187. Sayı: "Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiİstikamet Üzere miyiz?
İnsan

Ve perde açıldı… Dünya hayatı başladı… Dünyaya gözümüzü açtığımız o ilk anı hatırlamıyoruz, değil mi? Ne olup bittiği ile ilgili hiçbir fikrimiz olmadığı o zaman hakkında ne bir fotoğraf, ne bir ses, ne bir mimik… hiçbir şey yok zihnimizde. Kendimizi aynada ilk gördüğümüzde yaşadığımız şaşkınlık, yüzümüze ilk defa değen rahmet damlaları, elimizi ilk yaktığımız ve sıcakla tanıştığımız o anlar da yok hatıralarımızda… Sorumluluk almaya başladığımız ve nefsimizle didiştiğimiz can sıkıntılı günleri hatırlarız ama. Ben ben demeye başlayıp, her şeyin bizim etrafımızda döndüğünü fark edemesek de hal ve hareketlerimizle ifade ettiğimiz zamanlardan da bir iki kırıntı kalmıştır belki belleklerimizde. Kendimizi fark etmeye başlayıp da hayatın zorluklarıyla yüzleşmeye başladığımız zamanlar daha net aklımızda. İlk yenilgimiz, belki öfkemiz, diğer tarafta başarılarımız gibi kalıcı olan başka şeyler… Şimdi hepimiz farklı yaşlardayız. İçimizde kendisine hedef belirleyip ona doğru gidenler de var, zevahire tabiyiz deyip akıntıya uyum sağlamaya çalışanlarımız da… Nerede başladığımızı şuurlu olarak değil, ancak anne-baba ve etrafımızla, belki fotoğraflarla bilebildiğimiz zamanlardan, nerede ve nasıl biteceğini bilmediğimiz bir dünya hayatı sürüyoruz. Önümüze baktığımızda bitmeyecek bir yolculuk hissi olsa da, geriye dönüp baktığımızda etrafımızda ve kendimizde gördüğümüz bitişe doğru çok belirtiler, resimler şimşek gibi çarpıyor yüzümüze. Ve bir tedirginlik başlıyor, dünyaya gelişte hissetmediğimiz ama gidişini öğrendiğimiz anda. Bir bilinmeze, yokluğa, bilinmezliğe dediğimizde ise karşımıza kâinat kitabı, peygamber/ler ve ilahi kitap/lar çıkıyor. Bize ait ne varsa yayıp döküyor ortaya. Atacağımız adıma kadar bir nizam, düzen, kurallar silsilesi ve hayata istikamet kazandıracak şeyleri söylüyor. Akıl baliğ olan her bir insan da bunlara muhatap ve mesul oluyor. Ve bütün zamanlara, insanlara ve en özelde bize bütün haşmetiyle sesleniyor: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” Vahy edildiği söylenen arı ve tabi olmakla ortaya koyduğu neticeler örnek gösteriliyor. Emre tabi olmamakla helak olan kavimler koyulmakla önümüze hem dünyada hem de sonrasında karşılaşılacak tablolar resmediliyor… Hasılı, insan için istikamet varlığı ve bu istikametin Allah’ın emir ve yasaklarında olduğu, Kur’an ve Sünnete tabi olanların ancak istikameti bulabileceği, en müstakim yolun vasat/orta yol olduğu ve insanın vasatı yakalayabilmesinin ancak İslamiyet’le olabileceği net olarak beyan ediliyor. Burada kesiyoruz, ara veriyoruz ve perde kapanıyor… Şimdi kendi kendimizeyiz ve soruyoruz: Ben ne haldeyim? Perde tamamen kapanmadan önce başladığım ve geldiğim yer arasında nasıl bir istikamet var? Doğru olan yolda mıyım? Emr olunduğum üzere miyim? Ayetlerde dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu söylenir, bazı insanlar için. Bizim hayatımız da sadece rol kestiğimiz, sona geldiğimizde her şeyin bitip, rolden sıyrılıp kafamıza göre takılacağımız bir senaryodan mı ibaret? Yoksa bize bahşedilen ve doğrusu yanlışı belirlenmiş ve ayetle ikaz edilen istikamet üzere miyiz?

Metin UÇAR 01 Haziran
Konu resmiTarihten Sayfalar
Kültür ve Medeniyet

Bursa Ulu Camii Bursa Ulu Camii, Sultan Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmıştır. İnşaatının 1399 veya 1400 senesinde tamamlandığı düşünülmektedir. Mimarının Ali Neccar ya da Ali İvaz Paşa olduğu tahmin edilmektedir. Ulu Camii, ilk tasarlandığında bir külliye olarak planlanmıştı. Külliyenin unsurları olarak medrese, hamam, bedesten, dükkânlar ve meşrutalar sayılabilir. Sonradan külliyeye şadırvanlar, muvakkithâne, muallimhâne, müezzin ve muvakkit odaları eklenmiştir. Cami­nin kapladığı alan, 55×69 metre boyutlarında olup; kareye yakın dikdörtgen planlıdır. Yirmi kubbe ile üstü örtülmüştür. Caminin içini âdeta hat müzesine çeviren ayaklardaki ve duvarlardaki yazılar Abdülfettah Efendi, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Sâmi Efendi, Mehmed Şefik Bey gi­bi meşhur hattatlara, tahrir ve konturlar da Mücellid Mehmed Efendi’ye aittir. Camide Sultan II. Mahmud’a ait bir levha da yer almaktadır. XVI. yüzyılda varlığı bilinen bu yazılar en son 1855 depreminin ardından tamir görmüş, bir kısmı onarılmış, bir kısmı da silinip yeniden yazılmıştır. Caminin ceviz ağacından kündekârî minberi bir sanat şaheseridir. Ustası el-Hâc Muhammed bin Abdülazîz İbnü’d-Dakki’dir. Minberin ilginç özelliklerinden biri de Kur’ân-ı Kerîm’deki ayet sayısına tekabül eden 6666 adet parçadan meydana gelmesidir. Bundan daha da önemlisi min­berin mihraba bakan doğu yüzünde güneş sis­teminin yani güneş ile gezegenlerinin, batı yüzünde ise galaksi sisteminin tasvir edilmiş olmasıdır.   9 Haziran 1261Abbasî Hilâfeti, Mısır’da Yeniden Başladı Hülâgû’nun 1258 senesinde Bağdat’ı ele geçirmesinin ardından, Abbasî Halifesi Müs­ta‘ sım Moğollara teslim oldu. Hülâgû, Halife Müsta’sım’ı ve ailesinden birçok kişiyi idam ettirdi. Müsta’asım’dan iki önceki Halife Zâhir’in oğlu Ahmed, bu katliamdan kaçmayı başararak Şam’a gitmiştir. Memlûk Sultanı Baybars, Ahmed’i Mısır’a getirtmiş ve 9 Haziran 1261’de büyük bir merasimle onun Halifeliğini ilan etmiştir. Böylece üç yıl aradan sonra Abbasî Hilâfeti tekrardan başlamış oldu. Halife olduktan sonra “el-Müstansır” lakabını alan Ahmed, Sultan Baybars’la birlikte Bağdat’ı kurtarmak için aynı yıl Şam’a gitti; fakat Baybars’ın aniden geri dönmesi üzerine tek başına kaldı. Müstansır, Moğol valisi ile yaptığı savaşta hayatını kaybetti. Bu olaydan bir müddet sonra yine Abbâsî ailesinden Ahmed adlı başka birisini “el-Hâkim” lakabıyla halife ilân eden Baybars, bu hareketiyle siyasî iktidarı için manevi bir destek kazanmış oluyordu. Mısır’daki Abbâsî halifeleri Hâkim’in soyundan gelmişlerdir. 16 Haziran 1911Sultan V. Mehmed Reşad,Kosova’daki Hüdavendigâr Meşhedini Ziyaret Etti Sultan I. Murad Hüdavendigâr, I. Kosova Zaferi’nin ardından savaş meydanını dolaşırken, Miloş Obiliç adında bir Sırplı tarafından şehid edilmiştir. Şehid edildiği yerde sembolik olarak bir türbe (meşhed) inşa edilmiştir. Günümüzde Kosova Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan bu meşhedi Fâtih Sultan Mehmed, 1455’te çıktığı Sırp seferinde Novoberda Kalesi’ni fethettikten sonra ziyaret etmiştir. Yine Sultan V. Mehmed Reşad da çıktığı Rumeli seyahati sırasında burayı ziyaret etmiştir. Selânik’e 7 Haziran 1911 günü çıkan Padişah 15 Haziran’da Priştine’ye ulaşmış, 16 Haziran Cuma günü türbeyi ziyaret etmiş. Çevreden gelerek burada toplanan ve sayılarının 100.000 kadar olduğu tahmin edilen bir cemaatle açık namazgâh haline getirilen bu sahrada Cuma namazı kılmıştır. 25 Haziran 1587Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa Vefat Etti Cezayirli Ali Ahmed Reis tarafından esir alındıktan sonra Müslüman olmuştur. 1548’de Turgut Reis’in maiyetine girmiştir. Mehdiye savunmasında (1549) ve Cerbe akınlarında (1550) başarılı hizmetlerde bulundu. Turgut Reis’in 1551’deki Trablusgarp seferine katıldı. Piyâle Paşayla birlikte 1560’ta Cerbe seferine gitti. Trablusgarp Beylerbeyi Turgut Paşa’nın şehid olması üzerine Temmuz 1565’te Trablusgarp beylerbeyi oldu. İspanya, papalık ve Venedik donanmalarından oluşan müttefik donanmasıyla İnebahtı’da yapılan ve yenilgiyle sonuçlanan savaşta sadece onun otuz gemiden oluşan filosu kurtulabildi. Bu sebeple 28 Ekim 1571’de kaptan-ı derya göreviyle Cezayir beylerbeyliğine getirildi. Kılıç Ali Paşa, 25 Haziran 1587’de vefat etti. Vârisi olmadığı için 500.000 altını geçen mirası hazineye alındı.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiBesmele
İtikad

İrfan MEKTEBİ 01 Haziran
Konu resmiZabıtlara Geçsin: İtiraz Ediyoruz
İnsan

Bütün mültecileri geri göndermeyi tahayyül ve tasavvur eden zihniyet, bir gün bir yetkiye sahip olduğunda bunu yapabilir mi? Mültecilerin geri gönderilmelerine ilişkin söylemlerin ve çağrıların son günlerde oldukça arttığı görülüyor. Bir siyasi parti ve liderinin tek vaadi ve varlık sebebi neredeyse sadece mültecilerin geriye gönderilmesi üzerine inşa edilmiş durumda. Bir süredir mülteci karşıtlığının bayraklaşmış ismi olan bir belediye başkanı tarafından, bir kentin meydanlarına “Son Çağrı” başlığı ile mültecilere Arapça ve Türkçe evinize dönün çağrıları yapılan afişler asıldığı haberi bu yazının yazılmasından hemen önceki saatlerde haber bültenlerinde yerini aldı. Bu konuda uzunca bir süredir rakipsiz olan ve bu konularda gerek su fiyatları gerek nikah işlemleri vb. gibi hizmetlerde mültecilere farklı davranma uygulamaları ile sadece kendisi ile yarışan bu belediye başkanı, bir başka parti ve liderinin de oyuna dâhil olmasıyla hem rakip hem de bir yol arkadaşı bulmuştur. Aynı yolun yolcusu olan bu iki zatın her biri, mülteciler konusunda kimin daha fazla karşı olduğu, hangisinin daha fazla marjinal olduğu mukayesesini yapma imkânı sunmaktadır. Şimdilerde birbirlerinden geri kalmamayı başarabilmektedir­ler. Her ne kadar yaptıkları tarihe kaydediliyor olsa da, yıllar belki on yıllar, yüz yıllar sonrasında isimlerinin, resimlerinin ve astıkları afişlerin tarihin tozlu raflarında ve kaydedildiği yerlerde kalmasını, Türk Milletinin de tarih ve insanlık önünde bu uygulamalarla anılmamasını temenni ediyoruz. Ancak bu günler madem tam da tarihe not düşme günleridir. O halde bu iki zevatın şahsında mümessilleşmiş bir fikriyatın ve bu fikriyatın artık ne kadarsa diğer destekçilerinin, bütün bir millete mal edilmemesi, bütün bir ümmete teşmil edilmemesi, bütünüyle bir zan altında bırakılmaması ve yıllar veya yüzyıllar sonra bir mahcubiyete vesile olmaması için itiraz ve şerh düşme zamanlarıdır. Nitekim gerek sosyal medyada gerek siyaset alanında ve gerekse matbuat âleminde karınca kararınca, herkes kendi halince itirazını etmekte, bir karşı duruşu olduğunu göstermektedir. Nitekim hukuk işlemiş ve asılan “son çağrı” afişlerini kaldırtmıştır. Ancak yokluk âleminden varlık âlemine bir an çıkıp kaybolmak var olmak için yeterlidir. Vaki olacak kadar kâfi olmuştur. Efkâr elfaza dönüşmüştür. Bu efkara da bu elfaza da itiraz ediyoruz; zabıtlara geçsin. Eyleme Dönüşmesi Mümkün mü? Bu kadar yoğun ve marjinal şekilde, özellikle de sosyal medyada giderek yükseltilen bu konunun ola ki bir gün uygulanması mümkün mü? Bütün mültecileri geri göndermeyi tahayyül ve tasavvur eden zihniyet, bir gün bir yetkiye sahip olduğunda bunu yapabilir mi? Ya da benzer bir örneği var mı, yapılmış mı? Evet mümkün, yapabilirler ve yapılmış. Yakın tarihi bir incelediğimizde karşımıza çok ilginç bir örnek çıkıyor. Yakın tarihte yer almış bir başka marjinal şahsiyet, ülkesindeki bütün mültecileri göndermeye karar vermiş ve bunu uygulamaya da koymuş. Kim mi? “Kaddafi” 1993 yılında Filistin adına Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Başkanı Yaser Arafat ile İsrail Başbakanı İzak Rabin Oslo anlaşmasını imzalamışlardır. Kaddafi bu anlaşmaya tepki göstermiştir. Tepkisinde de Libya’da bulunan Filistinli mültecileri araçsallaştırmıştır. Libya’da bulunan Filistinli mültecileri sınır dışı edeceğini 1994 yılından itibaren de kamuoyu önünde açıkça dile getirmeye başlamıştır. Kaddafi’nin o gün ileri sürdüğü argümanlar ne gariptir ki bugün için de çok tanıdık bildik ve kulaklarımıza artık aşina kılınan argümanlardır. Kaddafi’ye göre Filistin’le İsrail madem anlaşmışlardır. O halde Filistin’de sorun kalmamıştır. Madem ortada anlaşma ve barış vardır, o halde Filistinli mültecilerin artık ülkelerine dönmelerine engel teşkil edecek bir husus da bulunmamaktadır. Lib­ya’daki bütün Filistinliler gön­derilmelidir. Kaddafi önce yaz tatilini Libya dışında geçiren yüzlerce Filistinliyi tekrar Libya’ya almama kararı almış, gelenleri de sınırdan çevirmiştir. Ne gariptir ki ve ne ilginç bir benzerliktir ki, tesadüftür ki, bugün de Suriye’ye bayrama gidebiliyorlarsa tekrar gelmelerine gerek yok üzerinden bir söylem yürütülmektedir. Bu mülteciler haftalarca sınırda beklemişlerdir. Arap Birliği’nin araya girmesiyle, rica minnet Kaddafi geri almaya razı edilmiştir. Ancak Kaddafi durmamış, 1995 yılında da Filistinli mültecilerin gönderilmesi söy­le­mini sık sık tekrar etmiş en nihayet 6 aya kadar varan bir süre vererek “son çağrısını” yap­­mış­tır. Verdiği sürenin dol­ma­sı ile birlikte de mültecileri top­yekûn göndermek üzere ha­re­kete geçmiştir. Kimilerini gemilere bindirerek Suriye ve Lübnan’a göndermek üzere Ak­de­niz’den yola çıkarmış, kimi­lerini Mısır’a göndermek üze­re karadan sınıra doğru sevk et­miştir. Hasılı tüm mültecileri ha­re­kete geçirmiştir. Suriye ve Lübnan’a gönderdiklerini bu ül­ke­ler kabul etmemiş, gemiler günlerce Akdeniz’de kalmıştır. Mültecilerin tekrar mülteci oldukları, oldukça trajik bir tablo ortaya çıkmıştır. Günler haftalar sonra kimi güçlükle Ürdün’e gidebilmiş, kimisi Mısır Libya arasında oluşturulan kamplara yerleşebilmiştir. Ancak mülteci­ler için açlık, hastalık, haşerat do­lu çöl mülteci kamplarında tek­rar dramatik bir süreç başlamıştır. Konu BM gündemine intikal etmiştir. Hem Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) hem de Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Dairesi (UNRWA) Libya’nın sı­nır dışı ettiği mülteciler konu­sunda çözüm bulunması çağrılarında bulunmuşlardır. Burada çok ilginç bir ayrıntı daha söz konusudur. O dönemde hem Birleşmiş Milletler Genel Sekreter Yardımcısı hem de UNRWA’nın Genel Komiserliği görevini bir Türk yürütmektedir: İlter Türkmen. İlter Türkmen’in başında ol­du­­­ğu UNRWA tarafından so­ru­­­nun çözülmesi için gayret gösterilmesine yönelik olarak ya­­­­pı­lan resmi çağrılarda, hem mül­­tecileri kabul etmeyen Ortadoğu ülkelerine hem de mültecileri sınır dışı eden Libya’ ya “merhamet ve itidal” çağrısında bulunulmuştur. Muhtemel Senaryolar Nelerdir? Mültecileri istemediklerini ve geri gitmelerini ya da gönderilmelerini her fırsatta söyleyen bu zevat, muhtemel uygulamaların nasıl olacağına ya da olması gerektiğine ilişkin bir detay vermemektedirler. Bir detay olmaması meseleyi insani dramlar taşıyan muhtemel senaryolara açık hale getirmektedir. Her zaman geriye sarılarak izlenen tarihi, şimdi ileriye sararak muhtemel halini seyredelim. Mültecileri her fırsatta göndereceklerini söyleyen bu zihniyetin (belediye başkanı ve parti liderinden bağımsız olarak yani kişilerden bağımsız olarak zihniyet) eline bir imkân ve fırsat geçtiğinde, ne yapılacaktır? Kad­­dafi’nin yaptığı gibi mülteci­leri gemilere doldurarak Akdeniz üzerinden mi Suriye’ye gönderecektir? Otobüslere bindirilerek mi gönderileceklerdir? Uçaklarla mı gönderileceklerdir? Türkiye sınırının hemen öte yakasına götürülüp milyonlarca kişi kapının hemen dışına bırakılacak mıdır? Yoksa geldikleri şehirlere intikalleri mi sağlanacaktır? Suriye sınırının öte tarafına bırakılanların yeme, içme, barınma ya da yiyememe, içememe, barınamama ve sağlık sorunlarından artık ne halde olduğu meçhul olan Suriye mi mesul olacaktır? Zira örneğin Kaddafi’ye göre; Filistinli mültecilerin Kaddafi tarafından düşürüldükleri durumun sorumlusu da Oslo anlaşmasını yapan Filistin’dir. Kaddafi tarafından o şekilde ilan edilmiştir. Akdeniz’de vuku bulabilecek yeni Aylan bebek vakalarının sorumluluğu da muhtemelen bu adımları atanlar tarafından üstlenilmeyecektir. Ya da mesela Halepliler, artık taş üstünde taş kalmamış Halep’e mi gönderilecektir? Yoksa çadır kentler mi kurulacaktır? Ya da çoluk çocuk sınırın öte yakasına bırakılıp ne haliniz varsa görün, gerekiyorsa da açlık sefaletten ölün mü denilecektir? Ya da Tadamon’da cadde ortasına kazılmış bir çukura atılarak tek tek infaz edilen Suriyelilerin görüntüleri henüz yeni gündeme girmişken, geri gönderilecek mültecilerden ne kadarının olası böyle bir muameleye maruz kalacakları hesaplanmış mıdır? Muhtemelen hesaplanmıştır. Muhtemelen de umursanmamıştır. Zira bu görüntüler dahi geri gönderelim diyenlerin hızını kesmemektedir. Türkiye içerisinden gelen itirazların zaten umursanmadığı ve dikkate de alınmayacağı malumdur. Ancak BM’nin 1995’te Libya’ya yaptığı gibi, Türkiye’ye de bu zihniyetin iktidarında olası bir “merhamet ve itidal” çağrısı da mı bir anlam ifade etmeyecektir? Etmeyebilir de… 1995’ten 27 sene sonra 2022’de mütevazi bir derginin sayfalarında tarihe not düş­mek adına mevcut mülteci söy­lemlerinden hareketle gelecekte bu zihniyetin muhtemel politikalarını sorgulayan bir yazar, birden Kaddafi’nin politikalarını hatırlayabilmektedir. Bu zihniyetin olası, muhtemel politikalarının bir fırsat ve imkân bulup uygulanılması durumunda, bu uygulamalardan bilmem kaç yıl sonra, hangi dergide, kim tarafından, sizden sonra kimin muhtemel politikaları ile sizler ve zihniyetiniz nasıl anılacaksınız? Şöyle mi anlatılacaksınız: Yıl iki bin yüz bilmem kaç, dünyanın bilmem hangi yerinde, bilmem hangi derginin, bilmem hangi sayısında, bilmem hangi yazarın muhtemel bir yazısı: Bugünlerde Dünya’da mültecilerin geri gönderilmesi tekrar tartışılıyor. Mültecilerin geri gönderilme politikaları tarihte uygulanmış mıdır, mümkün müdür? Uzak ve yakın tarihi incelediğimizde mümkün olduğunu görüyoruz. Bundan uzun yıllar önce 1995 yılında Libya’da Kaddafi adında bir lider tarafından Filistinli mültecilerin sınır dışı edildikleri trajik süreç kayıtlarda, literatürde yer almaktadır. Kaddafi’den yıllar sonra bir başka ülkede daha, Türkiye’de de iki bin bilmem kaç yılında mültecilerin sınır dışı edilmiş olduklarını görüyoruz. Türkiye’de de mültecilerin dönmeleri gerektiğine ilişkin söylemler, ilk olarak bir belediye başkanı tarafından gündeme getirilmiştir. Daha sonra da yeni kurulan bir parti lideri bu söylemi tırmandırmıştır. Revaç bulan ve yayılan mülteci karşıtı düşünceler daha sonra bilmem hangi lider ve bilmem hangi parti ile nihayet yıl iki bin bilmem kaç tarihinde İktidarı elde etmiştir. Bu düşüncenin temsilcileri yıl iki bin bilmem kaç tarihinde mültecileri otobüslere doldurarak, apar topar Suriye sınır kapısının hemen öte yakasına bırakmışlardır. Harabeye dönmüş olan ülkeye transfer edilen milyonlarca kişi açlık sefalet ve hastalıklar nedeniyle insanlık dramı yaşanmıştır. Tekrar mülteci olmak isteyen kişilerin cesetleri Akdeniz’in soğuk sularında kaybolmuştur. BM tarafından Türkiye ve bölge ülkelerine “merhamet ve itidal” çağrısında bulunulmuştur. Biz ülke olarak böyle anılmaya ve anlatılmaya itiraz ediyoruz. Zabıtlara geçsin.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Haziran
Konu resmiMülteci Meselesi ve Türkiye
İnsan

2011 yılında Beşar Esad’ın halkına baskı ve şiddet uygulamasından dolayı belirli bir kesim buna isyan etmiş, taban bulan isyanla birlikte oluşan askeri grupların karşılıklı çatışmasıyla bir iç savaş başlamıştı. Mülteci ya da sığınmacı konusu bugün artık sadece ülkemizin değil dünyanın bir sorunu haline gelmiştir. 2020 dünya göç raporuna göre1 “Doğduğu ülkenin dışında yaşayan insan sayısı 281 milyon, çatışma ve şiddet nedeniyle 2019 yılında 55 milyon kişi ülkeler arasında yer değiştirdi, en fazla göç alan ülkeler Avrupa 87 milyon, Asya 86 milyon. Ülkemiz açısından, “Türkiye en fazla göç alan 20 ülke arasında 12. sırada. Uluslararası Göç Örgütü’ne göre Türkiye’de 6,5 milyon göçmen var, bu sayının nüfusun yüzde 7,2’sini oluşturduğu” ifade ediliyor. Yine 2013 verilerine göre bazı ülkelerin göçmen nüfusunun devletin toplam nüfusuna oranına baktığımızda2 “ABD 14,3, Almanya 11,9, Fransa 11,6, Sudi Arabistan 31,4, İsviçre 28,9, Ürdün 40,2, Türkiye 2,5” Türkiye’de bugün resmi kaynaklara göre 3,7 milyon Suriyeli var. Uzmanlarca Irak, İran, Pakistan, Afganistan, Somali, Türki Cumhuriyetler son olarak Ukrayna ve diğer ülkelerden gelenlerle birlikte kayıtlı, kayıtsız göçmen sayısının 7 milyonun üzerinde olduğu söyleniyor. Dolayısıyla oran dünya göç raporunun belirttiği yüzdenin epey üstünde. Türkiye her türlü riski alarak Suriye’de zulme uğrayanlara kapısını açmış, onların sağlık, barınma, eğitim ve beslenme gibi hizmetlerini elinden geldiğince yapmaya çalışmıştır. Bu gerçekle beraber Türkiye’de bazı insanlar şöyle konuşmaktadır… 2016 yılından bu yana Suriye’de sağlanan kısmi istikrardan dolayı ülkemize gelen Suriyeli sayısı düşmüş olsa da doğum oranlarının yüksekliğinden dolayı bu düşüşü gözlemleme şansımız ne yazık ki pek mümkün değil. Türkiye’de dünyaya gelen bebekler şimdi okullu; çocuklar, genç; gençler de evlenmiş iş güç sahip olmuşlardır. Bu nedenle kalış sürelerinin uzaması işi her geçen gün daha da zorlaştırmaktadır. Bu kadar fazla göçmen oluşu ülkemizin demografik yapısı ve güvenliği olmak üzere gelen mültecilerin de eğitim, iş ve barınma gibi ihtiyaçlarının karşılanmasını güçleştirmektedir. Meseleyi salt Ensar-Muhacir sosyolojisi üzerinden değerlendirmek de doğru değildir. Mekke’den giden özellikle de seçkin muhacirler Medine’nin iş ve kültür hayatına değer katmışlardır. Mekke fethedildikten sonra da ülkelerine dönmüşlerdir. Göçle ilgili araştırmalara baktığımızda, Türkiye’de toplumun yüzde sekseninden fazlası bu göçün artık nihayete ermesini ve gelenlerin ülkelerine dönmesini istemektedirler. Bu kadar büyük oranda bir kesimin itiraz etmesinin sosyolojik tahlilini yaptığımızda, bir kısmının ülkede yaşanan ekonomik krizden, bir kısmının güvenlikten, bir kısmının ileride kendi ülkesinde parya muamelesi görme endişesinden, bir kısmının ise iktidara olan tepkisinden dolayı Suriyelilerin gitmesini istedikleri ortaya çıkmaktadır. Sebep her ne saikle olursa olsun bu sorunun ivedilikle çözülmesi gerekmektedir. Ekonomik açıdan değerlendirdiğimizde; Suriyelilerin önemli bir kısmı ülkemizde ağır işlerde ve ucuz işçilikle çalıştırılmaktadır. Sigortasız çalışanların da fazla olduğunu biliyoruz. Bu durum ülkemizdeki işverenlerin işine gelmiş olsa da uzun vadede ülke insanının işini kaybetmesine sebebiyet verecektir. Yine Türkiye’de dar ve orta gelirli vatandaşların ev alamadıkları bir ortamda yabancı uyruklu vatandaşların yüksek fiyatlarla konut sahibi olmaları ayrımcılığın olmasına yol açmaktadır. Enflasyonun artma­sını ve hayat pahalığını göçe bağlayan uzmanlar da vardır. Güvenlik açısından değerlen­dir­diğimizde; her ne kadar Suriyelilerin suça karışma oranı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına göre düşük olsa da bu ileride büyük sıkıntıların olmayacağı anlamına gelmez. Bununla birlikte medyada bir kısım Suriyelilerin asayişi bozdukları, kurulu düzene uymadıkları, ya da suça bulaştıkları haberlerini de okuyoruz. Sosyal ve kültürel açıdan; göçlerle birlikte şehirlerin yapısının bozulduğunu, kültür dokusunun zedelendiğini, bazı mahallelerde gettolaşmaya gidildiğini ve en önemlisi de böyle giderse Türkiye’nin demografik yapısının değişebileceğini göz ardı edemeyiz. Nitekim Kilis, Hatay, Gaziantep, İstanbul gibi şehirlerimizin demografik yapısının ciddi manada bozulması tehlike sinyallerinin ipucunu vermektedir Göçün getirdiği sağlık ve eğitim hizmetlerinden sadece sığınmacılar değil tüm vatandaşlarımız da olumsuz ola­rak etkilenmiştir. Fakat… Fakat tüm bu problemlere rağmen ülkede toplumsal barış bozulmuyorsa bunu özellikle Türk milletinin sağduyusuna, misafirperverliğine, ferasetine borçluyuz. Siyasilerin ve bürokratların da bu noktada yapıcı dil kullanmasının önemli etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak ülkemizin artık taşıyamayacağı bu göç dalgasının önüne geçmesi için gerekli tedbirleri bir an önce alması önem arz etmektedir. Nitekim devletimizin de sabırla ve ihtiyatla birtakım tedbirleri almaya çalıştığını görüyoruz. Yapılan askeri operasyonlar, kilometrelerce uzunluktaki sınırlarımıza akıllı duvarların çekilmesi, dikenli teller, termal kameraların olması, sınırın ötesinde sivil toplum kuruluşlarının da katkısıyla küçük de olsa briket evlerin yapılması ve nihayet hükümetimizce orada konut yapılmasına karar vermesi yapılan önemli çalışmalardan sadece bir kaçıdır. Bu göç yükünün üstesinden gelmek için diplomasi kanalıyla Avrupa birliği, Birleşmiş Milletler, ABD ve diğer uluslararası aktörleri devreye sokmamız gerekmektedir. Eğer sayılı aktörler, çözüme yanaşmıyorlarsa sınır kapılarını açma, geri kabul anlaşmasının iptal edilmesi gibi kartları öne sürmemiz gerekmektedir. Sonuç olarak, birtakım insanların yaptığı gibi ırkçılığa varacak derecede göçmen düşmanlığına asla düşmeden, bu kardeşlerimizi incitmeden, geçmişte olduğu gibi Türk insanına yakışacak bir tarzda sağduyuyla, suhuletle, bilimsel ve akılcı politikalarla sığınmacıların ülkelerine dönmeleri sağlanmalıdır. Bunun çalışmalarının da var olduğunu biliyor, hayırla sonuca ulaşmasına dua ediyoruz… Kaynaklar: 1- https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya2- https://tr.wikipedia.org/wiki

Necati İLMEN 01 Haziran
Konu resmiEy İnsanlar!
Kültür ve Medeniyet

İrfan MEKTEBİ 01 Haziran
Konu resmiAllah’a Saygı Duyuşun Adı “Allahu Ekber” Sadası
İbadetİnsan

Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ve kudreti her şeyin üstündedir. Hiçbir şey Allah’ın ilmi haricine çıkamaz, kuvvetinden ve kudretinden kaçıp kurtulamaz. Akıl, Allah’ın sonsuz ilmini ve nihayetsiz kudretini anlamaktan ve kavramaktan aciz olduğu için zaman zaman acze ve zaafa düşer. İşte aklın tartamadığı acib ve garib faaliyetler karşısında “Allahu Ekber” cümlesi müminin imdadına yetişir.  Cenab-ı Hakk’ın kusursuzluğu ve noksansızlığı karşısında bir saygı ifadesi olan “Allahu Ekber” cümlesi, namazın hem manası hem çekirdeği hükmündedir. Mümin miraç basamaklarına “Allahu Ekber” cümlesiyle çıkar. Her bir “tekbir” müminin derecesini yükseltir, manevi terakkisine hizmet eder. Mümin bu mukaddes cümle ile kulluğun şuuruna varır. Namaz kılarken hemen hemen bütün hareketinde tekbir getirerek huzur-u ilahide olduğunu fark edip lezzet alır. Kâinatta küçük, aciz, zayıf bir varlık iken bu şuurla ehemmiyetli ve büyük bir vazifeyi yerine getirir ve halife-i ruy-i zemin (yeryüzünün halifesi) ismine layık bir vaziyet alır. *** Allah’ın nihayetsiz kudreti, kulun aczini itiraf etmesini ister. Bu itirafla birlikte derin bir saygı içerisinde “Allahu Ekber” sadasıyla büyüklüğünü ilan etmesini emreder.1 Bu mukaddes cümle Allah’ın rububiyetinin heybeti karşısında bir hayranlık ifadesidir. Allah’ın icraatlarına ve faaliyetlerine mukabil bir saygı duyuştur. Bu nurani cümle bizlere Kâinat kitabının kâtibini tanıtır. Eşsiz bir eser olan yeryüzünün nakkaşını bildirir. Resul-ü Ekrem efendimiz (asm) bizlere Rabbimizi “Allahu Ekber” cümlesiyle tanıtmıştır. Keza o mübarek cümle ile Rabbimizi sevmiş ve bizlere de sevdirmiştir.2 Her yerde görünen nihayetsiz zenginlik, muhteşem cömertlik, sayısız servet Allah Teâlâ’nın idare ve tedbirinin, şefkat ve merhametinin bir yansımasıdır. Bu ihtişamlı saltanat karşısında en kapsamlı, en geniş hürmet şekli “Allahu Ekber” cümlesidir. Bu azamet karşısında en güzel sena ve en layık ta’zim, “Allahu Ekber” cümlesidir. *** Harikulade yıldızlar, gördüğümüz ve görmediğimiz güneşler, gökler, dağlar, denizler, kendilerini yaratan ve idare eden Cenab-ı Hakkı takdis edip lisan-ı halleriyle “Allahu Ekber” derler. Evet, kâinat baştan aşağı “Allahu Ekber” der. O halde kâinatın göz bebeği olan insan elbette gözlerinin önünde yükselmiş olan koca dağların tesbihatına kayıtsız kalmamalıdır. Gecelerini süsleyen yıldızların vecd ile yapmış oldukları zikirlere, tekbir ile iştirak etmelidir. Böylece tüm zamanlarda ve bütün mahlûkatın katılımıyla şu koca kâinat adeta bir zikirhaneye dönecektir. *** Vatanımız, bu mukaddes cümlenin gölgesinde kurulmuştur. Milletimiz bu mübarek cümleyle yükselmiştir. Şehitlerimizin son sözü, İslam ordularının tükenmez kuvveti “Allahu Ekber” cümlesidir. Anaların sabrı, çocukların neşesi, âlimlerin tefekkürü, ariflerin hikmetidir “Allahu Ekber”. Milletçe ülkümüzdür “Allahu Ekber”, savaş meydanlarında şecaat sesimizdir gümbür gümbür “Allahu Ekber”. Zor yıllarda, seslerin kısıldığı bir zamanda sessiz yığınların gür sesidir “Allahu Ekber”. Nice az topluluğun nice çok topluluğa galebe çalmasının adıdır “Allahu Ekber”. *** Evet, “Allahu Ekber” müminin heyecanlandığında akl-ı selimi, hayrete düştüğünde teskin edicisidir. Acze düştüğünde kuvveti, neşelendiğinde sevinci, kederlendiğinde teselli kaynağıdır. Her zaman ve her yerde dilinden düşmeyen zikridir. *** Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ve kudreti her şeyin üstündedir. Hiçbir şey Allah’ın ilmi haricine çıkamaz, kuvvetinden ve kudretinden kaçıp kurtulamaz. Akıl, Allah’ın sonsuz ilmini ve nihayetsiz kudretini anlamaktan ve kavramaktan aciz olduğu için zaman zaman acze ve zaafa düşer. İşte aklın tartamadığı acib ve garib faaliyetler karşısında “Allahu Ekber” cümlesi müminin imdadına yetişir. Bu cümle ile insan aklına sığışmayan faaliyetlerin ağırlığından ve hikmetini kavrayamadığı olayların yükünden kurtulur. “Allahu Ekber” der, huzur bulur. “Allahu Ekber” der rahata kavuşur. Ayrıca “Allahu Ekber” cümlesi şeytanın desiselerine karşı da mümine büyük bir kuvvet verir. Aklını teskin eder, gönlüne sükûnet verir. O halde mümin her zaman ve her yerde daima bu mukaddes ve bu mübarek cümleyi dilinden eksik etmemelidir. Kaynaklar: 1- İsra 111; Hac 37, Müddessir 32- “Kim sabah yüz ve akşam yüz defa olmak üzere ‘Allahu ekber’ derse, o gün hiçbir kimse bunun benzerini söyleyen dışında bu kimseden daha büyük amel işlemiş olmaz.” (Tirmizî, Deavât, 62)

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Haziran
Konu resmiİstikamet Tayini
İnsan

Diyelim ki dilini bilmediğiniz büyük, yabancı bir şehre gittiniz. Şehirde gezerken kayboldunuz. (Navigasyon gibi cihazların olmadığını düşünelim). Kaldığınız otele döneceksiniz, fakat dillerini bilmediğiniz insanlarla anlaşamıyorsunuz. Veya sizin dilinizi bilen birkaç kişi çıktı, fakat onların her biri başka bir istikameti gösteriyor. Bu durumda elbette çok sıkıntı çeker, varacağınız yere zorluklar içinde ancak varabilirsiniz. Kıymetli Kardeşim!Dünya hayatı da farklı değildir. Her insan mutlu bir hayat sürmek ister. Fakat insanların çoğunluğu tek başlarına mutlu bir hayatı nasıl süreceklerini bilemezler. Mutlu bir hayat sürmek (ulaşmak) için birilerinin onlara yol göstermesi gerekir. Günümüzde insanlar hayatla­rı­­nı düzene sokamadıkları için, di­ğer ifadeyle yollarını kaybet­tik­leri için, psikologlara git­mek­­te­dirler. Psikolog Henry Link, “Bir sürü insan bana tanrıları olmamı rica ettiklerinden, ben de gerçek bir tanrının önemini takdir eder bir duruma geldim” demektedir.1 Dünyadaki bütün dinler, felsefeler ve ideolojiler insanlara yol göstermek için ortaya çıkmışlardır. Yol göstermek önemlidir, ama ondan daha önemlisi gösterilen yolun doğru yol olmasıdır. Bu dinlerin, felsefelerin, ideolojilerin içinde doğru yolu gösteren hangisidir? Doğru yolu bize ancak bizi yaratan Allah gösterir. Allah, bütün hayvanlara hayatlarını nasıl düzene sokacaklarını ilham ederek yol gösterir. Arının bal ve petek, örümceğin ağ, kuşun yuva yapması hep ilham iledir. Bilhassa uzun yolculuklarda onlara rotayı çizen ve varacakları yere kadar onlara yol gösteren Allah’tır. Allah biz insanlara yol göstermek için ise peygamber ve kitap göndermiştir. Bu peygamber ve kitap şahsi hayatımızda, aile hayatımızda, toplum hayatımız­da nasıl hareket edeceğimizi bi­ze bildirir. En önemlisi de Allah’ ın gönderdiği peygamber ve ki­tap bize yollar içinde doğru olan yolu göstermesidir. Her gün namazlarımızda 40 defa Fa­ti­ha Sûresini okuruz. Fatiha Sûresinde “Bize doğru yolu, kendilerine nimet verdiğin kimselerin yolunu göster  !” diye dua ederiz. Dalalet dilimizde sapıklık olarak tarif edilir. Aslında dalalet kasten veya hata ederek doğru yoldan çıkmak demektir. Ayrıca dalalet kaybolmak manasına da gelir. İslâmiyet’ten çıkanlar, değişik din ve ideolojilere dahil olanlar aslında yoldan çıkmış, doğru yolu kaybetmiş kimselerdir. Bu yüzden onlar şahsi hayatlarında, aile hayatında ve toplum hayatında mutluluğu da bulamazlar. İMANDA LEZZET, KÜFÜRDE ELEM VARDIRİman hem dünya saadetini hem de ahiret saadetini netice verir. Küfür ve inkâr ise, insanın dünyada sıkıntı ve elemler içinde kalmasına sebep olduğu gibi, ahirette de ebedî cehennemlik olmasına sebep olur. Kıymetli Olma Her insan fıtraten kıymetli olmayı, kendisine değer verilmesini, sevilmeyi arzu eder. Kıymetsiz, değersiz olmak, insanı aşağılık kompleksine götürebilir. Veya diğer insanların kişiye değer vermeyişi, onun, diğer insanlardan nefret etmesine, düşman olmasına sebep olabilir. Değerli olmak, insanlar tarafından sevilmekte kişinin, şımarmasına, kibirlenmesine, kendi­ni beğenmesine sebep olabilir. Bu tür haller, kişi için de toplum için de sorunlar çıkmasına sebep olur. Allah’a iman, kişinin fıtratındaki kıymetli olma hissini tatmin eder. Çünkü insan Allah’ın en kıymetli eseridir. Kur’an, insanın ahsen-i takvim üzere (en güzel kıvamda) yaratılmış olduğunu, onun eşref-i mahlûkat yani yaratılmış varlıkların en şereflisi olduğunu bildirmektedir. Kişi dünyevî yönden insanlar arasında parasıyla, makamıyla şöhret kazanabilirken; Allah katında imanıyla, ibadetiyle duasıyla kıymet kazanır. Bu şekilde kazanılan kıymet hem şahıs için hem de toplum için hayırlara vesile olur. Musibetler Allah’a inanmayan biri musibetlerle karşılaştığında, bu musibetlere gücünün yetmediğini görür. Kendini kurtaracak birini arar, onu da bulamaz. Her gün karşılaştığı küçük, büyük bütün musibetler, onun ruhunda bunalımlara, depresyonlara sebep olur. Allah’a inanan biri, her musibeti, bir imtihan olarak görür. Onlara sabreder. Aynı zamanda Allah’a yönelir dua eder. Onun yardım edeceğini bilir. Allah’a olan inancı, zorluklara karşı büyük bir dayanma gücü verir. İstek ve Arzular İnsanoğlu, elindeki imkânlarla istek ve arzularının çok az bir kısmını temin etse de çoğunu elde edememektedir. Çünkü istek ve arzularımız, sınırsızdır. Allah’a inanmayan biri, bu istek ve arzularını temin edememekten dolayı büyük bir ızdırap duyar. Hâlbuki Allah’a inanan kimse, istek ve arzularını temin etmek için çalışır, bu konuda yardım etmesi için Allah’a müracaat eder, yalvarır. İsteği kabul edilmese bile, eline geçen şeylere kanaat eder. İstek ve arzuları bu dünyada yerine getirilmese bile, Allah’ın ahirette onları kendisine ihsan edeceğini düşünerek rahatlar. Geçmiş ve Gelecek İnsanoğlu hayvanlardan farklı olarak geçmiş ve gelecekle irtibatlıdır. Geçmiş zamanda yaşadığımız bazı olaylar, hatırladıkça bizi rahatsız eder. Gelecek zaman da bizim için korkutucudur. Çünkü ilerde başımıza ne geleceğini bilemiyoruz. Birtakım beklentilerimiz var. Fakat onlara kavuşamayabiliriz. Bazı korkularımız, endişelerimiz de var ki, başımıza gelebilir. Beklenti ve korkularımızdan kaynaklanan gelecek endişesi, bizi daima rahatsız eder. Allah’a imanı olmayan biri bu korkuları, endişeleri derinden hisseder. Hâlbuki Allah’a iman eden biri, geçmişte kendisini üzen rahatsız eden şeylerden dolayı Allah’a yönelip dua eder. Günah işlediyse tövbe ve istiğfar ederek, Allah’ın bağışlamasını ister. Gelecek konusunda ise, sebeplere müracaat eder, neticeyi Allah’a bırakır. Çünkü o, her şeyin Allah’ın kontrolünde olduğuna inanır. Allah’ın kendisine takdir edeceği şeye razı olur, rahat eder. Bu yüzden “Kadere iman eden, kederden emin olur” denilmiştir. Ayrılıklar Zeval, bir şeyin son bulması, bitmesi demektir. Örneğin, paranın tükenmesi, gençliğin bitmesi böyledir. Firak ise, sevdiklerimizden ayrılık demektir. Bütün üzüntülerin temelinde zeval ve firak vardır. İnsan, hayatı boyunca, sevdiği ve alâka peyda ettiği varlıklara kavuşamamanın ızdırabını, kavuştuğu varlıkların ise kendisinden ayrılmasının elemini çeker. Nihayette, kendisi de bütün ahbabından ayrılarak, kabrin karanlıklarına yalnız olarak girer. Allah’a ve ahirete iman eden biri, zeval ve firakın geçici olduğuna inanır. Gençliğimiz gitse de ebedî âlemde daimî bir gençliğimiz var. Dostlardan ayrılsak da ebedî âlemde, ebedî olarak dostlara kavuşma olacaktır. Zeval ve firaka maruz kaldığımız şeylerin geçici olması, onlara tekrar kavuşacağımız hissi bizim elemlerimizi dindirir. Ölüm En büyük korku, ölümdür. Gençler her ne kadar benim daha ömrüm var dese de ölüm her an insanın başına gelebilmektedir. İhtiyarlar ise artık ömürlerini tükettikleri için ölüme çok yakındırlar ve bu yakınlık onları daha çok korkutur. Ebediyen yok olmak hissi insanı dehşete düşürür. Ahirete iman eden biri ölümün yokluk olmadığını bilir. Kabir âleminin cennet bahçelerinden biri olduğuna, kabirden sonra ebedi cennet hayatı olduğuna inanır. Onda da elbette ölüm korkusu vardır, fakat bu korku ateist birinin korkusu gibi değildir. Doğan Cüceloğlu İnsan ve Davranışı adlı kitabında bazı bilimsel araştırmalara göre, ölümden sonra ruhun devam edeceğine inananların ölüm acısını yenebildiklerini, ölünce varlıklarının tamamen yok olacağına ve bilincin ancak bedenle var olduğuna inananların, büyük bir bunalım içine düştüklerini söylemektedir.”2 Zorluk ve Çıkış Kapısı Muhtemelen lisedeydim. Bir yaz günü köyde teyzemin evinde misafirdim. Teyzemin çocuk­ları nereden bulmuşlarsa bir akrep yakalayıp getirmişlerdi. Eniştem külle yere bir daire çizdi ve üzerine de gaz yağı döktü. Sonra daireyi tutuşturup akrebi de dairenin ortasına koydular. Hayvan sıcaktan kurtulmak için sağa gitti, sola gitti. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, daire­den kurtulamayacağını an­ladı. İşte o zaman kuyruğunda­ki iğnesini kendisine batırarak intihar etti. Ben ne zaman bir intihar olayı duysam, hep aklıma bu akrep gelir. Çünkü intihar edenlerde etraflarında ateşten bir daire görürler ve kurtulamayacaklarını sanırlar. Ateşte pişmektense hayatlarına son vermeyi tercih ederler. Her intihar olayında aklıma Yunus (as) da gelir. Onun intihar etmek isteyenler için bir kurtuluş vesilesi olacağını düşünürüm. Çünkü Yunus (as) balık tarafından yutulduğunda gece, deniz ve balık onun aleyhinde ittifak etmiş durumdaydılar. Hiçbir şey onu içinde olduğu durumdan kurtaramazdı. Yani onun hali tıpkı intihar öncesi insanların durumu gibidir. Onu, içinde bulunduğu halden ancak gecenin, denizin ve balığın sahibi olan Allah kurtarabilirdi. O da bu yüzden Allah’a yöneldi ve samimi bir dua etti. Kurtulur mu? Evet, kurtuldu. Allah onu hem balığın karnından hem denizden hem de gecenin karanlığından kurtardı. Kur’ân’daki kıssalar gelişi gü­zel veya eğlenmemiz için anlatıl­mış değildir. Onların hepsi, bi­zim ibret almamız, ders çıkarma­mız için anlatılmıştır. Yunus (as) kıssası bize şu mesajı verir: “Ey insan! Sen bütün kurtuluş yollarının kapandığı bir durumda olabilirsin. Her şey senin aleyhinde ittifak etmiş olabilir. Fakat bana yönelir, benden yardım istersen, ben sana yardım ederim. Seni zor durumlardan kurtarırım.” Nitekim Kur’ân’da “Biz onun duasını kabul ettik, kendisini üzüntüden kurtardık. İşte biz iman edenleri de böyle kurtarırız.”3 buyrulur. Hülâsa her dertli onun kapısını çalmalı, ondan medet beklemelidir. Kaynaklar: 1- Henry C. Link, Dine Dönüş, Dergâh y, 1979, s. 572- Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, 2000, s. 368.3- Enbiya Sûresi, 88.

İdris TÜZÜN 01 Haziran
Konu resmiEn Büyük Keramet İstikamettir
İnsan

 “En büyük keramet istikamettir” denilmiştir. Birisinden iyi, güzel, olağanüstü bir şey bekliyorsan istikametine bakmak lazım gelir yani. Doğru, iki nokta arasındaki en kısa çizgiyle ifade edildiğini de hatırlayarak, başlangıç ve bitiş noktalarındaki uyum önemlidir denilebilir, istikamet başlığı değerlendirildiğinde… Namazda istikbal-i kıble etmek yani yönünü Kâbe’ye çevirmek yani istikamet tayini de önemli­dir mesela. Esasında namazın şartlarındandır. Yönünüzü kıb­le­ye dönemzseniz, istikameti tut­­­tu­­ra­mazsanız, namazınız na­maz olmayacaktır. Namaza mi­raç manasıyla baktığımızda ise, insanın selameti için istikamet tayininin ne kadar önemli ol­­du­ğu daha da aşikâr olacaktır ka­naatim. Zira miraç, bütün in­sanlık adına Efendimiz’in (sav), bütün varlık alemini arka­da bırakarak Zat-ı İlahi ile müşerref olmasıdır. Yani her şeyi hiçbir şey yaparak, “heme ez ost”1 diyerek her şeyin sahibi ve halikına müteveccih olmasıdır. Hem Efendimiz’in (sav) “Beni Hûd Sûresi kocattı”2 dediği suredeki “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol!” ayetidir, istikamet. Burada öne çıkan durum ise emr olunduğun kelimesidir. Yani insanın, Allah ile muhataplığında memur olduğunu, emre mazhar kabiliyette yaratıldığını ve buna göre tatbik-i hareket etmesi gerektiğini bilmesidir. Akıl denilen şey, bu hakikati anlamayla muvazzaftır. Nefis ise, insanı bu hakikatten uzak bıraktırmaya çalışacağından bahisle, terbiye edilmeye ve menfi hareketlerine karşı müteyakkız olunmaya sebeptir. Zira vicdan, kalb ve kalbden beslenen akıl, vahiy ve peygamberlerden istifadeyle insanı istikamette tutarken, nefis, heva ve heves şeytandan aldığı dersle bu istikameti bozmaya meyyaldir. Ki bunun hikayesi ilk insanın yaratılmasıyla ta cennette başlamıştır. Hatırlayalım. Rabbimiz Bakara3 ve Araf4 surelerinde bu konuyu beyan ediyor. Hulasa olarak şöyledir: Rabbimiz Âdem (as)’dan bahisle, yeryüzünde insanı halife kılacak olanım, bu­yu­ruyor. Melekler hayretle ken­di­lerinin ibadet ve taatte var olduklarını ifadeyle birlikte yeryüzünde kan dökecek, fesat çıkaracak birisini mi yaratacaksın, diyorlar. Rabbimiz Âdem (as)’a isimleri öğretiyor ve meleklerden bu isimleri bildirmelerini istiyor. Onlar da “Seni (her türlü noksanlıktan) tenzih ederiz; senin bize öğrettiklerinden başka bizim için bir ilim yoktur. Şüphe yok ki Alîm (her şeyi bilen), Hakîm (her işi hikmetli olan) ancak sensin!” diye mukabelede bulunuyorlar. Akabinde Rabbimiz Âdem (as)’a secde emrinde bulunuyor, cin­ler­den olan İblis hariç bütün me­lekler secde ediyor. İblise sebebi sorulduğunda kendisinin ateşten, Âdem (as)’ın ise topraktan yaratıldığını, dolayısıyla kendisinin daha üstün olduğunu, bundan dolayı secde etmediğini, etmeyeceğini söylüyor. Böylelikle aşağılanmış olarak huzurdan kovuluyor. Fakat lihikmetin süre/mühlet istiyor. Âdem (as) ile başlayan/tezahür eden kibrini Rabbe karşı da devam ettiriyor ve halife olarak yaratılan Âdem (as) ve bütün insanları istikametten, Allah yolundan çevireceğini söylüyor. İmtihan gereği mühlet veriliyor, insan ve şeytan düşman olarak yeryüzüne gönderiliyor. Kim şeytana uyarsa da şeytanla beraber cehenneme gönderileceği ikaz ediliyor. Ve bütün insanlara hitaben Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (kandırarak) avret yerlerini kendilerine göstermek için onlardan elbiselerini soyarak Cennetten çıkarttığı (bu neticeyi verecek hataya sevk ettiği) gibi, sakın sizi de aldatmasın! Çünkü o ve kabilesi sizi, kendilerini göremeyeceğiniz cihetten görürler. Şüphesiz ki biz, şeytanları iman etmeyenlere dostlar kıldık.”5 Ve hemen önceki ayette istikameti muhafaza edebilmemiz için bir ikaz var: “Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek bir elbise ile (giyinip süsleneceğiniz) bir süs elbisesi indirdik. Bir de takva elbisesi ki, bu (hepsinden) daha hayırlıdır. Bu (maddî ve manevi elbiseler), Allah’ın ayetlerindendir; ta ki ibret alsınlar.” Takva Elbisesi İnsandan beklenen salih ameldir. İyi işlerdir. Güzel şeylerdir. Fakat içinde yaşadığımız dünyada iyilik ve kötülük, güzel ve çirkin, doğru ve yanlış iç içe olduğu aşikardır. Yine içinde bulunduğumuz şartlar cihetiyle bakıldığında iyi şeyler yapmak için önce kötülükten kaçmak, iyi şeylere ortam hazırlamak gerekmektedir. Bundan bahisle Risale-i Nurda Bediüzzaman Hazretleri bir ölçü sunar bu asrın insanına. “Her zaman def-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber…” Ve konunun geçtiği yerde istikameti tayin eden imandan sonra, Kur’an nazarında, bu zamanda en ziyade esas tutulan takva ve amel-i salih olduğunu beyan eder. Şu da calib-i dikkattir: “Bu za­manda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır.”6 Evet, tahribatın çoğaldığı bu za­manda korunmak, sakınmak, bazen sadece gözünü ka­pat­mak bile pek çok kötü iş yapmaktan geri durmakla iyi bir şeyler yapmayı netice verebilir. Hastalıktaki koruyucu hekimlik gibi düşünülebilir. Ya da sadece haram değil, harama götürecek yollara yönelmeme tavsiyesi üzerinden bakılabilir. Sadece televizyon -eğer varsa- düğmesi kapatılmakla ne kadar çok yanlış bilgi, belge, görüntü ve günahtan uzak kalınabildiği tecrübe edilmiştir, çoğu kimse tarafından. Çamura basanın üzerine sıçrayacağı hakikati kadar, günah ve problemler içinde bulunmakla sıkıntıya düşüleceği aşikâr olduğu da nettir. Öncelikle menhiyattan ve gü­nahlardan uzak durmanın önemli olduğunu bilmek ve ona göre hareket etmek gereklidir. Yukarıya aldığım ayet-i kerime bize bir mukayese ile bakış açısı veriyor, diyor ki; şeytan, atanızı yanlış yapmaya yönlendirdi, netice olarak elbisesiz kaldılar. Siz de şeytana uymayın ki elbisesiz kalmayasınız. İnsan için olan elbisenin bir vazifesi ve kıymeti var ama siz takva elbisesi ile kuşanırsanız, elbisesiz kalma riskini azaltan önemli bir iş yapmış olursunuz. Çatışma ihtimali olan bir güvenlik görevlisinin giydiği çelik yelek gibi. Dünya, çatışmaların tam yeri. Ortası. Dünyada bütün zıtlar iç içe. Yani çelik yelek, daha doğrusu takva elbisesi şart! Ta ki maddi-manevi ölüm riski azalsın, insaniyete ait haller hayvaniyete değişmesin. Cennette girememe gibi sonuçlar bizi bulmasın… Her Gün İstikamet İsteyen İnsan Askerdeyiz. Sene 2003. Bir gün bir hadise oldu. Askerin birisi, başka bir askere kızıp kasaturayı rögara saklamış. Bölük komutanı da başka bir meseleden fırça yemiş, çarpı iki; acısı askerden çıkacak. Oldu da! İçtima olduk; komutan “İstikamet sağınız, dağılın marş!” dedi ve arkasından “Yat!” diye bağırdı. Elimizde tüfekler, sürün ha sürün. “Kalk! Komando dansı vaziyeti al!” Hadi bakalım, kaç oldu bilmem. O gün ters sürünmeye kadar her şeyi yaptık, tam 45 dakika boyunca. Bu ilk “yat” emri gelince gözüme takılan bir şey oldu. Askerde, rütbesi yukarıda olan subay takımı var, yanda olan astsubaylar, uzun dönem asker, uzman çavuş ve bir de bizim gibi kısa dönemler. O emir geldiği anda, sözle eş zamanlı olarak subay takımı yerdeydi. Onları astsubaylar takip etti. Sonrasında uzun dönem asker ve uzman çavuşlar. En son da tabii ki ben ve benim gibi kısa dönem askerler. Bu hadise bende çarpıcı bir etki yapmış ve eğitim alıp itaate hazır hale gelmiş subayların halini kul olarak kazanmam gerektiğini ihtar ve ikaz etmiştir her daim. Bir diğeri de esas duruştur. Askerin olgunluk derecesini esas duruşu ve tekmili gösterir, demişti bir astsubay. Bu esas duruşu da sadece iki şey bozabilir: Ya ölüm gelmeli ya da emir… Acayip heyecan duyduğumu hala hatırlarım. Bu hatıra namazlarımda önemli bir yer etmiştir. Bu hal, Allah’a karşı aynı hali kazanmaya ve namazlarımda bir asker edasıyla davranmaya hep bir istek vermiştir. Her neyse… Her gün namaz kılıyoruz ve her rekatında Rabbimize nida edip “Bizi dosdoğru yola hidayet eyle!”7 diyoruz. Şimdi düşündüm de acaba kaç defasında gerçekten inanarak ve manasını anlayarak söyledim şu ayeti? Ya da bu ayeti -velev ki anlayarak- okuyan ben, bu noktada kendi üzerime düşen işi yapmada ne kadar gayret içindeyim. Efendimiz “Beni Hud suresi ihtiyarlattı” derken, üzerindeki mesuliyeti müdrik olarak kurmuyor muydu bu cümleyi? Ve ayet, “Emr olunduğun üzere dosdoğru ol” derken, bize düşenleri ve olması gerektiği şekli koruyarak hareket etmemiz gereğini söylemiyor muydu? İş biraz da farkındalıkta olsa gerek. Zira insan eşref-i mahluk olarak ama kabiliyetlerini inkişaf edip terakki ettirebilmekle beraber, gayret etmez veya terse hareket ederse de tedenni edecek şekilde var edilmiş. Terakki için yol, yöntem, usul her şey belirlenmiş; ne yapıp yapılmayacağı kitap ve peygamberler vasıtasıyla ortaya konmuş, insandan ise sadece itaat beklenmektedir. İstikameti muhafaza etmenin başkaca yolu da yok! Amerika’yı Yeniden Keşfetmenin Lüzumu Yok Böyle bir cümle kurulur değil mi, zaten her şeyi belirlenmiş durumlar için bile kendini ortaya koymaya çalışanlara karşı söylenen. Zaman geçip bilgi çoğaldıkça, insan tecrübeleri birleştirip yeni kapıları açtıkça kendisinde bir şey var zannetmeye başlıyor. Hep ıslah etme, yeniden inşa etme, yeni bir şey ortaya koyma diye devam edip gidiyor arayışlar, tavırlar, düşünceler… Burada bir es verip Merkez Efen­diden bahsedelim. Merkez Efendi, Osmanlılar zamanında İstanbul’da yetişen velilerdendir. Asıl ismi Mûsâ’dır. 1463’te Denizli’de doğup, 1551’de İs­tan­bul’da vefat etmiştir. Kabri Topkapı’dadır. Musa Efendi, küçük yaşlarda ilim öğrenmeye başlar. Önce Denizli’de, sonra Bursa ve İstanbul’daki medreselerde tahsil yapar. Sonradan Kocamustafapaşa’daki şeyh Sünbül Sinan Efendinin derslerine devam eder. Bir gün Sünbül Sinan Hazretleri, sohbet esnasında Mûsâ Efendiye şöyle bir sual sorar: “Âlemi sen yaratsaydın, nasıl yaratırdın?” Mûsâ Efendi şu cevabı verir: “Bu mümkün değil ama, mümkün olsaydı, her şeyi merkezinde bırakırdım. (Yani her şey bu gibi olurdu.) Âlem öyle bir tatlı nizam içindeki, buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez. Bunun üzerine kendisine Merkez lakabı verilir ve Merkez Efendi ismiyle anılır. Evet, kâinata bakıldığında tıkır tıkır işleyen bir düzen var. İnsan gelip kendince bir şey yapmaya çalışıyor. Bu çalışma var olanı keşfedip, onun içinde var edilmiş olanı bulma olarak devam ettiğinde sıkıntı yok. Ama olanı değil de kendisince bir şeyler ortaya koymaya çalıştığında bozulmalar başlıyor. Biz ise insanı hep bozulanları düzelt­me ameliyesinde görüyoruz nedense. Bozarken ve bozmaya yönelik faaliyetler hiç aksetmiyor... Sebepleri hiç konuşulmuyor. Bu sosyal hayatta da böyle. Mesela... Aile konuşuluyor. Kadın cinayetleri. Boşanmalar. Hu­zur­­­­­suzluk ve anlaşmazlıklar. Bun­­­lar o kadar gündem ve gü­­ya çö­­züm arayışları çerçevesin­de de­­vam ediyor ki çözüm bul­mak şöy­le dursun, içinden çıkılmaz hale gelebiliyor. Fakat bunların sebebi nedir diye soran yok. Film­lerle fuhuş teşvik ediliyor. Aile olmadan yaşanacağı, dost iliş­ki­ler, çocuk sahibi olmama, açık saçıklık vs. vs. Bütün kötülüklerin anası olarak tarif edilen müskirat her türlü teşvik ediliyor. Müslüman bir ülkede, festival adı altında su gibi içki dağıtılıp teşvik edilmesini tasvip etmeyen ve buna karşı sesini yükselten din adamları dahi neredeyse linç ediliyor, hakarete maruz kalıyor. Sürekli günah işleme özgürlüğü arayışı öne çıkarılıyor. Bedenini teşhir edenler cesur! unvanı kazanıyor. Etrafında alkış tutuluyor. Özgürlük adı altında şeytanet sergileniyor vb. Kibriti yakıp baruta tutarsan patlar. Ateşe benzin dökersen saçı sakalı yakarsın. Patladıktan sonra “A! Patladı” demenin faydası var mı? Hakeza insanın nefsini özgürlük adı altında ser­best hareket etmeye teşvik eder­sen şeytana uşak yaparsın. Bunlar net iken neyin arayışıdır bunlar? Ailenin neyini konuşacaksın? Z kuşağı falan, neyin kafasıdır bunlar? Bir sonraki kuşak A kuşağı mı olacak? Başa mı döneceğiz? Dostlar! Vahye ve sünnete tabi olmadan ortaya konulan her şey sözü çoğaltıyor belki ama çözüm üretmiyor. Akılları geveze, nefisleri serseri yapıyor sadece. Hemen bütün arayışlar kulluk şerefinden alıp, nefis ve şeytana kölelik alçaklığına götürüyor. Net! Allah bizleri istikametten ayırmasın. Her gün Fatiha suresinde defaatle okuduğumuz ayetin manasına bizleri mazhar kılsın. Allah’a, kitabına, sünnete uymaktan başkaca çaremiz yok. Hiç kimsenin yok. İnanan da inanmayan da Allah’ın kulu. Allah’ı tanıyan ve iman edip ona göre amel eden için selametin kapısı sonuna kadar açık. Allah süslü cümleler altında kapalı kapılarla meşgul olup da olması gerekenden uzak kılmasın bizleri. Âmin. Kaynaklar: 1- Her şey ondandır.2- Tirmizî, Tefsîru sûre (56), 63- 30-38 arası ayetler4- 11-27 arası ayetler5- A’raf, 276- Kastamonu Lahikası, 1937- Fatiha, 6

Metin UÇAR 01 Haziran
Konu resmiEğri Büğrü Arkadaş İstemem
İnsan

Ormanın birinde Tilki ile Yılan arkadaş olur ve birlikte uzun bir yolculuğa çıkmaya karar verirler. Ancak bir süre sonra Yılanın yüzü asılır. Tilki hayrola diye sorar? Yılan: “Tilki kardeş yolumuz çok uzun; senin gibi koşamam ve sana engel olurum ben düşündüm de sen en iyisi yola tek başına koyul” der! Tilki: “Hiç olur mu öyle şey düşündüğün şeye bak sarıl belime” der. Sonunda yola koyulurlar; günlerce yürümekten perişan olan Tilki hastalanır ancak hedefe ulaşırlar, arada sadece aşmaları gereken bir ırmak kalır. Irmağın kenarına geldiklerinde ise yılan tilkiye “Tilki kardeş; ben yüzme bilmem, buraya kadarmış, hadi sen geç uğurlar olsun ben başımın çaresine bakarım” der. Bunun üzerine Tilki: “Ben kimseyi yarı yolda komam, sarıl boynuma karşı kıyıya beraber geçelim!” der. Eh kırmayayım diyen Yılan tilkinin boynuna sarılır ve karşı kıyıya geçerler. Yılan Tilkinin boynunu sıkmağa başlar ve “Tilki kardeş kusura bakma seni sokmak zorundayım bu benim fıtratım” der. Neye uğradığını şaşıran tilki “Yılan kardeş! Biz seninle arkadaş değil miyiz? Bak, ben sana bunca iyilik ettim, belimde taşıdım, seni boynuma almasam ırmağı geçemezdin!” diye ne kadar dil dökmeye çalıştıysa da yılan hiç oralı olmaz ve “Bu benim huyum ne yapayım” der. Bunun üzerine tilki bir an durur, sonra yılana “Peki yılan kardeş! Sok, ne yapalım? Bu benim kaderimmiş. Yalnız yüzüme bir defacık bak ki, ölmeden önce o güzel gözlerini son bir defa göreyim” der. Yılan, boynu benim elimde nasıl olsa diye düşünür ve başını uzatır! O an tetikte duran tilki derhal atılıp başını kapıverir. Sonra da ölen yılanı ırmağın kenarında, kumların üzerine boylu boyunca uzatır ve kendi hilesine kurban giden yol arkadaşına şöyle der: “Yoook yılan kardeş! Ben öyle eğri büğrü arkadaş istemem! Benimle arkadaş olacaksan, böyle dosdoğru olacaksın!”

İrfan MEKTEBİ 01 Haziran
Konu resmiMüslüman’ın Optimum Dengesi: İstikamet
İnsan

Rabbimiz Fussilet suresinde, “Rabbi­miz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara me­lek­­ler gelerek: ‘Korkmayın, üzül­­­meyin, size vaad edi­len cen­­netle sevinin. Biz, dün­ya ha­yatında da âhirette de siz­lere dostuz. Esirgeyip ba­­ğış­layan Allah’ın ikrâmı ola­­rak (cennette) canınızın çek­tiği ve dilediğiniz her şey sizin­dir’ derler.” buyurmaktadır. İstikamet, Müslüman bir insanın neredeyse tüm davranışlarında Allah’ın (cc) rızasına odaklı, ifrat ve tefrite düşmeden yaşamasıdır. Her hayırlı ameli kemale ulaştıran manevi enerji, istikamet vasıtasıyla vücut bulur. Hayırlı amellerin kişinin karakterine bir şekil kazandırması da istikamet ile mümkündür. Kişinin niyet ettiği her güzel ameli âhir ve akıbette semeredar bir meyve-i cennet yapacak olan istikamettir. Kulun Rabbine yönelik amellerindeki sadakat ve ihlası o ameldeki istikameti ile kaimdir. Allah’a (cc) iman etmiş olan bir insanın şehadetini tespit ve vikaye eden ancak istikamettir. Alemlerin rabbi olan Allah’a (cc) yapılan duaların kabule karin olmasına vesile olan istikamettir. Her hakiki haslet gibi imanın da tüm neticelerini geçer akçe kılıp onları hakikat olmakla şereflendiren yine istikamettir. Süfyan b. Abdullah (ra) dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü, İslam’a dair bana öyle bir söz söyle ki bu hususta senden başka kimseye soru sormayayım.” Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol.”1 Gerek Kur’an-ı Kerim gerekse iki cihan güneşi sevgili peygamberimiz (sav), imanın bir kurtuluşa vesile olması ile ilgili öğretilerinde her zaman “istikamet” kavramına işaret etmişlerdir. Süfyan b. Abdullah (ra)’ın sorusuna dikkatli bir şekilde nazar edilmesi gerekmektedir. Allah Resulünden (sav) talep ettiği bilgiyi nitelerken, bana öyle bir şey söyle ki bir daha kimseden bir şey öğrenmek ve kimseye bir şeyler sormak durumunda kalmayayım, demiştir. Bu nite­leme aslında, alt metin olarak, ‘Bana kurtuluşun, bana İslam’ın ve bana imanın şifresini söyler misin?’ demektir. Yani tabiri caizse işimizi gücümüzü bırakıp kafa kafaya verip tüm gayretimiz ile bu kudsî rehberliğin tüm sırlarını idrak etmeye emek harcamalıyız. Çünkü bu tavsiye, belki de dinimizin tüm rehberliğinin veri tabanını oluşturmaktadır. İstikamet, bir kulun sadece bir ibadet ile meşgul iken değil, her an Rabbinin huzurunda olduğu bilinci ve hassasiyeti ile yaşama iradesini gösterebilmesidir. Yani her an “aklımda” der gibi, bir gaflet ya da fısk içine düşmeden “söz verdiğim gibi” sadakati ile her tercih ve iradenin kıblesini Hakk’ın rızası olarak tayin etmektir. Doğrusunu söylemek gerekirse, hiç de kolay olmayan, hatta sevgili Peygamberimiz (sav)’in içindeki istikamet ayetinden dolayı “Beni Hûd suresi kocattı”2 diye işaret ettiği “istikamet”, çok yüksek, sarsılmaz ve daimî olmak suretiyle ancak menzil-i maksuda îsâl eden bir nitelik ve bir değerdir. Çünkü söz konusu olan ayet, sürekli öyle olmamızı ve sürekli o istikrarlı resmi vermemizi gerektiren ilâhî bir emirdir: “Emrolunduğun gibi dosdoğru olmaya devam et.”3 Buna bağlı olarak yine Rabbimiz Fussilet suresinde, “Rab­bi­miz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara me­lek­­­ler gelerek: ‘Korkmayın, üzül­­­­meyin, size vaad edi­len cen­­netle sevinin. Biz, dün­ya ha­yatında da âhirette de sizlere dostuz. Esirgeyip ba­­ğış­layan Allah’ın ikrâmı ola­­rak (cennette) canınızın çek­tiği ve dilediğiniz her şey sizin­dir’ derler.” buyurmaktadır. Burada­ki bu büyük lütuf ve ihsanın iki önemli sebebi biri iman ve diğeri ise istikamet üze­re olma durumudur. Bu iki şart da gerek şarttır. Yani sadece birinin mevcudiyeti o ihsanı netice vermeyebilir. Ayet önce iman etme eylemine ardından da “sonra” kelimesi ile bir gerek şarta yani istikamete işaret etmektedir. İstikamet öyle sevimli ve mak­bul bir vasıftır ki, onun dün­yevî ve nurani neticeleri de var­dır. Cin suresinin 16. ayetinde Rabbimiz, “Şayet istikamet üzere olsalardı (doğru yolda gitselerdi) onlara bol bol su verirdik” buyurmakla, istikametli olmanın, rızkın ve dünyevî ihtiyaçların karşılan­masında önemli ve faziletli konumuna dikkat çekmektedir. Yine Fussilet suresi 30. ayette Rabbimiz, “Şüphesiz, Rabbi­miz Allah’tır deyip, sonra dos­doğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner” buyurmakla, istikametli olmanın bir takım manevi desteklere vesile olabileceğine işaret etmektedir. İstikamet, yüksek bir şuur ile daima imanî bir frekansta yaşamak, tercihlerimizde haddi aşmamaktır. Bu, tüm tercih ve niyetlerimizde böyle olmakla beraber, tüm aza ve organlarımız için de böyle olmalı. Mesela toplum içinde, gerek bazı insanlar gerekse bazı cemaatler için en mümeyyiz bir vasıf ve iltifata değer bir nitelik olarak hep “istikamet” göze çarpar. İnsanlar bir insanı överken ya da onun için tekeffülde (kefil olmak) bulunurken “şimdiye kadar bir yanlışını görmedik” derler. İşte bu bir istikamet tutumudur. Ve bu istikametli haller, bazı cemaatlerin en seçkin vasfı olduğunda toplumun büyük bir kesimi bir konuda karar verecekleri ya da bir kararsızlıktan kurtulmak istedikleri zaman söz konusu istikametli cemaatlerin tutumunu referans alırlar. Çünkü o insanlar, rehberliğine itimat ettikleri o nurani toplulukların, içinden geçilen onca çetrefilli ve zor şartlara rağmen hak ve hakikatten sapmadıklarını bilirler. İşte bundan dolayı, “istikamet en büyük keramettir”. Zira zaman ve zeminin merhametsiz şartları o cemaatten ne ihlasını, ne sadakatini, ne ciddiyetini ve ne de istikametini alabilmiştir. Hulasa, istikamet; söz verip ona sadık olarak yaşamak konusunda sebat göstermek ve hüsn-ü hatimeyi netice verecek dengeli bir hayatı Rabbimize sunabilmektir. İstikamet, son nefesimize kadar acizlik bilinci içinde bir tazarru ve niyaz frekansında şu duada daim olmaktır. “Ya Rab! Bizi affet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabz etmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl!”4 Es’selam men’it-tebea’l-Hüdâ Kaynakça: 1- Müslim Şerhi, 1, 213, (Müslim, iman 62)2- Tirmizî, Tefsîru sûre (56), 63- Hûd suresi, 1124- Sözler, 6. Söz

Ahmet EFENDİ 01 Haziran
Konu resmi“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”
İnsan

Çok sarsıcı, içinde derin mesaj­lar barındıran, belagati çok yük­sek bir ayet-i kerime: “Emro­lun­­duğun gibi, dosdoğru ol!” İlk nefis sahibi Azazil, za­­man ölçüsünü bilemeyeceğimiz uzun bir süre boyunca, hep yük­­sel­­miş; rivayetlere göre se­ma­­vat­ta Cenab-ı Hakk’a secde et­me­dik yer bırakmamış. Hatta, dört büyük melekle (as) yârenlik edecek bir seviyeye bile ulaşmış. Peki, bir nefis sahibi, nasıl olmuş da bu kadar yükselebilmiş? Alimler derler ki; “Çünkü, Rabbimiz, o zamana kadar onun ağırına gidecek hiçbir şey istememiş.” Yani Hz. Adem’i (as) yaratıp, onun üstünlüğünü kabul etmesini isteyinceye kadar, sanki onu imtihan etmemiş. Demek ki; bütün nefis sahiplerinin büyük imtihanı kazanıp-kaybedeceği düğüm burada! Yani, Rabbinin isteyip de nefsin kendisine ağır gelen emir veya yasaklarda. İşte o Azazil, o uzun zamanda tutturduğu istikameti bozunca, olan olmuş ve en aşağılara tepetaklak yuvarlanıvermiş. Ondan sonra da iblis-i laîn veya şeytan-ı racim olmuş. Bize gelince, Günümüz insanının çokça yaptığı gibi, biz de “Bence böylesi doğru”, “Ben böyle düşünüyorum”, “Herkesin doğrusu-yanlışı kendine göre”, “Canım bu­nu istiyor bunu yapacağım; şu­nu istemiyor onu yapmayaca­ğım” gibi mi düşünüp yaşayacağız? Elbette ki hayır! Peki nasıl davranmamız gerekir? Tabii ki “emrolunduğumuz gi­bi”. Yani bizi bu hayata gönde­rip, sahip olduğumuz veya muhtaç olduğumuz her şeyi bizim için hazırlamış olan Rabbimiz, Malikimiz nebileri vasıtasıyla nasıl yaşamamızı istemişse. İnsanlığa hakiki rehber olmuş olan ve birbirini hiç görmemiş, çoğu farklı zaman ve zeminlerde yaşamış vahye mazhar nebiler, temel hususlarda aynı şeyleri, benzer mevzuları savunmuş ve dava etmişlerdir. Vahiy bilgisinden mahrum feylesofları rehber edinmiş olanlar, zulümden ve bunalımlardan bir türlü kurtulamazken, nebilerin peşinden gidenler, asırlar boyu en âdil ve huzurlu milletlere öncü olmuşlardır. Çünkü emrolundukları istikamette sabır ve ısrar etmişlerdir. “Küçük cihad bitti; büyüğüne dönüyoruz,1 o cihad ise, nefisle olan mücahededir”2 buyurmuş Nebiyy-i Zişan, o zorlu Bedir Muharebesinden sonra. Buradan anlaşılabilecek bir nük­­te şu olabilir: Kısa bir zama­nı içine alan bir mücahede­de, istikameti muhafaza etmek kolay olabilmekle beraber, uzun bir süreçte, hususan ömür boyu bitmeyecek ciddi bir işte o muvaffakiyet, her baba­yiğidin harcı olamıyor maalesef. İnsan türlü şeylerle imtihan olup istikameti şaşırabiliyor. Bi­­zim işimiz ticaret, muhatap olduğu­muz para üzerinde du­ra­cağız. Müslüman tüccarın işinin kolay olmadığı bir zamanda yaşıyoruz. Müslüman tüccar, ticareti esnasında birçok noktada imtihana tabi tutulur. Birincisi, sermaye ihtiyacını karşılarken, bir an evvel işine başlayabilmek için gerek çevresinden insanlarla gerekse bankalar veya devlet kurumları ile münasebette bulunur. İşin bidayetinde insanlara hisse, kâr veya zamanında iade sözleri verilir. Fakat ilerleyen vakitlerde bu sözler acaba ne kadar tutulur? Öbür taraftan, bankaların verdiği kredilerin hangileri, ne şart­larla caizdir? Gerekli hassasiyet gösterilmekte midir? Devletten alınan kredi veya hi­be destekleri ne kadar hak edi­yoruz? Bunda tüyü bitmemiş yetimin hakkının olduğunun idrakinde miyiz? Dönüştürüp, piyasaya kâr ve istihdam olarak sunabilecek alt yapımız var mı? Yoksa kendimize sermaye ve meşgale temin etmek için devletin yani milletin kaynaklarını çarçur mu etmekteyiz? Yine başlangıçta birtakım hassasiyetlere sahip olmakla beraber, ilerleyen seneler içerisinde bazı ciddi tavizlerin verildiği ve bunlara da kendince mazeretlerin (rekabet şartları, daha fazla istihdam, daha fazla sosyal fayda vs.) arkasına sığınanları müşahede etmek, maalesef ki mümkün olmaktadır. Bunlara misal olarak, reklam yapılırken birtakım nahoş medya gereçlerinin kullanılmaya başlanması, her çeşit bankayla rahatça iş birliği, dinimizin hoş görmediği çalışma ortamları, şahsi ve aile hayatında bozulmalar sayılabilir. Büyümelerin olduğu ve kazancın arttığı vakitlerde, bulunduğu seviyeye gelmesine vesile olan ortaklar, dostlar veya çalışanlarının haklarına riayet etmeyen veya yolu gösteren kimselerden de olmamak gerekir. “Para insanı bozar, işte filancayı da bozdu; hâlbuki zamanında ehl-i takva bile sayılırdı” dedirtmemek gerekir. Bu tarz neticeler, dünyada fitne ve bozgunculuk, ahirette ise kül­liyen zarar verecek neticelerdir. Ayrıca “Bu zamanda yalansız veya faizsiz ticaret olmaz; kaç kişi buna dikkat ediyor ki?” düşüncesini de yıkma gayreti, bizim vazifelerimizdendir. Bunun için mesuliyet sahibi tüccarımıza çok iş düşüyor. Güzel dinimiz İslamiyet, mazide kalmış; sanki günümüze hitap edemiyor anlayışını yıkmalıyız. Bilakis, hassasiyetlerimize uyarak da büyük ve güçlü marka olunabileceğini göstermemiz gerekir. Müslüman tüccar göz önündedir ve her hareketi örnek teşkil etmekte olduğundan, “Sebep olan yapan gibidir” sırrınca, yaptığı her şey kendisine katlanarak geri dönecektir. Harcama yaparken de ifrat veya tefrite düşmemek gerekir. Tüccarın ifratı israf, tefriti cimriliktir. Nihayetinde, servet de bize emaneten verilmiş ve birer tevziat (paylaştırma) memuru kılınmışız. “Hayırda israf, israfta da hayır yoktur” diyen mezhep imamımız Ebu Hanife’dir. Yani miktarı ne olursa olsun, hayır uğrunda yapılan harcamalar asla israf olmayacağı gibi, bir damlacık yerini bulmayan harcama ise israf olmaktan kendini kurtaramaz. Bu hususta daha yazılacak çok şey var; fakat bu kadarıyla iktifa edelim. Evvelinde dindar birer kimse olup, zenginliğe kavuşunca “Ben kendi gayretimle veya il­mim­le bu serveti elde ettim” di­ye­rek, cimrilikle istikametten çıkan Karun ve Sa’lebe’nin içi­ne düştükleri acınası halleri ha­tır­lıyor ve Rabbimizden “İh­di­na’s-sırat’al-müstakim” duasının sırrına mazhar olabilmeyi hepimiz için niyaz ediyorum. Selamet ve istikamette kalın! Kaynaklar: 1- Süyûtî, II, 73; Münâvî, Feyzü’l-kadîr şerhu’l-câmii’s-sağîr, Beyrut 1994, III, 141/2873; Ali el-Müttakî, IV, 430/112602- Tirmizi, Fedâilü’l-Cihâd, 2/1621; İbn Hanbel, VI, 20

İsmail ERDOĞAN 01 Haziran
Konu resmiZamanı Hala Gelmedi mi?
İnsan

Fener Rum Patriği Gregoryus, Rus Çarı Alek­sandra’ya özetle şu satırları yazmıştı: “Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Türkler, Müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. İzzet-i iman sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıkları ve kadere rıza göstermeleri yanında kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da geleneklerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının güzelliğinden ileri gelmektedir. Türklerde evvelâ itaat duygusunu kırmak ve manevî bağlarını parçalamak dinî metanetlerini zayıflatmak icâb eder. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine, maneviyatlarına uymayan haricî fikirler ve hareketlere alıştırmaktır. Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkleri kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir.” İslam’ın bayraktarı Osmanlı üzerinde şu söylenenler birebir tatbik edilmiş midir? Neticeye bakılırsa, evet! Bediüzzaman Hazretleri, “Bin üçyüz otuz sekiz senesinde [1920] (bundan on iki sene evvel) Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müdhiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. “Eyvah!” dedim, “Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!” diyordu. Olmuş mudur? Netice itibariyle, evet! Ve bugün özgürlük gibi gündemimizi meşgul eden, içi kafalarına göre doldurulmuş pek çok kelime ve cümlelerle maalesef bizi sarsmaya çalışıyorlar. İtaat, saygı, merhamet, ahlak, aile, millet gibi kavramları yozlaştırarak ictimai yapımıza zarar veriyorlar. Peki, biz ne yapıyoruz? Çoğu zaman ah vah edip “Ne yapmak lazım?” lakırdılarıyla zaman harcıyoruz desek çok da yanlış olmaz kanaatindeyim. Halbuki tarih akışı içerisinde bugünleri etkileyecek alt yapıların ne olduğu çok net! Problemin kaynağı belli. Üzerinde çalışılması gereken mesele de aşikâr. Heyecanımızı, hedefimizi, imanımızı, buna bağlı olarak gayretimizi, himmetimizi, davamızı kaybettik. “Aile yıkılıyor!” diye bas bas bağırıyoruz, fakat doğruya doğru tek adım olsun atmıyoruz. “Gençlerde gönüllülük yok, herkes makam mevki peşinde” diyoruz, hedefi orası gösteriyoruz. “Her şey toplumdan, ferdin kendisinden başlamalı” diyoruz, “Sen kimsin, ne yapmaya çalışıyorsun?” diye de eklemeyi ihmal etmiyoruz. Yahu arkadaşlar! Biz ne yapmaya çalışıyoruz? Bırakalım şu hesabilikleri bir tarafa. Hasbi olmanın zamanı gelmiş geçiyor, farkında değil miyiz? Hesap gününü unutalı çok oldu da hatırlamanın zamanı hala gelmedi mi?

Fatih YAVUZ 01 Haziran
Konu resmiHakiki Mü’min Sıfatı: İstikamet “Değer”i
İnsan

İstikâmet bir selâmet râhdırDoğrunun yardımcısı Allah’tır Tabii ki selamet râhı… Allah nereye çıkacağı bilinmez yollardan muhafaza buyursun. Misafirhanenin sahibi hayat yolumuzu iman nuruyla tenvir eylesin. Eylesin ki hem misafirhanenin hem misafirin hakikati ayan beyan olsun. Misafirhane sahibinin rızası tahsil edilsin. Mezkûr yola istikametle revan olunsun. Peki, bu râhın müstakim rehberi? Ekmelü’l-Halk (asm), Eşref-i Mahlukat (asm)! Sebeb-i İstikametimiz… Rehber-i İstikametimiz… Hace-i İstikametimiz… وَ اسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ emrine imtisal eden Abd-i Mahsus (asm)… İstikametin usullerini gösteren ve tesis eden Üstadü’l-Beşer (asm)… Muallim-i Ahlak-ı Âliye’nin (asm) kendisi mu’tedil bir yaratılışta olan; hem ahvaliyle, akvaliyle, harekatıyla bütün hayatıyla; kat’i olarak itidal üzere / sırat-ı müstakimde giden… Tefrit ve ifrattan tam bir ictinab ile. Malumdur, değilse olsun; insanda sınır konulmayan şu kuvvelerin ifrat ve tefriti olduğu gibi, olması gereken vasat noktası da vardır ve işte Efendimiz (sav)’in hayatıyla ortaya koyduğu akıl kuvvesinde “hikmet”, gadabda “şecaat”, kuvve-i şeheviyede “iffet”. Misal mi? Üsvetü’l-Hasene’nin (asm) gençlerden müteşekkil ashabının girdiği istikamet dairesi. Önce her genç “gençliğ”indeki fena mührünü Mürşid-i Mutlak’ın (asm) talimiyle okudu. Gençlik yazının / gündüzünün ucundaki ih­ti­yar­­lık kışına / gecesine çevrilişine Mürşid-i İmani’nin (asm) ahirete iman dersiyle nazar etti. “Gençlik” kelimesinin manası Hikmet Âleminin Şarihi (asm) ile “istikamet” buldu: Gençlik: İffetle müzeyyen hayat devresiGençlik: Tatlı ve kuvvetli bir vasıta-i hayratGençlik: İbadeti ibka ile ebedi gençliği kazanma vasıtasıGençlik: Gayet güzel ve şirin bir nimet-i ilahiye Şems-i Hidayet’in (asm) nurundan feyiz-yab olup helal dairesini keyfe kâfi bulan, iffet ve istikamette sarf ederek tatlı gençlik nimetinin şükrünü ifa eden gençlere selam olsun. Sonra… Vesile-i Saadet (asm) ile nimet ve saadet-i dareyne mazhar oldular. Kâinat kitabını Hace-i Kâinat’ın dilinden dinlediler/okudular. Hakiki güzelliğini, intizamını, kemâlini bildiler. Buna mutabık olarak istikamette hareket ettiler. Vazifelerini istikametle yaptılar. Neticesi: Kâinat sahibinin lütufları… İki cihan saadeti; iman hakikatleriyle daha dünyada iken manevi bir Cennet, ahirette saadet… Hakikatin En Parlak Siracı (asm) ve ışığını on­dan alan Yıldızlarını (ra) takip eden, Saadet-i Ebediye­nin Muhbiri ve Müjdecisine (asm) ta­bi olan salihlere ve ehl-i imana binler tebrikler… Hem aynı zamanda… Hatemü’l-Enbiya’nın (asm) tilavetiyle Kur’an’ ın hakikatlerine kalblerini açtılar. Fikirlerine, kalblerine müracaat ettiler. İbret aldılar. Tefek­kür ettiler. Hakikatleri bildiler. İstikamet yolu­nu buldular. İstikamet yolunu tenvir eden Kur’ an’ın nurundan istifade ettiler. Bu dehşetli fırtınalı asırda -her asırda olduğu gibi zulmetleri dağıtan, doğru yolu şaşırtmayacak surette gösteren/tezahür eden Kur’an nurlarına yapışmak büyük saadet! Hem de Furkan-ı Azimüşşanın İsm-i Azamı’nın (asm) sünnetine temessük ile… *** Tövbe ya Rabbi hata râhına gittiklerim(iz)e / Bilip ettiklerime bilmeyip ettiklerim(iz)e“Bizi dosdoğru yola hidayet eyle!” Amin. Resul-i Ekrem (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz Hürmetine Ya Rabbi!

İbrahim SARITAŞ 01 Haziran
Konu resmiHz. Ali, Hz. Mevlâna, Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hz. Eserlerine neden (ب) ile başlamıştır?
Risale-i Nur

Bazı kelimeler vardır, ilaç gibidir; onlara ara sıra ihtiyaç duyarız. Bazıları ekmek gibi, su gibidir; ki onlara her gün ihtiyaç duyarız. Bazıları ise hava gibidir; o kelimelere her an ihtiyacımız vardır: Kelime-i tevhid ve besmele-i şerif gibi... Besmele-i şerif günlük hayatımızda en çok istimal ettiğimiz/etmemiz gereken dua mahiyetindeki ayetlerden biri hatta birincisidir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “Bismillah her hayrın başıdır.” Peki, her gün onlarca, yüzlerce defa okuduğumuz besmele-i şerifin anlamını ve muhtevi olduğu sırları ne kadar biliyoruz? Onun manasına ne kadar vâkıfız? Bu yazı vesilesiyle besmelenin mana denizinden su içip ona olan vukufiyetimizi bir nebze arttırabilirsek imanımızın ve marifetimizin inkişafına vesile olur ümidindeyiz. Bütün Peygamberlere İnen Ayet: Besmele Besmele-i şerif bütün peygamberlerin ümmetlerine tavsiye et­ti­ği bir ayettir. Numune olarak Kur’an’dan iki misal verelim: Surelerin başlarındaki besme­le-i şeriflerin ayet olup olmadıkları İslam alimleri arasında ihtilaflıdır. Ancak Neml suresinin 30. ayetinde geçen ve Hz. Süleyman’ın Sebe melikesi Belkıs’a yazdığı mektupta geçen besmele-i şerifin ayet olduğunda ittifak vardır. Hz. Süleyman (as)’ın Mektubu Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Süley­man’ın bir kraliçeye yazdığı mektubunu anlatan muhteşem bir kıssa vardır ve bu kıssada besmelenin kadim tarihine dair önemli bilgiler yer alır. Kıssa özetle şöyledir: Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan muazzam bir ordu, büyük bir düzen ve disip­lin içinde yola koyulmuşlardı. Karınca vadisini henüz geçmişlerdi ki ordunun kudretli komutanı Hz. Süleyman, Hüdhüd isimli kuşun orada bulunmadığını fark etti. Etrafındakilere, “Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?” diye sordu. Ancak kimse onun nerede olduğunu bilmiyordu. Kendisine haber vermeden uzaklaşan bu kuş, Hz. Süleyman’ı çok öfkelendirmişti. “Eğer bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirmezse, ya onu ağır bir şekilde cezalandıracağım ya da kafasını keseceğim.” dedi. Neyse ki Hüdhüd, çok geçmeden Hz. Süleyman’ın yanına çıkageldi. Üstelik kendisini af­fet­tirecek önemli bir haber ge­tir­mişti. “Senin bilmediğin bir şey öğrendim. (Yemen taraflarındaki) Sebe’den sana sağlam bir haber getirdim.” dedi ve Hz. Süleyman’a şunları anlattı: “Ben, Sebe halkına hükümdarlık eden, kendisine her şeyden bolca verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadın gördüm. Onun ve halkının, Allah’ı bırakıp Güneş’e taptıklarını gördüm. Şeytan, onlara yaptıklarını süslü göstermiş ve böylece onları yoldan çıkarmış. Bu yüzden de onlar doğru yolu bulamıyorlar.” Bunun üzerine Hz. Süleyman, Hüdhüd’e, “Doğru mu söylüyorsun, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız.” dedi ve ona bir mektup vererek, “Benim şu mektubumu götür ve onlara ver, sonra da yanlarından ayrıl ve nasıl bir sonuca varacaklarına bak.” diye emretti. Hüdhüd mektubu alıp vakit geçirmeden Sebe kraliçesi Belkıs’a ulaştırdı. Mektubu alan Belkıs, halkının ileri gelenlerini toplayarak onu okumaya başladı. Mektubun ilk cümlesi şöyleydi: اِنَّهُ مِنْ سُلَيْمٰنَ وَ   اِنَّهُ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ (“Şübhesiz ki o, (Mektup) Sü­ley­man’dandır ve gerçekten o: ‘Rahmân, Rahîm olan Allah’ın ismiyle’ (diye başlamakta)dır.” (Neml, 30) Besmelenin kadim tarihine bir diğer misal de şudur: Kur’an-ı Kerim’de Hz. Nuh’un sefer duası şöyle bildirilmiştir: وَقَالَ ارْكَبُوا ف۪يهَا بِسْمِ اللّٰهِ مَجْرٰۭيهَا وَمُرْسٰيهَا اِنَّ رَبّ۪ي لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ (Nûh) dedi ki: “Ona binin; onun akıp gitmesi de durması da Allah’ın ismiyledir. Şübhesiz ki Rabbim, elbette ğafûr (çok bağışlayan)dır, rahîm (çok merhamet eden)dir. (Hud, 41) Besmeledeki Be (ب) Harfinin Sırrı Kur’ân’ın sırrı Fatiha suresinde, Fatiha’nın sırrı besmelede, besmelenin sırrı (ب) harfinde­dir.” (ب) harfi besmelede çok önemli bir rol üstlenir ki بِسْمِ الّٰلهِ (Bismillah) kelimesine “ile” manası katar. “Bismillah”, “Allah’ın adı ile” manasına gelir ki her hayırlı şey Allah’ın adıyla başlar. Yani Besmeledeki (ب) harfinin bütün kâinatı ilgilendiren iki temel mana yükü vardır: 1- Atomlardan yıldızlara kadar bütün varlıklar, fiillerine başlamadan önce “Bismillah” yani “Allah’ın adı ile bu işe başlarım” derler. 2- Bilhassa zi-şuurlar, bir nimet­ten istifade ederken o nimetin sahibi Allah olduğunu ifade etmek için “Bismillah” derler. Mesela, “Bismillah” deyip yeme­ğe başlayan kişi, “Allah’ın adı ile yemeğe başlarım, zira bu nimetler Allah’tandır” der. “Allah’ın adıyla yemek yiyorum, Allah’ın adıyla çalışıyorum, Allah’ın adıyla ibadet ediyorum ve hakeza...” Kur’an’ın İlk İnen Ayeti Kur’an’ın ilk inen ayeti “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (Alak suresi, 1) mealindedir. Kur’an’da her surenin ilk ayeti besmele ile yani (ب) ile başlar. Besmelesiz başlayan Tevbe suresi, besmele ile başlamadığı halde yine “Berâetün” kelimesiyle yani (ب) ile başlar. Yani, Kur’an’da besmelesiz başlayan sure olsa dahi (ب)’siz başlayan sure yoktur. Ne hikmettir ki besmele ile başladığı halde, besmele’den sonraki ayeti (ب) ile başlayan bir sure de yoktur. İlk ayeti (ب) ile başlayan tek süre Tevbe suresidir. Bütün Emirler Besmelede Mündemiçtir Allah ism-i şerifi, Rabbimizin uluhiyyetini ifade eder. Her şey onun ilahlığına karşı ubudiyet üzeredir. Besmele-i şerif, tekvini emirler ile teklifî emirleri birleştirmiştir. Yani bütün mevcudat, tekvini emirleri imtisal ederken hareketlerinin bidayetinde bismillah derler. Allah namına hareket ederek vazifelerini yaparlar. Varlıkların vazifelerini ifa etmeleri ise aynı zamanda onların ibadetleridir. Aksi halde o kadar muntazam vazifeleri yapmaları elbette imkansızdır. İşte buna “tekvini teklif” denir. Nasıl ki Nur-u Muhammedî (as) kâinatın çekirdeğidir. Her şey o çekirdekten olmuştur. Öyle de bütün suhuflar ve İlahî kitaplar Kur’an’da mündemiçtir. Kur’an’ın hulasası Fatiha, Fatiha’nın hulasası besmele-i şeriftir. Öyle ise İlahî emirlerin hepsi besmelede mündemiçtir, denilebilir. Mesela kainattaki her şey bismillah diyerek Allah’ın emriyle hareket eder. Zişuur varlıkların imtihana tabi olan kısmı (insanlar ve cinler) da gayr-ı iradi fiillerini Allah’ın emriyle yaparlar, ancak iradi fiillerinde imtihan gereği serbesttirler. Dolaysıyla tekvinen ve teklifen bütün emirler besmele-i şerifte vardır. Hz. Ali, Hz. Mevlâna, Hz. Üstad Eserlerine Neden (ب) İle Başlamıştır? Yukarıda görüldüğü üzere Hz. Ali (ra) Celcelutiyye adlı dua mahiyetindeki kasidesine “Bede’tü bibismillahi … diyerek yine (ب) ile başlar. Üstad Bediuzzaman Hazretleri de birinci söze aynı şekilde “Bismillah her hayrın başıdır.” diyerek (ب) ile başlamıştır. “Bişnev in ney çün hikâyet mîküned / Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned.” Hz. Mevlâna, Mes­nevi’nin “Dinle neyden kim hikâyet etmede. Ayrılıklardan şikâyet etmede.” mealindeki ilk beytinin Farsça aslına, “Bişnev in ney çün hikâyet mîküned” diye (ب) harfi ile başlamasının hikmeti de bu sır olsa gerek.

Mustafa YANKIN 01 Haziran
Konu resmiÇağın Vebası: Bireysellik
Aile ve Çocukİnsan

“Aileler küçüldü, aile bağları zayıfladı; komşuluk, akrabalık, arkadaşlık ilişkileri yoğunluk ve önemini kaybetti, ediyor. Değerlerin içi boşaldı. Kalabalıklar içinde yalnızlaşma kaçınılmaz son oldu. Okuması zor olanı yaşar hale geldik hocam! Bize ne oldu? Çözüm ne?” bir arkadaşım günümüz için bu doğru tespitlerde bulundu. Gerçekten bize ne oldu? Ve çözüm ne? Bu sorular hepimizin cevap araması gereken sorular. Sadece sosyologlara, psikologlara bırakılacak konular değil bunlar. Çünkü bu tür sosyal problemler her ailenin, her sülalenin başında. Özellikle fert fert her birimizin her gün yaşadığımız problemler. Konunun farklı yönlerini başka yazılara bırakarak, Öncelikle aileler neden küçülüyor? Bu soru üzerinde biraz duralım. Öncelikle toplumun tamamını etkileyen kapitalist, küresel, dünyevileşme; böyle bir aile ve toplum yapısını istiyor ve bunu dayatıyor. İnsanları bireyselleştirerek yalnızlaştırıyor. Bireyle­rin özgürleşmesi adı altında aile bağlarını önce zayıflatmaya, sonra da koparmaya çalışı­yor. Özgürleştiğini, bilhassa eko­no­­mik olarak özgürleştiğini dü­­­­şü­­­­nen insanlar, ilk iş olarak aileden uzaklaşmaya başlıyorlar. Bazen bunun gereği olarak mec­buren başka şehirlere git­tikleri gibi, aynı şehirde de olsalar hatta aynı apartmanda da yaşasalar bireysel bir yaşamı tercih ediyorlar. Diğer yönden bu tür toplum yapısının sonucu olan gençler, evlenirken çoğu kez geleneksel usullerle değil, iş hayatında veya sosyal medyada bir şekilde tanıştıkları insanlarla, ekono­mik kaygılar üzerinden bir ev­li­lik yapıyorlar. Ekonomik öz­gür­lüğün faydaları olmakla be­ra­ber, insanlar, iş hayatının bir zorunluluğuymuş gibi bebekliklerinden beri beraber oldukları ailelerini, akrabalarını daha yeni bir araya geldikleri eşlerinin veya içinde bulundukları ortamın etkisiyle ihmal etmeye başlıyorlar. Bir de buna kadını iş hayatının içine çekerek evdeki annelik gibi, yuvanın bel kemiği olmak gibi rollerinden uzaklaştırılması eklenince, PROBLEM DAHA DA BÜYÜYOR. Bu durum insanların gençken biraz hoşuna gitmiyor da değil. Çünkü sadece kendinizden sorumlu olduğunuz, kendinizi düşündüğünüz, başkalarını dert etmediğiniz, onların dertlerini sadece para karşılığı çözdüğünüz bir hayat anlayışı, ön­­­ce­leri -kadın ve erkek fark et­­mez- insanın hoşuna gidiyor. Fakat bu çarpık durumun prob­­lemlerini zaman geçtikçe, yıl­­lar ilerledikçe, ailenin ihmal edil­­diğinin farkına vardıkça görü­yor. Bilhassa yaşlandığında, insanlardan beklediği vefayı ve fedakârlığı göremedikçe, içine düştüğü sıkıntıyı daha yakından anlamaya başlıyor. Ama iş işten de geçmiş oluyor. Mesela ilk olarak Ocak 2018’de İngiltere’de, ardından 2021’de Japonya’da kurulan yalnızlık bakanlığı, dünyevileşen bütün toplumların karşılaşacakları acı bir sonuç. Evet, maalesef iş hayatının ken­dine özgü bencil, rekabetçi, kapitalist yapısı; insanları mo­dern yaparken yavaş yavaş ben­cil­leştiriyor. Çalışma hayatı, aile ve akraba bağlarını etkilediği gibi kişinin kendi eşiyle ve çocuklarıyla da olan ilişkilerini olumsuz etkiliyor. Öyle ki evler yorulan makinaların dinlenmeye geldikleri bir otel durumuna düşebiliyor. Çocuklar anne baba şefkatine muhtaç bir şekilde kreşlerde, anaokullarında ilk terbiyelerini alıyorlar. Sonuçta, “Belki para kazanıyo­ruz ama ailemizi ve çocukları­mızı ne kadar kazanıyoruz? Yok­sa kayıp mı ediyoruz?” soru­ları samimiyetle cevaplanmayı bekliyor. Oysa insan -ecdadımızın dedi­ği gibi- yaratılış itibarıyla me­deni-i bittab’dır. Yani, fıtratı iti­barıyla sosyal hayatın içinde ya­şa­ması gereken bir varlıktır. Yani, insanlarla beraber mutlu olan, üzülen, ağlayan, yardımlaşan, başkasının gözyaşını silmekten, derdiyle dertlenip onu çözmekten keyif alan ve kendi gözyaşını silecek birini arayan bir varlıktır insan. Fıtraten böyle sosyal bir varlık olan insan bencil olamaz. Bencil olursa, kesinlikle mutlu olamaz. Bugün toplumsal mutsuzluğun en önemli sebebi insanların yalnızlaşmasıdır. Kalabalıkların içinde ıssızlaşmasıdır. Ama bu­nun da sebebi yine kendileridir. Yani insan kendi kendini mutsuz edecek adımlar atıyor haberi yok. Hayatın merkezine kendi lezzetini keyfini, menfaatini koyan insan mutsuz ve yalnız olmaya mahkûmdur. Şöyle bir düşünelim… İnsan gibi en üst düzey canlılara kar­şı bencil olan, özellikle de an­ne baba gibi, akrabalar gibi ya­kın­larına bencilce yaklaşan bir insan daha hangi canlıya karşı fedakârlık yapabilir, merhametli olabilir. Bencil insanlardan hayvanlar bile ürker ve korkarlar. Zira bir hayvan, bir insana yaklaşırken onun zengin olduğuna fakir olduğuna, milliyetine bakmaz. Ondaki şefkate, merhamete, güvenilirliğe, ilgi ve alakaya bakar. Dolayısıyla bir masum hayvanı bile, bize yaklaştıran bizdeki insani sıfatlardır. Bu saydığımız sıfatları üzerinde taşımayan bir insanla bırakın insanları, hayvanlar bile arkadaşlık etmek istemez. Bu nedenle toplumda gerçekten kalıcı bir sonuç almak istiyorsak; ilk iş olarak bencillikle mücadele etmeliyiz. Bencillik sadece aileyi değil milletleri de bitiren, tüketen bir hastalıktır. Bu hastalığın ilacı da her bir insana, iman kaynaklı merhamet, vicdan, insaf, adalet, samimiyet, hürmet, fedakârlık gibi manevi değerlerle dolu bir ruhu, bir anlayışı elde etmek ve ettirmektir.

Ayhan Mirza İNAK 01 Haziran
Konu resmiRamazan’ın Ardından
İbadetİnsanSağlık

Bu Ramazan’da bir taraftan iki yıl aradan sonra cami ve medreselerde teravihlerin başlaması ve 88 yıl sonra Ayasofya Cam-i Kebirinde kılınan ilk teravih namazının sürur ve sevinci varken, bir tarafta ise zalimlerin zulmüyle inleyen Mescid-i Aksa’da namaz kılmak isteyen Müslümanlara yapılan zulümlerin hüzün ve burukluğu vardı. Rabbim Ayasofya’ya bu nimeti ihsan ettiği gibi Mescid-i Aksa’ya da tam ve kâmil bir hürriyeti ihsan eylesin. Bir ay önce bizlere misafir olan, gündüzlerimizi ve gecelerimizi manevi bir huzurla feyizlendiren Ramazan ayını uğurladık. Her misafirliğin bir sonu olduğu gibi bu faziletli ayın da ayrılma vakti geldi. Kur’an-ı Kerim orucun sayılı günler olduğunu ifade eder. Sayılı günler hızlıca geçip gitti. Zaman algımızı değiştiren, iftarları, teravihleri ve sahurlarıyla bereket getiren bu mübarek günlere tekrar ulaşmak için, eğer ömrümüz varsa, bir yılın geçmesini bekleyeceğiz. Bu Ramazan’da bir taraftan iki yıl aradan sonra cami ve medreselerde teravihlerin başlaması ve 88 yıl sonra Ayasofya Cam-i Kebirinde kılınan ilk teravih namazının sürur ve sevinci varken, bir tarafta ise zalimlerin zulmüyle inleyen Mescid-i Aksa’da namaz kılmak isteyen Müslümanlara yapılan zulümlerin hüzün ve burukluğu vardı. Rabbim Ayasofya’ya bu nimeti ihsan ettiği gibi Mescid-i Aksa’ya da tam ve kâmil bir hürriyeti ihsan eylesin. Ramazan-ı şerif ufkumuzu açtı. Oruç, gözümüz ve gönlümüzdeki perdeleri bir bir kaldırdı. Ramazan-ı şerif bize; Sultan-ı Ezelinin ziyafetine davet edilmiş muntazam bir ordu olmayı öğretti. Komutanın emriyle hareket edip rububiyetini hissetmemizi sağladı. Ramazan-ı şerif bizlere; nimetleri doğrudan doğruya ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek manasına gelen şükr-ü manevi kavramını öğretti. “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenavülünde hür değilim; demek başkasının malıdır ve in’amıdır. Onun emrini bekliyorum.”1 di­ye nimetin nimet olduğunu hissettik. Ramazan-ı şerif nefsimize; kendisi malik değil, memluktür; hür değil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum rububiyeti kırmayı öğretti. Kur’an ayı olan Ramazan-ı şerif bizlere; Kur’an’ın zaman-ı nüzulünü istihzar ile o semavî hitabı hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-ı Şerifte yeme-içmenin terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’an’ı yeni nazil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-ı İlahiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem (sav)’den işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den, belki Mü­te­kellim-i Ezelî’den dinliyor gi­bi bir kudsî halete mazhar olmayı öğretti. Sevap olan Ramazan-ı şerif bizlere; kârlı bir ahiret ticareti yapmayı öğretti. Ramaza-ı şerif bizlere; mide gibi bütün duyguları; gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmayı öğretti. Yani bütün duyguları muharre­mattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubu­­diyete sevketmek. Meselâ: Di­li­ni yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o lisanı, tilavet-i Kur’an ve zikir ve tes­bih ve salavat ve istiğfar gibi şey­lerle meşgul etmek… Bediüzzaman Hazretleri Ramazan sonrası için Kastamonu La­hi­kası’nda geçen mektubunda “yorgunluk ve şevkte bir fütur” tehlikesinden bahseder. Ben hem kendimde hem bu yakındaki talebelerimde şuhur-u muharremeden sonra bir yorgunluk ve şevkte bir fütur görüyordum. Sebebini vazıhan bil­miyordum. Şimdi, eskide söy­lediğim tahmini sebep, haki­kat olduğunu gördüm. Şöyle ki: Nasıl maddi hava fena ise, fena tesir ediyor; manevi hava da bozulsa, herkesin istidadına göre bir sarsıntı verir. Şuhur-u selase ve muharremede alem-i İslam’ın manevi havası, umum ehl-i imanın ahiret kazancına ve ticaretine ciddi teveccühleri ve himmetleri ve tenvirleri o havayı safileştiriyor, güzelleştiriyor, müthiş arızalara ve fırtınalara mukabele ediyor. Herkes o sayede ve sayesinde derecesine göre istifade eder. Fakat o şuhur-u mübareke gittikten sonra, adeta o ahiret ticaretinin meşheri ve pazarı değiştiği gibi, dünya sergisi açılmaya başlıyor. Ekser himmetler, bir derece vaziyeti değişiyor. Havayı tesmim eden buharat-ı müzahrefe o manevi havayı bozar. Herkes derecesine göre ondan zedelenir. Bu havanın zararından kurtulmak çaresi, ubudiyet kudsi vazifesi itibarıyla daha ziyade ciddiyet ve şevkle hareket etmektir. Başlattığımız birtakım alışkanlıkları bir nebze olsun devam ettirmektir. Ramazan-ı şerif bizlere; hemcinsimize şefkat edip bu şefkat vasıtasıyla hakiki muaveneti ve yardımlaşmayı öğretti. Etrafımızda ve alem-i İslam’ın dört bir tarafında bulunan mümin kardeşlerimizi hatırlamayı ve onlarla beraber olmayı öğretti. Bu münasebetle birçok vakıf ve dernek gibi vakfımız çatısında hizmet veren ve 50 ülkede binlerce kardeşimize ulaşıp yardımları tam yerlerine götüren ve kardeşlerimizle iftar yapıp onları sevindiren onlarca yardım gönüllüleri bu muavenet ve yardımlaşma şuurunu ihya ettiler. Allah ebeden razı olsun. Rabbim gittikleri yerlerden salimen, ganimen dönmelerini nasip eylesin. Bu arada, mümin bir bayram olan Ramazan bitiyor diye bayram yapmaz, Belki Ramazan-ı Şe­rif giderken ayrılık acısını azalt­mak için bir bayram bırakır. Kaynaklar: 1- Said Nursi, Mektubat, 283

Rıdvan ABUD 01 Haziran
Konu resmiKalabalıklığın Korkunç Yalnızlığı
İnsanKültür ve Medeniyet

Kalabalıklarda yapayalnız nice insanlar var kim bilir? Kim bilir, belki bizler de yalnızlık acısıyla kıvranıyoruz da görenimiz yoktur. Lütfen birbirimizi fark edelim! Birbirimizi kalabalıklığın korkunç yalnızlığına mahkûm etmeyelim… Hikâye edilir ki, birisi Türkçe öğrenmek için geldiği Türkiye’de eğitimini tamamladıktan sonra memleketine dönmek için havaalanına gelir. Orada birisine “Servis aracı gitti mi?” diye sorunca, bizim vatandaş da ıslık çalarak elini sallar. Adam anlamaz ve kendi kendine, öğrenecek daha ne çok şey varmış, der. Emojilerden önce girdi bunlar hayatımıza ve çok özel bir yeri vardır iletişim dilimizde. Bir lokantada yapılan el hareketine göre ya çay gelir ya da hesap mesela. Çok klas şeylerdir… Neyse, bugün muhabbet ederken mevzu bazı kişilerin arabaların önüne koyduğu kafa sallayan oyuncaklara geldi. Eskiden çok görürdüm, anladığım kadarıyla hala varmış. Hatta arkadaş bir arkadaşından bahisle, “Bu kafa sallayan oyuncağı neden koyuyorsun arabanın önüne?” demiş; o da “Ben onunla konuşuyorum” cevabını vermiş. “La adam kafayı yemiş” diyesi geliyor belki insanın içinden, fakat bu önemli bir açığımızı da ortaya koyuyor. Nasıl mı? Her insan konuşma ihtiyacı hisseder. Bununla birlikte dinlenildiğini bilmeyi de ister. Bazen konuştuğunuz kişinin tepkisizliğine karşı “duvar gibi adam”, “duvardan ses geliyor bundan gelmiyor” cümlelerini kurma ihtiyacı hissedersiniz. Telefonda konuştuğunuz kişinin -eğer görüntülü değilse- arada bir ses vermesini beklersiniz. Ses gelmeyince “Alo!” der ve hattın kesilip kesilmediğini yahut karşınızdakinin sizi dinleyip dinlemediğini anlamaya çalışırsınız. “Ahşef’in keçisi gibi baş sallamak” diye bir deyim ve şu anlatılanlara ışık tutacak bir yönü var. Hikayesi şu: Ahşef başarılı bir medrese öğrencisidir. Bu başarısı da çalıştığı dersini anlattığı kimselere borçludur. Yani Ahşef, çalıştığı konuyu birisine anlatmadan öğrenemiyormuş. Zaman ilerledikçe durumdan sıkılmaya başlayan herkes ondan uzaklaşmaya başlamış, bu da Ahşef’in başarısını menfi yönde etkilemiş ve başarısı düşmüş. Bir gün bahçede oturmuş ne yapacağını düşünürken, ot yiyen keçiyi ve arada başını salladığını görünce yeni çalışma arkadaşını bulduğunu fark etmiş. Bundan sonra öğrendiklerini keçiye anlatıyor ve “Anladın mı?” diye soruyor, ardından da keçinin sakalından tutarak “Anladım” manasında başını sallıyormuş. Bu sayede Arapça dil konusunda iyi yerlere geldiği rivayet edilir. Gelelim kafa sallayan oyuncak­lara. Ne diyordu vatandaş, “Ben onlarla konuşuyorum”. Anlaşılan şu ki; karşıdaki muhatap şuursuz bile olsa, ondan sudur eden hareket, sözün bir manada karşılık bulduğu hissini vermekle muhataplık oluşturup en azından can sıkıntısının giderilmesine vesile olmaktadır. Bu halde olan kaç kişi var acaba toplumda? Arabada kafa sallayan oyuncak taşıyanlar değil sorum. Soru; dinlenilme ihtiyacıyla kıvranan, derdini paylaşmak isteyen ve muhatap bulabilen kaç kişi var? Çarşı, pazar veya dükkân gezen bazı insanlar duyuyorduk bir aralar. Tamam, herkes gezer ne var bunda diyordunuz. Lakin bu insanların, dükkân sahiplerinin, “Buyurun Efen­dim, nasılsınız?”, “Hoş geldiniz”, “Bey­efendi, ne alırsınız?” cüm­le­­le­rini duymak için yani fark edilmek ve muhatap alınmak için gezen insanlar olduğundan bahsediliyordu. Kalabalıklarda yapayalnız nice insanlar var kim bilir? Kim bilir, belki bizler de yalnızlık acısıyla kıvranıyoruz da görenimiz yoktur.Lütfen birbirimizi fark edelim!Birbirimizi kalabalıklığın korkunç yalnızlığına mahkûm etmeyelim…

Münib SAİD 01 Haziran
Konu resmiManevi Cihad Her Zaman Maddi Cihaddan Daha Büyük ve Efdaldir (2)
İnsanRisale-i Nur

“Risale-i Nur, söndürmek için üflendikçe parlayan bir nurdur. Onu mağlup edebilmek için kâinatı elinde tutacak bir kuvvet lazımdır.” Ölçü: Maddi cihadın tesiri mahdut ve cüz’î, manevi cihadın tesiri ise nâ-mahdut ve küllîdir. Manevi cihadı, maddi cihattan üstün kılan sebeplerden biri de neticeler noktasındaki azim farktır. Maddi cihatta eğer muvaffak olunursa sadece küfrün meydan-ı harbe çıkmış ordusunu mağlup etmiş olursunuz. Küfür ordusunu mağlup etmekle umum ehl-i küfrü mağlup etmiş sayılmazsınız. Galibiyetiniz sadece o harp ile sınırlıdır. Manevi cihatta ise küfre karşı galibiyet umum zamanlara ve mekanlara şamildir. Bu gerçeği anlatmak için şöyle bir misal verebiliriz: Kurtuluş savaşında, Yunan ordusunu mağlup edip düşmanı yurdumuzdan kovduk. Bu galibiyet sadece Yunan ordusunun harp sahasındaki ordusu ile sınırlıdır. Bu galibiyetle İngiltere, ABD, İtalya, Rusya vs. devletlerin ordusunu yenmiş sayılmayız. İlim ve marifetle iman hakikatlerinin inkarcılara karşı muhafazası anlamına gelen manevi cihatta ise durum çok farklıdır. Allah’ın varlığını inkâr eden bir insan düşünelim. Aklî, mantıkî ve bilimsel metotlarla elde edilen delillerle Cenab-ı Hakk’ın varlığını ispat ettiğimizde o inkarcıyı fikren mağlup etmiş oluruz. Fakat galibiyetimiz sadece o inkârcı ile sınırlı kalmaz. Hz. Âdem Aleyhisselamdan kıyamete kadar gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün münkirleri fikren mağlup etmiş oluruz. İşte bu yönüyle manevi cihattaki galibiyet cihanşümuldür. Dünyanın neresinde bir dinsiz, ateist veya inkâr-ı uluhiyet fikrini savunan bir münkir varsa bu hakikatler onların fikirlerini çürütür, davalarını yerle bir eder. İşte Risale-i Nurdaki tevhid, haşir, nübüvvet ve sair erkan-ı imaniyenin zerrat-ı kainat adedince olan delilleri ehl-i küfrün başına inen elmas birer kılıç gibidir. Onun için Hz. Üstad Tabiat risalesi hakkında: “Tabiat­tan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir surette öldürüyor; küfrün temel taşını zîr u zeber ediyor.”1 Demekle biz sadece bir risale telif etmiş olmuyoruz belki tabiat-perestlerin dayandıkları fikri, ebediyen çürütüp yok ediyoruz, diyor. Hem ispat-ı haşr-i cismanî hakkında söylediği, “Eğer haşrin geleceğini, gelecek baharın geleceği gibi kat ‘î bir surette anlamak istersen, haşre dâir Onuncu Sözle Yirmi Dokuzuncu Söz’e dikkatle bak, gör. Eğer haşrin geleceğine, baharın geleceği gibi inanmazsan, gel, parmağını gözü­me sok.”2 sözleriyle öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden tüm zamanların münkirlerini susturuyor. Kör gözlere de haşrin varlığını ispat ediyor. Hem esasat-ı imaniyeyi inkâr edenlerin fikirlerinin idam-ı ebedi ile alem-i İslam’dan defedileceğini ifade ettiği: “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesad şebekesinin âlem-i İslam’dan nefiy ve ihracına Risale-i Nur­ca verilen karar infaz edilmiştir.”3 ifadeleriyle küfrün ebedi mağlubiyetini ilan etmiştir. Bah­si geçen hakikatlerin er ya da geç tahakkuk edeceği gün gibi aşikardır. Çünkü ispat her zaman inkârı mağlup eder. Hem Risale-i Nuru bu milletin sinesinden söküp atmak isteyenlerin asla başarılı olamayacağını “Risale-i Nur, söndürmek için üflendikçe parlayan bir nurdur. Onu mağlup ede­bilmek için kâinatı elinde tutacak bir kuvvet lazımdır.”4 cümleleriyle ifade eden sevgili Üstadımızı zaman bir kez daha haklı çıkarmıştır. Çünkü Risale-i Nur, erkan-ı imaniyeyi kâinatın zerreleri adedince deliller ortaya koyarak ispat ediyor. Onu mağlup edebilmek için delilleri ortadan kaldırmak gerek. Bu da kâinatı yok etmekle mümkündür. Buna ise hiçbir kafirin ve ehl-i küfrün gücü yetmez, yetmeyecektir de. Bu hakikatler muvacehesinden bakıldığında ilim talep eden kişilerin, neden Allah yolunda cihat eden mücahitlerden üstün olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Rabbim cümlemizi o talib-i ilim ashabından eylesin. İlimle manevi cihat meydanlarında mücahedeye muvaffak kılsın. Âmin. Kaynaklar: 1- Lemalar, 185. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha2- Zülfikar, 74. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha3- Mesnevî-i Nuriye, 172. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha4- Emirdağ Lahikası 3, 366. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Zafer ENGİNSOY 01 Haziran
Konu resmiYalı Camileri
İnsan

İstanbul, bir Peygamber müjdesi şehirdir. Coğrafi konumunun kendisine kattığı değerden belki de daha fazlasını gözleri kamaştıran bir gerdanlığa benzeyen muhteşem Boğaziçi'nin doğal güzelliğiyle kazanmıştır. İstanbul bir kubbeler ve mina­reler şehridir. Fetihten sonra İstanbul, Osmanlı medeni­ye­ti­nin rûhuyla yeniden şekil­len­meye başlamış, her nokta­sına bu şehrin artık bir Türk-İslâm şehri olduğunu anlatan mühür hüviyetinde muhteşem eser­­ler inşa edilmiştir. Şeh­rin, Kon­s­tan­tiniyye’den İs­tan­bul’a dönüşmesiyle Boğaz­içi di­ğer eserler yanında “Yalı Ca­mi­le­ri”yle daha da güzelleşmiştir. Yalı Ca­mileri Tanpınar’ın deyimiyle “Beyazıd, Sultan Ahmet ve Süleymaniye gibi kendi nizamını kabul ettirme iddiası olmayan, şehrin mahremiyetinde âdeta eriyip ona karışmış hissini veren” camilerdir. Boğaziçi’ndeki camiler, cemaa­tin ihtiyacını karşılamak ve Müslüman yerleşimini teşvik etmek amacıyla inşa edilmişlerdir. Bununla birlikte farklı inanç ve kültürleri korumuş, var olan kültür ve inanç zenginliğine yeni bir renk daha katmıştır. Bundan ötürüdür ki Ortaköy’de, Kuzguncuk’ta, Arnavutköy’de, Balat ve Has­köy’ün yanı sıra daha birçok eskinin köyleri bugünün semtlerini dolaşırken, camilerin yakınında hatta bazen yanı başında kilise ve sinagogları görürüz. İstanbul siluetinin ayrılmaz bir parçası olan Yalı Camiler, küçük ama mimarisiyle göz alıcı camilerdir. İstanbul’da Avrupa yakasında 9, Anadolu Yakasında 7 olmak üzere 16 Yalı Camii vardır, bunların bir kısmı Mimar Sinan’ın eseridir. Anadolu yakasındaki Yalı Camilerinden Kulelide bulunan Kaymak Mustafa Paşa Camii, Kuzguncukta bulunan Üryanizâde Ahmed Esad Efendi Camii ve kısa süre önce yanan Vaniköy Cami ahşaptır. 16. yüzyılda Mimar Sinan döneminden itibaren boğazın kı­yı­larını camilerle süslemek bir gelenek olarak başlamış 18. yüzyılda bunlara padişahların yaptırdığı âbidevî camiler de eklenmiştir. Sultan Abdülhamid Beylerbeyi Camii’ni, Sultan Abdülmecid Ortaköy Mecidiye Camii’ni yaptırmıştır. Üsküdar’da bulunan halk arasında Kuşkonmaz Camii olarak nitelendirilen Şemsi Ahmed Paşa Cami ve Fındıklı’daki Molla Çelebi Camii Mimar Sinan’ın eserlerindendir.   İstanbul Yalı Camileri 1. Üsküdar Şemsi Paşa Camii 2. Kuzguncuk Üryanizade Ahmed Esad Efendi Camii 3. Beylerbeyi Hamid-i Evvel Camii 4. Kuleli Kaymak Mustafa Paşa Camii 5. Vaniköy Mehmed Paşa Camii 6. Kanlıca İskender Paşa Camii 7. Kandilli Camii 8. Fındıklı Molla Çelebi Camii 9. Dolmabahçe Bezm-i Âlem Vâlide Sultan Camii 10. Ortaköy Büyük Mecidiye Camii 11. Defterdar İbrahim Paşa Camii 12. Bebek Hümâyun-u Âbad Camii 13. Rumelihisarı Hacı Kemalettin Camii 14. Rumelihisarı Ali Pertek Camii 15. Âşiyan Kayalar Mescidi 16. Emirgân Hamîd-i Evvel Camii

Mustafa YILMAZ 01 Haziran
Konu resmiSünnet-i Seniyye’yi İhya
İbadetKültür ve Medeniyet

“Peygamber size ne verdiyse, artık onu alın; size neyi de yasakladıysa, ondan hemen kaçının!” (Haşir Sûresi, 59/7) Kütüb-i Sitte’ye dâhil olan Sü­nen-i Ebû Davud’da geçen bir hadîs-i şerîf şöyledir: “Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir.” Bu hadîs-i şerîf’ten anlıyoruz ki; her yüz yılda müceddid olarak nitelendirilen bir mübarek şahsiyet gelecek ve dinden uzaklaşmış kimi Müslümanları tekrar dine davet edecektir. Her asrın kendine özgü şartları olabilir. Müslümanların yaşadıkları asırlara göre manevî problemleri ve hastalıkları ortaya çıkabilir. Müceddid, Kur’ân ve Sünnet’ten yola çıkarak bu manevî hastalıklara yazdığı eserlerle çare olmaya çalışan kişidir. Üzerinde ittifak edilen bir görüşe göre de müceddidlerin en önemli görevi Sünnet’i ihya, bid’atı imhadır. Müceddidler, Sünnet-i Seniyye’yi yeniden canlandıracak, dini bid’atlardan temizleyeceklerdir. On dört asrı geçen İslam tarihinde kimlerin müceddid olduğuna dair birçok fikirler ortaya atılmış, hatta listeler hazırlanmıştır. Bu listelerin en meşhurlarından birisi İmam Suyutî Hazretleri’nin listesidir. İmam Suyutî Hazretleri, kendisinin de dokuzuncu müceddid olmasını ümit ettiğini ifade etmiştir. Onun hayatını, yaşadığı dönemi, ortaya koyduğu eserlerini ve mücadelesini incelediğimizde, bir müceddidin nasıl bir ortamda ortaya çıktığını ve nasıl mücadele ettiğini daha iyi anlayabiliyoruz. İmam Suyutî Hazretleri, 3 Ekim 1445’te Kahire’de dünya­ya gelmiştir. O doğduğunda Kahire Memluk Devleti­nin başşehriydi. Osmanlı Dev­leti’ nin yavaş yavaş İslam dünyasının liderliğine doğru yürüdüğü yıllardı. Abbasî Halifeliği Kahire’de Memluk sultanlarının himayesinde devam ediyordu. Memluk Devleti de son yıllarını yaşamaktaydı ve siyaseten karışık bir dönemden geçiyordu. İmam Suyutî Hazretleri 1505’te vefat etmiştir. Memluk Devletinin Osmanlılar tarafından fethedilmesini görememiştir. Hayatının son beş senesini Nil Nehri üzerindeki Ravza Adasında inzivada geçirmiştir. İmam Suyutî Hazretleri, devrinin önemli hadis alimlerinden birisiydi. Yaklaşık 200.000 hadis ezbere bildiğini kendisi ifade etmektedir. Altı yüzden fazla eser telif ettiğini, yine bizzat kendisi söylemektedir. Henüz otuz yaşında değilken telif ettiği eserler, İslam coğrafyasının birçok noktalarına ulaşmıştır. Tüm bu hususiyetler incelendiğinde, bir müceddidde olması gereken özellikler ortaya çıkıyor. İmam Suyutî Hazretleri tefsir sahasında da çok sayıda eser telif etmiştir. Hayatını, telif ettiği eserlerden elde ettiği gelirle idame ettirmiştir. Sultan tarafından kendisine verilen yardımları kabul etmemiştir. Devlet tarafından verilen maaşları da ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştır. Moğollar tarafından Doğu’da İslam dünyasına verilen zararlar ve Bağdat’ın yakılıp yıkılması ile Batı’da Endülüs Devleti’nin ortadan kaldırılması sonucunda İslam dünyası ilmî açıdan büyük darbeler almıştı. İmam Suyutî Hazretleri bu açıdan geçmişte yazılan eserleri ve ilmi de geleceğe taşımak istemiştir. Eserlerinin fazlalığı biraz da bu sebepledir. İmam Suyutî Hazretleri’nin uyanıkken çok defa Peygamber Efendimiz (asm) ile görüştüğünü, Bediüzzaman Hazretleri ifade etmiştir.1 Yani müceddidlerin ilmî seviyeleri ve mücadeleleri kadar manevî yönlerinin de olması gerektiğini bu ifadelerden anlayabiliyoruz. Tıpkı İmam Suyutî Hazretleri gibi müceddid olduğu düşünülen Ömer bin Abdülaziz Hazretleri de kendi devrinde İslam dünyasının çözülmesi ve halledilmesi noktasında ihtiyaç duyulan sorunları üzerinde durmuştur. Ömer bin Abdülaziz Hazretleri bilindiği üzere, bir Emevî Halifesidir. Aynı zamanda annesi, Hz. Ömer’in (ra) torunu Ümmü Asım’dır. Ömer bin Abdülaziz Hazretlerinin çocukluk yılları Medine’de geçmiştir. Burada hem Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiş hem de başta Hz. Enes bin Malik (ra) ve Hz. Abdullah bin Ömer (ra) olmak üzere birçok Sahabe Efendilerimizi dinleme imkânı bulmuştur. 26 yaşındayken Hicaz’a vali olarak atanmıştır. 717-720 seneleri arasında üç yıla yakın Emevî Halifesi olarak görev yapmış ve görevi başındayken -muhtemelen- zehirlenerek şehid olmuştur. Gerek valilik yaptığı dönemde gerekse Halifeliği sırasında kendisine Hulefa-i Raşidîn’i örnek almış ve devlet yönetimi açısından Asr-ı Saâdet gibi bir dönemin yaşanmasını sağlamıştır. Adaletli yönetimiyle ikinci Ömer olarak adlandırılmıştır. Zühd ve takvasıyla Emevî Devletinde eksik olan tam İslami yönetimi tekrardan hayata geçirmiştir. Ömer bin Abdülaziz Hazretleri sadece iyi bir yönetici değil, aynı zamanda birçok hadis rivayet etmiş bir raviydi. Fıkıh ve kelam ilimlerinde de alim olan Ömer bin Abdülaziz Hazretleri, devlet başkanı sıfatıyla sahih hadislerin düzenlenerek kitap haline getirilmesini resmen başlatmıştır. Bu açıdan Sünnet-i Seniyye’yi ihya görevini tam anlamıyla yerine getirdiğini gözlemleyebiliyoruz. Müceddid olduğu konusunda genel bir kanaat olan İmam Gazalî Hazretleri’nin hayatı incelendiğinde de diğer müceddidlerde görülen benzer özelliklerin kendi asrının şartlarına göre ortaya çıktığını görüyoruz. İmam Gazalî Hazretleri, Horasan’ın Tus şehrinde 1058 senesinde dünyaya gelmiştir. İlk öğrenimini doğduğu şehirde aldıktan sonra, daha yedi yaşındayken Cürcan’a gitmiş ve burada beş sene eğitim almıştır. Cürcan’dan memleketine dönerken, içinde bulunduğu kafilenin önü eşkıyalar tarafından kesilir. Kafilede bulunan diğer kişiler gibi Gazalî’nin de tüm eşyası alınır. Küçük Gazalî, eşkıyanın peşine düşer, çünkü beş yıldır aldığı eğitimle ilgili tüm notları da eşkıyanın eline geçmiştir. Eşkıya reisinin yanına varır ve bu notları ister. Eşkıyabaşı, ders notlarını aklına yazacağına, kâğıtlarda bırakmasıyla dalga geçer ve notları geri verir. Bu yaşananlar İmam Gazalî Hazretleri için bir dönüm noktası olur. Üç sene boyunca çalışır, didinir ve tüm ders notlarını hafızasına da yerleştirir. Bu süreçte Fıkıh ve hadis dersleri almıştır. Nişabur’a 1080 senesinde giderek Nizamiye Medresesinde talebe olmuş ve meşhur kelam alimi İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî’den ders almıştır. Diğer müceddidlerde olduğu gibi İmam Gazalî Hazretleri de olağanüstü bir hafıza ve zekâya sahipti. Bu hafıza ve zekâ kabiliyeti aslında müceddidlere, Kur’ân-ı Kerîm’i ve çok sayıda hadis-i şerifi ezberleme imkânı veriyordu. Ayrıca çok daha hızlı ve kaliteli eğitim almalarını sağlıyordu. İmam Gazalî Hazretleri, tıpkı İmam Suyutî Hazretleri gibi çok sayıda eser telif etmiştir. Tiflisî, İmam Gazalî Hazretlerinin yazdığı eserlerin sayfalarını toplayıp, ömrüne böldüğünde bir güne yaklaşık kırk sayfa isabet ettiğini belirtmiştir. İmam Gazalî Hazretlerinin en meşhur eseri inzivadayken yazdığı “İhyâ’ü ulûmi’d-dîn”dir. Dinî, ahlakî ve felsefî konulara değindiği bu eseri ile döneminde en çok ihtiyaç duyulan mevzular üzerinde durmuştur. Müceddidler, asırlarındaki Müs­­lü­­man­lar neye ihtiyaç du­yu­­yor­­larsa, hangi dinî konu­lar­­da gayrimüslim dünyanın ma­ne­vî saldırılarına maruz kalı­yor­larsa, hangi manevî hasta­lık­lar Müslümanlara musallat olmuş­sa, o konularda kitap yazmışlar ve irşad faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Bu hususları, hepsinin hayatında çok açık bir şekilde gözlemlemek mümkündür. İmam Rabbanî Hazretleri, Mevlâna Halid-i Bağdadî Hazretleri ya da Bedîüzzaman Hazretleri’nin hayatları da bu konuya en güzel örneklerdendir. Sünnet-i Seniyye’ye uymanın ve onu doğru bir şekilde ve aslî haliyle korumanın önemini Peygamber Efendimiz (asm) ile Ashâbı arasında geçen şu mükâlemeden anlayabiliyoruz. Hz. Ebû Hureyre’den (ra) rivayetle Resûlullah (asm) buyurmuşlar: “İstemeyenler dışında, ümmetimin tamamı cennete girer.” Bunun üzerine, “Ey Allah’ın resulü, cennete girmeyi kim istemez ki?” dediler. Bu soru üzerine Resûlullah (asm): “Bana itaat edenler cennete girer, bana karşı gelenler cenneti istememiş demektir.” buyurdular. (Buharî) Yine Hz. Ebû Hureyre’den (ra) rivayetle Resûlullah (asm) bu­yur­muşlar: “Size herhangi bir şeyi yasakladığım zaman on­dan kesinlikle sakınınız, bir şeyi emrettiğimde de onu, gücünüz yettiği ölçüde yerine getiriniz.”2 Günümüzde hadis-i şeriflere ve dolayısıyla Sünnet-i Seniyye’ye saldıran farklı statü ve düşünce yapısında kişiler ve zümre­ler bulunmaktadır. Bunlar, in­san­ların gözünde önce sahih hadis-i şerifler hakkında uy­­dur­ma bilgilerle şüpheler uyan­­dırmaya çalışmakta ve ar­dın­dan Sünnet-i Seniyye’yi önemsiz gibi göstermek için her yolu denemektedirler. Bu tip­lerin oyunlarına gelenler, şu hususa dikkat etmelidirler ki; hadis-i şeriflerin ve Sünnet-i Seniyye’nin inkârıyla başlayan süreç, sadece onlarla kalmayacaktır. Tarih ve herkesin gözü önünde yaşanan hadiseler gösteriyor ki, bugün hadisleri inkâr eden, yarın İslâm’ın ve imanın temel esaslarını inkâr edebiliyor. Ve bu inkâr süreci Kur’ân-ı Kerîm’in bazı ayetlerini inkâra kadar giden bir süreci başlatabiliyor. Hatta günümüzde büyük bir tuzak haline gelen deizme kadar da varabiliyor. Demek ki inkârın sınırı olmuyor. İşte müceddidler, bu inkârcılara karşı Sünnet-i Seniyye’yi muhafaza ve müdafaa ediyorlar. Unutulmuş ya da uygulanmayan sünnetleri yeniden canlandırıyorlar. Hadis-i şeriflerin günümüze kadar gelen nakil zincirindeki sıhhati Bedîüzzaman Hazretleri Mucizat-ı Ahmediye adlı eserinde şu cümlelerle anlatmıştır: “Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan bize nakil olunan mucizâtı ve delâil-i nübüvveti, kısm-ı azamı tevâtür iledir. Ya sarîhî, ya manevi, ya sükûtî. Ve bir kısmı çendân haber-i vâhid iledir. Fakat öyle şerâit dâhilinde, nekkad-ı muhaddisîn nazarında kabule şayan olduktan sonra, tevatür gibi katiyeti ifade etmek lâzım gelir. Evet, muhaddisînin muhakkikîninden ‘el-Hâfız’ tabir ettikleri zatlar, lâakal yüz bin hadisi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazını ışâ abdestiyle kılan müttakî muhaddisler; ve başta Buhârî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sâhibleri olan ilm-i hadîs dâhîleri, allâmeleri tashîh ve kabul ettikleri haber-i vâhid, tevatür katiyetinden geri kalmaz. Evet, fenn-i hadîsin muhakkikleri, nekkādları o derece hadis ile hususiyet peyda etmişler ki, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tarz-ı ifâdesine ve üslûb-u âlîsine ve sûret-i ifâdesine ünsiyet edip meleke kesb etmişler ki, yüz hadis içinde bir mevzuu görse, “Mevzu‘dur” der. “Bu hadis olmaz. Ve Peygamber’in (asm) sözü değildir” der, reddeder. Sarrâf gibi hadîsin cevherini tanır. Başka sözü ona iltibâs edemez. Yalnız İbn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler, tenkîdde if­rât edip, bazı ehâdîs-i sahîhaya da mevzu‘ demişler. Fakat her mevzu‘ şeyin manası yanlıştır, demek değildir. Belki bu söz hadis değildir, demektir.”3 Hadis-i şerifler, öyle basit usullerle ve ehliyetsiz kişilerin çalışmalarıyla günümüze kadar gelmemiştir. Yüz bin hadisi ezberinde tutan hadis hafızları, elli sene yatsı abdestiyle sabah namazı kılan takva sahibi muhaddisler ve birer sarraf gibi ince eleyip sık dokuyan nekkadlar (bir şeyin iyisini kötüsünden ayıran tenkitçiler) aracılığıyla hadis-i şerifler günümüze gel­miş­tir. Zaten birçok hadis-i şerifler tevatür ile günümüze ulaşmıştır. Yani yalan söyleme ihtimali olmayan çok sayıda kişinin haber vermesiyle bugünlere kadar gelmiştir. Haber-i vahid denilen tek kişiden tek kişiye verilen haberle günümüze gelenler fazla değildir. Onlar da Buharî ve Müslim gibi muhaddislerin eleklerinden geç­­miştir. Buhari ve Müslim gibi muhaddisler, hadis ilminin ustaları ve sarrafları olarak ge­rek maneviyatlarıyla gerekse de ilmî kabiliyetleriyle hadisleri ince eleyip sık dokuyorlardı. Kesinlikle hadis olmayacak bir sözü eserlerine almamak için en üstün gayreti sarf etmişlerdir. Kaynaklar: 1- Sözler Mecmuası, s. 1632- Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Mace3- Zülfikar, 19. Mektub, Sayfa 231-232

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Haziran