
“Kalemi elime aldığımdan beri Türkçenin müdafaası için yazdığım satırları birbirine eklesem İstanbul-Ankara şimendifer hattından daha uzun olur” diyen ve bu yazılarından bir kısmı “Osmanlıca, Türkçe, Uydurmaca” kitabında toplanan Peyami Safa’dan bu yana değişen şeyler olsa da istenen seviyeye henüz ulaşabilmiş değil. Ne mi onlar? Elbette yazı ve lisan meselesi. Mümtaz Turhan MEB basımı Cemiyet İçinde Fert kitabında bahsettiği gibi, insan dünyasına nesneleri koyarak yaşantısında ve algısında değişiklikler yapabilirsiniz. (Mesele coca-cola) Aynı şekilde kelimeleri değiştirmekle de bunu yapmak mümkündür. Son iki yüz yıldır hayatımızda yer alan ve bizi allak bullak eden önemli iki şey, yani nesne anlamında yazı, mana cihetiyle de lisan değişikliği bizi olduğumuz yerden alıp zemin ve zaman kayması yaşamamıza sebep olmuştur. Özellikle kelime kullanımı üzerindeki tasarruf, genel anlamda kültürel kopuşu, özel anlamda ise dini kopuşu kolaylaştırmıştır. Modern/günahkâr dünyanın propagandasının temelinde de bu nesnellik ve mana aktif rol almıştır. Kelimelerdeki değişiklikle, kelimelerin dini, kültürel, sosyolojik olarak yüklendiği manalar saf dışı edilerek toplum/insanlar yeni bir düzen ve anlayışa çekilmiştir. Mesela bugün ateist olmak ya da deist olmak ne kadar da normal gözükür olmuştur; ama birisine kafir demeniz bizim toplumumuzda kimsenin kaldırabileceği bir durum olamaz. Oluyorsa zaten kafirdir. Mesela hayat kadını demekle fuhşun büyük günah olmanın yanı sıra toplumu temelinden dinamitleyen ahlaksızlığın ne kadar sıradan olabildiği algısı yerleştirilirken, o yoldaki kadınlar da dahil kimse fahişe kelimesiyle anılmak istemeyecektir. Çünkü bu kelimelerin hem dini hem kültürel hem de toplumsal arka planları ve yüzyılları aşan birikimleri hatırlattıkları ve yüzleşecek duruma dair barındırdığı manaları vardır. Bu kelimelerle anılmak, vicdanında Allah ve millet ile karşı karşıya bırakır ve azap verir. Vermiyorsa zaten o dünyadayken yerini bulmuş demektir. Nihayet dünya imtihan meydanıdır. Bundandır ki kelimelerimize yabancılaşmak, onların yerine yabancı ve uydurma kelimeler kullanmak son derece sakıncalıdır. Çocuklarımıza ağır geliyor diyerek bu kelimeleri öğretmemek, hayata yenik başlamalarına sebep olmak demektir. Akademik dil adı altında zorakilikle aşina olunmayan tercihlere zorlanmak, entelektüelinizi dünyayla bütünleşik/entegre hale getirirken kendinizden koparmak ve uzaklaştırmak olacaktır. Bugün bilimsel denen şeyleri ne kimse okuyor ne de anlıyor. Özellikle çocuklara dini, kültürel ve toplumsal derinliği olan kelimelerin öğretilmesi, manalarının anlatılması şarttır. Bu yaşta diye başlayan safsatalara asla kulak asılmaması elzemdir. Çocuklar siz neyi verirseniz onu alır. Eğer siz vermezseniz onlar ya çizgi filmlerden ya (bu ayrıntıya dikkat etmeyen) öğretmenlerinden ya da okudukları kitaplardan bile isteye verilen kelimeleri o saf, tertemiz zihinlerine yerleştirirler ve ilerideki propagandalara açık hale gelirler. Bunu virüsler gibi de okuyabiliriz. İstendiğinde ve karşılık geldiğinde hazır bulunmuş olurlar ve küresel istendik davranış ve düşüncelere müspet bir zemin haline gelirler. Bu manada ne yazılsa az gelir. Peyami Safa İstanbul-Ankara şimendifer hattını bulur diyor, halbuki ülke çelik ağlarla örülmüş, yüz tane Peyami Safa lazımdır. Bu konuda her haliyle en net duruşu gösteren Risale-i Nur eserlerine dört elle yapışılmalıdır. Yazımıza, kelimelerimize ve lisanımıza sahip çıkılması farz-ı ayndır.

Sirkeci Garı İstanbul'un Avrupa'ya açılan kapısı Sirkeci Garı'nın temeli 11 Åžubat 1888 günü büyük bir törenle atıldı.03 Kasım 1890'da hizmete açılan görkemli gar binasının mimarı Alman mimar ve mühendis A. Jasmund'dur. Berlin Üniversitesi mezunu olan Jasmund şark mimarisi konusunda incelemeler yapmak üzere İstanbul'a gelmiş, Sultan II. Abdülhamid'in güvenini kazanarak sarayın danışman mimarı olmuştur. Jasmund, gar binasının projesi hazırlanırken özellikle bir nokta üzerinde durmuştu. İstanbul, Batı'nın bitip Doğu'nun başladığı yerdi. Bir başka deyişle Doğu ile Batı'nın birleştiği noktaydı. Bu sebeple bina oryantalist bir üslupla hayata geçirilmeli, mahallî ve millî biçim kalıplarına yer verilmeliydi. Bu üslubu yansıtmak için cephelerde tuğla bantlar kullanıldı. Sivri kemerli pencereler, ortaya ise Selçuklu dönemi taş kapılarını hatırlatan geniş bir giriş kapısı yaptı. Vitraylar bu üslubu tamamlıyordu.Binanın kaidesi granit, cephesi mermer ve Marsilya Arden'den getirilmiş taşlarla yapıldı. Bekleme salonlarına, Avusturya'dan getirilmiş büyük çini sobalar konuldu. Binanın aydınlatılması ise çeşitli yerlere konulan 300 havagazı feneriyle sağlandı. Sirkeci Garı'nın yapıldığı dönemdeki hali çok görkemliydi. Deniz binanın eteklerine kadar geliyor ve denize taraçalar halinde iniliyordu. Orta girişin iki yanında saat kulesi, üç büyük lokanta ve açık hava lokantası bulunmaktaydı. 1 Kasım 1991Çeçen Cumhuriyeti,Rusya'dan bağımsızlığınıilan etti 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılma sürecine girmesi üzerine birçok Sovyet Cumhuriyet gibi Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan, Moskova ile müzakerelerden sonra bağımsızlıklarını ilân ettiler. 1 Kasım 1991'de Çeçen-İnguş Cumhuriyeti'nin bağımsızlığı ilân edildi. Ancak Moskova'nın ülkeye askerî birlikler sevketmesi üzerine İnguşlar, 30 Kasım 1991'de yaptıkları halk oylaması sonunda İnguş Cumhuriyeti adıyla Rusya Federasyonu'na bağlı kalacaklarını açıkladılar. Çeçenler ise bağımsızlıkta ısrar ettiler ve Rus birlikleriyle çatıştılar. Çeçenistan'ın bağımsızlık kararını kabul etmeyen Ruslar, 26 Kasım 1994'te başşehir Grozni üzerine karadan ve havadan büyük bir saldırıya geçtiler. Bu saldırılar sırasında 60.000'e yakın kişi öldü ve 500.000 kişi komşu cumhuriyetlerle dağlık kesimlere göç etmek zorunda kaldı. 30 Temmuz 1995'te yapılan anlaşma ile savaşa son verildiyse de Ruslar daha sonra bu kararı askıya alarak 21 Nisan 1996 tarihinde Çeçenlerin lideri Cevher Dudayev'i şehid ettiler. 29 Kasım 1831Silahdarlık makamıkaldırıldı Sözlükte silâh taşıyan manasında Farsça bir kelime olan silâhdâr, Büyük Selçuklu Devleti'nden itibaren bazı Türk-İslâm devletlerinde askerî ve idarî bir görevi ifade etmek için kullanılmıştır. Silâhdarların OsmanlıÂlara gelinceye kadar daha çok sultanların silâhlarını taşıma göreviyle sınırlı olan askerî mükellefiyetleri zamanla idarî bir mahiyet alarak büyük önem kazanmıştır. Padişaha ait bütün silâhların muhafazasıyla yükümlü tutulan silâhdar ağa, merasimlere başında kırmızı kadifeli ve zülüflü üsküf, üzerinde hazine malı olan incili ağır bir kaftan, beline çifte paftalı, gayet pahalı som mücevherli kemer ve altın köstekli som murassa ve değerli bıçak takarak at üstünde katılır, hükümdarın seyf-i Selimî adı verilen kılıcını sol omzuna, alaylarda ise sağ omzuna alarak hünkârın sağ gerisinde yürürdü. 30 Kasım 1988Mısırlı Hafız veKâri Abdulbasıt Abdussamedvefat etti. 1927'de Kinâ vilâyetine bağlı Erment'te doğdu. On yaşında Kur'ân-ı Kerîm'i ezberledi. On dört yaşında Esfunü'l-metâine'de Muhammed Selim Hamâde'den Kur'an ilimleri ve kırâat-i seb‘ayı tahsil etti. Daha sonra Kahire'de el-Meâhidü'l-Ezheriyye müdürü Abdülfettâh el-KÄdî'den kırâat-i aşereyi tamamladı. Mısır'ın Said bölgesinde Kur'an okuyuşuyla tanındı. 1951-1982 yılları arasında Kahire İmam Åžâfiî Camii'nde, 1982'den vefatına kadar da Hüseyin Camii'nde kâri olarak görev yaptı. Abdülbâsıt, muhtelif sure ve âyetler yanında Mısır, Suudi Arabistan ve Kuveyt radyoları için Âsım kıraatinin Hafs rivayeti, Fas radyosu için de Nâfi‘ kıraatinin Verş rivayetiyle tertîl üzere Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını bantlara okumuştur.

İlim ilim bilmektirİlim kendin bilmektirSen kendini bilmezsenBu nice okumaktır.Okumaktan murat neKişi Hak’kı bilmektir Yunus Emre İçinde bulunduğumuz 2021 yılı Yunus Emre’nin vefatının 700. yılı münasebetiyle UNESCO tarafından anma yıl dönümleri arasına dâhil edildi. Ayrıca 30 Ocak 2021 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan genelge ile de 2021 yılı “Yunus Emre ve Türkçe yılı” olarak kabul edildi. İlgili genelgede Yunus Emre’nin şiirlerindeki insan ve doğa sevgisinden bahsedilmiş, hoşgörü, barış ve kardeşlik kavramlarıyla tüm insanlığa seslendiği ifade edilmiştir. Dünya hümanizmine katkı sağladığı ve insanları ortak değerler etrafında birleştirdiğinin altı çizilmiştir. Yunus Emre’nin hem ortak bir değer olarak tüm insanlığa takdiminin hem de bunun yanı sıra ülkemize bir kere daha hatırlatılmasının da bir amaç olduğuna genelgede yer verilmiştir. Genelgedeki belki de en dikkat çekilesi hususu burası teşkil etmektedir. “Ülkemize bir kez daha hatırlatılması…” Bu hatırlatılması kısmının önemli bir bölümünde hiç şüphesiz ki Türkçe’nin doğru kullanılması da yer almaktadır. Hatırlatılması ifadesi haddi zatında zımni olarak ve mefhumu muhalifiyle ne acıdır ki “unutulmasını” da ifade etmektedir. Çağın Yunus’a uzaklığı ve Yunus’u unutkanlığı yukarıda ifade edilen pek çok kavrama olan uzaklığı ve unutkanlığı ile eşdeğerdir. Hatırlatılası şeyler haddizatında Yunus’un şahsında tezahür eden ve Yunus’la müsemma olmuş insani değerlerdir. “İnsan nedir?” sorusunun cevabı bizzat Yunus’un şahsıdır. Yunus insandır. Yunus, insan-ı kâmildir, insan-ı ariftir. “İnsan nedir?” sorusunun cevabı bizzat Yunus’un dudaklarından dökülenlerdir. İnsan; ilimdir, okumaktır, kendin bilmektir. İnsanın mahiyetine derç edilmiş önemli hasletlerden birisidir okumak; ki sadece kalemden kâğıda yazılmış kelamı ve elfazı değil, kâinatı ve kendini de okuyabilir bir varlıktır insan. Kâinat kitabının bilinmezlerini bildikçe, kâinatın nasıllarını çözdükçe, niçinlerinin sırrına erdikçe ilim erbabına dönüşmektedir insan. İnsan kâinatı okudukça kendini bilebilmekte, kendini okudukça kâinatı bilebilmektedir. Bu okuma kimi zaman geçmişten bugüne bütün bilinenler üzerinden olabileceği gibi, kimi zaman kâinatın bütün mevcudatı üzerinden olabilmektedir. Kimi zaman insanın kendi enfüsi âleminde yolculukla olabileceği gibi, kimi zaman insanlığın külli âlemine afaki bir yolculukla da olabilmektedir. Bu okuma an be an, gün be gün devam etmekte, güncelliğini, her an tazeliğini de korumaktadır. İyisiyle kötüsüyle ister geçmişte kalsın, ister güncelde olsun her vukuat insanın kendini ve kâinatı okuyup okumadığının, kendini bilip bilmediğinin, okumaktan muradının ne olduğu ne olmadığının bir tezahürüdür. İnsanın “okumaktan muradının” ne olduğu sorunu dünün bugünün değil, saniye saniye herkesin her an sorunudur. Olanlardan herkesin haberdar olduğu, haberdar olan herkesin olanlardan hissiyat sahibi olduğu, yaşanan hemen her hadisat ile herkesin bir şekilde muhatap olduğu, herkesin herkesle bir cihette sosyal paydaşlığının olduğu bir çağda “Okumaktan murat ne?” probleminde Yunus’a kulak verilmemesi, çağın ve insanlığın külli bir sorunudur; Yunus’u hatırlamak, herkesin her an sorunudur. Yunus’u unutmamak herkesin her an sorunudur. İnsan olmak herkesin her an sorunudur. Her insanın her baktığı, her duyduğu, her gördüğü, her söylediği ya “bir nice okumanın” ya da “bu nice okumaktır’ın” her an aynada yansımalarıdır. Örneğin; kâinatı Yunusça okuyan insan; “Peki söyleyin bana, içmekte olduğunuz suyu!- Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa indirenler biz miyiz? (Vakıa 68-69)” ihtarının hakikatini muhakeme edebilecektir. Kâinatı su, bulut ve yağmur üzerinden okuyan, suyun, bulutun ve yağmurun sahibini idrak eden, dahası kendisini bilen insan, suyu paylaşamama hesabı yapmaktan hicap edebilecektir. Hicap edebilen bir varlık olarak insan, insanlık için mahiyetindeki hicap edebilmeyi okumalıdır, okuyabilmelidir. Örneğin Yunus’u hatırlayan ve insanlığı Yunusça okuyan ve Hakk’ı bilen kişi; yerin ve göğün ölüm kustuğu bir coğrafyadan kaçarak can havliyle sığınacak bir gölge arayanlara herkesin arsızca ve hayâsızca ülkesinin kapılarını kapattığı, hatta insafsızca Akdeniz’in sularında bebekleri dahi ölüme terk ettiği bir dünyada, tüm dünyaya inat ve insanlık onuruna yaraşır şekilde tekellüfsüzce, minnet beklemeden ensar ve muhacir kavramlarını diri tutmaya çalışanlar olduğunun farkında olacaktır. Kendisini misafir olarak gören insanların canını canı bilip, Ensar ülkenin başkentindeki bir mahallede, Ensar ülkenin evlatlarından birisinin canına kast etmekten ve vefaya halel getirmekten imtina etmesi gerekecektir. Vefa beklenen ve vefa edebilen bir varlık olarak misafir insan, insanlık için mahiyetindeki vefayı okumalıdır. İnsan vefalı olmalıdır. İnsan, insan olmalıdır. Örneğin Yunus’u unutmayan, Yunusça insanı okuyan ve kendini bilen kişi; memleketinden yüzlerce kilometre uzaktaki çocukların, geride bıraktıkları veya hiç görmedikleri ülkelerinde neler olduğundan, neden yakınlarını kaybettiklerinden, neden varını yoğunu geride bırakarak kendisi gibi milyonlarca çocukla birlikte terk-i diyar ettiklerinden, neden bir başka ülkeye göç ettiklerinden, neden yardım edilmesi gereken insanlar arasında olduklarından ve bir sürü neden? neden? sorularının cevaplarından bihaber olduklarını idrak edebilecek, etmesi gerekecektir. Böylesi masum ve garip çocukların evlerini, evlerinin camlarını bir gece yarısı taşa tutarak, çocukların gözlerinden korku, yüzlerinden kan, gözlerinden yaş akıtılmayacağını bilebilecektir, bilmesi gerekecektir. Örnekleri çoğaltabileceğimiz nice “en’ler” içerisinde; en bilge- en cahil, en zalim- en adil, en merhametli- en insafsız, en kahraman- en hain, en fazıl- en fasık, en cömert- en cimri, en sükûnetli- en öfkeli, en yalancı- en doğru, en vefalı- en vefasız, en utanmaz- en edepli, en arsız- en mahcup, en mağrur- en alçakgönüllü olabilendir insan. Her bir en’ler arasındaki geniş yelpazenin neresinde bireysel olarak kimin konumlandığı, külli olarak da insanlığın hangi en’in neresinde toplandığı; insanın ve insanlığın “okumaktan murad ne” ve “bu nice okumaktır” sorularının sırrındadır. Zira en okuyabilen- en okuyamayandır insan. İnsanın ve insanlığın; canlı- cansız tüm mahlûkata muamelesinden hareketle; “Neredesin ey insan?- Neredesin ey insanlık?” çığlıklarını attıran ya da “insanlık ölmemiş” dedirten şey bir “bu nice okumaktır” meselesidir. İşte bu mesele Yunus’un hatırlatılması ve hatırlanması meselesidir. 700 yıl sonra…

Okuyabilmek ciddi bir seviyedir elbette. Fakat okurluk yazarlıkla birlikte ilerler. Okur yazar deriz. Aynı durum Osmanlı Türkçesi için de böyledir. Okuyan yaza da bilir. İmlası olmayan bir şey okunamaz. Okuyan okuduğu imlayı yazıya taşıması mümkündür. Sene 2017. Murat Bardakçı’nın Mart 27’de yazdığı Abdülhamid dizisi hakkındaki yazıda geçen “Yazmaya kalkmanız sadece vakit israfıdır ve hatasız imlâ da bu devirde artık mümkün değildir!” cümlesine takılmış ve canım çok sıkılmıştı. Şöyle diyordu Bardakçı: Ne Diyordu Bardakçı “Dolayısı ile sadece kitap yazısını okuyacak seviyeye gelin, kâfi… Merakınız devam ettiği takdirde elyazısı ile diğer hat çeşitlerini daha sonra da öğrenebilirsiniz ama yazmaya kalkmanız sadece vakit israfıdır ve hatasız imlâ da bu devirde artık mümkün değildir! Bu imkânsızlığa rağmen ısrarla yazmaya heves ederseniz ne mi olur? Son haftaların en revaçtaki dizisi “Payitaht Abdülhamid”de olduğu gibi sıra sıra çam devirirsiniz…”1 Köşe yazıp takipçisi olan, bununla birlikte bu konuda fikir ve söz sahibi olduğu düşünülen bir kalemin bu tarzda yanıltıcı bilgiler vermesi doğru bir yaklaşım değildir. Her şeyin kendine ve zamana göre bir kısım problemleri, halledilmesi gereken tarafları elbette olabilir. Fakat toptancı kafayla “Olmaz!” deyip kestirip atmak entelektüelliğe yakışan bir durum olamaz. Yüz yıllardır teraküm etmiş varidatın yazı dilini bir kalemde silip atmak ve zaman kaydıyla yok saymak ya cahillikten ya da peşin hükümlülükten kaynaklanabilir ancak. Hele günümüzde onlarca Osmanlı Türkçesi ile yapılan çalışmalar varken… Abdülhamid Dizisinden Yazıya Gelelim dizi konusuna. Dizi hakkında yapılan eleştiri yanlış değildi. Özellikle yazılan belgeler ve imlası. Bundan dolayı filmin yapımcısı Yusuf Esenkal’a ulaştım ve aramızda şu diyalog geçti. Yusuf Bey, Murat Bardakçı’nın yazısını okumuş olmalısınız. Ben bana bakan tarafıyla bir değerlendirme yapmak ve yaptığınız bu güzel işte imlanın da bir yere oturmasında size yardımcı olmak istiyorum. Çok bariz hataların olması gerçekten kabul edilemez. Bunun çaresi yok mu, elbette var. Ben gönüllü olarak ve hatt-ı Kur’an’ın hukuku adına bu yazıları yazmak talebindeyim. Yusuf Bey de Bardakçı’nın yaptığı eleştirilere değindikten sonra, belgeleri çok da göstermeme kanaatinde olduğunu, kameranın belgeler üzerinden hızlıca akacağı gibi cümleler kurdu. Ben de kendisine, şu an MEB ve Hayrat Vakfı iş birliğiyle yüz binlerce kişinin Osmanlı Türkçesi öğrendiğini ve dizilerdeki bu metinler geldiğinde videoyu/akışı durdurup belgeyi okumaya çalıştıklarını yani bunun aslında örtülü/ayak üstü eğitim olduğundan bahsettim. Ve düşündükleri şeyi yapmanın belki Bardakçı’nın yazısına eğilmek ama diğer tarafta yüz binlerin heyecanlı bekleyişine zarar vereceğini, gönül kırıklığı olacağını anlattım. Makul karşıladı ve beni bir başka arkadaşa yönlendirdi. O da bir başkasına derken nihayet sanat işlerine bakan Ebru hanımda karar kılındı. Bundan sonra o sezon için bütün metinleri kaleme almış oldum. Hatta sete gidip oradaki bazı hatalı metin ve levhaları da düzeltmiş olduk. Bardakçı ilgili yazısında şu cümlelerle devam ediyordu: “Payitaht Abdülhamid”in danışmanları ne iş yaparlar, eski imlâ ile alâkası olmayan bu ayıpların sorumlusu kimdir, düzgün imlâ ile yazabilecek uzmanlardan istifade edilememesinin sebebi bütçenin yetmemesi midir, baştan aşağı yanlış yazılmış belgeleri ekranda milletin gözüne sokarcasına göstermek şart mıdır ve bunları en azından flu şekilde göstermek neden akıl edilmez, bilmiyorum…” İmlaya İşi O Olanlar Baksın! Senesini hatırlayamıyorum fakat Hayati Develi hocayla birlikte Küçükçekmece Cennet Kültür Merkezinde bir programa katılmıştık. Osmanlı Türkçesini konuşuyoruz. Ben soruyorum, o da cevap veriyordu. Bir ara mevzu günümüzde Osmanlı Türkçesi, Kur’an harfleri ile yazma meselesine gelince kendisine, “Hocam, günümüzde Osmanlı Türkçesi ile kitaplar, dergiler ve farklı alanlarda çalışmalar çıkıyor. Siz bu imla konusunda ne düşünürsünüz, fikriniz nedir?” diye sorduğumda, bir parça haklı da olarak “Onu yapanlar düşünsün” demişti. Böyle bir cümleyi evet profesör de kurabilir. Alanı değildir, konuya çalışmışlığı yoktur, bunlar mümkün. Fakat Bardakçı’nın bunu zaman israfı görmesi, bu devirde ‘hatasız imla’ mümkün değil diye bakması hakikaten kabul edilebilir şey değil. Neden mi? 1928’de harf ve devamında lisan değişikliğinden sonra Osmanlı Türkçesi sadece değişimin olduğu tarihe kadar biriken varidatın okunmasına münhasır kılındı. Osmanlıca öğrenen birisi, sadece okumaya odaklı oldu; çünkü kendisinden beklenen buydu. Nadirattan bazı hocalar yazma işini devam ettirmişler, kalan herkes -alanı ise- okumak cihetinde kalmıştı. Risale-i Nur Osmanlıcayı Muhafaza Etti Ne var ki Risale-i Nur ve talebeleri Üstatlarının önlerine koyduğu çalışmayla bunun dışında kalmışlardır. Harf ve lisan değişikliğine rağmen, Kur’an’a olan hizmet ve hürmetlerinden dolayı, hatt-ı Kur’an ile yazılan eserleri üstatlarının da emriyle Osmanlıcasından okumaya ve yazmaya devam etmişlerdir. Her ne kadar sürece darbe vurulmuş, bıçak gibi kesilmeye çalışılmışsa da adeta kesilmiş bir uzvun şartlarına haiz bir yapı içerisinde muhafaza edilip tekrar bünyeye kazandırılması gibi, Risale-i Nur Talebeleri de hatt-ı Kur’an’ı muhafaza etmişler, canlılığını kaybettirmeden günümüze taşımışlardır. Yani Bardakçı’nın mümkün değil demesine kapı açan alt yapının öyle olmadığının en büyük delili olmuşlardır. O günün ve bugün de devam eden taze ve kudretli eserleri yani Nur Risalelerinin kelime ve lisanıyla hatta yazısıyla yetişen bir topluluktan bahsediyoruz. Sonradan kazanılan değil, o dönemde, hadisatın merkezinde olan insanlar ve onların etrafında genişleyerek büyüyen bir cemaatin müntesiplerinden yani… Kaleme alan şahıs Bediüzzaman Hazretleri. Dönemin parmakla gösterilen allamelerinden. Şartlar gereği eserleri elle çoğaltan ve diğer zamanlara taşınmasına vesile olan insanlar alim, hattat, veli, mübarek zatlar… Ne okuma ne yazma ne de imla konusunda ne bir taviz verilmiş ne de bir ara. Endişe duyulan ara hiç açılmamış. Hiç kopukluk olmamış. Hayrat Vakfı İmla Meselesini Çözdü İşte bu çalışmaları devam ettiren ve bugün Hayrat Vakfı çatısı altında hizmet eden bu insanlar, bugün o kopmayan arka planın varlığıyla hem okumaya hem de yazmaya yönelik çalışmalar yapmaya devam etmektedirler. Milyonlarla ifade edilen kitleye Osmanlı Türkçesinin kolaylığından bahisle yol arkadaşlığı yapmış, pek çok kimsenin endişelerine, korkularına, uzak görmesine yardımcı olarak uzak görüneni yakın etmiş, endişeleri gidermişlerdir. 15 Dakikada Osmanlıca Öğrenebilirsiniz! Kahramanmaraş’taki kitap fuarında yaşanan şöyle bir hadiseyi aktarmış olayım. Osmanlıca Eğitim Kültür Dergisi olarak kullandığımız bir motto vardı: “15 Dakikada Osmanlıca Öğrenebilirsiniz!” Kışkırtıcı ve hadi canım dedirtici bir ifade görebilirsiniz, doğrudur, çoğu kimse de öyle gördü ama ilk bakışta. Neyse fuarda elli beş yaşlarında bir hanımefendi standa gelir ve 15 Dakikada Osmanlıca Öğrenebilirsiniz yazısını görünce kızgın bir şekilde “İndirin o yazıyı oradan” der ve ekler, “O kadar kolay olsaydı, değiştirilir miydi?” Arkadaşlar, “Hanımefendi, acaba bize ayırabileceğiniz 15 dakikanız var mı?” diye nezaketle karşılık verirler. Hanımefendi “Hayır!” der. “Peki, 10 dakikanız var mı?” diye tekrar ederler suali. Yine sert bir cevap alırlar: “Hayır!” Devam ederler, “5 dakikanız var mı?” “Hayır!” “3 dakikanız var mı?” Hanımefendi önce durur ve sonra “Ne diyorsunuz siz ya hu?” diye cevaplar. “Nasıl yani?” diye ekler. Her neyse otururlar, başlarlar harflerden, zira harfleri de bilmiyordur. Harfler tamam olunca okutucu harfleri anlatıp Elif harfi “A” sesiyle okutur diyerek ilk kelime pratiklerine başlarlar. Kadıncağız sayfayı sonuna kadar okur. Sona geldiğinde adeta apartmandan düşen birisinin yere çarpıp tekrar havalanması gibi kafasını kaldırıp şu soruyu sorar: “Ben mi okudum?” Evet cevabını alınca tekrar bir daha okur ve hayretle “Demek biz yanlış biliyormuşuz” der. İşte budur. Birisine inanmadığı bir meseleyi istediğiniz delillerle anlatın, kendisinin kendisini ikna ettiği kadar etkili olamazsınız. Tuhaf gelen mottonun böyle tuhaf ama etkili bir yönü vardı, yıllardır da bu etkisini devam ettirmekte ve her yerde işe yaramaya devam etmektedir. E, yani şimdi Osmanlıca öğrenmiş mi oldu? Hem evet hem hayır. Zira en zor kısmı aşmış oldu; önyargılarından, peşin hükümlerinden kurtuldu; aynı zamanda ilk ve en önemli adımı atmış oldu. Bu kısa bilgiyle Türkçe asıllı kelimeleri ve cümleleri hatta metinleri okuyabilecektir. Diğer kısımlar ise, hat bilgisi, alan bilgisi, ıstılah gibi durumlara bağlı; bu da takdir edersiniz ki akademik açıdan bile değişken; yani herkes her alanı kuşatacak diye bir durum yok. Ama isterse başta aldığı o basit gözüken eğitim ciddi anlamda ön açıcı olacaktır. Bardakçı’ya dönüyorum. Yazmak zaman israfı diyor, bu zamanda imlayı uzak görüyordu. Halbuki biz bugün Osmanlıca Eğitim ve Kültür Dergisi çıkarıyoruz. Bu dergi her ay yayınlanıyor ve binlerce kişi istifade ediyor. Bununla birlikte günümüzden pek çok kitap çalışması da yapıldı, Osmanlı Türkçesi imlasıyla. Her hafta cumartesi günleri Akit Gazetesinde yine Osmanlıca Dergi ekibi marifetiyle Osmanlı Türkçesiyle bir sayfa altı senedir çıkıyor ve çıkmaya devam etmektedir. Olabileceklerden değil, olanlardan bahsediyorum. İmlanın Kitabını Yazdık Kaldı ki Hayrat Neşriyat yayınlarından çıkan İmla Müfredatı isimli kitap bu konuya güzel bir çerçeve çizmektedir. Aynı şekilde Osmanlı Türkçesi Elifbası da konuya önemli bir katkı sunmaktadır. Sadece bu çalışmaların takibi bile, bugün herhangi bir metni Osmanlı Türkçesi ile yazabilmeyi mümkün kılmaya yeter. Hayrat Vakfı gönüllüsü insanlar, ciddi bir imtihandan geçerek Osmanlı Türkçesini yazabilir hale geliyorlar. Bak bunlar oluyor. Onların etrafında nice insanlar hem okur hem de yazar hale gelmişlerdir ve gelmeye devam ediyorlar. Derdim, bir yanlışa kapı açılmasına mahal vermemek. Yani Bardakçı’nın ‘bilir’ sıfatıyla yanlış bir bilgi vermesine ve yönlendirme yapmasına gönlüm/üz razı değildir. Kendiniz yapmıyor olabilirsiniz veya bir prodüksiyon bu konuda zayıf davranıp yanlış yapmış olabilir, bunu umuma mal edip bu zamanda düzgün imla mümkün değil demek yanlıştır. Okuyabilmek ciddi bir seviyedir elbette. Fakat okurluk yazarlıkla birlikte ilerler. Okur yazar deriz. Aynı durum Osmanlı Türkçesi için de böyledir. Okuyan yaza da bilir. İmlası olmayan bir şey okunamaz. Okuyan okuduğu imlayı yazıya taşıması mümkündür. Yapılan da budur. Bugüne kadar bu konu belirli bir kitle hariç çok da gündemde olmadığından belki uzak görülüyordu yazma meselesi. Lakin şimdi bu herkes için kolaydır, zira yıllardır pratiği hem de tarihten hiç kopmadan devam edegelmiş bir tecrübenin yansımasıyla insanımızla buluşmaktadır. İmla cihetinde de her şey hazır gözükmektedir. Yeni çıkan meselelere karşı çözüm de elbette bulunacaktır, her alanda olduğu gibi. Kaynak: 1- Murat Bardakçı, Haber Türk, “Ayıptan da öte bir iş: ‘Payitaht Abdülhamid’de eski harflerle olan herşey yanlış yazılıyor!” 27.03.2017

Bugün kültürel bir sohbet yapalım istiyorum. Konumuz Osmanlı Türkçesi, diğer bir adıyla Osmanlıca. “Osmanlıcayı öğrenmek ister misin?” diye birkaç kişiye sormuş, şu cevabı almıştım: “Çok isterim hocam ama önce Arapça ve İngilizceyi halledeceğim sonra Osmanlıca.” Yani aramızda Osmanlıcayı Arapça, İngilizce, Fransızca gibi yabancı bir dil zannedenlerin sayısı az değil. Halbuki Osmanlıca, Türkçedir arkadaşlar, Kur’an harfleriyle yazılan Türkçe. Yani bir yazı dilidir Osmanlıca. Ecdadımızın bin yıl boyunca kullandığı yazısıdır. Köyde çiftçinin biri tarlasını sürerken bir levhaya rastlamış. Bakmış üzerinde Kur’an harfleriyle yazılmış bir şeyler var. Hemen üstünü temizleyip, bel üstünde tutarak köy muhtarının yanına gelmiş. Köylülerle yapılan müzakere sonucunda içinde Kur’an ayetleri yazılı olduğu düşünülen levhayı Caminin bir duvarına asmayı uygun görmüşler. Camiye güzel de yakışmış. Aradan hayli bir zaman geçmiş. Köyden geçen birisi namaz kılmak için camiye girdiğinde duvardaki levha dikkatini çekmiş. Muhtarın yanına giderek levhayı kimin yazdığını ve camiye astığını sorunca muhtar efendi durumu özetlemiş. Misafir zat demiş ki: “Muhtar Bey, bu levhada yazılı olan Kur’an ayeti değil, Osmanlıca bu. “Nefis Bağdat Hurması” yazıyor levhada.” Şunu da gözden uzak tutmamak lazım: Okumayı bilmiyor olsa bile halkımızın Kur’an-ı Kerim’e ve onun harflerine hürmeti her zaman en üst seviyede olmuştur, hamdolsun. Milli Kültürümüzün temelini teşkil eden eserlerimizin hemen hemen tamamı Osmanlıcadır. Osmanlı İmparatorluğunun Asya, Avrupa ve Afrika’da yüzyıllar boyunca hükmettiği topraklarda şu anda 45 tane devlet kurulmuş olduğunu söylersem sahip olduğumuz mirasın büyüklüğünü sanırım daha iyi anlarız. Başta memleketimizde Başbakanlık arşivi olmak üzere tüm bu ülkelerin arşivlerinde bizler tarafından keşfedilmeyi bekleyen büyük bir hazine bulunuyor. Süleymaniye kütüphanesine araştırma için giden bir arkadaşım söylemişti: “Eski eserler üzerinde araştırma yapanların büyük çoğunluğu yabancılar. Araştırıcılar arasında bu memleketin çocukları %5’i geçmez.” O zaman çok üzülmüştüm. Düşünün bir İngiliz önce Türkçeyi, sonra Osmanlıcayı öğreniyor. Gelip yanı başımızdaki kütüphaneden bizim geçmişimizi araştırıyor daha sonra biz de onun yazdığı kitabın tercümesinden kendi öz kültürümüzü ve tarihimizi öğreniyoruz. Sizce de bir şeyler yanlış değil mi? 1996 senesinde, -ben o zaman Ankara’da üniversite son sınıftayım- Türkiye’de doktora için bulunan bir Japon öğrenciyle konuşmuştum. Kendisi bana; 1000 yıl öncesine ait yazıları kendi ülkelerinde ortalama bir Japon vatandaşının okuyup anlayabildiğinden bahsetmişti de ne kadar etkilenmiştim. Hala bugün bile hatırımda. Nasıl etkilenmeyeyim ki? Ben yüz yıl önce Çanakkale’de şehit olmuş büyük dedemin yazdığı mektubu okuyamıyordum. 500 sene önce yaşamış Şekspir’in yazdığı eserleri İngiltere’de ilk ve ortaokul öğrencilerinin okuyup anlayabildiklerini duyunca da inanın yarama tuz basılmış gibi hissetmiştim. Çok yönlü ve zengin bir altyapıya sahip, tarihine yabancı kalmamış, geçmiş büyüklerine saygı ve sevgisini kaybetmemiş bir gençliğin ülkemizin geleceğinin bir teminatı olduğu su götürmez bir gerçektir. Osmanlıcayı öğrenmek, ecdadımıza karşı geç kalmış bir vefa borcumuz, bizden sonra gelecek olan neslimize karşı da sorumluluğumuzdur. Çünkü her bir nesil bir sonrakine milli kültürünü ulaştırmak için bir köprüdür. Osmanlıcayı öğrenmek son derece kolaydır. Hatta belki iddialı olacak, Kur’an okumayı bilen birisi 15 dakika içerisinde Osmanlıcayı çat-pat okumaya başlar. İki temel şey vardır. Önce Osmanlıca alfabedeki 34 harfi öğreneceğiz. Sonrasında ise sekiz adet sesli harflerin karşılığı dört tane okutucu harf var. Bunları da öğrendikten sonra direkt okumaya geçiyoruz. Mesela “be” harfinin yanına okutucu olan “elif” harfi geldiğinde “A” sesiyle “Ba (با)” şeklinde okutur. Yine “be” ve “elif” arkasından gelince heceleri birleştirip “Baba (بابا)” diye okuyoruz. Aynı şekilde “daha (داها)” “saman (صامان)” “yaratan (ياراتان)” şeklinde örnekleri çoğaltabiliriz. Elif harfi önüne geldiği harfi “A” sesiyle okutur. İşte bu kadar! Osmanlıca ile hem okumak hem de yazmak son derece zevklidir. Ben kendim 20 yıldır özel notlarımı Osmanlıca olarak tutmaya çalışıyorum. Kur’an harfleri olduğu için olsa gerek bana büyük bir haz veriyor. Ve güzel yazıldığı zaman da son derece estetik duruyor. Sonuç olarak; son derece kolay olan, bizlere kendi geçmişimize, tarihimize, kültürümüze ilk elden ulaşma, özümseme, kendi kimliğimizi yorumlama fırsatı verecek Osmanlıcayı öğrenmeye var mısınız? Sadece bir buçuk gününüzü ayırıp atalarımızın yadigarı bu büyük mirasa sahip çıkmak istemez misiniz? Öyleyse haydi Online Osmanlıca Kursuna!

“Kavga başlamadan evvel her cesurun gözüne genç ve süslü bir dilber gibi görünür. Ancak ortaya çıkıp ateşini kusunca çirkin bir kocakarıya döner de artık kimse onu öpüp koklamak istemez.”İmriü’l-Kays Harf inkılâbı olup bitince işin bu kadarla kalmayacağı belli olmuştu; zira iş bundan sonra bir dil ve kültür inkılâbına doğru gidiyordu. Hüseyin Rahmi, bugün bile asla kabul edilemeyecek şeyleri o gün söylüyordu: “Kütüphanemde Nef’î de var. Nedim de var. Okuduğum zaman beni hiçbir yere uçurmuyorlar. Daima odamın basık tavanı altında kalıyorum, sıkılıyorum. Çünkü bu şair efendiler ne Arap ne Acem ne Türk...1 Şimdiki ve gelecek nesillerimiz halis Türk dili, Türk hissiyle yazılmamış gayr-i samimi eserleri, kimin olursa olsun, beğenmeye mecbur değildirler ve beğenmemekle de kendi samimi harsımıza (kültür) borçlu olduğumuz hürmeti göstermiş oluruz.” Ne yazık ki şu ipe sapa gelmez laflara cahilliğin alkışlanması demek hatalı olmaz. Açıkça söylemek gerekir ki, iddia edildiği gibi Arap harfleri Türkçe’nin bünyesine tam olarak uymasa bile, değil mi ki bütün Müslüman Türkler bu harfleri öğrenmiş ve bin sene eserlerinde kullanmışlardır, sırf bundan dolayı bile sahiplenmeye değerdir. Bunun da ötesinde, İstanbul’da basılan bir kitap Kazan’da veya Tebriz’de, yine oralarda basılan Türkçe bir kitap da Türkiye’de okunabiliyordu. Şimdi böylesine kuvvetli bir bağı tekrar kurmanın imkânı nasıl bulunacaktı? Türkiye’deki bir Türk, Azerbaycan’da basılan Türkçe bir kitabı okumak için Rus harflerini, İran veya Irak’ta basılan Türkçe bir eseri okumak için Arap harflerini öğrenmek zorundadır artık. Bundan da önemlisi Türkiye’de 1928 yılından önce yazılmış veya basılmış bir kitabı okuması için de yine eski harfleri öğrenmesi gerekiyor. Mesele sadece harf hususundaki müşkülle bitiyor değildi, bundan daha önemli olan ama çok kimsenin farkında olmadığı başka bir mesele var ki, o da dilin değişmiş olmasıdır. Anladığımız kadarıyla harf ve dil hususunda yanlış yol tutanların hepsi kötü niyetli değildi. Bunların bir kısmı galiba bizim görmediğimiz bazı şeyleri görüyor ve bilmediklerimizi biliyorlardı. Bir kısmının ise kendi fikri yoktu, siyaset ne söylüyorsa hemen kendisini ona uydurmaya başlıyordu. Ancak mutlak surette ne yaptığını bilenler de vardı; onlar maziyi ve hâlihazırı tamamıyla inkâr edip yıkmanın peşinde idiler. Maksatları ise onun yerine yalnız kendi düşüncelerine uygun bir cemiyet kurmaktı. Harflerden sonra da sıra dile gelmişti ve Öz-Türkçecilerin ikinci hamlede yapmak istedikleri şey işte buydu. Gerçekten de harf ve dil üzerinde birtakım ameliyeler yapılmış ve nesilleri birbirinden ve maziden ayrılmıştır. Cemil Meriç, meseleye sadece içeriden değil dışarıdan da bakar ve şöyle der: “Osmanlı rahatsız ediyordu Mustafa Kemal’i. Silinmesi gereken bir vesikaydı yakın tarih. Mazi zaman zaman gevezelik ediyordu. (...) Osmanlı ordusu, Osmanlı teşkilatı, Osmanlı mimarisi yok edilemezdi. Ama nesillerin birbirleriyle olan devamlılığı bozulabilirdi. Harf inkılâbı altı yüz yılı rafa kaldırdı ve tarihsiz bir memleket ibda etti. Kuzey komşumuzun işine geliyordu bu. Tarihinden kopan bir ülke her mecraya sürüklenebilirdi.”2 Nitekim bu fikir İsmet İnönü ile Halide Edib’in benzer ifadelerinde de yerini bulmuş bir gerçektir. Zira onlar ve diğerleri çok öncelerden beri iyi ve kalıcı bir kültür inkılâbı için harf inkılâbının gerekli olduğunu söylemişlerdi. Nitekim bugün tarihe şanlı eserler bırakarak gitmiş olan ataların eserlerine birer garip turist gibi bakışımız artık bu inkılâbın harf ve dil inkılâbı olmaktan çıkıp gerçekten bir kültür inkılâbı olduğunu göstermektedir.3 İhtilal ve inkılâp hareketlerinin çok garip ruhi durumları ve kendine göre eksi bazı kanunları vardır. Rivayetlere göre Emevi saltanatına son veren Abbasi taraftarları idareyi ele alır almaz, Emevi sultanlarının mezarlarını, Ömer b. Abdülaziz’in mezarı hariç, tahrip etmişlerdir. Yine Fransız ihtilalinin mümessilleri kilisenin tasallutundan kurtulmakla kalmamış, din ve maneviyat anlayışına tamamen karşı çıkmışlardır. 1917’de Rusya’da patlayan Bolşevik ihtilalinin on yedi milyon Rus’un kanına mal olduğundan bahsedilir. Bir idare birileri tarafından, haklı veya haksız, devrildiği zaman hâkim olanlar kahraman oluverirler. Devrilenler ise hain veya başka bir damga yer ve özellikle henüz devirme hareketinin sıcak zamanlarında en adi hakaretlere maruz kalırlar.4 İnkılâptan sonra öyle bir tablo çiziliyordu ki; güya Türkçe tam yok olup giderken imdada harf ve dil inkılâpları yetişmişti. O zamana kadar ataların bin seneden beri yazdıkları eserlerin, dünyanın en büyük kütüphane ve arşivlerinin, mahkeme kayırları ve kadı sicillerinin Türkçe olduğunu hiç hesaba katmıyorlardı. Nitekim harf inkılâbı tahakkuk ettikten sonra inkılâpçılar istediklerini elde etmişlerdi, fakat iş bununla bitmiyordu. Zira inkılâp arkasında her geçen gün acısını biraz daha hissettiren eserler bırakıyordu. Evvela gayet haksız ve maksadı aşar şekilde inkılâbın arkasına sığınan birçok ehil olmayanın elinde zavallı Türkçe’miz, tarihimiz, mukaddesatımız hücum ve tahribe uğradıkça uğruyordu. Bazılarının, “Aslında Atatürk’ün dediği bu değildi, inkılâbın maksadı başkaydı” demeleri de pek bir şey ifade etmedi. Zira kendilerini devrimci’ yahut ‘Atatürk’ün çocukları’ olarak gösterenler kimseyi dinlemek istemiyorlardı. Cumhuriyet adına cinayet işlemek bazılarının o kadar hoşuna gidiyordu ki, samimi ve akıllı Cumhuriyetçi olanlar bile onların nazarında yok hükmüne geçmişlerdi. Düşünmeden, dinlemeden ve yorulmadan fakat bir şeylerin arkasına saklanarak iş kotarmak kolay ve basit geliyordu. Bugün samimi bir soru sorarak, “Atatürk’ün Nutuk’unu Osmanlı Türkçesi olarak mı yoksa Türkiye Türkçesi olarak mı telakki edeceğiz?” veya “Dil bu kadar tahribata maruz kaldı ve sonunda Nutuk sadeleştirme adı altında eksik ve yanlışlarıyla âdeta katledildi, bu durum size bir şeyler hatırlatmıyor mu?” diye sorsak, acaba Atatürkçülerden ne cevap alacağız? Emre Kongar, neticelere biraz daha farklı yaklaşmaktadır, Yazı Devrimi kitabının son makalesinde şunları söyler: “... Hiçbir kültür devrimi yoktur ki, siyasal içerikten soyutlanabilsin. Şimdi bu özellikleri akılda tutarak, yazı devriminin irdelenmesine geçebiliriz (..) Arap alfabesine dayalı olan yazı, Türkiye’de eski toplumun ve eski kültürün bir simgesidir. Dolayısı ile eski siyasal iktidarın da ayrılmaz bir parçasıdır. Bütün bunlara ek olarak Arap alfabesi, kutsal kitabın, yani Kuran-ı Kerim’in yazısı niteliğini taşıdığı için kutsal bir özelliğe sahip olarak düşünülüyordu. Bütün bu noktaları dikkatli bir gözle incelediğimizde yazı devriminin şu özellikleri hemen dikkatimize çarpmaktadır: 1) Yazı devrimi, eski siyasal ve toplumsal yapının simgesini değiştirmiştir. 2) Yazı devrimi yeni bir ulusal toplumun simgesi olmuş, bununla da kalmayarak dil ve tarih devrimleri yoluyla böyle bir toplumun yaratılmasında işlevsel olmuştur. 3) Merkezi bürokrasinin daha güçlenmesine ve yaygınlaşmasına yol açmıştır. Sonuç: Bütün bu açıklamalarım ışığında vurgulamak istediğim sonuçları şöyle özetleyebilirim: 1) Yazı devriminin yakın, ivedi ve güncel anlamı, devrimin yapıldığı dönem için, her şeyden önce siyasaldır. 2) Buna karşılık, yazı devriminin uzak, kalıcı, uzun erimli anlamı kültüreldir. Bu anlamda yazı devrimi, bütün öğeleri ve yol açtığı bütün sonuçları ile birlikte tam bir kültür devrimidir. 3) Bu devrim bugün için tam anlamıyla bir başarıya ulaşmıştır. Bu nedenle, eski saplantılarımızı bir yana bırakıp hem tarihimize daha iyi eğilebilmek hem de üçüncü dünya ülkeleri denilen ülkelerin kültürleriyle daha sıkı temasa geçebilmek için, Arap yazısını daha kolay kullanılabilir bir araç niteliğine kavuşturmalıyız.”5 Harf inkılâbından itibaren, hem de devletin büyük kaynakları feda edildiği halde, doksanlı senelere kadar zannedildiği gibi iyi bir okuma-yazma seviyesine ulaşılamaması can sıkıcı olmuştur. Bu kötü duruma karşı verilen cevaplar ve bulunan bahaneler son Osmanlı devrinde eski yazı hakkındaki şikâyetlerden çok da farklı olmamıştır. Demek ki, keramet yazının kolaylığında, zorluğunda değilmiş. Dilin ve kültürün yediği darbe de cabası olmuştur. Artık bu meseleler eski basit sloganların dar kalıplarına mahkûm edilemez, zira geldiğimiz noktada varlıkla yokluk arasında bazı ciddi tehlikeler yaşamaktayız. Öyle veya böyle, geçmişten bize intikal etmiş olan şu devletin önündeki muhtemel tehlikeleri artık görmezden gelemeyiz. Yine geçmişin haklı-haksız münakaşalarına saplanarak hiçbir şey yapamaz ve bu yolla bir neticeye ulaşamayız. Biz de burada ele alacağımız konularda mümkün olduğu kadar kimseyi hedef almaksızın bir muhasebe yapmaya çalışacağız. Ancak sadece teşhisi doğru koyabilme yolunda bazı isimleri zikretmeden de geçemeyeceğiz. Eğer teşhisi doğru koyabilirsek, tedavi hususunda gelecek olan kısımları daha verimli hale getirebiliriz. Kaynak: 1- Bu tabir son derece sakat ve yersiz bir tabirdir. Zira derler ki: “Şairler muhitlerinin zadeleridir.” Yani onlar yaşadıkları çevrenin fikir ve inançlarından ilham alır ve söylerler. Siz bir Baki’yle günümüzde yaşayan Saadettin Kaplan’ın yer değiştirmelerini mümkün göremezsiniz. Bu diğer eserlerde de böyledir, muhitin tesiri konuşan ve yazan üzerinde mutlak tesir sahibidir. Bu takdirde biz gözümüzü aklımızla birlikte zamanınşartlarına çevirmeliyiz. Aksi halde eskileri milli olmamakla itham etmek gibi bir cehalete düşeriz. 2- Rahmetli Cemil Meriç’in “kuzey komşu’ dediği Rusya’nın bu hususlardaki rolüne mutlaka dikkat etmelidir. Bir asır kadar önce Erenthal de bir yabancı olarak şöyle diyordu: “Türkiye’ye ait olan meselelerin esasları Rusya’da bulunur. Çünkü Türkiye meselesini Rusya ihdas etmiştir.” 3- 2010 senesinde Trablus’taki Libya arşivlerindeki çalışmalarımız esnasında Osmanlı Türkçesi dersleri verirken birçoğu Türk kanı taşıyan ancak Türkçe bilmeyen gençlere sunu ifade etmiştim: “Bu yazıları okuma hususunda sizler Türkiye’deki kardeşlerinizden bir adım öndesiniz. Zira siz harfleri tanıyor, ama dili anlamıyorsunuz, onlar ise ne harfleri tanıyabiliyor ve ne de dili anlayabiliyorlar.” Türkçeyi öğretme yolunda Arapça bir kitap hazırladıysak da Kaddafi’nin devrilmesinden sonraki karışıklık yüzünden bastıramadık ve geri döndük. 4- Bizce Batılıların, “Hiçbir devrimin ilk yirmi senesi savunulamaz” şeklindeki hükümleri haksız değildir. 5- Bizce meselenin bel kemiği bu üçüncü maddedir. Zira burada hem tarihimize ve hem de tarihi coğrafyamıza yine bu eski harflerle yaklaşabileceğimizi, bu yazıya kolay bir işlerlik kazandırmamız gerektiğini ifade etmektedir.

Yalın ve objektif bir zihin ile bakılabilirse görülür ki; yazı, bulunduğu günden bugüne değin ve hatta dünyanın sonuna kadar insanda etki potansiyeli en yüksek araçsal eylem olmuştur/olacaktır. Bulunduğunda yazı, bugün ise yazılım formatında, insanlığı en çok etkileyen, onun yapısında inanılmaz değişim ve dönüşümler oluşturabilen büyük bir güçtür yazı. Şüphesiz insanlık tarihinin en önemli icatlarından biridir simgeler, semboller ve yazı. İnsanın öteden beri kendini ifade etme konusunda kendisinin bile mani olamadığı bir fıtratı vardır. Yani insan, yaratılışça kendisine bir şeylerin ifade edil mesine ve kendisinin de bir şeyleri ifade etmesine uygun bir şekilde, uygun bir fıtrat ile yaratılmıştır. Aslında bu özelliği insanın, tarih boyunca kendini içinde bulacağı İlâhî diyaloglar, öğrenme ve gelişme süreçlerinin zeminini oluşturmaktadır. İnsan, kendisine bildirileni alabilme (anlayabilme) ve aldığını ifade ve beyan yoluyla başka insanlara iletebilme (anlatabilme) vasfı ile seçkin bir pozisyonda kılınmıştır. Neredeyse insanın dışında hiçbir varlık yaratıcısı karşısında hitaba layık olmamış ve bir “muhatap” kılınmamıştır. İnsan, fıtrat ve doğası itibarıyla öğrenen, değişen ve gelişen bir mizaca sahip kılınmıştır. Bu açıdan bakıldığında, insan bu kainatın Halıkı ve Maliki olan Allah’ın (cc) tek muhatabı, tek temsilcisi ve esmasının kahir ekseriyetine mazhar kılınanıdır. Yine insan, fıtratındaki latif ve rahmetli cilvelerden dolayı mazhar olduğu hayır ve hakkı hemcinslerine engin bir rikkat ile ulaştırmak eğilimindedir. Bunun yolu olarak iletişim, tebliğ ve lisan-ı hal gibi kanalları kullanmıştır. Bidayette sadece hak sözün, ilâhî kelamın konuşma yoluyla neşredildiği bilinen bir gerçektir. İnsanın şehir yaşamına geçtiği ve medeniyet namına bazı inkişaflara vesile olduğu dönemlerde, insanların öbek öbek başka yerleşim merkezlerinde yaşamaya başlamaları sebebiyle, konuşarak bir hakikati birçok yere ulaştırmak artık neredeyse imkânsız hale gelmiş ve zaruri bir ihtiyacın giderilmesine matuf olarak insan yazıyı icat etmiştir. Bu icat ile birlikte beşeriyet tarihi, insanın duygu ve düşüncelerini konuşmanın dışında bir araç ile yayma imkanını bulmasına tanık olmuştur. Yalın ve objektif bir zihin ile bakılabilirse görülür ki; yazı, bulunduğu günden bugüne değin ve hatta dünyanın sonuna kadar insanda etki potansiyeli en yüksek araçsal eylem olmuştur/olacaktır. Bulunduğunda yazı, bugün ise yazılım formatında, insanlığı en çok etkileyen, onun yapısında inanılmaz değişim ve dönüşümler oluşturabilen büyük bir güçtür yazı. Yazı, bizlere bin yıl önceki birine muhatap olabilme imkânı sunarken eğer söyleyecek ve zamanla aşınmayacak bir sözünüz varsa bin yıl sonra kendinize muhataplar bulabilmenize imkan tanıyan diğer bir deyişle zaman üstü bir iletişim aracıdır. “Bir dilbilimci olan Edward Sapir ve aslen bir yangın sigorta memuru amatör dilbilimci Benjamin Lee Whorf dil formu nun düşünce süreçlerinin yapısında belirleyici olduğunu, belleğimizi ve dünyayı algılama biçimimizi önemli ölçüde etkilediği tezini, Sapir-Whorf hipotezini (1956) öne sürer.” (Emel Altınkaya Ergül-Psikobilim Dil ve Düşünce Üzerine Teoriler) Dil ve onun simgesel ifadesi olan yazı, o dili ve yazıyı kullanan herkesin kişilik özelliklerine belirgin etkilerde bulunmaktadır. Latin harflerinin soldan sağa Arapçanın sağdan sola yazılması, Çincenin yukarıdan aşağı ideogramlarla yazılmasının o dili kullananlarda karakteristik etkiler yaptığı artık kabul görmüş bir gerçektir. Mesela ana dili Fransızca olan bir kimse ki, -Fransızca çok kibar bir fonetik yapıya sahiptir- Rusça konuşurken agresif bir duygu hissettirmesi buna gayet kolay anlaşılır bir örnektir. Ayrıca dil, o dilin konuşulduğu bölgenin özelliklerine göre de değişim ve gelişim yaşar. Mesela Eskimo dilinde “kar” kelimesi için onlarca kelime bulunurken “deve” kelimesinin o dilde bulunmaması, Filipinler dilinde pilav için 13 kelime, Arapçada “deve” için onlarca kelime bulunması dilin kullanıldığı bölgenin özellikleri ile de şekillendiğini güçlü bir şekilde ispatlamaktadır. Söz konusu dilin simgesel ifadesi olarak kabul edilen yazı, sadece anlamsal bir transfer aracı değil aynı zamanda antropolojik bir unsurdur. Yani yazı bir simge ve sembol olarak o yazıyı kullanan insanlar hakkında çok şey anlatır. O insanın inancı, kültürü, ahlakı, umudu, beklentileri, duası, davası ve dünya algısı yazısı ile biçim kazanır ve somut bir simgeye dönüşür. Dilin kendine özgü ruhu, kendi gücü ve kalitesi nispetinde, o dili konuşan kişiye geçmesi gibi, kişinin kendisini ifade ederken kullandığı yazı ve yazma kalitesi de o kişinin ruhunda mimârî bir etkiye sahiptir. Mesela seküler (dünyevî) bir dil örgüsüne sahip insanların kendilerini ifade ederken kaçınılmaz olarak dünyaya çakılı kelimeler ve gramatik bir yapı kullanmaları kaçınılmazdır. Fatiha suresinde bulunan “Maliki yevm-iddin” ifadesi din gününün sahibi demektir. Bu ifade Arapçada o azametli günü yaratacak kudrette olan bir Zât’a işaret ederken batı dillerinde o güne sahip olmakla ilgili mülkiyet durumunu vurgulamaktadır. Dilimizdeki “gönül” kelimesinin batı dillerinde karşılanamaması da yine dikkat çekici mental ve inançsal farklara işaret eder. Bir dil size her şeyin bir bedeli, fiyatı ya da ücreti var gerçeğini anlatabildiği halde o şeyin değerini anlatamayabilir. Örneklerin sonu gelmeyecektir. Ayrıca dil konusunun bilimsel bir disiplin seviyesinde incelenmesi ve “Dilbilimi” olarak birçok uzmanın araştırma ve çalışma sahası olması dilin ve yazının ehemmiyetini anlatmak için dikkat çekicidir. Yazının bir simge ve sembol olarak ayrıca irdelenmesi gereken yönleri de vardır. Okumasını bilsin ya da bilmesin ülkemizdeki insanlar Kur’an harflerine neredeyse genetik düzeyde bir refleks ile saygı duyarlar. Arapça bir magazin ya da gazete parçasını yerde görseler hemen yerden alır yüksekçe bir yere koyarlar hatta onu öpenleri de görebilirsiniz. İşte bu, yazının bir sembol olarak çağrıştırdığı değerlerin yaptırım gücünü göstermektedir. Belki anlamını bilmiyorlar ama ezan okunduğunda duyulan kelimelerden daha çok ezan ile hatırlanan şeyler insanları saygı ve ihtirama yönlendirmektedir. Evet bir semboldür. Allah’ın (cc) dininin bir sembolüdür. Evet bir semboldür. Peygamberimizi (asm) hatırlatan bir semboldür. Evet bir semboldür. İ’lâ-yı Kelimetullah (Allah’ın adını yüceltmek) için ecdadımızın zaferlerle dolu bin yılını hatırlatan bir semboldür. Bu sembollerde bizim inancımızın, kültürümüzün ve tarihimizin gücü saklıdır. Bu semboller içimizdeki, tarihimizdeki gücü ifade eder. Bundan dolayı gücümüzün bir sembolü olduğu gibi, ezan gibi bayrak gibi İslam harfleri gibi sembollerimizin de bir gücü vardır. Bu vesile ile en bilindik sembollerle en muhteşem hakikatleri anlatma konusunda müstesna bir kimlik olan merhum Mehmet Akif Ersoy’un sembolik bir anlatımı ile yazımıza nihayet verelim. “Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor, bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor” Es’selam Men’ittebea’l Hûdâ...

Kur’ân harfleri, ilahi muazzam bir kale hükmünde olan Kur’ân’ın temel bir taşıdır, değiştirilemez. O taşı almak bilerek veya bilmeyerek o kaleyi yıkmaya çalışmaktır. Böyle yanlış bir hareketten Allah (cc)’a sığınırız. İnsanlar inandıkları gibi yaşamayınca, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar. Harf inkılabından sonra insanlarımız Latin harfleriyle meşgul olup ona alışkanlık kazanmalarından dolayı maalesef inançlı bir kısım insanlar da dahil Kur’an harflerinin aleyhinde konuşabilecek kadar ileriye gitmişlerdir. Bu durum bir felakettir, hatta bazen dalalete götürebilecek kadar büyük bir musibet haline gelmiştir. Kur’an’ın harflerinin Kur’an rağmına değiştirilerek hareket edilmesi bidattir. İşte bu hususta; bilmeyerek bid’ata taraftar olmak gibi bir hataya düşen ehl-i imanın kurtulması ümidiyle bu yazıyı kaleme aldım. Evet, Müslümanların yazısı Kur’an harfleridir. Hem Kur’ân Arapça olarak inmiş ve muhafazası şarttır. Başka harflerle yazmak haramdır. Hem Kur’ân harflerinin kazandırdığı sevap çok ehemmiyetlidir. Kur’an’ın hakikatlerini neşreden Risale-i Nurun yazısı da Kur’an’a benzemiştir. Kur’an harfleriyle yazılmış, okunmuş ve muhafaza edilmiştir. Bundan bahisle Risale-i Nur’un en mühim vazifelerinden birisi de Kur’ân harflerini muhafaza etmektir. Hem Kur’ân harfleri, şeair-i İslamiyeden olması cihetiyle çok ehemmiyetlidir. Şeair; Allah’a kulluk etmeye vesile olan, saygı gösterilmesi ve korunması gereken belli ibadet, işaret ve semboller anlamında1 bir kelimedir. Bahsi geçen bu hakikatleri izah etmeye çalışacağız. Risale-i Nurlardan yapılan alıntılar çoğunlukla mana itibariyledir. 1. Bütün Bidatler Dalalettir اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دٖينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتٖي “Bugün size dininizi kemale erdirdim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’a razı oldum.”2 ayet-i kerimesi Cenab-ı Hak, İslamiyet’i insanların dünya ve ahiretlerini kazandıracak her türlü kanun ve adapları içinde toplamış olarak tam ve mükemmel bir şekilde gönderdiğini buyurmaktadır. كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلَالَةٌ وَكُلُّ ضَلَالَةٍ فِي النَّارِ “Bütün bidatler dalalettir, sapıklıktır. Bütün dalaletler ateştedir.”3 hadis-i şerifi ise bu İslami düsturları beğenmeyip yeni düsturları onların yerine geçirmekle o İslami ahkâm ve düsturları değiştirmenin bidat ve ateş olduğunu açıkça ifade etmektedir. İslami emirlerin mertebeleri vardır. Bir kısmı farz ve vaciptir ki, bunlara ‘muhkemat’ denilir. Bunlar İslamiyet’in temel esaslarıdır. Bunları yapmaya herkes mecburdur. Yapmayan için şiddetli azap ve ceza vardır. Bir kısmı da nafilelerdir ki, yapılmasında maddi ve manevi olarak çok büyük fayda ve sevap vardır. Bunlar ezan, kamet gibi ibadete tâbi sünnetlerdir. Bunların terkinde ceza ve ikab yoktur. Fakat bu sünnetleri bozmak ve değiştirmek ise bidat ve dalalet olduğundan Cehennem ateşine sebebiyet veren büyük bir cürümdür. Diğer bir kısmı da adab-ı muaşeret denilen Peygamberimizin (sav) güzel âdetleri ve fıtrî hareketleridir. İster şahsî hayat ister toplum hayatı için olsun bunları yapmanın çok hikmet ve faydaları vardır. Bunları yaşamak çok güzel olmakla beraber âdetleri ibadet hükmüne geçirir. Fıtrî olarak yapmak mecburiyetinde olduğumuz yemek, içmek, yatmak adapları gibi. Bunları terk etmek ve bozmak bid’at değildir ama büyük bir sevaptan mahrum kalınır. Kur’ân Başka Harflerle Yazılmaz Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı, Kur’ân harfleriyle yazmak, hak mezheplerin ittifakıyla farzdır. Hatta Kudûrî ve İânetü’t-Tâlibîn kitaplarında “Başka hurufatla yazılan Kur’ân veya bir sure, Kur’ân olarak kabul edilmez.” diye izahat vardır. Mesela: اَلْحَمْدُلِلّٰهِ’ın kısa bir meali: “Ezelden ebede kadar her kimin, kime ve neye karşı hamd, şükür ve övgüsü olmuşsa bütün bunlar varlığı zaruri olan Allah’a mahsustur ve O’na gider.” Zira varlıklarda bulunan her türlü mükemmelliğin ve güzelliğin ve onlardan gelen her çeşit iyiliğin asıl sahibi Allah’tır. Öyleyse onlara karşı yapılan övgü ve teşekkürler de Cenab-ı Hakk’a gider. İşin farkında olan bir mü’min اَلْحَمْدُلِلّٰهِ cümlesini şu niyetle söyler: “Ey Rabbim! Bütün varlıkların tüm zamanlarda, kendilerine mahsus dilleriyle yaptıkları külli ve geniş olan bütün teşekkürlerini ve övgülerini kendi cüz’i hamd ve teşekkürümle beraber bunların hepsini kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen bunların hepsine layıksın.” إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ “Ameller niyetlere göredir.”4 sırrına binaen bütün bu hamdleri kendisi yapmış gibi sevap kazanır. “Yarattı” manasında olan “وَهُوَ الَّذٖي خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضَ” “O Allah ki; yerleri ve gökleri yaratmıştır.” ayetindeki kelimesi ve ile yazılır. Latin harfleriyle yazılacak olursa “h” ve “k” ile yazılacaktır ki, “helak etti, yok etti” manasını ifade eder. kelimesi de ile yazılır. Latin alfabesinde olmadığından “âlemin” “a” ile yazılır. Ya “elemler” manasını ifade eder veya hiçbir mana ifade etmez. Veyahut Kur’ân harflerinden bir harfi ifade etmek için birden fazla harf kullanmak icap eder ki, o da Kur’ân harflerini tam olarak karşılayamamaktadır. Bunu yapmak ayetlerin anlamını değiştirir. Hem Kur’ân harflerinin her birisinin cifir ilmiyle de bir rakam karşılığı vardır. O cihette de birçok mana ve hikmetleri ifade eder. Başka harflerle yazıldığında o manalar ve hikmetler kaybolur. Ve daha bunlara benzer Kur’ân’a ait birçok sırlar ve hikmetler zayi olur. Bu örneklere kıyasen Kur’an’ı başka harflerle yazmak, birçok ayetin manasını değiştirdiği için İslam âlimleri, Kur’an’ın başka harflerle yazılmasına fetva vermemişlerdir. Kur’ân harfleri hususunda Bediüzzaman Hazretleri kendisine sorulan, “En mühim hakaik-i Kur’ân’iye ve imaniye ile meşgul olduğun halde neden onu muvakketen (geçici olarak) bırakıp, en ziyade manadan uzak olan huruf-u hecaiyenin adedlerinden (alfabetik sayılarından) bahsediyorsun?” sualine şu şekilde cevap vermiştir: “Çünki bu meş’um (uğursuz) zamanda Kur’ân’ın bir temel taşı olan hurufuna hücum ediliyor. Ve onların tebdiline (değiştirilmesine) çalışılıyor.”5 Bu cevaptan da anlaşılıyor ki; Kur’ân harfleri, ilahi muazzam bir kale hükmünde olan Kur’ân’ın temel bir taşıdır, değiştirilemez. O taşı almak bilerek veya bilmeyerek o kaleyi yıkmaya çalışmaktır. Böyle yanlış bir hareketten Allah (cc)’a sığınırız. Hem yine diyor ki: “Kur’ân harflerini tercüme ile tahrif etmek, değiştirmek ve bozmak isteyen mülhidlerin (dinsizlerin), bu dehşetli cinayetlerine ve tahriplerine mukabil, cihat eden Said, harflerin tevafukundan çok araştırmalar yapması lüzumsuz olmadığı gibi, israf ve ifrat değildir ve manasız olmaz.”6 3. Kur’ân Harfleriyle Yazmanın İbadet Olması “Kur’ân-ı Hâkim’in, nass-ı hadîs ile yani hadisin kesin ifadesiyle, her bir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerif’te her bir harfin, on değil bin ve Âyet-ül Kürsî gibi ayetlerin her bir harfi binler ve Ramazan-ı Şerif’in Cumalarında sevabı daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadir’de otuz bin hasene sayılır. Evet, her bir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i Tûbâ (Cennet ağacı) hükmüne geçiyor ki; milyonlarla o bâki meyveleri, Ramazan-ı Şerif’te müminlere kazandırır. İşte gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki: Bu hurufatın kıymetini takdir etmeyenlerin ne derece hadsiz bir hasaret ve zararda olduğunu anla!”7 Ahirete ait fayda ve ibadet noktasında da Kur’ân hurufatının ehemmiyeti azîmdir. Bediüzzaman Hazretleri, bu ciheti Risale-i Nurlarda en mükemmel bir şekilde izah etmiştir. İki hadis-i şerif ile o izahların bir kısmını aynen buraya alıyoruz. Birincisi: يُوزَنُ مِدَادُ الْعُلَمَٓاءِ بِدِمَٓاءِ الشُّهَدَٓاءِ Yani: “(Mahşerde) ulemâ-yı hakîkatin (sarfettikleri) mürekkeb, şehîdlerin kanıyla muvâzene edilir; (o kıymette olur.)”8 İkincisi: مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتٖى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتٖى فَلَهُٓ اَجْرُ مِائَةِ شَهٖيدٍ Yani “Ümmetimin fesada düştüğü bir zamanda, kim benim sünnetime temessük edip sımsıkı sarılırsa ona yüz şehid sevabı vardır.”9 Bu iki hadîs-i şeriften yapılan ilhamla Risale-i Nur'u Kur’ân yazısı ile yazmanın dünyevî ve uhrevî pek çok faydaların Risale-i Nur’da beyan edilen ve nur talebelerinin tecrübeleriyle tasdik edilen yalnız birkaç tanesi “İlim ve Kur’an Harfleri” kitabında izah edilmiştir, ona müracaat edilebilir. Kaynaklar:1- https://islamansiklopedisi.org.tr/seair2- Mâide Suresi, 3.3- Müslim, Kitabü’l Cuma, C 1 s.592.4- Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1.5- Bediüzzaman, Rumuzat-ı Semaniye, s. 121.6- Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası, Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüshası, s. 837- Bediüzzaman, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüshası, s. 249.8- Kenzu’l-Ummal C10, s.141.9- Tergib-Terhib, C 1, s. 80.

Şimdi hepsini unut, stres ile derdini anlat. Anası ölmüş stresli, borcu var ödeyemiyor stresli, tuttuğu takım maçı kaybetmiş stresli, oy verdiği parti muhalefette kalmış stresli, sevgilisi terk etmiş stresli, hava bulutlu… TRT’ye 2005 yılında güzel şiir okuyor diye çağırdılar. Zuhal isimli bir sunucu hanımefendi kurduğum bir cümlede “stres” demem gerekirken demeyip biraz da düşünerek galiba “hicran” dedim, onu seçtim yani, dikkatini çekti.Tecrübeli sonucu tabi. Halit Kıvanç’ın sunucusuymuş bunlar. Bana Hayati Bey, “Eski kelimelere karşı bir sevginiz var belli. Batı kökenli kelimelere tepkilisiniz, kullanmak istemediniz, biraz da düşünerek “hicran” dediniz. Böyle bir durum mu var, yani bir tavır mı var?” Canlı yayındayız ya… Sunucu hastalığıdır, konuğu zor duruma sokacak, keyfedecek. Bakın, dedim; ben öyle bir şey yapmıyorum ama galiba siz bu kelimeyi kullanmamı sevmediniz. Stres, evet dedim bu kelime Türkçemize gireli 30-40 yıl oldu olmadı. Merak etmez misiniz o kelime gelmeden önce biz konuşmuyor muyduk? Yani bu duyguyu tanımıyor muyduk? Stresle ifadeye çalıştığımız hâlet-i ruhiyeyi anlatmak için klasik dönemde, 50 sene ve daha gerisinde kullandığımız kelimeleri saymama izin verin. Unutacaklarım hariç, “gam, gussa, kasvet, keder, melal, inkısar, ızdırap, hüzün, kahır, yeis, efkâr, tasa, dert, mihnet, elem, üzüntü, sıkıntı, kaygı, enduh, küduret, dilhun, hicran” bilmem ne. Yirmi küsur kelime unuttuklarım hariç dediğin gibi hafızası zayıf bir adamım, 7000 beyit duruyor rehberimde en fazla dedim. Şimdi hepsini unut, stres ile derdini anlat. Anası ölmüş stresli, borcu var ödeyemiyor stresli, tuttuğu takım maçı kaybetmiş stresli, oy verdiği parti muhalefette kalmış stresli, sevgilisi terk etmiş stresli, hava bulutlu… Ya bırak Allah’ını seversen ya… Bu kadar farklı duygu tek kelimeyle anlatılmaz. O kelimenin anavatanı olan Fransa mıdır, İngiltere midir o bile istemez bunu ya. Fazla geliyor yani ne oluyor tabii bu kadar kelime yerine yalnız strese beni mahkûm edince, strese sokuyorsun beni. Strese girmeyeceğim. Size bir şey sormaya gelmiyor dedi. Gelmez dedim, bana bir şey sormaya gelmez. Benim arkamda bin yıl var. Ben buraya dün gelmedim ki canım. “Onur” hoşunuza gidiyor, kullanmayınca da kızıyorsunuz bana. Ben kullanmayalım demiyorum. Otomobil diyorsam, telefon diyorsam, kompitür diyorsam “onur” da derim. Gurur, kibir, şeref, haysiyet, izzet-i nefis, namus, iftihar… yedi farklı kelime yerine kullanıyorsun insaf et ya. Bunların hepsi aynı anlama geliyor mu? Hayır! “Ahmet Efendi gururludur” desem tarafsız bir duruştur, “şereflidir” desem övdüm, “kibirlidir” desem yerdim. Onurludur deyince ne dediğim belli değil. Adamı övdüm mü sövdüm mü?… Haliyle ihtilaf çıkıyor. İhtilafları çözmek değil, üretmek konusunda gayret var. Yani toplumsal duruşumuz da öyle, metinlerimiz de öyle. Hep böyle ihtilaf var ya. Kavga arayan. Ya ne yapacaksın, bırak Allah’ını seversen. Sunucu hanımefendi dedim adınız Farsça, Zuhal. Değiştirelim mi yani şimdi? Benim adım Arapça kökenli Hayati, yaşamsal mı denilsin bana? Döverim adamı ya! Hayati bey dedi, bana haksızlık ediyorsun, dedi. Doğu kökenli kelimeleri ben sevmiyorum da Batı kökenli kelimelerle konuşalım diyorum zannediyorsunuz, benim düşüncem o değildir, dedi… Artık savunmada. Düşünceniz ne, dedim. Hem doğu hem batı kökenli kelimeler gitsin, dedi; öz Türkçe kelimelerle konuşalım, ben onu diyorum. Dedim, ağzına sağlık ben de sizin gibi düşünüyorum, öyle yapalım. Ya ben size bir örnek cümle vereyim, doğu ve batı kökenli kelimeleri atıp aynı cümleyi bir daha söyleyin, anlaşalım. “Bakkaldan aldığım somun içine peynir koyup sandviç yaptım, balkona oturup hanımın getirdiği çay ve su beraberinde afiyetle yedim” cümlesinde, ki basit bir cümledir; teknik ve ilmi falan değil. Kökenleri itibariyle ve sırasıyla bakkal Arapça, somun Rumca, peynir Farsça, sandviç İngilizce, balkon Fransızca, hanım Moğolca, Çay Çince, su Çince, afiyet Arapça, beraber Farsçadır, yedim Türkçe. Yer misin? Ne yapalım yani şimdi; Rumca palamut, ızgara; İtalyanca iskele gazinosu yemeyelim mi? Yahu sen bir imparatorluk bakiyesisin, evvela bunu anlamaya çalış. Bırak Allah’ını seversen bu kaprisleri veya ne bileyim vesveseleri; efendim takma kafaya böyle şeyleri. Sen epeydir buradasın. Sende her şey var Allah’ın izniyle. Her çeşit var, her tür var, her cins var. İyi ki de var. Altmış yıldır takip ediyoruz, Avrupa’da başı sıkışan Türkiye’ye geliyor. Doğumumuzdan başı sıkışanlar da Türkiye’ye geliyor. Hatırlayın Romanya’ dan, Bulgaristan’dan, Saraybosna’dan, Yunanistan’dan gelmediler mi? Geliyor. Niye? Baba sensin, ev sahibi ağa sensin. Ağaya sığınır maraba, ne olacak yani normal. Ee doğudakiler de öyle geliyor sana geliyor, Suriye, Irak işte hepsi değil mi Afganistan falan. Senin de başına bir şey gelmek üzereydi dışarıya gitmeyi düşündün mü, aklından geçti mi? Davet etseler gider misin? Hayır! Niye? İşte Baba ona diyorlar. Ağa terk etmez çiftliği; der ki “Üstünde yaşamak kısmet değilse altında yatarım” der. Tank gelince de… Babalık yani… Babalık… Şemsiye… Devlet, toplum, olgu her şeyine yansımıştır. Unutmak istese de olmaz. Genlerinden gelir, hafıza kendini hatırlatır. Sen eskisin canım, Tuğrul Bey’den beri buradayız ya 1040 Dandanakan, insaf yani. Hesap ettim, 74’ncüsü şu anda devlet başı liderlerin. Tuğrul Bey 1, mevcut Tayyip Bey 74. Eski yani, onun izleri bunlar… Kaynaklar: *Hayati İNANÇ: https://www.youtube.com/watch?v=FG-YmGuVi1I

Zamanın İngiliz başbakanı İngiliz İmparatoruna şöyle bir soru sormuş: “Sayın haşmetmeab, İngiliz İmparatorluğu ile İngiliz donanması arasında bir tercih durumunda kalsanız, hangisini tercih edersiniz?” imparator hiç düşünmeden “Elbette İngiliz donanması demiş”. Çünkü İngiliz donanması bana yeniden İngiliz imparatorluğunu kazandırır. Başkan ikinci soruya geçmiş: “Peki, Britanya adası ile İngiliz donanması arasında tercih durumunda kalsanız neyi tercih edersiniz?” İmparator yine düşünmeden “Elbette Britanya adası” demiş. “Çünkü Britanya adası bana yeniden bir İngiliz donanmasını inşa eder.” Başbakan son sorusunu sormuş: “Peki ya, Britanya adası ile Şekspir arasında bir tercih durumunda kalsanız, hangisini tercih dersiniz?” İmparator “Elbette Şekspir.” demiş. “Çünkü Şekspir bana yeniden bir İngiliz milletini kazandırır.” İngiliz imparatorunun sözleri mübalağalı değil mi? Acaba gerçekten Şekspir İngiliz milletiyle kıyaslandığı zaman tercih edilecek kadar mühim mi? Bana kalırsa İngiliz imparatorunun söylemiş olduğu sözde büyük bir hakikat payı var. Kıssadan hisse: Bir milletin kültürü o milletin öz benliğidir. Kültürünü kaybetmiş bir millet her şeyini kaybetmiş demektir. Tatarlar “Tilin coytkan, özün coytar” yani “dilini kaybeden, özünü, kimliğini, kişiliğini kaybeder” demişler. Konfüçyüs’e sordular: “Bir memleketi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu?” Konfüçyüs, şöyle cevap verdi: “Hiç şüphesiz dili gözden geçirmekle işe başlardım.” Ve dinleyicilerin hayret dolu bakışları arasında sözlerine şöyle devanı etti: “Dil kusurlu olursa, kelimeler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez, işte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.” SÖMÜRGE ÜLKELERİNDE KÜLTÜR EMPERYALİZMİ VE DİL1 Oktay Sinanoğlu, Japonya’da başından geçenleri anlatırken, şöyle bir olaydan bahseder: Ben müsteşara dedim ki: “Siz Tanzimat’a başlarken bu işler Japonca olmaz, demişsiniz ve eğitim dilini İngilizce yapmakla ilerlemişsiniz. Ben Türkiye’de böyle duydum” dedim. Adam bir kızdı, “Siz bizi sömürge mi zannettiniz?” deyip arkasında duran ciltler dolusu Japon eğitim tarihi kitaplarını gösterdi. Bazılarından bölümler okudu, tercüme etti ve “Başından beri her şey Japonca olmuştur” dedi. İlk yıllarda birisi çıkıp bu işler Japonca olmaz, İngilizce yapalım demiş. Adam, ertesi gün evinde ölü bulunmuş. Bir daha da böyle bir söz çıkmamış. Meğer o adam da Amerika’da birkaç yıl ateşe olarak bulunmuşmuş. Demek orada kafaya alınmış. (Türk Aynştaynı, s. 270. İş Bankası yy. 2003. 22 baskı.) Japon müsteşar “Siz bizi sömürge mi zannettiniz?” demekle yabancı dilde eğitim yapanlar, sömürge ülkeleridir” demek mi istiyordu acaba? Bu mantıkla düşündüğümüzde, bizim bazı lise ve üniversitelerimizde İngilizce eğitim yapıldığına göre bizde sömürge ülkesi konumuna mı düşüyoruz? Bizim sömürge ülkesi olmadığımız bir gerçek olmakla beraber, sömürge ülkelerin yabancı dille -özellikle İngilizce- eğitim yaptığı da bir gerçek. Temel İngiltere’ ye gidip gelmiş. Tanıdıkları “Temel İngilizce bilmediğin için sıkıntı çektin mi?” diye sormuşlar. Temel, “Ben pek sıkıntı çekmedim, ama İngilizler bayağı zorlandılar” demiş. Aslında bu fıkradaki temelin yerine İngilizleri, İngilizlerin yerine de İngilizlerin hükmettiği sömürge ülkeleri koymamız daha gerçekçi olacaktır. Zira İngilizler işgal ettikleri her ülkede İngilizce eğitimi şart koşmuşlardı. Neticede çoğu sömürge ülkesi kendi öz dillerini unutma derecesine geldiler. Hatta bazı milletler kendi dillerini bile unuttular. Emperyalistler işgal ettikleri her ülkede kendi dillerini zorla yerli ahaliye öğrettiler, çünkü bunun pek çok faydası vardı. Bir kere kendileri onların dillerini öğrenme zahmetinden kurtuluyorlardı. Dahası, yerli ahali sömürgecilerin dilini öğrendiği zaman kolaylıkla sömürgecilerin kültürüne adapte olup, kendi kültüründen ve milletinden kopuyor, bir nevi sömürgeci oluyordu. Emperyalizmde Fransızlar İngilizler kadar olmasa da onlardan da geri kalmamışlardır. Ahmet Varol tarafından hazırlanan bir sitede İslam ülkeleri ile ilgili bilgiler var. Yaklaşık 70 civarında İslam ülkesinin ele alındığı bu sitede, bu ülkelerin 26’sı ya resmi olarak ya da ikinci derecede resmi olarak Fransızca ve İngilizce konuşuyor. Dil hususundaki bu bilgiler sömürge ülkelerinin karakteristik bir yapısını ortaya koyuyor. Emperyalist ülkeler nereyi işgal etmişlerse ora halkına mutlaka kendi dillerini de dayatmışlardır. DİL TAHRİBİNİN VAHİM NETİCELERİ2 Geçmiş kültürle Bağımızın kopması Mevlana’dan, Baki’den habersiz bir nesil, hatta bazan onlara düşman bir nesil ortaya çıktı. (Bkz. Atilla ilhan, sosyoloji) Diğer Türk ve Müslüman devletlerle iletişimimiz koptu. Aşağılık kompleksi. Bir insan hafızasını kaybettiği takdirde, hayatı boyunca öğrendiği şeyleri yeni baştan öğrenmek zorundadır. Eğer onun eğitimini düşmanları üstlenmiş ise bu daha vahim bir hali netice verecektir. Eğitmenleri ona düşmanlarını dost ve dostlarını düşman olarak göstererek, onu kendi emellerine hizmetkâr edebilirler. Kendi tarih ve kültüründen kopmuş bir milletin de hafızasını kaybetmiş bir fertten farkı yoktur. Bu millet yüzyıllar boyunca oluşturduğu kültürünü, yeniden inşa etmek mecburiyetindedir. Eğer bu milletin eğitimini ona düşman olanlar ele geçirmişse, onu kendi tarih ve kültürüne düşman, düşman kültürüne ise hayran bir hale getirmeleri de mümkündür. Osmanlının son döneminde entelektüel arasında şöyle bir cümle dolaşımdaydı: Fransızca bilmeyen eşektir. Rus psikoloğu Pavlov psikolojide “şartlı refleks” buluşuyla tanınır. Hâlbuki onun asıl tehlikeli ve büyük buluşu -her ne kadar psikoloji kitapları söz etmese de- “şartlı refleks” üzerine bina edilmiş olan beyin yıkama faaliyetidir. Onun bu buluşu komünist Ruslar (ve Çinliler) tarafından geliştirilmiş ve pek çok insanın komünistleştirilmesinde kullanılmıştır. Beyin yıkama faaliyetinde önce kurbanda “ruhi çöküntü” meydana getiriliyordu. Bu da kurbanı psikolojik olarak yormak, şaşkınlaştırmak, devamlı acıya maruz bırakmak, korkutmak, aşağılamakla gerçekleştiriliyordu. Ruhi çöküntü ise, beden hareketlerinde yavaşlama, hafızanın dağılışı ve kaybı, depresyon, tesir altında kalma kabiliyetinin artmasını netice veriyordu. Bu hale gelen kurban kolaylıkla komünistlerin telkinlerini almaya uygun hale geliyordu ve artık kurbana yumuşak, hoşgörülü, dost yaklaşılıyor, komünizm telkin ediliyordu. Neticede yavaş, yavaş kurban komünistleşiyor, hem kendi geçmişinden, hem de kapitalist kendi ülkesinden nefret etmeye başlıyordu. Kore savaşında Çinli komünistlere esir olan Amerikalı askerlerin pek azı beyin yıkama faaliyetine mukavemet edebildi. Bir kısmı açıkça komünist oldu. Pek çoğunun maneviyatı sıfıra indi. İçlerinden savaş sonrası memleketine dönenlerden casusluk yapanlar oldu. (Dr. Fred Schwarz, Komünistleri Ele Veren Yalanlar, s. 106) Buraya kadar beyin yıkamadan bahsedişimiz, yüzyıl boyunca maruz kaldığımız durumları değişik açılardan tahlil edebilmek içindi. Millet olarak bizler acaba beyin yıkama ameliyesine maruz kaldık mı? Bir hapishanede, sistemli bir faaliyete maruz kalmadık ama benzer durumlarla karşılaştık diyebiliriz. Durumumuzu tahlil edelim: Kendi tarih ve kültürümüzden koptuk. (Millet olarak hafıza ve muhakeme kaybına maruz kaldık.) Kopmakla da kalmadık, ecdadımız ve ecdadımızın kültürü bize daima aşağılandı, tahkir edildi, küçük düşürüldü. Düşman bir medeniyetin –batı medeniyetinin- kültürü ise bize hep örnek gösterildi. Batı felsefesi, batının edebi eserleri daima övüldü. Biz de neticede bu kültüre adapte olduk, bu kültürü övmeye, kendi ecdadımızı ve ecdadımızın kültürünü tenkid etmeye, kendimizden ve kendi kültürümüzden utanmaya başladık. Osmanlı dönemi büyüklük şuuru ile bugünkü kompleks.3 Toplum bünyesindeki iletişim bozukluğu Bir şehirde, mahalle, cadde, sokak isimlerinin değiştirildiğini yahut bir emirle trafikte işaretlerin, lambalarda durma ve hareket etmelerin, sağdan ve soldan gitmenin, tamamen değiştirildiğini farz edelim; şehirde neler olur? Trafikteki değişiklik bir karmaşayı netice verir. Belirli bir zaman sonra belki alışılır, fakat bir milletin dilinde yapılacak değişiklik, o milletin bünyesinde, trafikteki karmaşadan daha geniş, daha tehlikeli ve kalıcı tahribatları netice verecektir, Türkiye’de olduğu gibi. Türkiye’de devlet millet kopukluğunun yan ısıra dildeki tahribat, halk ile halk, aydınla aydın, aydınla halk arasını da (dikey ve yatay olarak) bozmuş tahrip etmiştir. Ortak dil, toplum bünyesinde dayanışma gücünü artıran bir unsurdur. Kendi kelimelerimizden uzaklaşmak, bizi kendi kültürümüze yabancı hale getirdi. Bunun yanında uydurulan ve batı dillerinden aktarılan pek çok kelime de toplum bünyesindeki iletişimi bozdu. Bir vatandaşımız, “yanıt, olasılık, olanak” kelimelerini kullanıyorsa, bu başka vatandaşlar tarafından “bu adam solcu” diye tanımlanmasına sebep olmakta ve onun konuşmaları, fikirleri bir önyargıyla değerlendirilmeye tabi tutulmaktadır. Aynı şey başka vatandaşlar için de geçerlidir. Eğer bir vatandaş “mekteb, talebe, muallim” kelimelerini kullanıyorsa, bazı vatandaşlarımız tarafından “bu adam gerici” olarak tanımlanmakta ve onun fikirleri de yine önyargı süzgecinden geçirilmektedir. Değişik dilleri (kelimeleri) kullanmamız, aramıza büyük duvarlar örmekte ve birbirimizi dinlemek, anlamak yerine, iletişimsizliği, düşmanlığı ve karmaşayı netice vermektedir. Dildeki tahribat aydın ile halk arasını da bozdu. Halk bu gün aydınların kullandığı dili anlamıyor. (Argüman, parametre, paradigma, paradoks, ironi, marjinal, varyant, bağlam, tasarım, tinsel, betimleme, edim, giz, gizem, tümce, imge, öngörü, öykünmek vs.) Aydın uydurukça ve yabancı kelimelerle halktan koptuğu halde, halkıda okumamakla itham ediyor. Halk bilmediği bir dille yazılmış, üstelik kendisini ilgilendirmeyen ve kendi değerlerine yabancılaşmış bir kitabı niçin okuyacak? Dildeki kaos, halkla aydın arasını açtığı gibi, aydınlar arasını da açtı. İslami İlimler Araştırma Vakfı (İSAV) çeşitli zamanlarda ilmi toplantılar düzenler, bu toplantılarda kararlaştırılan ilmi mevzulara dair tebliğler sunulur ve bu tebliğler tartışılır. Daha sonra bütün görüşler bir kitapta toplanır, efkar-ı umumiyeye (kamu oyuna) sunulur. Vakıf 25-26 Kasım 1989 tarihinde “Bilgi, Bilim ve İslam” konulu ilmi bir toplantı yaptı. 8 tebliğci, 12 müzakerecinin katıldığı bu toplantıda, bilgi ve bilimin İslam’la çeşitli yönlerden ilişkisi ele alındı. Fakat bu arada toplantıyı yapanlar arasında bir iletişim sıkıntısı olduğu da görüldü. Toplantıyı yapanlar akademik kariyeri olan kimseler oldukları halde, dilimize girmiş yabancı kelimeler yüzünden birbirlerini anlamakta güçlük çektiler. Bilgi, Bilim ve İslam, kitabının sunuş kısmında Doç. Dr. Ahmet Tabakoğlu şunları söyler: Tebliğleri ve tartışmaları inceleyen dikkatli bir okuyucu, seminerde zaman zaman görülen iletişim kopukluğunun da farkına varacaktır. Dolayısıyla birbirimizi anlama konusunda daha yapılacak çok şeyler olduğunu vurgulamalıyız. Burada kullanacağımız ıstılahlar bile Batı’nın geliştirdiği ıstılahlardır. Müslümanların durumunu bunlarla anlatmaya çalışıyoruz. Öncelikle durumun farkına varmalıyız.4 B. Dili fakirleştirmekle tefekkür ve kültür kabiliyetini bozarak, Avrupa kültürünü yerleştirmek. Batıcılar, ateistler, dindarlar: Dil tahribi neticesinde tefekkür kabiliyeti dumura uğratılmıştır. Batıcılar, ateistler Avrupa ve Amerika’ya, Komünistler Rusya’ya endekslenmiş oradan beslenmektedirler. Müslümanlarda onlardan farklı değil. Kimi Pakistan’a, kimi İran’a, kimi Suudi Arabistan’a, kimi de Mısır’a intisablıdır. (Batılı oryantalistlere intisaplı olanları da unutmamak gerekir). Kendilerine aid “özgün” kaliteli fikirleri yoktur. İlahiyatçılarımız, selef âlimlerini beğenmezler, fakat nedense kendileri de ortaya kaliteli bir şey koyamazlar. Yazdıkları kitap birinci baskıyla kalır. Üstelik bunu kendi basitliklerine değil de halkın kültürsüzlüğüne, anlayışsızlığına veya kitap okumayışına verirler. Kendi tarih ve kültürümüzün büyüklerini beğenmeyen ilahiyatçıların oryantalistleri tenkid mahiyetinde ortaya koydukları hiç bir şey yoktur. Yazarlar, halkımızın kitap okumadığından şikâyet ederler. Halkımızın kitap okumadığı doğrudur. Fakat halkımız kitaba küstürülmüştür. Yıllarca yapılan kültürsüzleştirmeme, bizi bağlı olduğumuz kültürden kopardı. (1928-1950 arası İslami kitap yok. Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik). Aydınlarımız halktan kopuktur. Halk muhafazakâr, aydın ise batıcıdır. Aydın halk kopukluğu da halkın kitaptan soğumasını netice vermiştir. (Cemil Meriç, uçurumun kenarında uyandığını söyler. “Mağaradakiler” ) “Halk kitap okumuyor” deniliyorsa da kanaatimizce bu gerçeği yansıtmıyor. Zira bu hükme başka ülkelerdeki kitap tüketimiyle Türkiye’deki tüketim arasındaki mukayese neticesinde ulaşıldığı için, bu hükmü “kitap tüketilmiyor” şeklinde anlamak daha doğru olsa gerek. Halk arasında -hatta köylerde bile- risalelerin çoklukla okunması, çok kitap okuyanların varlığını da gösteriyor. Üstelik halkın piyasadaki kitaplara soğuk durup da, risaleleri çoklukla okuması aydınlara olan küskünlüğü de nazara veriyor. Ayrıca bugün halkın meşgul olduğu şey kültür değil; maişet derdi, siyaset ve spor, müzik gibi eğlencelerdir. Kaynaklar: 1- Bkz. Kültür Emperyalizmi, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, c. 2, s. 4312- Necmettin Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, s. 9-113- Bkz. İsmail. H. Danişmend, Eski Türk Seciyye ve Ahlakı4- Bilgi, Bilim ve İslam II, s. XIII, s. 34, İSAV yy. İst. 1992


“Harekete geçmiş cehalet kadar korkunç bir şey yoktur.” Goethe Bir kelimeyi başka bir kelimeyle değiştirdiğimiz zaman anlam kaymaları, anlam değişiklikleri olur. Nasıl mı? Okuyalım: Kızılderili kabilelerinden biri tamamen vejetaryenmiş. Yani sebze ve meyveyle ömür sürerler, et olarak yalnızca balık yerlermiş. Derken bir hadise oluyor; göldeki balıkların nesli tükeniyor ve o yıl sebze de az yetişiyor; kıtlıktan ölen ölene… Dağlarda yaban geyikleri cirit attıkları halde dönüp de bakan olmuyor. Çünkü onların dinince, geyik eti yedirmeye imkân yok. Tıpkı bizim Yeşilaycılar gibi toplanmışlar, düşünüp taşınmışlar, sonra yaban geyiğine bir ad koymuşlar: “Dağ Balığı” O gün bu gün geyikler kapışılıyormuş. Başka hayvanların etine karşı tiksinti ve boykot ise hala devam ediyormuş.1 Kelimelerin değişmesi manaların değişmesine, dolayısıyla insanlarda zihin değişikliğine sebep olmaktadır. Bu yüzden komünistler “Eskiyi unutmayan bir millet, yeni şeyleri benimseyemez” düşüncesiyle, dilimize Arapça ve Farsçadan girmiş ve bizim dinimizle olan irtibatımızı sağlayan kelimelere hücum etmişlerdir. Pek çok kelime uydurulmuş veya batı dillerinden uyarlanmış ve halkın Arapça kelimelerle –dolayısıyla İslam’la- irtibatı kesilmeye çalışılmıştır. Maalesef, bunda kısmen de olsa başarılı olmuşlar, dildeki tahribatla toplumun kültüründe, anlayışlarında büyük bir değişikliği gerçekleştirmişlerdir. Günümüz Müslümanlarının dil hususunda büyük bir gaflet içinde olduklarını görüyoruz. Pek çokları oldukça rahat (ve hoyrat) bir şekilde uydurmaca ve batı menşeli kelimeleri kullanıyorlar. Üstelik bunu bir maharet, bir üstünlük alameti zannediyorlar. Kendini göstermek, meşhur olmak, entelektüel geçinmek için bu tür kelimeleri kullanmakta yarışanlar da var. Mesela “mevcudat” kelimesinin yerine getirilen “varlıklar” kelimesini ele alalım: “mevcudat” kelimesiyle “varlıklar” kelimesi çoğu zaman aynı zannedilir ve tarif için biri, diğerinin yerine kullanılır. Hâlbuki mevcudatın manası “kendisine vücud verilmiş olanlar” demektir. Bu mana vücud verilmiş olanların arkasında bir faili de zihne getirir. “Varlıklar” var olanlardır ve bu var olanlar kendilerini var edeni hatırlatmazlar. Burada bir kelimeyi silip, yerine başka bir kelimeyi koyduğumuzda bir anlam kayması olduğunu görüyoruz. Aslında bu hal bütün kelime değişikliklerinde var olan bir hakikattir. Her kelime bir manayı ifade ederse de çağrışım yoluyla başka şeyleri de zihne getirir, biz bunun farkında olmasak bile. Sosyal psikoloji uzmanları, dilin insan zihni ve kültürle irtibatını araştırmışlar ve kelimeleri değiştirmekle, insanların düşünce ve davranışlarının değiştirilebileceğini ortaya koymuşlardır. Bu hususta bir psikolog şöyle der: “İnsan başkasının muhitine inek, otomobil ve binaları sokarak dünyasını değiştirebileceği gibi, kelimeler sokarak da bir başkasının dünyasını değiştirebilir. Böylece ferdin dünyasını kelimeler yoluyla değiştirerek davranışında, diğer objelerin değiştirilmesiyle elde edeceğimiz neviden bir değişme elde etmek imkânı vardır. Bu sebepledir ki dil, tutum değişmelerinde, istek ve heyecan uyandırılmasında ve davranışta değişiklik meydana getirmede tesirli olabilmektedir.”2 Her bir kelimenin iki manası vardır: birincisi kelimenin işaret ettiği şey, nesne (denotatif mana). İkinci mana ise kelimenin etrafında kümelenmiş fikirler, hisler ve hareket temayülünden teşekkül eden halkaların en genişine, mananın zımni ve tutuma dair unsurlarına atıfta bulunur (konotatif mana). Cemiyetin umumi dilinde kelimelerin ekseriyeti konotatif –yani kelimenin çağrıştırdığı fikirler, hisler, hareketler- manaları haizdir. İki kelime tamamıyla aynı denotatif manaya [işaret edilen şeye, nesneye], fakat oldukça farklı konotatif manaya sahip olabilir. Mesela kiralık kız ve fahişe kelimelerini düşününüz. Her iki kelimede aynı objeye işaret ederler, fakat her birinin uyandırdığı hissi tesir oldukça farklıdır. Her propagandacının gayet iyi bildiği gibi, bir hareket, çok kuvvetli bir derecede, hissin tesiri altındadır. Birçok kelimelerin hayatında, konotatif mana denotatif manadan çok daha ehemmiyetlidir.3 İlme bedel bilim, âlime bedel bilim adamı kelimeleri uyduruldu ve bu kelimeler dilimize yerleşti. Bu kelimeler arasında da anlam kaymaları vardır. Bilim ve bilim adamı kelimelerinde “dini olmayan, fenle ilgili” bir muhteva varken, ilim ve âlimde “dini” bir muhteva vardır. İlim kelimesinin yerine bilim, âlim kelimesinin yerine de bilim adamı kelimelerini ikame etmek bir takım yanlış anlamaları da getirecektir. Mesela, peygamberimiz “Âlimler peygamberlerin varisidir” ve “Mahşer günü peygamberler, âlimler ve şehitler şefaat ederler” buyurmuştur. Bu hadislerdeki âlime bilim adamı dediğimizde tuhaf bir durum ortaya çıkıyor. “Bilim adamları peygamberlerin varisidir” ve “Mahşer günü peygamberler, bilim adamları ve şehitler şefaat ederler” dediğimiz takdirde, bu manayı hangi samimi mümin kabul eder? Âlim, bilim adamı arasındaki fark, ilim bilim kelimeleri arasında da mevcut. İlimle ilgili pek çok hadis var. Bu hadislerdeki ilme “bilim” dediğimiz zaman, yine bir karmaşa içinde kalırız. “İlim öğrenmek her Müslümana farzdır” hadisini “Bilim öğrenmek her Müslüman farzdır” dediğimiz takdirde, bu hadisi nasıl anlayacağız? Yanlış anlaşılmasın; ilim dini ilimler için, bilim fen ilimleri için artık alem oldu ve bu manalarda kullanılıyor. “İlim bize yeter bilimi aforoz edelim” demiyoruz. Bir dil müteradif kelimelerle zenginleşir. Yalnız dikkat etmemiz gereken, kelimeleri nerelerde kullanacağımızı bilmektir. Ayrıca burada nazara vermek istediğimiz, bir kelimeyi kaldırmak için getirilen kelimelerin anlam kaymalarına sebep olabileceklerini ve zihinleri değişik mecralara çevirebileceklerini göstermektir. Değiştirilen her kelime çağrışım yaptığı bütün manalarla beraber yok olur. Aksi de doğrudur. Yani yeni olan her kelime bir mana ile beraber, zihinde yeni yeni çağrışımlar oluşturur. Petersburg ile Leningrad arasındaki fark gibi. Petersburg kelimesi de, onun yerine ikame olunan Leningrad ismi de bir şehri hatırlatır. Ama “Leningrad” ismiyle, akla bir şehirle beraber Lenin dolayısıyla komünizm de gelir. Bu ismi her tekrarlama, zihinde iki şeyi (şehir+Lenin) beraber hatırlamaya sebep olacaktır. (Bu ise komünizm fikrini daima zihinlerde tutmaya vesile olacaktır.) Tabiat – doğa, ilim – bilim, medrese – okul, muallim – öğretmen, iktisad – ekonomi, cevap – yanıt, imkân – olanak, kemiyet – nicelik, keyfiyet – nitelik, şart – koşul, hayat – yaşam… Dil tahripçileri dil tahribi yaparken ya eski kelimeleri tamamen unutturmaya çalışmış ya da eski kelimelerin yerine uydurdukları kelimeleri ve yabancı dillerdeki karşılıkları koymuşlardır. Eski kelimelerin yerine getirilen her kelime, anlam kaymalarına sebep olmuş ve halkın zihnini kolaylıkla eski kültürümüzden uzaklaştırmıştır. Propagandada Dil Kelimelerin değişmesi manaların da değişmesine hizmet ettiği için, propagandada kelimeler özellikle seçilir ve kelimeler değiştirilir. Mesela medyada birisinin Yahudi olduğu söylenecekse, mümkün mertebe “Musevi” kelimesi tercih edilir. Çünkü Yahudi kelimesi Kur’an kaynaklı görülüp itici gelecekken, Musevi kelimesi gereken etkiyi vermeyecektir. Son söz: tatarların şu sözünü unutmamalıyız “Tilin coytkan, özün coytar” yani dilini kaybeden özünü, kişiliğini, kimliğini kaybeder. Kaynaklar: 1- Safvet Senih, Kelimeler Armonisi, s. 152- Mümtaz Turhan, Cemiyet İçinde Fert, MEB y, s. 83- Age. s. 10

Halil Nihad Boztepe Biraz sizin gibiydim, serde dilcilik vardır.Siz Er dedikçe dövündüm, dedim NEFER yazdım.Siz dedikçe GENERAL, arttı hasretim PAŞA’ya!Kebap olup ateşinden yanan ciğer yazdım.Görpü sizin elinizden dilin ne çektiğiniBen oldum en sonu çılgınca dilsever, yazdım.…..Bu inkılâb cehaletle öyle harb ettiKi uykusundan uyandırdı ŞARK’ı GARB etti.Bununla da kaldı zannetme, GARB’ı etti BATI!Onun da çehre-i memsûha döndü bak suratı!Ne inkılâb, düşün, yok değişmeyen birşey!EFENDİ sırra kadem bastı, yok HANIM, yok BEY!Değişti terbiye, ahlâk, başkalaştı hayat!Belirdi bir yenilik, geldi taze, gitti bayat!Neler değişmedi, DÜNYA değişti, oldu ACUN.Yedirdiler ona erbabı bir ÖZEL macun.Değişti hem yazı hem dil, değişmedin el’ân!Kamış kalemle yazarsın değil mi, hem sağdan!…..ÖNEMLİ BİR KONU’dur yani BİR MÜHİM MEVZU!Kaside yazmaya birden uyandı bir arzu.Asıl lügat EĞİTİM’miş. Demek ki TERBİYE yok.Bilir miyim neye yok, siz de sormayın neye yok.Sizin şu olmalıdır sade bilmeniz gereken:EĞİTMEN oldu MÜREBBİ, MUALLİM: ÖĞRETMEN!LİSAN TEMİZLENECEK! Öyle gösterir GİDİŞAT!“TEMİZLENİR, çoğa varmaz” diyor sayın Bay Onat.Zamane mü’mini CAMİ demez de der TAPINAK!Çekinme, gir yine, hâzır ve nâzır orda da Hak.Müezzinin sesi de TANRI… Ben onun sesineSes uydurup derim ALLAH ezan verircesine!BİTİK, KİTAB’a ve MEKTUB’a dendi, hoş denmiş!Kitap olurdu yazılsaydı, öyle iş bu deyiş!BİTİK, KİTAP; ama gel sor BETİK ne? Yazma kitap?Bu ince farkı eder dilde bellemek icab…Nedir KİTAB-I MUKADDES, diyorsun… Al, KUT-BİT!Ne güldün? Özcüye git sor. Dilemre Saim’e git!…..Yeter CEHENNEM, İlâhî, yaratma bir de TAMU!Esirge bir ikisinden Nihâd-ı masumu!Esirge dilciyi hatta ateşten Allah’ım,Yeter o gafile zira benim yakan âhım!

Küre-i arz, kemal-i muvazene, intizam ve mizan ile feza denizinde üzerindeki yüz binlerce tür zihayat ile güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbaniyedir. Sonsuz bir kudret, irade, ilim, hikmet sahibi olan Cenab-ı Hakk’ı güneşin ziyasının güneşi göstermesinden daha zahir bir şekilde bize gösterir ve tanıttırır. Kâinatı böyle sanat harikalarıyla yaratıp emrimize veren Rabbimize hamd ü senalar olsun. Tahminen 4 milyar yaşlarında olan dünyamız, hayata elverişli olan tek gezegendir. Bilim adamlarının yıllardır yapmakta oldukları araştırmalara rağmen henüz üzerinde yaşamaya uygun olan ikinci bir gezegen bulunamamıştır. Bunun sebebi, yeryüzünde bizim için özel olarak hazırlanmış çok hassas dengelerin bulunmasıdır. Mesela, saniyede 390 km hızla giden bir aracın içinde olsak acaba nasıl hissederiz kendimizi? Evet, saatte değil, saniyede 390 km. Aslında hepimiz bu hızla ilerleyen bir geminin yolcularıyız. Fakat hiçbirimiz bu süratin farkında bile değiliz. Çünkü kurulan düzen o kadar harikadır ki, bu derece yüksek olan hızın üzerimizde olumsuz hiçbir etkisi yoktur. Şimdi, bu hassas dengelere birkaç misal verelim. Dünyamızın Güneşe Uzaklığı Dünya ile güneş arasındaki mesafe 149 milyon 596 bin kilometredir. Bu mesafe daha az veya fazla olsaydı, dünyamız bir ateş topu veya bir buz kütlesi haline gelirdi. Milimetreler bazında düşündüğümüzde, küre-i arz ile güneş arasındaki uzaklık için sonsuz ihtimal vardır. Fakat bizim hayatımızın devam etmesi için, bu uzaklığın sadece ve sadece şu anki kadar olması elzemdir. Sonsuz ihtimaller içinden bu rakamın seçilmiş olması, bunun tesadüfî olamayacağının bir göstergesidir. Atmosferdeki Gaz Oranları Atmosferdeki azot oranı %78, oksijen oranı %21, karbondioksit ve diğer gazların oranı ise %1’dir. Bunlardan sadece oksijen miktarındaki dengeyi ele alacak olursak, eğer bu oran biraz daha düşük veya yüksek olsaydı yine yeryüzünde hayat mümkün olmayacaktı. Bu miktarın altındaki oksijen, aldığımız nefesin yetmemesine ve nefes almamıza rağmen boğulmamıza sebep olurken, bundan daha fazla oksijen de hem solunum sistemimize zarar verecek hem de dünyanın her yerinde sürekli yangınların çıkmasına sebep olacaktı. Mesela oksijen oranındaki her %1’lik artış, bir ormana yıldırım düşmesi sonucunda orada yangın çıkma ihtimalini %70 artırmaktadır. Demek ki dünyamızdaki oksijen oranı için yüzlerce, hatta binlerce ihtimal varken, tam da bizim ihtiyacımız olan miktar ayarlanmıştır. Bu da kemal-i muvazene ile bu dengeyi kuran bir Zât’ı göstermektedir. Atmosfer Tabakası Hayatımızı sürdürebilmemiz/yaşayabilmemiz için, yeryüzündeki ısı ve ışık miktarı belli bir aralıkta olmalıdır. Normalde güneşte meydana gelen tek bir patlama, 100 milyar ton atom bombasının gücüne eşittir. Bu miktarın çok çok altında olan atom bombalarının Nagazaki ve Hiroşima’da yaptığı tahribatı hepimiz biliyoruz. Ancak güneşten çıkan aşırı sıcaklık ve öldürücü ışınlardan sadece bir miktarı bize ulaşır. Bu da atmosferin varlığından sebeptir. Eğer dünyamıza şimdikine göre daha fazla ısı, kızıl ve mor ötesi ışın, gama ve mikro dalga ışını ulaşsaydı bütün hayat sona ererdi. Atmosferle birlikte dünyamızı koruyan bir başka unsur da Van Allen kuşaklarıdır. Dünya’nın etrafında bulunan bu manyetik alan, gezegenimize gelen zararlı ışınlara ve meteorlara karşı kalkan vazifesi yapar. Nasıl ki, zıt yönde tutulan iki mıknatıs birbirini itiyorsa, öyle de yer küremize yaklaşan gök taşlarını iterek uzaklaştırır. Eğer bir meteor bu manyetik alanı aşmayı başarırsa, onu da atmosfer tabakası yakarak parçalar. Yılda ortalama 50 bin meteorun bu şekilde etkisiz hâle getirilmesi hiç de azımsanacak bir rakam değildir. Demek ki Hakîm ve Müdebbir olan bir Zât bu tedbirleri almasaydı, başımıza yağan dev taşlar yüzünden dünyamız yok olup gidecekti. Sudaki İstisna Bütün maddeler ısıtıldıklarında genleşir ve soğutulduklarında da büzüşürler. +4 derece su için bir dönüm noktasıdır. Bu sıcaklıkta bulunan bir miktar su ısıtıldığında, diğer maddeler gibi genleşmeye başlar. Buraya kadar her şey normaldir. Ancak su, soğutularak sıcaklığı +4 derecenin aşağılarına doğru inmeye başladığında, diğer maddelerin aksine olarak yine genleşir. Hatta bu sebeple kapalı bir kap içine doluncaya kadar su koyup buzluğa bırakmak tehlikelidir. Çünkü donan su içinde bulunduğu kabı patlatır. Hâlbuki böyle bir tedbiri başka hiçbir sıvı için almayız. Burada durup, sudaki bu istisnayı tefekkür etmemiz gerekmektedir. Acaba bütün maddelerden farklı olarak, su neden böyle bir özelliğe sahiptir? Çünkü eğer böyle olmasaydı, kışın deniz veya göllerin yüzeylerinde oluşan büyük buz kalıpları dibe çökerdi. Bu şekilde sürekli donma ve çökme sonucunda, bütün göl veya deniz buz haline gelir ve su altındaki hayat tamamen sona ererdi. Ancak sudaki bu istisna neticesinde, donan buz kalıbı yüzeyde kalır, dibe çökmez. Ayrıca, hava ne kadar soğuk olursa olsun yüzeyde kalan buz kalıbı, altındaki suyun +4 derecede kalmasına sebep olur. Böylelikle su altındaki hayat güvenli bir şekilde devam eder. İşte, müsebbib-ül esbab olan Cenab-ı Hak, eşya üzerinde yaratmış olduğu kanunlarını, gerektiğinde bizim için tersine döndürmekte ve bu şekilde bizleri varlığından haberdar etmektedir. Gezegenlerin Büyüklüğü Dünyanın, güneşin, ayın, 300 milyar galaksinin ve her galaksideki 200 milyar yıldız ve gezegenin büyüklükleri de hayatımız için gerekli olan hassas dengenin birer parçasıdır. Örneğin, dünya şimdikinden biraz daha büyük olsaydı yer çekimi de artacağı için vücudumuzdaki sistemlerde ve günlük hayatımızda birçok olumsuzluk meydana gelecekti. Ayrıca atmosferin üst katmanlarında bulunan zehirli gazlar, artan yer çekiminin etkisiyle dibe çökecek ve ölümümüze yol açacaktı. Veya dünyamız biraz daha küçük olsaydı, yer çekimi azalacağından, etrafındaki atmosfer tabakasını tutamayacaktı. Koruyucu kalkanımız ve nefes kaynağımız olan bu tabakanın uzaya dağılıp gitmesi sonucunda, yine hayat diye bir şeyden bahsedilemeyecekti. Burada sadece dünyanın büyüklüğünün değişmesi sonucunda meydana gelebilecek olumsuzluklardan söz ettik. Fakat dünya gibi diğer 300 milyar kere 200 milyar adet yıldız ve gezegenlerin büyüklükleri de özel olarak planlanmıştır. Böyle bir nizam ve intizamın, kör tesadüf veya şuursuz tabiat ile ortaya çıkması ise hiçbir cihetle mümkün değildir. Dünyanın Hareketleri Dünyamızın çok hassas bir ölçü içinde yapmakta olduğu 3 hareketi vardır. Bunlardan birincisi kendi ekseni etrafında saatte 1681 km hızla dönmesidir ki, bunun sonucunda gece ve gündüz oluşur. İkincisi, Güneş etrafında saatte 108,000 km hızla dönmesidir ki bunun sonucunda da seneler oluşur. Üçüncüsü ise, dünyamızın güneş sistemiyle birlikte Samanyolu Galaksisi içindeki hareketidir ki bu hareketin hızı da saatte 792,000 km’dir. (Ayrıca Samanyolu galaksisinin de uzay içinde bir hareketi vardır. Fakat şimdi o bahse girmeyeceğiz…!) Bu üç hareketin vektörel bileşkesini aldığımızda, ortaya saniyede 390 km’lik bir hız çıkmaktadır. Bu kadar karma karışık hareketlere ve bu yüksek hıza rağmen dünyamızda denizler, dağlar ve her şey yerli yerinde durmaktadır. Çünkü normalde bizi uzaya fırlatması gereken merkezkaç kuvveti, ona zıt olan yer çekimi kuvvetiyle dengelenmiştir. Şimdi, sadece dünyanın kendi etrafında dönüş hızını ele alırsak, bu hız şimdikinden daha fazla olsaydı, yer çekimi bizi tutmaya yeterli olamayacağından, hepimiz uzaya fırlayacaktık. Yine bu hız şimdikinden daha az olsaydı, yer çekimi fazla gelecekti ve vücut fonksiyonlarımız zarar görecekti. Ayrıca bu hızdaki değişim, ısı dengelerini de alt üst edecekti. Yani her cihetle hayatımızın son bulmasına sebep olacaktı. Bu meselenin daha iyi anlaşılması için hava araçları ağırlık ve denge talimatlarından bahsedelim. Bir uçağın havada dengeli bir şekilde uçabilmesi için yolcuların ve bavulların dengeli bir şekilde yerleştirilmesi gerekir. Hatta uçağın sağa-sola yatması esnasında yüklerin yer değiştirerek uçağın dengesini bozmaması için, bu yükler ağlarla bağlanarak yerleri sabitlenir. Bazen bu ağların kopması sonucunda yüklerin uçak içinde savrulması nedeniyle uçağın dengesinin bozularak düştüğüne şahit oluyoruz. İşte dünyamıza nazaran çok küçük ve basit olan bir uçağın dengesi için mühendisler tarafından böyle özel muameleler yapılıyorsa, içinde ve üzerinde bu kadar hareket olan dünyamızın dengeli bir şekilde yoluna devam etmesi, elbette onun da bir Alîm ve Hakîm bir Zât tarafından kontrol edildiğini gösterir. Eksen Eğikliği Dünyanın güneş etrafında dönmesi, senelerin ve mevsimlerin oluşmasına sebep olmaktadır. Ancak mevsimlerin oluşmasının tek sebebi bu değildir. Dünyamızın ekseni 23 derece 27 dakika eğiktir. Bu eğiklik sayesinde haziran, temmuz, ağustos aylarında güneş ışınları kuzey yarım küreye dik gelirken (ki bu aylarda kuzey yarım kürede yaz, güney yarım kürede de kış mevsimi yaşanır,) aralık, ocak, şubat aylarında da güney yarım küreye dik gelir. Eğer bu eğiklik olmasaydı, güneş ışınları sürekli dünyanın ortasına yani ekvatora dik gelirdi. Bunun sonucunda yaz, kış, bahar gibi mevsimlerden söz edemeyeceğimiz gibi, ekvatorun etrafı aşırı ısınır, kutupların etrafı da aşırı soğurdu. Böylelikle bizlere yaşamak için çok küçük bir alan kalırdı. Fakat aşırı ısı farkından oluşan kasırgalardan dolayı muhtemelen bunu da başaramazdık. Hassas Dengeler Bir fizik profesörü kitabında şöyle bir ifade kullanmaktadır: “Somebody is tunning the rules.” Bu cümledeki “tunning” kelimesi birçoğumuza tanıdık gelecektir. Eski radyoların kanal arama düğmelerinin altında yazan bu kelime “ince ayar” anlamına gelmektedir. İşte bu profesör, birisinin kâinattaki kuralları ince ayarla planladığını söylüyor. Dünya ile güneş arasındaki mesafenin bizim için en uygun miktarda olması, atmosfer tabakasının ihtiyacımız olan kalınlıkta bulunması, suyun genleşme hususunda bir istisna taşıması, milyarlarca yıldız ve gezegenin en ideal büyüklükte bulunması, dünyamızın hızlarının tam bize göre olması, eksen eğikliğinin tam bize uygun olması… ve daha burada yazamadığımız ve belki de bilimin dahi henüz bulamadığı birçok hassas denge… Bu kadar hassas dengenin bir arada bulunması, ancak sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi bir Zât’ın emriyle ve kuvvetiyle olabilir. Muhteşem Mürettebat Her geminin bir mürettebatı vardır. Dünyamızın mürettebatını bitkiler ve hayvanlar oluşturmaktadır. Mevzunun çok fazla uzamaması için burada sadece bitkiler âleminden -kısaca- bahsedeceğiz. Yeryüzünde bizim için yaratılmış 200 bin tür nebatat vardır. Bunların bir kısmını rengârenk çiçekler oluşturur ki, bizim göz ve koku zevkimize göre özel olarak tasarlanmışlardır. Bazı bitkileri ise bizzat bilmesek de aktarlar sayesinde tanıyor veya çeşitli ilaçların içlerinde kullanılması sonucunda istifade ediyoruz. Bir de hepimizin bildiği gibi sebze ve meyveler vardır. Şimdi bazı sebze ve meyvelerin faydalarından bahsederek, onlardaki sanat mucizelerini görmeye çalışacağız. Patatesin Faydaları: Vücuda enerji verir, halsizliği ve yorgunluğu giderir. Kandaki şeker oranını düşüren patates şeker hastaları için faydalıdır. Damar sertliğini giderir. Sindirimi kolaylaştırır. Kanı temizler. Kansere karşı koruyucudur. El ve ayak çatlaklarına iyi gelir. Bağırsak kurtlarını düşürmeye yardımcı olur. Böbreklere faydalıdır. Normal ve kuru ciltler için yararlıdır. Patlıcanın Faydaları: Sinirleri yatıştırır ve tansiyonu düşürür. Kalp çarpıntısını giderir. Bağırsakları yumuşatır ve idrar söktürür. Kandaki kolesterol seviyesini düşürür ve damar tıkanıklığına iyi gelir. Kansızlığı giderir. Karaciğerin ve pankreasın çalışmasını düzenler. Böbrek ağrılarını ve yanmasını azaltır. Kilo vermeye yardımcı olur. Pırasanın Faydaları: Vücuda kuvvet verir. Kan yapar ve kansızlığa iyi gelir. Sindirim sistemi için çok yararlıdır. Sindirimi kolaylaştırır. Sinirleri kuvvetlendirir. Böbrekleri, bağırsakları ve mideyi çalıştırır ve güçlendirir. Böbrek kumlarını ve taşlarını dökmeye yardımcı olur. Vücudu ve kanı temizler. Astım, romatizma, egzama ve damar sertliğine karşı faydalıdır. İdrar söktürücüdür. Bağırsakları yumuşatır. Anne sütünü arttırır. Kansere karşı koruyucudur. Biberin Faydaları: İştahı açar, mideyi kuvvetlendirir ve hazmı kolaylaştırır. Romatizmaya iyi gelir. Kanamaları önler. Kırmızı biber, insanı ferahlatır ve nefes yollarını açar. Bronşit ve grip gibi hastalıklarda faydalıdır. Damar tıkanıklığı ve kalp hastalıklarına karşı koruyucudur. Acı biber iştah açar. Akciğerleri temizler ve balgam söktürür. Eklem iltihaplanması, diş ve boğaz ağrıları, romatizma, sindirim sistemi bozuklukları, soğuk algınlığı gibi rahatsızlıklarda faydalıdır. Narın Faydaları: Harareti keser. Enerji verir ve yorgunluğu giderir. Vücudu, kalbi, mideyi ve diş etlerini kuvvetlendirir. Çarpıntıyı giderir. Mide iltihabı ve ağız yarası için faydalıdır. Bağışıklık sistemini güçlendirir. Kanser hücrelerinin gelişmesine engel olarak, başta cilt ve prostat kanseri olmak üzere, kansere karşı vücudu korur. Kandaki kolesterol oranını ve tansiyonu düşürür. Damar sertliğini önler ve damarları açar. Bu özellikleriyle kalp ve damar hastalıklarına karşı koruyucudur. Kandaki şeker seviyesini de dengeleyerek şeker hastalarına iyi gelir. Cilt sağlığı için de faydalıdır. Nar suyu sesi açar. Portakalın Faydaları: Vücudu ve bağışıklık sistemini güçlendirir. Enerji verir. İyileşmeyi hızlandırır. Yüksek Tansiyonu ve kolesterolü düşürür. Damar sertliğini ve tıkanıklığını önleyen portakal kalp ve damar hastalıkları ile kansere karşı koruyucudur. Sinirleri yatıştırır ve yorgunluğu giderir. Damarları güçlendirir. Grip ve nezle gibi soğuk algınlığına iyi gelir ve öksürüğü azaltır. Cilt kırışıklıklarını önler, cildin taze ve pürüzsüz görünmesi sağlar. Karaciğeri çalıştırır. Vücuttaki zararlı maddeleri temizler. Kansızlığa iyi gelir. Hazmı kolaylaştırır. İçerdiği folik asit özellikle hamileler ve bebek için çok faydalıdır. Karpuzun Faydaları: Çok iyi bir idrar söktürücü olan karpuz, vücuttaki atık maddeleri, bağırsakları ve kanı temizler. Kalbi koruyucu etkisi de vardır. Soğuk algınlığına iyi gelir. Vücuda zindelik, serinlik ve ferahlık verir. Böbrekleri çalıştırarak böbrek taşlarını ve kumlarını dökmeye yardımcı olur. Kemik gelişimini de destekler. Yukarıda 200 bin nebatat içerisinden sadece 7 tanesinin vücudumuz için faydalarından bahsettik. Görüldüğü gibi her birinin birer paragraf hususiyeti bulunmaktadır. Ancak bu sebze ve meyvelerin sadece içerikleri değil, aynı zamanda şekil, renk, koku ve tatları da tam bize göredir. Mesela sadece portakalı ele alırsak, bu meyvenin yuvarlak olan şekli ve turuncu rengi hoşumuza gider. Bu portakalı elimize alıp soymaya başladığımızda ortaya yayılan koku da bize hitap etmektedir. Ve son olarak onu yemeye başladığımızda ağzımıza gelen tat da mükemmeldir. İşte bütün bu özelliklere baktığımızda, bu meyvenin hususen bizim için yaratılmış olduğu fikrine varabiliriz. Çünkü hem şekil ve rengin hem kokunun hem tadın hem de içindeki vitamin ve minerallerin bize tam uygun olması, bu durumun tesadüfen ortaya çıkamayacağının göstergesidir. Bu meyve ile bizim aramızda anahtar-kilit gibi bir uyum vardır. Nasıl ki bir kilidi ancak aynı usta elinden çıkan anahtar açabiliyorsa, yeryüzündeki nebatatı ve bizi yaratan Zât’ın bir olması lazım ki bu uyum sağlansın. Bu hakikati bir örnekle daha açıklayalım. Mesela bir kişi mavi gömlek, siyah pantolon, kahverengi ayakkabı ve beyaz kazaktan hoşlanıyor olsun. Bir gün bu kişinin evine kargo ile bir hediye paketi gelse ve paketten az önce saymış olduğumuz giysiler çıksa, paketin bu kişiyi tanımayan biri tarafından tesadüfen gönderilmiş olma ihtimali olabilir mi? Aklı olup onu kullanan hiçbir kimse bunu iddia edemez. Çünkü bu paket mutlaka bu kişiyi yakından tanıyıp, onun giyim tarzını bilen biri tarafından gönderilmiştir. Aynen öyle de yüzlerce tür bitkinin bizim göz ve ağız zevkimize göre ve vücudumuza faydalı olacak şekilde gelmesi, bizi bilen, tanıyan bir Zât’ın varlığını gösterir. Yine bize bunların Rabbimiz tarafından ihsan edildiğinin bir delili de bu sebze ve meyveleri bizim kendimizin üretemiyor olmamızdır. Sanayi ve teknoloji alanında hayal edemeyeceğimiz bir seviyeye gelmemize, uzaya sayısız uydular göndermemize ve çok şaşırtıcı özelliklere sahip bilgisayarlar çıkarmamıza rağmen, bizim için çok basit gibi görünen bir elmayı, portakalı, karpuzu üretemiyoruz. Acaba aklı, eli, gözü olmayan bir ağaç tarafından hem de tesadüfen veya şuursuz bir tabiatın eseri olarak yapılabilmesi mümkün müdür? Netice olarak küre-i arz, kemal-i muvazene, intizam ve mizan ile feza denizinde üzerindeki yüz binlerce tür zihayat ile güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbaniyedir. Sonsuz bir kudret, irade, ilim, hikmet sahibi olan Cenab-ı Hakk’ı güneşin ziyasının güneşi göstermesinden daha zahir bir şekilde bize gösterir ve tanıttırır. Kâinatı böyle sanat harikalarıyla yaratıp emrimize veren Rabbimize hamd ü senalar olsun

Rasulullah (asm) şöyle buyurmuştur: “Doğruluktan ayrılmayın. Çünkü doğruluk insanı iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi devamlı doğru söyler ve doğruluktan ayrılmazsa Allah katında “doğru” olarak tescillenir. Yalandan sakının! Çünkü yalan insanı kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi devamlı yalan söyler, yalan peşinde koşarsa Allah katında “yalancı” olarak tescillenir.” Doğruluk, güzel ahlakın temelidir. İslâmiyet’in en önemli direğidir. Doğruluk, İslâmiyet ile yoğrulan bir hayatın can damarıdır. Mümin hakka aşık ve doğruluğa meftun olan kimsedir. Hakiki mümin, doğruluğu bütün güzellikleriyle farkeden ve yalanı bütün çirkinlikleriyle görebilen kişidir. İmanla doğruluk arasında ve küfürle yalan arasında güçlü bir münasebet vardır. Denilebilir ki yalan küfrün, doğruluk ise imanın anahtarıdır. Yalan küfür ile arkadaştır, doğruluk ise nübüvvet ile yoldaştır. Doğruluk vasıtasıyla Rasul-i Ekrem Efendimiz (sav) ve şerefli ashabı en yüksek makamlara çıkarken, yalan vesilesiyle bir kısım sahtekar ve yalancı şahıslar, aşağıların aşağısına düşmüşlerdir. Küfür ve iman birbirinden ne kadar uzaksa doğrulukla yalan da birbirinden o kadar uzaktır. Yalan öyle zararlı bir haslettir ki, ancak küfür dükkanında ve Müseyleme-i Kezzab gibi zatlar tarafından satılır. Doğruluk öyle mübarek bir nurdur ki, iman tezgahında Peygamber Efendimiz (asm) tarafından beşeriyete bir hidayet vesilesi olarak ikram edilir. Kişi yalana talip olduğunda kime müşteri olduğunun ve doğruluğu tercih ettiğinde ne kadar nurani bir hediyeye talip olduğunun farkında olmalıdır. Bütün insanların en mükemmeli ve en güzel ahlaklısı olan Rasul-ü Ekrem (asm) efendimizin meziyetlerinin başında, doğru ve güvenilir (emin) olması gelmektedir. Kamusta “el-emin” kalbinde havf ve endişe olmayıp âsûde-dil olan yani gönlü rahat ve huzur içinde olan kimse diye tarif edilmektedir. Hıyanet ve zulüm gibi hasletlerden uzak olan ve kendisine itimad edilen kişiye “emin” denilmektedir. Konuştuğunda doğru konuştuğu, söz verdiğinde yerine getirdiği, kendisine bir şey emanet edildiğinde asla ihanet etmediği için insanlar O’na (asm) “Muhammedü’l-Emîn” lakabını vermişlerdir. Câfer b. Ebû Tâlib’in Habeşistan hükümdarı Necâşî tarafından muhakeme edildiği vakitte söylediği şu hakikatler Allah Rasulü’nün (asm) sıdkını ortaya koyan sıra dışı misallerdendir. “Ey hükümdar! Biz cahillik ve barbarlık içinde yaşayan bir topluluktuk. Putlara tapıyor, ölü eti yiyor, ahlaksızlık yapıyor, akrabalık bağlarını çiğniyor ve komşuluk haklarını tanımıyorduk. Güçlülerimiz zayıflarımızı eziyordu. Biz böyle bir yaşantı içinde iken, Allah bize aramızdan soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini ve namusluluğunu bildiğimiz bir Peygamber gönderdi… Bu Peygamber bize doğru söylemeyi, emaneti sahibine vermeyi, akrabalık bağlarına saygı göstermeyi, komşuluk haklarını tanımayı, cinayetten ve kan dökmekten vazgeçmeyi emretti.1 Doğruluk insanı hayra ve iyiliğe sevk eder. Hayrın ve iyiliğin meyvesi cennettir. Yalan ise insanı şerre ve fenalığa götürür. Şerrin ve fenalığın semeresi ise cehennemdir. Abdullah (b. Mes’ûd) tarafından nakledilen bir rivayette Resulüllah (asm) şöyle buyurmuştur: “Doğruluktan ayrılmayın. Çünkü doğruluk insanı iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi devamlı doğru söyler ve doğruluktan ayrılmazsa Allah katında “doğru” olarak tescillenir. Yalandan sakının! Çünkü yalan insanı kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi devamlı yalan söyler, yalan peşinde koşarsa Allah katında “yalancı” olarak tescillenir.”2 Bugün bizlere her şeyden evvel lâzım olan en ehemmiyetli şey, doğruluktur. Esasen insan fıtraten doğruluğu ihtiyar eder. Mümin, Allah’ın insanın fıtratına koyduğu bu güzel hasleti korumaya gayret göstermelidir. Evet, küfrün içi yalanla doludur. İmanın içi doğrulukla doludur. Hayatımızın ebedileşmesi yalandan uzak durmamıza ve doğruluğa sarılmamıza bağlıdır. Kurtuluş yalnız doğrulukla olur. Tutulacak en sağlam kulp sıdktır. Öyle ise, hayatımızın esası olan doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi edelim. Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin! Kaynaklar: 1- İbn İshak, I/195-196.2- Müslim, Birr, 105.

Kahramanlar büyüsün masalda dev misali,Eğilsin öpsün gökler, canım nazlı hilali... Kahramanları olan aziz bir milletiz/ümmetiz biz. Mesela, Yahudi’nin kalesinin devasa kapısının, bileklerinde küçük bir kalkana dönüştüğü cenk meydanlarının aslanı Hz. Ali kerremallahü veche (Allah yüzünü ak etsin)… Âlemlere rahmet olan Efendisine yönelen oka en hızlı şekilde başını yetiştiren Ebu Katede (ra)… “Kuşların cesetlerimizi kapıştıklarını görseniz dahi ben size adam göndermedikçe yerlerinizden asla ayrılmayın!” nebevi ikazını işitip okçular tepesine mevzilenen Abdullah bin Cübeyir (ra)… Hem mesela, “Ey İstanbul ya sen beni alacaksın ya ben seni!” nidası hâlâ surların kalıntılarından yankılanan Haliç’in serin sularına atını süren ve işaret parmağı havada haykıran Sultan Fatih Mehmet… “Hâkimü’l-Haremeynu’ş-Şerifeyn” hitabını “Hâdimü’l-Haremeynu’ş-Şerifeyn” şeklinde tashih eden Sultan Selim Han… “Kudüs işgal altındayken nasıl gülebilirim?” sualine cevap bulmadan dur durak bilmeyen Selahaddin-i Eyyübi… Hem mesela, Tabyası top atışı altında ablukada, karındaşları siper içinde şehadet şerbetini içmiş vaziyette iken, bir başına koca güllelerin ağırlığı altında zaferin ilk kıvılcımını ateşleyen Çanakkale’nin Seyyid onbaşısı… Haddini bilmez Fransız’ın bacısının tesettürüne uzattığı elini kırmak üzere mavzerini ateşleyen Maraş’ın Sütçü İmam’ı… Cennet vatanın, İslam coğrafyasının ve cihanın dört köşesinde hilal uğruna toprağa düşmüş nice güneşler, isimsiz kahramanlar… Cenkler artık sur diplerinde, tabyalarda, meydanlarda askeri manevralarla yapılmıyor. Hayatın her alanında… Akşamda sabahta… Durakta meydanda… Kahramanlarımızı kahraman yapan, her biri göğsümüzdeki imanın bir burcu olan cevherler/değerler var ve biz her zamankinden daha çok muhtacız bunlara. Cenk meydanının yarınki cengâverlerinin kalplerine bir tohum misali bu cevherleri/değerleri ekmek onlara karşı en mühim bir vazifemiz. Her bir kahramanlıkta bir cevher/değer parlar. Hz. Ali (kv)’nin cesareti… Hz. Katade (ra)’nin fedakârlığı… Hz. Abdullah (ra)’ın sebat ve metaneti… Fatih’in azim ve kararlılığı… Yavuz’un tevazuu… Eyyübi’nin rikkati… Seyyid Onbaşı’nın ümidi… Sütçü İmam’ın vefası… Şüheda’nın şehadeti… Ve saire. Çocuklarımızı ebed ülkesinin bu ve nice güzide kahramanlarıyla tanıştırırken onlarla aralarındaki rabıtayı bu ve nice nurlu cevherlerle / değerlerle kuvvetlendirelim. Onların kahramanlıklarının kaynağı olan iman hakikatlerini ruh ve kalblerine zerk ederken sahip oldukları değerlerini/kabiliyetlerini nazara alalım. Mim’siz medeniyetin sakinleri vehmî/filmî kahramanlıklarını işlettirirken çocuklarında ve gençlerinde, en zayıf en karanlık dehlizleri seçtiler. Hakiki şecaatin kaynağı olan imanın sahipleri olarak çocuklarımızın istikamet üzere olmasına gayret edelim. Göz ardı etmeyelim: Her kahraman kahramanlığında O’na (asm) medyundur. Ona tabi olanlar da emrine uyanlarda… Eyyüb (as)’ın sabrında da Eyyüb El-Ensari (ra)’ın hürmetinde de O (asm) var. Zira manevi cevherler/değerler de bunların kaynağı olan kuvvetli iman da nûr-ı Muhammedî’ye (asm) aittir. Günümüzün cengâverlerini, mâzimizin ve günümüzün kahramanlarının -sünnet-i seniyeye ittibaen- kahramanlık cevherleriyle / değerleriyle donatmaya ve yetiştirmeye ne dersiniz? İlâhî! Bize ve neslimize nûrunla hayat ver. Bizi ve neslimizi nûrunla yaşat ve o nûrunla huzuruna al. Bizi ve neslimizi, bize ihsânın olan nur-ı nurunla haşret, lütfet, kerem kıl. Hatalarımızı ve seyyiâtımızı mağfiret eyle. Ve bizi başında Habîb-i Zişân’ın (asm) olan fırka-i nâciye-i kâmileye ilhâk et.

Kur’an hâdimlerinin imtihanları hep çetin olur. Yolları dikenli, meşakkatli olduğu gibi sırat misali kıldan ince kılıçtan keskincedir. Nur talebelerinin hizmet hayatlarındaki en mühim dönüm noktalarından ve en keskin virajlardan biri de evlilik hayatına adım atarken yapacakları tercihtir. Evlilik kararı alırken nelere dikkat etmeli? Evlilik için müstakbel eşte aranılan hususiyetler ne olmalı? Kimlerle evlenilmeli? Hangi gaye için evlenilmeli? Tarzında pek çok sual Tullabu’n-Nur’un zihinlerini meşgul eder. İşte tam da bu sırada o çetin imtihanın içinde kendilerini bulurlar. Çünkü nefsin, şeytanın ve çevrenin baskısı bunaltır hâdim-i Kur’an’ı. Sevgili Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, bizlere bu ve benzeri suallere cevap niteliği taşıyan şu hakikatle ders veriyor: “Selahaddin, hususî kendine aid bir meseleyi soruyor. Dünya hayat-ı ictimaiyesine bağlanmak (evlenmek) istiyor. Madem o haslar içindedir, kat’iyen Risale-i Nurun hizmetine zararı varsa, girmeyecek. Eğer bilse ki, o refika-i hayatını bazı has kardeşlerimiz gibi Risale-i Nurun hizmetinde yardımcı olarak çalıştırsa, o hayata girebilir. Çünkü hasların hayatı, Risale-i Nura aittir ve şahs-ı manevisini temsil eden şakirdlerinin tensibiyle kayıt altına (evlilik hayatına) girebilir. Peder ve validesinin re’yleri de varsa, inşâallah zararı olmaz.”1 Aziz Üstadımızın evliliğe dair önemli bir ikazı da şudur: “Risâle-i Nûr’un talebelerine, “Başkaları evleniyorlar, siz tezevvücden vazgeçiniz!” denilmemiş, denilmez. Fakat talebeler birkaç tabakadır. Bir tabakanın hakiki ihlâsı kaybetmemek ve hakiki fedakârlık ve azami bir sadâkat taşımak için, dünya ihtiyaçlarına mümkün olduğu kadar ömrünün muvakkat bir kısmında bağlanmaması bu zamanda lâzım geliyor. Eğer hizmet-i Kur’âniye ve imaniyede yardımcı bir hanım bulsa alır. Hizmetine zarar vermez. Lillâhilhamd bu neviden çok Nur talebeleri var, zevceleri onlardan geri kalmıyorlar. Belki kadınlardaki şefkatten gelen ücretsiz fıtrî kahramanlık ve hakiki ihlâs cihetiyle zevcinden daha ileri gidebilir. Nur talebelerinin yetişmiş kısımlarından ekserisi evlenmişler, bu sünneti yerine getirmişlerdir. Risâle-i Nur onlara der ki: Haneleriniz bir küçük Medrese-i Nûriye, bir mekteb-i irfan olsun ki, bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklar, ahirette size şefaatçi olsunlar. Dünyada da iman dersini alıp size hakiki evlâd olsunlar.”2 Şimdi bu hakikatler penceresinden bazı hizmet ölçülerini tespit edelim. Ölçü: Evlilik sünnettir. Risale-i Nur talebeleri bu sünneti yaşamaya teşvik edilmiştir. Hazret-i Üstadın da belirttiği gibi, hiçbir nur talebesine “evlenmeyin” denilmez ve denilmemiştir. Sadece aktif olarak nura hadim olanların hizmetlerinin kesintiye uğramaması için evliliği biraz tehir etmeleri istenmiştir. Çünkü bekarlık zamanında yapılan pek çok hizmet evlilik hayatında sorumlulukların artması sebebiyle yapıl(a)mamaktadır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, hayatı ekseriyetle harp meydanlarında, esaret altında, hapislerde, sürgünlerde ve mahkemelerde geçtiği için evlilik sünnetini yerine getirememişti. Fakat talebelerine evlenmeyin şeklinde bir telkini asla olmadı. Bilakis o, talebelerini evliliğe teşvik etmekle beraber bu hususta dikkat etmeleri gereken mühim noktaları da dile getirmişti. Üstad Hazretleri Risale-i Nur talebelerine bu zamanda evlilik hayatının sünnet-i seniye dairesinde nasıl yaşanılacağına dair şifreleri açıklamıştı. Bugün milyonlarca nur talebesinin evlenmesi bu duruma çok açık bir delildir. Ölçü: Hasların hayatı Risale-i Nura aittir. Mutlak serbestiyet onlar için yoktur. Nur talebeleri birçok tabakaya ayrılır. Hayatını Risale-i Nurun hizmetine vakfeden has talebeler bu tabakalar içinde önemli bir konumdadır. Evlilik hakkında has talebelere mutlak serbestiyet verilmemiştir. Bu sebeple evlilikleri bazı düsturlara tabi tutulmuştur. Has talebelerin tabi olduğu şartlar diğer tabakalardaki Nur talebeleri için de önemli bir ölçü olmuştur. Hasların evliliğiyle rol model olacak çekirdek aile yuvaları teşekkül etmiştir. Risale-i Nurun dünyaya yayılmasında bu çekirdek aileler çok mühim bir yer tutar. Çünkü aile yuvasında alınan nur dersleri şahsın istikbaline yön verir. Daha köklü bir hizmet geleneğinin ve kültürünün yerleşmesini, kökleşmesini netice verir. Onun için Bediüzzaman Hazretleri, has talebelerin evliliğini belli şartlara bağlayarak gelecek nesillere örnek olacak nur dairesi içinde model bir aile topluluğu teşkil etmiştir. Bu sayede Nur talebeleri için zaman içinde kesinleşmiş evlilik kriterleri ortaya çıkmıştır. Günümüzde Risale-i Nur talebelerinin keyfiyetli bir şekilde çoğalmasında bu gayretin payı çok büyüktür. (Devam edecek) Kaynaklar: 1- Emirdağ Lahikası 1, 173. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha2- Hanımlar Rehberi, 23. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Kitâbeler, yapıldıkları ve yazıldıkları dönemin taş işçiliği, yazı ve edebiyat geleneğini de günümüze taşımaktadır. Bu yönüyle de “taşa kazınmış tarih” özelliğini taşırlar!.. Uygarlıklar ve medeniyetler beşiği Anadolu, bilinen en eski yerleşim yerlerinden biridir. Doğuyu batıya, kuzeyi güneye bağlayan ticaret yollarının kesiştiği stratejik bir kavşak noktasında bulunması ve bereketli toprakları onun her dönemde değerini koruyan bir öneme hâiz olmasını da beraberinde getirmiştir. Bu özelliğinden dolayı Anadolu coğrafyası birçok medeniyete ve uygarlığa ev sahipliği, birçoğuna da köprülük yapmıştır. Yaşadığımız toprakların her köşesinde karşılaşabileceğimiz dünyada eşi ve benzeri bulunmayan tarihî ve kültürel varlıklar bizim en büyük zenginliğimiz ve gelecek nesillere aktarabileceğimiz en değerli kültür hazineleridir. Eskiden “Küçük Asya” olarak da adlandırılan bu kadîm topraklar üzerinde yerleşen ya da geçiş yolu olarak kullanan her medeniyetin kendi kültür ve sanat anlayışına uygun dînî, sivil ve askerî mimarî eserlerine de ev sahipliği yapmıştır. İnşâ edilen bu özgün yapıların genelde girişlerine, eserin kimin tarafından, hangi tarihte, hangi amaçla yapıldığı, eğer yapılmışsa tamiri hakkında bilgi veren, çoğunlukla taş veya mermer üzerine özenle işlenmiş, estetik ve dekoratif görüntüsüyle, eserin bir nevi kimlik kartı sayılabilecek, önemli bir mimarî öge olan kitâbelerle taçlandırmışlardır. Kitâbeler tarihî bakımdan birinci elden bilgi kaynağı olmaları ve resmî hüviyet taşımalarından dolayı son derece kıymetli vesikalardır. Kaybolmuş, artık yerinde olmayan yapının eğer kitâbesi varsa bu eserin yapılış tarihini, hangi amaçla ve kim adına yapıldığı tespit edilebilmektedir; bu nedenle araştırmacılar, tarihçiler ve arkeologlar için kitâbeler önemli bir kaynak ve belge niteliği taşıyan bir nevî milli hafızalardır. İslâm medeniyetinde özellikle Selçuklu ve Osmanlı kültüründe dînî ve sivil mimari eserlerin uygun yerlerine yapının özet bilgisinin yer aldığı veya çeşitli ibârelerin olduğu kitâbe geleneği oluşturulmuştur. Bunlar, yapı ve yazıları ile bugün bilgi kaynağı olmaları yanında estetiğin konusu olmuşlardır. Özellikle Osmanlı kültüründe kitâbe geleneği yapının önemli elemanları arasına girmiştir. Bugün gıpta ile baktığımız 15. Asır eseri Bâb-ı Hümâyun’un her iki yönündeki kitâbeler artık yazının çok ötesinde anlamlar taşımaktadır. Bu kitâbelerin bulunmadığını farz etsek bu yapının çok yavan kalacağı muhakkaktır. Kezâ, Topkapı Sarayı ikinci kapısı Bâb-ı selâm kitâbeleri de yapıyı tamamlayan unsurlar olarak görülebilir. Nusretiye Camii Sebîli üzerinde Yesârizâde hattı ile olan talik yazılar artık o yapının bütünleyici unsurlarıdır. Kezâ aynı camii içerisinde hattın büyük ustası Mustafa Râkım Efendi (1758- 1826) elinden çıkan kuşak yazı, caminin ana elemanı gibidir. Hangimiz, Süleymaniye ve Sultan Ahmed camilerinin tâk kapısı üstündeki muhteşem kitâbeyi selâmlamayız? Bir an için o kitâbelerin orada bulunmadığını düşünün!.. O muhteşem kapı ne kadar yavan kalacaktır!.. Ya biblo gibi yapısıyla Ayasofya yanında Sultan III. Ahmed Çeşmesi yazıları?.. Sultan III. Ahmed hattı ile: “Tarih-i Sultan Ahmed’in cârî zebân-ı lüleden, Aç Besmeleyle iç suyu Hân Ahmed’e eyle duâ.” beyti asırlardır bu çeşmeden su içen ve ziyaret edenleri selâmlar!.. Özellikle Osmanlı pâyitahtı İstanbul, tarihî eserlerindeki kitabeleriyle her zaman bize gülümser!.. Hatta bir Bizans eseri olan Galata Kulesi’nde bile daha giriş kapısında bir Osmanlı kıtâsi bizi karşılar!.. Kitâbeler aynı zamanda, yapıldıkları ve yazıldıkları dönemin taş işçiliği, yazı ve edebiyat geleneğini de günümüze taşımaktadır. Bu yönüyle de “taşa kazınmış tarih” özelliğini taşırlar!.. Anadolu coğrafyasında, İslâm’ın ilk yıllarından itibaren ortaya çıkan kitâbe geleneği, bulundukları yapının döneminin estetik zevkine bağlı olarak gelişimini sürdürerek yapılardaki yerini almıştır. Maalesef İslâm sanatına ait değerli ve önemli kültürel miraslardan olan kadîm kitâbe geleneği 1 Kasım 1928 yılında, 1353 sayılı kanun ile yürürlüğe giren “Harf İnkılâbı”yla kesintiye uğramış, bin yıldır kullanılan İslam harfleri terk edilmiş, yerini latin harflerine bırakmıştır. Cebrî olarak uygulanan harf inkılâbıyla hâfıza kaybına uğranılarak her şey sıfırlanmış, bazı eser ve yapılardaki kitâbeler silinmiş, çağdaşlık adı altında Türk milletin geçmişiyle, İslâm âlemiyle bağı kopartılarak kültürel alanda önemli bir cinayet işlenmiştir. Yıkıcı ve tahrip edici bir şekilde uygulanan harf inkılâbı, tarihle gelecek arasında yazının oluşturduğu kadîm köprüyü yıkmış, gelenekle olan bağ ciddi bir sarsıntıya uğramış bu sarsıntıdan kitâbeler de ciddi şekilde etkilenmiştir. Temennimiz kesintiye uğrayan bu kadîm kültürel miras geleneğinin sonsuza kadar devam etmesidir.

Şeker hastası ve şişman bireylerin sayısı ülkemizde her geçen gün artmaktadır. Artık çocuklar bile diyabet, prediyabet ve obezitenin görüldüğü bireyler haline gelmiştir. Bunun en büyük sebebi, fiziksel aktivitenin/hareketin azalmasının yanında, yediklerimiz arasında paketlenmiş gıdalar, buna bağlı olarak da rafine karbonhidrat içeren besinlerin oldukça artmış olmasıdır. Rafine karbonhidrat ne demektir? Basit karbonhidratlar veya işlenmiş karbonhidratlar olarak da bilinen “rafine karbonhidratlar” şekerler ve rafine edilmiş tahıllar olarak iki kısma ayrılır. Rafine edilmiş ve işlenmiş şekerlere sofra şekeri ve früktoz şurubu örnek olarak verilebilir. Rafine edilmiş tahıllar ise lifli ve besleyici kısımları çıkarılmış tahıllardır. Beyaz un bu grubun en önemli örneğidir. Şekerler ve rafine tahıllar, birçok ülkede toplam karbonhidrat alımının çok büyük bir bölümünü oluşturmaktadır. Rafine karbonhidrat neden tehlikelidir? Nerdeyse tüm lif, vitamin ve minerallerinden arındırıldığı için bu tip besinler “boş” kalori olarak kabul edilirler. Bunlar hızla sindirildiği ve yüksek glisemik indekse sahip oldukları için yemeklerden sonra kan şekeri ve insülin seviyelerinde hızlı artışlara yol açarlar. Rafine karbonhidratlar, kan şekeri seviyelerinde ani artışlara neden oldukları için açlığı tetikleyerek yeme arzusuna yol açarlar. Kişi sürekli bir şeyler yemek ister. Bunun sonucu ipin ucu kaçar ve obezite, diyabet başta olmak üzere çeşitli hastalıklar ile boğuşmaya başlar. Rafine edilmiş gıdalar, yüksek tansiyon, kalp hastalığı, obezite, şeker hastalığı, hiperaktivite, duygu durum bozuklukları ve hatta ergenlerde intiharla ilişkilendirilmiştir. Bu sebeplere bağlı olarak rafine karbonhidrat ve şekerlerden uzak durmak, paketli ürünleri beslenmeden çıkarmak, sağlıklı besinlerle beslenmek hastalıklardan korunmak ve kurtulmak için kritik bir noktadır. Peki, rafine karbonhidratlar ne şekilde obeziteye ve diyabete sebep olmaktadır? Bu sorunun cevabı şöyle verilebilir: Rafine karbonhidratlar lif bakımından düşük oldukları için çabuk sindirilirler ve devamlı açlık hissi oluşturarak sürekli yemeye yol açarlar. Glisemik indeksleri yüksek olan rafine edilmiş besinler tüketildiğinde kan şekeri birden yükselir ve kısa zamanda tekrar düşer. Kişi aç hissetmeye başlar ve yeniden yeme ihtiyacı hisseder. Rafine karbonhidratlarla beslenen kişinin kısa sürede aç hissetmesinin nedeni, glisemik indeksi yüksek olan bu yiyeceklerin ancak bir saat kadar tokluk hissi vermesidir. Kişi yine aynı şekilde beslenir, vücuduna rafine karbonhidratlarla gereksiz fazla şeker, kalori girer ve kısır bir döngü oluşur. Bu kısır döngünün sonucu olarak kişi şeker hastası olabilir, aşırı kilo alır ve obezite gelişir. Bilimsel çalışmalar, rafine karbonhidrat içeren besinlerle göbek yağı artışı ve diyabetin gelişmesiyle bağlantılı olduğunu göstermiştir. Belki de en önemli noktalardan biri rafine karbonhidratların vücutta enflamasyona (iltihaplanmaya) sebep olmasıdır. Vücuttaki kronik enflamasyon birçok hastalığın temelinde yatan faktördür. Çağımızda artan otoimmün hastalıklar, şeker hastalığı, kalp hastalıkları ve bazı kanserlerin enflamasyon ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Yukarıda sayılan sebeplere bağlı olarak sağlıklı yaşamak, obezite başta olmak üzere: otoimmun hastalıklar, şeker hastalığı, kalp hastalıklarından uzak kalmak için rafine karbonhidratlardan da uzaklaşmak gerekir. Paketli gıdalardan uzak durmanın gerekliliğinin bir başka sebebi de her gün tükettiğimiz birçok besinde şeker doğal olarak bulunabileceği gibi sonradan eklenmiş de olabilir. Doğal olarak bulunan şekerler, meyvelerde früktoz olarak bulunurken, sütte laktoz, balda büyük oranda glukoz ve früktoz (sakaroz) olarak bulunur. Üretimleri sırasında yiyeceklere ilave edilen şekerler ise “eklenmiş şekerler”dir. Besinlere eklenen şekerler lezzet arttırmak, daha kolay tüketilmek, kıvam, renk ve raf ömrünü artırmak amacıyla eklenir. Ancak bu tip işlenmiş gıdalar sağlıksız gıdalar olarak adlandırılır ve birçok hastalık ile ilişkilendirilir. Paketlenmiş yiyeceklerin etiketinde, o ürünün içerdiği şeker her zaman “şeker” olarak yazılmadığı için birçok kişi içerdiği şeker oranı hakkında fikir sahibi olamaz. İşlenmiş gıdanın içerdiği şeker çok farklı isimlerle yazılmış olabilir. Bunların bilinmesi tüketicilerin doğru ürünleri alabilmeleri açısından büyük önem taşır. Aşağıda şeker içeren farklı kelimeler belirtilmiştir. Bal, dekstroz, fruktoz, glikoz, ham şeker, hidrolize edilmiş nişasta, maltoz, melas, meyve suyu konsantresi, mısır şurubu, pekmez, sukroz, şeker kamışı, şurup, yüksek fruktozlu mısır şurubu. “Ama ben ekmeksiz, paketli gıdasız yaşayamam!” diyorsanız, “Bunlarla yaşarsınız ama ona da yaşamak denirse!”