı, bugünkü ahvali bir medeniyetten kopuşu ifade etmiyor olarak değerlendirebilirdik. Bugün Anadolu’nun herhangi bir ücra köşesinde Osmanlı döneminden kalma küçük bir caminin haziresindeki kabir taşlarındaki aynı harfler ve aynı Türkçeye, Anadolu’nun bir başka ücra köşesinde de rastlamıyor olsaydık, bugünkü ahvali bir medeniyetten kopuşu ifade etmiyor olarak değerlendirebilirdik. Eğer bugün elde kalanlar sadece kabir taşı, cami, külliye yani taşlar ile sınırlı olmuş olsaydı, Evliya Çelebi’den, Koçi Beye, Kınalızade Ali’den, Fuzuli’ye bu harfler ve bu dil ile istimal edilmemiş olsaydı, bugünkü ahvali bir medeniyetten kopuşu ifade etmiyor olarak değerlendirebilirdik. Devletin uhdesindeki Osmanlı arşivlerinde tasnif edilmeyi bekleyen 95 Milyon belge ve 400 bin defter olmasaydı “mezar taşı, taş bina, kitabe” sarmalında kalabilir ve dahi bugünkü ahvali bir medeniyetten kopuşu ifade etmiyor olarak değerlendirebilirdik. İmparatorluğun son demlerinde, Anadolu’nun muhafazası için Çanakkale Cephesinde şehit olmak üzere sıraya girmiş olan ecdadımızın, bir gül bahçesine gitmeden önce bu dünyadaki fanilere yazdıkları binlerce mektup, Hilal-i Ahmer arşivlerinde okunmak üzere beklemiyor olsaydı, bugünkü ahvali bir medeniyetten kopuşu ifade etmiyor olarak değerlendirebilirdik. Milli Mücadele döneminde Amasya, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, 1. ve 2. Mecliste bu harfler ve bu Türkçe kullanılmamış olsaydı, kanunlar ve nizamnameler Resmi Ceridede bu harfler ile yayınlanmaya devam edilmemiş olsaydı, bugünkü ahvali bir medeniyetten kopuşu ifade etmiyor olarak değerlendirebilirdik. Bütün bunların hepsinin geriye dönüp baktığımızda neredeyse 1000 yıla yaklaşan bir yaşanmışlıklar olduğunu bilmeseydik, bütün bunların bir milletin hafızası anlamına geldiğini idrak etmeseydik, bütün bunların manevi bir boyut içerdiğini hissetmeseydik, bütün bunların ezeli kelam ile yıllara sari süreklilik arz eden bir irtibata vesile olduğunu görmeseydik, bugünkü ahvali bir medeniyetten kopuşu ifade etmiyor olarak değerlendirebilirdik.

Birçok medeniyette olduğu gibi İslam Medeniyetinin de merkezinde insan vardır. Hatta denilebilir ki, İslam Medeniyeti, kendisinden sonraki medeniyetlerin birçoğuna bu anlamda tesir etmiştir. Bu tesirin izlerini diğer medeniyetlerin insanı algılama ve anlamlandırma biçimlerinde bulmak mümkündür. Her konuda olduğu gibi, İslam’ın insana bakış açısı da mutedildir yani aşırılıklardan uzak bir tarz-ı telakkiye sahiptir. Mesela ne hümanizm gibi insanı kutsama hatasına düşer ne de hedonizm gibi insana sadece hayvani ve nebati yönüyle bakar. İnsan odaklı bir medeniyet olan İslam Medeniyetine göre insan; her şeyden önce muhatab-ı İlahidir, yeryüzünün halifesidir, en şerefli mahlûktur, nazik nazenin ve nazdar bir misafir-i Rabbanidir, en harika ve antika bir sanat-ı İlahiyedir. İnsan, kâinat sarayındaki muazzam saltanata sahip bir sultan gibi olup hayvanlar ona hizmetçi kılınmıştır. Bitkiler, insanın dünya denilen evinin süs eşyaları, yıldızlar semayı süsleyen birer mum, güneş onu ısıtan bir soba ve baş döndüren güzelliklere sahip olan kâinat sarayını temaşa etmek için birer lamba vazifesini görüyor. Bahar mevsimi, Habib’in mahbubuna sunduğu bir çiçek misali, en değerli varlık olan insana onun yaratıcısı tarafından takdim edilen bir deste gül… Yaz mevsimi ise, nimetlerin en bol olduğu bir dönem olarak Allah tarafından insana sanki bir ziyafet sofrası… Dağlar –başka birçok hikmetleri ile beraber- insanın dünya denilen evinin birer su depoları olup anlamsız birer taş yığını değillerdir. İslam Medeniyetine göre kâinatta her şey insana musahhar edilmiş yani hizmetine sunulmuş ve bütün mevcudat/mahlûkat onun imdadına koşar, hizmet eder ve bundan nihayetsiz bir zevk alır. Zira kâinat, insan ile özellikle ehl-i iman ile pek alakadardır ve ondan/ona hizmet etmekten memnundur. Hayati öneme sahip olan nimetlerin bol ve ucuz yaratılması yine insana ve onun hayatına verilen değere bir örnektir. Beşeri anlamda İslam Medeniyetinin kurucu ismi olan Hz. Muhammed (sav), “İnsanların en hayırlısı insanlara hizmet edendir” sözüyle de insanın insana değer vermesine ve hizmet etmesine dikkati çeker. İslam Medeniyetinin temel kaynağı olan Kur’an’ın en güzel ve en mükemmel temsilcisi olan Hz. Muhammed (sav)’in hayatı da insana değer ve şeref veren örnek uygulamalarla doludur. Nitekim “Biz insanı en güzel bir surette yarattık” (Tin, 4) ayeti de insana verilen değerin ilahi bir onayı mahiyetindedir. İslam Medeniyetinin insan tasavvuru daha çok insana verilen değer üzerine inşa edilmiştir. Ancak yukarıda bütün ifade edilenlerle beraber İslam’ın insana bakış açısını Batı Medeniyetindeki hümanist algı ve anlayış ile karıştırmamak gerekir. İslam Medeniyetinin hararetli savunucularından birisi olan M. Akif Ersoy’un, “Bir insan hem hakkını hem de haddini bilmelidir” sözünden hareketle Batı düşünce geleneğinde insana kutsallık atfeden bakış açısı, İslami bir değer taşımamaktadır. Zira Batı medeniyetinin insan tasavvurunun temelini oluşturan hümanizme göre insan her şeyden üstündür, insan her zaman haklıdır, üstünde bir otorite ve güç yoktur, her şey ona hizmet etmek zorundadır, onun menfaati her şeyin önündedir gibi pragmatik ifadeler ve insan kutsal bir varlıktır gibi ilahi sınırları zorlayan inanışlardan anlaşılıyor ki, Batı medeniyetinde insan hakkını bilen ancak haddini bilmeyen bir profile sahiptir. Batı medeniyetinin insan tasavvurunda insanın insanlığa hizmet etmesi, hamiyet ve gayret sahibi olması gibi önemli bir ilkenin göz ardı edilmiş olması, bireysel çıkarları önemseyen/önceleyen yani şahsi menfaatini toplumun menfaatinin önünde tutan bir bakış açısına zemin hazırlamıştır. Hâlbuki Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir, kimin himmeti nefsi ise o insan, insan değildir.” İslam medeniyetinde insana atfedilen birçok değer ve şerefle beraber, insana birtakım sınır ve çizgiler de belirtilmiştir. İnsanın bu sınır ve çizgilere uymaması halinde hem maddi hem manevi müeyyideler/cezaî yaptırımlar uygulanmıştır. Çünkü haram ve günah çizgisi gibi İslam’daki sınırlar, özelde insanın, genelde toplumun can, mal ve namus güvenliğini sağlamak amacına yöneliktir. Dolayısıyla İslam’a göre bir insan, sınırını yani haddini de bilmelidir. İslam medeniyeti, insanın özgürlüğünü de helal dairesinde kabul eder. Zira insan özgür bir varlık olmakla beraber abdullahtır yani kulluğun şuurunda olarak helal dairesinde yaşamak zorunluluğu vardır. Zaten helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. İslam medeniyeti, toplumun maddi ve manevi huzuru için birtakım değerler sistemi kurmuştur. İnsandan bu değerler doğrultusunda bir hayat yaşaması istenir. Böylece istikametli bir hayat tarzına sahip olur ve ifrat ile tefrit gibi aşırılıklardan kendini muhafaza etmiş olur. Neticede her gün yaklaşık kırk defa namazda Rabbinden niyaz ettiği sırat-ı müstakimde yaşamış olur. Sırat-ı müstakim orta yoldur ve aşırılıklardan uzaktır. Din ve değerlere de en uygun olandır. İslam Medeniyetinin de insandan istediği ve beklediği budur. İslam medeniyetine göre, değerlerden mahrum bir yaşam tarzı insanın huzurunu olumsuz etkiler ve neticede insanın hem Allah hem kul nazarında değer kaybına uğramasına sebebiyet verir. Adalet, iffet, şecaat, hikmet, vefa, haya, sadakat ve dürüstlük gibi insan hayatı açısından hayati öneme sahip olan değerler yaşandıkça, bireysel ve toplumsal birçok dertlere deva, problemlere çare ve sorulara cevap bulunmuş olacaktır. Böylece insan hak ettiği değeri/yeri bulmuş olacaktır. İslam medeniyeti, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet ettiği ölçüde insana bir kıymet biçer. Zira din-i mübin-i İslam’ın en gerçek mümessili olan Hz. Peygamber (sav), veda hutbesinde, üstünlük ölçüsünün takva olduğunu beyan eder. Takva vesilesiyle Rabbine yaklaşan yani din ve değerlerine göre bir hayat hassasiyetine sahip olan bir Müslüman, diğer insanlardan daha üstündür. Sonuç olarak diyebiliriz ki, insanlık İslam’a ve İslam’ın değerlerine her zamankinden daha muhtaç bir dönemi yaşamaktadır. Ancak şu var ki, bu ihtiyacı Müslüman olmayan insanlara hissettirebilmek için biz Müslümanlar, İslam’ı elden geldiğince aslına uygun olarak en güzel bir şekilde temsil etmeye çalışmalıyız. Zaten bizler doğru İslam’ı ve İslam’a yakışan doğruluğu hayatımız ile izhar edebilsek sair dinlerin tabileri akın akın İslam’a gelip onunla müşerref olacaklardır. İslam medeniyetinin cihana hakim olduğu yıllara dönebilmek için en önemli vazife biz Müslümanlara düşmektedir. Bu bağlamdaki en ciddi problem ise İslam’ı temsiliyet sorunudur. Rabbim bizleri İslam’ı en güzel bir tarzda temsil eden hakiki kullarından eylesin. Amin...

“Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu?Ezelden gam turâbıyla yoğrulmuş bir bedendir bu.” Yaratılış ağacının en mükemmel meyvesi, mahlûkat içinde en ehemmiyetlisi, mevcudat içinde en kıymetlisi, kâinatın bir küçük numunesi, bir hurma ağacının mertebeleri misali iman ve küfür arasında mertebelerde bulunan, halife-i ruy-i zemin, arz ve semanın seyircisi, kelam-ı ezelinin muhatabı, ahiretin müşterisi, gaybın meraklısı, bekanın müştakı, şehadet aleminin misafiri insandır. Mümin suresinde, “O, sizi (önce) bir topraktan, sonra bir nutfeden (hakir bir damla sudan süzülmüş hulasadan), sonra bir alakadan yaratandır. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyor, sonra gücünüzün kemale ermesi için, sonra da ihtiyar olmanız için (sizi yaşatıyor). İçinizden kimi de, (kiminizden) daha önce vefat ettirilir; ta ki belirli bir vakte erişesiniz ve olur ki akıl erdirirsiniz.” diye hayatının aşamaları -ayet ile beliğ bir üslupta bahsedilen insandır. İnsan et ve kemikten öte, manevi kıymeti nispetinde değerlidir. Esma-i İlahiyenin tecellilerine camiyeti itibariyle ve bu tecellileri üzerinde göstermesi ve görmeyi bilmesi nispetinde kıymetlidir. Ve insanda çok ince manaların hüküm sürdüğü, kâinata sığmayan duyguları içinde barındıracak kabiliyette programlanmış bir kalp odası mevcuttur. İnsan buradan sever. Hem sevilmeyi de sever. Hem burası ile sevilir. Kâh sevinmesi de kâh ağlaması da buraya gelen tecellidir. Bir hadis rivayetine göre, Peygamberimiz (asm) Kâbe’ye bakarken şöyle demiştir: “Şüphesiz Allah seni çok şerefli, çok mükerrem/ hürmetli, çok azametli kılmıştır; fakat mümin senden daha hürmetli/daha saygı değerdir.”1 Kalp ayine-i sameddir.2 Bu ve benzeri hadisleri göz önünde bulunduran Mevlana, şu meşhur sözünü söylemiştir: “Kâbe, Azer’in oğlu Halil İbrahim’in yaptığı bir binadır. Kalp ise, yüce Allah’ın nazargahıdır. Bu sebeple, bir gönül yıkmak, bin Kâbe yıkmaktan daha kötüdür.” İnsan, kalbi ve içindekiler nispetinde kıymet kazanır ya da kaybeder. Dalalet karanlığında boğulan kalp katılaşır, körleşir ve “(Onlar) Kur’ân’ı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbler(inin) üstünde kilitleri mi var?” ayetinin ifadesiyle kilitlenir, mühürlenir. Fakat burada sorumlu olan, şahsın haramdaki inadıdır. Bir de bunun zıt tarafında ilerleyen kalpler mevcuttur. Onlar da bir teveccüh ve bir arzu ile Cenab-ı Hakkın kendilerine ihsan ettiği rahmet tecellisine mazhar kalplerdir. O kalpler hüzün ile agâh olur. Zira Hz. İbni Abbas’dan (ra) rivayetle Efendimiz sallallahü aleyhi vessellem buyurdular ki: “Hüzne yapışın. Zira hüzün, kalbin anahtarıdır. (Gönlü, manevi feyizlere açar).”3 Evet, kalp hem beka hem saadet arayışında ve müştakındadır fakat dünya dar-ı mükâfat değil dar-ı imtihandır. Kişiyi Allah’a yaklaştıran dert, kişiyi Allah’tan uzaklaştıran dermandan iyidir. İnsanı uyutmaz, kapılar kapanmıştır, esbap sükût etmiştir, çare yoktur, seher vaktine davet eder hüzün. Hz. Mevlana diyor ki: Doldur o aşk-ı ilahiyle yine doldur yine bir sun, Dursun gece ey dost onu durdur ne olursun! Vur uykumu zincirlere vur geçmesin anlar; Varmaz gecenin farkına varmaz uyuyanlar… Sevinçte gaflete dalma tehlikesinde olan insan, hüzünde rabbinin huzurunda olmak agahlığındadır. Hayat hep yeknesak devam etmez. Bazen imtihan gelir, sıkıntı gelir, üzüntü gelir, hastalık gelir. Hayat tekâmül eder, insan terakki eder. Seven sevdiğini huzurunda görmek ister. Sahabilerden Sa’d (r.a.) rivayet ediyor: Dedim ki: Ya Resulallah, insanların belâsı/imtihanı en çetin olanı kimdir? Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece müminlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı ağır olur. Dininde zayıflık söz konusu ise, dini kadar belâ görür/imtihana tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.”4 Hani baksak enbiyalara, evliyalara görürüz ki, nice sıkıntılar çekmişlerdir. Sabır kahramanı olarak bilinen Hz. Eyüp’ün (as) kıssasında ya da hakkı söylediği için ateşe atılan Hz. İbrahim’in (as) kıssasında. En güzel örnek olarak da Efendimiz (sav)’in hayatında. Bir gün öyle müteessir olmuştu ki, ciğerparesinin cenazesini götürürken derin teessürünü karşısında dimdik duran Kuaykıân Dağına, “Ey dağ! Benim başıma gelen şey, senin başına gelseydi, dayanmaz yıkılırdın” hitabıyla ifadeye çalışıyordu. Hüznü ziyadeleşince Cenab-ı Hak bir gece teselli verdi. Hüzün huzura çıkmaya vesiledir. Hüzün, müminin miracında halis yoldaşıdır. Oysa diğer tarafta başı dahi ağrıtılmayan, zenginlik ve saltanat içinde hüküm süren firavunlar, nemrutlar, karunlar, haccaclar var. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadislerinde, “Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir.”5 buyururlar. Kişinin hayatında üzüntü, sıkıntı mevcutsa hangi tarafa yaklaştığının sevinciyle şükür etmelidir. Şunu da unutmamalıdır ki, bir rahmet tecellisine mazhar, o rahmet ki, şu kâinatı şenlendiren, karanlık mevcudatı ışıklandıran, sonsuz ihtiyaçlar içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye ve ihsan eden, bütün kâinatı insana sanki ağacın bir meyveye müteveccih olduğu gibi musahhar eden ve mahlûkatı o insanın yardımına koşturan, yine o insanı ebede aday, ezeli ve ebedi bir zata muhatap ve dost yapan bu rahmettir. Bütün alemi kudreti ile içine alan o rahmettir. Sebepler sükût ettiğinde balığın karnından peygamberini selamete çıkaran o rahmettir. Yine peygamberini zindandan çıkarıp Mısır’a hükümdar eden o rahmettir. O rahmet ki, ayetlerinde tekrar ile teselli verir hüzünlü kalplere ve der ki: “Muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” Bu manen öyle bir tesellidir ki, kulum sabret, sana vekil olarak, kefil olarak, yoldaş olarak, yardımcı olarak ben yeterim. Sıkıntında sabır ettiğin müddetçe benimle berabersin, diye sükûnet verir müteessir kalplere. O küçük kalp, hakiki sevgilisinin tesellisinde huzuru bulur. Sağına soluna baktığında kimseyi bulamayınca insan, başını öne eğer. Avuçlarında damla damla biriktirdiği sükûtu ile sema kapılarına kelime kelime niyaz gönderir. Hüzün, insanı rabbine yakınlaştırır. Zira aczini, fakrını, çaresizliğini hatırlatır. Elinden hiçbir şeyin gelemeyişinin çaresizliğinde çalar alnıyla seccadenin başını. Kimseler duymasın diye içine çektiği hıçkırıkları şahit sunup gösterir. “Ya rabbi!” der, dudaklarından dökülen lafızla, seslenişe döner hava zerreleri. “Ya rabbi!” der damarlarında hissettiği kulluk ile. Ve yüreğinin en derininden gelen bir nida ile yine devam eder kul, “Aman ya Rabbi! Tevbe ya Rabbi! Affet ya Rabbi!” Şeyh Sadi, Gülistanının başına aldığı bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (sav), O zaman [Allah] der ki, “Ey benim meleklerim! Şahit olun. Sizi şahit tutuyorum, şahit olun ki ben bu kulumu affettim. Bu günahkârdı ama ben bu kulumu affettim. Çünkü o benim Rabbi olduğumu bildi, benden gayri Rabbi olmadığını anladı ve bu arzu ve bu anlayış ile bana teveccüh etti. Ben onun suçunu düşünüp de onu affetmemeye utandım, affettim. Şahit olun, affettim” buyurur diye bahseder. Bir annenin evladına duyduğu, aslında o sonsuz rahmetin bir küçük yansımasıdır. İşte o nihayetsiz rahmet kendisine yönelen kulun duasına icabet edeceğini ayeti ile haber verir. Gökten bir el yaşlı gözleri siler. Bu sonsuz rahmet sahibi Cenab-ı Hakkın bir takdiri vardır. Sevdiğim bir kardeşim, “Biz ondan razı olmadan o bizden razı olmaz” derdi. Hani Yunus Emre’nin dediği gibi “Hoştur bana senden gelen” diyebilmek. Elhasıl, İmam Gazali “Hüzünlenmenin yolu, Kur’an’daki tehdit, misak ve ahidleri düşünmektir. İnsan, Allah’ın emirleri ve yasakları karşısında kendi kusurlarını düşünerek hüzünlenir ve ağlar. Kalpleri tertemiz olan kimselerin yaptığı gibi hüzünlenip ağlayamazsa, o zaman hüzünden mahrum olduğuna ağlasın. Çünkü bu, musibetlerin en büyüğüdür” diyerek hüzünden bahsetmiştir. Hüzün taze tutar, diri tutar, kalb yakınlığına vesile olur. Sabır, kuvveti dağılmazsa, her sıkıntıya kâfi gelebilir. Dua ile şükür ile tevekkül ile sabr edip beklemek her gecenin ardından gelen gündüz gibi, her kışın ardından gelen bahar gibi bizlere bu hüzünler, gelecek saadetin habercisidir. Bir vasl-ı bahar bu, alem-i bekada. Allah’a yaklaştıran asil hüzünler ile insan gafletten uzak olur. Öyleyse her hale hamd içinde olmalı. Ey elem! Seni bana gönderen o ise, sen bana ondan gelen belki de bir lütufsun, hoş geldin diye tevekkülane bir tavır takınmalı. Sevgili Peygamberimiz (sav), “Bilmez misiniz, gerçekten Allah, gözyaşı ve kalbin elemi sebebiyle kişiye azap etmez. Fakat –dilini işaret ederek– bunun yüzünden azap eder veya bağışlar” buyurdu.6 Ebu Hüreyre radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Başka bir gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde Allah Teala, yedi insanı, arşının gölgesinde barındıracaktır: - Adil devlet başkanı, - Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç, - Kalbi mescitlere bağlı Müslüman, - Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan, - Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine “Ben Allah’tan korkarım” diye yaklaşmayan yiğit, -Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse, - Tenhada Allah’ı anıp gözyaşı döken kişi.”7 Kaynaklar: 1- İbn Mace, Fiten, 2; Mecmau’z-zevaid, 1/812- Mevcudat içinde en latif en güzel en cami ayine-i samediyyet insandır. Çünkü insan Cenabı Hakkın bütün isim ve sıfatlarına ayna olabilecek bir kabiliyettedir. Bundan dolayı bütün varlıklarla alakası vardır. Hem bu alakadarlıktan hem de acz ve fakrından dolayı hadsiz ihtiyaçları ve belaları vardır. Bunlar için de hiçbir şeye muhtaç olmayan birine sığınmaya ve yardım istemeye muhtaçtır. Yani Samed olan Allah’a muhtaçtır. İşte sonsuz ihityaçları ve istekleri noktasından Samediyete ayinedarlık eder. Bu ayinedarlığı diğer varlıklardan daha geniş ve güzeldir. (risaleonline.com)3- Taberani, Kebir4- Tirmizî, c. 7, s. 78-79; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin Hanbel5- Müslim, Zühid, 1; Tirmizi, Zühd:16, İbni Mace, Zühd, 36- Buhari, Cenaiz 447- Buhari, Ezan 36, Zekat 16, Rikak 24, Hudüd 19; Müslim, Zekat 91. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 53; Nesaî, Kudat 2

İnsanın fıtratında, yaratılışında gayet şiddetli bir beka aşkı, ebediyet arzusu vardır. Hayata baktığımızda devamlı bir bağlanma ve ayrılma zincirinden teşekkül ettiğini görürüz. Bütün bu süreçlerde yorulan kalp aslında bekayı, ebediyeti aramaktadır. Beka, vücudun, nimetlerin her daim tekerrür edip, ebediyen devam etmesidir. İnsan, vücudu, varlığı sever. İnsana sorulsa, sıkıntı içinde bir hayatı mı, yoksa sıkıntı çekmeyip yok olmayı mı tercih edersin? O insan, aman yokluk olmasın, sıkıntıya razıyım der. Aslında intihara teşebbüs eden kişi ani bir refleksle buna kalkışır. Eğer intihar teşebbüsü ölümle neticelenmediyse o kişinin canını nasıl kurtarmak istediğini, nasıl mücadele ettiğini görürüz. İnsan daima vücudu, varlıkta kalmayı ister. Ademi, yokluğu istemez. İnsan için en büyük elem, nimetlerin zeval bulup yokluğa gitmesidir. Ahirete inanmayan insan dahi bir beka ihtimalini düşünerek yaşar bu hayatta. İnsan ahirette azabı görünce “Toprak olsaydık, hakir olsaydık” diyecek. Yine de bir vücud, varlık mertebesi isteyecek. Yok olsaydık demeyecek. Yokluk insanın en büyük acısı, korkusu… İnsan sevdiği şeylerin kendisiyle devamlı olmasını ister. Evimizin kira olmasını istemeyiz mesela. Sevdiğimiz eşyaların çabuk eskimesinden hoşlanmayız. Hele hele sevdiğimiz, gönül bağladığımız insanlardan ayrılmayı hayalimizden geçirmek dahi istemeyiz. Ve insan bu duyguyla bağlanır sevdiklerine. Yani onlarla daimi olacağını tevehhüm ederek sever, bağlanır. Yoksa halk arasında meşhur bir söz olan “Uçan kuşun gölgesi olmaz” misali, uçacak, kaybolacak, bizimle daimi olmayacak şeylere gönlümüzü bağlamak istemeyiz. Sönenleri, kaybolanları sevmeyiz. Onların zevalleri kalbimizi incitir. Ölüm ve ayrılıklar kor bir ateş gibi düşer yüreğimize… Aşk-ı bekadan gelen ağlamalar Kalbinde kâinatı içine alabilecek kadar geniş bir muhabbet potansiyeline sahip olan insan, her daim mahbuplarından ayrılık tokadı yiyip, adeta feryat etmektedir. Görünüşte o feryat, o an, o sevdiğinden ayrılığa bir feryat gibi görünür. Ama aslında o, aşk-ı bekadan gelen derin bir sızıdır. Bulutların geçip gitmesi gibi süratle giden ömründe birçok sevdiği şeylerden ayrılmıştır. Şu anda da ayrılmaktadır. O kalp aşk-ı beka diye ağlamaktadır. “Beka istiyorum, lika istiyorum, kavuşmak istiyorum, baki bir yar istiyorum. Baki, ebedi bir diyar istiyorum” diye feryad etmektedir. Bediüzzaman Hazretleri bunu şu veciz cümlesiyle ifade etmiştir: “Bütün firaklardan gelen feryadlar aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanıdır.” (Lemalar, 12) Evet, her şey biz terk etmek istemesek bile bir gün bizi terk edecek. Hatta en sevdiğimiz insanlar, ruhumuzun terk ettiği bedenlerimizi, biran evvel bir tohum gibi toprağa ekecekler. Beka isminin ayinesini içindeki aşk-ı beka ile gösteren insan, Cenab-ı Hakkın vadettiği o büyük bahar mevsimi geldiğinde tekrar ölmemek, yok olmamak üzere diriltilip baki olan Rablerine kavuşup, asli vatanlarına dönecekler. Evet, insanın bu zeval yarasına en büyük tesellisi ebediyettir. Aynı zamanda en büyük duasıdır ebediyet… En büyük külli dua İnsandaki bu kalbi arzu, öyle büyük bir duadır ki, bütün insanlar Adem Aleyhisselamdan beri asrımıza kadar, hatta kıyamete kadar bu duayı yapmaktadır. Araf suresinin 20. ayet-i kerimesinde ifade edildiği gibi, şeytan, Hz. Adem ve Hz. Havva’yı ebediyet arzularıyla kandırmıştır. Bu fiili, kalbi dua içinde başta Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm) olmak üzere bütün enbiya, evliya ve kâmil insanlar da bulunmaktadır. Efendimizin (asm) 63 senelik gayet meşakkatler ve mücahedelerle geçen kısacık ömründe öyle büyük hizmetler etmiş ki, tesis ettiği din ve getirdiği Kur’an ile bütün kâinat aydınlanmış. Her asırda yeryüzünün yarısı, insanlığın beşte biri Ona (asm) tabi olmuştur. Bu çok kıymettar hizmetlerinin mükâfatını milyonlar sene almaya müstahak olan Efendimizin (asm) bedenen vefatı ile bir daha dirilmemesi mümkün müdür? İdam- ı ebedi ile yokluğa gitmesini rahmet ve hikmet kabul eder mi? Efendimizin (asm) önderlik ettiği bu dua öyle hüzünlü öyle büyük bir arzuyla yapılıyor ki, sadece insanı değil, bütün kâinatı ağlattırıyor. Bu duaya manen “amin” dedirtiyor. Hem öyle bir maksad, öyle bir gaye ki, bu ebediyet ve beka aşkı, insanı kıymetsizlikten, boşluktan, faidesizlikten, aşağıların aşağısına düşmekten kurtarıyor. İnsanı asli değerine, kıymete, bekaya, ulvi vazifeye çıkarıyor. Çünkü insanın fıtratında bulunan bütün değerler, güzellikler ve mükemmellikler beka ile anlam kazanıyor. Beka olmazsa, bütün bu kemaller yokluğa atılıp heba olacaktır. İnsan bu dünyada nimetlerden yüzde yirmi bile tam istifade edememektedir. Ancak tatmaktadır. Doymaya izin yoktur. Aynı zamanda insanın birçok istidadı, kabiliyetleri, emelleri vardır. Oysaki kabristanlar hep işleri yarım kalan insanlarla doludur. Elbette ki, hiçbir şeyi boşa yaratmayan Hakim olan Rabbimiz, insanın kabiliyetlerini israf etmeyecek, onları sonsuza dek inkişaf ettirebileceği baki bir diyarda insana beka vererek, ebediyen var edecektir. Aynı zamanda insandaki bu aşk-ı beka ebedi alemlerin vücuduna da delildir. İnsanın küçük midesinin cüz’i arzusunu, duasını kabul edip, kâinatı bir nimet sofrası olarak donatıp, çeşitli leziz yiyeceklerle bezemiştir. Elbette insanın bu en büyük külli ve daimi bekaya dair duasını kabul etmemesi rahmet, hikmet ve adaletine hiçbir şekilde yanaşmaz. Bütün değerleri, kabiliyetleri beka ile kemal bulan, bekaya aşık olan insanın bu arzusunu Yar-ı Baki kabul etmiş ve ona ebedi bir diyarda, ebedi, baki, çürümeyen, yok olmayan, yaşlanmayan daimi bir vücud vadetmiştir. Ve vaadi haktır. Baki bir insan olmak Madem bekaya aşığız. “Baki bir insan nasıl oluruz?” sualinin cevabını bulmalıyız. Evvelen Kur’an-ı Kerimden kalp kulağıyla iman derslerini işitip, Vahid olan Rabbimize yönelmeliyiz. Dua ve kulluğun merdiveniyle mükemmelliğin zirvesine çıkan Efendimizin (asm) yolundan, sünnetinden ayrılmayarak baki bir insan olabiliriz biiznillah. Yazımızı Bediüzzaman Hazretlerinin kalplerimize tercüman olan şu sözleriyle bitirelim: “Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: Faniyim, fani olanı istemem. Acizim, aciz olanı istemem. Ruhumu Rahmana teslim eyledim, gayrı istemem. İsterim, fakat bir yar-ı baki (ebedi, ölümsüz dost) isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed (daimi güneş) isterim. Hiç ender hiçim (hiç içinde hiç) fakat bu mevcudatı birden isterim. Yar-ı Baki’ye emanet olunuz..

Pek çok köşe yazısında, dergilerde, internet haber sitelerinde ve TV programlarında yılbaşı güzellemelerinin yapıldığı / yapılacağı bir aya daha erdik. Bu sene de yılbaşının aslında bir yılın sonu olduğu çok da umursanmayacak. “Geçen gün ömürdendir.” hakikatine bir hayli uzak olanların berduş çığlıkları arasında buruşturulup bir kenara atılacak yine yaşanmış koskoca bir yıl. Hiç yaşanmamış gibi... Serdengeçti’nin deyişiyle, yılbaşında kimi servetinden, kimi aklından, kimi iffet ve ismetinden olacak. Olsun… Yılda bir defa gelir bu. Kafalar dumanlı, gözler dumanlı… İçelim, oynayalım, dans edelim. Ötesinden bize ne? Dünya var imiş yahut yok imiş… Size ne? Ruhları sömüren, merhameti öldüren, şehvetin ve nefretin kol gezdiği arka sokaklarda yine kim bilir kaç günah tescillenecek. Uydurma sakallı, sahte kahraman, alışveriş soytarısı “Noel Baba” yine Müslüman mahallelerinde, cami önlerinde pervasızca dolaşacak. Çam ağaçları bazı evlerin başköşesinde en süslü halleriyle yerini alırken bazı çocuklar birbirine, “Siz yılbaşı kutlamıyor musunuz?” diye soracak elbette. Sahi siz yılbaşı kutlamıyor musunuz? Yılbaşı yeni bir kavram değil. Bu ve benzeri şeyler Batılılaşma arzusu ve özentisi ile hayatımıza yavaş yavaş değil birdenbire girmiş. Yakup Kadri 1 Haziran 1929 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde şöyle değerlendirir durumu: “Yeni kimliğin, yeni bir yaşama şeklini de beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Bu yeni yaşama şekli elbette Batılılarınki gibi olacaktır.” Yine aynı gazetenin 3 Temmuz 1929 tarihli sayısında insanlara bir hedef çizilmektedir: “Hiçbir şeyimiz eksik değildir. Yalnız iki şeye ihtiyacımız var: Hayat ve zevkte tam ve som Avrupalı olmak; yahut bu Avrupalı Türklerin adedini artırmak ve bilhassa bu çeşit ihtiyaçları vatandaşlarda yaratmak.” Bu konudaki fikir ayrılığı dünyanın zihin evrenimizde nasıl tanımlandığı ile alakalıdır. Dünya bir oyun eğlence yeri mi yoksa bir ticarethane mi? Tüccar olduğumuzu ve dünyanın da bir ticarethane olduğunu mübarek Kur’an bize bildiriyor: “Şüphesiz ki Allah, müminlerden nefislerini ve mallarını, karşılığında Cennet hakikaten onların olmak üzere satın almıştır!” (Tevbe, 111). Mal ve can, karlı bir ticaretle onu verene satılmış; satış bitmiştir. Cenab-ı Hakk’ın bize zaten kendisinin verdiği malları bizden Cennet gibi bir fiyatla geri alması da onun kerem ve ihsanı gereğidir. Bizler da adeta bu beden ve dünya ticarethanesinin kiracıları hükmündeyiz. Dolayısıyla kâr zarar dengesini de gözetmek için muhasebe yapmak gibi bir yükümlülüğümüz var. Ticaret veya muhasebe ile uğraşanlar çok iyi bilirler. Yazar kasa kullananların gün sonunda almak zorunda oldukları bir rapor vardır: Z raporu. O günkü bilançonun yer aldığı rapor bir hayli uzundur. O rapor alınmadan işlemlere devam etmenin mali açıdan problemlere yol açacağı ise kaçınılmazdır. Yılın son günlerini hayatın Z raporunun çıkarılması gereken günler olarak görmek lazım. Hayat, gelir ve gider dengeleri üzerine kurgulanmış bir süreçten ibarettir. Maddi kayıp ve kazançların tüm insanlarca –hatta çocuklarca bile– en ince ayrıntısına kadar dikkat edildiği bir dünyada, manevi gelir gider muhasebesi için de aynı hassasiyet mutlaka gösterilmelidir. Bu muhasebe her günün sonunda yapıldığı gibi külli olarak yılsonunda da masaya yatırılmalıdır. Acaba kendi sorumluluk alanlarımızla ilgili gerçekten üzerimize düşeni yaptık mı? Sıla-i rahim, eş, çocuklar ve komşuluk hakkı konusunda durumumuz nedir? İbadetlere sebatta kendimize 100 üzerinden kaç veririz? Namazları zamanında “ikame” ettik mi? Sosyal medyada harcadığımız zaman kadar (ya da en azından yarısı kadar) kitap okumaya zaman ayırdık mı? Hayırda yarıştık mı? Bu sorular uzar gider. Soruların ardından birtakım kararlar alınabilirse, bu önümüzdeki senenin kârlı olacağına işarettir. Zira ticaret erbabı vizyoner olmalı, geleceği planlamalıdır. Akıllı hiçbir tüccar kırılacak şişelere elmas fiyatı vermez. Üstad Bediüzzaman Hazretleri dünya hayatı ve ona ait bütün nimetleri kırılmaya mahkûm şişeler olarak tanımlar. Sırf dünya için yaratılmış gibi bütün vaktini ona sarf eden, haz odaklı yaşayan insanlar da o kırılmaya mahkûm şişelere elmas fiyatı veren gafillerdir. Bir başka açıdan bakıldığında, ahireti verip dünyayı kazandığını zannedenlerin bu hali La Fontaine fabllarında geçen horoza benzer: “Horozun biri bir gün eşelenirken ayağı yuvarlak ve parlak bir cisme takılır. Güneşin altında bembeyaz parlayan bu garip cismi alan horoz kasabanın yolunu tutar. Bulduğu şeyi bir şekilde değerlendirmesi gerektiğinin farkındadır. Kaldırımda gezinirken gözü bir dükkânın vitrinine takılır. Bir kuyumcuya ait olan vitrinde bu parlak şeylerden birkaç tane vardır. Horoz dükkâna girer ve elindekini satmak istediğini söyler. Kuyumcunun gözleri parlar ama çaktırmaz. “Alırım ama çok para etmez.” diye cevap verir umursamaz bir tavırla. Horozu kandırıp inciyi almak istemektedir. “Parayı ne yapayım sen bana birkaç darı ver yeter.” der horoz. Böylelikle elindeki incinin değerini bilmediği için yaptığı bu alışverişte büyük bir hüsrana uğramıştır. Bizler de Kur’an’ın öğrettiği gibi Adem babamız ve Havva annemizin diliyle Rabbimize yalvarıyor ve diyoruz ki: “Rabbimiz! (Biz) kendimize zulmettik; artık bize mağfiret etmez ve bize merhamet etmezsen, mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz.”

WHATSAPP Hüseyin Genç Hazan ve hüzün Metin Çiçek Bizden geçti artık sıra sizde diyor:) Hüseyin Altunal Nasıl ki benim yapraklarım döküldü, senin de saçların dökülebilir diyor:) Bahaddin Durmak yok, yola devam kıymetli değerli hocam TWİTTER @musabfatih2834 Hem anlarsın ki: Güz mevsiminde yaz-bahar âleminin güzel mahlukatının tahribatı, idam değil. Belki vazifelerinin tamamıyla terhisatıdır. @Demiray_Asansor Ölümden sonra dirilmek var @ittihadislam2 Bu dünya fâni ve geçici...Onun için fâni şeylere gönül bağlamaya değmez... @birosmancik Sanmasınlar yıkıldık, sanmasınlar çöktük. Bir başka bahar için sadece yaprak döktük... @A_N_Gltkn Sen de bir gün solacaksın. Bu kibri bırak. Kimseye hor bakma. @R4biaNur Biz şimdi bu dünyadan gidiyoruz ama daha güzel bir şekilde yeniden haşr edileceğiz :) @tahtelbahirr Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi katiyetinde, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek. @okutanhuseyin Sen, şimdi beni solgun ve yorgun görüyorsun ya, bir zamanlar dolgun ve çoşkun olduğumdandır o. Ölüm doğumla, son başıyla, yok varıyla buluşsun. Buluşsun ki; an yönsüz, zaman da süresiz olsun... @rm_zn Haşrı anlatıyor kudreti hatırlatıyor @Gs_Gkhn_Gs Ömrün son baharı. @ismtekpinar Baharı bekleyin diyor... @kerem_oget Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ olur @gonulsarayi Her şey solup giderken etrafın boyasına cıvıltısına aldanıp oyalanma! Çalış, seni çağırmakta olana, bekleyene... @57erdi_y Fotoğraf ah gençliğim diyor… Samimi bir ihtiyar fotoğrafı gibi FACEBOOK Nurcan Kayabezirci Her bir şeyin başlangıcı olduğu gibi, sonunun da olduğunu gösteren harika tablo. Her nefis ölümü tadacaktır. Selçuk Yaşar Yaz yerini sonbahar ve kışa bıraktığı gibi gençlik te yerini ihtiyarlığa bırakacak. Yakup Alkan Yeni bir baharda neşv ü nema olmak için yaprak döküp kış dinlenmesine geçmeye hazırlanıyor. Ey insanlar siz de günahlarınızı dökerek CENNETİ kazanmaya bi gayret. Rıza-yı Barî’yi kazanmaya bi gayret. Ha bismillah Özgür Özdemir Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla kadirdir. (Rum, 30/50) Şeyhmus Turan Huvel bâki... Aynı zamanda yeni üniformasını giymeyi bekleyen bir çocuk gibi heyecanla üstündeki elbiseyi çıkarmaya çalışıyorlar. Şefkatli ve merhametli bir ele karşı acizliklerini gösteren ve dua eden zikir topluluğu Edası var üzerlerinde. Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır. Emine Savcu Ölüm yakın Kemal Boy Yaprak gazel oldu gel gel… Halil İbrahim Pişkin Bugünü düşünürüm, dün geçti yarın var mı? Gençliğine güvenme, ölen hep ihtiyar mı? Emel Meseci Altın tenli yapraklar Ali Demirci Ölüm var, haşir var diyor, hesabını iyi yap ayazda kalma diyor Ali Sırım Winter is coming. Mehmet Türkmen Dirilişi Habibe Dinç Ya Baki ente’l-Bâki… Hilal Rehnuma Elmevtü hakkun Aydın Oğuz Şimşek Ölüm! Musa Hacı Musa Dana Öleceksiniz

Bu, evvel zaman içinde yaşanmış gerçek bir hadisenin tahkiye edilmesidir (eğer bu anlatıya bir hikâye denilebilirse). Anlatılan bir hadisenin gerçekten yaşanıp yaşanmadığı, evvel zaman denilen o ulu çınarın bir dalında, anlatılan sahneye ait bir yaprağın aynıyla mevcut olup olmadığı gibi sorular hakikat ehlinin zihinlerini işgal eder ve tüm bunlar haklı birer endişedir. Bu yüzden hikâyemizin de, hikâyede anlatılacak hadisenin de, hadisenin yaşandığı tarih yaprağının da gerçek, yaşanmış ve mevcut olduğunu belirterek başlamak; yalnız hakkı görmek, doğruyu dinlemek, gerçeği okumak isteyen sadık okuyucuya karşı bir vazifeyi ifa etmek demek olacaktır. Bu vazifenin mukaddes olmadığını düşünmek ise yalnız okuyucuya değil tüm cihetleriyle ‘hakikate’ de hürmetsizliği işmam eder. Hakikate hürmetimiz hudutsuzdur. Kahramanımız her fırsatta isminin ve resminin arka planda kalmasını talep ettiği için onun bu haklı ve takdire şayan isteğinin gereği olarak ismini vermeyeceğiz. Zaten bizim işimiz de isimler ve resimlerle değil, fikirler ve manalar iledir; isimler ise, fikirleri ve ifade ettikleri manaları ile kıymet kazanırlar, yoksa müşahhas bir isimden bahsetmemekteki maksadımız hikâyeye muamma çeşnisi katmak değildir. Bununla birlikte zaten parlak zihinli okuyucularımızın, bahsedilecek şahsın kim olduğu hakkında herhangi bir tereddüt yaşamayacaklarını bildiğimizi de itiraf etmeliyiz. Ayrıca görülecektir ki, bu aslında bizim hikâyemizdir. Bizim, yani türümüzün. Hadisenin gerçekleştiği zaman ve mekân ise mühimdir. Vakıanın hangi şartlar altında cereyan ettiğini anlayabilmemizi kolaylaştıracak bu iki önemli unsuru es geçmeyeceğiz. İşte başlıyoruz. İhtiyar, zayıf ve yalnız bir adam, bir otel odasının penceresinde, solgun yüzü ve taşmak üzere olan gözleriyle bir yerlere doğru bakıyordu. 1944 yılı Haziranı’nın 15’ine tesadüf eden bir Perşembe gününde, Denizli’de önemli bir mahkeme kararı çıktı. Ağır Ceza Mahkemesi’nin elli sekiz kurbanı için on aydan sonraki bu nihai kararı beraat idi. Mahpusluktan kurtulan onlarca genç-yaşlı adam, Denizli’nin sokaklarına hürriyet coşkusuyla dağıldı. Sadece kurtulanlar değil, misafirperver ve gönlü mazlumdan yana olan halk da mesrurdu, çıkanları üçer beşer kapıp ikramda bulunmak için götürüyorlardı. İnsan sadece yanlışları için bedel ödemez; doğrular için de ceza çekildiği berikinden daha noksan değildir bu yalan dünyada. İşte bu on aylık hapis de garibanlara doğru bildiklerinin peşinden gitmelerinin bir cezasıydı ve şükür ki bitmişti. Peki, neydi suçları? Bunu kendilerine sorma fırsatına sahip olsaydınız onlar da size tatmin edici bir cevap veremeyeceklerdi, bu yüzden neyle suçlandıklarını, on ay neden mahkûm edildiklerini, sonra da ‘suçsuzmuşsunuz haydi dışarı’ denilerek neden salıverildiklerini anlamak, açıktır ki pek güçtür. ‘Dolayısıyla biz de bu konuda mükemmel bir açıklama yapamayacağız’ diyor ve ironiye başvuruyoruz. Fakat insanlık tarihinin bazı safhalarında çok ilginç bir husumet türünün geliştiğini biliyoruz ve bu malumat kısmen de olsa mevzuumuzu aydınlatmak için bize yardımcı olmaya hazır görünüyor: Kitap düşmanlığı. İnsanlar kitaplar yüzünden öldürülmüş, hapsedilmiş, sürgün edilmiş; kitaplar insanlar yüzünden tutuklanmış, yasaklanmış, daha kötüsü genellikle diri diri yakılmak suretiyle acı bir şekilde infaz edilmiş, rüzgârlarda savrulmuş, gömülmüş, derelere atılmış, kolları kanatları kırılmış ve bütün bunlar sayesinde insanların fikri ile kitapların sesinin kesileceği zannedilmişti. Evet, zannedilmişti fakat heyhat! Kitaplar ve fikirler ne ölür ne de sesleri ebediyen kısılabilir. Ölen kuru bir cilttir, bir yaprak parçasıdır. ‘Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez’ kaidesi yalnız insanlar için değil, kitaplar için de gayet münasiptir. Ölen sayfalardır, mürekkeptir, herhangi bir malzemeden mamul cilttir ve dahi fikir denilemeyecek bayat bir kışırdan ibaret kil ü kaldir ki bunlara da zaten kitap denemez. Kitapların sesi hiç beklenmedik bir zamanda, umulmadık yerlerden sayha sayha adeta patlar. İşte vakt-i evvelde Denizli adlı bir memleketteki bir mahpus damına atılan bu ‘aykırı’ insanların suçu, kitap okumaktı. Aykırı tabirini hususen seçtik, bu kelime onların asri cemiyetleri içindeki vaziyetlerini tarif etmek için yeterli olmasa da kısmen kullanışlı duruyor. Aslına bakarsanız mesele okumaları değildi. Onlar okumaları, dinlemeleri hatta düşünmeleri dahi yasak olan fikirlerin hem de ‘yepyeni’ harflere muhalefet ederek yazıldığı kitapların çekici sesine kulak kabartmışlar, dahası bazıları okumakla kalmayıp yasaklanmış ‘eski’ bir alfabeyle istinsahına da girişmişlerdi. Dinledikleri, çoğalttıkları bu avaz ise yeni bir nefesten, farklı bir sada idi. Yeniydi fakat gündelik olanın, nevzuhur olanın, köksüzlüğün (soysuzluk da diyebilirsiniz, okurlar kelimelerimi tahrif etmekte serbesttir) peşinden gitmek yerine daimi, kadim ve köklü olana davet ediyordu. Okumak teşvik ediliyordu fakat okunması istenilenlerden. Yenilik modaydı ancak köksüz bir yenilik. Hâlbuki bu istenenlere zıt tavır apaçık bir isyan, bir itiraz ve çok etkili bir muhalefet şekliydi; zira pek çok ihtilal, failleri yok edilerek ortadan kaldırılabilir olsa da bu ‘sivil muhalefetin’ önünü almak hemen hemen imkânsızdır. Fikir ve inanca pranga, sürgün, tehdit gibi ‘basit’ çözümler işlemez çünkü. Malumu i’lam etmek hoş değildir fakat yine hatırlayalım: Yekavaz bir düzenin -ki bu avazeler tahakkümi ve kiralık, düzen ise bunlara esirdir-, tekdüze bir sistemin -ki hiçbir farklılığa müsamaha gösteremeyen, tercihlerden ürken, reklamlarında ise hürriyet figüranları oynatan bir ‘parodi’ sistemdir- otoriterleri fikri herhangi bir ihtilafa tahammül edemez. Bu kendini ‘zamanın garibi’ olarak tarif eden ihtiyar da yaşına bakmadan epeydir direniyor, etrafına yeni direnenler topluyor fakat ‘ne yazık ki’ resmen suçlu sayılması için gereken fırsatı bir türlü vermiyor; mesela hiç olmazsa bir silahlı ayaklanma, bir suikast tertip etmiyor, siyasi hiçbir işe karışmıyor fakat çok ustaca işte böyle bir sivil muhalefet sergiliyordu. Hoş, aslında çoğu zaman bu tür bir bahaneye dahi ihtiyaç yoktu kasıtlılar için; tek çare onu ‘aykırı’ fikirlerinden dolayı hiç olmazsa belli bir müddet için sürmek, hapsetmek, tehditler savurmaktı ya, bunun da bir işe yaradığı yoktu. Öyle yaptılar, yıllar önce yazdığı bir küçük kitapçığı birdenbire adeta memleket için bir ölüm kalım meselesi haline getirerek ele geçirip müellifini de, kâfi gördükleri miktarda taraftarlarını/okurlarını da derdest ettiler. Salıverince de bir güzel parmak sallayarak uğurladılar; bir daha bu tür kitaplar okurlarsa yine aynı şekilde taltif edileceklerdi, hem de yine okuduklarının müellifi olan o garip adamla birlikte. Bilmiyorlardı ki hapishane bu adam için bazen arzu edilen bir ‘medreseydi’. Kesinlikle mübalağa değildir; bazen hapishaneye girmeyi gerçekten arzu ediyor, bunun için teşebbüslerde bulunduğu da oluyordu. Dışarısı mı yoksa içerisi mi mahpushanedir çoğu zaman karışıyordu zira. Zamanın garibi olmak kolay değildi işte. Hem daha da ilginç olanı, dışarıda yazdıkları yüzünden içeri atılıyor, içeride ise münbit bir toprağa düşen son derece verimli bir tohum gibi birdenbire filizlenip derhal meyveye duruyor, hem yazıyor hem nefes üflüyordu orada kendisini karşılayanlara. Bu sebeptendir ki Denizli’de yazdıklarına ‘meyve’ ismini takmıştı. Hem içeride de ihtiyaç vardı onunla takipçilerine ve her ihtiyaç kendi lazımını doğururdu. Belki de bu yüzden onların, o suçluların da payı vardı hapsedilmelerinde. (Kaderin cilvesi diye güzel bir söz vardır.) Medrese diyorlardı hapishaneye; Yusuf peygambere (as) benzetiyorlardı kendilerini belli ki bu garipler taifesi. Güzel bir yaz günü işte böyle, bir cihetten anlamsız, abes ve adaletsiz; fakat diğer bir cihetten ise son derece manidar, hikmetli ve adil bir mahpusluğun ardından hürriyetin tarifsiz lezzetine yeniden kavuşmanın müthiş coşkusuyla her biri memleketine, evine, ailesine kavuşmak için yollara revan oldu. Biri hariç: Ona nefes almak, hür kalmak da yasaktı; göz önünde olmalı, istediği yere gitmemeliydi. Hâlbuki haykırarak “ekmeksiz yaşayabilir ama hürriyetsiz yaşayamaz” olduğunu söylemişti. Herkes, tüm sevdikleri, talebeleri, ahbapları gittikten sonra onu Delikli Çınar semtindeki Şehir Palas Oteli’ne yerleştirdiler. Güya beraat etmişti, hakkında resmi bir zorunlu iskân yahut nefiy kararı da yoktu. Gayri resmi baskılarla kendisi hakkındaki yeni hükmü burada bekleyecekti. Garip adam bir gün, otelin üst katındaki odasında oturmuş, pencereden dışarıya, uzaklara dalıp gitmişti. (Burada da bir istitrat yapma sırası geldi. Yetmiş yaşına hayli yaklaşmış bir pir-i faninin otel odalarında, sürgünlerde, hapishanelerde ne işi olur diye düşünecek olan okurlarımız şunu bilmeliler ki, bu dünyada bu tür insanlar için başka türlü yaşayış ve mekân tahayyül etmenin bizzat kendisi abes olduğu gibi, bu düşünceyi böyle insanların yaşlarını hesaba katarak desteklemek de aynı derecede tuhaftır. Zira meselenin yaş, bilek gücü, sıhhat gibi kaba maddi-fiziki bir güçten çok daha ötede olduğunu hasımları bizden çok evvel ve türlü tecrübeleriyle anlamışlardır ki hayattayken o denli korktukları ve sürgünden sürgüne gönderdikleri zayıf bir vücudu cansızken dahi bir nevi yerinden sürme suretinde, bildiğimiz meşum hadiseyi meydana getirmişlerdir. Ancak bu son ‘sürgünün’ hem bir zulüm hem de bir iradenin tecellisi olduğunu hiçbir zaman anlayamayacaklardır. Beşer ve kader, zulüm ve adalet. Ayrıca sebeplerden bir kısmından da bahsettik. Onlar her dönemin kendine mahsus aykırıları, muasırlarının dışına taşıp sonraki asırların insanlarına seslenenleri, zamanlarına sığmayanlarıdır. İşte garip olduğu kadar böylece aykırı olan kahramanımız da bakarsınız ki bir tımarhanede karşınıza çıkar; hem Osmanlı hem Cumhuriyet devri hapishanelerinde mahkûm edilmeye muvaffak olmuş bir şekilde arz-ı endam eder; kâh her iki devir mahkemelerinde idamla yargılanır, kâh savaşlarda ordu komutanı olup esir düşer, düşman askerinin tüfekleriyle idam edilmek üzere görünür. Onu bir mahkum, bir esir, bir komutan, bir hoca, bir sürgün, bir alim, bir esir kampından firari, bir seyyah, müşfik bir müderris, hüzünlü, kederli, dertli bir şahit olarak görebilirsiniz fakat teslim olmuş, yenilgiyi kabul etmiş, haksızlık ve zulmü sineye çekmiş, kaçmış, susmuş, pusmuş, susturulmuş, boyun eğmiş, kabullenmiş, korkmuş, pes etmiş, vazgeçmiş, terk etmiş, köşesine çekilmiş, ümitsizliğe düşmüş, uzaklaşmış, çekinmiş, rahatı tercih etmiş, dalkavukluk yapmış.. olarak görmeniz imkansızdır. Hemen ilave edelim ki bu hususiyetleri onu methetmek için sıralamadık, zaten onun da böyle bir medhiyeye ne ihtiyacı ne de tahammülü vardır. Ancak daha iyi tanıyabilmemiz için kendisine ulvi bir menbadan aksetmiş bu hasletleri zikretmek zorunda olduğumuz kanaatindeyiz. Bu uzun izahtan sonra uzaklara dalıp giden kahramanımız gibi biz de onun şahsiyeti üzerinde dalıp giderek ‘hikâyemizden’ tamamen kopmamak için uzun tafsilattan dolayı özür dileyerek asıl mevzuumuza dönüyoruz.) Kıyafeti muasırlarının dışında kalan, sert çehreli, keskin ve fakat hazin bakışlara sahip bir garip ihtiyar, kederlerinin kesafet kazandığı bir anında mevcut veya mevhum tüm sıkıntıları başına üşüşen bütün insanlar gibi yüreciğinin delik delik gözlerinden sızan damla damla yaşlarla, bakışlarını çivi gibi sapladığı bir noktaya bakıyor. İki katlı otelin üst katındaki odasının penceresinden hazin bakışlarla çevresini müşahede eden ihtiyar ve görünüşte kimsesiz bir gariban adamın aklından geçenleri ve düşüncelerindeki fırtınaların estikleri yönleri kestirebilmemiz zor görünüyor -tahminlerimiz bizi aldatmamalı. Hâlbuki sıradan bir kişi için bu iş bir ölçüde kolay olabilirdi-. Öyleyse biz de o ana dair kayıtlardan anladığımız kadarıyla hikâyemize başlık olan hadiseyi sadece resmetmeye çalışacağız. Otelin karşısında güzel bahçeler, bahçelerde de pek çok ağaçlar vardı ve bunların çoğu kavaktı. Rüzgârın esmesiyle, türlü deyişlere konu olmuş uzun kavaklar sallanıyor, hapisten yeni kurtulmuş yaşlı bir adam da işte bu güzel manzarayı seyrediyordu. Buraya kadar nazar-ı taaccübe sebep olacak herhangi bir şey görünmüyor. Fakat bu gayet sıradan görünen manzaranın bir hisli yürekte ve fırtınalı bir ruhta büyük çalkantılara nasıl da sebep olabildiğini anlayabilmek için sathi bakışı terk etmeli ve dikkatle ilerlemeliyiz. Hâlbuki esaretten kurtulmuş özgürlüğüne düşkün bir insanın bu güzel manzara karşısında sıkıntı değil ferahlık hissetmesi gerekirdi. Yukarıda anlattıklarımız bu gönül ve ruhun içerisinde bulunduğu hali hazırlayan sebeplerden hiç olmazsa bir kısmı olarak akılda tutulmalıdır. Rüzgârın hafif hafif esintisi uzun boylu kavak ağaçlarını dalları ve yapraklarıyla birlikte sallıyordu. (Bu küçük ayrıntı bile bizim için gayet gereklidir. Ruh ve his, kabataslak görüntülerde değil tafsilatlarda kendisini gösterir ki buna incelik derler.) Bir yaz gününde tatlı bir esintiyle, dalları ve yaprakları ile birlikte sallanan uzun boylu kavak ağaçlarının görüntüsünü tasvir ederken kullanılan teşbihler ruh haline ve dahi gönüllere göre elbette farklılık arz edecektir. Basit görünen hikâyemizin bizce ne kadar da can alıcı ve ilginç oluşunun sebebi de burada saklıdır. (Neticede yeryüzünde kaç kişi bir yaz günü rüzgârın temasıyla sallanan kavak ağaçları için gözyaşı dökmüştür?) Ruh hali tahlili yapmaya yeltenmek bizim işimiz değil, fakat meseleyi idrak edebilmek açısından bu hususlar üzerinde fikir yürütmemiz gerekir. Kavaklar o andaki halleriyle kahramanımızın muhayyilesinde zikir halkalarını andırır. İşte bu hakikaten bir dünya görüşünün, bakış açısının, çevreyi müşahede ediş tarzının son derece klasik misallerinden biridir ki, bunun daha başka ve güzel örnekleri de aynı şahsın farklı hissedişlerinde mevcuttur. Yetmiş beş sene önce bir otelin penceresinden, zikir halkaları tarzında görünen kavak ağaçlarının rüzgârın dokunuşlarıyla, kendileri cezbeye kapıldığı gibi bakanlara da cezbedici bir görüntü sunan zakirlerin raksları gibi sallanışları ve bu sallanışın yalnız gövde ile değil adeta tüm uzuvlarıyla, yani dalları ve yapraklarının da eşliğiyle gerçekleşmesi; tecrit edilmiş, dertli bir ihtiyarın gamlı yüreğine dokunur. Beraat de etse, suçsuz olduğu da ispatlansa kendisine zulmedenler bir türlü aşığı olduğu hürriyetine kavuşmasına izin vermiyorlardı. Hem, sevdiği ve ‘kardeşlerim’ dediği talebeleri hapishanede de olsa yanındaydılar. (Kahramanımız bizce tüm devirlerin en önemli alimlerinden biridir. Büyük bir alimin hem ilim hem yaş cihetiyle kendisinden fersah fersah küçük talebelerine samimi bir şekilde ‘kardeşlerim’ hitabının ilginç olduğu kadar nadir de görüneceği aşikârdır, zaten tüm ilginç şeyler nadirdir.) Kardeşlerinden ayrılığı sebebiyle zaten gamlı ve hüzünlü olan kalbindeki sızı, bu güzel manzarayı da hazin bir hale çevirmiş, tüm bunların üzerine eklenen düşünceleri ise kederini katmerlemişti. O, hiçbir zaman sathi bir düşünüş tarzına sahip olmadı, aksine mevcudiyetinin esas sebebi tefekkürdü sanki. Fikir ve hislerinin iplerini serbest bıraktı ve çeşitli ufuklarda dolaşmalarına izin verdi. (İnsan ruhunun arıza, talep, ihtiyaç ve zaaflarının bu sarsıcı hislerdeki izini iyi takip etmeliyiz. Zira yine belirtelim ki bunlar adeta türümüzün bir temsilcisidir.) Düşünceleri dolaşırken bu hayat sahibi zakirlerin akıbetleri meselesi birdenbire irkilmesine sebep oldu. Çünkü içerisinde bulunduğu yaz mevsimi kalıcı değildi ve gelecek mevsimler, güz ve kış, bu kendilerinden hayat fışkıran güzelim kavakların önce cezbeyle sallanan yapraklarını solduracak, dökecek ve sonra dallarını da kurutup adeta cansız bir hale sokacaktı: Ölüm: Bu düşünce, sıkıntısını perçinlemiş ve bir çeşit manevi hale sebep olmuştu. O kadar ki, bu yemyeşil ve hayatdar halleriyle neşe içerisinde cilvelenen nazenin kavaklardan başka, ölümü er geç tadacak olan tüm hayat sahiplerine yönelen düşüncesi de ruhunu yakmış, bu sefer hepsine birden muazzam bir şefkat hissiyle acıma duymuş, ruhundaki fırtınaların sebep olduğu dalgalar göz pınarlarından yaşlar halinde boşanmaya başlamıştı. Her haliyle garip olan bu adam, işte bir otel odasında öylece oturmuş kavak ağaçları için ağlıyor, ağlanacak her şey için ağlamaya, ruhu tüm canlılar için çalkanıp taşmaya hazırlanıyordu. Akan bu yaşlarda insanlık alemi olarak ruhumuzun bir yansımasını ve yaralarımızın hakiki yüzlerini görebilmemiz dikkatimize bağlıdır. Peki, bu ağlayış modern ‘çevrecilerimize’, ‘hayvanseverlerimize’, ‘hümanistlerimize’ acaba ne anlatır? Kendi türünden tüm hayvanlara, bütün bitkilere ve nihayet varlık sahasındaki hayat sahiplerinin hepsine kadar samimi bir yürek burkulmasıyla üzülen, kendi derdi yetmiyormuş gibi sonbaharda ölecek ağaçlara, çiçeklere, otlara, arılara, karıncalara, böceklere yanan bir insanın gözyaşları modern zamanların gösteriş düşkünü, gayri samimi, dar bakışlı, farklı hesaplara sahip fakat çok merhametli (!) bu sınıflarımız için bir mana ifade eder mi? İşin asıl ağlanacak, yanıp yakılacak bambaşka tarafları olduğuna dikkat çeken bu hakiki şefkatin, birbirinden farksız ve kabuğa takılıp kalmış sathi düşüncelere sahip biz maddezedelere söyleyeceği çok şeyi vardır. Kâinatın tüm güzelliklerini düşündü ve ilk bakışta süslü, neşeli ve güzel görünen kavaklar gibi onların da aslında ayrılık ve yok oluş girdaplarına doğru kaçınılmaz sürüklenişlerini pek çok kereler ve türlü vesilelerle olduğu gibi birdenbire tekrar hatırladı, iliklerine kadar hissedip ürperdi. Bu his kâinattaki tüm canlıların sayısınca ayrılık ve ‘zevaller’ şeklinde başına toplanıp tüm bunları düşünen aklını, aklının bu köşeye sıkıştırmasıyla daralan gönlünü ve ruhunu yangınlara verdi. Düşündü, düşündü ve düşüncelerinin varabildiği hudutlara kadar acıları çoğaldı. Düşünen akıl, insanın hem belası hem vesile-i saadetidir. İnsan, bu acıları hissetmemek için ruhunun derinliklerindeki kaygı ve korkuları düşünmeyi, hele sevdiği şeylerin akıbetlerini aklına getirmeyi hiç istemez. Yani düşünmeyen bir akıl ister, ta ki gamsız hayvanlar gibi akıbeti düşünmeden ‘anı yaşasın’. Hâlbuki bunu istese de beceremez, çünkü o büyük hakikat her fırsatta ve apansız karşısına dikiliverir: Ölüm, şu dünyada bildiğimiz ne kadar lezzet varsa hepsini yıkıp geçer ve tam tersi bir istikamete, acıya dönüştürür. (Bu netice için düşünen bir akıl ve gören bir göz olması gerektiği kaydını tekrar etmeliyiz. Çeşitli vasıtalarla aklını sarhoş etmiş, gözleri kör olmuş müsveddeler elbette bahsimizin dışında kalacaktır.) İnsanlık olarak kâinattaki her şeyle irtibatlı ve alakalıyız. Öyleyse hikâyemizdeki bu acı çekişin yersiz bir merhamet ve beyhude olmadığını kavrayabiliriz. Aksine bu, insan denilen varlığa has büyük ve ulvi bir ızdıraptır, meğerki doğru şekilde üstesinden gelinsin, içinde boğulup kalınmasın. Dünyanın hiç görmediğimiz ve kuvvetle muhtemel görmeyeceğimiz bir yerindeki yangın, denizindeki bir canlının helak, hele ki hemcinsimizin maruz kaldığı bir musibet, salim vicdan sahiplerimizi derinden derine sarsmıyor mu? Hapishaneden kurtulduğu için mutlu olması gerekirken, gelecek güz ve kış mevsimlerinin sebep olacağı umumi bir ölüm için kavak ağaçlarına ağlayan adama şimdi bir teselli lazımdır. Onu bu kahredici halden kurtaracak teselliye, hapishaneden kurtulmaktan çok daha fazla ihtiyacı vardır. Çünkü ruh ve bedenin hapsedilmesinin, acısının ve tesellisinin arasında tarifleri aciz bırakacak bir fark olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu hal içinde bir zaman daha derin derin düşündü ve neden sonra başını kaldırdı. Göz bebeklerinden bir parıltı geçti. Yüzündeki çizgiler yer değiştirmeye başladı. Kalbi bu kez başka türlü çarpmaya, heyecan ve sevinçle dolmaya yol aldı. Kasvetin yerini ferahlık, elemin yerini lezzet, korkunun yerini ümit, ruhunun derinliklerinden üstü kapalı bir şekilde yükselen şikâyetin yerini şükürler alıyor, gülüyordu. Gülüyordu az önce ağlayan gözleriyle, gözlerinin ta içiyle. Bu gülüş, tıpkı ağlayışındaki gibi insanlık adına bir gülüştür. Acaba neyi buldu dersiniz? Kendisini teselli eden hangi çare ile karşılaşmıştır sizce? Acılarını dindiren, gözyaşlarını silen, kederli ruhunu sürur ile dolduran, bakışını değiştiren nedir? Bizim kendimize edindiğimiz vazife buraya kadardı. Bunlar için ol garîbü’z-zaman’ın eserlerine1 müracaat etmeli ve böyle dolambaçlı laflardansa öze bakıp tatmalıdır: Orada hikâyenin mutlu sonunu ve bu sonun asıl hikâyenin başlangıcı olduğunu göreceksiniz, hem de kendi hikayesini kendi anlatan ilk ağızdan dinleyerek. *** Garip adam; garip yaşadın, garip öldün. Bir otel odasında alimlere meydan okudun, başka birinde ağaçlar için ağladın, bir başkasında ise maddeden sıyrıldın. Efendimiz (sav) seni ve emsallerini müjdeliyor: “Ne mutlu gariplere!”2 Ve biz, senin yaz günü telaşına düştüğün bir güz gününü henüz arkada bırakmış ve kışın kapısında kendi hissemize düşeni alıyor, Rabbimize şükrediyor, sana Fatihalarla teşekkür ediyoruz: “Nazar ve niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder.” Kaynaklar: 1- Yazımızın muharriki genel olarak diğer eserler ile birlikte hususen Şua’lar adlı eserin ilk cildinin 243. sahifesinin ilk paragrafıdır. Benzer okumalar için Lem’alar’ın 232-266. sahifeleri arasındaki İhtiyarlar Risalesi’nin recâlarına bakılabilir. 2- Hadis-i şerif için bkz. Sahîhu’l-Müslim, nr. 232 ve 251.

Ferdiyet ve beka sırrıyla bir zerre bir zerreye, bir alem bir aleme, bir an bir ana, bir hal bir hale, bir insan bir insana, bir meslek başka bir mesleğe, bir mekân başka bir mekâna, benzemez ve mutlak manada eşit olamaz. Her bir an, her bir zerre, her bir insan, her bir meslek, her bir mekân Adil isminin tecellisi olarak kıymetli ve saygıdeğerdir. Bütün bu değerleri idrak edilmelidir. Bir noktadan yaratılan, kâinatın varlık sebebi olan insanın, varı var edenin karşısında kendini sıfırlayarak, Hak isminin bir gereği göstermesi gereken en büyük saygı olan secde hali, adaletin ta kendisidir. Adalet; sözlük anlamıyla kısaca bir şeye hakkını verme demektir. Müsavat ise eşitlik, aynı derecede olma anlamına gelir. Kâinata baktığımızda eşitliğin değil, adaletin hakim olduğu görülür. Gözünü açar açmaz yetim veya öksüz kalmış bir çocuk, “Neden benim annem veya babam yok?” diyebilir. Bu bakış açısıyla bir fakir, bir engelli, bir mazlum benzer itirazlarda bulunabilir. Diğer canlı ve cansız varlıklar, “Neden biz de insan olmadık?” diye insanla denklik davası güdebilirler. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu itirazların kabul değeri var mıdır? Bu itirazlar kabul gördüğü an adalet mefhumu çöker. Bu çöküş kâinatın çöküşüne kadar gider. Hz. Ömer’in (ra) “Adalet mülkün temelidir” sözüne daha geniş bir zaviyeden bakmak gerekir. Kanaatimce bu söz, kâinatı içine alan bir bakış açısıyla söylenmiş gibidir. Buradan hareketle fıtratta mutlak manada bir eşitliğin olamayacağını fakat zerreden şemse kadar mutlak manada bir adaletin var olduğunu söyleyebiliriz. Eşitlikten anlaşılan mana ve uygulama; ancak ve ancak adalet dağının eteklerinde çiçek açar ve hayat bulur. Mutlak müsavat davasıyla hareket etmek eşyanın tabiatına, doğrudan doğruya adaletin kaynağına bir isyandır. Mutlak eşitlik davası kâinatı değersizleştirmedir. Ve eşyayı fıtri yörüngesinden saptırma hareketidir. Şeytanın insana secde etmeyi reddedip yörüngeden çıkması, insana karşı eşitlik davasının üstünlük davasına dönüşmesinden kaynaklanır. Bazı ideolojilerde eşitlik kavramının çokça kullanılması bu açıdan manidardır. Hak ismiyle en büyük hak sahibi olan Allah, her şeye hakkını en iyi şekilde verendir. Zerreden şemse kadar her şeyde Hak isminin bir tecellisi olan adalet, istenirse görülebilir. Adalet zerreden güneşe mikro alemden makro aleme kadar ilahi mülkün temelini oluşturur. Vicdan bize fıtratta mutlak bir surette adaletin var olduğunu hissettirip bazen de gösterir. Zaman zaman vicdan azabının intihara dönüştüğüne şahitlik ederiz. Mazlumun bedeni yanarken, zalimin ruhu yanar. Ruhun yanması ve kanaması daha büyük bir acı verir. Bir ekmek alın teri ile girdiği ağızdaki dilde güzel tat bırakırken; hak etmeden, gasp edilerek ağızdan girdiğinde vücutta manevi zehre dönüşebilir. Bir şehirde insanlar müsavat davasına kalkışırsa o şehirde işler yürümez, akim kalır. Bir çöpçü “Bu işi ben niye yapıyorum, ben de masa başında çalışmak istiyorum” der, isyan ederse o şehir kokudan geçilmez. Bir memur, “Ben de amir gibi olmak istiyorum, cumhura ben de baş olup tanınmak istiyorum” deyip eşitlik dava ederse devlet çöker, devlet ayakta kalamaz. Eşitlik davası kabiliyet ve yetenekleri öldürüp, farklı işler ve mesleklerin icrasını ortadan kaldırır. Mutlak manada eşitlik olsa, emir ve itaat çarkı yürümez. Mülkü ayakta tutan adalettir. Herkese hakkını ve değerini verip yaptığı işi küçümsememektir. Kubbeyi ayakta tutan duvardaki taşlar, kubbedeki taşlar ile eşitlik davasına girerse kubbe çöktüğü gibi, atom güneşle eşitlik davasına girip çekişme yaşanırsa o zaman da gök kubbe çöker. Bakteriden, hücreden en büyük hayvanat ve nebatata kadar canlılar alemi kendi aralarında müsavat dava ederlerse o zaman da ekosistem çöker. Aynı fabrikadan çıkan aynı ürün bile mutlak manada eşit değildir. Çünkü seri numaraları farklıdır. İkiz kardeşler eşitlik davasına girdiğinde birisi diğerine: “Ben senden önce doğdum, ben büyüğüm öp bakayım elimi” şakasıyla mutlak eşitliğin olmadığı gerçeğini söyler. Müsavat davasının bir yansıması kadın erkek eşitliği kavramında gözüküyor. Kadın erkek eşitliği kavramı zannımca kasıtlı olarak ortaya atılmış, fıtratı bozmaya yönelik bir harekettir. Kadın erkek eşit olunca kadınlar, sizce daha mı mutlu? Boşanmalar tavan yapıyor nedense! Bir kadın illaki erkeğin yaptığı her işi yapmaya kalkar ve bunu bir yarışa çevirirse neslin devamı tehlikeye girmez mi? Kadın, kadın olmasından dolayı aldığı fıtri ücreti artık alamaz olur. Eski zamanın zor şartlarında olmayan ruhi bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar şu konfor asrında bulaşıcı bir hastalık gibi kol gezer. Bu eşitlik davası çoğu zaman ailede zulme, ızdıraba, acıya dönüşür. Çünkü eşitlik davası ile fıtri adalete zıt hareket edilmiştir. Eğitimde bütün öğrencileri mutlak manada eşit görmek eğitimin ruhuna aykırıdır. Fertleri eşitlik üzere eğitirseniz fıtri kabiliyetleri yok edersiniz. Öğrencileri birbiri ile kıyas edip aynı başarıyı beklersek, öğrencilere adaletsizlik etmiş oluruz. Çünkü her birinin kabiliyeti, ilgisi, algısı, kavrama düzeyi ve süresi, yetişme şartları, hazır bulunuşluğu, çevresi farklıdır. Bazı mesleklerde ara eleman sıkıntısı, herkesin üniversite muzunu olmasının gerekliliğini tartışılır hale getirir. Her öğrenci fert bazında özeldir. Ve ayrı bir âlemdir. Her bir alem nevi şahsına münhasırdır. Her bir âlemi tanımayı içine alan bireysel eğitim okul rehberlik servislerinde uygulanmaktadır. Bu sayede eğitimde adalet gerçekleşir. Özellikle ruhi eğitim ve terbiyede bir psikolog bir kişiyi fert olarak karşısına alıp konuşturup onun iç dünyasını ve bilinçaltını fert fert okumaya çalışır. Hastanelerde yapılan tahliller bize fert olarak kimlik verip diğer insanlarla aynı olmadığımızı gösterir. Ekonomik anlamda herkesi mutlak eşitlemeye çalışırsanız şahsi girişimi körelterek herkesi fakirliğe mahkûm edersiniz. Ekonomik anlamda gelişmeye engel olursunuz. Fakir ve yoksulları bir anda zengin yapıp eşitlemeye çalışırsanız, ekonomi çarkını sekteye uğratıp insanları meslek beğenmez hale getirirsiniz. Fakir ve yoksul insanların bir anda zenginleşmesi demek, o insanın yörüngesinden çıkmasına, bazı durumlarda insanlıktan çıkmasına bile sebep olur. İslam’ın köleliği bir anda kaldırmayıp kölelere adaletle muameleyi emretmesi ve köle azadını teşvik etmesi ekonomik anlamda mutlak eşitliğin fıtrata zıt olduğunu gösterir. Ekonomik anlamda herkesi eşit hale getirmeyi hedef alan ideolojiler gerçeklerden uzak ve fıtrat kanunlarına ters hareket ederler. Doktor ile hademeyi ekonomik anlamda eşitlediğinizde sonuçlarını siz düşünün! Olması gereken ekonomik adalettir. Ne eksik ne fazla, herkese imkân dahilinde hak ettiği ücretin verilmesi adaletin gereğidir. Kâinatta mutlak manada eşitliğin olmaması birlik sırrına bir işarettir. Dünya uzayda bulunduğu şu konumda bir daha asla olmayacaktır. Şu an ruhumuzda yaşadığımız aynı halin, yüzde yüz bir benzerini asla yaşamayacağız. İnsan kâinatla alakadar olması cihetiyle, insan ruhundaki değişimin zerre ve kâinat alemindeki değişimle alakadar olduğu bir gerçektir. Aslında bütün bu değişimler mutlak manada eşitliğin olmaması beka sırrına bir işarettir. Eşitliğin olması bir sonlanma, durağanlaşmadır. Rakamlar yokluk (0) ile varlık (1) arasındaki dengeden var olmamış mıdır? Bütün yazılımlar 0 ve 1 rakamının dizilişidir. Varlık, bize yokun yok olduğunu göstermez mi? Kâinatta yokluktan daha büyük bir ızdırab olabilir mi? Varı var edenin zatı haktır ve gerçektir. Kâinatta hak ismine dayanan, atomdan uzaya kadar adaletin var olduğunu ve pozitif bilim dediğimiz biyolojiden astronomiye kadar bütün ilimler Hak ismine dayanan Adil isminin tecellilerini ve kanunlarını bize anlatmıyor mu? İnsanların parmak izinin dahi birbirine benzememesi kâinatta mutlak manada ferdiyetin ve adaletin tecellisine, yaratıcı kudretin bir ve zati olduğuna bir işarettir. Sözün özü, ferdiyet ve beka sırrıyla bir zerre bir zerreye, bir alem bir aleme, bir an bir ana, bir hal bir hale, bir insan bir insana, bir meslek başka bir mesleğe, bir mekân başka bir mekâna, benzemez ve mutlak manada eşit olamaz. Her bir an, her bir zerre, her bir insan, her bir meslek, her bir mekân Adil isminin tecellisi olarak kıymetli ve saygıdeğerdir. Bütün bu değerleri idrak edilmelidir. Bir noktadan yaratılan, kâinatın varlık sebebi olan insanın, varı var edenin karşısında kendini sıfırlayarak, Hak isminin bir gereği göstermesi gereken en büyük saygı olan secde hali, adaletin ta kendisidir.

“Yurtdışından Risale-i Nurları tanıyan ve istifade edenlere Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nurları sorduk. Aldığımız cevapları istifadeye medar olur düşüncesiyle sizlerle paylaşıyoruz.” Bize kendinizi tanıtır mısınız? Adım Muhammed Niyang. Senegal’in başkenti Dakar’da dünyaya geldim. Şu an Sudan Uluslararası Afrika Üniversitesi Arap Dili Edebiyatı Fakültesinde Araştırma Görevlisi olarak görev yapıyorum. Aynı zamanda aynı bölümde Arap Dili Edebiyatı ve Nakd alanında doktora yapıyorum. 4 yılı aşkın bir süredir Hayrat Vakfı Sudan Risale-i Nur medresesinde her çarşamba günleri Riyazu’s-Salihin şerhi dersini yapıyorum. Risale-i Nur ile olan yolculuğunuz ne zaman başladı? Tam olarak zamanını tahdid etmem kolay değil. Çok şükür, uzun zamandır bu kıymetli eserleri tanıyorum. Siz soruyu sorunca hemen çok sevdiğim kıymetli kardeşim Senegalli Ammar Bathıly’i hatırladım. 2011 yıllarının başlarıydı. Üniversitenin yurdunda kalıyordu. Sıkça Hayrat Vakfı Risale-i Nur medresesini ziyarete gidip geliyordu. Bazen beni de yanına alıyordu. Beraber medresedeki arkadaşları ziyarete gidiyorduk. Derslere iştirak ediyorduk. O zamanlar Ammar medresede kalmıyordu. Ne zaman medresede kalmaya başladı gece gündüz, her fırsatta medreseye gitmeye çalışıyordum. Bazı günler dersler uzun sürünce ben de orada kalıyordum. Bu esnada yapılan Risale-i Nur mütalaaları ve haftalık umumi dersler dikkatimi celp ediyordu. Sürekli bir ilmi çalışmanın olması takdire şayan bir durumdu. Bu süreçte arkadaşım Ammar, Senegalli kardeşlerimizle bir mütalaa grubu oluşturmamızı teklif etti. Hemen icabet edip arkadaşlarımızı davet etmeye başladık. Her Cuma namazdan sonra aralıksız mütalaalara başladık. İman ve İslam’a hizmeti konu edinen bu kıymetli eserlerle olan istifade yolculuğumuz başlamış oldu. Risale-i Nur’u mütalaa ettiğinizden bahsettiniz. Bu mütalaalarınız ışığında Risale-i Nurları nasıl buldunuz? Risale-i Nurları istifade niyetiyle eline alan ihtiyacı olan ve marifet konusunda yolunu aydınlatacak birçok şeyi bulacaktır. Hiç beklemediği tarzda ve basit bir üslupla konuyu anlatır, okuyanını ikna eder. Kanaatimce Risale-i Nurları okuyan herkes Bediüzzaman Hazretlerinin her hayırlı fikrin kaynağı olan Kur’an’ın deryasından kaynayan ve teraşşuh eden bir fikre ve düşünceye sahip olduğunu idrak eder. Aynı zamanda Risale-i Nurlar, Kur’an’ı asrımızın modern üslubuyla tefsir eden bir tefsir-i Kur’anidir. Bu hususta benzeri yoktur desem mübalağa etmiş olmam. Çünkü okudukça görüyoruz ki Risale-i Nurlar, Kur’an’ın ayetlerini hiçbir hak müfessire taarruz dilini kullanmadan, metin bir üslup ile tefsir ediyor. İman davasının Kur’an’da zikredilen merhale ve aşamalarını aynı aşamalar ve üslupla ele alıyor. Efendimizin (sav) cehri davet dönemine kadar kullandığı hitap tarzı ve metotları teker teker işlenmiş bu kıymetli esere. Akademisyenler ile haftalık yaptığımız Risale-i Nur mütalaaları, anlayışımıza biraz daha yardımcı oldu. Bu eserleri okuyan kıymetli üniversite hocaları hayretler içinde kalıyorlar. Onların hayretleri ve kendi ihtisas alanlarıyla şerh etmeleri, bizim de şevkimizi ve istifademizi arttırıyor. Meşgalem ve kendi alanımız ile ilgili yoğun çalışmalarım olmasaydı daha çok derinlere dalmak isterdim. Bediüzzaman Hazretlerinin imani meseleleri ele alış tarzı ve üslubunu nasıl buluyorsunuz? İslamiyet’in doğuşundan bugüne kadar telif edilen kitaplarda meşreplerinin ve fikirlerinin farklılıklarından dolayı üslup farklılıkları olduğunu mülahaza ediyoruz. Bütün bu farklılıklar yaşadıkları asır ve şartların farklılıklarından ortaya çıkmaktadır. Muhatap oldukları insan kitlesi ve anlama seviyeleri önemli bir belirleyicidir. Genelde Kur’an’ın üslubuna yakın bir metodu kullanmaya çalışmışlardır. Bediüzzaman Hazretlerinin 20. ve 21. yüzyılda bulunan müceddid mütefekkirlerden farklı olduğu çok açık bir şekilde görünmektedir. Diyaloğu (karşılıklı konuşma) esas alan bir üslup kullanmaktadır. Tabiri caiz ise muhatabı karşısına alıp onunla sohbet etmektedir. Dikte ve karşı bir dil kullanmamıştır. Risaleleri ele alıp okuyan, risalelerin kendisiyle konuştuğunu, bir diyalog içerisinde olduğunu hissediyor. Nasıl ki Kur’an hitabında ve kullandığı dilde muhatabıyla konuşur tarzda bütün fikri seviyelere ve asırlara hitap ediyor. Öyle de Kur’an’ın bir tefsiri olan Risale-i Nurlardaki üslup da bütün nesillere ve düşünce seviyelerine hitap etmektedir. Kevni ayetler olan kainattaki varlıklar ile konuşarak veya onları konuşturarak bir diyalog edasıyla okuyanı bir seyyah gibi gezdiriyor. Kâinatta bulunan kudret ve hilkat delillerini kendi gözüyle görmesini sağlıyor. Bediüzzaman Hazretleri adeta seyyah arkadaşı yola çıkardıktan sonra kendi haline bırakıp, bu yolculuğu ile hidayete ermesini ve marifetullah basamaklarında ilerlemesini sağlıyor. Bazen de seyyahı o azamet ve yücelik karşısında ilticaya ve ibadete sevk etmek için münacat üslubunu kullanıyor. Okuyucuya Rabbine nasıl iman ve ibadet etmesi gerektiğini öğretiyor. O muhteşem mucizeler karşısında huşu’ ve hayret etmesi gerektiğini hissettiriyor. Bütün bunlara ek olarak akli delillerle Kur’an’ın manalarını okuyucunun zihnine yaklaştırıyor. Risale-i Nur medresesinde haftalık Riyazu’s-Salihin kitabının şerhi dersleri verdiğinizden bahsettiniz. Nasıl başladı bu dersler? Kimler katılıyor? İlgi var mıdır? Evet, 3 yılı aşkın süredir ben yapmaya çalışıyorum. Çok bereketli bir çalışma. Efendimizin (sav) hadislerini ve onun şerhlerini okudukça füyuzat ve bereketi her an görüyoruz. Risale-i Nur talebelerinin hadis kitaplarına ve hadis-i şeriflere özel önem vermeleri, program dahilinde haftalık bir günü bunun için vermeleri çok güzel bir durumdur. Bediüzzaman Hazretleri gibi 300’ü aşkın hadis-i şerifi zihninden yazıp Mucizat-ı Ahmediye risalesini telif eden bir üstadın talebeleri olarak, hadislere ve ilme ilgili olmaları çok dikkatimi çekmişti. Her hafta 80, 100 arasında öğrenci, akademisyen gelip bu derslerden istifade ediyorlar. Çok ilgili olduklarını görüyorum. Nur medreseleri bu tarz ilmi çalışmalar için kapılarını açmış, elhamdülillah. Risale-i Nur ve Bediüzzaman Hazretleri ile alakalı herhangi bir programa iştirak ettiniz mi? Birçok Risale-i Nur programına iştirak etmek nasip oldu. İlk katıldığım program 2011 ve 2012 yıllarında tertip edilen kamp çalışmalarıydı. Çok istifade etmiştik. Şimdi ise haftalık programlar ve Bediüzzaman Hazretlerinin vefat yıldönümü münasebetiyle her yıl yapılan programa katılıyorum. Çok renkli çalışmalar oldu. Risale-i Nurların Senegal’ de ve dünyada neşredilmesini ehemmiyetli buluyor musunuz? Risale-i Nurların bütün dünyada yayılması son derece önemlidir. Özellikle felsefi efkarın intişar ettiği ve zihinlerin karıştığı bu asırda, akli delil ve burhanlarla iman hakikatlerinin anlatılmasına çok ihtiyacımız var. Batı sömürgesinin etkisi altında kalan Afrika ülkelerinde bu tarz ilmi izahlar çok önemlidir. Akıllara ve kalplere münasip bir tarzda Kur’ani bir metotla izah ederek kâinatın Rabbine ulaştırması biz Afrika Müslümanları için son derece önemli bir husustur. Kanaatimce Senegal’de ve Batı Afrika’da Arapça ve Fransızca olarak iki dilde neşretmek gerekir. Gençlerin yetiştirilmesi ve kötü ahlaktan kurtulması için Risale-i Nurlara çok ihtiyacımız var. Risale-i Nur talebelerine bir mesajınız veya iletmek istediğiniz bir şey var mı? Risale-i Nur talebelerinden önce kendi nefsime iletmem gereken bir mesaj var. O da bu Risalelerden elimden geldiği kadar istifade edebilmektir. Bütün alem-i İslam ve Afrika Müslümanlarına yaymamız lazım. Özellikle gençleri teşvik etmek ve onların istifade etmesini sağlamamız gerekiyor. Tam manasıyla istifade için dikkatli okumaya, derinlemesine mütalaa etmeye ihtiyacımız var. Başta nefsim ve bütün arkadaşları bu kıymetli imani ve ilmi konuları havi olan risaleleri okumaya davet ediyorum. Fırsatları olursa ehilleri ile oturup mütalaa yapsınlar. Kendi alanlarına göre ilmi ve bizim de istifade edebileceğimiz makaleler çıkarsınlar. Allah bu eserlerden istifade edebilmeyi bizlere nasip eylesin. Âmin.

Bediüzzaman Hazretlerinin -tarihçe-i hayatında ifade ettiği üzere- ilim tahsil hayatı üç aydır. Doğubayazıt’ta Şeyh Muhammed Celali Hazretleri tarafından, ilimlerin konu alanlarına dair olan bu ilim tahsili dışında kendi çalışması ile elde ettiği ilminin vehbi olduğu dile getirilir. Yani kesbi/çalışılarak, hocalardan öğrenilerek elde edilen bir ilim değil, daha çok Allah vergisi bir ilim olduğu öne sürülür. Bu cihetle doksan cilt kitabı ezberleyip üç ayda bir tekrar ettiği, bizzat Hz. Üstad tarafından ifade edilmektedir. Üstad Hazretlerinin vehbi ilminin dışında bir başka ilim tahsil vasıtası da üveysiliktir. Tasavvufla ilgili bir meslek ve meşrebi ifade eden üveysilik, tabiinin büyüklerinden olan Veysel Karani (ra) hakkında kullanılır. Rivayetlere göre Veysel Karani Hazretleri, Peygamberimizi (asm) görmediği/görüşmediği halde Resulüllah’tan (asm) manen feyz alıp ruhani irtibat ile velayet mertebesine erişmişti. Manevi ve ruhani irtibat, aynı zamanda yaşayan insanlar arasında olduğu gibi, ahirete irtihal eden mübarek zatlarla da olabilmektedir. Tarihlerde bunun pek çok örnekleri vardır. Bediüzzaman Hazretleri bu hususta kendi hayatından şöyle örnek vermektedir: “Cây-ı dikkattir ki, ben üveysî bir tarzda bir kısım ilm-i hakîkati Hüccetü’l-İslâm olan İmâm-ı Gazâlî’den (ks) almıştım.”1 Üstad, başka bir yerde de şu bilgiyi paylaşır: “Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzamdan (ks) ve Zeynelâbidîn (ra) ve Hasan, Hüseyin (ra) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (ra) almışım.”2 Sevgili Üstadımız, evliyanın büyüklerinden olup yetmiş defa Resulüllah’la (asm) görüşen imam Süyûtî hakkında da şöyle demektedir: “Celâleddîn-i Süyûtî gibi, uyanık iken çok def ‘a sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-ü Ekrem (asm) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar…”3 İşte bu usulle başka ulemadan öğrenmeye üveysilik adı verilmiştir. Üveysilik sadece manevi ve ruhani irtibat ile sınırlı değildir. Hayatta olan veya ahirete gitmiş zatların eserlerinden istifade etmek de bir cihette üveysilik manasını taşımaktadır. Hz. Üstad bu konudaki tecrübesini de şöyle ifade etmektedir: “Bundan otuz sene evvel, eski Said’in gafil kafasına müdhiş tokatlar indi. اَلْمَوْتُ حَقٌّ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi. Bir yol aradı. Bir halaskar taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif, tereddüdde kaldı. Gavs-ı Âzam olan Şeyh-i Geylani radıyallahü anhın Fütûhu’l-Gayb namındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı: اَنْتَ ف۪ي دَارِالْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَب۪يبًا يُدَاو۪ي Acibdir ki, o vakit ben Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye azâsı idim. Güya ehl-i İslam’ın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir. İşte hazret-i Şeyh bana der ki: “Sen kendin hastasın, kendine bir tabib ara.” Ben dedim: “Sen tabibim ol.” Tuttum, kendimi ona muhatab addederek, o kitabı bana hitab ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı, dayanamadım. Yarısına kadar kendimi ona muhatab ederek okudum. Bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra ameliyat-ı şifakaraneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim.”4 Şimdi bu açıklamalar ışığında bazı düsturları, ölçüleri not edelim. Ölçü: Üveysilik her zamanda insanlar için açık bir mekteptir. Buradan ilmi, manevi ve ruhani istifade mümkündür. Tabi bu istifadeye liyakat kesb etmeye ihtiyaç vardır. Kalbi, ruhi ve manevi cihette ciddi bir tekamüle, olgunluğa sahip olunması gerekir. Manevi birikim ile üveysi olarak marifet ve ilim elde edilebilir. Maneviyat büyükleri ile ruhani irtibat ve onlardan feyiz almak zamanımızda da imkân dahilindedir. Ölçü: Üveysi bir tarzda, geçmiş ve günümüzdeki ilim erbabının eserlerinden de azami istifade edilebilir. Bu hususta Nur talebeleri olarak Üstadımıza ittiba ve iktida ile mükellefiz. Ona benzemeye gayret etmeliyiz. Hz. Üstad, Gavs-ı Âzam olan Şeyh-i Geylani Hazretlerinin Fütûhu’l-Gayb isimli eserinin kendisinde manevi bir ameliyat yaptığını ifade ediyor. Üstad için manevi bir dönüşüme sebep olan bu hadise bizler için de geçerlidir. Bunun için okuduğumuz /okuyacağımız eserleri kendimizi muhatap kabul ederek okuyabiliriz. Bu suretle o eserlerden ciddi istifade edebiliriz. Zaten Nur şakirtlerinin Risale-i Nurları kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkması talebeliğin şartı olarak zikredilmiştir. Ölçü: Risale-i Nur talebeleri olarak sevgili Üstadımızın kaleme aldığı eserleri kendimize hitap ediyor gibi okuyabiliriz. Yalnız tam istifade için dikkatle okunması ve anlamaya çalışılması gerekir. Bu hususta Üstadımız şunları söylemektedir: “Yalnız kader ve cüz’-i ihtiyariye ait Yirmi Altıncı Söz hatırıma gelmemişti. Size söylememiştim. Ona da bakınız. Fakat gazete gibi okumayınız.” 5 Ölçü: Said Nursi Hazretleri, talebelerini üveysiliğe şu cümlelerle davet ediyor: “Benimle hakikat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam, hangi risaleyi açsa, benimle değil, hadim-i Kur’an olan üstadıyla görüşür ve hakaik-i imaniyeden zevkle bir ders alabilir.”6 Madem Üstadımız bizleri üveysiliğe davet ediyor, bizler de davetine icabet edip manen istifadeye koşmalıyız. Risale-i Nurlar vasıtasıyla sevgili Üstadımızla görüşüp sohbetine iştiyakla iştirak etmeliyiz. Kaynaklar: 1- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 122. Altınbaşak Neşriyat.2- Emirdağ Lahikası 1, 114. Altınbaşak Neşriyat.3- Sözler, 163. Altınbaşak Neşriyat.4- Mektubat 1, 234. Altınbaşak Neşriyat.5- Mektubat 1, 30. Altınbaşak Neşriyat6- Kastamonu Lahikası, 25. Altınbaşak Neşriyat.

Kıble Mescidi, Denis Ruhan tarafından yakıldığında İsrail Başbakanı Golda Meir idi. Golda Meir, o gün hissettiklerini şu cümlelerle özetlemekteydi: “O gece sabaha kadar korkudan uyuyamadım. Zannediyordum ki, Müslümanlar dört bir taraftan İsrail'e girecekler. Lakin sabah oldu ve korkulan olmadı. İşte o zaman idrak ettim ki: Biz dilediğimizi yapabiliriz, zira Müslüman ümmeti uyuyan bir ümmettir.” Takvimler 21 Ağustos 1969’u göstermekteydi. Denis Ruhan isimli Yahudi asıllı bir Avustralyalı tarafından Mescid-i Aksa’da bulunan Kıble Mescidi ateşe verildi. Bu saldırı sırasında Kıble Mescidi’nde bulunan yüzlerce yıllık birçok tarihi eser de zarar gördü. Bunlar arasında en çok dikkat çekeni, Selahaddin Eyyubi tarafından Halep’ten getirilerek Kıble Mescidi’ne konulan minberdi. Bu minber, yangın sırasında çok büyük hasar görmüştü. Minberden geriye kalan bazı parçalar günümüzde Mescid-i Aksa’da bulunan İslam Müzesinde sergilenmektedir. Yıllar sonra bu minberin bir benzerini tekrar yapmak için marangozlar kollarını sıvadılar. İçinde iki Türk kündekârî ustasının da olduğu marangozlar, dört yıldan fazla bir müddet çalışarak Amman’da minberi tekrar yapmaya muvaffak oldular. Minberin yapımı için 1,75 milyon dolar harcanmıştı. Yeniden yapılan minber 2007 yılında tekrar eski yerine takıldı. Minberin yandığı 21 Ağustos 1969 günü, işgal belediyesi suları kesti ve itfaiyenin yangın yerine zamanında ulaşmasını engelledi. Bu sebeple Kıble Mescidi’nin üçte biri yanmıştı. Peki 400 sene Osmanlı hakimiyetinde kaldıktan sonra Aralık 1917’de İngilizlerin eline geçen Kudüs’te, -İslam coğrafyasının merkezinde olmasına rağmen- nasıl böyle bir facia yaşanabiliyordu? Bu sürece nasıl gelinmişti? 1917’deki işgalden 1920’ye kadar Kudüs, İngiliz askeri yönetimi tarafından idare edildi. Ondan sonra 1948’e kadar İngiliz sivil manda idaresi altında kaldı. 1948 senesindeki Arap-Yahudi Savaşı sırasında, Yahudiler Batı Kudüs’ü işgal ettiler. Ürdün de Doğu Kudüs’ü ele geçirecekti. 1967 senesindeki Arap-Yahudi Savaşında ise, Yahudiler Kudüs’ün tamamını işgal ettiler. Bundan sonra Kudüs’ü Yahudileştirme çalışmaları hız kazanacaktı. İşte Yahudilerin Kıble Mescidini yakmaya cesaret etmeleri, bu 1967 yenilgisinin ardından geliyordu. Yahudilerin amacı Kıble Mescidini ortadan kaldırarak, yerine kendi mabedlerini inşa etmekti. Bunu daha sonraki yıllarda kimi zaman fanatik Yahudi kılıklı ajanlarla, kimi zaman da türlü bahaneler ileri sürerek işgal güçleri aracılığıyla defalarca deneyeceklerdi. Tarihin belli zamanlarında İslam beldeleri işgallere uğramış, çok Müslümanlar şehid edilmiş ve çok şehirler yerle bir edilmiştir. Ama bu işgallerde veya bu saldırılarda hep büyük devletler, büyük ordularıyla saldırmışlardır. Hatta kimi zaman da birden çok devlet birleşip İslam beldelerine hücum etmişlerdir. Hepsinde de Müslümanlar karşı koymuşlar, yenilseler de tekrardan mücadele ederek şehirlerini geri almışlardır. Ancak 20. yüzyılda Kudüs’e yapılan saldırılar ve Filistin’in adım adım işgali gibisi hiç yaşanmadı. Yahudi teröristlerce Kudüs ve Filistin yavaş yavaş, dünya tarihinin gördüğü en kalleşçe yöntemlerle ele geçirildi ve adı İsrail olan bir terör devleti kuruldu. Kıble Mescidi, Denis Ruhan tarafından yakıldığında İsrail Başbakanı Golda Meir idi. Golda Meir, o gün hissettiklerini şu cümlelerle özetlemekteydi: “O gece sabaha kadar korkudan uyuyamadım. Zannediyordum ki, Müslümanlar dört bir taraftan İsrail'e girecekler. Lakin sabah oldu ve korkulan olmadı. İşte o zaman idrak ettim ki: Biz dilediğimizi yapabiliriz, zira Müslüman ümmeti uyuyan bir ümmettir.” Gerçekten de İslam dünyasının merkezi denilecek bir konumda olan Kudüs, o gece ve ondan sonraki gece ve daha sonraki gece de yalnız kaldı. Hiçbir yerden kimse gelmedi. Ancak aylar sonra İslam ülkeleri Fas’ın Rabat şehrinde toplanarak İslam Konferansı Teşkilatını kurdular ve Kıble Mescidine yapılan saldırıyı kınadılar. O günden bugüne kadar da devamlı kınamaya devam ediyorlar. Bu arada biz de uyuyoruz. Kudüs’ü yanında sadece bir yardımcısıyla birlikte gidip fetheden Hz. Ömer (ra), haçlı işgalinden kurtaran Selahaddin Eyyubi ve Kudüs’ün bir taşını bile vermemek için bütün varını yoğunu feda eden Sultan II. Abdülhamid; bugünleri görseler, Müslümanların sessizliğine ne derlerdi acaba? Mescid-i Aksa’ya yapılan onca hakarete, Filistinlilere yapılan bunca zulme ve işkenceye rağmen hala uyuyorsak, bu durum sadece vereceğimiz hesabın büyüklüğünü gösterir. Bu sebeple Müslümanlar, üzerlerine örtülmüş gaflet yorganını atmalı ve İslam dünyasını yüzyıldan fazladır duçar olduğu ric’atten (geri çekilmeden) kurtarmalıdırlar. Nasıl ki; İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladstone; “Kur’an’ı Müslümanların elinden almalıyız” deyince Bediüzzaman Hazretleri; “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya göstereceğim” demişti. Aynen böyle de İsrail Başbakanı Golda Meir’in sözüne karşı, “uyuyan bir ümmet” olmadığımızı tüm dünyaya göstermek zorundayız.

“Cennet bahçelerine uğradığınızda istifade ediniz.” Sahabeler: “Cennet bahçeleri nedir?” diye sordular. Peygamberimiz (sav) “İlim meclisleridir” buyurdu.” Resulüllah (asm) güzel ahlakı tamamlamak, insanları cehaletten çıkarıp, ilimle Allah’ı tanıttırmak için aleme muallim olarak gönderilmiştir. Küre-i arz O’nun (asm) mescidi ve ilim meclisidir. “Oku” emrini alan Peygamberimiz (asm), her anı ve mekânı bir ilim meclisi kabul etmiş, ashabının nazarını ilme çevirmiştir. Sahabesinden ilme istekli müsait ve müstaid olanlar için bir nevi İslam’ın ilk akademisi olan mescidin etrafında kurulan “Suffe” namında bir ilim meclisi tesis etmiştir. Oranın iaşesinden tutun, Suffe ehlinin maddi ve manevi her haliyle bizzat Peygamberimiz (asm) ilgilenmiştir. Bu ilgi, “Onlardan bir kısmı din ve şeriat ilimlerini öğrenmek için geri kalsın.” (Tevbe, 122) İlahi emriyle desteklenmiştir. Cihada katılmak isteyen o ilim meclisinin ehline “Mahşerde ülema-i hakikatin sarfettikleri mürekkeb, şehidlerin kanıyla müvazene edilir, o kıymette olur.” diyerek ilim ve meclisinin ve orada sarf edilenin şühedanın kanı kıymetinde olacağını ifade etmiştir. İlim meclisinin faziletiyle ilgili çok şey söylenebilir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler ne diyor ona bakalım: “Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun misali, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir… Bu kandil, öyle bir takım evlerde (mescitlerde) dir ki Allah, onların (ta’zim ile) yükseltilmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir; bu evlerde insanlar sabah akşam O’nu tesbih ederler.” (Nur, 35-36) İlim Meclisine Katılmak Allah’ın Affına Sebep Güzel Bir Davranıştır Kütüb-ü Sittede geçen bir hadis-i kutside: “Allah’ın zikir ve ilim meclisleri için hususi olarak vazifedar kıldığı bir melek cemaati, bir grup insanın bir araya gelerek Allah’ı zikrettiğini görürler. Sonra bütün melekler, hep birlikte kanatlarını açarak, insanları kanatlarıyla örterler. Böylece yer ile gök arası melek ile dolar. Allah’ı anıp öven topluluk dağılıncaya kadar onlarla beraber olurlar. İnsanlar dağılınca melekler göğe yükselirler. Allah, her şeyi meleklerden daha iyi bildiği halde meleklerine sorar: - Nereden geliyorsunuz? - Dünyada yaşayan bazı kullarının yanından geliyoruz. Onlar bir araya gelmişler ve Seni tesbih ediyorlardı. - Kullarım bir araya gelmiş ne diyorlardı? - Sübhanallah diyerek seni övüyorlar. Allahü Ekber diyerek seni en büyük olarak kabul ettiklerini söylüyorlar. La ilahe İlallah diyerek senden başka ilah olmadığına şahitlik ediyorlar. Elhamdülillah diyerek de Sana hamd ediyorlar. - Onlar beni görmüşler mi ki beni bu şekilde övüyorlar? - Hayır, ey Rabbimiz. Seni görmediler. - Ya beni görselerdi, ne yaparlardı? - Şayet Seni görselerdi Sana daha çok ibadet ederler, Seni daha çok överlerdi. - Benden ne istiyorlar? - Senden cennetini istiyorlar. - Cenneti görmüşler mi? - Hayır, ey Rabbimiz. Cenneti görmediler. - Ya cenneti görselerdi, ne yaparlardı? - Şayet cenneti görselerdi, onu daha çok isterler ve onun için daha çok çalışırlardı. - Neden korkuyorlar? - Cehenneme girmekten korkuyorlar. - Onlar cehennemi görmüşler mi? - Hayır, ey Rabbimiz. Cehennemi görmediler. - Ya cehennemi görselerdi ne yaparlardı? - Şayet cehennemi görselerdi, ondan daha çok korkar ve kaçarlardı. Sonunda Allah Celle Celalühü şöyle buyurdu: - Sizi şahit tutuyorum. Ben bir araya gelip beni öven ve hamd eden o kullarımın hepsini affettim. Onları istedikleri cennete sokacak ve korktukları cehennemden uzak tutacağım. Bunu üzerine bir melek söz alarak: - Ey Rabbimiz. Onların hepsi Seni övmek için bir araya gelmiş değillerdi. İçlerinde onlardan olmayan günahkâr bir adam da vardı. O adam bir işi için oraya gelmişti. Allah (cc) bunun üzerine şöyle buyurdu: - Onu da affettim. Onlar öyle bir topluluktur ki, onlarla beraber olanlar da onların sayesinde kurtuldular.” HADİSLERDE İLİM MECLİSİNİN FAZİLETİ Peygamberimiz Aleme Muallim Olarak Gönderilmiştir Abdullah İbn-ü Amr radıyallahu anhü anlatıyor: “Resulüllah aleyhissalatü vesselam, bir gün, hücrelerinden birinden çıkıp mescide girmişti. Mescidde ise iki halka vardı. Birinde Allah’a dua ediyorlardı. Diğerindekiler ilim öğrenip ilim öğretmekle meşguldü. Peygamberimiz: “Bu iki mecliste hayır üzeredir, fakat biri diğerinden üstündür. (Şunlar Allah’a dua ediyorlar, Allah dilerse onlara verir, dilemezse vermez.) Şunlar ise öğreniyorlar ve cahillere öğretiyorlar. Ben de bir muallim olarak gönderildim! Bunlar daha üstün” buyurdular ve ilim halkasına oturdular.” (Darimi, İbn Mace) İlim Meclisleri Cennet Bahçeleri Gibi İstifade Edilecek Güzel Yerlerdir İbn-i Abbas (ra) Resulüllah (sav)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Cennet bahçelerine uğradığınızda istifade ediniz.” Sahabeler: “Cennet bahçeleri nedir?” diye sordular. Peygamberimiz (sav) “İlim meclisleridir” buyurdu.” İlim Meclisleri Ölü Kalbleri Diriltir Ebu Ümame (ra)’den Hz. Peygamber (sav)’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Lokman oğluna şöyle dedi: “Ey evladım! Alimlerin meclislerine katıl, hikmetli konuşanları dinle! Çünkü Allah, ölü yeri yağdırdığı bol yağmurla hayatlandırdığı gibi, ölü kalpleri de hikmetin nuruyla diriltir.” (Taberani

Aşağıdaki yazı Amerikalı gazeteci, yazar Joanna Francis tarafından yazılmıştır. Siyonistlerin “terörle savaş”ı ve İsrail’in Lübnan’a yaptığı saldırı sayesinde, Müslüman dünya artık her Amerikan evinde ilgi odağı olmuş durumda. Lübnan’ın başına gelen katliamı, ölümü ve yıkımı görüyorum ama bunun yanında başka bir şey daha görüyorum: Sizi görüyorum. Gördüğüm hemen hemen her kadının bir bebek taşıdığını ya da etrafında çocuklar olduğunu fark etmeden geçemiyorum. Mütevazı giyinmiş olsalar da, güzelliklerinin hala parladığını görüyorum. Ama fark ettiğim şey sadece dış güzellik değil. Ayrıca içimde garip bir şey hissettiğimi de fark ettim: Onları kıskanıyorum. Lübnan halkının yaşadıkları yüzünden kendimi berbat hissediyorum. Ama gücünüze, güzelliğinize, alçakgönüllülüğünüze ve hepsinden önemlisi mutluluğunuza hayran olmamak elde değil. Evet, tuhaf ama farkettim ki, sürekli bombardıman altında bile, bizden daha mutlu görünüyorsunuz, çünkü hala kadınların doğal hayatını yaşıyorsunuz; kadınların zamanın başlangıcından bu güne kadar yaşadıkları gibi. 1960’lara kadar Batı’da da böyleydi. Sadece gerçek bombalar yerine kurnazca düzenlenen hileler ve ahlaki yolsuzluklarla bize saldırdılar. Biz Amerikalıları, savaş uçakları ya da kendimize ait Amerikan yapımı tanklar yerine Hollywood’dan bombaladılar. Ülkelerinizin altyapısını bombalamayı bitirdikten sonra, sizi de bu şekilde bombalayacaklar. Bunun sizin başınıza gelmesini istemiyorum. Eğer bu olursa siz de bizim gibi kendinizi küçük düşürülmüş hissedeceksiniz. Zaten onların musibetlerinden ciddi sıkıntılar çekmiş olan bizleri dinlerseniz, bu tür bombalamalardan kaçınabilirsiniz. Çünkü Hollywood’dan çıktığını gördüğünüz her şey bir yalan, gerçekliğin çarpıtılması, dumanlar ve perdeler. Nikâhsız ilişkiyi zararsız bir eğlence olarak gösterirler, çünkü zehirli programlarını ışınladıkları toplumların ahlaki yapısını yok etmeyi hedeflerler. Onların zehirlerini içmemeniz için size yalvarıyorum. Çünkü bu, ilacı olmayan bir zehir! Bu zehri kullandıktan sonra kısmen iyileşsen de bir daha asla eskisi gibi olamayacaksın. Zehri kullanmamak, kullandıktan sonra zararlarından kurtulmaya çalışmaktan daha iyidir. Baştan çıkarıcı filmlerle, müzik ve videolarla, Amerikan kadınlarını mutlu, fahişe gibi giyinmekten gurur duyar gibi göstererek sizi cezbetmeye çalışacaklar. Hâlbuki Amerikan toplumunun çoğunluğu mutlu değil, inanın bana. Milyonlarca kişi depresyon hapı (anti-depresan) kullanıyor ve işlerinden nefret ediyorlar. Kendilerini sevdiğini söyleyen, sonra açgözlü bir şekilde kullanıp giden adamlar yüzünden de geceleri ağlıyorlar. Ailelerinizi mahvetmek ve sizi daha az çocuğa sahip olmaya ikna etmeye çalışıyorlar. Bunu, evliliği bir kölelik şekli, anneliği bir lanet, mütevazılığı ve saflığı da eskiden kalma lüzumsuz bir şey gibi göstererek yaparlar. Senin kendini ucuzlaştırmanı ve inancını kaybetmeni isterler. Onlar Havva’yı yasak elmayla kandırmaya çalışan yılan gibidir. Sakın o elmayı ısırma. Sizi İncil’de bahsedilen değerli taşlar, saf altınlar veya “değerli inciler” olarak görüyorum. (Matta 13:45) Bütün kadınlar değerli incilerdir, ancak bazılarımız saflığımızın değerinden şüpheye düşürüldük. İsa şöyle demiş: “Köpeklere kutsal olanı vermeyin, incilerinizi domuzların önüne dökmeyin, onları ayaklarının altına alır ve tekrar dönüp size ödünç verirler.” (Matta 7:6) Bizim incilerimiz paha biçilemeyecek kadar değerli. Fakat onlar bize bu incilerin ucuz ve değersiz olduğunu söyleyip, bizi ikna etmeye çalışıyorlar. Ama inanın bana; aynaya bakıp o kadınlığa ait saflığı, masumiyeti ve kendinize duyduğunuz saygıyı görmenin yerini hiçbir şey tutamaz. Batının lağımlarından çıkan modalar, en değerli varlığınızın cinselliğiniz olduğuna inanmanızı sağlayacak şekilde tasarlanmıştır. Hâlbuki sizin güzel elbiseleriniz ve peçeleriniz herhangi bir Batı modasından çok daha cazip. Çünkü sizi gizemli bir şekilde saklıyor ve kendinize duyduğunuz saygı ve güveni gösteriyorlar. Bir kadının cinselliği güvenilir olmayanların gözlerinden korunmalıdır, çünkü bu sizinle evlenecek kadar seven ve saygı duyan adama armağanınız olmalıdır. Hem erkekleriniz hala asil savaşçılar olduğundan, sizi en iyi halinizde hak ediyorlar. Bizim erkeklerimiz artık saflık istemiyorlar bile. Bunun yerine gösterişli taklit elması seçerek, değerli bir inciyi fark edemiyorlar. En sonunda onu da terk ediyorlar! En değerli varlığınız iç güzelliğiniz, masumiyetiniz ve sizi siz yapan her şeydir. Ancak bazı Müslüman kadınların sınırlarını zorladığını ve hatta örtünürken bile (saçlarının bir kısmını göstererek) mümkün olduğu kadar Batılı olmaya çalıştıklarını görüyorum. Neden erdemlerini kaybetmenin pişmanlığını yaşayan ya da yakında yaşayacak olan kadınları taklit edesiniz ki? Bu kaybın bir tazminatı yok. Siz kusursuz elmaslarsınız. Sizi sahte elmaslara çevirmelerine izin vermeyin. Çünkü moda dergilerinde ve Batı televizyonunda gördüğünüz her şey yalan. Şeytanın bir tuzağı. Bu aptalların altını. Eğer merak ediyorsanız size ufak bir sır vereyim: evlilik öncesi cinsellik, bazılarının zannettiği gibi iyi bir şey değil. Bizler bedenlerimizi aşık olduğumuz erkeklere verdik, bunun tıpkı televizyonda büyürken gördüğümüz gibi onların bizi sevmelerini ve bizimle evlenmelerini sağlayacağına inanıyorduk. Ama bu iş evliliğin güvencesi ve sevdiğimiz erkeğin her zaman bizimle kalacağı konusunda kesin olmadığı için hiç de güzel değil! İşte işin acınacak tarafı burada. Yaptığınız şey geride bir israf olarak kalıyor. Seni sadece gözyaşlarıyla bırakıyor. Bir kadın olarak ne demek istediğimi anladığını biliyorum. Çünkü sadece bir kadın başka bir kadının kalbindekileri anlayabilir. Gerçekten hepimiz aynıyız. Irkımız, dinimiz ya da milletimiz önemli değil. Bir kadının kalbi her yerde aynıdır. Severiz. En iyi yaptığımız şey budur. Ailelerimizi besler ve sevdiğimiz erkeklere rahatlık ve güç veririz. Fakat biz Amerikalı kadınlar, bir kariyer ve yalnız yaşayacağımız bir evimiz olduğunda ve sevgimizi istediğimize verme özgürlüğüne sahip olduğumuzda mutlu olacağımıza inandırıldık. Bu özgürlük değil. Bu aşk değil. Bir kadının vücudu ve kalbi ancak evliliğin güvenli limanında sevmek için güvenli olabilir. Sizler daha azına razı olmayın. Buna değmez. Bundan hoşlanmayacaksın ve sonradan kendinden daha da az hoşlanacaksın. İşte o zaman seni terk edecek. Günahlar asla kazandırmaz. Hep kandırır. Bir insan lekelenmiş olan şerefini temizlemiş olsa da, şerefini kaybetmeden önceki halinin yerini hiçbir şey tutamaz. Biz Batılı kadınlar, sizin baskı altında olduğunuza inandırıldık. Ama gerçekte, baskı altında olan bizleriz; bizi aşağılayan modaya köle, kilolarımıza takıntılıyız. Büyümek istemeyen erkeklere sevgileri için yalvaran bizleriz. Ama vicdanımızın derinliklerinde, aldatıldığımızı biliyoruz. Bazılarımız itiraf etmeyecek olmasına rağmen size gizliden gizliye hayranız ve sizi kıskanıyoruz. Lütfen bize özenmeyin ya da olanları olduğu gibi sevdiğimizi sanmayın. Bu bizim suçumuz değil. Çoğumuz gençken bizi koruyacak bir babadan bile yoksunduk. Çünkü ailelerimiz paramparça edilmişti. Bu oyunun arkasında kimin olduğunu biliyorsunuz. Kanmayın, kardeşlerim. Sizi de ellerine geçirmelerine izin vermeyin. Masum ve saf kalın. Biz Hristiyan kadınlar için hayatın nasıl olması gerektiğini görmeye ihtiyacımız var. Sizin bizim için bir örnek olmanıza ihtiyacımız var, çünkü biz kaybolduk. Saflığınıza sarılın, onu muhafaza edin! Unutmayın: Diş macununu tekrar tüpün içine koyamazsınız. Öyleyse “diş macununuzu” dikkatlice koruyun! Umarım bu tavsiyeleri amaçlandığı şekilde karşılarsınız: arkadaşlık, saygı ve hayranlıkla. Hristiyan kız kardeşinizden sevgi ile… * https://archive.islamonline.net/?p=746

Saat, Doğu’da geliştirilmişse de saat kulesi yapma geleneği Batı’da ortaya çıkmıştır. XIII. yüzyıldan itibaren görülen bu yapıların ilk örnekleri İngiltere Westminister ve İtalya Padua’daki saat kuleleridir. Avrupa’da XIV. yüzyılda yaygınlaşan saat kulesi yapma geleneğinin Osmanlı topraklarında XVI. yüzyılın sonlarında başladığı kabul edilir. 1593’te Üsküp’ü gezen bir Türk’ün hatıralarında ve 1660-61 Üsküp’e gelen Evliya Çelebi de Seyahatname ‘sinde 1577 de yapılan Banaluka Ferhat Paşa camisi saat kulesinden bahsedilir. Saat Kulesi yapımı Osmanlı dünyasında XVIII ve XIX. yüzyıllarda batıdan doğuya doğru giderek yaygınlaşmıştır. Saat kulelerinin Anadolu genelinde yaygınlaşması Sultan II. Abdülhamid sayesindedir. 1901 yılında, tahta çıkışının 25. yılı vesilesiyle valilere saat kulesi yapımıyla ilgili olarak gönderdiği irâde üzerine saat kuleleri Anadolu içlerine ve Osmanlı Devleti coğrafyasının tamamına yayılmıştır. Bu fermanla tüm şehirler anıtsal saat kuleleriyle süslenmiştir. Mekanik saatin keşfi ve geliştirilmesiyle de şehir ve kasabaları süsleyen birer anıt sembol halini alan bu kuleler, kentin en yüksek tepesine, hâkim yamaçlara ya da her yerden görülebilen meydanlara dikilir ve zamanın mimarî özelliklerini en iyi yansıtan eserler olarak değer kazanır. Saat kulelerinin zamanı göstermesi yanında, yangın ve gözetleme kulesi gibi işlevleri de bulunur. Bizleri geçmişten geleceğe taşıyan önemli birer yapı taşı olan bu kuleler bazı şehirlerimizin de sembolü haline gelmiştir. Minarelerde müezzinler bir imkân olarak dini vecibelerin zamanını hatırlatırken, saat kulesinin çınlayan sesi ise, geçen zamanı bir meta olarak hatırlatmaktadır. Saat kuleleri bulundukları mevkiye göre üçe ayrılabilir: Meydanlarda yer alanlar, yamaç ve tepelere dikilenler, bir yapı üzerinde bulunanlar. Saat kuleleri genel olarak kâide, gövde ve köşk kısımlarından oluşur. Kâide kısmında bir oda ve oda içinde kulenin üzerine çıkmak için bir merdiven yer alır. Bu oda bazen muvakkithâne olarak düzenlenir, bazen de kâidenin üzerinde çeşme bulunur. Saat kulesinin en son katı olan köşkte saat mekanizması vardır. Saat mekanizması üzerindeki saat yukarıya bir mille bağlanır. Bu mil kulenin dışındaki saat kadranları üzerinde bulunan akrep ve yelkovanı hareket ettirir, ayrıca yukarıdaki çanın tokmağını çalıştırır. Saat mekanizmasının çarkları arasında mevcut makaralara sarılı, uçlarında ağırlıkları olan iki çelik halat vardır. Bu halatların ucundaki ağırlıkların aşağı- yukarı inip çıkmasıyla saatin kurularak çalışması sağlanır. Saat köşkünün tepesinde bir çan yer alır. Bu çanın üzeri bazan bir kubbe veya külâhla örtülüdür. Çanın sesinin uzaklara duyurulması için kenarlarında pencere veya açıklıklar bırakılmıştır. Daha çok Balkanlar’da görülen, saat kadranları olmayıp yalnız çalışıyla saatin kaç olduğunu duyuran daha az gelişmiş saat kuleleri de vardır. Kule saatleri, her saat başı, saat sayısı kadar veya tek vuruş yapacak şekilde imal edilmiştir. Bazı saatler her yarım saatte de çalar. Bazılarında ise her saat başındaki vuruşlar bir iki dakika ara ile tekrar edilir. Büyük ağırlıklarla çalışan saatler özelliklerine göre haftalık, on beş günlük ve aylık olarak kurulabilir. Her kulenin bir veya daha çok saat kadranı ve çanı bulunabilir. Saat kuleleri zamanı göstermelerinin yanısıra, Çanakkale, Dolmabahçe, İzmit ve İzmir kulelerinde olduğu gibi kâidelerindeki çeşmelerle sebil; Dolmabahçe, Kayseri, Muğla, Tokat ve Yozgat saat kulelerinin altlarındaki odalarla muvakkithâne; Çankırı, Çorum, Samsun, Sungurlu ve Yozgat gibi balkonu bulunanlar yangın kulesi ve sisli havalarda yön gösterici vazifesi de yapmışlardır. Bazıları da üzerlerinde rüzgar gülü, barometre gibi hava olaylarını ölçen aletler taşıyarak çok fonksiyonlu yapılar şeklinde kullanılmıştır. Dönemin mimarî geleneğini (Barok, Empire, Eklektik ve Neo-klasik üslûp) yansıtan saat kuleleri genellikle sade taş yapılardır.

Tiroid hastalıkları, tiroid bezinin çok çalışması veya az çalışması sonucu ortaya çıkar. Kalıtım, mikroplar, yaşlanma, ısı değişiklikleri, iyot eksikliği ya da fazlalığı, radyasyon, stres, travma, kullanılan ilaçlar ve kanser gibi faktörler tiroid bezinin çalışmasını bozuyor. İşte bu noktada insanlar çareler aramaya başlıyor Rabbimiz herkesi imtihanlarla tecrübe eder. Başımıza gelen sıkıntılar elçiler gibidir. Vazifelerini yaparlar ve giderler. Bunlar bazen hastalıklar da olabilir. Tiroid hastalıkları da bunlardan biridir. Tiroid hastalıkları, tiroid bezinin çok çalışması veya az çalışması sonucu ortaya çıkar. Kalıtım, mikroplar, yaşlanma, ısı değişiklikleri, iyot eksikliği ya da fazlalığı, radyasyon, stres, travma, kullanılan ilaçlar ve kanser gibi faktörler tiroid bezinin çalışmasını bozuyor. İşte bu noktada insanlar çareler aramaya başlıyor. İlaç kullanılarak tedavi edilebilen rahatsızlıklar olduğu gibi ilaç kullanımına cevap vermeyen tiroid hastalıkları da oluyor. Bunlardan biri de tiroid iltihabı. Ağrılı tiroid iltihabında boynun ön kısmında yer alan ve görevi tiroid hormonu üretmek olan tiroid bezinde virüs ya da bakteri olmuyor. Aksine vücut, ağrının ortaya çıkmasından 2-8 hafta önce farenjit-grip-nezle gibi bir üst solunum yolu enfeksiyonu sırasında virüsle karşılaşmış ve daha sonra enfeksiyon gerilemiş oluyor. Bu enfeksiyon sırasında aktifleşen bağışıklık sistemi, hücrelerinin durdurulamaması ve tiroid bezini işgal ederek tiroid hücrelerine karşı da bir reaksiyon oluşturması sonucunda subakut tiroidit (ağrılı tiroid iltihabı) gelişiyor. Genellikle 20-50 yaş aralığında görülen ağrılı tiroid iltihabı kadınlarda 3-4 kat daha sık görülüyor. Ancak hastalığın kadınlarda neden daha sık görüldüğüne dair belirgin bir sebep bilinmiyor. Boynun ön bölgesinde birdenbire gelişen ağrı, tiroid iltihabının tipik belirtilerinden birini oluşturuyor. Ağrı, çiğneme ve yutkunmayla şiddetleniyor. Bu bölgeye dokunmak bile oldukça acı verici olabiliyor. Ağrı sadece boyun bölgesinde sınırlı kalmıyor, çeneye ve kulağa doğru yayılabiliyor. Genellikle tek tarafta başlayan ağrı zamanla azalırken aynı şiddetle boynun diğer yarısında da görülmeye başlıyor. Kişinin çoğunlukla günlük işlerini yapmasını önleyecek kadar şiddetli gelişen halsizlik veya yorgunluk da tiroid iltihabının diğer belirtilerinden. Bunlara eklem ağrıları ve kas ağrıları eşlik edebiliyor. Grip ya da nezle oluyormuş gibi bir kırgınlık hali ve 37-38 derece civarında hafif ateş yüksekliği görülebiliyor. Beraberinde burun akıntısı ve öksürük gibi şikâyetler oluşabiliyor. Boyun ön bölgesindeki ağrı sebebiyle yutma güçlüğü de gelişebiliyor. Bu hastalığı bu yaz tecrübe ettim. Ve şunu gördüm ki, ilaçlar ve tıp yetersiz kaldı. Bir tanıdığımın vasıtasıyla son olarak bir cerraha gittim. Doktor bey bulgularıma göre bir tedavi planı çıkardı. Hormonlarımı (t3-t4) baskılayıcı ilaç, B vitamini kompleksi, ağrı kesici ve antibiyotik yazdı. On beş gün sonra görüşelim dedi. Ben daha önce tiroidle ilgili hiçbir rahatsızlık geçirmemiştim. Çok sıkıntılı bir süreci olmuştu. Kurban bayramı ve öncesini sürekli acilde geçirmiştim. Doktorun yazdığı tedavi protokolünü uygulamaya başlamıştım. Protokülü bir mantık çerçevesinde oluşturduğunu fark ettim. Hastalıklarda beslenme bilgilerime dayanarak tiroid konusunu araştırmaya başladım. O sırada tiroid için taze zencefil suyu tavsiye edildiğini gördüm. Bunun üzerine zencefilin içeriğini inceledim. Doktorun yazdığı tedavi protokolüyle oldukça paraleldi. İlaçları kesip sabah akşam aç karına 1 çorba kaşığı taze sıkılmış zencefil suyu içmeye başladım. Bu hastalıkta tükürüğünüzü bile yutamıyorsunuz. Buna rağmen zencefil suyunu içtim. İlk içtiğimde kulaklarımdan dumanlar çıktı sanki. Çünkü zencefil suyunun tadı oldukça acı. Zamanla alıştım. Bir hafta içerisinde Rabbimin şifasıyla şifa buldum. Bir buçuk ay aralıksız devam ettim. Hiç bir ağrım kalmadı. Bu benim tecrübem.. Kullanan başka bir kişinin yorumunu da sizinle paylaşmak istiyorum. Zencefil suyunu tavsiye ettiğiniz şekilde kullandım, sanırım çok faydasını gördüm. İlk hafta çarpıntı, metabolizma ve uyku düzenime etki etmeye başladı. Bir ay kullandım, şimdi daha iyi hissediyorum kendimi. Tahlil ve biyopsi iyi. Cilt rengim düzeldi. İlk fırsatta bir ay daha kullanmayı düşünüyorum. Size teşekkür ederim ve tereddüt yaşayan hastalara tavsiye ediyorum. Tiroid hakkında bilmeniz gerekenler: Hipotiroidizm, kadınları erkeklerden daha fazla etkileyen ve boynun ön kısmında bulunan tiroid bezinin işlevinin azalması ile karakterize edilen bir hastalıktır. Bu durum, daha düşük seviyede tiroid hormonu ile sonuçlanır ve spesifik semptomlara sebep olur. Özellikle tiroid bezinin çok çalışması veya az çalışmasının tedavisinin yanı sıra HAŞİMATO TİROİDİ adı verilen troid bezi iltihaplanmasının da tek tedavi (ilaçsız) şekli taze sıkılmış ZENCEFİL SUYU’dur. Zencefil Suyu ile Troid Rahatsızlığına Kesin Çözüm Kullanımı: Sabah: 1 çorba kaşığı (aç iken) Akşam: 1 çorba kaşığı (aç iken) Hazırlanışı: Aktardan, büyük marketlerden tedarik edeceğiniz taze zencefilin kabuklarını soyduktan sonra (1 badem büyüklüğünde) katı meyve sıkacağında veya rende yardımıyla suyunu elde edebilirsiniz. Günlük 2 çorba kaşığını geçmemeye dikkat ediniz. Zencefilin her zerresi çok değerlidir. Suyu çıktıktan sonra, geriye kalan tüm kısımları çay olarak hazırlayıp ailenize limon ve bal eşliğinde bir akşam çayı keyfi yaşatabilirsiniz. (Bu sayede hem bu rahatsızlıkları hem B12 vitamin eksikliği yaşamazlar.) Not: Taze zencefil suyu oldukça acıdır. İlk defa zencefil suyu ile tanışacak olanlarımız başlangıç itibari ile tadından dolayı sıkıntı yaşayabilirler. Fakat zaman içinde sıhhatinize kavuştuğunuzu gördükçe bundan bile keyif aldığınızı göreceksiniz. Sadece kan sulandırma özelliği olduğundan, kan sulandırıcı ilaç kullananların zencefil aldıkları sürece bu ilaçları almaması gerekiyor. O ilacın görevini de zencefil suyu zaten gerçekleştirir. Tiroidi az çalışan da çok çalışan da Haşimato tiroidi olan da mutlaka sonuca ulaşıyor. Tiroidlerinde nodül mevcut olan kişiler de dışardan nodüllerin üzerine zencefil suyu sürerek nodüllerinden kurtulabilirler. Zencefil, Kur’an’da (İnsan Suresi, 17. ayet – “Orada kendilerine, katkısı zencefil olan içecekle dolu bir kâseden içirilir”) adı geçen tek baharattır. İştah açar. Yatıştırıcı ve gaz söktürücüdür. Vücudu terletir. İltihap önleyici etkisi ile özellikle eklem iltihaplarına karşı oldukça faydalıdır. Soğuk algınlığına iyi gelen zencefil, balgam söktürür ve iyileşmeyi hızlandırır. Bulantıları gidermeye yardımcı olur ve kusmayı önler. Vücut direncini, beden ve zihin gücünü arttırır. Mikrop öldürücüdür. Bağışıklık sistemini güçlendirir. Kansere karşı koruyucudur. Damar tıkanıklığını önlemeye yardımcı olmasının yanı sıra, kan damarlarını genişleterek romatizma ağrılarının hafiflemesine de yardımcı olur. Bağırsak bozukluklarını giderir. İshali keser. Zencefil kan dolaşımını uyarır ve böylece kanın yüzeysel bölgelere de rahatça ulaşmasını sağlar. Bu etkinliği sayesinde, donuklarda, ısınmayan el ve ayakların ısıtılmasında çok önemli görevler üstlenebilir. Aynı zamanda yüksek kan basıncını da normalleştirebilir. Terletici ve ateş düşürücü etkileri vardır. Öksürük, grip, soğuk algınlığı ve öteki solunum yolları hastalıklarında, ısıtıcı ve yatıştırıcı etkiye sahiptir. Ayrıca kabızlığa karşı kullanılabilir. Zencefilin bilinen hiçbir yan etkisi yoktur. Şifa Rabbimden…

Çâresi Îmân Olur İlahî düşünceye yer vermeyen zekânınÇalıştığı nisbette hâli perişân olurBekâya inanmayan uğursuz kör dehânınÖlümün tehdîdiyle dünyası zindân olur Ma’neviyatsız hayât zehirler kanı bileBenzetmişti bir tabîb de zehr-i helâhileBu illetin devâsı sorulsa da nâfileBunun ancak ve ancak çâresi îmân olur Aklı gözüne inmiş zavallı maddecininHakdan kaçıp bâtıla sığınan tefecininBu yüzden yalanını dinler gazetecininMevlâdan utanmayan tilmîz-i şeytân olur Üç günlük hayât için neler halt etmez beşerFakîrin karşısında tıka basa yer, şişerNefse kölelik eden insâniyetten düşerNâmûsunu koruyan Yûsuf-ı Ken’ân olur Sen ey Vâmık ne zaman Hakka baş eğeceksinŞu hâlin devâm etse dizini döveceksinHakkdan mağfiret iste yoksa inleyeceksinKabrinin içi bir gün hep yılan, çiyân olur 18 Eylül 2007, İstanbul