
Korona salgınının yoğunlaştığı bir dönemde Miladi 2020 senesinin son dergisini çıkarmak nasip oldu. Biraz zorlandık, zira bir taraftan dergi hazırlarken diğer taraftan da korona illetinin sıkıntıları ile mücadele etmek durumunda kaldık. Editör yazısını da aynı ahval içerisinde yazıyorum. Kusurumuz olmuşsa affınızı istirham ederim. Allah cümle hastalarımıza acil hayırlı şifalar nasib eylesin. Bu korona ile birlikte hayatımıza yeni normal diye bir kavram da girdi malumunuz. Gelen gideni aratmasın inşallah, fakat zaman ilerledikçe “ya yeni hal ya izmihlal” durumları hep olagelmiştir. Fakat bunun yeri, durumu ve konumu elbette son derece önemlidir. Yeni normale vurgu yapmamın sebebi, korona değil elbette, kapağa taşıdığımız “Anormalleşmeyin” kelimesindeki normaldir. Dünya pek çok yapay ve yüzeysel meselelerle uğraştırılırken, birileri bazı meselelerden hiç kopmuyor. Asıl konusunun dışına hiç çıkmıyor. Onun için yukarıda “ya yeni hal ya izmihlal” cümlesindeki artçı cümleleri kurmak durumunda kaldım. Dünya virüsten bahisle yeni normal gibi kavramlarla meşgul edilirken, ABD ve İsrail normalleşmeyi, Kudüs ve içindekiler aleyhine atılan imzalar olarak görmektedir. Bir kısım sözüm ona Müslüman ve Arap ülkesi ardı ardına normalleşme adımları atmaktadırlar. Halbuki bu, kelimenin tam karşılığı anormalleşmedir. Salyangozculuktur. Normal olan ise, her şeye rağmen Kudüs’ün yanında durabilmek, buna karşı olan kim olursa olsun, her şeye rağmen karşısında durabilmektir. Asıl normal, nebevi tavsiye üzere herkesin rahatça ziyaret edebildiği, ibadetlerini yapabildiği bir Kudüs’e uyanabilmektir. Kudüs, kuru laf değildir. Söylenip rahatlanılan ve bir şey yokmuş gibi normaline devam edilen bir mesele değildir. Gündemimizden düşürdüğümüz her mevzu, bizim hakkımızda konuşup laf üretenlerce normalleşen bir konu olarak önümüze konulacak, haricinde korku üreterek meşgul edecekleri yeni normal arayışlarıyla bizleri istedikleri gibi “sürecekleri” bir sürece taşıyacaktır. Bir süre sonra işin ne başını ne de sonunu göremez hale gelmekle, sadece gösterilene bakacak, istenilenleri söyleyecek, biz olmaktan bile çıkmış olacağız. Maskenin arkasından bakan gözlüklüler için dünya gayet buğuludur. Yalancı maskeler ve sahte gözlüklerden Allah’a sığınırız. Rabbim hem şahsi hem de ümmetin meselelerinin farkında olmayı ve dertlenmeyi nasip eylesin.

Azapkapı Sokullu Mehmed Paşa Camii 1577’de Sokullu Mehmed Paşa tarafından yaptırılmıştır. Bu sebeple Sokullu Mehmed Paşa Camii adıyla da anılır. Mimarı Koca Sinan’dır. Cami fevkanî olarak yapıldığından altında gözler halinde geniş bir bodrum bulunmaktadır. Vaktiyle Galata surlarının tersaneye komşu ucunda ve sur duvarlarının hemen dış tarafında deniz ile sur arasındaki dar kıyı üzerinde inşa edilen cami, buradaki kapıdan dolayı Azapkapı Camii adıyla tanınmıştır. Cenevizliler devrinde Porta di San Antonio olarak adlandırılan bu kapı, 16. yüzyılda tersanenin Kasımpaşa’ya gelmesiyle tersane hizmetindeki Türk asıllı Bahriye azeblerinin (azebân-ı tersâne) kışlasının o çevrede olmasından dolayı Azapkapısı adını almıştır. Azapkapı Camii Galata ile İstanbul arasındaki bağlantı iskelesinin başında yapıldığından şehrin en hareketli ve kalabalık yerlerinden birinde bulunuyordu. 1807 yangınında zarar gören ve minaresi de kısmen yıkılan cami, kürsü kısmından itibaren yeniden yapılmıştır. Balkan ve 1. Dünya savaşlarından önceki yıllarda Azapkapı Camii’nin tamirine başlanarak birçok kısımları sökülmüş, fakat peş peşe gelen felâketler yüzünden çalışmalar durdurularak bu çok değerli sanat eseri uzun yıllar bir harabe halinde bırakılmıştır. Caminin bir ara tamamen yıktırılıp temellerinin yeni yapılan Unkapanı Köprüsü’ne destek olması bile düşünülmüştür. Ancak 1938’e doğru başlayan büyük çapta bir tamir ile cami ihya edilerek 1941’de tekrar ibadete açılmış, 1955’te minare şerefesi yeniden yapılmıştır. 1941 tamirini belirten Latin harfli bir kitabe sol taraftaki girişin üstünde bulunmaktadır. 17 Aralık 1908Meclis-i Mebusan toplandı İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Ahrar Fırkasının katıldığı 1908 seçimlerini İttihatçılar kazandı. 17 Aralık 1908’de yapılan görkemli bir açılış töreniyle Meclis-i Meb‘ûsan tekrar faaliyete geçti. Sultan II. Abdülhamid adına açılış nutkunu okuyan Mâbeyn-i Hümâyun başkâtibi Ali Cevad Bey’in ardından Padişah da birkaç cümlelik bir konuşma yaptı. Merasim, yeniden düzenlenip meclise tahsis edilen eski parlamento binasında yapıldı. Meclis-i Umûmî, bu bina dar gelince bir ara Çırağan Sarayı’na taşındı. Ancak çıkan bir yangında saray kullanılamaz hale gelmişti. Bunun üzerine Cemile Sultan’a ait olan Fındıklı Sarayı satın alınarak meclise tahsis edildi ve kapanıncaya kadar faaliyetlerini burada devam ettirdi. Meclisin güvenliğini başlangıçta İtfaiye Alay Kumandanlığı, daha sonra ise yeni kurulan Meclis-i Umûmî Muhafız Bölüğü sağladı. Sultan 3. Ahmed doğdu Sultan 4. Mehmed’in oğlu ve Sultan 2. Mustafa’nın kardeşi olup annesi Râbia Emetullah Gülnûş Sultan’dır. 31 Aralık 1673 Pazar günü dünyaya geldi. Sulta 3. Ahmed, yirmi yedi yıllık saltanatı süresince ve bilhassa damadı İbrahim Paşa’nın sadareti döneminde, iktisadî ve sosyal meselelerle yenilik hareketlerine büyük ölçüde önem vermiştir. Bahçeyi ve çiçeği seven bir Padişah olduğu için “şükûfecilik” denen çiçekçilik onun zamanında bir meslek halini aldı. Sonraları, sembolleşerek o yıllara Lâle Devri denilmesine sebep olan lâle, gayet kıymetli bir çiçek haline geldi ve çeşitleri, yetiştirilme usulleri hakkında kitaplar yazıldı. Sultan 3. Ahmed, sanata meraklı ve sanatkârı koruyan bir Padişahtı. Kendisi devrin meşhur hattatı Hâfız Osman’dan sülüs ve nesih, Veliyyüddin Efendi’den de ta‘lik meşk etmiş iyi bir hattat olduğu gibi, zamanının hat üstatlarını da himaye ve teşvik etmiştir. 18 Aralık 1111İmam Gazzâlî Hazretleri (ra) vefat etti 1058’de Tus’da dünyaya gelmiştir. Hüccetülislâm, Zeynüddin gibi lakaplarla anılır. Kaynakların ittifakla belirttiği gibi Gazzâlî’nin olağan üstü bir zekâ ve hâfızaya sahip olduğu dikkate alınırsa onun Nîşâbur’a gitmeden önce geçirdiği en az on iki yıllık öğrenimi süresince başta fıkıh olmak üzere hadis, akaid, gramer gibi geleneksel bilgi dallarında hayli yetişmiş olduğu kesinlikle söylenebilir. Nîşâbur’da da bu alandaki öğrenimine devam etti. Bağdat Nizamiye Medresesinde müderris iken 1095-1105 seneleri arasında inzivaya çekildi. Bu dönemde İhyâ’ü Ulûmi’d-Dîn başta olmak üzere çok sayıda eser telif etti. Temmuz 1106’da Nîşâbur’a döndü ve buradaki Nizâmiye Medresesi’nde tekrar öğretim görevine başladı. 1109’da Tûs’a döndü. Tûs’a döndükten sonra evinin yanına fukaha için bir medrese, sûfiyye için de bir hankah yaptıran Gazzâlî, ömrünün son demlerini ders okutmak, gönül ehlinin sohbetlerine katılmak ve eser yazmakla geçirdi. 18 Aralık 1111’de vefat etti. Tûs’ta ünlü şair Firdevsî’nin mezarının yakınına defnedildi.

Bazen insan, “Ben çok günahkârım, Allah benim duamı kabul etmez” diye düşünür, bu yüzden Allah’a yönelip dua etmez. Hâlbuki Mevlana’nın da dediği gibi, onun dergâhı ümitsizlik kapısı değildir. Bir insan tövbesini yüz kere bozsa bile, Allah onun yüz birinci defa kapısına müracaat etmesini ister. Allah bazen ateistlerin bile duasını kabul etmiştir. Bu konuda ibretlik yaşanmış bir olayı anlatmak istiyoruz. Amerikalı göz Doktoru Laurence Brown Müslüman oluşunu şöyle anlatıyor: Bu [nasıl Müslüman olduğumu anlatmak] benim çok sevdiğim bir konudur. Çünkü çoğu kişi benim Müslüman olmadan önce Hıristiyan olduğumu sanıyor. Bunu düzeltmem gerekiyor. Ben Hıristiyan olmak için çok gayret ettim. Uzun yıllar birçok farklı şekilde Hıristiyan olmak için çabaladım. Ve bende işe yaramadı. Bunu söyleyince birçok kişi gülüyor. Ben yaklaşık 19 yıl önce manevi bir arayışa başladım. Kızım aort koarktasyonu denilen bir hastalıkla doğdu. Bu ölümcül bir hastalıktır. Böyle doğan çocuklar çoğu zaman ölürler, üstelik kötü bir şekilde ölürler. Onlara açık kalp ameliyatı yapılır. Birkaç yıl sonra açık kalp ameliyatı tekrar yapılır. Ve birkaç yıl sonra ameliyat yine tekrarlanır. Çocuk büyüdükçe doktorların dokuyu büyültmeleri gerekir ve sonunda bu çocuklar ölür. Kızımın böyle doğduğu haberini ilk kez alınca, hayatımda ilk kez kontrolün bende olmadığını hissettim. Elimden bir şey gelmiyordu. Ondan önce hayatımda ne zaman bir sorun olsa kendim hallederdim. Daha çok paraya ihtiyacım varsa daha çok çalışıyordum. Bir şeyin tamire ihtiyacı varsa tamir ettirecek birini buluyordum veya kendim tamir ediyordum vs vs. Neden bahsettiğimi anlıyorsunuzdur. Kızım doğunca -adı Hanna idi- direk yoğun bakıma alındı. Vücudu buradan [yani göğsünden] aşağıya kadar neredeyse [siyah] ceketimin rengindeydi veya koyu bir mavi. Çocuğun vücuduna oksijen girmiyordu. Gözümüzün önünde kıvranıyordu, oksijensizlikten kıvranıyordu ve vücudunun o bölgesi ölüyordu. Ben onu öyle görünce dediğim gibi hayatımda ilk kez, daha büyük bir güce yönelmem gerektiğini hissettim. O zamana kadar ateisttim. Protestan bir ailede yetişmiştim. Dindar değillerdi ve ben hiçbir dine girmemiştim. Yoğun bakım ünitesinden çıkmam gerekiyordu çünkü içeri o alandan uzman bir grup doktor gelmişti. Onlar yapacaklarını yaparken ben ibadet odasına gittim ve hayatımda ilk kez dua ettim. Ve tipik ateist dua ediş şekliyle dua ettim. Allah’tan şüphe eden kimsenin duası diye bir şey vardır. Şüphecinin duası şöyledir: “Ey Tanrı, eğer varsan ruhumu kurtar, eğer ruhum varsa.” Şüphecinin duası budur. Ve çoğu ateist dua ederse böyle eder: “Ey tanrı! Eğer varsan...” Çünkü emin değillerdir. Ben de işte öyle dua ettim, “Ey Tanrı! Eğer varsan, var olup olmadığını bilmiyorum, ama eğer varsan yardıma ihtiyacım var.” Yaratıcıma o gün bir söz verdim. Eğer çocuğumun hayatını kurtarırsa ve bana en çok razı olduğu dinin yolunu gösterirse, o yoldan gideceğime söz verdim. Verdiğim söz bu şekildeydi. Kızımın odasından ayrılışım sadece 15 dakika kadar sürdü. Tekrar yoğun bakım ünitesine geri dönünce, kapıdan içeri girip kızımın olduğu yere doğru baktığımda doktorlar başlarını kızımın üzerinden kaldırıp bana baktılar. Ve anında bir şeylerin değişmiş olduğunu anladım. Yüzleri şaşkınlık doluydu. Sanki neler olduğuna dair hiçbir şey anlamamışlardı. Hatta şoktaydılar. Onlara doğru yürüdüğümde bana kızımın iyi olacağını ve ölmeyeceğini söylediler. Kızım tamamen normal bir çocuğa dönüşmüştü, tamamen sağlıklıydı, ameliyat olmadı, tedaviye ihtiyacı yoktu. Durumu tamamen tersine dönmüştü. Elimizde hem daha önce ve hem de daha sonra çekilmiş ultrason kalp filmi vardı. Önceki filmde bahsettiğim hastalık vardı, hâlbuki sonraki filmde hastalık tamamen gitmişti. Hastalıktan eser yoktu, tamamen normaldi. Doktorlar bundan bir anlam çıkarmaya ve açıklama yapmaya çalışıyorlardı. Konuyu bana ve kendilerine açıklamaya çalışıyorlardı. Yaptıkları açıklamaya inandıklarını hissettim. Ben orada durup onlara baktığımı ve şöyle dediğimi hatırlıyorum, “Bu açıklama size göre anlamlı olabilir ama benim için değil. Ben bu duayı ettim, ben bunun yaratıcımın elinden olduğuna inanmak zorundayım.” Onun sözünde durduğunu [yaptığım duayı kabul ettiğini] biliyordum. Şimdi sıra bana gelmişti, benim de sözümde durmam gerekiyordu. Böylece kızımın iyileşmesinden sonra dini bir arayışa başladım. Doğru yolu Hıristiyanlıkta bulacağımı sanıyordum. İlk önce Yahudiliği öğrendim, bu beni Hıristiyanlığı öğrenmeye yönlendirdi. Yıllar boyunca doğruluğu orada bulacağımı sandım. Yıllar boyunca kendimi ikna etmeye ve Hıristiyan olmaya çalıştım. Hıristiyanlığın tüm mezheplerine gittim. Tam olarak kaç farklı mezhep, kaç farklı kiliseye gittiğimi hatırlamıyorum. Hıristiyanlığın gerçeğini bulma çabasıyla ama sürekli aynı şeye karşı çıkıyordum. Hep bir kısmını beğeniyor ama diğer kısmını anlamakta zorlanıyordum ve temel inançlar konusunda papazla konuşup soru sorardım, açıklayamazlardı. Ve ben de “güle güle, teşekkürler” derdim. Ve bir sonraki Hıristiyan mezhebine araştırmaya giderdim. Tüm sorularım ancak İslam’ı bulduğumda cevap buldu. Ve gönlümün huzur bulması İslam’ı bulmamla oldu ve yapbozun tüm parçalarının birleştiği yer İslam’dı. Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=VvyI65UA5EY (Erişim: 03.08.2017)

Bazı dostlarımız –bilhassa gençler- “Nefsimizi nasıl terbiye edeceğiz?” sorusunu çoklukla soruyorlar. Burada hem kendi nefsimi terbiye etmek için, hem de soru soranlara faydalı olmak için bazı noktalar üzerinde duralım. Peygamberimiz düşmanla yapılan cihadı “küçük cihad”, nefisle yapılan cihadı “büyük cihad” olarak tarif eder. İsmail Hakkı Bursevi, nefis için “7 başlı ejder” ifadesini kullanır. Elbette, bir ejderha ile savaşmak kolay değildir. Küçük cihadla büyük cihad, pek çok yönlerden birbirlerine benzerler. Konuyu bir teşbihle açalım: İnsanın iç âlemi, kalabalık bir milletin yaşadığı büyük bir memlekete benzer. Bu memleketin hükümdarı, Allah’a iman ve itaat eden kalptir. Akıl da onun veziridir. Vücuttaki azalar ve ruhun duyguları, latifeleri bu kalp dediğimiz hükümdarın milleti -askerleri, memurları, işçileri- durumundadır. Bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Kalp hükümdardır ve onun askerleri vardır. Hükümdar iyi olursa askerleri de iyi olur, Hükümdar bozulursa askerleri de bozulur.” Bu âlemdeki nefis ise serkeş, zevkten başka bir düşüncesi olmayan, gelecekten ziyade ânı düşünen, iktidarı ele geçirerek her türlü lezzetleri tatmak isteyen bir asi durumundadır. Onun da emrinde hırs, haset, şehvet, öfke gibi askerler vardır. Hükümdar kalp, veziri aklın da yardımıyla milletini yönetmek, idare etmek, onlar arasında adaleti sağlamak ve iktidarı ele geçirerek anarşi ve teröre sebep olan nefse karşı mücadele etmek mecburiyetindedir. Vücud memleketinde çoğu zaman, kalbin askerleriyle nefsin askerleri arasında büyük meydan muharebeleri vuku bulur. Savaşların sonunda memleketteki iktidarın değişmesine göre, bu memlekete verilen isim de değişir. Nefis, kalbi yener ve memlekete hâkim olursa bu memlekete “Nefs-i Emmare” memleketi denilir. Nefis iktidarı ele geçirirse bu memlekette ulûhiyetini ilan eder, insanın iç âleminde denge bozulur ve fesat meydana gelir. Nefis her türlü gayr-i meşru fiilleri icra eder. Eğer savaşlarda ikisi de yenişemez; kâh biri, kâh diğeri memlekete hâkim olursa bu memlekete “Nefs-i Levvame” memleketi denilir. Savaşlar memleketlerin harab olmasına sebeb olduğu gibi, insanın iç âlemindeki kalp ile nefis arasındaki savaşlar da insanın iç âlemini tahrib eder. Nefs-i levvame hali, insanın kararsız, çatışmalı, depresyonlu halini ortaya koyar. Kalp nefsi mağlub eder ve meşru dairede kalmaya ikna eder ve memleketi Allah’ın emirleri doğrultusunda idare ederse, bu memlekete “Nefs-i Mutmainne” memleketi denilir. Nefs-i mutmainne memleketi, insanın kendisiyle barışık olduğu, huzurun hâkim olduğu memlekettir.Hükümdar kalbin kuvvetli veya zayıf oluşu, milleti arasındaki adalet ve disiplini, memlekete her yönden tesir eder. Kalbin zayıflaması veya kalbin milletinden bazı latifelerin disiplinsizliği, nefsin iktidarı ele geçirmesine sebep olabilir. Bu yüzden daima kalbin güçlenmesine ve milletini disiplin altında tutmasına çalışması gerekir. Marifetullah (Allah’ı tanıma) ve ibadetler, manevî feyizlerin gelmesine ve kalbin güçlenmesine vesile olur. Bu güç sayesinde kalp iktidarını muhafaza eder. Günahlar ise manevî feyizleri yok eder, kalbi zayıf düşürür, nefsi ise güçlendirir. Bu yüzden çokça ibadetle meşgul olup günahlardan uzak durmak gerekir.Nefis, elinden geldiğince askerleriyle, casuslarıyla kalbin direncini kırmak, ahalinin ona olan itaatini sarsmak ister. Kalp dirayetli olur ve vezirinin yardımıyla askerlerini disiplinli bir şekilde idare ederse ancak nefse galip gelebilir. Kalbin, vezir aklın da yardımıyla nefse galip gelebilmesi için en mühim üç şart vardır: İlim, imanın güçlenmesi ve ibadetler. İlim sayesinde kalp, kendini yaradan Allah’ı, kendini ve vazifelerini, yardımcılarını, nefsi ve nefsin hilelerini, yardımcılarını ve onunla nasıl mücadele edeceğini öğrenir. Elde edeceği kuvvetli imanla nefse karşı en büyük manevî gücü elde etmiş olur. Namaz, oruç, Kur’an okuma, tefekkür, zikir, dua, istiğfar ve benzeri ibadetlerse kalbe manevî feyizlerin ve yardımların gelmesine vesiledirler. Eğer bu üç alanda kalp olgunlaşırsa nefse kolaylıkla galip gelebilir. Kalbin nefse galip gelmesi için bazı şartlar üzerinde duralım. ÇEVRE Nefsimizi terbiye etmek istiyorsak, en başta çevremizi değiştirmeliyiz. Etrafımızdaki insanlar İslâm’ı yaşamayan insanlar ise hem onlarla beraber olup hem de nefsimizi terbiye etmemiz zordur. Maddeler arası ısı alışverişi olduğu gibi insanlar arasında da manevi alışverişler vardır. İnsan bulunduğu ortamdan ister istemez etkilenir. Bu konuda Peygamberimiz (asm) şöyle buyurur: “Kişi arkadaşının dini üzeredir. Bu yüzden kimi arkadaş edindiğine dikkat etsin”. “İyi arkadaşın hali misk kokularını satan insanın haline benzer. Sen onun yanına gittiğin zaman sana kokularından ikram eder; ikram etmese bile, onun yanında dura dura o kokular senin üzerine siner. Kötü arkadaş da deri tabaklayan insanın haline benzer. Onun yanına gittiğin zaman körüğünden sıçrayan kıvılcımlar senin üzerini yakar; yakmasa bile onun yanında dura dura o pis kokular senin üzerine siner.” Peygamberimiz (asm) bu ifadeleriyle insanın, içinde bulunduğu çevreden mutlaka, isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeyerek etkilendiğini ortaya koymaktadır. Duymadığımız ve görmediğimiz bir şey bizi etkilemez. Menfi ortamlardan uzak olan bir insan, elbette onların menfi tesirinden de uzak olacaktır. Müspet bir ortam içerisinde, elbette gördüğümüz ve işittiğimiz şeyler bizi müspet yönde etkileyecektir. TAHKİKÎ İMAN İmanın kuvvetlenmesi nefse galip gelmenin en mühim yoludur. Allah’a, öldükten sonra dirilmeye, cennet ve cehenneme adeta görüyormuş gibi inanan birisi, kolaylıkla nefsanî arzulardan kendini çeker. Buna en büyük delil Asr-ı Saadettir. Kuvvetli iman, cahiliye döneminde her türlü zulüm ve ahlaksızlığı yapan insanları, karıncaya bile basamayacak hale getirmişti. İman bize de aynı tesiri yapacak özelliklere sahiptir. İmanın kuvvetlenmesinin, tahkiki hale gelmesinin iki yolu vardır: Biri tefekkür, diğeri de ibadetlerdir. Bu zamanda imanı tahkiki hale getirmenin en kısa ve en kolay yolunu Risâle-i Nurlar ortaya koymuştur. Risâle-i Nurlar, tefekkür mesleğinde giderek, imanın bütün esaslarını kesin, kat’i delillerle ispat etmiştir. İBÂDETLER İmanî hükümleri kuvvetlendirerek meleke haline getiren, ancak ibadettir. Vicdanî ve aklî olan imanî hükümler Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Ubudiyetin noksaniyetiyle insandaki enaniyet kuvvet bulur. İbadetler sayesinde kalbe ve ruha manevî feyizler gelir. Bu feyizler akıl ve kalbi manen güçlendirerek, nefse galib gelmeye vesile olurlar. Bu konuda bazı ayet ve hadisler şöyledir: Namaz Bize manevî feyizlerin, Allah’ın yardımının gelmesinde en büyük vesile namaz ibadetidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Muhakkak ki namaz, çirkin işlerden ve kötülüklerden alıkoyar. Allah’ı zikretmek (namaz kılmak) elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut, 45) Peygamberimiz de şöyle der: “Beş vakit namazın misali, sizden birinin, evinin önünden akan ve içinde her gün beş defa yıkandığı bir nehir gibidir. (Nasıl beş defa yıkanınca insan üzerinde kir kalmazsa, 5 vakit namaz kılan insanda da manevî kirler kalmaz.)” (Müslim) Oruç Üstad Bedîüzzaman şöyle der: “Nefis Rabbisini tanımak istemiyor, firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, za’fını, fakrını gösterir. Kul olduğunu bildirir. Kur’ân Okuma “Muhakkak ki, demire su değdiğinde nasıl paslanıyorsa, şu kalpler de pas tutar.” “Ya Resulallah! Onun cilası nedir?” diye sordular. Cevaben “Ölümü çok zikretmek, hatırlamak ve çokça Kur’ân okumaktır” dedi. (Beyhaki, Şuabu İman) Zikir Üstad Bedîüzzaman şöyle der: “İ’lem eyyühe’l-aziz! Kelime-i Tevhidin tekrarla zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede putlaştırdığı sevgililerden yüzünü çevirmek içindir. Bununla beraber, zikreden şahısta bulunan manevî duyguların ayrı ayrı tevhidleri olduğuna işaret olduğu gibi, onların da onlara münasip putlarla olan alâkalarını kesmek içindir. İ’lem eyyühe’l-aziz! Tohum olacak bir çekirdeğin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşvünemâ bulamaz, ölür gider. Aynen öylede, ene ile tabir edilen enâniyetin kalbi, “Allah Allah” zikrinin hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve semâvat ve arzı yaradana isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde ene mahvolur. İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri “hafi/gizli zikir” sayesinde kalbin fethiyle ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezalik, Kadiriler de, “cehri/açıktan zikir” sayesinde tabiat tâgutlarını tar ü mâr etmişlerdir.” (Mesnevî-i Nûriye, Hubab) İstiğfar “Bakırın pası gibi kalplerin de pası vardır. Onun cilası ise istiğfardır.” (Beyhaki) “Kul, bir hata ettiği zaman kalbine (siyah) bir nokta konulur. Eğer o hatayı bırakır ve istiğfar ederse kalbi cilalanır (o siyah nokta silinir). Eğer günaha devam ederse noktalar artırılır. Hatta bu noktalar onun kalbini tamamen istila eder. Bu, Allahü Teala’nın kitabında zikrettiği “Ran” (pas)dır. (Onların kazandığı günahlar, kalplerinin üzerine pas olmuştur.” (Mutaffifin, 14) (Tirmizi, Nesei, İbn Mace, İbn Hibban, Hakim) RÂBITA-İ MEVT Üstad Bedîüzzaman şöyle der: “İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, râbıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevk eden, tûl-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir.” (21. Lem’a) Bu konuda bazı hadisler de şöyledir: “Lezzetleri kesip, tahrip edeni, (yani ölümü) çok zikrediniz.” (İbn Mace, Tirmizi)Kişiye vaiz olarak ölüm yeter. (Taberani ) Akıllı, zeki olan kişi nefsini hesaba çekip, ölümden sonrası için çalışan, amel eden kimsedir. Âciz ise, nefsinin hevasına tabi olup Allah’tan bir takım (boş) temennilerde bulunan kimsedir. (İbn Mace, Tirmizi) GÖZE HÂKİM OLMA Görmediğimiz işitmediğimiz bir şey bizi etkilemez. Kur’ân’ da şöyle buyrulur: (Resulüm!) Mümin erkeklere söyle: Gözlerini haramdan çeksinler ve ırzlarını korusunlar. Bu onlar için daha temizdir. Şüphe yok ki, Allah onların yaptıklarından haberdardır. (Nur, 30) “Bir kadının güzelliklerini görüp, sonra bakışlarını ondan çeviren hiçbir Müslüman yoktur ki, Allah (bundan dolayı) onun için kalbinde tatlılığını hissedeceği bir ibâdet (sevabı) yaratmış olmasın.” (Ahmed, Taberani) Kudsî bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “(Harama) bakma, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim benden korktuğundan dolayı onu terk ederse, o günahın yerini iman ile değiştiririm ki, onun tatlılığını kalbinde hisseder”. (Taberani, Hakim) Üstad Bedîüzzaman şöyle der: “Suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır: Nasıl ki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder. Öyle de ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine heves-perverâne bakmak, derinden derine hissiyât-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.” (25. Söz) LEZZET VE ELEM Zehirli bal yenildiği takdirde, insana başlangıçta lezzet verir, fakat daha sonra balın lezzeti gider, zehrin elemi insanı kıvrandırır. Üstad Bedîüzzaman günahlardaki lezzeti, zehirli bala benzetir. Ve bu asırda günahlarda tiryakî olmuş insanları günahlardan kurtarmanın tek çaresinin küfürde, günahlarda elem; İslâmiyet’te ve salih amellerde cennet lezzetleri olduğunu göstermekle ispat etmekle mümkün olacağını söyler. Risâlelerde çoklukla iman ve küfür arasında kıyaslamalar yapılır, imanın bu dünyada insana huzur vereceği, imanlı insanın âdeta manevî bir cennet içinde olacağı; küfürde ise bu dünyada elemler olduğu, kâfirin cehennem elemlerine benzer elemler içinde olacağı güçlü delillerle ortaya konulur. Ekseriyetle iman ve küfür arasında kıyaslamalar yapılırken; insanın musibetlere karşı âcizliği, ihtiyaç ve arzularına karşı fakir oluşu, dünyadaki zeval ve firaklar, ayrılıklar, insanın geçmiş ve gelecekle irtibatı, insanın yalnızlığı, ölüm ve ölüm korkusu gibi konular ele alınır. ŞEFKAT TOKATLARI Lem’alar Mecmuasının 10. Lem’ ası Şefkat Tokatlarından bahseder. Yani Kur’ân’a hizmette hata eden talebelerin başına ceza olarak belalar gelmiştir. Bu konuyu teyid eden bir ayet şöyledir: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin işlediği (günahlar) yüzündendir; bununla beraber, O birçoğunu da affeder.” (Şûrâ, 30) Ne zaman günah işlesek, bu günahımıza bir ceza olarak başımıza bir bela gelir. Bu yüzden Peygamberimiz, “Mümin erkek veya kadının cesedinde, malında veya çocuğunda -Allah’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar- bela eksik olmaz.” buyurmuştur. Başımıza bela gelmesini istemiyorsak, günahtan uzak durmak en selametli yoldur. CEZA Bir veli zikir çekmeden önce odun toplar, sonra zikre başlarmış. Kendisine tembellik geldiğinde de o odunlarla kendini dövermiş. Biz de nefsimizi ıslah için, günah işlediğimizde kendimize ceza verelim. Mesela “Eğer şöyle yaparsam 3 gün oruç tutacağım” diyelim. Yani hata ettiğimizde Allah bize ceza vermeden biz nefsimize ceza verelim. İKNA ve KÖR, SAĞIR ŞAHIS Üstad Bedîüzzaman nefsin hakikî ve mecazî olduğunu, hakikî nefsin çalışmayla ıslah olabileceğini, fakat mecazî nefsin ömrün sonuna kadar devam edeceğini söyler. Bu nefis âdeta kör ve sağır bir insan gibidir. Kör ve sağır bir insana bir şey anlatmanız, ikna etmeniz mümkün olmadığı gibi, bu nevi nefsi de ikna etmek mümkün değildir. Bu nefse karşı insanın yapacağı tek şey, onun sözlerine kulak asmamaktır.Geçmiş zamanda tekkelerin yaptığı nefis terbiyesini, bu zamanda Risâle-i Nurlar deruhte etmişler ve insanların nefislerini terbiye etmişlerdir. Hatta hapishanelerdeki katiller bile ondan ders almışlar, tahtakurularını bile öldüremeyecek hale gelmişlerdir. Üstad Bedîüzzaman, “Risâle-i Nur ve bilhassa İhlâs Risâleleri, o iki nefsin bütün hilelerini izale ve onların açtığı yaraları tedavi ettiğini” Allah’a şükrederek beyan eder. Nefsini gerçekten ıslah etmek isteyen için Risâleler, en büyük mürşid durumundadırlar. Allah bizi bu mürşidden azamî derecede istifade eden kullarından eylesin. Âmîn.

Bir asrı aşkın zaman, bundan tam 103 yıl önce yine bir Aralık ayında, 40 gün süren savaşlar sonunda 9 Aralık 1917’de Kudüs düşmüştü. Yafa Kapısında; İngiliz, Fransız, İtalyan, İskoç, İrlanda, Galler, Avustralya, Yeni Zelanda onur kıtaları karşılaması eşliğinde İngiliz General Allenby 11 Aralık 1917’de Kudüs’e girmiştir. Efendimizin (asm) “Şu üç mescit için yolculuk yapılır…” olarak buyurduğu mescitlerden birisinin, El-Aksa’nın yer aldığı Kudüs’ün kaybı şüphesiz ki İslam Dünyasının ahvaline ilişkin çok anlamlar, çok sonuçlar içermektedir. Sonraki 103 yıl boyunca, İslam dünyasının savruluşu, kavruluşu, acısı, sancısı, Doğu Türkistan’dan Karabağ’a – Bosna Hersek’ten Çeçenistan’a – Irak’tan Kırım’a muhtelif zamanlarda mekânlarda devam etti. İslam dünyasının her köşesi külli bir savruluşun bir parçası oldu. İslam Dünyası içerisinde her köşe kendi yerel mücadelesini, mücahedesini yaşadı. İslam Dünyası; ne doğu Türkistan, ne Karabağ, ne Kırım, ne Eritre, ne Çeçenistan, ne Arakan, ne Doğu Türkistan, ne Irak, ne Suriye, ne Kuzey Kıbrıs, ne Yemen ne de başka bir yerin yaşadığı sorunlarda bir araya gelme iradesini gösterememiştir. Parçalanma ve savruluşlar arasında, aynı İslam Dünyasının ittihad arayışları, birlik arzuları da bir mefkûreye dönüştü. Ancak idealize olan ittihad çağrılarının realize olabileceği bir zemin iradesi de ortaya konulamadı. ................................................. Tarihler 21 Ağustos 1969’u gösterdiğinde Mescid-i Aksa’nın yakılması girişimi, İslam Dünyasında, son yüzyıl içerisinde bir örneği daha görülmeyen bir reflekse neden oldu. Suudi Arabistan ve Fas’ın girişimleriyle bütün İslam ülkeleri toplantıya çağrıldı. Fas Kralı II. Hasan, bütün İslam ülkeleri liderlerine şu ifadelerin yer aldığı bir mektup gönderdi. “İnandığımız İslam birliği anlayışına ve bütün dünyadaki Müslümanların, özellikle el-Aksa Mescidi’ne karşı girişilen çirkin suikast üzerine, devlet veya hükümet başkanlarının toplanma yolundaki isteklerini dikkate alarak 8-9 Eylül 1969 tarihinde Rabat’ta bir araya gelen İran, Malezya, Nijer, Pakistan, Suudi Arabistan, Somali ve Fas temsilcilerinin oluşturduğu hazırlık komisyonunun raporu doğrultusunda, sizi 22-24 Eylül 1969 tarihlerinde, krallığımızın başkenti Rabat’ta, el-Aksa Mescidi’nin uğradığı felaketi görüşmek ve Kudüs şehri sorunundaki tutumlarımızı birleştirmek için yapılacak İslam zirvesi toplantısına katılmaya davet ediyorum. İslâm zirve toplantısına katılmanıza büyük bir önem veriyoruz. Toplantıya katılmanızın, konferansın hedeflerinin gerçekleştirilmesine katkıda bulunacağına eminiz.” Bu ifadeler ve çağrılar, İslam Dünyasının yüzyılı aşkındır aradığı, arzuladığı birliğe dair her şeyi özetle içermektedir. Mektupta belirtilen tarihte Mektubun ulaştığı her ülkenin temsilcisi toplantıda yerini almıştır. …ve “İslam Konferansı Örgütü” kurulmuştur. Sonraki yıllar boyunca bağımsızlığını elde eden her İslam ülkesi İKÖ’nün çatısına dahil olmuştur. O günden bugüne İKÖ’nün hemen her toplantısında Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın kutsallığı, önemi, Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın özgürlüğü mücadelesinde yapılması gerekenler, yapılmaması gerekenler, çağrılar, arzular, tepkiler sürekli dile getirilmiştir. Son 103 senedir İslam dünyasını bir araya getirebilen yegâne faktör, Kudüs ve Mescid-i Aksa olmuştur. Kudüs meselesinden başka hiçbir mesele, İslam dünyasını -en azından toplanmak üzere dahi olsa- harekete geçmeye, İslam Birliğini dile getirmeye, sürekli kendi aralarında gündem etmeye başka hiçbir mesele vesile olamamıştır. İslam Dünyasının kendi içerisinde bütün mezhebi farklılıklar ve muhtelif sorunlar devam ederken, Mescid-i Aksa ve Kudüs mevzubahis olduğundan, en azından ortak bir açıklama yapabilmek mümkün olabilmiştir. 2017 yılında ABD’nin Kudüs’ün statüsü ile ilgili aldığı karar üzerine Birleşmiş Milletlerde yapılan oylamada da bütün İslam ülkeleri yine ortak bir irade gösterebilmişlerdir. ................................................. İslam Dünyasının oluşturduğu bu yegâne bir araya geliş zemininde ilk kayma, 1979’da Mısır’ın İsrail ile imzaladığı Camp David anlaşması ile olmuştur. Mısır’ın İsrail ile olan ilişkilerinin normalleşmesi olarak nitelendirilen sürecin başlaması olmuştur. Mısır bu anlaşma sonrasında hem Arap dünyasının hem İslam Dünyasından tepki ile karşılaşmıştır. Hatta Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ihanet ile suçlanmıştır. 17 ülke ve onlarca kuruluş Sedat’ın yargılanmasını talep etmiş, Irak’ın başkenti Bağdat’ta kurulan mahkemede gıyabında yargılanmıştır. İslam Dünyasının önemli ve büyük bir ülkesi Mısır’ın bu zeminden kopuşu önemli bir kayıp olmuştur. ................................................. Bugün bir kere daha birden fazla ülke İsrail ile “normalleşme” olarak nitelendirilen anlaşmalar ve süreçler içerisine girmiştir. Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn, “normalleşme” olarak nitelendirilen anlaşmalara imza atmışlardır. ABD eski Başkanı Trump’ın açıklamasına göre, “normalleşme” adımları atmak için sırada olan 5 ülke daha bulunmaktadır. Üstelik bu ülkeler bu anlaşmaları yaparken anlaşmalara tepki gösteren Filistin ve Filistin halkını da suçlayıcı açıklamalar yapmaktadırlar. Nuri Pakdil’in “Kalbimin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır” ifadeleriyle tasvir ettiği tabloda; Suudi Arabistan’ın “normalleşme” adımlarına yaklaşımı, desteği İslam Dünyasının kendisine izahta zorlandığı, anlam veremediği hususların başında gelmektedir. İKÖ’nün kurulması ve toplanması için 1969’da öncülük eden Suudi Arabistan’ın bugün attığı adımlar, İKÖ’nün kuruluş zeminini kaydırmaya, ruhunu almaya matuf adımlardır. ................................................. Bu “normalleşme” olarak nitelendirilen ve devamının geleceği iddia edilen anlaşmalar, 103 yıl içerisinde, İslam Dünyasını bir araya getiren yegâne unsurun da İslam Dünyasının zemininden çekilip alınması, İslam Dünyasının bir kere daha savrulması anlamına gelmektedir. İslam Dünyası kendisini bir araya getiren ve söylem düzeyinde dahi olsa üzerinde uzlaşabildiği Kudüs meselesi zeminini yitirdiğinde bir daha hangi zeminde, hangi meselede ve ne zaman bir araya gelebilme imkânı kazanabilecektir. Kudüs meselesinde mücadele azmini, iradesini ve idaresini kaybederse, İslam dünyasının başka hangi meselesinde kolektif bir muvaffakiyet elde edebilecektir. “En azından” Kudüs meselesini dahi artık dert etmeyen bir İslam Dünyası, bundan sonra hangi başka bir meseleyi dert edebilme hissiyatına sahip olabilecektir. Kudüs Meselesi ile İKÖ/İİT çatısı altında bir araya getirebildiği koskoca bir Alem-i İslam’ı bir daha hangi gerekçe ile hangi saik ile bir çatı altında toplayabilecektir. Akif İnan’ın dizelerinde dile getirdiği “Gözlerim yollarda bekler dururum / Nerde kardeşlerim diyordu bir ses/ İlk Kıblesi benim ulu Nebi’nin/ Unuttu mu bunu acaba herkes” sitemine ve sesine kulak tıkarsa, Mescid-i Aksa’nın bekleyişine kayıtsız kalırsa, bundan sonra Alem-i İslam’da herhangi bir zamanda, herhangi başka kimin bekleyişinin, herhangi kimin sesinin bir karşılığı olabilecektir. Efendimizin (asm) “Şu üç mescit için yolculuk yapılır…” olarak buyurduğu bir mescidin yolunda olmaktan yüz çevirirse bir daha hangi meselenin yolunda olabilecektir. Yüzyılı aşkındır ilmek ilmek, bin bir zahmetle örmeye çalıştığı İttihad-ı İslam mefkûresinin tek somut adımı olan Kudüs meselesinde geri adım atılırsa, Alem-i İslam geleceğe dair hangi umudu besleyebilecektir. Heeeyy Efendiler…. Kudüs İttihad-ı İslam’ın Ruhudur “Anormalleşmeyin”

Hz. İbrahim (as), kerim kitabımız Kur’an’da adı en çok zikredilen büyük peygamberlerdendir. Her peygamberin geçtiği çileli yıllardan ve yollardan geçmiş, ilahi vazifeyi hakkıyla yerine getirmiştir. Kendi elleriyle yonttuklarına tapanlara karşı -nebevi bir duruşla- vahyi son nefesine kadar insanlara tebliğ etmiştir. İslam tarihine ait kaynaklardan nakledildiğine göre Nemrut’un hükümran olduğu yıllarda kâhinler, o sene doğacak bir çocuğun Nemrut’un saltanatını yerle bir edeceğini haber verir. Böylece büyük bir zulmün fitili ateşlenir. Nemrut, doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emreder. Hz. İbrahim’in (as) annesi de zulümden kaçarak bir mağaraya sığınır ve kutlu peygamberi, o mağarada dünyaya getirir. Hz. İbrahim (as), çok kısa sürede mucizevi bir gelişme göstererek bedenen ve fikren tekâmül eder. Etrafında olup bitenlere nazar ederek yaptığı tefekkür bütün akıl sahipleri için önemli bir bakış açısını ortaya koymaktadır. Bu İbrahimî tefekkür, En’am suresinde (76-78) şöyle bildirilmektedir: Derken (İbrahim,) üzerini gece (karanlığı) kaplayınca bir yıldız gördü (ve kavmine): “Bu rabbimdir (öyle mi?)” dedi. Fakat (bir süre sonra o yıldız) batınca: “Ben batanları sevmem!” dedi. Daha sonra (gecenin bir vaktinde,) doğmakta olan ay’ı görünce: “Bu rabbimdir (öyle mi?)” dedi. Sonra (o da) batınca: “Yemin olsun ki, eğer Rabbim beni hidayete erdirmezse, mutlaka dalâlete düşen kimseler topluluğundan olurum!” dedi. Nihâyet doğmakta olan güneşi görünce: “Bu rabbimdir; (öyle mi?) bu daha büyüktür!” dedi. Fakat (o da) batınca: “Ey kavmim! (Bilin ki) doğrusu ben, (sizin Allah’a) ortak koşmakta olduğunuz şeylerden uzağım!” dedi. İlahi kelam, Hz. İbrahim’in (as) diliyle bütün çağlara aynı mesajı ilan etmektedir: “Batanlar fanidir ve hakiki sevilmeye layık değildir!” Fani olan şu dünyada, dünyaya dair her şey fena bularak elimizden kayıp gidiyor. Bel bağladığımız şeyler ayrılığıyla bizi hüzne sevk ediyor. Dünya; fani olduğunu her gün, her mevsim, her yıl bıkmadan usanmadan hatırlatıyor bizlere. Biz düşünen insanlara… Pek çok mütefekkir fani olanlara gereğinden fazla kıymet vermemenin lüzumunu eserlerinde dile getirmiş. Yusuf Has Hacip Kutadgu Bilig’de dünyanın faniliğini genişçe ele almıştır. Dünyayı bataklığa, tarlaya, odaya, gölgeye, dikenliğe benzetmiş; dünyanın insana gerçek mutluluğu asla vermeyeceğini vurgulamıştır. Hazret-i Mevlana da Mesnevi’de, tek gayesi dünya olan insanı aptal bir kuş avcısına benzetir. Bu avcı, kuş yerine onun gölgesinin peşinden koşmakta, sadağındaki okları bir bir bu gölgeye atmaktadır. Sermayesi olan oklar bittiğinde elinde hüzünden başka bir şey de kalmayacaktır. Aziz Mahmud Hüdai ise bu hakikati bir şiirinde şöyle dile getirir: “Yalancı dünyaya aldanma ya hû Bu dernek dağılır divan eğlenmez İki kapılı bir viranedir bu Bunda konan mihman göçer eğlenmez” Üstad Bediüzzaman (ra) da bütün fanilerin içinde kopan çığlıklara şu hakikatli sözlerle tercüman olmuştur: “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim; Gayr istemem. İsterim; fakat bir yâr-ı bâki isterim...” Üstad Hazretleri, “Şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar, çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.” sözüyle de dünyanın hakikatinin ne olduğunu tam manasıyla tespit etmiştir. Yine Risale-i Nur’da dünyanın üç yüzü bulunduğu ortaya konmuş bunlardan ilk iki yüzünün sevilmeye layık olduğu vurgulanmıştır: “Biri, Cenâb-ı Hakk’ ın esmasının âyineleridir. Diğeri, âhirete bakar; âhiret tarlasıdır. Diğeri, fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan ehl-i dalâletin dünyasıdır.” Her geçen yılı buruşturup bir kenara atan ve gelen yılı çılgın eğlencelerle kutlayan seküler dünya ve o dünyanın müntesibi olan dalalet ehli, bütün umutları her gelen yıla bağlayarak insanları motive etme yolunu tercih ediyor. Gaye-i hayal olarak sadece dünyayı hedef gösteriyor. Ancak görüyoruz ki o dünya da dalgalı bir deniz gibi durulmuyor ve insana gerçek mutluluğu vermiyor. Geçen sene bu zamanlar alkışlarla karşılanan 2020 yılı bütün insanlığa çok farklı tecrübeler yaşattı. Salgın hastalıklar, seller, depremler, savaşlar dünyanın aslında ne kadar “mekkar” olduğunu, eğlenmek için çok da uygun bir yer olmadığını, her ne kadar toprağa bassak da ayaklarımızın sabit olmadığını gösterdi bizlere. Demirden, çelikten olmadığımızı; etten ve kemikten yaratıldığımızı bize hatırlattı. Öyleyse şimdi bu yeni miladi yılın eşiği, başımızı ellerimizin arasına alıp tefekkür etmenin ve yeni bir “Z Raporu” çıkarıp kâr-zarar dengesini değerlendirmenin zamanıdır. Tek ve gerçek sermayemiz olan sâlih amellerle ilgili stratejik planlar yapıp faaliyet takvimi oluşturmanın ve bu planları icraata geçirmenin tam vaktidir.

سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ وَبِحَمْدِكَ * وَتَبَارَكَ اسْمُكَ * وَتَعَالَى جَدُّكَ * وَلاَ إِلَهَ غَيْرُكَ Meali: “Ey Allah’ım, seni tesbih ederim, Ve sana hamd ederim. Senin ismin mübarektir. Varlığın (saltanatın, zenginliğin, gücün-kudretin) her şeyden üstündür. Senden başka ilâh yoktur.” SÜBHANEKE DUASI İLE İLGİLİ HADİS-İ ŞERİFLER Hz. Aişe (ra)’den şöyle rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber (asm) namaza başladığı zaman “Sübhanekellahümme ve bihamdike ve tebarekesmüke ve teala ceddüke vela ilâhe gayruk.” derdi.” (Ebu Davud) Dolayısıyla, Hanefi ve Hanbelilere göre “Sübhaneke” duasını okumak sünnettir. Namazın başında okunan “Sübhâneke” duası ile ilgili sahih hadislerde “ve celle senâüke” lafzı yer almamaktadır (Ebû Dâvûd, Salât, 124). Bundan dolayı namazlarda bu cümle okunmaz (Merğînânî, el-Hidâye, I, 315). Cenaze namazı ise, ölüye dua olduğu için, başka duaların da yapılması mümkün olduğu gibi, “Sübhaneke” duasına “Allah’ım senin şanın yücedir.” anlamındaki “ve-celle senâuke” ifadesi de eklenebilir (Tahtâvî, Hâşiye, s. 58). Kelimelerin Derinliği ve Anlam Genişliği Sübhaneke duasına geçmeden önce şunu ifade etmiş olalım: İnsan; kelimelerle düşünür, kelimelerle hayal kurar, kelimelerle tefekkür eder, konuşur, yazar… Bazı kelimelerin anlamları sınırlıdır. Bu kalem dediğimizde, işaret ettiğimiz kalemi ifade eder. Kalem dediğimizde ise bütün kalemleri içine alır ama yine de anlamı kalem sayısınca sınırı vardır. Rabbimizin her ismi, her sıfatı sonsuz olduğu için onu tavsif eden kelimeler de o nispette geniştir. Kâinat bu kelimelerin içine konsa daha yok mu derler. Hatta on, hatta yüz, hatta binler kâinat olsa yine içine alabilirler. İşte sübhanellah, elhamdülillah, Allahüekber, Lailahe illallah kelimeleri de böyledir. Buna işareten Sevgili Peygamberimiz (sav), “Terazinin bir kefesine kâinatı, diğer kefesine “Lailahe illallah”ı koysanız “Lailahe illallah” ağır basar.” buyurmuştur. (Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, III, 116) Bizler bu kelimelerin içini ihlasla, ilimle doldurduğumuz nispette sevap kazanırız. Bu ise ilimde derinleşmek ve tefekkürü artırmakla mümkündür. Onun içindir ki dinimiz, ilme ve tefekküre ayrı bir kıymet vermiştir. Şimdi “Sübhaneke” duasının birkaç kelimesini bu nazarla ele almaya gayret edelim. Üç Kelimenin Kısa Açıklaması Kâinatta, zerrelerden kürelere kadar bütün mahlûkatın 3 temel hususiyeti vardır: Birincisi: Her bir varlık, Rabbimizin rububiyyetine mutlak itaat eder. Rabbimizin öyle bir rububiyyeti vardır ki atomlardan yıldızlara kadar her bir varlık onun kabza-i tasarrufundadır. Kâinatta ne kadar atom vardır? İnsan vücudunda ortalama 100 trilyon hücre olduğu, her bir hücrede ise 100 trilyon atomun bulunduğu bilinmektedir. Kâinatta ne kadar yıldız vardır? Denizlerin kumlarından daha fazla. Peki, kâinatta, dünya bir toz parçası bile değilken bütün kâinatın atom sayısı ne kadardır? İnsan bir iğnenin ucundaki atomları ömrü boyunca sayamazken kâinatın atomlarını Allah’tan başka kim bilebilir? Her bir atomun her an ne vazife yapacağını tayin edip o vazifede istihdam eden bir rububiyyet; her biri dünyamızdan milyonlarca kat büyük olup denizlerin kumlarından daha fazla yıldızları sevk ve idare eden bir rububiyyet nasıl bir ihtişama sahiptir? Bediüzzaman Üstadımız buna “saltanat-ı rububiyyet” veya “haşmet-i rububiyyet” der. Yani Cenab-ı Hakk’ın; ortağı olmayan, yardımcı istemeyen, ezelden ebede her şeyi ihata etmiş eşsiz bir saltanat-ı rububiyyeti vardır. Âlemlerin Rabbi, her varlığa bir kemal noktası tayin edip o kemal noktasına doğru onları koşturur. İradesiz varlıklar zerre miktar bu terbiyenin dışına çık(a)mazlar. İşte bunu temaşa eden ve Allah’ ın saltanat-ı uzma derecesindeki rububiyyetini ve ihtişamını tefekkür eden; diğer taraftan kendi zaafını ve mahlûkatın aczini gören kul, hayret ve istihsan içinde Allahü Ekber diyerek namazına başlar. İkincisi: Her bir varlık bedii (eşsiz), ve son derece sanatlı yaratılmıştır. Varlıklarda kusursuz bir sanat hâkimdir. Mesela, bir damla sudan göz, kulak, beyin, kalp gibi acayip derecede harika organların yaratılması ve bir fabrikadan daha mükemmel bir şekilde çalışmaları kusursuz bir sanat değil de nedir? İşte kâinattaki bu kusursuz sanat; kusursuz, şeriksiz bir Sani-i zül-celal tarafından icra edilir. Kul buna mukabil namazda سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ Sübhaneke Allahümme der. Yani “Ey Allah’ım senin zatın, sıfatların, isimlerin ve fiillerin her türlü noksanlıktan, kusurdan ve şerikten münezzehtir; paktır, arıdır, mukaddestir.” demektir. Sübhanekenin de üç manası 9. Sözde şöyle ifade edilmiştir: Allah, bütün noksanlıklardan pak ve müberradır, Allah, ehl-i dalâletin efkâr-ı batılasından münezzeh ve muallâdır, Allah, kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarradır. Kul sübhanekallah ile rububiyyetin kudsiyetini, paklığını böyle ilân eder. Üçüncüsü: Kâinattaki her varlık aynı zamanda bir nimettir. Kâinattaki her bir varlık muhteşem bir sanat eseri olduğu gibi aynı zamanda (yaratılış hikmeti gereği) her varlığın faydası ve nimet olma tarafı da vardır. Yediğimiz meyve sebzelerin, içtiğimiz suyun, soluduğumuz havanın ne denli büyük nimetler olduğunu bilmeyen yok. Dağ meyvesi acıdır ama şifadır. Vahşi hayvanların bile fıtri vazifeleri vardır. Dağların, ırmakların, denizlerin, yıldızların ne kadar çok faydaları olduğu ciltler dolusu kitaplarla izah edilmiştir. Güneş yeryüzünü aydınlatan bir lamba, ısıtan bir sobadır ve hakeza her bir atom, her bir varlık bir nimettir. Her bir nimeti algılayabilecek cihazlar da insana verilmiştir. Kimisini tadarak, kimisini duyarak, görerek veya akılla idrak ederek algılayabiliriz. Kâinattaki bütün nimetleri bu şekilde idrak eden mümin ona da وَبِحَمْدِكَ Vebihamdike (ve sana hamd ederim) ile mukabele eder. Kâinatın zerreleri adedince sevap alabilir. Sevgili peygamberimizin bu minvaldeki hadis-i şerifleriyle mevzuyu bağlamış olalım: Ebu Hureyre (ra)’den rivayete göre, Resulullah (sav) buyurdular ki: “Kim, sübhanellahi ve-bihamdihi (Allah’ı hamdiyle tesbih ederim.)” derse denizin köpükleri kadar bile günahı olsa bağışlanır.” (Buhârî, Deavat: 27; Müslim, Zikr: 17) Peygamberimiz (sav)’e soruldu, hangi söz daha faziletlidir? Peygamberimiz (sav) buyurdu: “Allah Tealâ’nın melekleri için yahut kulları için seçtiği şu sözdür: Sübhânellâhi ve bihamdihî” (Allah’a hamd ederek onu noksanlıklardan tenzih ederim). (Müslim, Mesacid, 17) Ebu Hureyre (ra)’den: Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu: “İki söz vardır ki onlar dile hafiftirler, terazide ağırdırlar; Rahman olan Allah’a sevimlidirler, bunlar: Sübhânellâhi ve bihamidihî, Sübhânellâhil’ azîm. (“Allah’a hamd ederek O’nu noksanlıklardan tenzih ederim, Yüce Allah’ı tenzih ederim.”) (Buhari, Kitâbu’d-Daavât, 65) Ancak kul, hamd ve tesbih ederken kâinatın bütün zerrelerini, bütün varlıkları niyet ederse; o niyet ve tefekkür nispetinde sevap kazanabilir. İşte iki misal: Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Namaza duran iki kişi görürsünüz, rükûları ve secdeleri aynıdır; ama ikisinin namazı arasında yerle gök kadar fark vardır.” (Tenbihü’l-Gafilin, s. 710, İhya-u Ulumiddin, 2/498) Bu itibarladır ki bir namazında sübhanerabbiye’l-a’la kelimesine vâkıf olan Bediuzzaman Hazretleri, “Keşke bir tek namaza bu kelime gibi muvaffak olsa idim, bir sene ibadetten daha iyi idi” demiştir. Rabbim bu idrakle namaz kılmayı, evrad ve ezkarda bulunmayı nasip eylesin. Âmin.

İnsanı merak tahrik ettiği gibi, merakı da korku, muhabbet ve ihtiyaç harekete geçirir. Bediüzzaman Said Nursi Mucizat-ı Ahmediye (asv) eserinin Onuncu Reşha’sında “merak” konusuna dikkat çekiyor. İnsanı medeniyet üretme derecesine yükselten bu duygunun, varoluş gerçeğinden beslendiğinde korku ve ümitsizliği ortadan kaldırdığını vurguluyor. Bu duyguya kıymet kazandıran hakikati ise, insanlara ancak bir peygamberin gerçek mahiyeti ile haber verilebileceğini, eğer peygamber olmazsa bu merak duygusunun insanı korkuya ve ümitsizliğe sevk edeceğini, istikbal karanlığının ancak peygamberlerin ortaya koyduğu hakikatlerle aydınlanabileceğini belirtiyor. Bu hakikati en parlak bir şekilde ortaya koyan o nurani zincirin en önemli ise Hz. Muhammed (sav) olduğunu ifade ediyor. Biz de bu yazımızda mezkûr risaleden anladığımız manayı ifade etmeye çalıştık. Rabbim istifademizi ziyade etsin… İşte, bak: Ne kadar merak-âver, ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakaikı gösterir ve mesâili ispat eder. Bilirsin ki, en ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hatta, eğer sana denilse, “Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek”; merakın varsa, vereceksin. Burada üzerinde durulan en önemli kavram, meraktır. İnsanı merak tahrik ettiği gibi, merakı da korku, muhabbet ve ihtiyaç harekete geçirir. Nitekim üstad “Arkadaş! O zât-ı mürşid, nev-i beşeri korkutmak için pek müthiş hakikatlerden bahsediyor. Ve insanları tebşir için, kalbleri cezb ve akılları celb eden meselelerden haber veriyor” ifadesiyle, korku ve müjdenin yani muhabbetin insanların merakını cezp eden iki nokta olduğunu vurguluyor. İnsanlık tarihi incelendiğinde de insanların eserlerinin altında yatan temel dinamizmin korku, muhabbet ve bunların tetiklediği merak duygusu olduğu görülür. Geçmiş, gelecek ve hazır zamanın muhabbet, korku ve ümitleri insanı besleyen ve tetikleyen temel kaynaklardır. Nitekim varlık felsefesinin temel sorusu olan, “Necisin? Nereden geliyorsun? ve Nereye gidiyorsun? Bu soruların cevabını kimden ve nereden bulabilirim?” sorularının temel kaynağı, meraktır. Halbuki, şu zat öyle bir Sultanın ahbârını söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervane etrafında döner. O Arz olan o pervane ise, bir lâmba etrafında pervaz eder. Ve o Güneş olan lâmba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhanesinde, binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır. Bu paragrafta üstat; merak edilen üç temel soruya kimin, nasıl cevap verdiğini söylüyor. Cevap veren o zat Hz. Peygamber’dir (sav). O Resulün kimin haberini getirdiğini Kur’ani kavramlarla tasvir ediyor. Dünyada icraatlarıyla şöhret olan sultanların, devlet başkanlarının ya da insanlar arasında şöhret kazanmış kimselerin vereceği mesajları merakla takibe alanlara asıl merak etmeleri gereken zatın kim olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyup merak uyandırıyor. Hem öyle acaip bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâptan haber veriyor ki, binler küre-i arz bomba olsa, patlasalar, o kadar acip olmaz. Bak, onun lisanında اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 1 اِذَا السَّمَۤٓاءُ انْفَطَرَتْ 2 اِذَا زُلْزِلَتِ الْاَرْضُ زِلْزَالَهَاۙ 3 gibi sûreleri işit. Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki, şu dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre serap hükmündedir. Burada ise insanların en çok merak ettiği istikbalden haber veriyor. Üst paragrafta her şeye hükmeden zatı tasvir ettikten sonra, öyle bir zatın kıyameti getireceğini ihbar ediyor. Yani dünyevi istikbalin nihayet hududunu gösteriyor. Deprem, zelzele, tufan, tabiat olaylarının en dehşetlisi olan kıyametten haber vererek hem mülkün sahibinin azametini, hem de kaçınılmaz sona karşı insanın aczini gözler önüne seriyor. Bununla beraber acze düşen insana ebedi âlemin varlığını ihtar ederek gerçek istikbalin orası olduğunu, korku ve muhabbetin orası için tevcih edilmesi gerektiğini vurguluyor. Fani dünya istikbalinin baki âleme nispeten merak edilmeye bile değer olmadığını beliğ bir şekilde beyan ediyor. Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zâilin bir şems-i sermede nisbeti gibidir. Son paragrafta ise saadeti ebediye üzerinde duruyor. Çünkü insanların dünyadaki uğraşışının en büyük sebebi huzur, mutluluk ve saadeti yakalamaktır. Hâlbuki dünyada zahmetsiz bir rahmeti, külfetsiz bir saadeti bulmak mümkün değildir. Oysa dünya saadet diyarı olsun diye değil, müsabaka meydanı olsun diye ilahi akıl tarafından tasarlanmıştır. Yani buz hokeyi için hazırlanan bir salonda futbol maçı oynamaya kalkmak kayıp düşmeye, kafayı gözü kırmaya sebep olur. Aynen öylede dünyanın ve insanın varlık sebebini idrak etmeden dünyada saadet aramak çölde serap görmeye benzer. İşte bu paragraf ile insanın arayışına hakikatli bir cevap veriyor. Dünyanın bütün saadeti, yanıp sönen şimşek gibidir. Oysa cennet hayatı güneş gibi bakidir. Orası ebedi saadet karargâhıdır müjdesi ile metni bitiriyor. Genel olarak bakacak olursak; metinde insana yüklenen potansiyel mekanizmalardan merak duygusuna vurgu yapılmış. Bu duygunun tetikleyicisi olan korku ve ümit teması üzerinden tasvirlerle istikbal kavramı zihinlerde canlandırılmış. Böylece asıl merak edilmesi gereken konu ortaya konmuş. Bu konuya insanlık tarihinde en gerçekçi cevabın Peygamberler ve Peygamberimiz (sav) tarafından verildiği açıklanmıştır. Kaynaklar: 1- “Güneş dürülüp toplandığında.” (Tekvir Sûresi, 1)2- “Gök yarıldığı zaman.” (İnfitar Sûresi, 1)3- “Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır.” (Zilzâl Sûresi, 1)

Istılah olarak Peygamber Efendimizin (s.a.v) sünnetine ve ashab-ı kiram, tabiin, tebe-i tabiin olan cemaate uyanlara ehl-i sünnet ve cemaat denir. İslamiyet’in ilk yıllarında Peygamber Efendimizin (sav) yaptığı sohbetlerin bereketiyle ümmetin fertlerinin akideleri pak ve nezihdi. Şüphe duydukları meseleleri Resulullah Efendimize (sav), daha sonraları da Hulefa-yı Raşidin ve diğer sahabenin büyüklerine danışırlardı. Aradan uzun zaman geçip Efendimizin (sav) huzurunda bulunan insanlar azaldığından, O’nun (sav) lahuti nurundan, feyzinden uzaklaşıldı. Ümmet içinde itikadi noktada ciddi fikir ayrılıkları, fasit anlatımlar başladı. Bu gidişata dur diyebilmek ve bidat ehline engel olabilmek için Ehl-i Sünnet Ve’l-cemaat tevhid ilmine dair eserler yazmaya başladı. Böylece Kelam ilmi ortaya çıkmış ve ilimlerin efendisi olmuştur. Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat kimdir? Istılah olarak Peygamber Efendimizin (s.a.v) sünnetine ve ashab-ı kiram, tabiin, tebe-i tabiin olan cemaate uyanlara ehl-i sünnet ve cemaat denir. Ümmetin ayrılığa düşmesi hakkındaki mütevatir hadis-i şerifi hatırlayalım. “İsrail oğullarının başına gelen şey, ümmetimin de başına gelecektir. İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldı; ümmetim de onlardan bir fazlasıyla yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır ve biri dışında diğerleri cehenneme gidecektir. Dediler ki: Ey Allah’ın Resulü! Ateşten kurtulacak bu fırka hangisidir? O, benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu fırkadır, buyurdu” “Abdulkahir der ki: Ümmet’in bölünmesi ile ilgili hadisin birçok isnadı vardır.” (Tirmizi, 2\107 İbni Mace, 2\1321-1322, Ebu Davud, 4\197) 73 fırka hadisinde bahsedilen ayrılıklar adl, tevhid, kader, istitaat (yapabilme gücü), rü’yet, Allah’ın sıfatları, adalet ve zulüm, peygamberliğin şartları gibi itikadi konulardır. Yoksa bu hadis, fıkıh âlimlerinin teferruata ait ayrılıklarına işaret etmemektedir. Abdulkadir el-Bağdadi ehl-i sünneti şöyle tarif eder. 1) Ehli bidatın hatalarına düşmeyen kelam alimleri, 2) Dört mezhep imamları, Servi, Evzağ, Davud ez Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları, 3) Muhaddisler, 4) Ehl-i bidate meyletmeyen sarf, nahv, lügat ve edebiyat alimleri, 5) Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler, 6) Şeriate bağlı tasavvuf ehli, 7) Ehl-i Sünnet yolunda olan Müslüman mücahidler, 8) Ehl- Sünnet inancını hâkim olduğu memleket ahalisi Ehl-i sünnet İslam toplumunun ekseriyetini teşkil etmektedir. Ehl-i sünnetin haricinde Mutezile, Cebriye, Rafiziye, hariciler, muattala, müşebbihe gibi birçok ehl-i bida gruplar olmuştur. Bazı âlimler yetmiş ikiden muradın çokluk ifade ettiğini belirtiler. Çünkü ehl-i bida, ehl-i hevadır. Beşeri heva da, fertten ferte değişebildiği için, fırkaları çoktur. İhtilaf ve Tefrika Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’de şu ikazları yapmaktadır. “Topluca Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve parçalanmayın.” (Al-i İmran-103) “Muhakkak ki dinlerini parçalayıp fırka fırka olanlar yok mu (sen) hiçbir hususta onlardan değilsin! Onların işi ancak Allah’a aiddir; sonra (O) ne yapmakta olduklarını (tek tek) kendilerine haber verecektir.” (En’am-159) Yukarıdaki ayette geçen dini parça parça etmek, dinin itikadi özünü bozmak anlamına gelir. Tefrika lügatte nifak, ayrılık, bozuşma, fırka fırka olmak manalarındadır. Ebu Hureyre (ra) bu ayet hakkında: “Onlar yani dinlerini parçalayıp fırkalara ayrılanlar, bu ümmet içinde çıkan ehl-i dalalet fırkalardır” demiştir. (Celaleyn Şerhi, s. 475) Tefrika çoğu kez yakın manalarda kullanılan ve bazen karıştırılan ihtilaf kelimesinden ayrılır. İhtilaf, aynı ilke ve gayeleri paylaşan insanların, sadece izledikleri yol itibariyle birbirinden ayrıldığını gösterir. Müslümanlar arasında ihtilafa yol açan meseler, karşılıklı düşmanlık ve nefrete yol açmayıp, kötü niyetle tahribe sebeb olmuyorsa, bu çeşit ihtilaflar hoş karşılanabilir. Hatta “Ümmetimin ihtilafı rahmettir.” (Kenzu’l-Ummal, s. 679) hadis-i şerifiyle bir rahmet olarak görülür. İhtilaf fıkıh gibi ilimler alanında düşünceyi geliştiren, ameli hayatı geliştiren bir olgudur. Müsbet ihtilaftır. Ama birbiriyle boğuşanlar olumlu hareket edemezler. Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerin bizi men’ ettiği ise tefrikadır. Bu meyanda İslam âleminin birliğini sağlamış olan Osmanlı halifesi Yavuz Sultan Selim’in şu mısraları çok manidardır. “Milletimde ihtilaf u tefrika endişesi Kûşe-i kabrimde hatta bî-karar eyler beni İtthad iken savlet-i a’dayı def’e çaremiz İttihad etmezse millet dağdar eyler beni.” Mealen şöyle der: “Düşmanlıkları bertaraf etmek için birlik ve beraberlikten başka çaremiz yokken halkı tefrikaya düşmüş görmek yüreğimi yaralar. Hatta milletimin fertleri arasında tefrika (anlaşmazlık, nifak) çıkar mı korkusu kabrimde bile beni huzursuz eder.” Ehl-i Sünnetin Uyumu Allah, Sünnet ehlini, bu ümmetin selefleri (Muhacirun, Ensar, dinin önderleri, Hulafa-yı Raşidin, Efendimizin (sav) zevceleri, ashabı, çocukları, torunları) hakkında hoşa gitmeyecek bir şey söylemek ve onlara dil uzatmaktan korumuştur. Ehl-i sünnet olanlar, haricindeki mezheplere de ehl-i kıble olarak bakar. Kendilerinden açıkça tekfirini gerektirecek herhangi bir şey meydana çıkmadıkça hiçbirini küfürle itham etmezler. Hz Peygamberin (sav) vefatından bir dönem sonra ümmet arasında bazı fırkalar ortaya çıkmış, fakat Ehl-i sünnetin haricinde hiçbiri sahabelerin yolunu devam ettirmemiştir. Örneğin Şia ve Hariciler sahabeleri tekfir etmişler, Mutezile Kur’an-ı sahabelerin anladığı ve tefsir ettiğinden farklı tefsir etmiş, maelesef pek çok hadisi de inkâr etmişlerdir. Ehl-i sünnet ise, Peygamber efendimizin (sav) ve Sahabelerin yolunu aynen devam ettirmiştir. Ümmetin yüzde seksenden fazlasını teşkil etmektedir. Bugün mezhep farklılıklarıyla Müslümanı Müslümana kırdırmak istemektedirler. Akan kanın sünnisi, şiası olmaz. Akan kan Müslüman kanıdır. Ümmet olarak nasıl asırlarca Selçuklularda, Osmanlıda barış ve selamet içinde yaşadıysak, aynen birlik ve beraberliğimizi tekrar sağlamalıyız. Tefrikaya düşüp, paramparça olmamalıyız. Bediüzzaman Hazretlerinin şu tavsiyesini de kulağımıza küpe etmeliyiz. “İşte ey ehl-i Hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ve cinninin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat olan Ehl-i Hak mezhebini karargâh yap. Ve Kur’an-ı Mucizü’l-Beyanın muhkemat kal’asına gir. Ve sünnet-i seniyyeyi rehber yap. Selameti bul.” (Lemalar, s. 79)

Vefatının sene-i devriyesi münasebetiyle... Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişimİnan ki, her ne demişsem görüp de söylemişim “Eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri” demiş ecdad. Bize yadigârı olan bu kısacık sözde, aslında kişinin bir nevi hüviyeti, kimliği olan en kıymetli yanına temas etmiş. Mehmet Akif Ersoy denilince onu tanımakta, onu bilmekte hal bundan farklı değildir. En güzide eseri karşımızda şair mirası olarak durmaktadır. Öyle değil mi? Mehmet Akif’i bize tanıtan, bize sevdiren eseri, hususen manevi değerlerle tenvir olmuş mısralardan örülü “Safahat”ı olmamış mıdır? Evet… “Safahat”-ı hayatına baktığımızda bir vatan şairi görürüz onda. Bir istiklal aşığı görürüz. Birçok hakikati ders veren bir ecdad soluğunu, nasihatini görürüz. Ve dahi kalpte yerleşmiş bir imanı mısralara yansıtan şuur bekler bizi. *** Evet, Mehmet Akif vatanseverdir. İdeali vatandır. Onun gözünde ve sözünde vatan, ceddimizin sahip çıkılması gereken büyük bir emanetidir: Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanıDüşün altındaki binlerce kefensiz yatanı,Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır atanı,Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı... Onun idrakinde vatan, maneviyatla örülüdür. Hakkın bir mukaddes hatırasıdır: Enbiya yurdu bu toprak; şüheda burcu bu yer;Bir yıkık türbesinin üstüne Mevla titrer!.. Onun dilinden “Sahipsiz olan memleketin batması haktır.” hakikatini ve ardından “Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır...” ikazını işitmekteyiz. Şu mısralarda aynı uyarı kendini kahramanlık edasıyla ne güzel yinelemektedir: Bir dileğim var, ölürüm isterim:Yurduma tek düşman ayak basmasın.Âmin! desin hep birden yiğitler,“Allâhuekber!” gökten şehidler.Âmin! Âmin! Allâhuekber! Evet, Mehmet Akif doğduğundan beridir istiklal aşığıdır. Hakka tapan imanlı gönüllerin hakkı olan istiklal onun aynı zamanda sevdasıdır. Aynı zamanda coşkusunun kaynağıdır: Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarımHangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım… Ona göre eğer dedelerimizin yadigârı, mirası olan vatan elden çıkarsa sonu sefalettir: Hem vatan gitti mi, yoktur size bir başka vatan;Çünkü mirasyedi sail kovulur her kapıdan Evet, ecdadın manevi soluğudur Akif. Onun, namusunu çiğnetmeyen ve çiğnetmeyecek olan Asım’ın şahsında bir neslin gençlerine olan nasihati, bir milletin geleceğine mükemmel bir ilmi ve ahlaki karakter yükleyiş, inanç ve ideal belirleyiştir. İşte, Allah’a dayanarak inancını, sa’ye yani çalışkanlığa sarılarak ahlakını kavileştirmeyi ders veren meşhur beyti: Allah’a dayan sa’ye sarıl hikmete ram olYol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol İşte, ilim öğrenme yolunda Peygamberi hedefi tahattur eden Peygamber sözünün ardısıra yürüyen mısraları: O çocuklarla beraber gece gündüz didinin;Gidin üç yüz senelik ilmi tez elden edinin! İşte, birlik ve beraberlik yolunda “bir duvarın tuğlaları” teşbihini yâdımıza getiren hakikatin Mehmet Akif’çe iki farklı şiirde dile getirilişi: Birincisi… Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez.Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez İkincisi… Değil mi sinede birdir vuran yürek… Yılmaz!Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz! İşte, İbrahim Aleyhisselamın doğruluk mesleğini takip eden yüreğinin, Yunus edasıyla Asım’ın nesline seslenişi: Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek,Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek. İşte, Allah’ın inayetinden, merhametinden ümidi kesmek manasına gelen yeis bataklığından uzaklaştırmak için ikazları: Ye’sin sonu yoktur, ona bir kerre düşersenHüsrana düşersin, çıkamazsın ebediyyen!Yeis öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.Ümmide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;Meyus olanın ruhunu, vicdanını bağlar *** Evet, evet, evet her şeyden evvel, hepsinden daha bir kıymetlice imanlı şairdir Mehmet Akif. Kendi ruhunda ve kalbinde bir ömür boyunca hissettiği ve zevk ettiği imanın tadını, kitaben ve şifahen muhatap olduğu vatan evlatlarıyla da paylaşmak istemiştir o. İman aşısını manevi damarlara zerk ettiği tevhid kokulu manzum satırlarının her birisi hayat yolunda yön gösteren işaret levhaları olmuştur. İşte, iman cevheriyle insan kalbinin kazandığı ve onsuzlukla kaybettiği değer: İmandır o cevher ki, ilahi ne büyüktürİmansız olan paslı yürek, sinede yüktür İşte, iman dolu göğsün hakiki kahramanlık seslenişiyle meydan okuması: Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz. İşte, İslam’ı hâkim kılacak imanın kaynağının, en büyük mucizenin tespiti: Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı. İşte, güzel ahlak ve iman arasındaki sarsılmaz bağ: Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır;Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır İşte, hakiki vatanseverliğin iman dolu yürekten hasıl olacağının ifadesi: …Vatan muhabbeti, millet yolunda bezl-i hayat;Hülâsa, aile hissiyle cümle hissiyat;Mukaddesatı için çırpınan yürekte olur.İçinde leş taşıyan sineden ne hayır umulur? İşte, hakiki ümidin iman ile aşılandığı hakikati: Ye’se hiç düşmeyecek zerrece imanı olan;Sade siz derdi bulun, sonra kolaydır derman. *** Kiminin saygıyla anılan hatırası kalır,Kiminin bir yığın iyiliği,Kiminin de bıraktığı yegâne hatıra,Böyle bir hüzün dolu gölge olur! Ey merhum! Hüzünlü gölge de silindi, imanlı bir gönülden terennüm eden mısraların kaldı senden de geriye. El hasıl sahip olduğun iman ve ahlaktan ortaya çıkan milli ve manevi değerler, seni de bizim için başlı başına bir değer yaptı. Değer şahsiyet… İman gibi asli ve esas madenin çevresinde birçok değeri şiirleştiren adam oldun sen. Senin safahatında yapılacak şiir tadında bir seyahatle bu hakikate şahit olacaktır varislerin, Asım’ın nesli. Ve ruhuna bir Fatiha okumayı ihmal etmeyecektir. Yüce Allah mekânını Cennet etsin.

Yazı ile insan arasında tekrarlanan bir ilişki vardır. Yani insan yazıyı etkilediği gibi yazı da insanı etkiler. Bu bağlam, yazımıza başlık olan “Yazı’n Alın Yazındır” ifadesine işaret eden bağlamdır. Çünkü milletler yazı tercihini yaparken, kendi kültür, değer, inanç ve ahlaklarını temsil gücüne sahip yazıyı tercih etme eğilimindedir. Bu tercih, zamanla tercih ettikleri yazı tarafından şekillenme gerçeğini fark etmiş olmakla doğrudan ilişkilidir. Çünkü canlılığın devamı nasıl genetik gerçeklere bağlıysa, kültürel devamlılığın genetik kodeksi de yazıdır. Bir milleti cesur, ahlaklı, âdil ve estetik yapan da korkak, ahlaksız, zalim ve kaba yapan da yazı ve yazısı ile tesis olunan iklimdir. Zamana meydan okuyan insanî özelliklerimizi beşeriyet katında bir bayrak gibi dalgalandıran hakikat, “yazıdır”. İnsanı gerek diğer mahluklardan gerekse meleklerden üstün kılan potansiyel ta’limü’l-esma dediğimiz eşyanın ismine muttali’ olma halidir. Bu, insanı yaratan kudretin insanı yaratması kadar şanlı bir seciye, ulvi bir vasıf ve onu Rabbine mümtaz bir muhatap kılabilecek bir istidattır. Ta’limü’l-esma (isimlerin öğretilmesi) çok kapsamlı bir mahiyete sahiptir. Bu mahiyet keşfedildikçe, insan hem kendine atfedilen ehemmiyeti hem de o istidat ile dünya ve ukba için neler yapabileceğini daha iyi anlayacaktır. İnsanın, eşyanın isimlerini ifade konusunda meleklere olan rüçhaniyeti sadece eşyanın isimlerini zikredebilmesi değildir. Bu, aynı zamanda insana verilmiş bir tanımlama ve isimlendirme becerisidir. Yani insan, tanımlayandır, adlandırandır ve tarif edebilendir. Bu tanımlama becerisi sadece sözel bir ifade becerisi değildir. Bu, aynı zamanda yaptığı tarif ve tanımı simgeleştirebilme becerisidir. Bunun anlamı şudur; insan, ağaca ağaç demekle sınırlı bir isimlendirme becerisine değil, bununla birlikte ağaç kelimesini simgesel ya da işârî bir şekilde ifade edebilme kabiliyetine sahip kılınmış yani onu resimle, işaretle ve son kertede yazı ile ifade becerisine sahip kılınmıştır. Kur’an-ı Kerim’in ilk vahy edilen ayetleri olan Alak Suresinin 4. ayetinde Cenab-ı Hak, “Kalemle (yazmayı) öğretti” buyurmakla, ta’limü’l-esma mucizesine sanki bir eklenti olarak çok özel bir mucizeden daha bahsetmektedir. Zira tanımlama becerisini insana ihsan eden Rabbimiz, yazmayı öğretmekle de bilginin zaman ve mekân üstü hareket kabiliyetini de insana bahşetmiş bulunmaktadır. Yazmak, insanoğlunun zaman ve mekân cenderesinden kurtulmasına çok ciddi bir vesiledir. Çünkü yazılan, kayıt altına alınan bilgi ve hakikat, satırlardaki yolculuğunu sadırlara ulaştırmak suretiyle insanı ebedü’l-abâd yolculuğunda ihya ve inşa edebilmektedir. Yazılan satırların ve kalemin sahibi olan Allah (cc), insanın eline verdiği kalem ve yazma kabiliyeti ile bir nevi El-Hafîz ismine mazhariyet misüllü bilgiyi, hakikati ve irfanı kayıt altında muhafaza nimeti bahşetmiştir. Âdem peygamberden (as) bugüne kadar aslında insanı sürekli bir aksiyon ve hareket içinde tutan en önemli iki faaliyetten biri, yazmaktır. İnsan, fıtratındaki iletişim, iz bırakma, bilgiyi yayma ve kendini ifade süreçlerinde her zaman çeşitli formlarda olsa da hep yazıya başvurmuştur. Yazı, insanın fark edilme, anlaşılma, sevilme ve etkileme gibi fıtrî eğilimlerinin enstrümanı olmuştur. Yazı, insanın fiziken bulunduğu yere hapsolmamak için yüreği ile yemlediği bir güvercini özgürlüklere kanat çırpsın diye salıvermesi gibi asil bir eylemdir. Yazı ile insan arasında tekrarlanan bir ilişki vardır. Yani insan yazıyı etkilediği gibi yazı da insanı etkiler. Bu bağlam, yazımıza başlık olan “Yazı’n Alın Yazındır” ifadesine işaret eden bağlamdır. Çünkü milletler yazı tercihini yaparken, kendi kültür, değer, inanç ve ahlaklarını temsil gücüne sahip yazıyı tercih etme eğilimindedir. Bu tercih, zamanla tercih ettikleri yazı tarafından şekillenme gerçeğini fark etmiş olmakla doğrudan ilişkilidir. Çünkü canlılığın devamı nasıl genetik gerçeklere bağlıysa, kültürel devamlılığın genetik kodeksi de yazıdır. Bir milleti cesur, ahlaklı, âdil ve estetik yapan da korkak, ahlaksız, zalim ve kaba yapan da yazı ve yazısı ile tesis olunan iklimdir. Zamana meydan okuyan insanî özelliklerimizi beşeriyet katında bir bayrak gibi dalgalandıran hakikat, “yazıdır”. Dil ve onun simgesel ifadesi olan yazı, bir iklim inşa eder. O iklim, o dilin ve yazının sahiplerini inşa ve imar eder. İnşa edilen iklimin harç malzemeleri harfler, kelimeler ve yazıdır. Yazı ve o yazıya bağlı dil pozitivist ve materyalist bir kurgunun üzerinde yükseliyorsa sakinlerini de pozitivist ve materyalist bir düşünme ve hissetme sürecine sokar. Bu durum, kişinin gerek kendisi ile ilgili gerekse kâinat ile ilgili algısını şekillendirir. Böylesine bir dilin teorik düşünme pratiği kazandırması zordur. Zira dilin kodlarına egemen olan maddeci yaklaşım, her zaman mantık ve rasyonalizm (akılcılık) cenderesinde somut arayışlar içinde olacaktır. Bu dil ile düşünen, bu dil ile hisseden bir kimsenin gittiği tapınakta, bir çarmıh ve ona gerilmiş bir insan figürü ya da tapınağın duvarlarında sözde meleklerin, Hz. Meryem’in ya da İsa (as) peygamberin figür ya da mozaik işlemelerini görmeye ihtiyacı vardır. Bu dil ile düşünen ve bu dil ile inanan kişinin somut figürlere duyduğu ihtiyacın temelinde pozitivist dil kurgusu vardır. Bu dil, gayb olana itibar etmez/inanamaz. Dil ve onu ifade biçimi olan yazının temelleri manevi esaslar, anlam ve hikmet üzerinde yükseliyorsa, tabiî olarak o dilin sakinleri manevî olana itibar ve itimat refleksleri geliştirecektir. Yazınız manevi bir alemin dellalı, ebediyet güzergâhına sevk olunan insanın en müşkül sorularının cevaplarını yüklenmiş kudsî hamallar ve yaşadığınız dünyanın sırlarının kâşifi hükmünde ise, elbette sizi de bu minval üzere şekillendirecek ve hayat amacınızı bu istikamette yapılandıracaktır. Yazınız, size teorik düşünebilme imkânı sunabilen bir hüviyette ise, siz bu sayede metafizik konulara aşina ve gönüllü, gaybî olana meyyal ve en mühimi ebedî olana müştak bir karaktere dönüşeceksiniz. Yazınızın, gittiğiniz bir mabedde inandığınız Yaratıcının adını estetik (hüsn-ü hat ile) bir surette ifade ettiğini gördüğünüzde hem inancınızın kıblesi olan Allah’ı (cc) tüm haşmet ve heybeti ve olanca gaybî ve gizemli hali ile tahattur edeceksiniz, hatırlayacaksınız. Yazınız ile yükselen, yazınızın üzerinde yükselen medeniyetiniz, elbette size dünyevî ve uhrevî bir saadeti kazandıracak, hayati bir rahatlık verecektir. Yazınızın hak ve hakikate olan terennüm ve tercümanlığı batıl olanı rahatsız ve hatta düşman edebilecektir. Yazınızın vadettiği umut ve müjde ile aranıza engeller girdiğinde, bunun bir neticesi olarak hayatınız da istikamet ve manası itibarıyla tezelzül edecektir, sarsılacaktır. Yazınızın, dünyayı güzel ve âdil kılma potansiyeli karşısında batıl güçler size saldıracak, sizi durdurmak ya da yok etmek isteyecektir. Belki birçok insan fark bile etmeyecektir ama yazınız alın yazınız olmuştur. Size zulmedildiğinde yazınız, yazınıza zulmedildiğinde ise siz yara alacak ve kanayacaksınız. Sizi yazınızdan mahrum etmeye çalışan iradenin aslında sizi, hak ve hakikatten, hidayet ve nurdan ve belki de sırat-ı müstakimden mahrum etmeye çalıştığını geç de olsa anlayacaksınız. Yazınızın can olduğunu, canan olduğunu, yar olduğunu, yaren olduğunu, karanlıkta bir nur, dipsiz kuyularda umut ve soluksuz kaldığınızda derin bir nefes olduğunu anlarsınız. Çünkü yazı, sizin anlamınızı size her unuttuğunuzda hatırlatan bir müderris, içinizdeki gücü gösteren bir rehber, istikbalinizin umut dolu mevsimlerini müjdeleyen bir pişdâr hükmündedir. Yazı, bir milletin tüm değer, kültür, inanç, ahlak, sanat ve hayat mefkuresini nesilden nesile taşıyarak o milleti ayakta ve hayatta tutan dolaşım sistemi hükmündedir. Bu dolaşımın bir şekilde aksaması ya da kesintiye uğraması ile ortaya çıkacak olan hasarlar, o milleti zevale kadar götürebilir. O dolaşımın yeniden normale dönmesini temin ettiğinizde, yukarıda zikrettiğimiz tüm değer ve erdemler tekrar milletin bünyesinde tesirini göstermeye başlayacaktır. Bu durum sizin, kıtalara adalet ve barış taşıyan o cengâver ruhla tekrar buluşmanız anlamına gelecektir. Gerek tarihi gerek arkeolojik gerekse antropolojik çalışmalarda en heyecan verici keşif, genellikle yazılı eserlerin bulunması olmuştur. Çünkü yazı, söz konusu dönemin veri tabanını anlamak adına o döneme ait hayatî bir data özelliği taşımaktadır. İnsanlar günün birinde hayat sahnesinden çekip gideceklerini bilirler. Bu bilinç ile tarihe iz düşürmek ve asırlar sonraki insanların hayatına dokunmak ya da hayırla yâd edilme arzusu ile eserler bırakırlar. Bu noktada insana bu konforu sunan en güçlü araç “yazıdır”. Bin yıl önce yaşamış olan bir alimin, bir bilgenin karşısına oturup ondan istifade etmek imkanını bize sağlayan yazıdır. Kişiliğinizin alacağı şekil, ruhunuzun takınacağı tavır, davanız, duanız veya sevdanız… hepsinin yazı ile bir kesişimi söz konusudur. Yıllar evvel, daha televizyon tek kanal ve yayınlar siyah beyazken izlediğim bir filmi hatırlıyorum. Güney Amerika’daki bir uygarlığın yazı ile tanıştığı sahne şöyleydi. Bir hükümdarın huzuruna çıkan iki yabancı elçi, daha yazının ne olduğunun bilinmediği bir zamanda hükümdara yazı diye bir şeyi icat ettiklerini anlatırlar. Hükümdar bir şey anlamaz. Öyle ya, yazıyı hiç bilmeyen birine yazı nasıl anlatılabilir ki. Elçi der ki, “Efendim, sizin herhangi bir emir ya da isteğinizi bu tabletlere çeşitli işaretlerle çiziyoruz. O tableti sizden çok uzaktaki kişilere götürdüğümüzde sizin tüm söz ve emirleriniz onlara ulaşmış oluyor.” Buna karşılık hükümdarın tepkisi oldukça ilginçtir ve buna inanmam der. Bunun üzerine elçi, elindeki tablete yazmak üzere hükümdarın bir şeyler söylemesini ister. Hükümdarın söylediği şeyleri tablete yazan yabancı elçi, şimdi bu tableti oradan uzakta bekleyen diğer elçiye ulaştırın der. Hükümdar denileni yapar ve okumayı bilen diğer elçiye tabletin ulaştırılmasını emreder. Tablet kendisine ulaşan elçi çok hızlı bir şekilde hükümdarın huzuruna gelir ve der ki, “Benim yanınıza gelmemi buyurmuşsunuz efendim.” Hükümdar dona kalır, yaşadığı şaşkınlığı üzerinden atamadan, “Bu çok büyük bir güç,” der. Evet bu gerçekten çok büyük bir güçtür. Bugün de durum bundan farklı değildir. Bin yıl evvel Abdülkadir Geylani (ks) Hazretlerinin kaleme aldığı satırlar, bugün onu okuyanları etkilemektedir. Sanki burnumuzun dibinde konuşuyormuşçasına onu dinlemekte, etkilenmekte ve davranış değişikliği yaşayabilmekteyiz. Yazı büyük bir güçtür. Zamana sığmayan ve mekânın taşıyamayacağı hakikatler, yazı vasıtasıyla dokunulmaz hale gelebilmekte ve korunabilmekte ve belki kim bilir koruyabilmektedirler. Kültürümüzü, ahlakımızı, imanımızı, aşkımızı, heyecan ve coşkumuzu yazı ile koruyabilmekteyiz. Öyleyse, yapılacak olan şey yazı ile saklanmış ve korunmuş olan sır ve hakikatlerin keşfedilmesidir. Çeşitli zamanlarda çeşitli örnekleri nadir de olsa belki bulunabilir ama yaşadığımız asrın belki de tek örneğini sizlere hatırlatmak isterim. Bu necip milletin coşkusunu, cengaver ruhunu, Hakk’a hizmetkârlığını, yüce imanını, yılmaz cesaretini ve sayılamayacak kadar çok erdemini muhtevi olan, emsalsiz bir hazine hükmündeki İslâmî ve imânî içeriği İslam harfleri ile Risale-i Nur’da muhafaza etmiş olan Bediüzzaman Hazretleri (ks). Sivil itaatsizliğin belki de en asil örneği sayılan Bediüzzaman Hazretleri (ks), İslam harflerinin yani Kur’an harflerinin korunmasını, muhafaza ve müdafaa edilmesini iman hizmetinin yanına koymuş, tabiri caiz ise bu iki hizmeti birbirine et ve kemik gibi yapıştırmıştır. Risale-i Nur, çok büyük bir iman hizmetini ifâ ederken, aynı zamanda bu milletin ve aziz ümmetin kâhir ekseriyetinin yazısı olan hatt-ı Kur’an’ı muhafaza gayretinde bulunmuştur. Çünkü neredeyse bin yıldır İslam’a hizmet eden bu milletin şanlı tarihinin ruhu, bu harfler ile mukayyeddir. Bu harfler ve bu yazı nerede görülürse görülsün İslam’ı ve Kur’an’ı hatırlatır, bu cihetiyle yani dinimizi hatırlatması cihetiyle çok kuvvetli bir şeair-i İslamiye yani İslam’ın sembolü olmuştur. Bu yazıyı ihya etmek, İslam’ı ihya etmektir. Mazimizde saklı olan her cevher, istikbalimize ışık tutacak her nur, bu harflerle korunmuş ve bu millet ve ümmeti yeniden diriltecek olan esrar onda gizlenmiştir. Bediüzzaman Hazretleri (ks) Risale-i Nur’a talebe olmak isteyen her kişinin önüne bir şart olarak hatt-ı Kur’an’ı yazmayı veya yazdırmayı koymuştur. Bir iman hizmetinin içinde bulunabilmeyi hatt-ı Kur’an’ı talim, tahsil ve neşir ile bir gören Üstadımızın bu tavrı, başlı başına bir araştırma konusudur. “Birincisi: Risale-i Nur’a intisap eden Zatın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, 'Risale-i Nur talebesi' unvanını alır. Ve o unvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazen daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevi kazançlarımda hissedar olmakla beraber, benim gibi dua eden kıymettar binler kardeşlerin ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur. Hem dört vecihle dört nevi ibadet-i makbule hükmünde bulunan kitabetinde, hem imanını kuvvetlendirmek, hem başkalarının imanlarını tehlikeden kurtarmasına çalışmak, hem hâdisin hükmüyle, bir saat tefekkür bazen bir sene kadar bir ibadet hükmüne geçen tefekkür-ü imanîyi elde etmek ve ettirmek, hem hüsn-ü hattı olmayan ve vaziyeti çok ağır bulunan Üstadına yardım etmekle hasenatına iştirak etmek gibi çok faydaları elde edebilir. Ben kasemle temin ederim ki, bir küçük risaleyi kendine bilerek yazan adam, bana büyük bir hediye hükmüne geçer, belki her bir sayfası bir okka şeker kadar beni memnun eder.” (Kastamonu Lahikası) Yazınız kadar derin ve değerli, yazınız kadar aziz ve kerim, yazınız kadar muktedir, yazabildikleriniz kadar etkili olabilirsiniz. Eğer bize hayat verecek satırlar zaten sahifelere dökülmüş ise yapılacak olan şey, o satırların sadırlarımızda neşv ü nema bulması için gayret etmektir. Allah’ın (cc) vahyine libas olmuş, murad-ı ilâhîyi yüklenmiş olan o kudsî harflerin nuraniyetinden, bereketinden ve ilhamından nasipdar olmak için yazı ile aramızda fonksiyonel bir bağ kurmalı ve bu bağı olabildiğince diri tutmalıyız. “Nûn, kaleme ve yazdıklarına and olsun..” (Kalem Suresi, 1) Esselâm meni’t-tebea’l-Huda

Toplumsal gelişmede gençlerin sağlam bir imana sahip olmaları çok önemlidir. Farzları işleyen ve günahlardan çekinen bir gençliğin meydana getirdiği bir toplum sağlam temellere oturmuştur. Gençlik, buluğa erme neticesinde, biyolojik ve psikolojik bakımdan çocukluğun sonu ile toplum hayatında sorumluluk alma dönemidir. İnsanlık âleminin üçte birisini gençler teşkil eder. Toplum hayatının oluşumunun en kuvvetli sebebi de gençlerdir, delikanlılardır. Toplum hayatının gelişimi ve geleceğin inşası, gençlerin maddi ve manevi olarak olgunlaşması ile mümkündür. Gençler toplumda vücuttaki kalp gibidir. Kalbin sıhhati bedene hayat verdiği gibi, gençlerin istikametli hayatı da toplumun geleceğini hayatlandırır. Kalbin rahatsızlığı vücudu sarstığı gibi, gençlerin istikameti kaybetmesi dahi toplumu derinden sarsan bir etkendir. Gençlik çağı insanın duygularının en hareketli olduğu dönemdir. Bu hareketliliğini doğru yönde kullanırsa toplumun gelişmesine büyük katkı sağlar. Fakat yanlış yönde kullanması toplum için büyük bir zarardır. Toplumun ilerlemesi için yapılacak en iyi yatırım, gençliğe yapılan yatırımdır. İnsanın toplumda yerine getirmesi gereken görevleri vardır. Bu görevlerin en önemlileri gençlik zamanındadır. Gençler geçmişten aldıkları dini, eğitim ve kültürel mirası geleceğe aktaran bir köprüdür. Gençler, ailesinin ve büyüklerinin tecrübelerinden faydalanmalı, onların sözlerini dinlemelidir. Bu sorumluluk bilincinin harekete geçmesinin önemli etkenleri vardır. Bunların en önemlisi manevi vazifelerdir. Toplumların dinamikleri hükmünde olan gençler taifesinin manevi olarak olgunlaşması, toplumların sıhhati ve saadeti için doğrudan etkilidir. Bir milletin huzuru, gençlerinin olumlu davranışları ile ilgilidir. Gençlik, bir milletin yüksek bir medeniyet kazanmasında veya sefih bir derekeye düşmesinde önemli bir parametredir. Gençlik, bir millete ya ölüm ya da hayattır. Gençliğine kıymet vermeyen milletler, yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Gençlik, toplumun en önemli yapı taşıdır. Toplum hayatının büyük bir kısmını gençler teşkil ettiği için, gençliğin başta manevi olmak üzere eğitim ve öğretimi, toplumun huzuru için büyük önem arz eder. Gençliğin problemli olması, toplumsal problemlerin artmasını netice verir. Bu sebeple gençliğin problemlerini tespit etmek ve çözüm yolları bulmak gerekir. Toplumsal gelişme ancak gençliğin problemleri çözüldüğü zaman gerçekleşir. Bir toplumda gençlere önem vermemek, geleceği yok etmektir. Günümüz gençliğinin problemlerine dinimizin ortaya koyduğu çözüm yolları içinde en önemlilerinden biri, eğitimdir. Dinimiz ibadete, ilme, eğitim ve öğretime büyük önem vermiştir. Peygamberimiz (sav), insanlara hem maddi hem de manevi ilimlerin verilmesini tavsiye etmiştir. Sadece dini ilimler taassuba, sadece pozitif ilimler şüpheye götürür. Eğitimde akıl ve kalp bütünlüğü sağlanmalıdır. Gençlerin tahsil ettiği bu ilimle toplumun maddi ve manevi ihtiyaçları karşılanmış olur. Terbiye-i Kur’aniye ile istikameti elde etmiş gençler topluluğu, saadetin temel kaynağıdır. Bunula beraber manevi değerlerinden mahrum bir gençlik, bulunmuş olduğu millet ve ülke için huzurun kaybolmasına sebep olacak potansiyel bir tehlikedir. Çünkü gençlerin hissiyatları akıllarına ekseriyetle galiptir. Hevesatları yani arzu ve istekleri galeyanda, coşkun olan o delikanlılar akıllarını başlarına almasalar ve ahirete iman hakikatinden uzak bir hayatı tercih etseler o vakit koca bir toplumun huzurunu kaçırabilirler. Bazen bir dakika lezzet için mesut bir hanenin veya toplumun rahatını hiçe indirebilirler. Ancak Allah’a iman ve ahirete iman gibi din-i haktan gelen terbiye ile terbiye olsa, toplum için emniyet ve güven kaynağı hükmüne geçer. Şefkat, hürmet ve merhamet gibi nurani duyguların hâkim olduğu gençler taifesi toplumsal gelişmenin etkili bir cemiyeti olur. Gençlik muhakkak gidecek. Eğer o, Allah’ın buyurduğu istikamette geçirilirse, hem dünya hem ahiret adına büyük bir fidanlık hükmüne geçer. O bakımdan, gençlik, dinimize uygun, iffet ve namuslu olarak geçmeli. Böylece ebedi bir gençliği kazanmakla beraber toplumsal gelişime de önemli bir katkı sağlar. Toplumsal gelişmede gençlerin sağlam bir imana sahip olmaları çok önemlidir. Farzları işleyen ve günahlardan çekinen bir gençliğin meydana getirdiği bir toplum sağlam temellere oturmuştur. Gençlik eğer terbiye-i İslamiye ve Kur’an’ın hakikatleri ile kendini muhafaza eylese tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mesut bir Müslüman ve sair canlılara bir nevi sultan olur. Bu hali kazanan bir gençlik toplumun gelişmesine en büyük bir hizmeti gerçekleştirmiş olur.

Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin vuslatından sonra halifesi Hüsameddin Çelebi, oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Ârif Çelebi daha sonra tasavvufi bir ekol olan Mevlevî tarikatının temellerini attılar. Mevlevî’liğin adâb ve erkânını geliştiren, yeniden düzenleyen ise 39 yıl gibi uzun bir süre çelebilik makamında oturan Pîr Âdil Çelebi oldu. Mevlevîlik, Sultan Veled döneminde bir taraftan belli usullere oturtulurken, diğer taraftan da onun halife olarak gönderdiği temsilciler sayesinde başta Kırşehir, Amasya ve Erzincan olmak üzere Anadolu’da yayılmaya başladı. Bu temsilciler gittikleri yerlerde büyük bir sempati ile karşılanıyor, kurulan Mevlevî zâviyelerinde Mevlânâ’nın fikirleri gönülleri fethediyordu. Tarikatlaşma faaliyetlerini başlatan Hüsamettin Çelebi’den sonra, Sultan Veled döneminde Mevlevîliğin esasları büyük ölçüde belirlendi. Sultan Veled vefat ettikten sonra oğlu Ulu Ârif Çelebi babasının yolundan devam ederek Mevlevîliğin yaygınlaşması için çalıştı. Karaman, Beyşehir, Aksaray, Akşehir, Afyon, Amasya, Niğde, Sivas, Tokat, Birgi, Denizli, Alanya, Bayburt, Erzurum’da açılan Mevlevîhaneler onun bu şehirleri ziyareti sırasında yaptığı çalışmalar ve attığı temeller sayesinde kuruldu. Ulu Ârif Çelebi’nin seyahatlerinin çoğunluğuna Ahmet Eflaki de katıldı. Ulu Ârif Çelebi ölümüne yakın yıllarda, dergâh işlerini kardeşi Şemseddin Emir Abid Çelebi’ye bıraktı. Ulu Ârif Çelebi vefat ettikten sonra Şemseddin Emir Abid Çelebi dergâhın dördüncü şeyhi oldu. Özellikle Abdurrahman Çelebi’nin oğlu Mehmet Ârif Çelebi posta oturduktan sonra Mevlevîlik, Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü geniş coğrafyada yaygın bir tarikat halini aldı. Osmanlı döneminde Mevlevîlik III. Selim ve II. Mahmud gibi padişahlar başta olmak üzere devlet erkânı tarafından da kabul gördü ve desteklendi. Bu dönemde Bağdat, Musul, Kerkük, Halep, Hama, Humus, Şam, Kudüs, Medine, Mekke, Tebriz, Lefkoşa, Hanya, Sakız, Midilli, Siroz, Belgrad, Saraybosna, Filibe, Niş, Peç, Selânik, Üsküp ve Vodina gibi şehirlerde Mevlevîhâneler kuruldu. Tarikatın tüm Osmanlı topraklarında faaliyette olan âsitane ve zaviyeleri Konya’daki Âsitâne-i Âliyye’ye bağlıydı. Âsitane denilen Mevlevîhaneler tam teşekküllü yapılardı ve sayıları da 15 civarındaydı. Mevlevî zâviyelerinin sayısı ise 129 civarındaydı. Osmanlı Devleti’nin siyasi ve kültürel başkenti İstanbul’da da Galata, Yenikapı, Bahâriye, Kasımpaşa ve Üsküdar Mevlevîhâneleri yüzyıllarca hizmet verdi. Özellikle Zeytinburnu ilçesindeki Yenikapı Mevlevîhanesi Şeyh Galip, Itrî, Ali Nutkî Dede, Dede Efendi gibi önemli şahsiyetleri yetiştirmiş olup oldukça geniş bir alana kuruldu. Dünyanın farklı şehirlerinde yer alan Mevlevî Âsitâne ve zâviyelerinden çok azı günümüze sağlam olarak ulaşabildi. Mevlevîhaneler de Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve 30 Kasım 1925'te Türkiye’de tekke ve zâviyeleri kapatan kanunun çıkmasıyla birlikte farklı amaçlarla kullanılmaya başlandı. Mevlevîlikte tarikatın esası aşk, marifet ve hizmettir. Dede Efendi, Itrî, Zekâi Dede, Şeyh Galip gibi birçok sanat, edebiyat ve mûsiki ehlini yetiştiren Mevlevîlik, Osmanlı coğrafyasının farklı köşelerine Türk kültürünü taşıyan birer elçi görevini ifa etmiştir. Genellikle külliye biçiminde inşa edilen Mevlevîhâneler semâhâne, mescit, türbe, çilehâne, meydan, selâmlık, matbah, harem dairesi, derviş odaları, talebe hücreleri, avlu, hâmuşân gibi bölümlerden oluşur. Mevlevî tarikatına girecek olan bir kişi bazı merhalelerden geçtikten sonra derviş olurdu. Mevlevîhânelerin yüzyıllar boyunca Türk İslâm kültürüne önemli etkileri olmuştur. Mevlevî tekkelerinde mânevî terbiyeden geçen çok sayıda şahsiyet, güzel sanatlar, edebiyat ve mûsikîde kayda değer pek çok eseri bizlere mîras bırakmıştır. Türkiye sınırları içerisinde günümüze ulaşan Mevlevîhanelerden Konya Âsitane-i Aliyye’si, Antalya Mevlevîhânesi, İstanbul’daki Galata Mevlevîhânesi müze olarak; Afyon Mevlevîhânesi ve Çorum Mevlevîhânesi cami olarak, Konya’daki Cemel Ali Dede Zaviyesi mescit olarak kullanılmaktadır. Yenikapı Mevlevîhânesi ise Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi tarafından kullanılmaktadır. Türkiye’nin farklı şehirlerinde bulunan diğer Mevlevîhanelerin neredeyse tamamına yakını restore edilmiş olup benzeri amaçlarla kullanılmaktadır. Tarih boyunca önemli bir fonksiyonu ifa eden bu mevlevîhânelerden Mevlânâ Dergâhı, Şemsi Tebrizî, Piri Mehmet Paşa, Cemel Ali Dede, Ateşbâz-ı Veli, Afyon, Ankara, Antalya, Bursa, Gelibolu, Çankırı, Çorum, Edirne, Eskişehir, Galata, Üsküdar, Yenikapı, Beşiktaş Bahâriye, Kasımpaşa, Gaziantep, Tire, Kayseri, Karaman, Kastamonu, Kilis, Kütahya, Muğla, Marmaris, Manisa, Niğde, Şanlıurfa, Tokat Mevlevîhâneleri günümüze ulaşmıştır. Bu Mevlevîhânelerin bazıları müştemilâtı ile birlikte sağlam olarak dururken, bazılarının sadece bir bölümü günümüze ulaşmıştır.

Selamünaleyküm... Beslenme alışkanlıklarımızın değiştiğini hep konuşuyoruz. Lakin beslenme alışkınlıklarının nasıl değiştirildiğini, ne yöntemler kullanıldığını hiç konuşmuyoruz. Belki de farkına varmıyoruz. Reklamlarda önümüze çıkan paketli gıdaların yediklerimizi nasıl etkilediğini eleştirmiyoruz. Korona virüsünden korunmak için bağışıklığın kuvvetlendirilmesi gerekli olduğu konusunda herkes mutabakat sağlamış durumda. Peki biz toplum olarak nasıl bu kadar korunmasız hale getirildik? Ecdadımız ecelleriyle, sapasağlam bedenleriyle, at sırtında kılıç sallarken vefat etmişlerdir. Bu duruma nasıl getirildiğimize dair bir örnek verelim. Ve biraz düşünelim. Şimdiye kadar aklınıza bile gelmeyen Bursa yöresine ait olan ve çok ilginç bir şekilde İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri tarafından yapılan Marshall yardımının ülkemizdeki beslenme alışkanlıklarını nasıl değiştirdiğini işaret eden ‘Zeytinyağlı Yiyemem Aman’ türküsünün hikayesini sizinle paylaşmak istiyorum. Manipülasyonun nasıl yapıldığını gözler önüne seren bu içeriği Prof. Dr. Kenan Demirkol’ dan aktarıyorum. “Zeytinyağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman… Senin gibi cahile, ben efendim diyemem aman...” Hepimizin ezbere bildiği ve ayrılık temasını işliyormuş gibi görünen “Zeytinyağlı Yiyemem Aman” 2 Kasım 1954’te İhsan Kaplayan tarafından kaynak gösterilerek Muzaffer Sarısözen’den derlendi. Prof. Dr. Kenan Demirkol’un aktardığına göre, Bursa yöresine ait bu türkünün arka planında bambaşka bir şey yatıyordu. İşte o hikâyeye bakalım… İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1948-1951 yılları arasında Marshall planı devreye girdi: Yürürlüğe giren ve Amerika Birleşik Devletleri kaynaklı bir ekonomik yardım paketi olan Marshall Planı Türkiye dahil 16 ülkeyi kapsıyordu. Dünyanın en büyük mısır üreticisi olan ve birikmiş mısırlarını eritmenin bir yolunu arayan ABD, Marshall yardımının verilmesi karşılığında bir şart koştu: Türkiye’nin ABD’den mısırözü yağı ithal etmesi… O dönemde tam olarak zeytin cenneti olan ve her yemekte zeytinyağı tüketilen Türkiye’de binlerce zeytin ağacı söküldü ve kelimenin tam anlamıyla bir katliam gerçekleştirildi. Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bölümü ABD tarafından dolar karşılığı alındı ve mısırözü yağı Türk lirası karşılığında satıldı. Ardından ilk margarin fabrikası kuruldu. Ve Marshall yardımlarıyla devreye giren plan kapsamında zeytinyağı kötülendi, ısıtıldığında kansere sebep olduğu halk arasında yayıldı. Böylece halk, aslında yanma derecesi çok yüksek olan zeytinyağından uzaklaştırıldı ve mısırözü yağına ve margarine alıştırıldı. Bununla da kalınmadı ve orijinali bir Rum türküsü olan “Zeytinyağlı Yiyemem Aman” sipariş edilerek ülkenin en popüler türkülerinden biri yapıldı. Zeytinyağının kötülendiği bu türküde “Milletin Efendisi” köylü için, “Senin gibi cahile, ben efendim diyemem” denildi. “Basma da fistan giyemem” sözleriyle fabrikasıyla Cumhuriyet’ in ilk yıllarının simgesi olan ve halkın çok sevdiği basma kumaşına ve fistan elbiselere gönderme yapıldı. “Katı yağ/margarine mahkûm edilen halk, yirmi otuz yılda bir kaşık yağa bile muhtaç hale getirildi. Basma giyen kadınlar, plastik giysilerle tanıştırıldı.” Prof. Dr. Kenan Demirkol’dan alıntılanan metnin tamamı şöyle: Bursa yöresine ait bu türkü 2 Kasım 1954 tarihinde İhsan Kaplayan’dan kaynak gösterilerek Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiştir (THM Repertuar numarası 1133). Marshall Planı 2. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. ABD geçmişten beri dünyanın en büyük mısır üretici ülkesidir. ABD birikmiş olan mısır dağlarını eritmenin bir yolu olarak mısırözü yağı ihracatını keşfetmiştir. Marshall yardımının şartlarından biri Türkiye’nin ABD’den mısırözü yağı almasıdır. (Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi, Osman Nuri Koçtürk, Toplum Yayınları, 1966). Buna şart olarak Türkiye’de ilk margarin fabrikası kurulur. Yine aynı dönemde yüz binlerce zeytin ağacı sökülerek bir katliam yapılır. Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bölümü ABD tarafından dolar karşılığı alınır ve mısırözü yağı TL karşılığı satılır. Türk insanı zeytinyağından soğutularak mısırözü yağına ve margarine alıştırılır. Bu amaçla zeytinyağı ısınırsa kanser yapar gibi yalanlar uydurmaktan da geri kalınmaz. Halbuki zeytinyağı halk ağzındaki deyişiyle dumanlaşma derecesi en yüksek (en zor yanan) sıvı yağlardan biridir. Bununla da kalınmaz, kötülemek için tıpkı bugün yapılan halkla ilişkiler endüstrisi çalışmaları gibi “Zeytinyağlı yiyemem aman, basmadan fistan giyemem aman…” diye türkü sipariş edilir ve ülkenin en popüler türküsü yapılır. Katı yağ/margarine mahkûm edilen halk, 20-30 yılda bir kaşık yağa bile muhtaç hâle getirilir. Basma giyen kadınlar, plastik giysilerle tanıştırılır… Ne günlerden geçtik… Tek çaremiz Kur’an-ı Kerim’de geçen Cenab-ı Hakk’ın uyarılarını dikkate almak ve takvaya sarılmaktır. Vesselam…

Her insan, dünyada mutlu bir aile hayatı yaşamak ister. Bu mutluluk ise, Allah’a kuvvetli iman etmenin ailedeki etkisiyle doğrudan ilgilidir. Çünkü iman bir nurdur. Her şeyi nurlandırdığı gibi, aile hayatını da nurlandırır. Ailede hedeflenen güzelliklerin görünmesine sebep olur. Aile hayatının en güzel şekilde yaşanmasını netice verir. İnsan, sadece fiziki bir vücuttan oluşmamıştır. Bununla beraber sevgi, saygı ve merhamet gibi manevi duygulara da sâhiptir. Bu duygular, iman nuru ile bir anlam ve değer kazanır. Ailede eşler, imanın tesiriyle sadece dünyada değil, ebedi hayatta da güzel bir şekilde beraber olacaklarını bilirler. Bu sebeple karşılıklı saygı, sevgi, sadakat ve fedakârlıkta ciddi yardımlaşırlar. Birbirlerine muhtaç olduklarında, bilhassa ihtiyarladıklarında, imandan aldıkları bu güzel düşünce ile her bir fedakârlığı yaparlar. Çocuk sevgisi dünyadaki saadetlerin en şirinlerinden bir tanesidir. Müslümanlar, iman ile, çocuklarına Allah’ın birer hediyesi olarak bakarlar. Çocuklarını İlâhî birer emanet görüp, kötülüklerden korumaya çalışırlar. Şefkat ve merhametle kucaklarlar. Ebedi hayatta da ailenin birlikteliğinin devamını düşünerek çocuklarını dinin gereklerine uygun olarak büyütmek isterler. İmandan gelen bir şefkat ile Müslüman bir anne, çocuğunun dünya ve ahiret mutluluğu için her türlü sıkıntıya katlanır. İmanın verdiği dersle çocuklar, anne babalarını hazineler değerinde görüp, gönüllerini hoş tutarlar ve saygıda kusur etmezler. Bir adam Peygamber Efendimize, “Ya Resûlallah; kime iyilik edeyim?” diye sordu. “Annene” dedi. “Sonra kime iyilik edeyim?” dedi. “Annene” dedi. “Sonra kime iyilik edeyim?” dedi. “Annene” dedi. “Sonra kime iyilik edeyim” dedi. “Babana; sonra en yakına, ondan sonra en yakına” dedi.1 Bu Hadis-i Şerif ile Sevgili Peygamberimiz (asm), anne-babaya saygı duymaya ve iyilik etmeye dikkatimizi çekmiştir. Aile hayatı, iman ile nurlandığında, aile fertlerinin aralarındaki ilişkiler gelişir ve güzelleşir. Fertler sadece dünya hayatına ait olarak değil, ebedi bir hayatta ebedi bir beraberliği düşünerek hareket etmeye çalışır. Şefkat, merhamet, muhabbet, saygı gerçek olarak görünür. Ailede ahlâk yüksek olur. Aile hayatının en güzel şekilde yaşanmasını netice verir. Kur’an-ı Kerim’de “...Allah’ın Resulünde güzel bir örnek vardır.”2 buyurulmuştur. Peygamberimiz her konuda olduğu gibi, aile hayatında da bizim için en güzel örnektir. Ailedeki bütün fertler, Resûlullah’ı (asm) örnek alarak Sünnet-i Seniyesine uymakla hem yaşantılarını hem de aile hayatlarını nurlandırmış olurlar. Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (asm) bazı Hadis-i Şeriflerinde: “Sizin en hayırlınız, ailesine hayırlı olandır. Ben de sizin, ailesine en hayırlı olanınızım.”3 “Müminlerin iman bakımından en mükemmeli, ahlak yönüyle en güzel olanlarıdır, en iyileri de aile bireylerine karşı en iyi şekilde davrananlarıdır.”4 buyurmasıyla konunun ehemmiyetini ifade etmiştir. Aile hayatında huzur ve mutluluk, iman ile doğrudan ilgilidir. Nasıl ki, bir lâmba etrafını ışıklandırır ve güzelliklerin görünmesine sebep olur. Bunun gibi iman da bir nurdur, aile hayatını ışıklandırır. Yani, ailede güzel ahlakın ortaya çıkmasına sebep olur. Böylece iman, toplumun temelini oluşturan aile hayatının mutluluğunu netice verir. Aile İçi İletişim Nasıl Olmalıdır? İnsan, yaratılış itibariyle sosyal ve medeni bir varlıktır. Dünyada tek başına yaşayamaz. İnsanlarla beraber yaşamaya muhtaçtır. Hem kendi ihtiyaçlarını hem de başkalarının ihtiyaçlarını giderebilmek için onlarla iletişim kurması gerekir. Bu iletişimi kurarken de başkalarına değer vermelidir. Başkalarına değer verdikçe kendi duygularına da kıymet verildiğine şahit olur. Bu şekilde insan, diğer varlıklardan farklı olarak maddi ve manevi ihtiyaçlarının giderilmesinde önemli bir ayrıcalık elde eder. İletişim, duyguların fiillere yansımasıdır. Her insan kendi duygu ve düşüncelerine saygı gösterilmesini ister. İnsanlar için bu ortak arzu, iletişimin temel kaynağıdır. Sadece kendi dünyası için yaşayan bir insan, başkalarının isteklerini gereksiz görür. Bu ise bencilliğin bir alametidir. Kendisini seven ve beğenen, başkasını sevmez ve beğenmez. Başkasını sevmeyen ve beğenmeyen, onunla iletişime ihtiyaç duymaz. İnsanın iletişime muhtaç olduğu en önemli yer, ailesidir. İletişim aile için bir temeldir, bir mayadır. Aile hayatında doğru iletişimin, ailenin saadet ve huzuru için büyük ehemmiyeti vardır. Aile hayatının devamı da fertler arasındaki iletişimin sağlıklı olmasına bağlıdır. İletişim problemi olan aileler mutlu olamazlar. Cenab-ı Hak aile içi iletişimde karı-koca arasındaki muamelenin şu şekilde olmasını emretmiştir: “Onlarla (kadınlarınızla) iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur.”5 Karşılaşılan hadiselerde Allah’ın birçok hayır murad ettiğini düşünmek, iletişim için çok sağlıklı bir karardır. Atalarımız, “İnsanlar konuşa konuşa anlaşır” diyerek iletişimin karşılıklı anlayış çerçevesinde sağlıklı olacağının üzerinde durmuşlardır. Allah (cc) aile bireylerinin güzel ahlak sahibi olmalarını emretmiştir. Sevgili Peygamberimiz de “Müminlerin iman bakımından en mükemmeli, ahlak yönüyle en güzel olanlarıdır, en iyileri de aile bireylerine karşı en iyi şekilde davrananlarıdır.”6 buyurarak aile içi iletişimin kudsiyetine dikkat çekmiştir. Aynı zamanda bu iletişimi en sağlıklı uygulayan Sevgili Peygamberimizdir. Peygamberimiz, aile fertlerinin durumlarına göre davranış sergilemiştir. Ailede eşlerinin hukukuna dikkat etmiş ve çocukların seviyelerine inmiştir. O’nun (asm) bu davranışları ailesindeki fertlerle iletişimini kolaylaştırmıştır. Peygamberimiz, bulunduğu asırda inatçı ve adetlerine sıkı sıkıya bağlı olan cahil bir toplumu birden medeni bir toplum haline getirdi. O (sav), toplumun yüksek bir ahlak kazanmasına sebep oldu. Kalplerin sevgilisi, akılların öğretmeni, insanların terbiyecisi hükmüne geçti. Bütün insanların sultanı oldu. Şüphesiz O’na bu saadeti kazandıran amillerden birisi, iletişim sırrını doğru kullanması idi. Peki, aile fertleri arasındaki bu iletişimi nasıl sağlamalıyız? Aile içinde iletişimi sağlayan sebepleri, Allah’ın rızasını esas maksat yapmak şartıyla, şöyle sıralayabiliriz: 1- Aile içinde olumlu iletişimi (düşünmeyi) geliştirmek 2- Aile içi iletişimde sabır duygusuyla hareket etmek 3- Büyüklere hürmet, küçüklere merhamet etmek 4- Ailede sadakat duygusunu geliştirmek 5- Takdir ve iltifat etmekte cömert olmak 6- “Güzel gören güzel düşünür güzel düşünen hayatından lezzet alır” düşüncesiyle hareket etmek 7- “Her şeyin iyisine bak” düşüncesini taşımak 8- Ailedeki fertleri direk ifadelerle rencide etmek yerine ortak bir nokta oluşturmak (biz duygusuyla hareket etmek) 9- Fedakârlıkta kendi nefsinden işe başlamak 10- Kendisi için istediğini aile efradı için de istemek Netice olarak; iletişim, duyguların diliyle konuşmaktır. İletişim bir anahtardır. Bütün problemleri çözecek kuvvet kendisinde gizlenmiştir. Hasılı: Aile içindeki mutluluk, sevgi ve huzurun kaynağı güçlü ve doğru bir iletişimden geçmektedir. Kaynaklar: 1- Ebu Davud, Edeb 129,2- Ahzab suresi-213- Kenzü’l Ummâl, H.No: 449414- Ahmed bin Hanbel, Müsned, C 2, s. 2505- Nisa suresi,196- Ahmed bin Hanbel, Müsned, C 2, s. 250

Ebeveynler için önceleri kendileri ile uyumlu olan bebeklerinin şimdi kendi isteklerine karşı aykırı tutumlar sergileyen ve bu konuda ısrarcı olan bir çocuğa doğru değiştiğini kabul edebilmek zorlayıcıdır. Gelişimsel olarak bakıldığında iki yaş dönemi, artık bebekliğin bittiğini ve çocukluk döneminin başladığını gösteren bir yaş aralığıdır. Bu yaş aralığında (18-36 ay) çocuklar fizikî, bilişsel/şuurî, duygusal/hissî ve sosyal olarak önceki döneme göre çok daha yetkin olurlar. Hareket kabiliyetleri hızlanır ve çeşitlenir. Kendi fikirlerini ifade etmek için sahip oldukları kelime kapasiteleri genişler. Farklı duyguları hissetmeye ve tanımlamaya başlarlar. Tüm bu yetkinlikler onları diğer kişilerle sosyalleşmeye ve eskisinden çok daha fazla kişi ile ilişki kuramaya hazırlar. Sahip oldukları yeni beceriler ve yetkinlikler çocukların bu dönemde daha özerk olmalarına ve bağımsız keşiflerin peşinden daha çok koşmalarına sebep olur. Ebeveynler açısından zorlayıcı olan kısım tam bu noktada başlar. Pek çok gelişim basamağında hızla ilerleyen iki yaş dönemi çocukları isteklerinde de çok daha net ve ısrarcıdırlar. Ebeveynler için önceleri kendileri ile uyumlu olan bebeklerinin şimdi kendi isteklerine karşı aykırı tutumlar sergileyen ve bu konuda ısrarcı olan bir çocuğa doğru değiştiğini kabul edebilmek zorlayıcıdır. Aslında gelişimin güzel yanlarından biri de ebeveynin de bu dönemde değişmeye zorlanması ve artık bir bebeğin değil bir çocuğun ihtiyaçlarını karşılamaya doğru yönlendirilmesidir. İki yaş dönemi çocuğu artık kendi becerilerini sınamak, dünyayı keşfetmek, kendi bireyselliğini oluşturmak konusunda isteklidir. Bir birey olduğunun anlaşılmasını ve anne babası başta olmak üzere çevresi tarafından dikkate alındığını hissetmek ister. Gelişiminin bu döneminde bebekliğindeki gibi bakım veren bir destekleme yerine bireyselliğinin tanındığı, isteklerinin görüldüğü bir desteklenme modeline ihtiyaç duyar. Ebeveynlerin çocuğa doğru bir şekilde yaklaşmak, onun istek ve ihtiyaçlarını anlamaya çalışmak ve destekleyici bir tutum sergilemek için dikkat edebilecekleri bazı noktalar vardır. Öncelikle bu dönemi büyümenin bir parçası kabul etmek ve bu dönemin bir geçiş süreci olduğunu bilmek önemlidir. Ergenlikten önceki ilk bireyselleşme adımlarını çocuklar bu dönemde atarlar. Bağımsızlıklarını kazanmak için verdikleri mücadeleyi tüm dünyaya kanıtlamak isterler. Bu sebeple bu dönemde çocukları dikkatlice dinlemek, fikirlerini ifade etmeleri için cesaretlendirmek kişilik gelişimlerine olumlu katkı sağlar. Bu dönemde ebeveynlerin çocuklarıyla daha fazla vakit geçirmesi ve onunla çok daha fazla oyun oynaması önemlidir. Çünkü iki yaş aralığı çocuğa sembolik oyun oynayabilme becerisi kazandırır. Bu sayede çocuklar üretkenliklerini geliştirebilirler. Öte yandan ebeveynler oyun sayesinde çocuğun becerileri konusunda daha fazla bilgi edinmiş ve onu yakından tanımış olur. Çocuğunuzun yeni kazandığı becerileri fark etmeye çalışmak, onun neleri yapabileceği ve neler yapamayacağını belirlemek önemlidir. Çocuğunuzun gelişimini desteklemek için becerileri doğrultusunda ona kendi başına yapmak istediği davranışlar konusunda alan açmak geliştirici olacaktır. Örneğin ayakkabılarını çıkarmayı, çoraplarını giymeyi başarabiliyorsa bu konuda onu desteklemek, yapamadığı yerlerde yardımcı olmak gelişimine katkı sağlar. Dikkat edilmesi gereken başka bir önemli nokta da özerkleşmeyi desteklerken aşırı korumacı ve baskıcı olmaktan kaçınmaktır. Çünkü çocuğun becerilerinin önüne geçen bir destekleyici tutum onun keşfetmeye ve bağımsızlaşmaya olan merakını azaltabilir. Kendi kapasitesi arttıkça yapabileceği şeyleri ona bırakmak, bu tür şeyleri onun yerine yapmaktan vazgeçebilmek önemlidir. Kendini kanıtlama konusunda ısrarcı olan iki yaş dönemi çocuğu istekleri konusunda ısrarcı olabilir. Ebeveynler bu istekleri dengelemek konusunda dikkatli olmalı ve çocukla inatlaşmamaya özen göstermelidirler. Çocuğun “hayır” ile başlayan cümlelerine karşı daha toleranslı olmalı ve sabırla yaklaşmalıdırlar. Son olarak, dünyaya açılan kapının eşiğinde olan 2 yaş dönemi çocukları belirli kurallara ve bu kuralların net bir şekilde açıklanmasına ihtiyaç duyarlar. Çünkü sınırsız ve kuralsız bir ortamda kendi becerilerini ve sınırlarını fark edebilmeleri zordur. Kurallar ile karşılaştıklarında hangi becerilerin yeterli, hangilerinin geliştirilmesi gerektiğini daha iyi anlarlar. Böylece sınırsız bir dünyada kaybolmadan ebeveynlerinin desteği ile bireyselliklerini kazanabilirler.



Herkes başarılı olmak ister. Siz de istersiniz değil mi? Bu konuda hemfikir isek şunu bilmemiz önemli olacaktır. Başarı çaba ister. Çalışmadan başarılı olmak mümkün değildir. Bize fikir vermesi açısından bazı büyüklerin hayatlarından bazı bölümleri sizinle paylaşmak istiyoruz. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri: Bir insana kâfi gelmeyecek kadar az yer ve az uyurdu. “Fıtrî uyku beş saattir” derdi. Yatsı namazını kılınca fazla beklemez hemen yatardı. Gece erken kalkar, Teheccüd Namazını kılardı. Evradlarını, bütün dualarını sabah namazına bir saat kala bitirirdi. Sonra ellerini dergâh-ı İlahiye açar, uzun uzun dua ederdi. Bu dua bir saat devam ederdi. … Ve kendi yazdığı Risale-i Nur Külliyatı’ndan günde iki yüz sayfa okur ve tashih ederdi. Zeynelâbidin (ra), gece ve gündüzde bin rekat namaz kılardı. İbn-i Sina (980-1037): Geceleri hep okumak ve yazmakla meşgul oldum. Uyku bastıracak olsa bir bardak bir şeyler içerek açılıyor, yeniden çalışmaya koyuluyordum. Fahreddin-i Razi (1149-1209): Çok defa sofraya oturduğunda bir yandan yemeğini yer, öbür yandan kitap okurdu. Sadece tefsire dayalı yazdığı eserler 20 bin sayfayı geçer. 63 yaşında vefat eden, Razi, geriye 200 eser bırakmıştır. İmam-ı Azam: 40 sene yatsı abdesti ile sabah namazını kılmış. 7000 defa Kur’an-ı hatmetmiştir. Beş yüz bin meseleye fetva vermiş. Elli beş defa hacca gitmiş. Geceleri beş yüz veya bin rekât nafile namaz kılar. Bazen iki rekât namazda Kur’an’ı hatmedermiş. İsmail Hakkı Bursevi (1652-1715): Mum ışığında 161 eser yazmıştı. Avrupalılar bu eserler beş ömre sığmaz. Bu kitaplar 300 yılda yazılmaz derlerdi. İbnü’I-Cevzî: Okuduğu kitapların sayısının yirmi bini geçtiğini ifade eder. Bazısı 20 cildi bulan 340’tan fazla eser vererek, kitap yazmadık hiçbir ilim dalı bırakmamıştı. İbnü’l-Cevzî ömrü boyunca kullandığı kalemlerin yontulmasından biriken talaşları biriktirip, öldüğünde bu talaşların gasil suyunun ısıtılmasında kullanılmasını vasiyet etmişti. Vefatında vasiyeti yerine getirildi, biriktirdiği talaşlar gasil suyunu ısıtmaya yeterli gelmişti. Sultan Selahaddin-i Eyyûbi: Kudüs’ün fethine dek yemek ve uyumayı unutmuş; gülmeyi kendine haram etmiş ve kendine ev yapmayıp çadırda kalmış. Cahız: Bütün kitapları almaya gücü yetmediği için kitapçı dükkânına gider, bir gece için dükkânı kiralardı. Kapıyı üstünden kilitletir, sabaha kadar kitapları mütalaa ederdi.