189. Sayı: "Boş Zaman Yoktur, Boşa Geçirilen Zaman Vardır"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiBoş Zamanı Değerlendirme Sanatı
İnsan

Meşhurdur, Behlül Dânâ Hazretlerini üstü başının uzun bir yolculuktan dönüyormuş hissi veren haliyle görenler sormuşlar, “hayırdır, nereden geliyorsun böyle?” demiş, “Cehennemden geliyorum.” Şaşırmışlar, “Ne işin vardı cehennemde, niye gittin?” diye hem eğlenmek hem de bir parça merakla soranlara, “Evde ateş kalmamış da ateş alayım” diye karşılık vermiş. Eğlenceli hale geldiğini düşünenler sormayı sürdürmüşler, “E, bulabildin mi bari?” demişler. O da “Yok, bulamadım. Cehennemde ateş yokmuş. Herkes ateşini kendi götürüyormuş” diyerek ibretlik cevabını vermiş ve soranları düşünceleriyle baş başa bırakıp yoluna devam etmiş… Dünya tarladır… ya ateş toplarsın ya da nur. Ama dünya hayatı imtihandır. Hazır lezzetlerle çevrelenmiştir. Bazen his, heva, nefis aklı aldatır ve insanı kendi arzu ve isteğiyle hazır lezzete yönlendirip ya sonu ateş olan yanlış işlere sürükler ya da malayaniyatla meşgul ederek hayırlı işler yapmaktan alıkoyar. Ömür sermayedir. Zira ecelle sınırlıdır. Gidenin gelmediği bir misafirhanede geçici bir oyalanmanın adıdır. Ebedi olan ahiret yurdunda lazım olacak bütün levazımatın kazanılacağı yer ve zamandır. Dolayısıyla ebedi kayıp ve kazancın sürüme girdiği ve ticaretin yapıldığı yerdir. Bir saniyesi bile boşa harcanmayacak kıymet ve ehemmiyettedir. Hz. Ali’nin ifadesiyle, dünya her an bizden uzaklaşmakta, ahiret yaklaşmaktadır. Bunlardan siz, ahireti tercih edenlerden olun, dünyayı tercih edenlerden olmayın. Zira bugün çalışma var hesap yok, yarın hesap var çalışma yoktur. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin deyişiyle, bir kimsenin iyi Müslüman olduğu, lüzumlu şeylerle meşgul olup faydasız şeylerden uzaklaşması ile belli olur. Zamanın boş şeylerle zayi olmaması için insanın vakitleri muhafaza etmesi lazımdır. İnsan öyle yaşamalıdır ki yanında bulunanları da dağınıklıktan, başıboşluktan, malayaniden kurtarıp toparlasın. Zira zaman, nutuk çekecek, dedikodu yapacak zaman değildir. İmam-ı Azam’ın beyanıyla, felaketlerin en büyüğü, vakti boşa geçirmektir. Yani İmam-ı Şarani Hazretlerinin de ifadesiyle demem o ki alelâde bir insan zamanı nasıl bitireceğini, akıllı bir insan ise zamanı nasıl kullanacağını düşünür. Boş zaman değerlendirilmez. Zaman zaten değerlidir. Rabbimizin emir buyurduğu üzere salih amellerle doldurulmalıdır. Ve Müslüman için boşa çıkacak zaman da yoktur. İnşirah Suresindeki beyanla, boşa çıkıldığı zaman hemen başka bir işe yorulmalıdır. Ve her anımızda yine mezkûr surenin son ayetiyle Rabbimiz arzulanmalıdır. Ömür dakikaları O’nun emir ve yasaklarına, arzu ve isteklerine göre geçirilmelidir. Ki ahirete gittiğimizde heybemizde nar değil, nur olsun…

Metin UÇAR 01 Ağustos
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Sultan III. Ahmed Çeşmesi Çeşme mimarîsinde bir şaheser olarak önümüze çıkan Sultan III. Ahmed Çeşmesi, 1729 senesinde inşa edilmiştir. Ayasofya Camii ile Bâb-ı Hümayun arasına böyle bir çeşmenin yapılmasını Lale Devri’nin meşhur sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın Padişah’a tavsiye ettiği, çeşmenin kitabesinde yazılıdır. Kitabesindeki tarih manzumesi Seyyid Vehbî’ye ait olup, talik hatla yazılmış ve on dört kıtadan meydana gelmektedir. Manzumenin son beyti bizzat Sultan III. Ahmed tarafından celî sülüs hat ile yazılmış ve çeşmenin Ayasofya Camii tarafına bakan yüzüne nakşedilmiştir. Çeşmenin tasarımı kare biçiminde yapılmış olup, dört bir köşesinin her birinde üçer şebekeli birer sebil bulunmaktadır. Yine dört yüzün her birinin ortasında birer çeşme vardır. Bu çeşmelerden üçünün sağ ve sol taraflarında birer niş bulunmakta olup, birinde ise bu nişlerin yerine birer kapı konulmuştur. Kapılardan çeşmenin iç kısmına girildiğinde ortada sekizgen bir hazne görülür. Dış duvarlar ile hazne arasında boydan boya bir dehliz göze çarpar. Sebil görevlileri bu kapılardan girip, dehlizden geçerek sebillere ulaşıyorlardı. Çeşmenin çatısı ahşap ve geniş saçaklı olup, üstü kurşunla kaplıdır. Çatının ortasında sekiz köşeli bir kasnak üzerinde yükselen bir kubbecik vardır. Ayrıca her bir sebilin üzerinde de daha küçük boyutlu birer kubbe bulunmaktadır. Süslemelerinin çokluğu itibariyle, klasik Osmanlı mimarisinden ayrılır. Batı üslubunun süslemelerin çokluğu açısından mimarî anlayışımızı etkilemeye başladığı ilk örnekler arasındadır 23 Ağustos 1514Çaldıran Zaferi Çaldıran Savaşı, Yavuz Sultan Selim komutasındaki Osmanlı ordusu ile Şah İsmail komutasındaki Safevî ordusu arasında Çaldıran Ovası’nda meydana gelmiştir. Osmanlı ordusu 100.000 askerden meydana geliyordu ve Çaldıran’a ulaşabilmek için 2.500 km yoldan gelmişlerdi. Buna karşılık Safevî ordusu Tebriz gibi yakın bir yerden ovaya ulaşmıştı. Buna rağmen top ve tüfeklerin etkili kullanımıyla Osmanlı ordusu kesin bir zafer ilan etti. Şah İsmail yaralandı ve Dergezîn’e kaçtı. Şah İsmail’in hazineleri Osmanlıların eline geçti. Zaferin ardından Yavuz Sultan Selim, Tebriz’e girdi ve halka eman verdi. Bir hafta civarı Tebriz’de kalan Yavuz, oradaki bazı sanatkârları ve Şah İsmail’in hazineleri de yanına alarak İstanbul’a döndü. 26 Ağustos 1192Sultan II. Kılıçarslanvefat etti Anadolu Selçuklu Sultanı I. Mesud’un büyük oğludur. Babasının vefatının ardından Konya’da tahta çıktı. Anadolu’da birliği sağlamak için mücadele etti. Bu çerçevede Elbistan, Darende, Maraş, Kayseri, Sivas ve Tokat’ı hakimiyeti altına aldı. Onun güçlendiğini gören Bizans İmparatoru Manuel, büyük bir orduyla Anadolu’ya geçti. Selçuklu ordusuyla Bizans ordusu, Miryokefalon’da 17 Eylül 1176’da kar­şılaştı. Sultan II. Kılıçarslan’ın kesin zaferiyle sonuçlanan savaş sonunda, Bizanslıların Türkleri Anadolu’dan atma düşünceleri tama­men ortadan kalktı. Sultan II. Kılıç­arslan Konya’yı mamur bir şehir haline getirdi. Alaaddin Tepesi’nde babasının başlattığı ca­mi ve sarayın inşaatlarının bitmesini sağladı. Aksaray’ı askerî bir üs haline getirdi. Kervansaray, camiler, medreseler ve zaviyeler inşa ettirdi. 28 Ağustos 1987Ankara Kocatepe Camiiibadete açıldı 1957 senesinde hazırlatılan bir proje ile nüfusu gittikçe artan Ankara’da büyük bir cami yapılmasına karar verilmiştir. Cami için Ankara’ya hâkim bir tepe olan Kocatepe seçilmiştir. Caminin proje çalışmaları Hüsrev Tayla ile Fatin Uluengin tarafından yapılmıştır. 30 Ekim 1967’de temel atılarak inşaata başlanmıştır. 1975’ten itibaren Hüsrev Tayla, uygulama ve proje çalışmalarını tek başına yürütmüştür. 1981 yılına kadar ancak caminin kaba inşaatı bitirilebildiğinden cami derneği, feshedilerek tümüyle Türkiye Diyanet Vakfı’na devredil­miştir. Bundan sonra inşaat hızlanmış ve 1987 yılında nihayet bitirilebilmiştir. Ana kub­be göbek yazısı ile mihrap nişi çini kuşak ya­zı­sı ve pencere üstleri çini yazıları Hattat Ha­mid tarafından yazılmıştır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ağustos
Konu resmiEy Batı: Biz Seni Unutmuyoruz Sen de Bizi Hatırla
Tarih

Şairin “seni de vururlar bir gün ey acı” dediği gün tahakkuk edene kadar daha kaç aynı acı bizi can evimizden vuracak bilmiyoruz. Bilmediğimizi bilmek istediğimize matufen değil, sabrın zorluğuna ithafen ve acılarımızın nihayete ermesine muntazıran niyaz ile ifade ediyoruz. Bilmiyoruz… Bilmiyoruz dediğimiz şeyi aslında, şairin “biz seni taa eskiden tanırız” dediği zamanlardan biliyoruz. Acılarımızı elbet zamanından beri tanıyoruz. Ve yine ne acıdır ki karşılaştığımızda artık şaşırmıyoruz. Bildiğimiz ve tanıdığımız acıların daha kaç kere tekerrür edeceğini bilmiyoruz. Bildiğimiz, ne zulümleri bitti, ne zulümlerini anlatmaya kalem yetti. Geçtiğimiz günlerde diyemeyeceğimiz kadar geçmeyen günlerde, tam da bugünlerde; taa eskilerden tanıdığımız bir (me)deniyetin mensupları, taa eskilerden bildiğimiz şairin “medeniyet dediğin tek dişi canavar” dediği “kimi yamyam kimi bilmem ne bela” dediği evsaflarını bir kere daha tezahür ettirerek bizlere ihtar ettiler. Kendi yamyamlık dolu tarihleri için küçük, hadisenin muhatabı olan her bir insan için büyük, insanlık âlemi için kan dondurucu bir hadiseyi gayet sıradanlaştırdılar. Fas sınırını geçerek İspanya’ya girmeye çalışan mültecilerin üzerine ateş açmaktan, gözle­rini kırpmadan insanları öl­dür­mek­ten çekinmemişlerdir. Yaralananları da umursamamış, saatler boyu tedavi edilmeyi bekleyen yaralılar arasından da hayatını kaybedenler olmuştur. Nihayetinde 40’a yakın mülteci hayatını kaybetmiştir. Üst üste yığılmış cesetler ve yaralıların görüntüsü dünyaya yansımıştır. Görüntülerin ardından ilgili ülkenin takım elbiseli, kravatlı, tıraşlı, Avrupalı, ülkenin en yetkilisi bu işi yapan güvenlik kuvvetlerine teşekkür etmiştir. Konuyu haberleştiren bir Alman Haber ajansı (DW) ise haberi “İspanyol toprağı Me­lil­la’ya girmeye çalışan onlarca göç­men öldü” şeklinde vererek, in­sanlığın aklıyla alay edercesine, sanki olanların göz önünde olduğunu inkâr edercesine, na­sıl ve kimin öldürdüğünden tam bir görmezden gelme hali sergilemiştir. Bu hadise elbet olanların bugün için sonuncusudur. Ama son değildir. Son noktası değildir. İlkinin ise ne zaman başladığı bildiğimizin meçhulüdür. Kim bilir 14. yy’in hangi tarihinde, Orta Amerika’nın bir yerlerine ayak basan, kim bilir hangi İspanyollar, Maya’lardan, Aztek’lerden ya da İnka’lardan kimleri ne suretle soykırıma tabi tutmuşlardır. Geçmişin kor­san kıyafetlerini çıkararak, gü­nümüzün takım elbise, kravatını giyerek, tıraş olup kürsü ve mikrofon arkasına, kameralar karşısına geçerek, temiz yüzlü Avrupalı imajıyla, modern çağın yerel ve yerleşik korsanları olarak, modern çağı var güçleriyle barbarlıklar çağına dönüştürenler, kim bilir 1800’lü yıllarda Karayipler, Küba ve Porto Riko’da neler yapmışlardır. Tahayyül bile edemiyoruz değil, tahayyül bile edebiliyoruz. Kameralar önünde mülteci cesetlerini üst üste yığan ve bununla iftihar edenlerin 1778’den 1969’a kadar Ekvator Ginesi’nde, 1521’den 1800’lere kadar Filipinlerde ne katliamlara imza attıklarını tasavvur edebiliyoruz. Şairin “biz seni taa eskilerden tanırız” dediği gibi, biz bugün yaptıklarını eskilerden tanıdığımız gibi bugün yaptıklarından da eskidenlerini tanıyor, anlıyor ve hatırlıyoruz. Sadece biz hatırlamıyoruz; Mek­­­sika Devlet Başkanı Manuel Lopez Obrador, İspanya’nın 16. yüzyıl başında Amerika kıtasında yürüttüğü işgal ve yerli halklara karşı işlediği suçlar konusunda resmi özür dilenmesi için İspanya ve Vatikan’a mektup yolladığı haberleri 2019 yılında uluslararası basında da yer almıştır. Obrador; “Katliamlar ve baskı vardı. Sözüm ona ‘fetih’ adı verilen bu zulüm kılıç ve haçla gerçekleştirildi. İspanya’nın ve Vatikan’ın bugün insanlığa karşı suç olarak kabul edilen eylemleri nedeniyle Amerika’nın yerli haklarına özür borçlu olduğunu” ifade etmiştir. İspanya hükümeti bu açıklamalardan rahatsızlık duyarak “İspanyolların 500 yıl ön­­ce bugün Meksika toprakları olan bölgeye gelişleri çağdaş de­ğer­­lendirmeler ışığında yargılanamaz” şeklinde bir açıklama yapmıştır. İspanya’nın bu satırlar yazılırken henüz üzerinden 1 hafta bile geçmemiş bu hadisenin “çağdaş değerlendirmesi” ise bu eylemi gerçekleştirenlere “te­şek­kür” olmuştur. Avrupa ka­mu­­­oyunun ise görmezden gelmek şeklinde olmuştur. Bu hadise münferit bir hadise olarak değerlendirilemeyecek kadar münferit değildir. Azmet­tiren külli bir tarihi birikim ve zihniyet, tekrar tekrar farklı zaman ve coğrafyalarda tecelli etmiş külli ve tarihi bir serüvenin günümüzdeki mikro durağıdır. 500 yıl, 400 yıl, 300 yıl önce bir yerlerde, nerelerde nasıl davranıyorduysa, bugün de resim ve cisim değiştirerek aynı davranmaktadır. 100 sene, 200 sene sonra da kuvvetle muhtemeldir ki aynı davranmaya devam edecektir. Bu hadise İspanya’ya özgü mün­ferit bir hadise olarak değerlendirilemeyecek kadar da münferit değildir. Azmettiren külli bir tarihi birikim ve zihniyet, şairin “kimi Hindu, kimi yamyam kimi bilmem ne bela” dediği gibi, kimi zaman İspanyol adıyla karşımıza çıkmakta mülteci öldürmekte, kimi zaman Yunan namıyla Akdeniz’de temessül edip mülteci botu batırmakta, kimi zaman Macar gazeteci namıyla Macaristan – Sırbistan sınırında kucağında çocuğu olan bir babaya çelme takmakta, kimi zaman İtalya’da Roma’nın merkezinde bir futbol taraftarı kisvesiyle mültecilerin üzerine idrarını yapmaktan kaçınmamaktadır. Kimi zaman Rum olup “Kanlı Noel” de yüzlerce Kıbrıs Türk’ünü şehit etmekte, kimi zaman Ermeni olup Karabağ’da soykırım yapmakta, kimi zaman Rus olup Halep’i yerle bir etmekte, kimi zaman Sırp olup Bosna’da soykırım yapmakta, kimi zaman Hollanda olup hem Boşnakları katillere teslim edip hem de kadeh kaldırmaktadır. Kimi zaman Çin olup Doğu Türkistan’da karşı­mıza çıkmakta, kimi zaman İsrail olup Filistin sahillerinde top oynayan çocukları bombalamaktadır. Kimi zaman Bulgar olup soydaşlarımızın değil sadece hayatta olanları, mezar taşlarındaki isimleri dahi değiştirme gayretine girerek yüzbinlerce soydaşımızı yerinden yurdundan etmektedir. Şairin dediği gibi “biz seni taa eskilerden tanırız”. Biz seni dünyanın her yerinden biliriz. Somali’den biliriz, Su­dan’dan, Ruanda’dan, Cezayir’ den, Libya’dan, Irak’tan, Af­ga­­nis­­tan’dan, Eritre’den, Ara­kan’ dan, Kırım’dan biliriz. Biz seni geçmişinden de, geçmişte de, modern çağda da biliriz. Biz seni nerede ne zaman görsek tanırız. Biz seni makyajınla da, giydiğin takım elbiselerin, kravatların, kürsülerin, mikrofonların arkasında, göz kamaştıran ışıltıların altında da tanırız. Modern çağın içine boca ettiğin ve insanlığı uyuşturduğun her ne varsa onlara rağmen biz seni unutmayız. Sen bizi biz yapan “sönmez ve söndürülemez bir nur olan Ezeli Kelamı” elimizden alamadığın, almaya muvaffak olamadığın, hurufunu ve hakikatini bize unutturamadığın için hem kendini hem kendimizi bize unutturamadın. O nedenledir ki sen de bizi bilirsin… Bizi, bizim medeniyetimizden, tarihimizden ve geçmişimizden bilirsin… O nedenledir ki şairin (F. Kara­çam) dediği gibi sen de bizi unutma, “ve bir günbu dünyagül bahçesine dönecekbunu böyle bilin; ve unutmayın…”

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Ağustos
Konu resmi“Değer”den Kalbe İnşirah Yolu
İbadetİnsanİtikad

Müracaat edilen kalbin sözleridir. اِذَا ضَاقَتْ بِكَ الدُّنْيَا فَفَكِّرْ فٖي “اَلَمْ نَشْرَحْ” فَعُسْرٌ بَيْنَ يُسْرَيْنِ اِذَا فَكَّرْتَهُ فَافْرَحُ Dünya sana daraldığında “elem neşrâhı”[Göğsüne senin için (ilim ve hikmetle) inşirâh vermedik mi (genişletmedik mi)? ayetini] düşün.Ve zorluğun iki kolaylık arasında olduğunu düşünürsen sevin hemen. Her “hasene” değerdir. Öyleyse… İyilik yap! Hani “Her iyilik içerisinde muaccel bir mükafat var.” ya. Hani ahiret sevabını andıracak manevi lezzetler var ya. Düşün… Uhuvvet binası muhabbet çimentosuyla; maddi ve manevi saflarda yek-vücud duvar gibi bir araya geliyor; kin ve nefrete, hasede, tarafgirliğe karşı duruyor ya. Her bir musafaha ile kalplerin birbirine değmesini, manevi serinliğin sadra şifa oluşunu düşün yine. Aynı Rabbin huzurunda el ve yürek açan, aynı kıbleye yönelen, aynı Peygamberin ümmeti olmak gibi binler birlik içinde tevhide yönelen kalplerin itminanını düşün hem. Muhabbet bir hasene: içinde inşirah-ı kalb derc edilmiş. *** Hem “hakikatler” de bir değerdir. Öyleyse… Oku! Elindeki eserin kıymetini bil. Gör! Tevhid, haşr ve nübüvvet delilleri başta olmak üzere, iman bahçesinden hadsiz meyveler getiriyor. Maddi elemleri sürura kalb ediyor; küfür ve dalalet karanlıkları nasıl da dağılıyor, izale oluyor. Ahirete iman bir hakikat: pek büyük bir inşiraha vesile oluyor. Düşün… Kardeşi yeni vefat etmiş şu kü­çük çocuğun “Cennetin bir ku­şu oldu.” sözünü işit. Uzun arzular taşıyan zayıf kalbi nasıl kuv­vet buluyor, gör. Yakında dünyası kapanacak şu ihtiyarın dağdağa-i kalbine bu hakikatin “Merak etmeyiniz! Ebe­di gençliğiniz var, gelecek.” seslenişini işit. Ahirete göçmüş sevdikleriyle görüşmek ve mu­hafaza edilmiş iyiliklerinin mükâfatlarını görmek müjdesini dinle. Başında yüz ihtiyarlık top­­lansa onu meyus edebilir mi? Tabi ki edemez, diyenleri işit! Hem Vecize Vecize Oku! Elde edeceğin şeylerin sadece denizler dolusu malumat olmadığını, gönlüne ferahlık ve inşirah verdiğini göreceksin. Bak neler var:Bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyi bir tek şey yapmak, her şeyin Halık’ına has bir iştir. Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğ­­ne ustasız olmaz, sahipsiz ola­maz. Bir harf katipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki ni­ha­­yet derecede muntazam şu mem­leket hâkimsiz olur?  Karıncayı emirsiz, arıyı ya‘sub­suz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette beşeri nebisiz bırakmaz. Hayatın lezzetini ve zevkini is­ter­seniz, hayatınızı iman ile ha­yat­landırınız. Ve feraizle ziynetlendiriniz.  Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor.Kemal-i iştiha ve iştiyakla dinle, oku ve yaz! *** Hem “Hüsn-i nazar” bir değer. Öyleyse… Hiddeti at! Hak ve hakikat yolunda verilen zahmet ve sıkıntı karşısında… Kemal-i iftiharla, şükür ve sevinçle vaziyeti karşıla. Zişuurlar, Had ve hesaba gelmeyen melek­ler ve ruhaniler. İnsanlardan ehl-i hakikat ve as­hab-ı vicdan ve iman-ı tahkiki sahipleri, Nazarlarında, hak ve hakikat ve Kur’an ve iman yolunda bu asra meydan okuyan kahramanlar kafilesi suretinde görünüyorsunuz. Mahdud bir kısım serseri ve haylaz sefihlerin tahkir-karane nazarlarının hiç ehemmiyeti olamaz. Zahmet ve meşakkatler karşısında iman selametini gören nazar büyük bir değer, büyük bir inşirah ve manevi lezzet hissi var. Düşün… Hüzün yılından fethe akan seneleri. Elli sene sonra gelenlerin Nur’a sahip çıkışını düşün. Hem unutma! Tarihte Nur’a hadim olanlar gibi, Hak yolunda pek çok hizmet eden ve pek çok sevap kazanan ve pek az zahmet çeken görülmüyor. İslamiyet noktasında gayet ehemmiyetli ve dehşetli bu asırda, ne kadar meşakkat çekseniz ucuzdur. *** Hem “acz ve fakrını bilmek” bir değer… Düşün… Dua eden adam;Bilir ki, birisi var ki, onun sesini dinler, derdine derman ye­tiş­tirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli, her şeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil. Bir Kerim zat var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve onun had­siz düşmanlarını def‘ edebilir bir zatın huzurunda kendini ta­sav­vur ederek, bir ferah, bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ der. Öyleyse… Sen de dua et! *** Hem “masnuatı tefekkür” bir değer… Düşün… Bir bahçe ki hüsnüne ve güzelliğine her bakan zevk alır, bir inşirah peyda eder. Çünkü o sanatlı bahçede görünen sanatkârdır. İşte bak! Bazen bu bahçeyi bir satır olarak görürsün. Bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler be­ra­ber, birbiri içinde, yanlışsız ya­zıl­mıştır. Yine zerre gibi küçük çam tohumunun, dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda taşıdığını görür de kudret-i İlahiyi temaşa edersin. Yazan ve taşıtan yegâne kudret sahibi gönle düşer. Bahar mevsiminde bu bahçenin sakinlerinin Cennet hurileri gibi giydirildiğini, süslendirildiğini, ellerine her çeşit meyveler verildiğini görürsün. Adeta bunları bizlere uzatıp “Haydi alınız, yiyiniz.” demektedirler. Yine bu meyvedar ağaçların in­­ce­­cik dallarında yüzer tez­gâh­lar, fabrikalar görürsün. Hay­ret-nüma yaprakları, çiçekleri, mey­­ve­leri dokumakta, süs­len­dir­­mekte, pişirmekte, biz­le­re uzatmaktadırlar. Onların eliyle nimetlendiren ye­­gâne rahmet sahibi gönle düşer. Bazen de bu bahçenin meyvedar ağaçları ve nebatlarının, “La İlahe İlla Hu” dediklerine şahit olursun. Yine güzel bahçedeki kesretli kavak ağaçları da başka birer halka-i zikir kurmuşlardır. Mevla’yı zikir edişlerine gönlünle eşlik edersin. Başka bir zaman da bahçedeki rızka muhtaç ağaçların rızkının onlara koşturulduğu görüp kanaat-hırs mukayesesi yaparsın. Gönlünde şükür hisleriyle bir sekinet hissedersin. Öyleyse… Ey gönle yol bulan göz, güzel bak! İmzası; her bir çiçek, her bir meyve, her bir ot, hatta her bir hayvan, her bir ağaç olan Rabbimizin, bahçe isimli mektubunu oku. Kâtibini gör! *** Yaptığın hizmette maişet telaşesi yok. Rızkında bereket ve suhulet var. Zahiren hissediyorsun: Bir inşirah ve ferah… اَللّٰهُمَّ اشْرَحْ صَدْرٖي لِلْاٖيمَانِ وَ الْاِسْلَامِ

İbrahim SARITAŞ 01 Ağustos
Konu resmi“Boş Vakit” Üzerine
İnsan

Yapacak bir iş bulamadığı, vaktini kıymetlendirmediği zamanlarda “canım sıkılıyor, yapacak bir şey yok diyerek “zaman öldüren” insanoğlu, meşguliyetin içine düştüğü zaman da “hiç boş vaktim yok” diye sızlanır. O halde nedir boş zaman? Zamanın dolusu boşu mu olur? Çalışma hayatının yoğun temposu içinde olanlar, boş vakit bu­lamadıklarından şikâyet eder­ler çoğu za­man. Allah’ın ni­­met­­le­rin­den bi­ri­dir boş vakit ve di­ğer nimet­ler gibi insanların ek­serisi tara­fın­dan maalesef kıy­me­ti pek bilin­mez. İhsan-ı ilahi olarak bize verilen gençlik, hayat, sağlık, zenginlik, huzur gibi boş vakit de çoğu zaman hoyratça harcanır, çarçur edilir. Elden çıktıktan sonra da yeniden kazanma arzusu kendini hissettir. Yapacak bir iş bulamadığı, vaktini kıymetlendirmediği zamanlarda “canım sıkılıyor, yapacak bir şey yok diyerek “zaman öldüren” insanoğlu, meşguliyetin içine düştüğü zaman da “hiç boş vaktim yok” diye sızlanır. O halde nedir boş zaman? Zamanın dolusu boşu mu olur? Bu kavram modern zamanların bir ürünüdür. Sanayileşme ile birlikte kurallara dayalı, organize edilmiş ve bağlayıcılığı olan işlerde çalışan insanlar tamamen özgür hareket edebilecekleri zamanlar için “boş vakit” tabirini kullanır olmuşlar. Boş zamanlarda yapılan spor, gezi, eğlence vb. faaliyetler de ayrı bir sektör haline gelmiş, birilerinin boş vakit geçirme yönelimi başkalarının geçimini sağladığı işi olmuştur. Boş zamanlarında bile kendi halinde bırakılmayan, inisiyatifi elinden alınan modern zaman çalışanları bir haftalık okkalı bir tatilin maddi yükünü bir yıl boyunca ödemek zorunda kalarak tüketimin bir parçası haline getirilmiştir. Antik Çağ’da, çalışan köleler ve efendilerinin oluşturduğu sınıflar aynı zamanda kültür ve sanat noktasında da ayrı iki sınıfı oluşturuyordu. Hâkim olan sınıf, “boş zaman” konusunda avantajlı olan efendilerdi ve kültür-sanat gibi kavramlar da onların şekillendirdiği şeylerdi. Alt sınıfta olanlar sadece çalışmak ve itaat etmek mecburiyetindelerdi. Bırakın kültür-sanatı kendileri ve aileleri için bile ayıracakları vakitleri çok sınırlıydı. Bugün de durum çok farklı sayılmaz. Özellikle kalabalık şehirlerdeki AVM’lerde, marketlerde, göz alıcı mağazalarda düşük ücretlerle çalışmak durumunda kalanlar, kapitalizmin köleleştirdiği insanlardır ve kapitalizm gerçek manada vahşidir. Maddiyatçı piyasaya göre pek çok şey gibi “vakit” de” nakit” tir. Nakde dönüştürüldüğü ölçüde kıymetlidir. Piyasanın ru­hu yoktur, dolayısıyla piyasa gerçeklerini insanî değerlerle bütünleştirme çabası imkânsız olmasa bile yorucudur. Bu noktada bazı sosyologlar “aylaklık” olarak tabir edilen tembelliğe övgüler düzmüş, kapitalizmin insan üzerindeki yıpratıcı baskısına karşın çalışma sürelerinin azaltılması gerektiğini savunmuşlar. Böyle bir ütopyada insanların daha mutlu ve üretken olacaklarını dikkate vermişler. Geçtiğimiz yıllarda Journal of Personality and Social Psychology dergisinde yer verilen bir araştırma boş vakitler ve insanın iyi olma durumu arasındaki ilişkiyi ele aldı. Çalışmalar, boş zaman aktivitelerinde insanın kendine vakit ayırdığı için iyi hissettiğini ancak boş zamanın belli bir sınırın üzerine çıkmasıyla “amaçsızlık, boşluk” hissi­nin yaşandığını gösterdi. Dr. Ma­rissa Sharif, “Dengeli bir mik­tarda boş zamanınız olmalı. Çok fazla boş zamanın insanda amaç ve üretkenlik eksikliği ortaya çıkardığını gördük” dedi. Araştırmacılar toplam 35 bin kişiyi kapsayan iki büyük anketin bulgularını inceledi. İncelenen anketlerden biri, ABD’de insanlara son 24 saatte ne yaptıklarını soran bir çalışmaydı. Çalışmada verilen cevaplarda “boş zamana” karşılık gelen cevaplar incelenerek kişinin iyi olma halinin 2 saate yakın boş vakit aktivitesiyle yükseldiğini, ancak 5 saati aştığında düştüğü görüldü. “İnsan için çalıştığından başka bir şey yoktur.”1 der Kur’an-ı Hakîm. Aylaklık etmek nefse hoş görünse de aslında fıtrata aykırıdır. Zerreden şemse kadar her şey hareket halinde iken insan nasıl boş durabilir. Bozulmamış fıtratlar açısından aylaklık uzun süre tahammül edilebilecek bir vaziyet değildir. İnsan çalışmaya meyyaldir. Dünyada sebeplere sarılmak ve sünnetullaha riayet etmek esastır. Cennetten dünyaya gönderildiği gün çalışarak kazanma yükünün altına girmiştir insanoğlu. Hatta cenneti yeniden kazanmak için de manevi cihette çalışmalı, salih ameller biriktirmelidir. Bunu yaparken de yarın ölecekmiş/hiç ölmeyecekmiş düşüncesi ile dünyevi ve uhrevi çalışmalar arasında denge gözetmek durumundadır. Tarihte ilmî merkezler olan medreselerde dünya-ukba dengesi tam olarak gözetilmiş, insanı kemalata ulaştıracak bir maarif sistemi uygulanmıştı. Elbette derslerin yapılmadığı tatil günleri o zamanda da vardı. Pazartesi, salı veya cuma günleri hocanın kararına göre ders yapılmazdı. Dersin yapılmadığı günlerde ise hocalar ilmî çalışmalarına vakit ayırır, aralarında münazaralar yaparlardı. Hatta XIV. yüzyılda yaşamış Kemaleddin bin Zemlekanî isminde bir âlim Kurban Bayramı’nın ilk günü hariç tüm yıl boyunca derslerine hiç ara vermez, daima ilimle meşgul olurmuş. Günümüzde üç ay süren “yaz tatili”, medreselerde mübarek üç aylarda olurdu. Bu tatil döneminde öğrendiklerini pekiştirmek için talebelerden istekli ve kabiliyetli olanlar taşraya irşad faaliyeti için gönderilir, sultanın hususi iradesi ile bu eğitim faaliyetine katılanlara da bir miktar para verilirdi. “Cerr” adı verilen bu güzel adet sayesinde halk ile ilim ehli arasında gönül bağı kurulurdu. Müslümanca bakıldığında “boş zaman” kavramının karşı­lığını bulamayız. Çünkü Müslüman’ ın nazarında “ömür sermayesi pek azdır, lüzumlu vazifeler pek çoktur.”2 O halde atalete, tembelliğe yer yoktur. Kuran’da buyurulan “boş kaldığında başka bir işe girişerek yorulmak”3, o yorgunlukta işlerin yeknesaklığından uzaklaşarak dinlenmek esastır. “Tatil” kelimesi “atalet” kökünden gelir ve bizim bil­di­ğimiz anlamda bir “tatil” İs­lam’da yoktur. İmam Şafi’nin (ra) dediği gibi: “Hak ile meşgul olmazsak batıl bizi istila eder.” Helal daire geniştir, keyfe kafidir. Hak ve meşru olan pek çok iş vardır: kişinin ailesi ile vakit geçirmesi, onların eğitimi ile yakından alakadar olması, okuması, yazması, tefekkür etmesi, akraba ziyaretleri, sıla-i rahimde bulunması, ibadetleri çeşitlendirmesi önemli meşguliyetlerdir. Kaynakça: 1- Necm Suresi / 392- Şualar3- İnşirah Suresi

Tarık ÇELİK 01 Ağustos
Konu resmiŞimdi ve Burada
İtikad

Hayat şimdidir. Fırsat şimdidir. Gayret şimdi gösterilecek ve yola şimdi çıkılacaktır. Her an bir yaratma üzere olan Rabbe, statik, donuk, yeknesak ve durağan bir eda ile kul ve muhatap olmak mümkün değildir. İnsanın kendi varlığına değer katması ve özellikli hale gelmesi şüphesiz ki ciddi bir gayret ve disiplin gerektirir. Değişim ve gelişim gibi son derece radikal süreçler tam zamanlı faaliyetlerdir. Yani, ara sıra gösterilen gayretler ya da bazen oluştuğunu zannettiğimiz disiplinler ile gerçek bir gelişim, gerçek bir değişim sağlamak mümkün değildir. Peki tam zamanlı faaliyet ne demektir? Tam zamanlı faaliyet, bir amacın bilinçaltı seviyesinde kabullenilmesini sağlayarak her eylemimizin o bilinç ve farkındalık ile yaşanmasıdır. Mesela, yemek yiyorsunuz, günlük ihtiyaçlarımızdan birini karşılıyorsunuz ama o anda bile farkındalık sahibi olarak -bir şeyleri öğrenmek ve fark etmek üzere yaşadığınız bilinç ile bunu yapıyorsunuz. Günlük hayatımızda birçok şeyi ezbere yaptığımızı hesaba katacak olursak, dinamik bir farkındalık durumunun sürekli öğrenmek ve sürekli yeni şeyler fark etmek gibi bir neticesinin olması tam bir kazanç olacaktır. Mesela bir kedi, geceleyin uyurken burnuna bir fare kokusu gelse anında uyanarak o farenin peşine düşer. Gece gece uykunun en tatlı olduğu bir zamanda ne faresi demez, duyarsız kalmaz, kalamaz. İşte bu, farkında olarak ve kendi kimliğinin gerektirdiği uyanıklık ile yaşamaya çok güzel bir örnektir. İnsan da eğer bu kediden bir hikmet ve ibret edinmek isterse şunu bilmelidir ki ne zaman ve ne ile meşgul olunursa olunsun insan olmak demek, farkında olmak, öğrenmek ve merak etmek gibi sorumluluklar ile tetikte yaşamak demektir. Bunun aksi bir durum, kelimenin tam anlamıyla gaflettir. İşte tüm bunlardan şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: İnsan, öğrenmek için ve kendi hakikatini fark etmek ve vazife-i asliyesini keşfetmek için her ânını değerlendirmelidir. Böyle bir bilinç ve sorumluk seviyesindeki insan dalgınlığı kabul etmez, tembelliği kabul etmez, boş vermeyi kabul etmez ve en mühimi ertelemeyi kabul etmez. İçinde bulunduğu zamanı her boyutu ile hayatî bir sermaye olarak kabul eder ve ne kendini ne de zamanı israf eder. Zaman ve mekân insan hayatının ifadesini bulduğu iki boyuttur. İnsan bir yerde bir vakitte bulunmaktan azade değildir. Her an bir yerde ve bir andayız. Peki, bu an ve mekâna nasıl bakmalıyız ki, onu zayi etmeyelim? Önemli bir düşünür ve spiritüalist bir öğretmen olan Eckhart Tolle şöyle der: “Bir insanın iyi mi, kötü mü, faydalı mı, zararlı mı olduğunu anlamanın tek bir yolu vardır, gidin ve şu anda ne yaptığına bakın.” Her ne kadar çok keskin ve belki de acımasız bir paradigma gibi gözükse de içinde çok yüksek bir hakikate işaret olan bu bakış açısı aslında hayat denilen sürecin ne kadar ciddiye alınması gerektiğini anlatmaktadır. Bilinçli bir insan bomboş ya da malayani bir meşguliyet ile fotoğraf veremez, vermemelidir. Çünkü, ne zaman nihayete ereceğini bilmediğimiz bu hayat, hiçbir ânı ziyan edilebilecek bir değersizlikte değildir. Bilakis ömür dakikaları altın ve elmas değerindedir. Zira o anlardan bir tanesinde yapılabilecek hayırlı ve ihlaslı bir amel ile Rabbimizin rızası ve saadet-i ebediye kazanılabilir. İşte bu hakikatler hem içinde bulunduğumuz ânı hem de bulunduğumuz mekânı yüksek bir kıymet potansiyeli ile algılamamızı gerektirmektedir. O anda ve o yerde her şey yapılabilir ve çeşit çeşit sonuçlar istihsal edilebilir. Bilinçli bir insanın zamanı algılama biçimi, o zamanı doğru ve bereketli bir şekilde kullanabilmesini mümkün kılar. Hayat, sonsuz bir şimdiden ibarettir. Dün, ölmüştür. Yarın ise henüz doğmamıştır. Hayat tek bir gündür, o da bugündür. Onun için ömrümüzü içinde bulunduğumuz dakikada görmeliyiz. Çünkü değerleyebileceğimiz, hayırlı bir amele ve rıza-yı İlâhîye tahvil edip dönüştürebileceğimiz tek zaman dilimi, o içinde bulunduğumuz dakikadır. Yine o hayırlı amel için kullanacağın mekân/yer şu anda bulunduğun yerdir, başka bir yer değil. Ne sonra ne de başka bir yerde, şimdi ve burada. Yapacağımız her hayırlı iş/amel için sadece şimdi ve sadece burası var. Ötelersek ve başka bir mekâna bırakırsak o ameli ifa etme imkânımız çoğunlukla olmayacaktır. Bu gayretler her bir anda yüksek bir farkındalık ve şuur ile ifa edilirken aynı zamanda ulaştığımız bir sonraki günün de bir başka mekânın da “şimdi ve burada” kapsamında mütalaa edilmesi gerekmektedir. Üstelik bugün, bu anda ve bu yerde dünkünden daha iyi şeyler yapmak gibi bir sorumluluğumuz da var. Müslüman bir şahsiyetin yarışı kendisi iledir. Her an bir önceki andan, her gün bir önceki günden daha iyi olma gayreti, içinde kılındığımız imtihan sürecinde başarılı olma arzumuzun en net ve ikna edici işareti sayılacaktır. Söz konusu imtihanı ciddiye alan bir kimseden ne dünden geri kalması ne de dünü tekrar etmesi beklenir. O kimsenin bu imtihan ile ilgili ciddiyet algısının en güçlü işareti durmak tükenmez bilmeyen bir gayretin öznesi olmasıdır. Hayat şimdidir. Fırsat şimdidir. Gayret şimdi gösterilecek ve yola şimdi çıkılacaktır. Her an bir yaratma üzere olan Rabbe, statik, donuk, yeknesak ve durağan bir eda ile kul ve muhatap olmak mümkün değildir. Kısacası, Rabbimiz, muhatap olarak dinamik kullar diler. Dinde amîk kullar ister. Ne mutlu o kula ki, zamanı kendisine bir sermaye olarak ihsan eden Rabbinin, bu ihsanını idrak edip zamanını Rabbini razı etmek için sarf ede… Es’selam Men’ittebea’l Hüdâ

Ahmet EFENDİ 01 Ağustos
Konu resmiSiz de mi Tatil İçin Çalışıyorsunuz?
İnsan

“O hâlde boş kaldığın zaman,hemen (başka bir işe giriş ve) yorul!”- İnşirah/7 Öyle bir slogan kalmış sanki ak­lımda; “Hepimiz tatil için ça­lı­şıyoruz” diyen. Sahi, öyle mi? Siz de mi tatil için çalışıyorsunuz? Yani, hakikaten 11 ay boyunca, sadece 1 ay kadar tatil yapabilmek için çalışanlar var mı? Peki, tatilden ne anlıyor acaba, bu tarz hayat sahipleri? Gezmek, değişik şeyler yemek-içmek, güzel yerler görmek; farklı eğlence faaliyetlerine katılmak, hayatın gayesi bu mu? Peki, gezemeyenler ne olacak? Yani o şekilde tatil yapamayanlar? Hasta veya malul olduğu için, maddi veya zaman itibariyle imkânı bulunmadığından o tatili yaşayamayanlar? Hem, yapanların başı göğe erdi de, mahrum kalanlar sıkıntıdan mı öldü? “Tatil sendromu” diye bir deyim de duymuş gibiyim. Özellikle lüks yerlerde, beş yıldızlı otellerde tatil yapanlar, tatil bitişi aynı rahatı ve hürmeti bulamayınca, bir müddet acı çekiyorlar. “Zeval-i lezzet, elem oluyor” yani. Bu da işin başka bir yönü tabii ki. Yani, fıtrat cenneti arıyor fakat, rehber nefs olunca, hemen olsun; çabasız, gayretsiz verilsin istiyor; lâkin, nafile! Kendine o tarz bir hayat kurmuş olanlar, hayatında ilk kez birkaç parça kırtasiye, küçük bir plastik oyuncak hediye edilmiş Afrikalı siyahi yavrunun sevincini yaşadı mı hayatında acaba? Şükretmek nasip oldu mu hiç? Gerçi o slogan, yönlendirmek maksadıyla yapılan bir reklama aitti galiba. Yani, “Tatil yapmıyorsan yaşamıyorsun demektir”. Ve, “Tatilin için ne kadar masraf yapsan az, çünkü, o senin hayat gayen” mesajlarını içerir. Gönül isterdi ki; bu bir reklam sloganından ibaret kalsın; fakat maalesef ki; öyle değil. Zamane insanının çoğunun hayatına istikamet veren bir felsefe olmuş adeta. Öyle ki; bankalar, tatil kredisi bile veriyor. Bolca harcayıp, ileriki on aylarda ödeyelim diye! Peki, biz inanan insanlara yakışan usûl nedir? Ya da, biz tatil yapmayacak mıyız? Dinlenmeye hiç mi hakkımız yok? Bizim tatilimiz nasıl olmalı? Elbette ki tatile, yani dinlenmeye dindar insanların da hakkı ve ihtiyacı vardır. Fakat, şartları biraz zahmetlice. Gerçi, muhafazakâr tatil konsepti bile geliştirildi bizler için! -Hocam, iyi ki gelmediniz; burası hiç size göre değil! -Peki, siz niye hâlâ oradasınız? Sizin dininiz ayrı mı? diyalogları azalmış olsa gerek; bir nebze de olsa. Tatil kelimesinin, “atalet”, yani “işlevsiz olma, boş durma” gibi manaları var. Halbuki, tecrübeler, hiçbir şey yapmadan sadece istirahat ile geçen zamanı, ‘ölü zaman’ olduğunu, fayda değil, bilakis kayıp olduğunu, aklı başında hiç bir kimsenin bunu tasvip etmediğini göstermektedir. İlmi araştırmalar da, dinlenmeye ayrılan günlerde de bazı meşguliyetlerin olmasının fıtrata uygun usul olduğunu göstermiştir. Bunlar, eğitim faaliyetleri, eksik bilgilerimizi tamamlamak, ziraat veya hayvancılık olabilir. İnsana bahşedilen en büyük nimetin zaman, yani ömür olduğunu da unutmamak gerekir. Meşhur bir iş adamı, “Benim dinlenme zamanım, fabrikalarımı ziyaret edip, yöneticilerimle sohbet etmektir” diyordu. İş toplantıları, kongreler, tanıtım ve bayilik faaliyetleri, tatillerle birleştirlebilir. Çocuklar ve gençlerimiz, manevi eğitim, değerler eğitimi, vakıf çalışmaları gibi fayda sağlayıcı işlere teşvik edilmelidir. Yoksa, hep gezip eğlenmelerine teşvik veya müsaade etmek, sorumsuz, bencil ve tembel yetişmelerine sebebiyet verecektir. Maddi imkanı ortalamadan daha iyi olanlara gelince, onların israf sınırı nasıl olacak? Bir fabrikatör, iyi kazanan bir iş adamı da her bir sıradan Müslüman gibi mi harcama, tatil yapacak? İsraf, öyle bir şeydir ki; ölçüsü biraz da insanın kendi vicdanına bırakılmış sanki. Biz yine de ehemmiyetine bina­en, İmam-ı Hanefi’ye ait “Ha­yır­da israf, israfta da hayır yoktur” düsturunu hatırlatmış olalım. Tatilleri, seyahat ederek değerlendirmek isteyenlere gelince, emri bil’maruf veya hem ziyaret, hem ticaret olmak kaydıyla kabul edilebilir. Ayrıca, kültürümüzdeki sıla-i rahim, yani başta aile-akraba büyükleri, hasta tanıdıklar olmak üzere, eş-dostu ziyaret, bizlere hizmeti geçmiş eskilerin kabirlerine gidip, dualarda bulunmak elbette son derece makbul davranışlardır. İyilik faaliyetlerine destek olmak, muhtaç insanların gönlüne bir nebze de olsa ferahlık vermek, hele içinde bulundukları hallere şahitlik edip, gönlünün bir parçasını onlarla bırakmak da, elbette çok kıymetli olsa gerektir. Ayrıca, herhangi bir müslümanın her faaliyeti, ya dünyasına, ya da ahiretine fayda verici olmalıdır. Yine, bütün vazifeleri bitirdik mi ki; dinlenmeye geçelim? Yaşlanıp iş göremez hale gelince, zaten dinlenmeyecek miyiz? Hem, kabir hayatı niye var ki? İyisi mi, enerjimiz varken, çalı­şalım; hem, boş kalınca, yeni bir işe girişelim. Mesaj da gayet açık: “O hâlde boş kaldığın zaman, hemen (başka bir işe giriş ve) yorul!”- İnşirah/7 Öbür taraftan, her üç saniyede bir kişinin açlıktan ölmeye devam ettiği şu zamanda, yapmak isteyen yine yapsın o bol eğlenceli tatilini. Evet, DSÖ verilerine göre, her dakikada 20, her saatte 1200, nerdeyse günde 29 bin insan açlıktan ölüyor hâlâ. Hadi, iyi tatiller size!

İsmail ERDOĞAN 01 Ağustos
Konu resmiBoş Vakit mi, Beş Vakit mi?
İbadet

“O ki, hanginiz amelce daha güzeldir diye siziimtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk, 2) Ayette beyan edildiği üzere “Bu dünya hayatı ancak (geçici) bir menfaattir; doğrusu ahiret ise, asıl kalınacak yerdir”.1 Peygamber Efendimiz de “Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim”2 buyurmuşlardır. Yani dünya hayatı dediğimiz şey, burada geçireceğimiz zamana işaret eder. Bu açıdan bakıldı­ğında ömür bir sermaye olur. Ser­ma­ye de ya değerlendirilir, ço­ğala­rak fayda verecek surete dö­ner ya da boşa harcanarak he­sabı sorulacak bir mesuliyeti yükler. Bunu böyle bilip inanan insan için ise boş vakit yoktur… ya boşa geçirilen vakit vardır ya da verilen vaktin hayırlı işlerle değerlendirilmesi. Beş Şey Efendimiz (sav), beş şey gel­meden beş şeyin kıymetini bilin bu­yu­ru­yor: İhtiyarlık gelmeden genç­liğin. Hastalık gelmeden sağ­lığın. Fakirlik gelmeden zen­­­gin­­li­ğin. Meşgul olmadan boş zamanın. Ölüm gelmeden ha­­­ya­­tın.3 Gençliğe nispetle ihtiyarlığa, sağlığa nispetle hastalığa, hayata nispetle ölüme baktığımızda, meşgul edici şeylerin elimizdeki sermayemize zarar verecek şeylerden uzak olması gerektiğini görüyoruz. Zira ölüm geldiğinde dünya defteri kapanır, hayatta yapabilecek işlerimiz sona ermiş olur. Hakeza hastalık geldiğinde sağlık nimetine nispetle bedeni olarak yapabileceğimiz fiillerimiz ya yavaşlar ya tamamen durur. Bunun için gençliğin, sağlığın, zenginliğin ve hayatın kıymetini bilip, dahası fark edip o zamanlarımızı fırsat görerek hayırda değerlendirmemiz icap eder. Aynen bunun gibi gelen meşguliyetin ne olacağını bilememekten bahisle sermayemiz olan ömrümüzün yani zamanımızın kıymetini bilmek ve ona göre faydalı işlerle doldurmak lüzum eder. Aksi takdirde gelecek -belki- dünyevi veya lüzumsuz bir meşguliyet zamanımızı dolduracak, kıymetsiz olarak heder edip gidecektir. Bu suretle zamanımızı çalmakla, yapabileceğimiz iyi şeyleri de engelleyecek, iki kere zarar verecektir. Büyük Taşlar Çok bilinen bir hikâye anlatılır. Hani hoca sınıfa bir kavanoz getirir ve masa üzerindeki taşları içine doldurup sorar, “Kava­noz doldu mu?” Öğrenciler “Evet” diye cevap verirler. Hoca bu kez masanın altından çakıl taş­ları çıkarır ve kavanoza döker. Büyük taşların aralarındaki boşluklara giden çakıl taşları ora­ları doldurur. Hoca tekrar ay­nı soruyu sorar. Bir kısmı “Evet” der, bir kısmı tereddütte kalır. Hoca bu kez de toprak çıkarır ve kavanoza döker. Onlar da buldukları boşluklara dağılırlar. Soru tekrar eder. “Doldu” diyenler ağırlıkta olur. Son olarak hoca su çıkarır masanın altından ve kavanoza döker. Bu kez herkesin kanaati dolduğu yönündedir. Hoca sınıfa şöyle bir sula sorar: “Sizce bu deneyi neden yaptım?” Çocuklar genel olarak, “İnsanın vakti ne kadar dolu olursa olsun, bir şeyler için vakit hep vardır” derler. Hoca “Evet, bu da denilebilir. Fakat benim bu deneyi yapmaktaki asıl maksadım, kavanoza önce suyu koyarsanız, diğerlerini koyamazsınız. Yani hayatınızda önemli işleri öncelemelisiniz. Malayani boş işleri hayatınızın merkezine koyarsanız, önemli işleri hiçbir zaman yapamazsınız” der… Bunun için biz de başlığa boş vakit değil, beş vakit yazdık. Bir Müslümanın hayatı planlanmıştır aslında. Senede iki dini bayram, Ramazan-ı Şerif ve oruç, üç aylar ve ibadetleri, haftada Cuma namazı, günde beş vakit namaz, günde gece ve gündüz ve her ikisine ait işler… Bir Müslüman için esas olan baştaki ayette de ifade edildiği üzere ahiret hayatıdır. Hadisin ifadesiyle “Dünya ahiretin tarlasıdır”.4 Burada bize verilen ömür sermayesi süresince Allah’ın rızası, ahiret hayatı esas alınarak çalışılmalı, diğer işler karavana taşımak kabilinden görülmeli, esas maksat yapılmamalıdır. Müslüman için hayat sabah namazı ile başlar. Gün içindeki büyük taşlar beş vakit namazdır. Merkezde onlar vardır. Diğer zaman da gündüz ve gece olarak ikiye ayrılır. Gündüzünde salih amel ve hayırlı işlerle meşgul olunur, gecesi dinlenme ve bir kısmı da Allah’a yönelme zamanlarıdır. Ömür ve İnsan Üstad Bediüzzaman Hazretleri, dünyaya ait -harp gibi- hadiseleri neden takip etmediği sualine dair verdiği cevapta ömrün sermaye olduğuna dikkat çekerek şu değerlendirmeyi yapmıştır. “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi her insanın kalp ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, ma­halle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nevi beşer dairesinden tut, ta zihayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Her bir dairede, her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede, en kü­çük ve muvakkat, ara sıra vazi­fe bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsken müte­na­sip vazifeler bulunabi­lir. Fakat büyük dairenin câ­zi­be­dâr­lığı cihetiyle, küçük dairede­ki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp, lü­­zum­suz, malayani ve afaki iş­ler­le meş­gul eder. Sermaye-i ha­yatını boş yerde imha eder. O kıy­met­tar ömrünü kıymetsiz şey­­lerde öldürür. Bazen de bu harp boğuşmalarını merak ile ta­­kip eden, bir tarafa kalben ta­­­raf­­tar olur. Onun zulümleri­ni hoş görür. Zulmüne şerik olur.”5 Allah, “Öyle ise dünya hayatı sa­­kın sizi aldatmasın!”6 ikazıyla birlikte “Sonra o gün, (size dün­yada verilmiş olan) nimetlerden (teker teker) mutlaka so­­ru­­lacaksınız!”7 buyurmakta­dır. Efendimiz (sav) de “Kişi öm­rünü nerede harcadığından sorulmadan hiçbir yere ayakları kıpırdamayacaktır.”8 demiştir. O zaman insan oturup düşünmeli, nimetlerle bezenmiş ama geçici olan şu dünya hayatında ömür sermayesini en iyi şekilde nasıl değerlendirmeli ona bakmalıdır. Vaktini heba edecek, sermayesini boşa harcatacak meşguliyetlerden uzak durmalıdır. Zira boş vakit yoktur, boşa geçirilen vakit vardır… Nefsimi Oyalıyorum Bir gün bir ırmak kenarında görürler İbrahim bin Edhem Hazretlerini. Elinde elbisesi, önce dikiyor, sonra diktiğini söküyor. Sonra tekrar dikiyor ve tekrar söküyor. Birisi “Efendim, benim elimden gelir, dilerseniz ben dikeyim” deyince şu cevabı verir: “Nefsimi oyalıyorum. Eğer ben onu oyalamazsam, o beni oyalıyor.” Bir zaman bir öğretmen arkadaş anlatmıştı. Öğretmenler odasında muhabbette sık sık can sıkıntıları gündeme geliyor, herkes vakit geçmediğinden dem vuruyordu. Bir kısmı akşamları kendini kahvede oyun oynarken buluyormuş. Onların bu serzenişlerini görünce şaşırdım. Yahu bana da vakit yetmiyor, dedim. Bu kez onlar şaşırdı. Nasıl olur, dediler. Yemekten sonra, dersim varsa ona gidiyorum. Değilse kendi okumalarım var, onları yapıyorum. Ardından bir sayfa yazım var, onu yazıyorum. Cevşendi, namaz arkası tesbihattı derken vakit tamam oluyor, hatta bazen biraz da aşıyor. Vakit yetmiyor kardeşim, dedim. Bediüzzaman Hazretleri dördüncü sözde9 her gündeki yirmi dört saati yirmi dört altına benzetir ve bu altınların asıl menzile ulaşmak için bilet ve gerekli ihtiyaç malzemelerinin alınması için verildiğini ve iki kişi üzerinden müspet ve menfi davranışları ve sonuçlarını izah eder. Hakikati böyle bir misalle aklımıza yakınlaştırır. Zamanını boş şeylerle geçirenleri de ticaret ve bilet için verilmiş olan altınları kumara mumara harcayan adama benzetir. Biz de eğer hayatımızı, zamanımızı, ömrümüzü Kur’an’da emredilen salih amellere harcamazsak, sarhoş ve divane olmuş adamın hali gibi, dünya sarhoşluğuyla ömrümüzü badı heva tüketir, cezaya müstahak oluruz. Kendimize Ait Boş Vaktimiz Olmasın mı? Rabbimiz insan için zorlukla beraber kolaylık olduğunu iki defa tekrar ettikten sonra “O hâlde boş kaldığın zaman, hemen (başka bir işe giriş) yorul! Ve artık ancak Rabbini arzula!”10 buyurarak boş kaldığı­mız zamanlarda, Rabbimize yönlendirecek, O’nu hatırlatacak işlere yönelmeyi emretmektedir. Burada en başta zikrettiğimiz ayet bize ahiret hayatının esas olduğunu, hadis-i şerif dünyanın ahiretin tarlası olup oraya hazırlık yapılacak yer olduğunu, yine ayet-i kerime burada kaldığımız sürece ömrümüze ait yapılan her şeyin sorulacağını beyan etmişlerdi… Yani dünyaya ait gözüken işler de ahiret ve Allah hesabına olmalıdır. Peygamber Efendimiz (sav) bazı sporları tavsiye etmiştir. Vaktin bir kısmını böyle değerlendirmeye cevaz vermiştir. Ekip biçmeye, ticaret yapmaya vs. de cevaz var. Ama bunların hepsi yine geçici dünyada Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik ve cevaz verilen şartlar dahilinde yapılması gerekmektedir. Hiç kimse boş boş oturmaz. İlla meşgul olduğu bir şeyler vardır. Burada ise mesele, bizi meşgul eden şeyin nefsani mi yoksa Rahmani mi olduğudur. Faydalı mı yoksa zararlı mı olduğudur. Mesela şu yaşadığımız hayatta rızkını kazanmak için çalışan bir insan, mesela sen/ben, evimize geldiğimizde bütün vaktimizi telefon, tablet bilgisayar başında mı geçiriyor, yoksa ailemize vakit ayırıp onlarla da meşgul oluyor muyuz? Saatlerce futbol müsabakası izliyor, film veya dizi takip ediyor, sosyal medyada mı geziniyoruz, yoksa “Kur’an okuyunuz, çünkü Kur’an kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaatçi olarak gelecektir”11 hadisince her gün mutlaka Kur’an veya dua, tesbih, zikir mi okuyoruz? Etrafımızda bizi aldatan, zamanımızı boşa harcatan o kadar çok şey var ki, normalde yapmak durumunda olup da yapamadıklarımızdan pişman olacağımız bir tarafa, vaktimizi olabildiğince hayırlı, güzel ve salih amellerle doldurmaya çalışmak en önemli işimiz olmalıdır. En mübarek makamlarda, en bereketli zamanlarda, en kıymetli sohbetlerde bile telefon denen şey peşimizi bırakmayıp o değerli zamanlarımızı kendisiyle meşgul etmeye çalıştığı bu zamanda daha kendimize hangi boş zaman arama ameliyesinde olacağız, iyi düşünmek ve ona göre hareket etmek elzemdir. Zira ecel gizlidir ve ne zaman geleceği de belli değildir… O Halde Boş Zaman Nedir? Boş zaman, sanayi devrimiyle birlikte daha belirgin olarak dünyamıza giren, fazla üretimden dolayı stok eritmeyi tetiklemek için hayatlarımıza sokulan, beş/altı gün çalışıp kazandığımızı bir iki günde harcatmaya yarayan kapitalist düzenin yine kendisini beslemek için ürettiği bir kavramdır. Tatil kavramı da aynı şekilde olup sıla-i rahim ve akrabası, köyü yerine tatil köylerini tavsiye eden, bir yıl boyunca kazandığı parayı buralara harcatan bir düzenin ismidir. İnsan yeni yerler görmek, tefekkür etmek, öğrenmek, etkileşim kurmak ister elbette ama atalet kökünden gelen tatil kavramı eylemsizliği, yönlendirilmekle harcamayı teşvik edici, arka planında ve ilerisinde oluşturulan ortamlarla pek çok hassasiyetimizi bozucu hal almaktadır. Yoğun çalışan iş adamlarının tatili nasıl ki daha da odaklanabilecekleri iş seyahatine dönüyorsa, buna kendini mecbur hissediyorsa, bir müminin yoğun çalışma hayatından daha hafif olanına geçtiği o dönem de odaklanabileceği, tefekkür ve zikrini artırabileceği zamanlara dönebilir. Dönmelidir. Zira fıtratı müteheyyiç olan insan rahatı sa’y ve cidaldedir. Boş zaman yoktur, boşa geçirilen zaman vardır. Ya da değerlendirilen… Kavramlarımız ya değiştirilip ya da içi boşaltılıp başka şeylerle doldurulması neticesinde hayatımızda yer eden bu yanlış kelime kavramlar, bizleri de yanlış yönlendirmekte, ömrümüzü, zamanımızı, mesaimizi, paramızı, enerjimizi yanlış ve boş işlerle heba edebilmektedir. Bize düşen, bu tuzaklara düşmemek, ömrümüzü Allah yolunda harcayabilmektir. Hayatın da hayata ait bütün semerelerin de sahibi ancak Allah’tır. İnsan bunu kendine devşirmeye çalışmakla ancak mücazat görür. Unutmayalım ki Rabbimiz, “(Ben) cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım!”12 buyurmaktadır… Kaynakça: 1- Mümin, 392- Tirmizî, Zühd 443- Hâkim, Müstedrek, 4/341, no:7844- Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, I/4125- Asa-yı Musa, Dördüncü Mesele, s. 136- Fatır, 57- Tekasür, 88- Tirmizî, Sünen, Kitâbu Sıfati’l-Kıyâme, Rakam: 24179- Sözler Mecmuası, s. 710- İnşirah, 7-811- Müslim, Müsafirin 25312- Tur, 56

Metin UÇAR 01 Ağustos
Konu resmiRisale-i Nur’un Mâhiyeti
Risale-i Nur

Üstad Bediüzzaman, Risâle-i Nur’u Batı medeniyetininİslâm âlemindeki menfi tesirlerini kırmak, dine hücum eden dinsizleri susturmak, Müslümanların Kur’an ve sünnete bağlılığını tazelemek,dinî hayatı yeniden canlandırmak için telif etti. 24 yılda telif edilen ve yüz otuz parçadan oluşan bu risalelerin tamamına‘Risale-i Nur Külliyatı’ adını verdi. 20. yüzyılda materyalist Batı zihniyeti bir veba gibi yaygınlaşarak İslâm dünyasında dini, siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda çok büyük tahribatlar meydana getirmişti. Bunun neticesinde Müslümanların kendi dinlerine olan bağlılıklarında gevşemeler, şüpheler ve ihtilaflar ortaya çıkmıştı. Halk, Kur’an ve sünnetten uzaklaşmış, ahlâk bozulmuş, küfür yaygınlaşmıştı. İmanlar zayıflamış, birlik dağılmış ve Müslümanlık şuuru hayli zedelenmişti. Bediüzzaman Hazretleri, bütün bu dertlerin asıl kaynağının “iman zayıflığı” olduğunu, imanı güçlendirmedikçe de hiç­bir yere varılamayacağını ka­ti olarak teşhis etmişti. Bu yüz­den bü­tün hayatını imanın tak­vi­ye­si­ne ve imansızlık hastalığının tedavisine vakfetmiş, eserlerini hep bu maksada hizmet için yazmıştır. Üstad Bediüzzaman, Risâle-i Nur’u Batı medeniyetinin İslâm âlemindeki menfi tesirlerini kırmak, dine hücum eden dinsizleri susturmak, Müslüman­ların Kur’an ve sünnete bağlılığını tazelemek, dinî hayatı yeniden canlandırmak için telif etti. 24 yılda telif edilen ve yüz otuz parçadan oluşan bu risalelerin tamamına ‘Risale-i Nur Külliyatı’1 adını verdi. Be­di­üz­zaman’ın “Netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım” dediği Risale-i Nur’un temel hususiyetlerinden bir kısmı şöyledir. Risale-i Nur, Kur’an’ın Manevi Bir Tefsiridir Risale-i Nur, bir Kur’an tefsiridir, fakat tefsirlerin çoğunlukla yaptığı gibi ayetleri cümle cümle, kelime kelime tefsir etmez; onun yerine bu asır insanlarının çok daha fazla ve aciliyetle muhtaç oldukları Kur’an hakikatlerini izah ve ispat eder. Üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur’un Kur’an tefsirleri içindeki yerini şöyle açıklar: “Tefsir iki kısımdır: Birisi, malum tefsirlerdir ki, Kur’an’ın iba­resini ve kelime ve cümleleri­nin manalarını beyan ve izah ve ispat ederler. İkinci kısım tef­sir ise, Kur’an’ın imanî olan ha­ki­katlerini kuvvetli hüccetlerle (delillerle) beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zahir malûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel (özet) bir tarzda derç ediyorlar (alıyorlar). Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid filozofları susturan bir manevi tefsirdir.”2 Buradan anlaşılıyor ki Risale-i Nur, bu zaman toplumun imani ve itikadi açıdan sarsıldığı bir zaman olması dolayısıyla Kur’an’ın en temel esasları olan iman hakikatlerini, yine Kur’an ayetlerinin manalarına dayanarak izah ve ispat etmeye ağırlık vermiş manevi bir tefsirdir. Bu noktada bir numune olarak Üstad, ahiret inancını kuvvetli delillerle ispat eden “Haşir Risalesi” hakkında şunu söyler: “Sözler’deki hakâik ve kemalât benim değil, Kur’an’ındır ve Kur’an’dan tereşşuh etmiştir (süzül­müştür). Hatta Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’aniye’ den süzülmüş bazı katarâttır (damlalardır). Sâir risaleler dahi umu­­men öyledir.”3 Risale-i Nur, Bir İlhamdır İlham, Allah tarafından kalbe ge­len mana demektir. Allah Teâlâ’nın kullarına ilhamda bulun­duğu Kur’an ve sünnetle sa­bit bir hakikattir. Kur’an’da in­sanlara ilhamda bulunulduğu şu ayetle bildiriliyor: “Sonra da ona (o kişiye) günahını ve takva­sını (neyin isyan, neyin itaat olduğunu bildirerek) ilham edene (yemin olsun)!”4 Yine Buhari ve Müslim’de geçen bir hadiste, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz sizden önceki ümmetlerde ilhama mazhar kimseler vardı. Eğer benim ümmetimde de ilhama mazhar bir kişi varsa, şüphesiz o Ömer’dir.”5 İslâm Tarihi boyunca, Hazret-i Mevlânâ, Abdülkadir-i Geylani, İmam-ı Rabbani gibi pek çok büyük zatlar ilham eseri olan kitaplar kaleme almışlardır. On­lardan birisi de şüphesiz Bedi­üzzaman Said Nursi Hazretleridir. Hazret-i Üstad, risalelerin kalbine doğan ilhamlarla yazıldığını eserlerinde pek çok defa dile getirmiştir. Günümüzde en basit yazıların bile uzun bir süreçte ve birçok kitaptan istifade edilerek yazıldığını görüyoruz. Fakat Bediüzzaman Hazretleri risaleleri baş­ka kitaplardan araştırma yap­­ma­dan, sadece Kur’an’dan is­ti­fa­de ederek telif etmiştir. Üs­te­­lik bu yüksek ve ilmî derinliği olan hakikatleri ifade eden cüm­leleri düşünmeye vakit olma­yacak derecede süratli bir şekilde yazdırıyordu. Öyle ki, yazıda çok maharetli ve son derece hızlı olan kâtipler bile üstadın hızına yetişmekte zorlanıyorlardı. Tüm bu yaşananlara talebeleri de büyük bir hayranlık ve muhabbetle şehadet ediyordu. Üstad çok defalar, yazdırdığı risaleleri eline alıp okuduğunda kendisi de hayranlık ve takdirlerini, “Maşaaallah, Ba­re­kallah! Ne kadar güzel olmuş.” cümleleriyle ifade ederdi. Hazret-i Üstad’ın telif esnasındaki hayret verici hallerinden biri de risaleleri, rahat ve huzurlu anlarından ziyade, hasta ve sıkıntılı hallerde telif etmiş olmasıdır. Bu gerçekten hayret verici bir vaziyettir. Mesela şöyle der: “En mühim sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en süratli bir tarzda yazılması; doğrudan doğruya bir inayet-i ilâhiye ve bir ikram-ı Rabbânî ve bir keramet-i Kur‘ aniye olmazsa nedir?”6 Bu hakikate risalelerin telifi esnasında yanında bulunan talebeleri şöyle şehadet ediyorlar: “Evet, biz müsveddeyi yazıyorduk, Üstadımız da söylüyordu. Yanında hiç kitap yoktu; hiç müracaat da etmiyordu. Birdenbire gayet süratli söylüyordu, biz de yazıyorduk. İki üç saatte, otuz kırk, daha fazla sa­hife ya­­zı­­yor­­duk.” (İmzalar) Daimî hiz­­­met­kârı: Abdullah Çavuş; hiz­­­met­kârı ve müsvedde kâtibi: (Sıd­dık) Süleyman Sa­mi; müsvedde kâtibi ve ahiret kardeşi: Hâfız Hâlid, müsved­de ve tebyiz kâtibi: (Şamlı) Hâfız Tevfik”7 İşte onun bu hâlleri, yazdığı eserlerin kendi fikrî mahsulü olmadığını, bilakis kalbine gelen ilham ve sünûhatlarla yazdığını göstermektedir. Üstadın bu meseleye dair ifadelerinden bazıları şöyledir: “Risaletü’n-Nur sair te’lifat gibi ulûm ve fünundan ve baş­­ka ki­­­tap­­lar­dan alınmamış. Kur’an’ dan baş­ka mehazı yok, Kur’an’ dan baş­ka üstadı yok, Kur’an’ dan baş­ka mercii yoktur. Te­li­fi ol­du­ğu vakit hiçbir ki­tap, mü­el­li­fi­nin yanında bulun­mu­­yor­du. Doğrudan doğruya Kur’an’ ın feyzinden mülhemdir (ilham olunmuştur).”8 “Sesim yetişse, bütün küre-i ar­za bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler; fakat benim değildirler; Kur’an-ı Ke­rîm’in hakaikinden (hakikatlerinden) telemmû etmiş şualardır (parlamış ışıklardır).”9 Risale-i Nur, Müceddiddir Müceddid, yenileyen demektir. Resul-ü Ekrem Efendimiz (sav), Allah tarafından her asırda, İslâm dinine mühim hizmetlerde bulunacak, müceddid vasfını taşıyan bir âlimin gönderileceğini şu hadis-i şerifiyle müjdelemiştir: “Muhakkak ki Allah, her yüz sene başında bu ümmet için (dini yenileyecek) bir müced­did gönderir.”10 Bu hadis, Ebû Dâvud, Beyhaki, Hâkim, Ta­be­râni, İbn-i Adiyy ve Hatîb-i Bağdâdî tarafından sahih senedlerle rivayet edilmiştir. Hadis âlimleri bu hadisin sahihliğinde ittifak etmişlerdir. Hadiste “ümmet” tabirinden, müceddidin yapacağı faaliyetin, bütün ümmete veya büyük kısmına yönelik bir faaliyet olması gerektiği anlaşılır. Cüz’i, hususî faaliyetler o şahsın müceddidliğine delil olmaz. Müceddidin yaptığı faaliyete tecdid, yani yenileme denir. Bu­ra­daki yenilemekten maksat, dine yeni şeyler katmak de­ğil, zamanın getirdiği dinî prob­lemlere Kur’an ve sünnetten yeni devalar sunarak Müslü­manlar arasında yeniden bir canlanma meydana getirmektir. Bu cihetle Üstad Bediüzzaman Hazretleri bizzat müceddid olduğu gibi, yazmış olduğu risaleler de müceddid sayılır. Fakat o, bu asrın şahıs değil cemaat zamanı olduğunu söyleyerek daha çok Risale-i Nur Talebelerinin manevi şahsiyetini müceddid olarak göstermek taraftarıdır. Buna işaretle şöyle der: “Rivayet-i hadîsiyedeki, tecdid-i din hakkında olan ziyade ehem­miyet ise, imanî hakaikteki tecdid (iman hakikatlerindeki ye­ni­le­me) itibariyledir. (…) Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, bu asırda Risaletü’n-Nur’un hakiki şâkirdlerinin şahs-ı manevisine, hakaik-i imaniyeyi muhafazada tecdid (mü­­ced­­­didlik) vazifesini yaptır­mıştır. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihane neşriyatıyla gayet dehşetli ve kuvvetli zındıkanın (dinsizlik) ve dalalet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığına kırk bin adam şehadet eder.”11 Görüldüğü gibi Hazret-i Üstad, bu ifadelerinde Risale-i Nur’un müceddidliğine delil olarak imanı muhafaza noktasında yaptığı hizmeti, dinsizlerin dine yaptıkları hücumları defetmede gösterdiği başarıyı ve yüz binlerce insanın imanlarını kurtarmasını göstermektedir. Zaten onun müceddidliğinin en büyük delili de budur: Kur’ân ve iman hakikatlerini misli görülmemiş bir surette, Kur’anî bir metotla ispat ederek ders veren yüz otuz risale ve milyonlarca insanın imanlarını kurtaran bir iman hizmeti… Üstad, Risale-i Nur’un gördüğü bu tecdid vazifesinin yalnız yazıldığı asırla sınırlı olmadığını, sonraki asırları da aydınlatacak bir mahiyette olduğunu ifadeyle şöyle der: “Lillahilhamd Risaletü’n-Nur, bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir (aydınlatabilir) bir mûcize-i Kur’âniye (Kur’ân’dan ilhâmen yazılmış manevî bir mucize) olduğunu çok tecrübeler ve vakıalar ile körlere de göstermiş.”12 Risale-i Nur, Kelam İlminde Bir Yeniliktir İman üzerinde duran ve imanî meseleleri aklî ve naklî delillerle ispat eden ilim dalına, “kelam” denir. Risale-i Nur Külliyatının ana konusunu iman hakikatlerinin izah ve ispatları oluşturur. Allah’ın varlığı ve birliği, ahiret hayatının katiyen geleceği, Kur’an’ın Allah kelâmı olduğu ve Hazret-i Muhammed (sav)’in hak peygamber olduğu gibi pek çok iman esaslarını akılda hiçbir şüphe bırakmayacak ve en inatçı dinsizleri dahi susturacak bir kuvvette ispat eder. Bu cihetle Risale-i Nur bir iman, akaid ve kelam dersidir. Risale-i Nur kelam sahasında, yepyeni izah ve ispatlarla ve yeni metotlarla ortaya çıkarak dinsizliğe galib geldiğinden, kelam ilminde bir tecdid, bir yeniliktir. Kelam ilmi bugüne kadar imanın daha çok aklî delilleri üzerinde dururken, Risale-i Nur, akıl ve kalbi, hatta ruhtaki diğer manevi latifeleri birlikte tatmin edip doyuran Kur’anî bir yolda gitmiştir. Birkaç asırdır dinsizlik ve dalalet cereyanları ile tabiatçı, maddeci ve inkârcı felsefî akımlar kuvvet bularak imana karşı sistemli ve toplu halde saldırıya geçmişlerdi. Bunun neticesi olarak Allah Teâlâ açıkça inkâr edilmeye, ahiret hayatı reddedilmeye başlanmıştı. İslâm’ın, Kur’ân’ın ve Hazret-i Resulullah (sav)’in aleyhinde bin sene­den beri biriktirilen pek çok iftira ve şüpheler kısa bir zaman dilimi içerisinde ortalığa saçılmıştı. İşte bu vahim durum sebebiyle Üstad Bediüzzaman, Kur’ân’ dan aldığı ilhamlarla, iman hakikatlerinin kuvvetli delillerle ispatına ve şüphelerin iptaline çalışmış, imana karşı gelen küfür ve dalalet fikirlerini çürütmek için yoğun bir faaliyet içine girmiştir. Onun bu mücadelesi, Allah’ın lütfu ile imanın küfre karşı büyük bir zafer kazanmasıyla neticelenmiştir. Tabiat Risalesi, Âyetü’l-Kübrâ Risalesi, Haşir Risalesi, Pencereler Risalesi gibi pek çok risaleler, imanın küfür karşısında kazandığı zaferin açık numuneleridir. İnsanların gafletten kurtulup her an Allah’ın huzurunda olduğunu fark edip nefislerini terbiye ile kemale ulaşmaları iki yol ile olur. Birincisi tarikat yoluna girerek çokça zikir ve ibadetle meşgul olmak ve “nefis mücadelesi” olarak tanımlanan yoldur. Burada akıldan ziyade kalp etkindir. Diğeri ise, tarikata girmeden Kur’an ve sünnet ilimleri ile doğrudan doğruya hakikate ulaşmaktır. Burada ise akıl ve kalbin imtizacıyla ortak bir hareket söz konusudur. İnsanın kemale ermesi ve nefsini terbiye etmesi açısından Risale-i Nur, insanı Allah’a ulaştıran bir hakikat yoludur. Hazret-i Üstad, risalelerin bu hususiyetine pek çok yerde temas eder: “Zahirden hakikate geçmek iki suretledir: Biri: Tarikat berzahına girip, seyr ü sülûk ile kat’-ı meratib ederek (mertebeler geçerek) hakikate geçmektir. İkinci Suret: Doğrudan doğru­ya, tarikat berzahına uğramadan, lütf-u ilâhî ile hakikate geç­mektir ki, Sahabeye ve Tâ­biîne has ve yüksek ve kısa tarîk şudur. Demek hakaik-i Kur’âniye’den tereşşuh eden (süzülen) Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, o hâssaya (hususiyete) malik olabilirler ve maliktirler.”13 Risale-i Nur, Dinin Pek Çok Tılsımını Keşfetmiştir Risale-i Nur külliyatının mümtaz vasıflarından biri de İslâm dininin günümüze kadar kapalı kalmış, tam olarak izahı yapılmamış bazı tılsımlarını keş­fetmiş olmasıdır. Örnek ola­rak, kader ile insan iradesinin neden çelişmediğinin izahı, öl­dükten sonra dirilmenin akıl yoluyla ispatı ve Allah Teâlâ’nın her şeye her şeyden daha yakın olduğu halde, her şeyin ondan nihayetsiz uzak olmasının sırrı sayılabilir. Daha önce kapalı kalmış ve yüksek makamlarda tartışılmış olan bu meselelerin asrımızda ikna edici bir tarzda izah edilip neticelenmesinin büyük bir önemi vardır. Çünkü önceki asırlarda hem bu mevzular bir şüphe oluşturacak tarzda halk içinde yaygın değildi hem de toplumdaki iman kuvvetli olup umumiyet arz ediyordu. Bu tarz kapalı mevzuların izahları bilinmese de insanlarda bir şüphe oluşmuyordu; onlar, teslimiyet gösteriyorlardı. Fakat zamanımızda birçok sosyolojik olayın tesiriyle toplumda imanî teslimiyet maalesef zayıflamıştır. Bunu fırsat bilen dinsizler de ortaya attıkları şüphelerle, zaten teslimiyet duygusu kırılmış olan halkın imanını sarsmaya çalışmışlardır. Risale-i Nur, bunlar gibi yüzden fazla din tılsımını keşfederek ehl-i imanın eline gayet kuvvetli deliller vermiş, onları bu büyük tehlikeden kurtarmıştır. Kaynakça: 1- “Bu risalelerin heyet-i mecmuasına “Risale-i Nur” ismini verdim. Hakikaten Kur’ân’ın nuruna istinad edildiği için, bu isim vicdanımdan doğmuş. Bunun ilham-ı ilâhî olduğuna bütün imanımla kaniim.” (Osmanlıca Şuâlar, s. 531)2- Osmanlıca Şuâlar, s. 4843- Osmanlıca Mektubat, s. 2494- Şems Sûresi, 8. âyet5- Buhârî, Fedâilu’s-Sahâbe, 6; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 236- Osmanlıca Mektubat, s. 2547- Osmanlıca Zülfikar, s. 3208- Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 799- Osmanlıca Mektubat, s. 25010- Ebu Dâvud, Kitapu’l-Melâhim, 429111- Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 19212- Osmanlıca Kastamonu Lâhikası, s. 413- Osmanlıca Mektubat, s. 235

Cemal ERŞEN 01 Ağustos
Konu resmiRisale-i Nur Eşsiz ve Ferid Bir Eserdir
Risale-i Nur

Risale-i nur, 19. ve 20. Yüzyılda ıslah ve davet alanında telif edilen eserler arasında İslam âleminin gördüğü en eşsiz ve ferid bir eserdir. Öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız? Benim adım Muhammed Es-sebti. 1987 yılında Tunus’ta dün­yaya geldim. Zeytune Üniversitesi İslami İlimler bölümünde doktora yaptım. Aynı zamanda sosyoloji bölümünde yüksek lisans çalışmam devam etmektedir. Şu an tez aşamasındayım. Tez çalışmam ise, Risale-i Nur hakkındadır. Türkiye’ye hicret eden Arap nur talebelerinin dini hayatlarında yaşadıkları değişiklikleri konu alan sosyolojik bir tez konusu seçtim. Son aşamalarındayım. Duanızı bekliyorum. Risale-i Nur ile olan yolculuğunuz ne zaman başladı? Risale-i Nur ile tanışmam bundan 20 yıl öncesine dayanmaktadır. Said Nursi ismi ilk defa tasavvuf ile alakalı bir kitapta çıkmıştı karşıma. Üstadın Türkiye’de zorlu yıllarda yaptığı hizmetlerinden ve Risale-i Nur’un “ihya-yı iman” hususunda ortaya koyduğu fikirlerden bahsediyordu. Bu benim için bir başlangıçtı. İnternet vasıtasıyla bazı makalelere ve yazılara ulaşmaya çalışıyordum. 5 yıl sonra elime risalelerden bazı nüshalar geçti ve çok sevinmiştim. Çünkü ilk defa müellifin kendisiyle yani müellefatıyla muhatap olacaktım. Şimdiye kadar onun ve eserleri hakkında yazılan şerhleri ve makaleleri okumuştum. O zaman için Üstad ile olan ilk muhataplığım, şimdiye kadar ondan ve eserlerinden istifade etmeyi netice verdi elhamdülillah. Risale-i Nur’dan istifadeniz ışığında Risale-i Nurları nasıl buldunuz? Arapça’ya önceden yapılmış tercümeler ile Risale-i Nur’ları okudum elhamdülillah. Şimdi ise Hayrat Vakfı’nın tercümesinden hazır olan kitapları okuyorum. Ümidim en kısa zamanda bütün tercümelerin tamamlanmasıdır. Allah’tan dileğim şudur ki, Türkçeyi öğrenip bu hakikatleri aslından okuyup istifade etmektir. Risale-i Nur, 19. ve 20. yüzyılda ıslah ve davet alanında telif edilen eserler arasında, İslam aleminin gördüğü en eşsiz ve ferid bir eserdir. Risalelerde maddi, akli ve İslami delil ve burhanların İslam davasına hiz­­met için ihsan edildiğini ve or­­taya konulan eserlerin iman hakikatlerini müdafaa ettiğini gö­rüyoruz. Çünkü risalelerde Kur’an ve Hadis konuları olduğu gibi, kelam, fıkıh, tasavvuf ve toplum inşası meseleleri de vardır. Bunlarla beraber mantık ve felsefe de belirli ölçülerle işlenmiştir. Fakat benim nazarımda Risale-i Nurlar bu ilimlerden sadece biri değildir. Belki İslamiyet’in ilmî zenginliğini ziyadeleştirecek ve birçok ilmi ihtiva eden yeni bir hitap tarzıdır. İslam tarihi boyunca Kitap ve Sünnetten istinbat edilen ilimler, dinin erkanını içine alan üç ana esasa ayrılmıştır. Birincisi; Akaid ve kelam ilmini ihtiva eden imandır. İkincisi; Fıkıh ve şeriat alanlarını içeren İslam’dır. Üçüncüsü ise; tasavvuf ve tezkiye alanına şamil ihsandır. Risale-i Nur bu üç esası yeni bir üslup ile ele aldığı gibi içinde ve meşrebinde dördüncü bir esası daha görüyoruz. O ise; toplumsal ve ıslah boyutları. Burada Yemenli alim El-habib Ebubekir’in bu dördüncü rükün ile alakalı görüşünü nazarlarınıza arz etmek istiyorum. El-habib, meşhur Cibril hadisinden istinbad ile “Değişim ve Eşrat-ı Saat İctihadı” fikrini ortaya koymuştur. Hz. Cibril (as), Efendimiz’e (asm) iman, İslam ve ihsan suallerini sorduktan sonra kıyametin alametleri ile alakalı suallere geçerek dördüncü rükün olan imar ve ıslah boyutunu ortaya koymaktadır. Gerçekten ben Risale-i Nur’u dördüncü rüknü en iyi ifade eden ve ilk üç rüknü ise tamamlar olarak görüyorum. Üstad Bediüzzaman’ın başarılı olduğu bir diğer husus ise, birçok ıslah hareketlerinin hilafına olarak, iman merkezli bir hareket tarzı ortaya koymasıdır. Bediüzzaman Haz­ret­le­ri’nin imani meseleleri ele alış tarzı ve üslubunu nasıl buluyorsunuz? Şüphesiz Risale-i Nur’un uslü­bu genel itibariyle özgün ve ori­jinal bir tarzdır. Muhatap tabakalarının her birini düşünerek mütenevvi bir üslup ortaya koyulmuş. Mesela küçük sözlerde avam nasın istifade edebileceği basitleştirilmiş bir tarz görüyoruz. Bazı risalelerde ise bazı Kur’ân ayetlerinin tefsirinde fenni ilimlerle iştiğal eden insanların anlayabileceği daha derin bir üslub görmekteyiz. Bazı risalelerde ise, şer’i ilimlerde mütehassıs olanların anlayabileceği bir üslub ile karşılaşıyoruz. Herhalde burada fazilet Üstad’a dönmektedir. Çünkü o, kelam ilmi meselelerini tasavvufi meseleler ile mezcedip iman davasına hizmet edecek bir tarza dönüştürmüştür. Aynı zamanda Üstadın mahke­me müdafaaları ve lahika mektuplarında toplumsal ıslah bo­yu­tunu çok net bir şekilde gör­mek­teyiz. İlk üç rükün olan İman, İslam ve İhsanı diğer risalelerinde mükemmel bir şekilde ortaya koyduktan sonra toplumun manevi inşası için bu müdafaa ve lahika mektupları ile dördüncü rüknü ortaya koymaktadır. Bu durum, Risale-i Nur’u, toplumu iman merkezli inşa hareketi haline getirmiştir. İmam Nursi’nin hayatından si­zi etkileyen kesitler var mıdır? Üstad Bediüzzaman’ın hayatı­nın birçok yeri etkileyicidir. Sağ­lam kişiliğinin özellikleri, dün­ya savaşında gönüllü olarak katıl­masından ve esarette Rus liderinin önünde ayağa kalkma­yı reddetmesinden, Bolşevik devrimi sırasında Astana’ya gelişine kadar olan yolculuğundan bahsetsek ciddi fikir verecektir. Bu kesitler, kendisine iman hizmetlerinde engel teşkil eden devlet adamlarının karşısında durabilen, sürgün ve hapishaneler içinden İslami bir hareketin oluşmasını becerebilen karizmatik bir kişiliğin habercisiydi. Ancak Üstad Nursi’de dikkati­mi çeken en belirgin husus şudur: Bütün kışkırtmalara rağmen sakin bir söylemi muha­faza etmesi ve şiddete ya da kışkırtmaya sürüklenmemesi… bu gerçekten çok etkileyici… Risale-i Nur hizmetini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bence Risale-i Nur hizmetini beş noktada özetleyebiliriz. Bun­la­rın ilk ikisi, ilhad ve deist fikir­lere giden yolu tıkamak için, iman erkanlarının Müs­lü­­­­man­­­ların ruh ve kalplerinde yer­­­leş­­tirilmesi ve İslam’ın öğ­re­­ti­­­lerinin uygulanması ile batı me­­de­­ni­yetinin cereyanına karşı durmaktır. Diğer üç nokta, üstadın üç bü­yük düşmanımız olarak isim­len­dir­diği cehalet, fakirlik ve ihti­laf olduğu söylenebilir. Bun­­lara mukabil marifet, teavün ve maddi terakki, ittihad hu­­sus­la­rını toplumda yaymak ve yerleştirmektir. Bu şekilde top­lumda hem manevi inşâ hem de maddi inşa tamamlanmış oluyor. Risale-i Nurların dün­ya­­da ve özellikle Arap dünyasında neş­redil­me­si­­ni ehemmiyetli bu­lu­yor musunuz? Şüphesiz Risale-i Nur, materyalist ve ateist akımlarla mücadeledeki rolüyle ve toplumu etkileme kapasitesi ve kalkınma çarkını hareket ettirmeye de katkı sağlayacak kurumsal stratejik boyutuyla toplumsal eylem yeteneğine sahiptir. Evet, Arap dünyasının Risale-i Nur gibi yeni bir söyleme ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Dahası, Arap ülkelerinin kül­türel özellikleri ve manevi ihtiyaçları dikkate alındığında, Ri­sa­le-i Nur’a ekmek ve suya olan ihtiyaç gibi bir ihtiyaç olduğunu görüyorum. Kendi branşınız çerçevesinde baktığınızda, Risale-i Nurlardan nasıl is­ti­fade ediyorsunuz? Uzmanlık alanım Sosyoloji ve Siyaset Bilimi. Risale-i Nur hiz­metinin, siyasete girmeden toplumsal bir ıslah hareketi olarak çalışması dikkatimi çekiyor. Nur talebeleri iman dersleri ve topluma dokunan sivil toplum kurumları aracılığıyla kültürel bir değişim üzerinde çalışmaktadır. Bu tarz bir ıslah modelini toplumsal İslam hareketi olarak isimlendirdim. Bu model Arap dünyasında meşhur ve çokca bilinen siyasal islam modelinden çok daha başarılı ve istikametlidir. Bundan dolayı, Hayrât Vakfı Risale-i Nur tecrübesini, toplumsal İslam’ın ideal bir modeli olarak sosyolojik açıdan ele alıyorum. Aynı zamanda İmam Nursi’nin mahkeme müdafaalarını ve lahika mektuplarını siyaset bilimi alanıyla inceliyorum. Hilafetin çöküşü ve modern ulus-devletlerin oluşumu sonrasında nasıl bir üslup ile İslam’a hizmet edilmesi gerektiğini anlamaya çalışıyorum. Tez çalışması ve etkileri hakkında bilgi verebilir misiniz? Evet bunu medar-ı iftihar olarak görüyorum. Risale-i Nur hakkında Sosyoloji alanında yüksek lisans tez yazma şerefine nâil oldum. Ayrıca Risale-i Nur araştırmaları akademik dergisinde iki makalem yayımlandı. Tez çalışmamda Risale-i Nurların mühacir Arap toplumuna etkisini ele aldım. Bu kapsamda Risale-i Nur’dan istifade eden birçok Arap alimleriyle oturdum. İstifadelerin ga­­yet iyi olduğunu farkettim. Bunların emsali çoğalırsa Risa­le­lerin Arap dünyasına sevk edil­mesi de kolaylaşır. Bizler de bu çerçe­vede elimizden geleni akademik olarak yapmaya hazırız. Tunus’ta etrafımda olan genç akademisyen arkadaşlara bu hakikatleri anlatmaya çalışıyorum. Akademik camianın bu hakikatleri anlayıp kabul etmeleri çok önemli bir durumdur. Gördüğüm kadarıyla Hayrat Vakfı bünyesinde çıkarılan bu akademik tahkimli dergi de bu yönde büyük bir hizmet vermektedir. Risale-i Nur talebeleri­ne bir mesajınız veya iletmek istediğiniz bir şey var mı? Arap dünyasından kardeşlerime Risale-i Nur’u okumalarını ve özellikle okumaya Tarih­çe-i Hayat ve Lahikalar adlı eser­den başlamalarını tavsiye ediyorum. Sonra Sözler, Mektubat, Lemalar ve Şualar gibi eserleri okuyup mütalaa etmeliler. Unutmamamız gerekir ki, Arap dünyası vaizler ve âlimler noktasında çok zengindir. Benim gördüğüm Arap dünyası dini hitap meselesinde sıkıntı yaşıyor. Bu durum Risale-i Nurun hizmet olarak intişar etmesi için önemli bir ihtiyacı ortaya koyuyor. Bu kıymetli eserleri bütün dünyaya yaymak için elimizden geleni yapmamız gerekiyor. Cenab-ı Allah Risale-i Nur’dan istifade etmeyi ve neşredebilmeyi bizlere nasip eylesin.

Rıdvan ABUD 01 Ağustos
Konu resmiHüsrev Efendi Ebedi Âleme Göç Etti (20 Ağustos 1977)
Risale-i Nur

Isparta’nın Âl-i Beyte mensub asilzâde kahramanlarından Ahmed Hüsrev Efendi Hazretleri, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile görüşüp tanışmasının ardından, küçüklüğünden beri zühd, takva ve sünnet-i seniyye üzere sürdürdüğü hayatını artık büsbütün Kur’ân’ın hizmetine vakfetmiş, dünyevî iş ve meşgalelerini terk ederek Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin en büyük yardımcısı ve yaveri olmuştur. Bediüzzaman Hazretleriyle beraber geçen otuz yıl boyunca, imana hizmet ve küfre karşı cihad-ı manevî hizmetinde Ah­med Hüsrev Efendi, dava ar­ka­daş­­ları olan Nur Talebeleriyle bir­­likte rızâ-yı İlâhî yolunda bü­­yük hizmetlere vesile olmuştur. Hüsrev Efendi, Üstadının tabiriyle elmas bir kılıç gibi olan kalemi ve gayet şirin hattıyla Risalelerin en muntazam, en mükemmel, en sıhhatli ve tevafuklu binler nüshalarını yazıp bir matbaa gibi çoğaltarak Risale-i Nur’un Anadolu’da kökleşmesinde en büyük hisse ve şerefe mazhar olmuştur. Üs­tad Bediüzzaman Hazretleri ile Hüsrev Efendinin hizmet ha­yat­ları tam bir uyum içinde olmuş ve birbirini tamamlamıştır. Şöyle ki: Hz. Üstad, Risale-i Nurları te’lif etmiş, Hüsrev Efendi ise el yazısıyla çoğaltarak bütün Türkiye’ye neşretmiştir. Bediüzzaman Hazretleri Kur’ ân-ı Kerîm’deki tevafuk hari­ka­sını keşfetmiş, Hüsrev Efen­di ise onu bizzat yazma şere­fine nail olmuştur. Hz. Üstad yapılacak hizmetleri göstermiş, Hüsrev Efendi de hizmeti önce kendisi yapmış sonra da Üstad namına umum Nur Talebelerine tebliğ etmiştir. Hz. Üstad başka şehirlere sürgün olarak gitse de telif ettiği eserleri ve mektupları daima Hüsrev Efendi’ye göndermiş, Hüsrev Efendi de üstadının tensibiyle külliyata dâhil etmiş ve her tarafa ulaştırmıştır. Hz. Üstad tarassut ve baskılarla engellenmek istenirken, Hüsrev Efendi onun namına talebeler arasındaki haberleşmeyi ve koor­dineyi sağlayarak Nur’un neş­riyatını sevk ve idare etmiştir. Hz. Üstad hastalanmış, Hüsrev Efendi o hastalığı kendi üzerine almıştır. Karşılıklı muhabbet ve fedakârlıkta hayatlarını birbirlerine feda etmek derecesine gelmişlerdir. Küfre karşı imana hizmet yolunda öyle büyük bir muhabbet, şevk ve gayretle ittifak etmişlerdir ki âdeta “iki beden bir ruh” manasına mazhar olmuşlardır. “Risale-i Nur’un kahramanı Hüs­­rev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak sa­­mimi ve ciddi istiyor. Ben de derim: Telif zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne dere­ce ziyade ve neşre faydalı ise, hayatın dahi hizmet-i Nuriyede benim bu azaplı hayatımdan o derece faydalıdır. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.”1 Diğer taraftan ömrü boyunca Bediüzzaman Hazretleri’ni hapisler, zehirlemeler, sürgün­ler ve suikastlarla engellemeye çalışan din düşmanları, onun vefatından sonra Hüsrev Efendi’yi hedefe koyarak taarruza başlamışlardır. Bediüzzaman Haz­ret­­­­leri’nin kendisinden sonra hiz­­­­metin başında bıraktığı, Ri­sa­­lelerde en çok ismi geçen ve hiz­metleriyle en çok temayüz eden Hüsrev Efendi, bir plan dâhilinde yalnız bırakılmaya çalışılmış, birçok kişi de bilerek ya da bilmeyerek buna alet edilmiştir. Bütün bu oyunları daha evvel fark eden Üstad Bediüzzaman Hazretleri defalarca şu minvalde ikazlarda bulunmuştur: “Gizli düşmanlarımız iki plânı takip ediyorlar: Biri, beni ihanetlerle çürütmek; ikincisi, ma beynimize bir soğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkit ve itiraz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size ilân ederim ki; Hüsrev’in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyanettir…”2 Evet, Risale-i Nur’un hizmet tarihini Hüsrev Efendi olmadan anlamak mümkün olmadığı gibi, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ni de “Benim yerimde ve Nur’un şahs-ı manevisinin çok ehemmiyetli bir mümessili” dediği Hüsrev Efendi olmadan gereği gibi tanımak mümkün değildir. Nur’un büyük erkânlarından Hulusi Bey, Hüsrev Efendi’yi, “Risale-i Nur’un kahraman bay­­raktarı”3 diye vasıflandır­mış­tır. Hz. Üstadın son devir hizmet­kârlarından Zübeyir Gün­düz­alp ise, Hüsrev Efen­di’ye hitaben yazdığı mektubunda; “Nur camiasının başında daha çok uzun seneler bulunmanızı, bu mukaddes hizmette ebediyen muvaffak ve payidar olmanızı niyaz ederim.”4 şeklinde hür­metkâr ifadelerde bulunmuş onun vazifesinin önemine işaret etmiştir. “Üstad Bediüzzaman’la iki beden bir ruh” derecesindeki manevî benzeyiş ve yakınlığı ve fevkalade dirayet ve iktidarından dolayıdır ki Hz. Üstad tarafından, kendisinden sonra yerine geçecek bir “hayru’l-halef” olarak tayin edilmiş ve Risale-i Nur Hizmeti onun inayet altındaki idaresine emanet edilmiştir. Risale-i Nur hizmet tarihi açısından çok büyük ehemmiyeti olan bu hakikatin birçok yazılı ve sözlü delilleri kitaba alınmış durumdadır. Yalnızca bir numunesi, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözleridir: “Hüsrev gibi bir Nur kahrama­nından, benim yerimde ve Nur’un şahs-ı manevisinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasından hiçbir cihetle gücenmemek elzemdir.”5 Bir Hatıra Emirdağlı bir kısım Nur Talebeleriyle birlikte Bediüzzaman Hazretleri 23 Ocak 1948’de Afyon Hapishanesi’ne getirildi. Diğer talebeler ise üç hafta sonra birer ikişer hapishaneye alınmaya başlandı. Hüsrev Efendi bu ilk kafilenin ardından, 17 Şubat 1948 tarihinde birkaç Nur Talebesiyle birlikte Isparta’dan alındı ve Afyon Hapishanesine getirildi. Hapishanede azılı katillerin bulunduğu bir koğuşa konulan Hüsrev Efendi, kendisine ve daha sonra Bediüzzaman Hazretleri’ne hizmet etmiş olan Isparta Bozanönülü Şaban Akdağ’a, Afyon Hapishanesinde yaşadığı bir hadiseyi şöyle anlatmıştır: “Afyon Hapishanesinde beni elli altmış kişilik canilerin koğuşuna verdiler, burada öldürsünler diye. İçeri girdim, selam verdim selamımı alan olmadı. Üç gün betonun üzerinde yattım. Yemekleri koğuşun bir deliği vardı oradan veriyorlardı. Yoksa dışarı çıkarsalar mutlaka bir cinayet çıkarıyorlarmış.” Üç günden sonra 150 yıl hüküm yemiş koğuşun ağası geldi, sertçe: -Hoca mısın sen? -E işte, namaz kılarım. -Peki, bir sual sorsam bilir misin? -Bildiğim bir şeyse söylerim, de­dim. -Söyle bakalım: “Ben şu kadar adam kestim, şu kadar adam yaktım, şu kadar ırza namusa musallat oldum. Ben cennete mi gideceğim, cehenneme mi?” Ben dedim: -Kardeşim sen şuraya oturursan, ben sana cevap veririm. -Nerelisin sen? -Karadenizliyim. -Peki, Karadeniz’e bir damla su damlatılsa çoğaldığı belli olur mu? -Hayır. -Peki, o denizden bir damla su alınsa eksilir mi? -Yok. -Kardeşim! Eğer sen sıdk ve sadâkatle, bir daha yapmamak niyetiyle tövbe etsen, beş vakit namazını kılsan, Cenâb-ı Hakk’ın öyle rahmet ve umman denizleri var ki senin istemiş olduğun (rahmet) bir damla bile gelmez ona. Ce­nab-ı Hakk’ın affetmediği hiçbir şey yok; Cenab-ı Hak’tan ümit kesmek şirktir. Tövbe edip namazlarını da kılarsan cennetin tam ortasına gidersin inşallah. -Haaa, demek bana cennet var mı hocam? Kalkın, bana cennet olduktan sonra size hayli hayli vardır.” diye herkesi topladı. Hemen bir battaniye geldi, çevirdiler. “Herkes gusül abdesti alsın!” dedi, istersen alma. Herkes guslünü, abdestini aldı. “Hocam, sen hocasın biz cemaatiz.” dedi. Neyse öğleni kıldık, ikindiyi, akşamı, yatsıyı kıldık. Sonra koğuştakilere: “Kalkın, şu yatakların hepsini yığın bakalım şuraya!” dedi. “Ne olacak o yataklar?” dedim. “Hocam sen üç gün o betonun üstünde yattın ya, şimdi üç gün biz betonun üstünde yatalım da sen yatakta yat.” dedi. İman nuru içeri girince nasıl inkişaf ediyor fıtratlar, gördün mü Şaban? Çoğu da mecburen namaz kılıyor ha.Ben bunlar sıkılmasınlar diye “El Fatiha” diyorum, evradları sonra okuyorum. Geldi bir gün, “Hocam bir şeyler mırıldanıyorsun yahu, iyi bir şeylerse biz de edelim.” “Yapabilir misiniz?” dedim. “Yazıver şunu” dediler. Artık okuma yazma bilmeyen kara cahiller bile bir bağırıyor ki “Yâ Cemîlu Yâ Allah, Yâ Karîbü Yâ Allah!” diye koğuşu yıkıyorlar. Müdür duymuş bunları, hemen gardiyana: “Gel, o koğuşta isyan var galiba, bak da gel!” diyor. Bakmışlar kimi yeleğini, kimi çarşafını sermiş namaz kılıyor. Müdür: “Neymiş o?” “Müdürüm o hocanın arkasında namaz kılıyorlar.” demiş. “Yapma yahu, orayı da mı zehirledi bu adam.” demiş. Bak Şaban zehri görüyor musun? Bir tekinin bile hakkından gelemeyenler, namaza başlayınca zehir almış oluyorlar(!) Müdür: -Derhâl o hocayı oradan alın, başka yere verin, diyor. Gardiyan geldi fakat içeri girmesi mümkün değil, zaten korkuyor adam. O delikten bağırdı: -Hocam lütfen buraya gelir misin? -Ne olacak? -Hocayı başka koğuşa alacağız. -Hadi gir bakalım, aç kapıyı, al hocayı! -Hocam hiç korkma, hiç kimse seni alamaz, burası hükümet yeri. Fakat hocam bu hapisten kurtulursam, yayan senin ziyaretine varacağım. -Yok, lüzum yok kardeşim, sen imanını kurtar yeter, dedim.-Bir af çıkmış, bunlar dışarı çıkmışlar. Yayan Isparta’ya kadar geldi. -Hocam, köyüme gitmeden senin yanına geldim. -Kardeşim senin anan baban vardır, niye buraya geldin sen? -Ne diyorsun sen hocam, hapishanede öyle bir sıkıntım vardı ki bir bıçak bulsaydım karnıma saplayıverecektim. Bir ip bulamıyordum ki boynuma geçireyim de bu hayattan kurtulayım. Ne diyorsun hocam, senden gördüm her şeyi. Bazen hoca gönderiyorlardı oraya, sorardık: “Hocam bir soru sorsam bilir misin? “Söyle bakalım.” “İşte ben böyle ettim, şöyle ettim. Ben cennetlik miyim, cehennemlik miyim?” “Senin cennetlik yerin kalmamış.” diyordu. “Allah senden razı olsun hocam.” Bediüzzaman Hazretleri, Hüsrev Efendi’nin Risale-i Nur hizmetindeki mühim vazifelerine herhangi bir halel gelmemesi ve taarruzlara maruz kalmaması için mümkün mertebe onu gizliyor, dikkatlerin ondan uzak olmasını istiyordu. Çünkü Hüsrev Efendi sadece risaleleri çoğaltmıyor ve yalnızca Tevâfuklu Kur’ân’ı yazmıyor; aynı zamanda, memleketin her tarafına bu iman nurlarını neşrediyor ve Risale-i Nur Hizmeti’nin bütün memleket sathında intizamla gelişip devam etmesi için tedbirler alıyordu. Ancak Hz. Üstad onu ne kadar gizlese de hizmetleri sayesinde, neticede ehl-i siyaset onun Nur hizmetindeki mühim rolünü anladı. Onun Bediüzzaman Hazretleri’ne olan yakınlığı ile Risale-i Nur hizmetindeki pek mühim mevkii gayet açık bir şekilde onlar tarafından da bilinmeye başlandı. Hüsrev Efendi’nin Ebedi Âleme Göçü (20 Ağustos 1977) Hüsrev Efendi’nin hastalıkları son zamanlarında iyice arttı. Ziyaretine gelen talebelerine ahirete gideceğine işaret eden ifadelerde bulunuyor, vazifesinin tamamlandığını söylüyor, adeta onlarla vedalaşıyordu. Bir sohbetinde, “Kardeşim! Kabre girsem de benim halim değişmeyecek. Küçücük odamda kırk senedir yaşadım. Halimde bir değişiklik olmayacak!” diye latife tarzında söylemişti. Ağustos 1977’de Hüsrev Efendi Hazretleri, hastalığının ağırlaşmasından dolayı İstanbul Vakıf Gurebâ Hastanesine kaldırıldı. Durumu gittikçe ağırlaştı ve 20 Ağustos 1977 Cumartesi günü ikindi vakti Rabb-i Rahim’ine kavuştu. O da sevgili Üstadı Bediüzzaman Hazretleri gibi mübarek bir Ramazan ayının altıncı gününde ahirete irtihal etmişti. Yine Hz. Üstad gibi Hüsrev Efendi de kendi memleketi Isparta’nın mübarek toprağına, çok sevdiği annesinin bulunduğu kabre defnedilmeyi vasiyet etmişti. Cumartesi akşamı yola çıkarılan mübarek naaşı pazar sabahı Isparta’ya getirildi. Türkiye’nin her yerinden Nur Talebeleri akın akın Isparta’ya geldiler. Evinin bahçesinde teçhiz tekfin işleri yapıldı. Talebeleri mübarek na’şını son bir defa daha görüp dualar ettiler. Cenaze namazı, pazartesi günü Ulu Cami’de kılındı. Daha sonra cenaze, mahşerî bir kalabalığın omuzlarında taşına­rak şehrin yukarı tarafındaki Do­ğancı Kabristanı’nda gözyaş­ları içinde ebediyete uğurlandı. Ispartalı yakın talebelerinden ve cenaze günü Hüsrev Efendi’nin na’şını kabre indiren Yaşar Çelik, o günü şöyle anlatıyor: “Hüsrev Üstadımızın vefatında, uzak yakın Türkiye’nin her tarafından cenazeye iştirak için pek çok kimseler geldiler. Pazartesi günü sabah olduğunda Üstadımızın evinin içi, dışı, bahçesi insanla doluydu. Çok kalabalıktı. Ali Osman Hoca Ulu Cami’de öyle duygulu bir salâ okudu ki kalp ve ruhlar titredi. Ondan sonra Üstadımızı yıkamak üzere üç tane ağabey bulduk. Bunları ben iyi biliyorum. O zamanlar Üstadımızı bunlar çok ziyarete gelirlerdi. Onlar cenazeyi yıkamak üzere hazırlandılar. İnsan boyunu aşan dört tarafı kapalı bir çadır kurduk. Said Nuri Hocamız, Hacı Ahmed kardeşimiz ile bana dediler ki: “Siz ikiniz cenaze yıkanırken içeride hazır bulunun.” Biz ikimiz çadırın içinde nezaretçi olarak hazır bulunduk. Üstadı yıkayan ağabeyler bizden yaşlıydı. Onlar vazifelerini güzelce yaptılar. Üstadı yıkadılar. Allah razı olsun. Bittikten sonra Üstadımızı birlikte kefenledik orada. Umum gelen kardeşlerimiz Üstadımızın yüzünü görmek istediler. Tabii ki hakları var. Üstadımızın sadece yüzü açık kaldı. Herkes sırayla Üstadımızın yüzünü son bir defa daha gördü. Ondan sonra tabuta koyduk ve Ulu Cami’ye götürdük. Öğlen namazından sonra kalabalık bir vaziyette cenaze namazını kıldık. Namazdan sonra eller üzerinde yaya olarak -iki kilometrelik mesafede bulunan- şehrin üst tarafındaki Doğancı Kabristanına doğru hareket ettik. Çok kalabalık vardı. Ben hususan öne geçtim. Kalabalığın önünden yürüdüm. Bilerek yaptım bunu. Kabre daha önce varayım diye. Nitekim onlardan önce kabristana vardım. Üstadımızı götürürken cemaatin kalabalığından dolayı büyük bir uğultu yükseliyordu. O uğultu uzak mesafelerden duyuluyordu. Üstadımızın tabutu gelmeden, insanlar pencerelere, sokak ağızlarına, dükkân önlerine çıkarak bu uğultu nereden geliyor diye bakıyorlardı. Kafileden önce Üstadımız için hazırlanan kabrin başına vararak hemen kabre girdim. Nihayet Üstadımızın mübarek na’şını kabrin başına getirdiler. Ben kabrin içini şöyle bir düzelttim. Sonra birkaç arkadaş daha indi ve birlikte Üstadımızı kabre indirdik. Bir yandan da Kur’ân okunuyordu. Gözler yaşlı, kalpler hüzünlüydü. Sevgili Üstadımızı toprağa verdiğimiz gün Ağustos’un 22’si, Ramazan’ın ilk haftasıydı ve herkes oruçtu. Öğle sıcağı vardı. Bu şekilde, cumartesi vefat eden Üstadımızı, pazartesi günü toprağa vermiş olduk. Kabri pür nur olsun. Allah nihayetsiz rahmetine mazhar eylesin. Bizleri de ahirette kendisine kavuşmak nasip eylesin! Âmin.” Hüsrev Efendi’nin Son Nasihatleri Hüsrev Efendi’nin son yılları hastalıklar içinde geçmesine rağmen son güne kadar hizmetlerine devam etti. Rahatsızlandığı vakitlerin ardından derman bulur bulmaz hemen masasının başına geçip çalışıyordu. Bu arada sıhhati müsait olmasa da Türkiye’nin muhtelif yerlerinden gelen talebelerini kabul ediyor, onlara nasihatler ediyor, hizmetlerini soruyor adeta onlarla vedalaşıyordu. Hüsrev Efendi’nin bu veda sohbetlerinden bir kısmını burada kaydediyoruz: Vazifenize dikkat edin! Hüsrev Üstadımızı ahirete irtihal etmeden iki ay kadar önce ziyarete gitmiştik. Huzuruna girdik. Elini öpüp oturduk. Bir elinde matbu harfler, diğer elinde makas, harfleri kesiyor, çalışıyordu. Son derece zayıftı. Bize, “Kardeşlerim! Bu bir vazifedir. Vazifenize dikkat edin! Ölüm var! Ahiret var! Kabir var! Hepimiz gideceğiz. Eğer vazifemizi yapmazsak mesul oluruz. Kendimizi kurtaramayız. Bakın ben bu haldeyken bile bu hizmette çalışıyorum. Eğer ben bunu yapmazsam ben de kendimi kurtaramam!” dedi. Risale-i Nur’a hizmet ne büyük lütuf! Elhamdülillah, Cenab-ı Hakk’ın ne büyük lütfu var ki, bi­ze, oku­yup yazacak Risale-i Nur­ları ihsan etmiş ve müminlere mü­kâ­fat olarak cenneti gös­ter­miş. Bizim için ne mutlu! Allah Teâlâ’nın bundan daha büyük ne lütfu olabilir! Çocukları iman cihetinde kurtarmaya çalışın! Kardeşim! Yoldan yakala! Şuradan buradan yakala! Çocukların imanlarını kurtarmaya çalışın! Onlara ikramda, ihsanda bulunun! Allah da size verir. Eğer iman cihetinde çocukları kurtarırsanız hep beraber cennete gidersiniz. Kardeşim, çocukların imanlarını kurtarmaya çalışın! Ehl-i cennet ruhlar gelecek! Beşeriyet bugün oluk gibi cehenneme akıyor. Çünkü şimdi daha çok ateş ehli ruhlar geliyor. Bundan sonra, istikbalde ise daha çok ehl-i cennet ruhlar gelecek. İnşallah memleketimiz, dünya adeta cennet olacak. İnsanlar Cenab-ı Hakk’a karşı muazzam bir ubudiyet içinde bulunacaklar. Öyle bir devir açılacak. Bazı devirlerde daha çok ehl-i cennet ruhlar gelir. Bazı devirlerde ise daha çok ehl-i cehennem ruhlar. Bu zamanda daha çok onlar olduğu için Cenab-ı Hak onlara öyle bir zaman ve zemin verdi. İstikbalde daha çok ehl-i cennet ruhlar geleceği için onlara da İslâmî bir hayat tarzı verecek ve insanlar oluk oluk cennete gidecekler. İnşallah ahirette çok görüşeceğiz Kardeşim ben sizinle çok görüşmek, çok sohbet etmek istiyorum. Fakat görüyorsunuz ki rahatsızım. Buna müsait değilim. İnşallah ahirette çok görüşeceğiz, çok sohbet edeceğiz. Kaynak: 1- Emirdağ Lâhikası-1, s. 1392- Osmanlıca Şuâlar, s. 5463- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, Hayrat Neşriyat, C. 3, s. 10984- A.g.e, c. 3, s. 11875- Osmanlıca Şuâlar, s. 533

Feridun IŞIKLI 01 Ağustos
Konu resmiNeden Darü’l-Erkam?
Risale-i Nur

Erkam bin Erkam’ın evi, manevi cihetle, eğitim ve öğretimalanında insanlığın tanıdığı en büyük medresedir. İlk Müslüman olan sahabilerden… Evini Müslümanlara açarak Re­sûlullah (sav) Efendimizin emrine veren bir yiğit… İslâm’ın ilk müessesesini kuran, ilk İslâm medresesi için evinin kapılarını açan bir kahraman, Erkam Bin Ebi’l-Erkam (ra). O, Mekke’de İslâm’ın nuruna gönlünü açan ilk genç sahabilerdendir. 17, 18 yaşlarında İslâm’la şereflendi. Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’e sadakatle teslim oldu. Mekke müşrikleri devamlı ola­rak Resûl-i Ekrem (sav)’i Efen­dimizi rahatsız ediyorlardı. Bir taraftan da yeni dine gi­ren Müslümanlara baskı yapıyorlardı. Bu sıkıntılar içinde İslâm’ ın tebliği rahat olamıyordu. İki cihan güneşi Efendimiz ashabıyla oturup sohbet edebilecek, onlara İslâm’ı anlatacak, yeni Müslümanları eğitecek ve emniyet içerisinde olabilecekleri bir mekân aradı. Bunun için Safa tepesinin doğusunda dar bir sokaktaki Erkam’ın evini mü­nasip gördü. Burayı hem iba­detlerini rahat yapmak hem de sohbet için elverişli buldu. Hz. Peygamber’in Dârüler­kam’a geliş tarihi, nübüvvetin 1. yılı, hatta bu yılın ilk ayları ola­rak kabul edilmektedir. Hz. Pey­gam­ber, nübüvvetin 6. yılı Zil­­­­hicce ayında Hz. Ömer’in Müs­­­­lüman olmasından sonra Dâ­­rül­­­erkam’dan ayrılmıştır. Erkam bin Erkam’ın evi, manevi cihetle, eğitim ve öğretim alanında insanlığın tanı­dı­ğı en büyük medresedir. O medresenin Üstadı, bütün insanlığın üstadı olan Rasul-i Ek­rem (asm), talebeleri ise beşe­ri­yeti insanlığın köleliğinden kurtaran ve onları zülümattan çıkarıp nura götüren Rabbani hizmetkarlardır… İşte bak! Bu medresenin verdiği eğitim ile şu cezîre-i vâsiada vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inâdcı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile techîz edip, bu Erkam medresesinden mezun olanları bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstâd eyledi. Zaman, Ebubekir-i Sıddık, Öme­rü’l-Faruk, Osman bin Afvan, Ali bin Ebu Talib ve Sa’d bin ebi Vakkas emsali zatları çıkarmadı, bilakis en büyük mürebbi olan Rasulullah (asm), gizli davet döneminde Da­ru’l-Erkam’da da­va sancağını taşıyan, ardından bütün Arap yarımadasına boyun eğdiren ve yarım asırda bü­tün fetihleri ger­çekleştiren yegâne mümtaz şah­siyetleri yetiştirdi. Daru’l-Erkam medresesinin eği­­­­tim metodolojisinin başlan­gıç noktası, mürebbi olan Efen­di­­miz ile talebelerin bir ara­ya gel­mesidir. Beraber vakit geçirmeleridir. Çünkü ilka edi­len dersten ziyade, sohbet ve beraberlikte insibağ vardır. Birebir hoca talebe ilişkisi son derece önem­lidir. Çünkü Efendimiz (asm) ın şahsiyeti, kendine çekme ve başkalarına tesir etme gü­cüne sahipti. Bu etkileme ve te­sir etme gücüne muhabbet ve ar­ka­daşlık da eklenince, terbiye ve eğitim tamamlanmış oluyordu. Tıpkı Daveti ve Sefinesiyle meş­hur olan Hz. Nuh’un, halkını Rabbimize açıktan davet et­ti­ği gibi; gizli ve birebir ilgilenerek… Tıpkı hapishaneyi bir medreseye çeviren Hz. Yusuf’un hapis arkadaşlarına يَا صَاحِبَيِ السِّجْنِ ءَاَرْبَابٌ مُتَفَرِّقُونَ خَيْرٌ اَمِ اللّٰهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ (Ey zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı olan birçok ilâhlar mı hayırlıdır; yoksa, Vâhid, Kahhâr olan Allah mı?) diyerek tevhide davet etmesi gibi… Tıpkı Efendimiz’in (sav) sünnetine uyarak ve Hz. Yusuf emsali en zor şartları fırsatlara çevirip hapislerde sürgünlerde talebe yetiştirip “yetiştirilen bir talebe, yüz dosta müreccahtır” diyen Bediüzzamanın hizmeti gibi… Zeyd bin Eslem’in babasından naklettiğine göre: Hz. Ömer (r.a) bir gün dostları ile otururken aralarında şöyle bir konuşma geçmişti. Hz. Ömer (ra) yanındaki dostlarına: “Allah’ın kabul edeceği tek bir dileğiniz olsa ne isterdiniz?” diye sormuştu. Oradakilerden biri: “Ben, şu oda dolusu gümüşüm olsun da onu Allah yolunda harcamak isterim” dedi. Bir başkası: “Şu oda dolusu altınım olsun da onu Allah yolunda harcayım isterim” dedi. Bir diğeri: “Bu oda dolusu mücevherim olsa da Allah yolunda harcasam isterim” dedi. Herkes dileğini söyledikten sonra oradakiler “Ya Ömer peki sen ne isterdin?” diye sordular. Hz. Ömer (ra): “Ben de Ebu Ubeyde bin Cerrah, Muaz bin Cebel ve Huzeyfe bin Yeman gibi bir oda dolusu adam isterim ki onları, Allah yolunda görevlendireyim” diyerek herkesi düşündüren ve duygulandıran dileğini söyledi. Görüldüğü gibi Hz Ömer gibi bir dava adamının gözünde ön­celikli ihtiyaç, maddi im­kân­lar­­­dan ziyade görev bilincine sa­­hip, kaliteli müminlerin varlığıdır. Tıpkı Bediüzzaman’ın “Van gölündeki Akdamar adasında 10 sene kalarak, 50 adam yetiştirirsem, o talebelerle İslam’ı bütün dünyaya yayıp, dünyayı fethedebilirim…” demesi gibi… İşte insana yapılan eğitim yatırımının ehemmiyeti… Peki Neden darü’l-Erkam? Erkam bin Erkam, beni mahzun kabilesindendi. Mahzun oğulları kabilesi, haşimoğulları karşısında Savaş bayrağını taşıyan kabileydi Erkam’ın Müslüman olduğu bilinmiyordu. Dolayısıyla toplantıların onun evinde olacağı kimsenin aklından ve kalbinden geçmezdi. Çünkü bunun manası, toplantı düşman safının kalbinde gerçekleşiyor, demektir. Efendimiz (sav)’in Darü’l-Er­kam’i seçmesi ve üs olarak kullanması, sırf Müslümanların orada toplanıp nasihat vaaz ve irşatleri dinlemeleri için değildi. Belki orası bir medrese, eğitim öğretim, hazırlık, sakin, derin ve ferdi terbiyeyle davaya ve liderliğe ehil kimseler yetiştirmek içindi. Mekke döneminde sahabe efen­dilerimizin yetişmesi ve mü­min cemaatin oluşması tam bir sü­kûnet yavaş yavaş ve gizlilik­le tamamlanmaktaydı. Yetişmiş adamları özenle seçen ve onlara büyük önem veren Hz. Ömer, Kadisiye Savaşında Sad bin ebi Vakkas’a destek olarak iki adam yollamış ve yazdığı mektupta ona şöyle demişti: Sana iki adam yolluyorum ama dikkat et, onları azımsama, her biri bin adama bedeldir. Onlar, Amr b. Ma’dikerb ile Talha b. Huveylid’dir. Bin adama bedeldir dediği Amr b. Ma’dikerb o gün düşman ordusunu dağıtan en önemli işleri gerçekleştirmiş­ti. Günümüz İslam davetçileri, Hz. Ömer’in duasında bahsettiği bir oda dolusu adamdan biri ol­mayı ve onun özel övgüsü­ne maz­har olan bin kişiye bedel mü­ca­hitlerden olabilmeyi becerdiklerinde zafer yakındır demektir. Hz. Erkam daha sonra evini oğlunun ve yakınlarının yararına vakfetmiş ve vakfiyesinde şöyle demiştir: “Bu, Erkâm’ın, Safâ’dan biraz ile­ri­deki evi hakkında yaptığı ahid ve vasiyyetidir ki, onun arsa­sı Harem-i Şerif’ten sayıldı­ğın­­dan, ev de Harem’leşmiş, do­ku­­nul­­­­maz­laşmıştır. Satılamaz ve ken­­di­sine mirasçı oluna­maz. Hi­­­­şam b. As ve Hişam b. As’ın azad­­­lı kölesi de buna şâhittir.” Böylece vakfedilmiş ilk medrese örneği olarak tarihe geçmiştir… Rabbim Sahabe Efendilerimi­zin izinden gidebilmeyi ve İs­la­mi­­­yet için insan yetiştirebilmeyi na­sip eylesin.

A. Rıza CEYHAN 01 Ağustos
Konu resmiBir Kalbe Dokunmak
İnsan

“İyilik, gönlünü huzura kavuşturan ve içine sinen şeydir. Kötülük ise insanlar sana fetva verseler bile, gönlünü huzursuz eden ve içinde kuşku bırakan şeydir.” Müslümanlar için toplum hayatının nizam ve saadetine vesile olup müminlere yol gösteren çok kıymetli kavramlar ve düsturlar vardır: iyilik, ihsan, merhamet, yardımlaşma ve kardeşlik bu kavramlardan bazılarıdır. Bu kavramlar gerek insanı insana gerekse kulu Rabbine yakınlaştıran nurani anahtarlardır. Bu anahtarlar ile gönül kapıları açılır hem iç huzura hem de huzur-u daimiye erişmenin nurani hazzı yaşanır. Ezeli ve ebedi rehberimiz Peygamber Efendimizin (sav) Me­di­ne’ye hicret etmesinin üzerinden dokuz yıl geçmiş ve İslam dini dalga dalga yayılmaya başlamış, iman etmiş ve kalbinde hidayet nuru parlayan mümin adayları akın akın Medine’ye hicret için yarışa girmişlerdi. Vâbisa isimli bir kişi de Müslü­man olmak için Medine-i Mü­­nev­ve­re’ye gelenler arasındaydı. Ke­lime-i şehâdet getirip İs­lam’ la şereflenen Vâbisa, Re­sûl-i Ek­rem’e (sav) iyilik ve kö­tü­lü­ğün ne olduğunu sordu. Peygam­be­ri­miz (sav), üç parma­­ğını bir­leş­tirip Vâbisa’nın göğ­­sü­ne dokunarak şöyle cevap verdi: “İyilik, gönlünü huzura kavuşturan ve içine sinen şeydir. Kötülük ise insanlar sana fetva verseler bile, gönlünü huzursuz eden ve içinde kuşku bırakan şeydir.”1 Peygamberimiz (sav) ve Sahabe Efendilerimiz her konuda olduğu gibi iyilik ve ihsan konusunda da bizlere örnek teşkil edecek söz ve davranışlarda bulunmuşlardır. Cenâb-ı Hakk’ın rızasını her şeyden üstün tutarak insanların takdir ya da tenkitine bel bağlamadan, kibir ve gösterişe kapılmadan, Allah’ın nimetlerini Rahmanın kullarına ikrama vesile olmak her müminin bir vazifesidir. Bizler de 2013 yılından bu yana mahzun gönüllere neşe serpmek, gönüllere huzur vermek için içimize sinecek bir usul ve üslup ile mazlum coğrafyalara onlarca seyr u sefer eyledik. Kurban ve Ramazan bayramları ve sair vakitlerde yeryüzünde adalet, iyilik ve yardımlaşmanın yayılmasına vesile olmayı ümit ederek onlarca ülkede çok sayıda proje geliştirerek yüz binlerce mazlum insanın kalbine dokunmaya çalıştık. Kalbe dokunmak kelimesi ilk bakışta garipsenebilir. Bu kelimeyi tam manasıyla anlamak için bir kalbe dokunduğunuzda muhataplarınızdan aldığınız tepki ve sizde oluşturduğu etkiyi yaşamanız lazım. Bu duygu nasıl oluşur cümlesini, yaşadığımız çok sayıda tecrübeden hasıl olan duygularımızı kısaca ifade etmeye çalışayım… Kurban Bayramı’nda, yaşadık­ları mülteci kampına beyaz adamlar geliyor, fakat daha önce gelenler gibi değil bunlar. Gü­lümsüyorlar, içimize karışıyorlar, bizimle oturup kalkıyorlar, yemeklerini bizimle paylaşıyorlar. Beraber namaz kılıp birlikte dua ediyorlar. Koca koca adamlar çocuklarla mendil kap­maca oynuyor, toprak sahada futbol maçı yapıyorlar. Sahi bu insanların aileleri yok mu, neden bayramı aileleri ile değil de bizimle geçiriyorlar. Acaba bizden bir beklentilerimi var? Öyle olsa bayram vakti bu sıcak ve kurak havada, toz toprak içinde yollardan geçerek bizlere bu ikram ve ihsanları neden yapsınlar? Binlerce kilometre uzaktan gelip bizim çocuklarımıza bayramlık hediye eden, aylardır belki geçen kurbandan bu yana et yiyemeyen ailelerimize kurban paylarını ikram eden bu insanlardan bize ancak iyilik gelir demekten başka bir yol kalmıyor. Bir zaman sonra paylaştığınız kurban etleri veya hediye ettiğiniz bayramlıklardan duydukları memnuniyetten daha ziyade, kendilerine kıymet verdiğinizi hisseden kardeşlerinizle aramızda bir rabıta oluşuyor. İşte bu şekilde ihsan ve ikrama karşılık o masum çocukların ve mazlum insanların gözlerinde parlayan ışıltıyı görmeniz ve samimi duygularını size anlattıklarında ve sizin içinizde oluşan huzur ve mutluluk onların kalplerine dokunduğunuzun apaçık bir göstergesi oluyor. Peygamberimiz (sav), üç parmağını birleştirip Vâbisa’nın göğsüne dokunarak ne cevap vermişti: “İyilik, gönlünü huzura kavuşturan ve içine sinen şeydir……” Kaynak: 1- Dârimî, Büyû’, 2

Kadir DARICIK 01 Ağustos
Konu resmiİki Cihan Saadeti Nasıl Kazanılır?
Risale-i Nur

Her insan mutlu olmak ister. Dünyada huzuru ve mutluluğu aradığı gibi ahirette de mesud ve bahtiyar olmak diler. Hâlbuki her iki cihanda saadete mazhar olmak için bazı şartları yerine getirmek icap eder. Saadet-i dareyne kavuşmak için gerekli olan bazı hususları maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz: 1) Yaratılış gayemiz olan iman ve ubudiyet: Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz,  hayatınızı iman ile hayatlandırınız! Ve fe­râ­izle ziynetlendiriniz! Ve günah­lardan çekinmekle muhafaza ediniz.1 2) Kur’an’ın hayata tatbiki olan sünnet-i seniyyeye ittiba: Kur'an’dan sonra en önemli kaynak Resulullah’ın (sav) sünnetidir. “İslam dininde örnek alınacak model şahıs Peygamber Efendimiz (sav), model toplum ise sahabe cemaatidir.”2 Konuyla ilgili İmam-ı Rabbanî (ra), manevi alemde mertebeler kat ederken evliyalar içinde en parlağını, en haşmetlisini, en ta­fetlisini ve en emniyetlisini, sün­net-i seniyeye ittibaı esas kabul edenleri gördüğünü söylemiştir.3 En büyük Kur’an ve sünnet müdafilerinden, Nur Risalelerinin müellifi Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an’dan istifade ederek dört hatveden (adımdan) ibaret şu kısa tariki ortaya koymuştur: “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür.” Ve eklemiştir: “Şu kısa tarikin evradı; ittiba-ı sünnettir, ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir ve bilhassa namazı ta’dîl-i erkân ile kılmak ve namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır.”4 3) Allah’ın fıtrî bir emri olan tesettüre riayet: Aile içerisinde güven ortamını sağlayan sebeplerden birisi de tesettüre riayet etmektir. Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimi bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyeti bozar.5 Toplumun temelini oluşturan aile ortamında eşler birbirini ebedî bir hayat arkadaşı olarak görmelidir. Çünkü kadın kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayattır. Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refika-i hayat olacaktır. Elbette ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı, başkasının nazarını kendi mehasinine celbetmemek ve kocasını darıltmamak ve kıskandırmamak lazım gelir.6 4) Kur’an’ın bir tefsiri olan Risale-i Nur’la meşguliyet: Ri­sa­le-i Nur külliyatında geçen mev­zu­lar iman hakikatlerinin izahı olduğu için hem ilim, hem marifetullah, hem huzur, hem ibadettir.7 Konumuzla ilgili olduğundan Risale-i Nur’dan ders alan İstanbul hanımlarının Hazret-i Üstada yazdığı mektubun bir bölümünü dikkatlerinize arz ediyoruz: “Üstadımız, Efendimiz! Din, iman aşkıyla, Müslüman­lık duygusuyla mesud olabilecek biz anneler; yavrularımıza Kur’an-ı Kerimi öğretiyoruz, Ri­sa­le-i Nur’a çalıştırıyoruz. Ri­sa­le-i Nur’un iman, İslam dersleriyle terbiye etmeye çalışıyoruz. Evlerimiz birer medrese-i nuriye oluyor Elhamdülillah. Eğer çocuklarımıza Risale-i Nur okutmazsak, yoldan çıkarı­cı bu zamanın tehlikelerine düşecekler, fena göreneklere kapılacaklar, kötülükleri taklid edecekler. Bizim başımıza bela ve dert kesileceklerdi. Ahirette de (İmanımızı neden kurtarmadınız? diye) biz anne ve babalarından davacı olacaklardır. Bunun için sevgili yavrularımızın kalplerine Risale-i Nur sevgisini aşılıyoruz. Kadınların çocuklarına karşı şef­katleri fazladır. Eğer çocuklarının ebedi ahiret hayatlarını kurtaracak iman dersleri verilmezse, bu ihmal edilirse, yalnız muvakkat, fani dünya hayatına çalıştırılırsa, o vakit çocuklara olan şefkat, hakiki yerine sarf edilmiş olmaz. Çocuğun hem dünyada hem ahirette felaketine sebep olan bir şefkat olmuş olur. Çocuklarımızı okşayarak, sevgiyle diyoruz ki: Evladım! Risale-i Nur seni hem dünyada hem ahirette mesud ve bahtiyar edecek en büyük ve en hakiki bir din kitabıdır, iman dersleridir. Okumaktan mahrum kalırsan, iman derslerini şimdi almazsan, hem dünyada hem ahirette bedbaht olursun, perişan kalırsın! diye ders veriyoruz. İman hakikatlerinin sevgisini kalplerine, büyüklüğünü ruhlarına yerleştirmekte devam edeceğiz. Dualarınız sayesinde Risale-i Nur’un dersleriyle İnşaallah evladlarımız İslamiyet’e, hem bize, hem milletimize hayırlı, dindar gençler olarak yetişirler.”8 Kaynaklar: 1- Gençlik Rehberi, s. 172- Ayet ve Hadislerle İslam Ahlakı, İdris Tüzün, Süeda Yay. İstanbul, 2011, s. 393- Lem’alar, 11. Lem’a, s. 514- Sözler, 17. Sözün Zeyli, s. 865- Lem’alar, 24. Lem’a, s. 2076- Lem’alar, 24. Lem’a, s. 2077- Gençlik Rehberi, s. 308- Hanımlar Rehberi, s. 136

Ali CİRİT 01 Ağustos
Konu resmiBeğenilme Arzusunun Öldürücü Cazibesi

Beğen tuşu yukarı halidir ve beğenildiğinizi gösterir; belki bu durum sizi memnun eder ve sürekli olarak yaptığınız paylaşımın beğenilip beğenilmediğini kontrol edersiniz. Hatta bazen öyle bir noktaya gelir ki, beğenilme arzusunun öldürücü cazibesine kapılır, canlı canlı mezara bile girersiniz. Arttıkça mutlu olur, az olursa üzülürsünüz. Ya da sizden daha çok beğeni alanların baskısı altında ezilirsiniz.   Hepimizin haberi olmuştur zannederim; birkaç ay önce veya fazlası, dilimize yeni giren bir kelimeyle (youtuber) anılan bir genç, verdiği söz üzere, bir videosunun beğeni sayısı belirlenen rakama ulaşınca canlı canlı mezara girdi. Bir sürü ekipmanın hazırlanması, masrafları, özel ambulans bekletilmesi ve her şeye rağmen böyle bir şeye izin verilmesi de ayrıca konuşulması gereken bir hikâye… Benim burada dikkat çekmek istediğim mesele, sadece bu ha­dise ile sınırlı olmamak kay­dıyla, beğenilme arzusu. Elbette herkes beğenilme arzusu hisseder. Takdir edilmek ister. Onaylanmak ister. Dikka­te alınmak ister. Bu insanidir. Fakat aşırısı ve haddini aşanı -her şeyde olduğu gibi- bunda da zarardır ve insanın gerçek manada kendisini tanımaması demektir. Facebook hayatımıza girdiğinde bir de beğen tuşu gelmişti yanında hediye olarak. İnsan için en aranılan şeyi sunulan şeyin yanında vermek, elbette sunulanı cazip kılan önemli bir husustu ve öyle de oldu. Gerçek hayatta (yanlış beklenti içine girdiği) beğenilme arzusunu yakalayamayan veya kendisince hak ettiği beğeniyi göremediğini düşünen insanlar, olanca himmetlerini sosyal medya araçlarına vermeye başladılar. Yediden yetmişe herkes, arzusuyla yanıp tutuştuğu beğenilme ihtiyacını karşılamak için buralara akın etmeye başladı. Burada bende oluşan bir hissiyat ve benzetmeyi dikkatinize sunmak istiyorum. Beğen tuşunun ikonu, filmlere yansıdığı kadarıyla Roma İmparatorluğunda kolezyumda yapılan gladyatör dövüşlerine, daha doğrusu son noktaya geldiğinde yenik düşenin yaşayıp yaşamamasına karar verdiği işarete benzemektedir. Yumruk yapılmış elin tek açık parmağı olan başparmak aşağı dönerse bu, “öldür/yaşamasın” demektir. Beğen tuşu yukarı halidir ve beğenildiğinizi gösterir; belki bu durum sizi memnun eder ve sürekli olarak yaptığınız paylaşımın beğenilip beğenilmediğini kontrol edersiniz. Hatta bazen öyle bir noktaya gelir ki, beğenilme arzusunun öldürücü cazibesine kapılır, canlı canlı mezara bile girersiniz. Arttıkça mutlu olur, az olursa üzülürsünüz. Ya da sizden daha çok beğeni alanların baskısı altında ezilirsiniz. Beğen tuşu güzel gözükmekle birlikte, beğenilmemenin verdiği acı, ızdırap ve sosyal çıktılarının da gerçekten görülmesi ve insan üzerinde nasıl bir tahribat yaptığının ortaya konulması, dahası tedbirlerinin alınması gerçekten önemlidir. Kolezyumda aşağı dönen başparmağın verdiği neticenin, beğenilmeme ile karşılaşan insanda da neredeyse aynı etkiyi ortaya koyduğunun anlaşılması mühimdir. Zira zaman zaman haberlerde bu tarz şeyleri bulmak mümkündür. Sosyal medyanın “insanlığın en büyük varoluşsal tehdidini” oluşturduğunu söyleyen Social Dilemma (sosyal ikilem) isimli belgesel konuyu anlatması noktasından görülmeye değer. Sonradan bu beğen tuşu çeşitlendirildi; duygu durumuna göre ikon seçebilir oldunuz. Başka sosyal medya araçlarında ise kalbe dönüştü. İçi boş bir kalp. Siz basınca kanla dolan bir ikon. Şimdi gelelim sadede… İnternet ve sosyal medya araçları hayatımıza olabildiğince girdiği ve artarak devam ettiği bu dönemde başta kendimizi ve aile efradını, çoluk çocuğumuzu nasıl koruyacağız? Bunun dışında kalmak mümkün gözükmüyorsa ki öyle gibi, o zaman zararlarından nasıl koruyacağız veya zararı en aza nasıl indireceğiz? Bununla alakalı çok sözler söylendi, çok şeyler yazılıp çizildi. Fakat covid-19 ile birlikte olmayan evlere de internet girdiğinden ve eğitim çağındaki çocukların hemen hepsine telefon alındığından, bu araçlarla birlikte yazılım kısımları da dünyalarımıza tekrar ve daha güçlü taşınmış oldu. Taşınmaya da devam ediyor. Bütün söylenen sözler de unutulup gitti, yeniden hatırlatılmayı hak ediyor! Bu manadaki problemlerin temel çözümü aile diyorum ben. Ailemizle konuşabildiğimiz oranda bu zararları azaltabiliriz. Zararlarını, faydalı yönlerini konuşarak; dahası burada geçirilen vakitlerin bir kısmını başka güzel şeylere yönlendirerek/onlarla vakit geçirerek düzeltebiliriz. Konulan derslerin, yapılan yayınların elbette faydası olacaktır. Ya da buralara bizce düzgün içerikler üretmek de önemli bir faydadır. Fakat çözüm fikirdedir. Anne ve babanın ailesiyle, çocuklarıyla konuşması, iyi olan fikirleri onlara aktarması son derece önemlidir. Kalbin, dokununca kan kırmızı olan beğen ikonu gibi değil de imani hakikatlerle beslenmesi olmazsa olmazdır. “Me­hazdeki kudsiyet imtisale sevk eder.” Kaynaktaki kudsiyet söy­lenen söze uymaya yönlendirir. Yoksa her zaman alıcıları açık olan insan/özellikle çocuklar, dışarıdan gelen uyarıcıların seslerine kulak verecek ve zamanla kalpleri kırmızı noktalarla dolma eğilimi ve beğenilme arzusu arayışıyla dışarıdaki insanların/makinelerin insafına kalacaktır. Bu arzunun en önce ama en önce ailede giderilmesi olmazsa olmazdır. Son bir şey daha söyleyip bitireyim. Rivayet o ki bir adam evinin önüne bir kabir kazdı. Her sabah içine girer ve kendine, “Ey kişi, dün ne yaptın hesabını ver bakalım” deyip kendini inceden inceye hesaba çekermiş. Z raporunu aldıktan sonra tekrar “Peki, sana bir gün daha verilse ne yaparsın?” diye sorar ve günün planını yapmış olarak oradan çıkar ve hayatına devam edermiş. Beğenilmeye değil de Rabbimizi razı etmeye çalışmak bizi her türlü mutlu edecek, dahası arızalardan ve sıkıntılardan koruyacaktır. Allah’tan razı olmamız ve Allah’ın razı olduğu kullar olmamız duasıyla...

Fatih YAVUZ 01 Ağustos
Konu resmiDostluk Kazandı
İtikad

Eskiden arkadaşlar arasında yapılan sportif faaliyetlerinden, sonraları özellikle halı saha maçlarından sonra söylenen bir sözmüş, dostluk kazansın. Ben de başlıkta böyle bir cümle kullandım; zira otuz yıl aradan sonra bir halı saha maçında buldum kendimi. Tamamen masum duygularla, ter atmak, hareket kazanmak, hamlığı gidermek gibi pek çok motive edici cümle vardı psikolojik hazırlık aşamasında. Böyle işlerde bir heves gelir, neredeyse her şey hazır olur, insan son anda vaz geçmeye meyillidir. O son kerteyi de atlatırsa, içine düştüğün her hayırlı işin akışı ve hareketten gelen lezzetle “iyi ki gelmişim, yapmışım” dediğiniz bir tabloya evrilir. Öyle de oldu sayılır. Öncelikle aynı binada çalıştığımız halde yoğunluktan birbirimizi göremediğimiz arkadaşları bu vesileyle görmüş olduk. Bazılarıyla başka bir akşam mütalaa çalışmalarında bir araya gelsek de buradaki ortam, düzen ve etkileşim benzer, fakat farklı formattaydı. Derslerden öğrendiğimiz birlik olma, aynı hedefe hareket etme, birbirini fark edip neticeyi hasıl edecek yardımlaşmayı gerçekleştirme gibi hususları yaşadık. Kendi gayretimizi, bir diğerimizin maharetine eşlik edecek, sonucu belirleyecek şekilde -yeri geldikçe- onu tercih edecek şekilde davrandık. Davranmak zorunda kaldık. Yoksa skorboarddaki rakamlar hepimiz adına kaydediliyordu. Buna rağmen zaman zaman kendi başımıza kaldığımız, sonucu belirleyici olmak istememiz, etrafımıza baktığımızda aynı tarafta olduğumuz arkadaşları göremediğimiz durumlar da oldu. Bu zaman cemaat zamanı olduğu bilgisini daha net anladık. İki kişi bile olsa omuz omuza olmanın manevi kuvvet ve kıymeti netti. Lakin öyle zaman oldu ki o bir kişiyi bile bulamayıp peşinde koşuştuğumuz topu karşı tarafa kaptırdık. Sonucun aleyhimize olduğu durumlara sebep olduk. Önemli bir çıktı da hazır bulunuşluk zafiyeti bilgisiydi. Vaktin çoğunu -fiziki olarak- koltuk bekleme ve ekrana bakma faaliyetiyle geçiren insan olarak karşılaştığımız ortama uygun olmadığımı, en azından evvelinde gerekli donanıma sahip olmam gerektiğini anlamış oldum. Ortama uygun kılık kıyafetten tutun, kondisyon dedikleri alt yapının olmaması, en kritik zamanlarda depara kalkamamak, hızlı çıkış yapsan da yarı yolda kalmak gibi sonuçlar verdi. Üzerimizde mesuliyet olarak daha büyük bir koşuşturmaca olsa nasıl vaziyet alırız bilemedim açıkçası. Bu işleri iyi olanlara bırakıp bari kaleye geçelim dedik. Kale daha sakin nispeten. Böyle düşünüyor insan ama hiç de öyle değilmiş. Gol atmak kadar, kurtarmak da önemli. Öyle an geliyor ki bütün umutlar sana bağlı. Bazen günün kahramanı kaleciler oluveriyor. Burası da önemli bir donanım gerektiriyor. Bazen panter gibi çevik, bazen dövüş horozu kadar sakin olabilmek, nerede durduğunun farkında olmak, takıma/cemaate/topluluğa ve onun şahs-ı manevisinin bütün birikimlerine sahip olarak hareket etmek lüzum ediyor. Küçük bir falso bütün şahs-ı maneviyi en derinden etkileyebiliyor. Kaleci, takvanın en son kurtarıcı neferi olarak kaleyi bekliyor… Orta sahada olmak ise, oyun kurmak, hareketi sağlamak ve organize etmek gibi çok daha önemli vazifeleri içine alıyormuş. Acaba burası daha mı iyi olur deyip bir ara oraya kaydım. Voleybolda ortada olmayı hep sevmişimdir, fakat futbolda farklıymış. Hem geriye hem ileriye hâkim olacaksın. Takım arkadaşlarını iyi tanıyacaksın. Fırsatları göreceksin. Karşı takım hakkında da bilgi sahibi olacaksın. Ki stratejiyi kurup, takımı yönlendirip sonuç almaya adım atılabilsin. Geri planı kimse sevmez pek. Hele şu günümüzde hep ileride olmak hayaliyle yaşıyoruz. Halbuki defans en önemli ve kritik yerlerden birisi. Duruşun adı. Savunma hattı. Hazırlık devresinin yeri. İşin mutfağı. Futbolda da hayatta da geri planda duranlar, isimsiz kahramanlar. Defans çökerse, her şey çöker. Defansı kuvvetli tutmak lazım. Mutfağa talip olmak, sahip çıkmak elzem. Her gün halı sahaları dolduran gençlere bu bilgi, bu şekilde verilebilse ve onlar tarafından hayat ve toplum için de anlaşılabilse keşke… Bir saat koşuşturduk, terledik, spor yaptık gibi oldu… Alışılmışın dışına çıkmak ertesi gün için gayet yıpratıcı olsa da mütalaa ettiğimiz yerleri, aynı arkadaşlarla bir de bu alanda görüp tefekkür etmek fena olmadı. Nihayetinde dostluk kazandı. Arkadaşlıklar pekişti. Farklı bir formatta birbirimizi görme imkânı oldu. Bizden sonra sahaya giren gençlerin her ağızlarını açtıklarında kullandıkları sin kaf’lı cümleleri duyunca, böyle nezih insanlarla futbol gibi bir ortamda bile nezaketin nasıl koruna­bildiğini, sporun hakikaten dostluğa, maddi-manevi sağlığa ba­kan yönlerinin olabileceğini test etmiş de olduk...

Münib SAİD 01 Ağustos
Konu resmiAtayurt Özbekistan
Kültür ve Medeniyet

Büyük medeniyetler sürekli ilerleyen, geçtiği verimli topraklardan aldığı parçalarla büyüyen akarsulara benzerler. Onlar devamlı ilerler, kendini yeniler ve büyük denizlere ulaşmayı amaçlar. Ata yurdu Özbekistan’dan ayrılan Türkler bu büyük Türk-İslâm medeniyetini oluşturmayı başarmışlardır. Bu medeniyetin devamını ve ilerlemesini sağlamak ise devraldığı mirasın değerinin ve büyüklüğünün farkında olarak azimle çalışmayı gerektiriyor.  Bugün Özbekistan’ı oluşturan topraklar tarihî süreç içeri­sinde “Turan”, “Türkistan”, “Mâ­vera­ünnehir” gibi isimler almıştır. Özbekistan, efsanevî İpek Yo­lu’nun kalbinde olup, Orta Asya’nın en güzel ve zengin tarihî mirasa sahip yerlerinden birisidir. Bu kadîm topraklar Türkler‘in ata yurdudur, Türkler bu top­raklardan yola çıkmış ve Ana­dolu’nun maddî ve manevî an­lamda şekillenmesinde örnek ve öncülük etmişlerdir. Dünya­ya nizam veren İslâm kültür ve medeniyetinin kökleri bu ka­dîm topraklardan beslenmiştir. Tarih boyunca Hun İmparatorluğu, Göktürkler, Ka­ra­han­lılar, Gazneliler, Selçuk­lu­lar, Har­zem­­­­şahlar, Moğollar, Altınordu, Ti­­mur­lular ve Şey­bâ­ni­ler gibi bir­çok devlet hakimiyet kurmuşlardır. Anadolu ve öncesinde kurulan Türk devletlerinde, hukuk sis­teminin işleyişinde Hanefi fıkhı, itikad sistemi ise Maturidilik temelleri üzerine oturur ve her iki disiplinin âlimlerinin yetiştiği ana merkez de Maveraünnehir bölgesidir. Aynı zamanda bu toprakların sünnî tasavvuf geleneğinin ana yurdu ve Şahı Nakşibend’in memleketi olduğu da hatırdan çıkartılmamalıdır. Buhâra, Semerkant, Taşkent, Hive, Fergana, Tirmiz ve Urgenç gibi tarihi şehirler uzun süre İslâm medeniyetinin kültür mirasına ev sahipliği yapmıştır. Çeşitli dönemlerde kurulan cami, medrese, şifâhane, bimarhâne, kütüphane ve rasathanelerin yanı sıra gerek dinî ilimler gerekse fen bilimleri alanında yetişen âlimlerle bölge dünyanın sayılı ilim merkezlerinden biri olmuş, dünyaya öncülük etmiştir. Fıkıh, tefsir, hadis, kelâm ve tasavvuf gibi ilimlerde başlı başına ekol oluşturmuş, eserleri temel başvuru kitabı haline gelmiş çok sayıda alim bulunmaktadır. Sadece dini ilimler alanında değil aynı zamanda tıp, astronomi, doğa bilimleri, matematik, coğrafya, fizik, tarih, edebiyat alanında da dünyaya öncülük etmiştir. Ali Kuşçu, Uluğ Bey, Fergani, El Biruni, İbn-i Sina ve Ha­rezmi gibi âlimler; Ali Şir Ne­vâi gibi şairler ile Bahaeddin Nak­şibend, Ubeydullah Ahrar, İmâm-ı Buhâri, İmam-ı Tirmizî, İmâm-ı Maturidi, Abdülhalik Gücdüvâni gibi Ehl-i sünnetin itikattaki büyük imam, velî ve evliyâları bu topraklarda yetişmiştir. Bu mümtaz şahsiyetler sadece Maveraünnehir bölgesi için değil tüm İslâm dünyası için takip edilecek yolu aydınlatan birer meşale olmuşlardır. Tarihten günümüze kadar bü­tün milletler kültürleriyle bir­bir­lerinden ayrılmış, kendi­le­ri­­ne ait bir kültür mirası bı­rak­­mışlardır. Türk kültürü de Or­ta Asya’dan Avrupa’ya uza­nan bir coğrafya üzerinde, sağ­lam ve güçlü  köklere sahip bir kültürdür. Türklerin yaşadığı değişik bölgelerdeki mimarî gelenekler,  coğrafi koşulların yapısına uygun malzeme, ait olduğu kültürü yansıtan tasarım, süsleme gibi bazı unsurlar yüzyıllar içinde kendine has özelliklerle sentezlenerek yeniden yorumlanmıştır. Bugün; Si­vas, Kayseri, Konya, Erzurum, Malatya, Tokat, Kırşehir, Niğde, Amasya, Divriği, Tercan gibi Anadolu’nun değişik bölgelerindeki yapılarda Orta Asya mimarisinin etkisi hissedilmekte; özellikle taş, ahşap işçiliği, motifler, çini ve sırlı tuğla ile anıtsal nitelikli taç kapılar kendini hemen belli etmektedir. Beyşehir, Sivrihisar ve Afyon Ulu Camilerinde olduğu gibi ilk örnekleri Orta Asya’da görülmeye başlanan “Ahşap Cami” yapma geleneği Anadolu’nun fethinden sonra Selçuklular ta­rafından sürdürülmüş, Beylik­ler ve Osmanlı döneminde de bu kadîm gelenek devam ettirilerek yaygın olarak kullanılmıştır. Büyük medeniyetler sürekli iler­­­leyen, geçtiği verimli topraklardan aldığı parçalarla bü­yü­yen akarsulara benzerler. On­lar devamlı ilerler, kendini yeniler ve büyük denizlere ulaş­mayı amaçlar. Ata yurdu Öz­bekistan’dan ayrılan Türkler bu büyük Türk-İslâm medeniyetini oluşturmayı başarmışlardır. Bu medeniyetin devamını ve ilerlemesini sağlamak ise devraldığı mirasın değerinin ve büyüklüğünün farkında olarak azimle çalışmayı gerektiriyor. 

Mustafa YILMAZ 01 Ağustos
Konu resmiBugünün Kıymetini Bil
İnsan

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos