193. Sayı: "İstikbal İnkilabı İçinde En Gür Sadâ İslam'ın Sadâsı Olacaktır"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiNasıl Bir Türkiye Yüzyılı?
Kültür ve Medeniyet

Dünyada cenneti aramak yanlış; çünkü burası kalınacak değil, geçilecek yer; ama daha iyi bir dünya mümkün. Şu da bir gerçek ki değişim, değişimi isteyenin kendisinden başlar, başlamalıdır. “Türkiye Yüzyılı” bu değişimi istiyor olmanın cümlesidir. Dahası gelişen dünyada değişen Türkiye’nin yerini bulma çabasıdır. Geriye dönüp baktığımızda bir Türk Yüzyılından bahsedildiğini görürüz. Hatta asırlar boyu süren adalet ve merhametle yoğrulmuş bir âlî devlet çıkar karşımıza. Zamanlara göre araçlar değişebilir evet, ama temel dinamikler değişmez, değişmemelidir. Türkiye Yüzyılı da insanı merkeze alan, adalet temelli, kuvveti kanunda bilen, istişare zeminine oturmuş, hürriyet-i şer’iyye merkezli bir esasla mümkündür. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” cümlesiyle kök ve dal salıp üç kıtaya yayılan bir devletin bakiyesi olarak, yüz yılı kuşatacak perspektif sunan Türkiye Yüzyılı arayışı ve bekleyişi, imandan amele, sanattan mimariye, esnaftan mektebe, teknolojiden edebiyata, mahalleden tabiata her alanda aktif ve efektif insan varlığını zaruri kılmaktadır. Toplumun temelinde ahlak-ı haseneyi işletir, aileyi merkeze alırsak gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Son olarak şunu da belirtmeliyim ki Osmanlının yıkılışını bazı alimler heyecanımızı kaybetmemize bağlarlar. Türkiye Yüzyılı bu heyecanı canlandıracak önemli bir argümandır. Konjonktür buna uygundur. Maddi manevi potansiyel mevcuttur. Gönül coğrafyamız üç kıtayı ihata etmektedir. Ve Allah’ın yardımı bu milletin üzerinden hiç eksik olmamıştır. Türkiye Yüzyılı hayırlı olsun deyip fert fert elden geleni yapmak da bizim boynumuza borç olsun!

Metin UÇAR 01 Aralık
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Manisa Sarayı Manisa Sarayı, Sultan II. Murad döneminde yaptırılmıştır. XV. yüzyılın ortalarında yaptırılan bu saray kompleksi Fatih Sultan Mehmed döneminde genişletilmiş ve yeni yapılar eklenmiştir. Osmanlı döneminde Manisa şehri, şehzadelerin görev yaptığı şehzadeler kenti işlevini üstlenmiştir. Pek çok padişah, şehzadeliği sırasında bu sarayda ikamet etmiş ve sarayın gelişimine katkıda bulunmuştur. Bu padişahlar arasında Fatih Sultan Mehmed, Kanunî Sultan Süleyman, Sultan II. Selim, Sultan III. Murad ve Sultan III. Mehmed bulunmaktadır. Saray-ı Şehzadegân olarak da bilinen bu saray yapısı 1595 yılına kadar aktif olarak kullanılmıştır. Bu tarihten sonra sancaktan yetişmenin kaldırılmasıyla şehrin şehzadeler kenti kimliği sona ermiş ve saray terk edilmiştir. Fakat saray yapılarının bir kısmının ilerleyen zamanlarda da tamir edilip kullanılmaya devam edildiği bilinmektedir. Tüm bunlara rağmen Manisa Sarayı zamana yenik düşmüş ve pek çok yapısı bugüne ulaşamamıştır. Ayrıca Millî Mücadele sırasındaki Manisa Yangınında saray yapılarının ahşap kısımları yanmış ve harap olmuştur. Bugün Manisa Sarayından sağlam kalabilen tek yapı Fatih Kulesi olarak bilinen binadır. Bunun dışında birkaç hamam kalıntısından başka bir şey günümüze ulaşamamıştır. Toplam 16 şehzadenin sancakbeyliği yaptığı Manisa Sarayından, Evliya Çelebi de Seyahatnamesinde bahsetmiştir. Saray, yaklaşık 56 dönümlük alan içerisinde kurulmuştur. Fatih Parkı, Cumhuriyet Meydanı, Hükümet Konağı, Yirmi İki Sultanlar Türbesi ve Kitapsaray’a kadar olan alanı kapsıyordu. 2 Aralık 1402Eğridir, Timur tarafından zabtedildi Eğridir, Hamîdoğulları Beyliği’ne bağlı iken 1390 senesinde Sultan Yıldırım Bayezid tarafından fethedilmiştir. Osmanlı Devleti ile Timurlular arasında 1402’de cereyan eden Ankara Savaşı’nı, Timurlular kazanmıştır. Timur, kazandığı zaferin ardından Anadolu’da giriştiği harekât sırasında 2 Aralık 1402 tarihinde Eğridir’i ve Eğridir halkının sığınmış olduğu Nis adasını zaptetti ve burayı Karamanoğlu II. Mehmed’e verdi. Mehmed Bey de Timur adına Kayseri, Konya, Lârende’de olduğu gibi Eğridir’de sikke bastırdı. Fakat Karamanlılar daha sonra 1425 yılında Eğridir’i Osmanlılar’a iade etmek mecburiyetinde kaldılar. 7 Aralık 1925İskilipli Atıf Hoca tutuklandı İskilipli Atıf Hoca, 1924’te yazıp Maarif Vekâleti’nin ruhsatı ile bastırdığı Frenk Mukallidliği ve Şapka adlı risâlesi yüzünden şapka kanununa muhalefetten dolayı 7 Aralık 1925’te tutuklandı ve Ankara İstiklâl Mahkemesi tarafından Giresun’a sevk edildi. Ankara İstiklâl Mahkemesi Of, Erzurum, Rize gibi yörelerdeki şapka kanununa aykırı hareketlerle ilgisi olup olmadığını araştırdı. 1926 yılı başlarından itibaren Ankara İstiklâl Mahkemesi tarafından tutuklu olarak yargılandı. Savcı Necip Ali’nin (Küçüka) iddia makamı olarak istediği üç yıllık kürek cezasına karşılık mahkeme heyetince idama mahkûm edildi. 4 Şubat 1926’da Ankara’da eski meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan Çarşısı’nda Babaeski müftüsü Ali Rızâ Efendi ile beraber idam edilerek şehidler zümresine katıldı. 20 Aralık 1603Sultan III. Mehmed vefat etti Sultan III. Mehmed, 26 Mayıs 1566 tarihinde Manisa’da dünyaya gelmiş olup, Babası Sultan III. Murad, annesi Safiye Sultan’dır. İsmi, doğum haberini Zigetvar seferi sırasında alan büyük dedesi Kanunî Sultan Süleyman tarafından koyulmuştur. 1583’de Manisa sancak beyi olarak görevlendirildi. Babasının vefatı üzerine 27 Ocak 1595 Cuma günü tahta çıktı. Sultan III. Mehmed, hedefini Viyana olarak belirleyerek ordusunun başında 20 Haziran 1596 tarihinde Avusturya’ya karşı sefere çıkmıştır. Kanunî’den sonra ordunun başında sefere çıkan ilk Padişah olması halkı heyecanlandırmıştır. Bu seferde Eğri Kalesi fethedilmiş, ardından 26 Ekim 1596’da Haçova Meydan Savaşında Habsburglara karşı büyük bir zafer kazanılmıştır. Sultan III. Mehmed, 20 Aralık 1603’de vefat etmiş olup, türbesi Ayasofya Camii bahçesindedir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Aralık
Konu resmiAfetlerin Arkası Hayırdır
İtikad

“Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit, yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.” Deprem, sel, fırtına ve yangın gibi afetler kendi kendine meydana gelen, başıboş, hikmetsiz hadiseler değildir. “Belki öyle hadiseler bir Hakîm-i Rahîm’in emriyle ehl-i imanın fani malını sadaka hükmüne çevirip ibkâ etmektir ve küfrân-ı nimetten gelen günahlara keffarettir.”1 Zahiren şer gibi görünen afetlerin arkasında nice hayırlar, hikmetler saklıdır. Şimdi gelin bunların bir kısmına birlikte bakalım. Allah’ın ilim, irade ve kudretiyle, sebepler dairesinde cereyan eden hadiselerden biri de afetlerdir. Bu afetler “İnsan­ların ellerinin kazandığı (gü­nah­­­lar) yüzünden, karada ve de­nizde fesad çıktı ki (Allah), yap­tıklarının bir kısmı­nın (ce­­za­­sını), kendilerine (dün­ya­­­­da) tattırsın; tâ ki (kötülük­ler­­den) dönsünler.”2 ayetinin işaretinden anlaşılıyor ki; hata, kusur ve günahlarımızın karşılığıdır ve kötülüklerden vazgeçip istikamete girmek için bir ikaz-ı ilahîdir. Nasıl ki bir çoban sürüsünü güderken başkasının malına başını uzatan koyunlarına ufak ufak taşlar atar, ta ki haram yemesinler! Aynen bunun gibi Rabbimiz kemal-i şefkat ve merhametiyle bizleri bela - musibet taşlarıyla uyarmaktadır. Deprem, sel, fırtına, yangın gi­bi bela ve musibetlerin umumi olması, (وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُصٖيبَنَّ الَّذٖينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَٓاصَّةً وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ شَدٖيدُ الْعِقَابِ ) ayetinin hükmüyle ilgilidir. Ya­ni “Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit, yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”3 Şu ayetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydân-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücâhededir (imtihan ve cihâd yeridir). İmtihan ve teklif, iktiza ederler (gerektirirler) ki, hakikatler perdeli kalıp, tâ müsabaka (yarışma) ve mücâhede ile Ebu Bekirler (ra) a‘lâ-yı illiyyîne (en yüce makamlara) çıksınlar ve Ebu Cehiller esfel-i sâfilîne (en aşağılara) girsinler. Eğer masumlar (günahsızlar) böyle musibetlerde sağlam kalsa idiler, Ebu Cehiller aynen Ebu Bekirler (ra) gibi teslim olup, mücâhede ile manevi terakki (yükselme) kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif (imtihan sırrı) bozulacaktı.4 Yüce Rabbimiz her şeyi hayır murad ederek yaratır. Şer gibi gözüken hadiselerin peşine bizim bildiğimiz / bil(e)mediğimiz öyle hayırlar takar ki zararı hiçe indirir. Yani musibet gelir keffaret’üz-zünub olur, günahları siler süpürür yahut manevi terakkiye vesile olur. Aynı musibet içinde zalimler cezasını görürken masumların zayi olan malları sadaka hükmüne geçer. Bu sayede fâni malları beka bulmuş olur; şayet vefat etmişse şehadet mertebesine yükselir. Demek her şeyde olduğu gibi Âdil ve Rahîm olan Rabbimiz afet, bela ve musibetlerde de adalet ve rahmetiyle muamele etmekte masumların haklarını korumaktadır. Afetlere tamamıyla engel olmak mümkün olmasa da; gerekli tedbirleri almak ve afetlerin yol açacağı zararları en aza indirmek mümkündür. Dinimiz, önce üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmemizi emreder; ondan sonra Allah’a tevekkül etmeye, O’na güvenip teslim olmaya davet eder. Demek önce tedbir, sonra tevekkül gelir. “Önce deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et!”5 hadis-i şerifi buna işaret etmektedir. Toprak ve su unsurundan tutun hava ve ateş unsuruna kadar her şey Allah’ın hükmü altındadır. Allah dilemedikçe ne yer sarsılır, ne sular sel olur, ne tatlı esen rüzgâr fırtınaya dönüşür ve ne de ateş yangına inkılap eder; hiçbir şey olmaz. Hakikat böyleyken her şeyin Allah’ın bilmesi ve dilemesiyle olduğunu bilen bir insanın ne korkusu olabilir? Demek iman, insana tam bir emniyet ve güven hissi veriyor. Öyleyse ehl-i iman olduğumuza şükretmeliyiz. Rabbim vata­nımızı, milletimizi ve âlem-i İslam’ı her türlü afetten muhafaza eylesin. Âmin. 1- Sözler, 14. Söz, s. 41.2- Rum suresi, 30/41.3- Enfâl suresi, 8/25.4- Sözler, 14. Söz’ün Zeyli, s. 42.5- Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 60.

Ali CİRİT 01 Aralık
Konu resmiKızılelma
Kültür ve Medeniyet

Katılımcılardan birisi, “Bizim zamanımızda zincirler kırılacak, Ayasofya açılacak” vb. ulaşılası hedefler vardı. Zor zamanlar ve kıt imkanlara rağmen bu Kızıl­elmalar bizi diri tutar, gayrete getirirdi. Bugünün gençliğinde -en azından sizin nazarınızda- Kızılelma nedir?” diye bir sual sordu. Geçtiğimiz hafta sonu, 1994’te kurulmuş, birlik ve beraberliğe, ortak iş yapmaya ciddi katkı sağlamış ve sağlama çabasında bir çatı kuruluş olan Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın (TGTV) “Gönüllü Teşekküller Zirvesi”ni icra ettik. Kartepe’nin zirvesinde gerçekleşen bu zirvede, önemli konular kıymetli konuşmacılar ta­rafından konuşuldu, çalışma masalarında beş ayrı mevzu müzakere edildi. Akşamında ise Türkiye Gençlik STK’ları (TGSP) Gençlik Liderliği Eğitim Programından (GLEP) me­zun dört genç, Serpil Ateş tarafından kendilerine sorulan sualleri cevapladırlar. Yaşları yirmi üç bu dört genç, gençleri anlama ameliyesinde bulunan STK temsilcileri ve zirve programının ana konularından birisi olan STK’ların gençleşmesi, genç fikirlere açılması ve idari kadroda gençlerin bulundurulması vb. arayışları­na, gençler bu konuları nasıl görüyor, gençlerdeki gönüllülük çalışmaları nedir, ne olursa bir STK’da görev alır veya orada kalıcı olabilir, değişen dünya ve gelişen Türkiye’de sivil toplum çalışmaları nerede ve nasıl olmalıdır gibi pek çok sorunun cevabını, tecrübeli sivil toplum gönüllülerinin önünde çok açık, net ve yüreklilikle ifade ettiler. Gençlerin özgüvenleri, “sahne performansları”, mikrofon ve ses kullanımları, üslupları ge­­nel katılımcılar tarafından ola­­bil­diğince olumlu/müspet kar­­şı­lanıp istihsan edilmesiyle birlikte, kendilerine bazı sorular da soruldu. Detayları kamera kayıtlarının deşifresi sonrası paylaşılır belki. Ben sorulan şu soru çerçevesinde kalıp kısa bir değerlendirme yapmak ve bu bir araya gelişin kıymetini ve bundan duyduğum sevinci paylaşmak istedim. Katılımcılardan birisi, “Bizim zamanımızda zincirler kırılacak, Ayasofya açılacak” vb. ulaşılası hedefler vardı. Zor zamanlar ve kıt imkanlara rağmen bu Kızıl­elmalar bizi diri tutar, gayrete getirirdi. Bugünün gençliğinde -en azından sizin nazarınızda- Kızılelma nedir?” diye bir sual sordu. Soruyu bir genç cevapladı ama diğerleri de bigâne kalamayıp onlar da ilave cümleler kurdular ve -manayı değiştirmeyecek benim bazı ilavelerimle- şunları söylediler… O zamanlarda bölgesel veya simgesel bazı idealler vardı. Ya da onlar öne çıkarılıp, en azından diri tutuyor, aksiyon almaya vesile oluyordu. Geldiğimiz bugünümüzde hamdolsun Ayasofya açıldı, başörtüsü serbest, kamusal alan kavramı din siyaset çerçevesi dışına çıktı, çarşaflı bir insan bile üniversiteye gidebiliyor, doğru. Bu cümleler de bizleri pasif, ey­lemsiz, geçmişinden kopuk, uçarı gençler algısıyla hedefsizmiş gibi gösteriyor. Halbuki bizim hedefimiz i’la-yı kelimetullah olmak hasebiyle, sadece misak-ı milli içinde kalmıyor, bütün insanlığı hedefliyor. Bugünün Kızılelma’sı, Allah’ın ismini yüceltmek ve merhamet medeniyetinin öğretisi ve o bilgiyi amele geçirmekle bütün insanlara kavlen, halen ve fiilen taşımaktır, denilebilir. Düşman mert olursa o da kıymetlidir. Sizin zamanınızda düşman belliydi. Bizim düşmanımız kaypak. Örtülü. Filmlerin, kitapların, uygulamaların içlerinde gizli. Fayda üretiyorum havuçları marifetiyle gizli zehirlerini zerk ediyorlar ve bizleri hasta ediyorlar. Bizler bu namert düşmanlara karşı savaşıyoruz. Sizin zorluklarınız sizi diri tutan önemli araçlardı ama bizim düşmanlarımız tam tersi. Fakat çalışmamıza, mücadelemize engel değil… Bu zamanın Kızılelma’sı şuurdur, farkındalıktır. Algı dünyasının ürettiği yanılgılara karşı, düşmanın silahıyla silahlanarak, bize ait olanı korurken, herkese fayda verecek olan düşünce, malzeme, aksiyon üretebilmektir. Üzerimizdeki ölü toprağını atıp silkinebilmektir. Bunları yaparken pergelin bir ucunu bizden, bize ait olandan ayırmamaktır. Bu minvalde cümleler kuruldu. “Kızılelma’nız nedir?” sualine gayet İslami ve insanlığı kuşatacak dertlilikle cevaplar verilmesi, bir katılımcının “Bu ka­dar beklemiyordum” cümlesiyle gençlere olan bakış açısının şu kısa zamanda olumlu olarak değişmesine ve hemen herkesin yarına daha ümitle bakmasına vesile oldu. Güzel oldu. Şunu da söylemeden geçmeyeyim. Gençler kendilerini ifade etmek, fikirlerine saygı duyulması, işlere ortak edilmesi, kendilerine bir iş verildiğinde bunu sonuna kadar götürme iradesinin tanınması, kendileriyle bir tebessüm, bir çay eşliğinde kısa da olsa muhabbet edilip varlığından haberdar olunmalarının bilinmesi gibi hususlara dikkat çekiyorlar. Gelecek konusundaki endişelerine dair suale, siz rahat olun, biz sizleriz ve bizden sonrakiler de bizler olacak. Bundan dolayı biz sizin çocuklarınızla sizden daha ilgiliyiz, diyorlar. Son olarak şunu aktarmış olayım. Biz STK bağlamında bel­­ki üst yöneticilere ulaşabiliyor, onların iyi muhataplığıyla kar­şı­la­nabiliyoruz ama arada bü­rok­ra­siye önem veren ve bizlerin STK’larda kalmamız konusunda en büyük engeli teşkil eden ara bir kısım var. Bunun acilen düzeltilmesi lazım diyorlar… Evet Efendim… TGTV güzel bir şey yaptı, genç­lerle buluşup onları dinle­di. Gençler de davete icabet edip büyük bir olgunluk ve ye­tiş­mişlikle kendilerini ifade ettiler. Ortaya çıkan istifade, ümit ediyorum ki, devam eden süreçte iletişim, etkileşim ve kalbi süreçleri daha ileriye taşıyıp büyüklerin tecrübesi, gençlerin enerjisiyle etkili ve faydalı çalışmaların yapılmasına zemin hazırlayacaktır.

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Aralık
Konu resmiUtansın*
Kültür ve Medeniyet

*Necip Fazıl KISAKÜREK

İrfan MEKTEBİ 01 Aralık
Konu resmiÖlüm Öldürülmüyor ki
İtikad

“Sizi yoktan var eden zatın memuru olarak bu dünyada bulunuyorsunuz. Vazifenizi bitirdikten sonra yine O’na döndürüleceksiniz. Öyle ise vazifenizi güzel bir şekilde yerine getirin ki ölüm sizi güzel bir şekilde karşılasın. Çabuk söner bir ateş hükmünde olan ömrünüzü hayırlarla geçirin ki kabir sizin için cennet bahçelerinden bir bahçe olsun.” “Her gelecek yakındır.” demiş­ler. Ölüm de bize çok yakın. Gündüzün bir anda son bulup gece oluvermesi, bir mevsimin bitip yerini süratle diğer bir mevsime bırakması katiyetinde ölüm başımıza gelecek. Sayılı günler çabuk geçecek ve ömür sermayemiz çok kısa bir zamanda tükenecek. Acele hareket eden kafileler için azıcık mola vermek ve hemen yola revan olmak için tesis edilen bu dünya hanından ayrılacağız. Gelip göçen her insan gibi biz de bir gün bu süslü menzili terk edeceğiz. Süleyman Çelebi’nin: “Her ne denlü çok yaşarsa kişi / Akıbet ölmekdür ânın işi” dediği gibi, sonumuz değişmez gerçek olacak! Ne bir saat ileri ne de bir saat geri… Evet, ölüm öldürülmüyor, kabir kapısı kapanmıyor! Şimdiye kadar her gelen gitmiş ve hala gidiyor. Biz de gideceğiz. Pekâlâ, her bir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, aca­ba bizlerden ne istiyor? Muhak­kak bir şeyler istiyor olmalı. Çünkü bir sebep olmaksızın insanları peşine takıp götürmesini kabul edemeyiz. O halde, kabrin yüzüne merdane gülmek ve “Acaba ölüm bizden ne talep ediyor?” diye iyice düşünmek mecburiyetindeyiz. Ölümden ür­kerek, kabirden korkarak, gaf­let sarhoşluğu ile kendimizi uyu­tamayız. Madem ölümü öldürmek ve ka­bir kapısını kapatmak mümkün değil. O vakit, ne pahasına olursa olsun bizi sevdiklerimizden koparan, aleyhimize çalışan ölü­mü lehimize çevirmenin bir yo­lunu bulmalıyız. Kabrin soğuk ve çirkin yüzünden kur­tulma­lıyız. Ne yapıp edip bir çare bulmalıyız. Her şeyin üstünde ve en büyük endişemiz bu olmalıdır. Zira başımıza açılan en büyük mesele bu görünmektedir. Dert olur da derman bulunmaz mı? Şüphesiz her müşkül için bir çare vardır. Ecel celladının ve kabir hapsinin elinden kurtulmak çaresi de var elbette. Ölümün hakikatine vakıf olmuş kahramanlar çaresini göstermişler. Öyleyse biz de o ehil ağızlara kulak vermeliyiz. Her biri farklı asırlarda ve farklı mekanlarda dünyaya gelmiş, lakin aynı hakikati haykıran o nurani zatları dinlemeliyiz. Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bu hakiki muallimlerden, halis mürşitlerden ders almalıyız. Yüz yirmi dört bin peygamber hesapsız mucizeleriyle, o peygamberlerin verdiği haberleri tasdik eden yüz yirmi dört milyonu aşkın evliya keşifleriyle ve bu iki muhteşem cemaatin haberlerini aklen doğrulayan milyonlar muhakkikler, müçtehitler, sıddıklar ellerindeki kuvvetli delilleriyle ittifak ederek bahsimize ışık tutuyorlar. Başımıza açılmış en büyük meseleyi hallediyorlar. Bakın ne söylüyorlar: “Sizlere müjde! İman senedi ile ölüm bir yokluk, ya da hiçlik değil. Ebedi bir ayrılık yahut sönüp fena bulmak değil. Baki bir aleme, saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir. Ölüm, dünyadan göçüp gitmiş olan bütün sevdiklerinize sizi ulaştıran bir dost hükmündedir. Bu itibarla bir tebdil-i mekandır, anavatana dönüştür aslında. Kabir ise, tek başına kalacağınız karanlıklı bir hapis ve dipsiz bir kuyu değil. Bu dünya zindanından bâki ve nurani bir ziyaretgâha, bağ ve bahçeler ile süslü bir mekâna açılan kapıdır haddi zatında.” Hem o hidayet rehberleri diyorlar ki: “Sizi yoktan var eden zatın memuru olarak bu dünyada bulunuyorsunuz. Vazifenizi bitirdikten sonra yine O’na döndürüleceksiniz. Öyle ise vazifenizi güzel bir şekilde yerine getirin ki ölüm sizi güzel bir şekilde karşılasın. Çabuk söner bir ateş hükmünde olan ömrünüzü hayırlarla geçirin ki kabir sizin için cennet bahçelerinden bir bahçe olsun.” “Ey insanlar! Muhteşem ve baki bir memlekete davet ediliyorsunuz. Her vakit gördüğünüz ecel darağacının arkasında, mümin ve muti kullar için -hüsn-ü hâtime şartıyla- ebedî ve tükenmez hazineler kurulmuş. Ahirete inanmayan, fısk ve haramlarla hayat sürenler için -tevbe etmezlerse- müebbet hapisler açılmış. Ruhun bekasına inanan ama sefahatte gidenlere ise daimî, karanlık hücre hapisleri kurulmuş. O halde, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve farzlarla süsleyiniz. Günahlardan çekinmekle onu muhafaza ediniz.” Yine o nurani kafile bize şu hakikati nida ediyor: “Allah namına başlamalı ve Allah namına işlemelisiniz. Allah hesabıyla vermeli ve almalısınız. O’nun izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli böylelikle sükûnet bulmalısınız. Kusur ederseniz istiğfar etmelisiniz. Ta ki kabre ağlayarak değil gülerek giresiniz. Bu dünyadan aziz olarak çıkasınız.” Hem diyorlar ki: “Müminin nazarında bütün mev­cudat, Seyyid-i Kerîm’in ve Mâ­lik-i Rahîm’in birer munis hizmetkârı, birer dost memuru ve birer şirin kitabıdır. Mümin olan bir kişi için bu dünya bir bekleme salonudur. Mademki hal böyledir, o halde ne kadar fena ve sıkıntılı şeylerle karşılaşsanız da hepsini hoş görün. Ömrü de ölümü de hoş görün!” Evet, “biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar, sevkiyat var!” Sevdiklerimize elveda bile diyemeden alıp bizi götürecekler. Gözümüz ile görüyoruz; genç, ihtiyar demeden her gün binlerce kişiyi alıp götürüyorlar. Her gün yıldız kayar gibi bir bir kayıyorlar aramızdan. Sıra bize geldiği vakit “Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sa­bit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik.” mi diyeceğiz yoksa “Büyük bir piyango bize çıkmış, hemen gidip ücretimizi alalım.” mı diyeceğiz? Bir düşünelim…

Celal AKAR 01 Aralık
Konu resmiSenin İçin Yaşat, Öldür
İnsan

Cavid SARAÇOĞLU 01 Aralık
Konu resmiTürkiye Yüzyılı Türkiye Yüzyılı
Tarih

Ey Türk Milleti titre ve kendine dön!Bilge Kağan Türkiye Yüzyılı Mümkün müdür? Türkiye’nin son yıllarda gerçek­leştirdiği siyasi ve teknolojik atı­lımların, Türkiye Yüzyılı ifadesi içerisine derç edilerek gelecek yüzyıla ilişkin bir vizyon ve hedef ortaya konulması, imkân ve kabiliyetleri mevcut olan bir millete/bir devlete yürüyebileceği mümkün ve muhtemel bir güzergah tayin edilmesi şüphesiz ki nicedir ihtiyaç duyulan bir heyecan dalgasına neden oldu. Tarihin her döneminde var olan bir milletin, tarihin her döneminde var olmuş devletlerine ve milletin her bir ferdine yönelik olarak Bilge Kağan’ın, bin yılı aşkın bir zaman öncesinden “Türk Milleti titre ve kendine dön” hitabı; çağları, zamanları, mekânları, kuşakları ihata etmektedir. Türkiye Yüzyılının başladığının ilanı; Bilge Kağan’ın bu çağrısının, nasihatinin, ikazının, ihtarının, ikrarının şüphesiz ki günümüzde dikkate alınmasının, işitiliyor ve kulak veriliyor olmasının, yürekli şekilde yüreğe ve zihne yerleştiriliyor olmasının da bir sonucudur. Titre ve kendine dön ifadesi, halihazırda mevcut olmayan bir ahval içerisinden, geçmişte veya fıtratında var olan bir hale dönüşü salık vermektedir. Zatında, fıtratında ya da geçmiş zamanda mevcutluğun ifadesidir. Mümkünlük ve muhtemelliği içeren bu ifadenin tahakkuku ise tarihin pek çok dönemindeki kriz ve çöküşlerin akabinde söz konusu olmuştur. Dünya her ne zaman yeniden kurulsa titreyip kendine dönüş ile milletimiz devletiyle yerini almıştır. Selçuklularda vaki olan güç, kuv­­vet, medeniyet ve mefkure, Sel­­çuk­lulardan sonra Osman­lı­lar­­da tevarüs etmiştir. Selçuklu ve Osmanlılar, Türk yüzyılla­rından oluşan bir Türk bin yılı inşa etmişlerdir. Bin yılın içinde­ki Türk Yüzyılları bir Türkiye Yüzyılının olabileceğinin en somut göstergelerinden birisidir. Ölsün Yeis Geçtiğimiz yüzyılda Millet ola­rak büyük badireler atlattık, yüz­yıllar içerisinde kazandığımız topraklar, Geçen yüzyılın başında, yıllar içerisinde kaybedildi. Bu kaybediş salt bizim kaybedişimiz değildi. Biz kaybettik, Saraybosna kaybetti, Bakü kaybetti, Halep kaybetti, Kırım kaybetti, Buhara, Semerkant, Taşkent kaybetti, Bağdat kaybetti, Kahire kaybetti, Kudüs kaybedildi, bütün bir alem-i İslam kaybetti. Böyle peyderpey kayıpların ahirinde ve büyük kaybın arifesinde, Bediüzzaman Hazretlerinin 1911’de Şam’da, Şam ulemasının ısrarı üzerine Cami-i Emevî’de îrad ettiği meşhur hutbede, istikbale dair ümitvar konuşması, ye’si (ümitsizliği) hastalık olarak nitelendirmesi dikkat çekicidir. Millet olarak fıtratta var olan, tarihte 1000 yıl vücut bulmuş, mümkün olmuş olan, gelecek için de mümkün olabilecek olan bir hal için “Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve manevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demir yolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz” demiştir. Mevcut halden gelecekte çıkışın, yeniden çağı inşa etmenin ilk adımının ye’se düşmemek olduğunu reçetelendirmiştir. Aynı hutbede bir cümlesine, “Ye’sin burnunun rağmına olarak ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim” olarak başlamış, “İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacaktır” diye cümlesini tamamlamıştır. Aynı hutbede “yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır fakat yalnız bîçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz.” demiştir. Yine aynı hutbede söylediği “Ölsün yeis!” sözleri ise gelecek yıllar için hem bir niyaz, hem bir temenni, hem bir nida, hem bir çağrı, hem bir çare, hem bir nasihat, hem bir ikaz, hem bir ihtar olmuştur. Bu hutbeden hemen sonraki yıllar İmparatorluk için daha zor zamanlar gelmiş, cihan harbi yaşanmış, imparatorluk çökmüş ve bir devir kapanmıştır. Bir çöküş eş zamanlı olarak başka bir dirilişi beraberinde getirmiş. Cihan Harbi sonrasında, Dünya bir defa daha yeniden kurulmuş ve milletimiz, yeni devleti Türkiye ile yoluna devam etmiştir. Genç ve yeni Türkiye için sonraki yüzyıl hem içerden hem dışardan maruz kaldığı saldırılarla bir kalkınma ve beka mücadelesi ile geçmiştir. Son yüz yıl içerisinde Türkiye’nin etrafında yaşanan gelişmeler, hadiseler, çatışmalar, işgaller, rejim değişiklikleri, sınır değişiklikleri göz önüne alındığında Türkiye’nin geçtiği ateş çemberi daha iyi anlaşılmaktadır. Komşularımızdan son yüz yıl içinde ya savaş, ya işgal, ya sınır değişikliği vb. gibi şeylere maruz kalmayan ülke neredeyse yoktur. Türkiye ise İkinci Dünya Savaşı döneminde savaşa girmesi için taraflar tarafından zorlanmış. Türkiye bu baskıları savuşturmayı başarmıştır. Savaş sonrasında SSCB tarafından Türkiye’den toprak talepleri ol­muş, Kars ve Ardahan talep edil­miştir. Bu talepler karşısında Türkiye, Almanları mağlup eden SSCB’ye restini çekmiştir. Charles Dickens; İki Şehrin Hi­­ka­­yesi adlı romanına “…akıl çağıydı, budalalık çağıydı, ışık mevsimiydi, karan­lık mevsimiydi, umudun ba­harıydı, üzüntünün kışıydı, önümüzde her şey vardı, önümüzde hiçbir şey yoktu…” şeklinde başlar. Türkiye’nin geride bıraktığımız yüz yıllık serüveninde bu iç içe geçmişlik görülmektedir. Bir yandan, bir zaman geleceğe dair umutları yeşertecek ve yeniden bir Türk çağını Türkiye çatısı altında başlatacak olan gelişmeler yaşanırken ve tam bir ivme kazanılmışken, başlatılan girişimlerin birden bire akim bırakılmasına ilişkin o kadar çok örnekle karşılaşılmaktadır. Bu örneklerin çokluğu, insanı neden böyle yapıldığına anlam verememe hissiyatına dahi sevk edemeyecek bir anlamı barındırmaktadır. Cumhuriyetin daha ilk yıllarında, 1926 yılında Kayseri’de Tayyare ve Motor Türk AŞ (TOMTAŞ) kurulmuştur. Döneminin en iyi uçak fabrikalarından biri olmuştur. 1941 yılına kadar 200 kadar uçak üretilmiştir. 1941 yılında Etimesgut’ta kurulan uçak fabrikasında da 1950 yı­lı­na kadar 100’den fazla uçak üre­tilmiştir. Bir başka örnek Nuri De­mirağ’ ın 1936 yılında başlattığı hem uçak üretme hem pilot yetiştirme serüvenidir. Kurduğu okulda 1943 yılına kadar 290 pilot yetiştirmiştir. 1936’da üretimine başlanan uçaklar 1944 yılında “A Sınıfı” uçak kategorisine girmiştir. Bu serüven de 1944 yılında sona er(diril)miştir. Hatay meselesinde Türkiye’nin ilgisi ve kararlığı sonucunda, 1939’da Hatay’ın Anavatan’a katılması başarısı büyük bir heyecanla karşılanmıştır. Nuri Killigil’in 1938’de İstan­bul’da silah ve mühimmat üre­timine başlamasıyla birlikte Tür­­kiye kısa sürede silah ve mü­him­mat ihraç edebilir konuma gelmiştir. 1949’da silah fabrikasında yaşanan patlamalar ile birlikte Türkiye’nin bu süreci de akamete uğramıştır. 1959 yılında Türkiye’nin ilk yerli lokomotifi Bozkurt ve Karakurt’un üretim çalışmalarına başlanmış ve 1961 yılında raylara inmiştir. 1961 yılında Cumhurbaşkanı Ce­mal Gür­sel’in talimatıyla 129 günde üretilen Devrim oto­­­mo­­­bi­li­nin başına gelenler de farklı olmamıştır. Otomobil üre­­­tim macerası da sonuçsuz bı­ra­­kıl­­mıştır. Türkiye bir yan­dan bilge Kağan’ın dediği gi­bi “tit­re­yip kendine dönme” ara­yışında olurken ve bunu ya­pa­bileceğini hem kendisine hem dünyaya gösterir iken, im­kân ve mümkünü görmek ve göster­mekte iken, diğer yandan “ya­pamayacağı- edemeye­ce­ği- ba­şa­ra­mayacağı” hissiya­tıyla “ye’se” yuvarlanmaya çalışılmıştır. Umudun baharına umutsuz­luğun karları yağdırılmıştır. 1960, 1971, 1980, 1997 askeri müdahaleleri ile Türkiye üzerinde bir vesayet sistemi oluşturulmuştur. Türkiye’nin 40 yılı siyasi ve ekonomik çalkantılar, istikrarsızlıklar, krizler ile patinaj yaparak geçmiştir. 1960 ile 1971 arasında 9 hükümet, 1971 ile 1980 arasında 11 hükümet, 1990 ile 2000 arasında 11 hükümet kurulması, bunlar arasında ömrü 30 gün, 25 gün, 88 gün, 150 gün olan hükümetlerin dahi olması, Türkiye’nin bugün gecikmeli de olsa yakaladığı pek çok şeye neden geç kaldığı noktasında uzun söze gerek bırakmamaktadır. Türkiye’nin uzay çağını yakalaması “çağdaş muasır medeniyetler seviyesine çıkması için” Uzay çalışmaları ve uzayı gözlemlemesi gereken, Türkiye’nin güzide bir üniversitesinde görev yapan Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi Prof.ün elinde kamera ile 2010’lu yıllarda dahi elinde kamerayla fakülte kapısında başörtülü öğrenci avına çıktığına ilişkin haberlerin basında yer alması, Türkiye’nin bugün gecikmeli de olsa yakaladığı pek çok şeye neden geç kaldığı noktasında uzun söze gerek bırakmamaktadır. Bütün bu atmosfer içerisinde diğer bir yandan da Türkiye’nin başına musallat edilen muhtelif terör örgütleri ile Türkiye tek başına mücadele etmek zorunda kalmıştır. On binlerce vatandaşını teröre kurban veren Türkiye, bütün bu atmosferde teröre boyun eğmemiş, terör örgütünü maşa olarak kullanan ülkeler terör üzerinden Türkiye’ye diz çöktürememiştir. Bütün bu krizler ve çalkantılar içerisinde, bu atmosfer içerisinde Türkiye 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekâtını gerçekleştirmiş bir kere daha hesapları alt üst etmiştir. Neredeyse yarım yüzyıl umut ve umutsuzluk arasında, atalet ve atılım arasında yoluna devam ederek 2000’li yıllara gelmiştir. Öldü Yeis – Yaşasın Ümitvar Olmak Türkiye’nin kendi krizlerini aşa­­­madığı, kendi sorunları­nı çö­ze­mediği kendisi için bir yüz­­yılı başlatamadığı bir dö­nem aynı zamanda İslam coğ­raf­­ya­sı­­nın kaderini de etkilemiş­tir. İs­lam Dünyası yüz yılı aşkın sü­redir uluslararası sistemin rüz­gârıyla savrulmakta, aktörlerin dizaynı­na mukavim duramamaktadır. 10 yıldır Suriye’de yaşananlarla, 30 sene önce Bosna Hersek ve Karabağ’da yaşananlar, bugün Halep’e düşen bombalarla dünün Saraybosna’sına atılan mermiler, hep aynı savruluşun tezahürü olmuştur. İslamabad’dan İstanbul’a kadar İslam coğrafyası terör saldırılarına maruz kalmaktadır. Tarihte önemli ilim merkezleri olmuş, önemli İslam ulemasının yetiştiği Bağdat, Halep, Şam, Basra gibi şehirlere sahip Suriye ve Irak gibi İslam coğrafyaları bugün terör örgütlerinin laboratuvar alanı haline dönüştürülmüştür. Bugün Karabağ’ın azatlık olu­şu ile Bosna’nın merhum Bil­ge Kral Aliya tarafından “Bos­na size emanettir” sözüyle Tür­ki­ye’ye emanet edilişi, Tür­ki­ye’nin yalnız kendi sınırları içerisinde değil Irak ve Suriye’de gerçekleştirdiği sınır ötesi operasyonlar ile terör yuvalarını ve yapılarını darmadağın etmesi de Türkiye’nin “titreyişi ve kendine dönüşü” “Ye’si öldürüşü” Türkiye Yüzyılını” ilan edişi ile doğrudan ilişkilidir. Türkiye’nin Yüzyılını başlata­ma­ması için yarım yüzyıl boyunca engellenen ne varsa, bu­­gün artık aşılmıştır. Üretemez- üretemesin denilen, yapa­maz- yapamasın istenilen ne varsa bugün artık üretilmesi ve ya­pıl­ması başarılmıştır. Kendi sondaj ve savaş gemilerini, İHA ve SİHA’larını, uydularını, otomobilini, tankını, pek yakında uçağını yerli ve milli imkânlarla yapmayı başarmıştır. İç politikada, Türkiye’ye ayak bağı olan vesayet odaklarının etkisine son verilmiştir. Dış politikada; Afrika’dan Orta As­ya’ya, Libya’dan Venezüella’ya, ŞİÖ’den AB’ye, İİT’den Türk Devletleri Teşkilatına baş döndürücü bir ivme yakalanmıştır. Bir mefkûrenin yönettiği ve yürüttüğü “Türk Binyılı”, bu­gün aynı mefkûresiyle, aynı he­ye­canıyla birlikte “Türkiye Yüz­yılı” olarak kaldığı yerden devam etmeye başlamış, ikinci binyılına adım atmıştır. “Türkiye Yüzyılı” yalnız Türkiye’yi değil, tüm Türk ve İslam dünyasının çehresini değiştirecek, kaderini etkileyecektir. Türki­ye yüzyılı demek, istikbalin Tür­kiye’nin olması demektir. İstik­balin Türkiye’nin olması demek; istikbalin Şam’ın, Ha­lep’in, Bağdat’ın, Basra’nın, İs­la­mabad’ın Saraybosna’nın, Ba­kü’nün, Kahire’nin, Taş­kent’ in, Semerkant’ın, Kudüs’ün, Do­ğu Türkistan’ın olması demektir. Türkiye Yüzyılı demek; bin yıl önce bir defa olmuş olanın, sonra 700 yıl önce bir defa daha olmuş 600 yıl sürmüş olanın, çağın şartlarında ve formatında bugün tekrar tezahür etmesi demektir. Bugün; mazinin üzerine inşa edildiği gibi, istikbalin inşası da dün ve bugünün üzerinde yükselmektedir. Yeis Ölmüştür. Türk Milleti titremiş ve ken­di­sine dönmüştür.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Aralık
Konu resmiTüzükat-ı Timur’dan
Tarih

Timur Han, 1336 tarihinde Türkistan’ın Şehrisebz’e bağlı Hoca Ilgar köyünde dünyaya gelmiştir. Annesinin adı Tekin Hatun olup, babasının adı Emir Turagay’dır. Turagay cesur ve bilgili olmakla birlikte, Barlas aşiretinin reislerindendir. Aynı zamanda Emir Külal Hazretlerinin de talebesidir. 1- Öz saltanatımı İslam dini üzere kurup, Şeriat-ı Muhammediye ile onu sıkı bağladım. Saltanatımı devlet mertebelerini töre tüzüğe bağlayıp öyle muhafaza ettim ki, benim saltanatıma ziyan vermeyi hiç kimse düşünemez oldu… 2- Tüm askerimi ve halkımı ümit ve korku arsında tuttum. Dost düşman ile anlaşma yolunu tutup, kusurlarını bağışladım. Kendim işittiğim halde onların kötü sözlerini duymazlıktan geldim… 3- Hiç kimseden öç almayı düşünmedim. Tuzumu tadıp bana kötülük yapanları Tanrı’ya havale ettim. İş gören, sınavdan geçen bahadır kişileri korudum. Akıllı alimler, fazıl seyyidler, himmetli asilzade kişileri kendime yakınlaştırdım. Kötü nefisli himmetsizleri, gönlü bozuk akılsızları meclisimden kovdum… 4- Güler yüzle, merhametle, şefkatle halkı kendime râm ettim. Mümkün olduğu kadar özümü cebir ve zulüm yapmaktan sakladım…  Saltanatımın mertebelerini tertip ve intizama bağladım. Saltanat işlerimin hepsini töre-tüzüğe bağlayıp, on iki taifeyle (sınıfla) onu sağlamlaştırdım. Bu on iki taifeyi devlet müessesinin on iki ayı, saltanat feleğinin on iki burcu saydım. (Refik Özdek, Siyasi Vasiyetnameler, Boğaziçi Y. İst. 1975)

İrfan MEKTEBİ 01 Aralık
Konu resmi“Gelecek, Türkiye’nin mi olacak? Yoksa, o gelecek zaten geldi mi?”
Tarih

Geleceğin Türkiye’ye ait olup olmayacağını görebilmek için, öncelikle “Dünyadan Türkiye’nin görünüşü nasıl?”, “İtibar seviyesi nerelerde?” ve “İş dünyasının vaziyeti nedir?” konularına bakalım. Türkiye’nin şu anki haliyle dün­yadaki üretimin henüz sade­ce yüzde biri kadar bir hissesi var ve ithalatı da ihracatının üzerinde. Yani zahiri ve ekonomik göstergeler pek parlak gözükmüyor. Fakat tarihinden kaynaklı nüfuz alanı, coğrafi konumunun vermiş olduğu potansiyel ve son zamanlardaki başarılı atılımları, yakın geleceğinin çok daha parlak olacağının göstergeleri gibi. Türkiye, birçok mazlum milletlere de ümit kapısı olmuş durumdadır. Ancak, son zamanlarda yakalamış olduğu bu rüzgârı ve avantajı iyi kullanması gerekiyor. Aksi taktirde Allah korusun, treni kaçırabilir. Bu treni kaçırmamak için hem idarecilerimiz, hem STK’lar, hem iş dünyası, hem de insanımız üzerine düşeni hakkıyla yapmalıdır. Öncelikle her bir Türk vatandaşı ve kurumuna düşen, geniş çerçeveden bakmak olmalıdır. Yani, sadece kendisi veya ailesi için değil, “Tüm ümmet için ne yapabilirim?”, “İnsanlığa nasıl hizmet edebilirim?”, “Nasıl bir ulvi gaye edinmeliyim?” gibi dert edinmeler, her bir ferdi kendi çapının çok üzerine çıkaracaktır. Tarihte ve günümüzde ilerlemiş güçlü milletlerin, milli duygular ve şuur olmadan o seviyelere gelmiş olanı gösterilemez. Yani, “kişinin himmeti, milleti olmalıdır”. “Bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” Eğitim kurumlarımızda henüz bu tarz düşünceler hâkim değil ve gençlerimize bu duygular yeterince veriliyor diyemeyiz, maalesef. Manevi mesuliyet duygusu taşıyan birtakım STK’larımız, emniyet güçlerimiz ve ordumuz istisna tutulursa, biraz daha “ekmek” yememiz gerekecek gibi gözüküyor. Çoğu, devletimizin destekleriyle olmak üzere, son senelerde yapılan bazı Türk dizi filmleri de gerek kendi insanımızda, gerekse milletimize sevgi ve hürmet besleyen birçok millet üzerinde büyük tesir uyandırmışa benziyor. Milli ve manevi duyguların canlanması, iyiye işarettir. Her hâlükârda, insanımıza haksızlık etmeyelim. 15 Temmuz akşamında, kendisini yeniden ispat etti ve atalarına layık olduğunu tekrar gösterdi. Silahı bile olmadan, silah sıkanların üzerine korkusuzca yürüdü ve kadın-erkek, genç-yaşlı şehitler verdi; geriye gaziler bıraktı. Evet, bu millet, çamura bulandırılmış olsa da, aslının hâlâ altın olduğunu bir defa daha gösterdi. Altın ise, çamurdan zarar görmez. Birtakım çürümüşlere gelince, onlar kıyamete kadar varlıklarını sürdüreceklerdir. Çünkü, altın madeninden sadece altın çıkmaz! Ayrıca, ülke dışına yapılan maddi yardım cihetiyle de insani yardım kuruluşlarımız, herhangi bir ülkede mağdur duruma düşenlere yetiştirdiği yardımlarla, dünyanın en çok dış yardım sağlayan yardım kuruluşları durumundadır. Dünya üzerinde çok üst seviyede zengin sınıflar bulunurken, hâlâ temel ihtiyaçlarını karşılayamayan, hatta açlık çeken insanların sayısının çokluğu düşünülürse, Türkiye’nin yapmakta olduğu yardımlar, ülkemize ve insanımıza karşı büyük muhabbet ve dua vesilesi olmaya devam etmekte; birlik kapılarını açmaktadır. Yine son 20 senedir, çoğu Müslüman ülkelerden olmak üzere, üniversite okumak için ülkemize gelerek devletimizin ve STK’larımızın sağlamış olduğu imkanlarla çeşitli alanlarda kendisini yetiştirip, Türkçe öğrenmiş ve ülkesine dönmüş binlerce genç insan vardır. Bu insanlar, aileleri ve ülkeleri, kalplerinde Türkiye ve Türklere karşı minnet ve muhabbetle, bir taraftan, gelmiş oldukları mevkilerde kendi ülkelerine hizmet ederken, diğer taraftan, Türk ağabeyleri ile de her türlü işbirliği, ticaret ve yardımlaşmaya da hazır durumdadırlar. Yukarda geçen “treni kaçır­mak” tan bir muradımız da, işitmiş olduğumuz bazı mühim haberlerdir. Birçok Afrika ülkesinde, ticari iş birliği yapmak için Türkler beklenirken, Çin ve ABD menşeli şirketler başta olmak üzere, büyük miktarda arazi satın almalar, inşaat projeleri ve maden işletmeciliği anlaşmaları yapılmış ve yapılmaya da devam etmektedir. Bundan dolayı iş adamlarımız, bir an evvel organize olup harekete geçmelidir. Aynı zamanda, ço­ğu ihtiyacını ithal eden bu Afrika hükümetleri ve toplumları, bakir olan bütün alanlarda da bizim iş adamlarımızla çalışmak için bekleyiş içerisindedirler. Bu tarz işler için, “hesâbî değil, hasbî” davranmaya dikkat etmeli, ilk etapta karşımıza çıkma ihtimali olan meşakkatler gözlerde büyütülmemeli ve milli-manevi bir vazife olarak görüp işe sarılmalıdır. Öbür taraftan, bazı komşularımızda devam eden savaş ve anlaşmazlıklar da gözleri ülkemize çevirmiştir. Bütün dünyayı alakadar edecek bazı ciddi krizler, büyüklerimiz tarafından çözülmüş ve dünyadaki mühim liderlerden olduğumuz gösterilmiştir. Türki cumhuriyetlerle de ilişkilerimiz kuvvetlenmekte ve birçok alanda birlik muahedeleri imzalanmaktadır. Bütün bunların Türkiye’nin öncülüğünde gerçekleşiyor olması, son derece kıymetlidir. Afrika ülkelerinde olduğu gibi, Asya’da da iş adamlarımıza hem meydan açılmış hem de ağır ve mühim vazifeler gözükmeye başlamıştır. Hasılı, çölün ortasında maddi-manevi bir vaha olmuş durumdayız ve bunun kıymetini bilmek veya bilmemek bizim elimizde. Selametle ve muhabbetle kalın.  

İsmail ERDOĞAN 01 Aralık
Konu resmiEy İhvân-ı Vatan!
Risale-i Nur

Sakın, ey ihvân-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde lâuba­li­lik­lerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı şeriat-ı garrâ üzerine müesses olan kanun-u esâsî Azrâil hükmüne geçti, onları öldürdü. Ey hamiyetli ihvân-ı vatan! İsrâfât ve hilâf-ı şeriat ve lezaiz-i nâmeşrua ile tekrar ihyâ etmeyiniz. Demek, şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihâd-ı millet ve meşrutiyet ile rahm-ı mâdere geçtik, neşvünemâ bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden, inşaallah mu’cize-i Peygamberî (a.s.m.) ile, şimendifer-i kanun-u şer’iye-i esasiyeye amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahrâ-yı kebiri zaman-ı kàsırada tekemmül-ü mebâdi cihetiyle tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler; biz birden bire şimendifer ve balon gibi mebâdiye bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi i ahlâk-ı hasene olan hakikat-i İslâmiyenin ve istidad-ı fıtrînin, feyz-i imanın ve şiddet-i cû’un hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik. (Said Nursi, Divan-ı Harbi-i Örfi)

İrfan MEKTEBİ 01 Aralık
Konu resmiKur’an Yüzyılı
İnsan

Rabbimizi bize tarif eden üç “tarif edici”den en hayırlısıdır Kur’an-ı Kerim. Zira Allah lafzıdır, sözlerin en mukaddesidir. Ancak Akif’in dediği gibi, “ne fal bakmak ne de mezarlıkta okunmak için” inmemiştir. Ölü kalpleri diriltmek, hayata hayat vermek için gönderilmiş bir çağrıdır. “Kur’an nedir, tarifi nasıldır?” sorusuna Üstad Bediüzzaman Hazretleri etraflıca cevap vererek kerim kitabımız Kur’an’ı en güzel şekilde tarif etmiştir: “…hem bir kitab-ı dua hem bir kitab-ı hikmet hem bir kitab-ı ubudiyet hem bir kitab-ı emir ve davet hem bir kitab-ı zikir hem bir kitab-ı fikir…” Kur’an ayet ayet, sure sure indiğinde dünya bambaşka sabahlara uyandı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, olmadı. Zulüm ve inkâr karanlıkları Kur’an’ın nuru ile dağılmış; insanlık, nurani bir sesle özüne dönüp mükerrem bir kul olduğunu hatırladı. O saadetli asır kapandı, asırlar asırları kovaladı. Merhum Mevlâna İdris’in dediği gibi “İnsanlar dua değil, yönetmelik okuyordu” artık. Halbuki “Dünya mescitti, biz onu otel yapmıştık…” Geldiğimiz noktada insanlık Kur’an’* muhtaç, ekmek ve suya muhtaç olduğundan daha fazla muhtaç belki de… Zaman ihtiyarladıkça gençliğinden bir şey kaybetmeyen ilahi kelam, kangren olmuş pek çok derde deva olacak, içinde bulunduğumuz yüzyıl Kur’an yüzyılı olacak. Bunun işaretleri de görülmeye başladı. Rusya Devlet Başkanı Putin’in danışmanlarından Yuri Mihaylov’un “Kur’an’ı Anlama Zamanı” adıyla kaleme aldığı kitap bunun sadece küçük bir emaresi. Yuri Mihaylov Kur’an'ın Rusya'da doğru anlatılması durumunda Ortodoks halkın büyük çoğunluğunun severek İslam dinini kabul edeceğine inandığını, bunun sebebinin de -İslam dininin Hristiyanlıktan farklı olarak- insanın sosyal hayata katılmasını emrettiğini ifade ediyor ve ekliyor: “İslam dininde çelişkili hiçbir şey yok. Kur’an'ın gerçekten yüce yaratıcı tarafından insanlara gönderildiğini ve Muhammed'in (sav) de son peygamber olduğunu kabul etmek gerekiyor”. Evet, Kur’an yüzyılı geliyor… Dünya kupasının açılış törenine Hucurat Suresi damga vuruyor: “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.” Evet bu asır Kur’an asrı olacak… Yağmurun müjdecisi rüzgarlar gibi, baharın müjdecisi çiçekler gibi, sabahın müjdecisi ışıklar gibi beşaretler var: * Kur’an’ın gür sesi yeniden beşeriyeti uyandıracak, kalp­leri ihtizaza getirecek! * İnsanlar Kur’an’a koşacak. * Devletler, milletler Kur’an’a sarılacak. * Kıtalara Kur’an hâkim olacak. * Yeryüzünü Kur’an’ın nuru aydınlatacak. * Konferanslar, sempozyumlar, paneller Kur’an üzerine olacak. * Beyaz Sarayda, Kremlin’de Lordlar Kamarası’nda Kur’ an konuşulacak. * İsveç, Norveç, Finlandiya, Japonya, Güney Afrika parlamentolarında Kur’an müzakere edilecek. * Transatlantiklerden, denizal­tı­lardan, yedi yüz kişilik dev uçaklarda Kur’an tilaveti işitilecek. * Mars’a giden uzay gemilerinde astronotlar Rahman suresini, Buruc suresini oku­­yacak. * Everest’e tırmanan dağcılar Mülk suresini, Nebe suresini konuşacaklar. Zirveye çıkıldığında Haşr suresinin son ayetleri okunacak. * Alplerde, Pirenelerde, And, Ural ve Tanrı dağlarında Fetih, Hücurat, Mürselat, sureleri yankılanacak. * Kanarya ve Bermuda adalarında, Baltık fiyortlarında, Karayip ve Fildişi sahillerinde dalga dalga ayetler duyulacak. * Tibet bozkırları, Prusya ovaları, Amazon kıyıları Brezilya ormanları Kur’an’la yeşerecek. * Büyük sahra, Sibirya, Grönland, Ölü Deniz Kur’an’la şenlenecek. * Birleşmiş Milletlerde, NATO’ da, NASA karargahında, New York ve Tokyo borsala­rında, Paris sanat galerilerinde, Londra metrosunda, Zürih’te Kur’an tar­tışılacak. * Dünya Kur’an’ı konuşacak. * Sohbetler sure-i Bakara’dan, sure-i Vakıa’dan olacak * İnsanlar ayrılırken birbirlerine gene “ve’l asr” okuyacak. * Dünya tarihinde bir asr-ı saadet yaşanmıştı. Öyle yüksek, feyizli, bereketli, harika bir asır tekrar gelmez elbette. Çünkü onda Fahr-i Kâinat, serdar-ı Azam, Re­sul-i Ekrem (sav) vardı. Belki bu da asr-ı saadetin bir gölgesi olacak. * Günler Kur’an’la başlayıp Kur’an’la bitecek. * Yaz bahçelerinde, kış gecelerinde “Maide, Zariyat, Ha­şir, Ve’l-leyl” sohbetleri du­yulacak. * Baharlar Kur’an’la çiçeklenecek, renklenecek; hazanlar Kur’an’la teselli bulacak. * Çocukların tatlı dilleri Kur’ an ilahileri, Kur’an kasideleri söyleyecek. * Gökdelenlerden caddelere hi­tab-ı izzet dökülecek. Ka­la­­ba­lık­lar o lahuti kelamın cezbesiyle mest olacak. * Harvard, Sorbon, Cambridge, Roma, Oxford Üniversitelerinde Kur’an ve Kur’an ilimleri okunacak. * Laboratuvarlarda, tıp merkezlerinde, Kur’an’ın esrarı tahlil edilecek. * Fizik, kimya, biyoloji derslerinde Kur’an söz sahibi olacak. Astronomide Kur’an’ın seması gözlemlenecek. * Kuruyan göz damarları Kur’­ an’la ağlayacak. Mahzun yüzler, solan yanaklar Kur’ an’la gülecek. * Kalpler Kur’an’la tatmin ola­cak. Mağrur başlar secdeye va­ra­cak. * Büyük heyetler tarafından o “Furkan”ın, o büyük mucizenin kırk vech-i icazı şerh edilip son tefsirleri yazılacak. * Beşeriyetin sergüzeşt defterinin son sayfalarını Kur’an süsleyecek. * O asır yüzünde mucizat-ı en­­biyanın tezahürü, cilveleri gö­­rünecek. * Din hayatın hayatı, Kur’an nuru esası olacak. * Bu gelen yüzyıl Kur’an yüzyılı olacak.

Tarık ÇELİK 01 Aralık
Konu resmiKış Müminin...
İnsan

İrfan MEKTEBİ 01 Aralık
Konu resmiHer Mevsim Ehli ile Gelir
İbadet

Ey üç yüz seneden sonraki yük­sek asrın arkasında gizlen­miş ve sakitane Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tahir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, vesaireler!... Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç ol­sun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih de­nilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uza­nan tel­siz telgrafla sizin ile ko­nu­­şu­­yorum. Ne yapayım, ace­le ettim, kışta geldim; siz­ler cen­netasa bir baharda gele­cek­siniz.  Devlet-i Aliyye yıkılmak üzere, aktar-ı alem-i İslam düşman çiz­meleri altında eziliyor, din­siz­lik cereyanı dünyanın her ye­rini kasıp kavuruyor… Böyle bir ortamda Bediüzzaman Haz­ret­leri “Ümitvar olunuz, şu istik­bal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ; İslamiyet’in olacaktır” diyor. Zahire ba­kıldığında gidişat ve hal-i alem bu cümleye ve beslenen ümide mutabık değil. Bu sebeple sa­dece zahire nazar edenler Be­di­üz­zman Hazretle­ri­nin bu tespit ve basiretini anla­yamıyor ve “Sen hayal ile hakikati ka­rıştırıyorsun” diyerek itiraz edi­yorlar. Üstad da onlara diyor ki “Neden dünya herkese terakkî dünyası olsun da yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?” Öyle mi? Ve onların bu ümitsiz hallerin­den yüz çevirerek halihazırda onlara ama esasta gelecek ne­sillere hitaben, “İşte ben de si­zinle konuşmayacağım, şu ta­rafa dönüyorum, müstakbel­deki insanlarla konuşacağım” diyerek şu sözleri sarf ediyor: Ey üç yüz seneden sonraki yük­sek asrın arkasında gizlen­miş ve sakitane Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tahir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, vesaireler!... Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç ol­sun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih de­nilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uza­nan tel­siz tel­grafla sizin ile ko­nu­­şu­­yorum. Ne yapayım, ace­le ettim, kışta geldim; siz­ler cen­netasa bir baharda gele­cek­siniz. Şimdi ekilen nur to­humları, zemininizde çiçek aça­caktır. Biz, hizmetimizin üc­reti olarak sizden şunu bek­liyoruz ki: Mazi kıt’asına geç­mek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan  “هَنٖيئًا لَكُمْ” (afiyet olsun) sadâsını işite­cek­­­si­­niz... Şu zamanın me­me­sin­den bizimle süt emmeyen ve göz­leri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gi­bi ha­kîkatsiz ve ayrılmış olan bu ço­cuklar, varsınlar şu ki­ta­bın ha­kaikını hayal te­veh­hüm et­sin­ler. Zîra, ben bili­yo­rum ki; şu kitabın mesaili, ha­kî­kat olarak sizde tahakkuk ede­cek­tir. Ey muhataplarım! Ben çok ba­ğı­rı­yorum. Zîra, asr-ı salis-i aş­rın, yani on üçüncü asrın mina­resinin başında dur­mu­şum, sû­reten medenî ve dinde lakayt ve fikren mazinin en derin de­relerinde olanları camiye davet ediyorum. İşte ey iki hayatın rûhu hük­münde olan İslamiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapı­sında durmayınız. Mezar sizi bekliyor; çekiliniz. Ta ki, hakî­kat-i İslamiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!... (Ta­rih­çe-i Hayat) Üstadımız Bediüzzaman haz­ret­­­le­ri­­nin (ks) tarihçe-i ha­ya­tın­­dan alıntıladığımız bu bö­lüm hakkında biraz mü­ta­laa yapmayı arzu ettik. Bedi­üz­za­­man hazretleri (ks) sadece mü­te­fek­kir bir alim değildir. O, aynı zamanda içinde bulunduğu asrı mükemmelen kavramış, İslam ümmetinin ihtiyaçlarını nokta atışı hükmünde mili­met­rik ayarlarla teşhis etmiş ve insanlığın içinden geçmekte olduğu manevi buhranı daha bidayetinde iken fark etmiş ve son derece çileli bir hayatı yaşarken gereken reçeteyi yaz­mış ve gerek insanlık için ge­rekse İslam ümmeti için lü­zumlu ilaçları terkip etmiştir. İşte yüz otuz parça risaleler bu hayatî gayeye matufen ka­le­me alınmıştır. Kur’an-ı Ke­rim’in bu asrın ihtiyaçlarına ba­kan ayetlerini özgün ve ma­nevi bir tefsir olarak telif eden Bediüzzaman hazretleri (ks), küfür ve şirkin kurumsal bir yapıya bürünüp devletler şeklinde gözükmesine mukabil, bir şahs-i maneviyi tesis ma­nasında Risale-i Nur etrafında toplanan talebeleriyle birlikte mücadele vermiştir. Neredeyse hiçbir maddî gücü olmayan bu topluluk, iman hakikatlerini muhtaçlara ulaştırma konu­sun­da insanüstü bir gayret gös­ter­mişlerdir. Üstad bu hitabesinde, nere­dey­se Risale-i Nur’a talebe ola­­rak hizmet edecek her fer­din ismini söylemeyi arzu eder gibi, bazı isimleri sayarak son derece mühim hususlara dik­­kat çekmiştir. Özellikle bir ku­­man­dan ya da kendisine duyaca­ğı­­mız minnetin farkında olan bir ulu gibi emir vermiş ve baş­ları­­nızı kaldırın diyerek umutsuz­lu­ğun tüm kara bulutlarını dağıt­mış tam bir özgüven yüklemesi yaparak Kur’an’ın hakikatlerini kastederek “sadakte” deyin” yani onaylayın, tasdik edin ve haklı olduğumuzu ikrar et­mek­­ten korkmayın talimatını ver­miştir. Üstelik bu tasdik ve ona­yın, hitap ettiği nesil için üzer­lerinde bir borç şuuru ile ifa edilmesini dile getirmiştir. İşin aslı geçen yıllara bakıldığında Bediüzzaman hazretlerine (ks) ne kadar borçlu olduğumuz gün gibi ortadadır. Düşünün, lügatlerden haşir ke­limesini çıkartarak gelecek ne­sillerin, öldükten sonraki fiziki dirilişe inanmalarına mâni ol­maya çalışan ve yaratılışın İlâ­hî bir kudretle değil de ken­di kendine ya da tabiat gibi şuursuz ve camid ögelerle ger­çekleştiğini anlatmaya çalışan menhus niyetli insanların, bu küfrî arzularını kursaklarında bırakan Onuncu Söz ve Ta­biat Risalesi gibi eserleri telif eden Bediüzzaman hazretleri (ks) küf­rün belini hiç doğ­rul­ma­ya­­cak derecede kırmış ve zir ü zeber etmiştir. Bugün gerek Allah’a (cc) iman gerekse haşr-i cismanînin vü­cut bulacağına zerre kadar şüp­he duymayan milyonlar, hatta tah­kîkî seviyedeki imanları ile birçok manevî iltifata maz­har olan yüzbinler gençler Bedi­üz­zaman hazretlerine (ks) ger­çek­ten borç­ludur. Çünkü fen ve felsefeyi devletler ve ideo­lojiler vasıtasıyla hem çok büy­ük maddî güçlerle masum mil­letlere dayatmaya çalışan kü­für cereyanı, tabiri caiz ise Bediüzzaman hazretlerinin (ks) iman dolu göğsüne çarp­mış ve tuz buz olmuştur. Be­di­­üz­­za­man hazretleri (ks) ol­­­ma­­­saydı Allahualem, bu din­siz mülhidlerin karşısında el­le­ri­mizi dizimize vurup ço­cuk­lar gibi ağlardık. Bundan do­layı çok büyük ve aslında ödenmesi mümkün olmayan bir borcumuz var Bediüzzaman hazretlerine (ks). Her ne kadar Bediüzzaman hazretleri (ks) bu hizmetlere karşılık tevazu içinde ücret olarak bir kabir ziyareti ve fatiha beklese de. “Şu muasırlarım varsınlar beni dinlemesinler” ifadesi ile ne yazık ki yaşadığı za­man­da­ki insanların kendisini an­la­­ma­ya­cağını ve kendisini an­la­ya­cak olan gelecek neslin de farkında olduğunu beyan et­mek­te­dir. Zira özellikle me­de­­ni­yet ha­ri­kaları ve bilimsel ge­liş­me­ler­le birlikte idraki genişleyen insan, aleme neredeyse atomik seviyede bakabilmeyi başarmış ve bununla birlikte eşyanın esrarına muttali olabilmiştir. Bu seviyedeki insanın kâinat ile ilgili tefekküründe Risale-i Nur’un diline şiddetli ihtiyacı vardır. Zira insanın bu asır­da tecrübe ettiği şahitlik, hiç­bir asırda bu seviyede ger­çek­leşmemiştir. Böylesine emsalsiz bir tefekkürî şahitlik, şüphesiz çok derin bir te­fek­kür ve tezekkür dilini aynı se­vi­yedeki itikat ile zaruri kılmaktadır. Şunu söylemek yerinde olacak­tır; Risale-i Nur, yakın ge­le­­cek­­­teki insanların kâinatı al­gı­­­lar­ken ihtiyaç duyacakları be­­­­tim­­lemeleri ve tefekkürleri muh­­tevî nurânî bir eserdir. “Onlara hem âfâkda (kendi dış­larındaki âlemlerde), hem de ken­di nefislerinde (enfüsde) de­lil­­­­­lerimizi göstereceğiz; ta ki onun (o Kur’ân’ın) gerçekten hak ol­­­duğu onlara belli olsun! (Bu hu­susta) Rabbin yetmez mi ki, şüb­hesiz O, her şeye hakkıyla şâ­hiddir.” (Fussilet Suresi, 53) Hitabın başındaki “üç yüz se­ne­den sonraki yüksek as­rın arkasına gizlenmiş” ifade­sin­­­­­den bizim anladığımız ise, Os­­­manlı Devleti’nin gerileme döne­minin başladığı 1699 Kar­lofça Antlaşmasından itiba­ren geçecek olan üç yüz senedir. (Söz konusu üç yüz sene dol­duktan sonra, biiznillah bir da­­­ha gerileme olmayacak anla­mında.) Hitabenin son bölümünde ise Bediüzzaman hazretleri (ks), İs­lam’ın sancağını alemin tüm kıtalarında dalgalandıracak olan Nesl-i Cedidin müjdesini ver­mekte ve iki hayatın ruhu olan İslamiyet’i bırakarak terk eden kuşağın mensuplarına kenara çekilin uyarısı yapmaktadır. Hulasa, alemlerin Rabbi olan Allah (cc), kimi kuluna to­hum ektirir, kimi kullarına ise eki­len tohumların hasadını ya­pa­bilmeyi… Cenâb-ı Hak, rızası için öm­rü­nü feda ederek istikbalin ma­sum evlatlarını kurtarmaya ça­­lı­şan Bediüzzaman misal (ks) zat­lara karşı minnettarlıkla do­lu bir kalp ile yaşamayı biz­lere ih­san eylesin. Âmin.

Ahmet EFENDİ 01 Aralık
Konu resmiŞekil ve Ruh
İtikad

“Ben kelime-i şehadeti söyleyip Müslüman oldum. Ama zamanla ben de şöyle bir düşünce oluştu. Ben kelime-i şehadeti, kelime-i tevhidi söyleyerek Müslüman oldum. Ama bunların muhtevası nedir, bu mübarek lafızlar ne gibi hakikatleri, müjde ve mesajları içeriyor, şifa olma özellikleri nedir…? gibi sorular peşimi bırakmıyordu. Başvurduğum hiçbir merciden, istediğim sadra şifa olacak bir açıklama alamadım. En sonunda Risale-i nurlarla tanışmak müyesser oldu. Risale-i Nurları okudukça, bu mübarek lafızların hakikatlerini, mana ve mesajlarını, kalbim tam mutmain olacak şekilde kavramış oldum...”  Hindistan’ın son asırda yetiştirdiği büyük alim ve mütefekkirlerden Hasan en-Nedvi rahmetullahi aleyh “Şekil ve Ruh” başlığı altında tercüme edilen bir yazısında özetle şu tespitleri yapıyor: Selef-i Salihîn diye vasfedilen Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabiin dönemi Müslümanları, İslam’ın hakikatini bihakkın yaşıyorlar; Kur’an ve sünnetin öğretilerini birebir pratik hayatlarında yansıtıyorlardı. Öyle ki: “Evlere gireceğinizde selam vererek izin isteyin; izin verilmez de geri dönün denirse geri dönün” (24/28) mealindeki ayet-i kerimeyi ortam oluşmaması sebebiyle uygulama imkânı bulamadıklarından dolayı çok üzülmüşlerdir. Yani bir kardeşimiz “geri dön” dese de geriye dönsek ve mezkûr ayet-i kerimenin gereğini yerine getirmiş olsak diye çok fırsat kollamışlar; bu fırsatın doğmaması sebebiyle ayet-i kerimeyi uygulamaya imkân bulamadıklarından dolayı hayıflanıp durmuşlardır. İslam’ın ruhuna ve hakikatine bu derece sahip olmaları onlara, büyük ölçüde bir vakar, ciddiyet ve mehabet kazandırmış, düşmanlarının kalbine de korku salmıştır. Bugünün Müslümanları bizler ise İslam’ın şekline sahip çıkmakla yetinmiş, özüne ve hakikatine talip olma noktasında yaya kalmış durumdayız. Merhum aradaki farkı da şöyle bir benzetme ile daha net ve anlaşılır hale getiriyor. Bir aslanın hakikatiyle o aslanın maketi arasında ne kadar fark varsa, ilk asır Müslümanlarıyla bugünün Müslümanları arasında da o kadar uçurum vardır. İşte bu zamanda, Müslümanlarının çokluklarıyla beraber mahkûm vaziyetinde olmalarının sebebi budur. Şu Hadis-i Şerif bu durumu çok güzel özetlemektedir: “Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi size karşı savaşmak için biri birilerini davet edecekler. Birisi; “Bu o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi. Resulallah aleyhissalatü vesselam: “Hayır! Aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çör çöp gibi zayıf olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın gönlünden sizden korkup çekinme hissini alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak” buyurdu. Yine bir adam: “Vehn” nedir ya Resulallah? diye sorunca: “vehn, dünyayı sevmek ve ölümü kötü görmektir” buyurdu. (Ebu Davud, Melahim). Merhum ilaveten şunu da söylüyor: Şu var ki, şekilden ruha intikal etmek daha kolay ve daha çabuk olur. Şekilden ruha geçiş yapmakta, İslami kavramların içerdiği hakikat nurlarıyla hemhal olmanın büyük katkısı olacağını düşünüyoruz. Buna bir misal olarak: “Lâ ilâhe illallâh” kelime-i tevhidi ile ilgili bir açıklamayı arz etmek istiyoruz. Birinci kelime Lâ İlâhe illallah’ta şöyle bir müjde var ki, hadsiz hâcâta müptela (sayısız denecek kadar çok ihtiyaçlara muhtaç olan) ve nihayetsiz a’danın (düşmanın) hücumuna hedef olan ruh-u insânî şu kelimede (lâ ilâhe illallah kelimesinin içerdiği mana ve mesajlarda) öyle bir nokta-i istimdat (medet alma ve medet bulma noktası) bulur ki bütün hâcâtını temin edecek bir hazine-i rahmet kapısını ona açar. O hazine- i rahmet ki bir hadis-i kudside şöyle tanımlanmıştır: “Ey kullarım! Sizden evvelkiler ve sonrakiler, bütün insanlar ve cinler bir yerde toplanıp benden hacet dileyecek olsalar; ben de herkesin hacetini tam olarak yerine getirsem; bu benim mülkümde ancak iğne denize daldırıldığında onun denizde meydana getirdiği eksilme kadar bir noksanlık yapar. (Yani hiç eksilmez.) (Müslim) İşte “la ilâhe illallah” dediğimiz anda bu rahmet deryasını gözümüzün önüne getirmeli ve ufkumuzu karartan bütün karamsarlık bulutlarını bertaraf etmeliyiz. Ve öyle bir nokta-i istinat (dayanma noktası) bulur ki, bütün a’dasının (düşmanlarının) şerrinden emin edecek (görünür görünmez, dahili harici sayısız düşmanlara rağmen güven içinde yaşamasını sağlayacak) bir kudret-i mutlakanın (dilediği her şeyi yapmaya kâdir olan) kendi mabudunu ve hâlikını bildirir ve tanıttırır, sahibini gösterir (her şeyin gerçek sahibinin yüce Allah olduğunu hatırlatır; bu hatırlatma da ona büyük çapta güven, huzur ve rahatlama sağlar.) Maliki kim olduğunu irae eder (gösterir. Kul olarak vazifesini yapar, rahatına bakar. Boyunu aşan meselelere dalarak asıl vazifesini unutmaz. Aslî vazifeleri ile yetinmenin avantajını kullanarak kulluk görevlerini hakkıyla yerine getirir) ve o irae ile (maliki ve sahibinin, kendisini yaratan yüce Allah olduğunu düşünmekle) kalbi vahşet-i mutlakadan (yalnızlık duygularından) ve ruhu hüzn-ü elimden (ızdırap veren üzüntülerden) kurtarıp, ebedi bir ferahı ve daimî (kalıcı ve devam edici) bir süruru (sevinci) te’min eder (sağlar). Bu bağlamda şahit olduğum bir hadiseyi paylaşmakta fayda görüyorum. İstanbul’da izleyici olarak katıldığım bir seminerde, sonradan İslam hidayeti ile buluşmuş bir akademisyen şöyle demişti: “Ben kelime-i şehadeti söyleyip Müslüman oldum. Ama zamanla ben de şöyle bir düşünce oluştu. Ben kelime-i şehadeti, kelime-i tevhidi söyleyerek Müslüman oldum. Ama bunların muhtevası nedir, bu mübarek lafızlar ne gibi hakikatleri, müjde ve mesajları içeriyor, şifa olma özellikleri nedir…? gibi sorular peşimi bırakmıyordu. Başvurduğum hiçbir merciden, istediğim sadra şifa olacak bir açıklama alamadım. En sonunda Risale-i nurlarla tanışmak müyesser oldu. Risale-i Nurları okudukça, bu mübarek lafızların hakikatlerini, mana ve mesajlarını, kalbim tam mutmain olacak şekilde kavramış oldum...”

Osman AKTAŞ 01 Aralık
Konu resmiİktisâdî “Değer”: Muktesid Olabilmek
İtikad

مِنْ مَحَاسِنِ الشَّر۪يعَةِ سَدُّ اَبْوَابِ الْفِتَنِ “Fitnelerin kapılarını kapatmak şerî’atin mehâsinindendir.” Ni’metin mukabilinde şükür… Şükür: Hakiki nimet vereni görebilmek Şükür: Nimeti, nimeti gerçek verene nisbet edebilmek Şükür: Alakadârâne bir muhabbet ve mahbûbiyet Şükür: Nankör olmamak Şükür, bir mektup, okuyabilene. Anahtarı asr-ı saadette. En giz’li hânede. Sabah ezanlarınlarıyla i'lân-ı âlem edilen davetiyede. Bilâl’in gür sesinden Mescîd-i Nebevî’de in’ikâs eden tenvir edici nefeste. “Allah bes bâkî heves.” Kuvve-i Zâika: Sarayın sâdık kapıcısı Hissen hassâs… Fazla bahşişe, ihtilâle mahâl yok ki. Manasız olmamalı, zarar ver­me­­me­li. Her gelene “geç” de­me­­meli. Netice, hikmet-i İlâhîye tevfîk hareket. Rum’un doktorunu, ağırlayan ashâba teveccüh kılmalı, hendek’deki giz’li iki taşa nazar etmeli. Ebû Hureyre’nin lisanından nutka gelen berekete bir nazar! Hem, Rahmet-i İlâhîyenin mat­bah­larına bir nâzır, bir müfettiş. Ta’âmlar adedince mizâncıklar… Ya şu âile belâsı ne ola ki? Şerîatin mehâsinlerine tecellî­yâb olan “mârâ” ayînedâr değil midir buna. Bak, gör! Kâinat kitâbında derc edilmiş her tohum nasıl da neşv ü nemâ bulmaktadır. Aynı kokmak, ay­nı boyanmak, aynı tatmak… Tar­tıda denge: şirk-i hafiden azâ­delik. Bir kefede iktisâd diğerinde ka­nâat… Zillet, manen dilencilik, sefâlet... Hafîf kıpırdanış, şöyle bir kıpırtı: Meyl (meylü’r-rahât) Ya rızık? Rezzâk’ın tecelli ettiği en câmi’ ayine. Büyük dünyan da küçük dünyan da orada temessül. Ziyâsı: taahhüd-i Rabbanî. Nazar, mahiyet-i eşyâ-yı tağyir eder. Rızk-ı mecâzîye ayinende nazar kıl… Teelümden necât! Zarûret derecesinde iktifâ! Hem sebeb-i izzet ve kemâle vesîle. Ayîne-i Hatem’de tecelli eden güneş, eşk’imizde saklı. Siyah Ekmek! Nebevî düstûr: Açlık İçinde baklava lezzeti giz’li… Hisset ithamına cevâb: İzzet ve cömerdlik gölgede, hısset ve zillet aşikâr. Duvara yansıyan gölge: Hüceyrede cereyan eden vâkıa. Hem Şa’bân-ı Şerîf, hem Ra­ma­zân-ı Şerîf manevi sofra… Hamden lillah: Kapanan israf kapısı. Ahlâk-ı Âliye-i Peygamberîden hissedâr, sahabenin abâdele-i Seb’a-i meşhûresinden, Abdûl­lah ibn-i Ömer… Katrede umman giz’li: Ümmete Rehber (asm), Ümem-i Hatib (asm)… Evlere pencerelerden girmek: Hay hûy… Hışırtı… İmamın lisanındaki hüküm: Müstehak… Ba-hak ve melhûk… *** Hırs; tesiratı, tıb noktasında tefsîr ve ilm-i tıp ziyade… Haşiyesi: Tevâfuk, kerâmet tesmiyesiyle i’câzdan hissedâr. Sonsuz, gösterişten uzak ve ardı arkası kesilmeyecek şekilde hamd, Allah’a mahsûsdur. Nimetler bizden kesilmeksizin, nimet istemeyi terk etmeden ve kendisinden müstağnî olmadan ey Rabbimiz. Âmin!

İbrahim SARITAŞ 01 Aralık
Konu resmiAyrıcalıklar Dünyası
İtikad

“Zeyd bin Sâbit, Ömer’le sıradan bir Müslüman’ı eşit tutmadıkça hüküm verme görevini hakkıyla yerine getiremez.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 229) Devamlı olarak duyduğumuz ve bizim için artık normalleşen “Ayrıcalıklar Dünyası” diye bir ifade var. Yüksek katlı ve birçok özelliği olan sitelerdeki evler anlatılırken bu ifade kullanılabiliyor. Ya da sigorta hizmeti veren şirketlerin tanıtımı yapılırken de bu ifadeye rastlayabiliyoruz. İnsanlar bu ifadeyle, ürünleri almaya çağrılıyorlar. Herkesten farklı ve daha iyi olma, herkesin önüne geçme, özel muamele görme, ayrıcalıklı imkânlara kavuşma, artık toplumların genel hedefi haline gelmiş durumda. Peki hakikaten biz ayrıcalıklara kavuşmak, bazen hakkımız olmasa da herkesten farklı ve daha üstün muamelelere tabi tutulmak için mi bu fani dünyada yaşıyoruz? Dünyaya geliş gayemiz bu mu? Her yerde öncelik talebimiz var. Kimi zaman randevu ile çalışan bir kamu kurumunda sıramızı beklememek için öncelik talep ediyoruz. Kimi zaman, araba kullanırken emniyet şeridine girerek diğer arabaların önüne geçiyoruz. Kimi zaman da hakkımız olmayan bir makamı elde etmek için başka insanların önüne geçmeye çalışıyoruz. Kısacası hep bir öncelikli ve ayrıcalıklı olma talebimiz var. Acaba hakkımız olmayan bir önceliği elde ettiğimizde başka insanların hakkını yediğimizin farkında mıyız? Herkes kendi hakkına razı olsa, kimse hak etmediği bir makama veya bir önceliğe talip olmasa, toplumun daha huzurlu olacağından şüphe etmemek gerekir. Çünkü kul hakkı yeme­nin meydana getirdiği tesir, domino taşlarının birbirini devirmesi gibi çok sayıda kişiyi ve hayatlarını etkiliyor. Yenen hakkın büyüklüğüne göre, sadece hakkı yenen kişi değil, onun ailesi, yakınları, yaptığı işlerden etkilenen kişiler de bu olaydan nasiplerini alıyorlar. Hak yiyenler, aynı zamanda kendi maneviyatlarını ve haklarını yedikleri kişilerin kuvve-i maneviyelerini (morallerini) bo­zarak, toplumun maneviyatı­nın da zarar gör­­mesine sebep oluyorlar. Oluş­­masına sebep oldukları şer do­­­mi­­noları, hak iade edilmediği müd­detçe, devrilip gide gide bir­­çok farklı canlıyı da etkiliyor. Hak yenmesinden sadece insan­lar zarar görmez, hayvanlar dahi bu konudan şikâyetçidirler. Be­dî­üzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikasında: “Hatta de­niz dibinde balıklar, câ­nî­ler­den şekvâ ederler ki, ‘İs­ti­­­râ­­­hatimizin selbine sebeb ol­­dular’ diye rivâyet-i sahîha var­dır.” diyerek konunun bu farklı boyutunu da fark etmemizi sağlıyor. Hayvanlar bile şikâyet ederken, insanlar bilerek ve isteyerek kul hakkına girmemelidirler. Ne tür manevî zararlara yol açacağını bile bile fani menfaatler için kul hakkına girenler; “Beşer zulmeder, kader adalet eder.” düsturunun muhatabı olacaklarının unutmamalıdırlar. Asr-ı Saâdet’de Hz. Ömer (ra) ile Übey bin Ka’b (ra) arasında geçen şu hadise, ayrıcalığın değil, adaletin ve hakkın talep edilmesi gerektiğini bizlere öğretiyor. Übey bin Ka’b (ra) ile Hz. Ömer (ra) bir uygulamada anlaşmazlığa düşerler. Übey bin Ka’b (ra), bu konuda Hz. Ömer’den (ra) davacı olur. Birlikte Zeyd bin Sâbit’in (ra) yanına giderler. İçeriye girdiklerinde Hz. Ömer (ra) durumu anlatır ve aralarında hükmetmesi için ona geldiklerini söyler. Zeyd bin Sâbit (ra) bu durum karşısında yanı başında bir yer göstererek Hz. Ömer’e (ra); “Şöyle buyurun müminlerin emîri!” diye hitap edince Hz. Ömer (ra) buna kızar ve kendisinin de davacı ile birlikte oturması gerektiğini belirtir. Halife Hz. Ömer (ra) ile Übey bin Ka’b yan yana oturup aralarındaki anlaşmazlığı anlattıktan sonra Zeyd (ra), Übey bin Ka’b’dan (ra) müminlerin emirini bağışlamasını ister. Buna karşın Hz. Ömer (ra) ye­min ederek şunları söyler: “Zeyd bin Sâbit, Ömer’le sıra­dan bir Müslüman’ı eşit tutmadıkça hüküm verme gö­revini hakkıyla yerine getiremez.” O devirlerde dünyanın iki bü­yük devletinden biri olan Sa­sanî topraklarını fethedip, tüm Arap yarımadasına hükmeden büyük İslam devletinin başkanı olan Hz. Ömer (ra), hiçbir şekilde ayrıcalıklı muameleye tabi tutulmak istemiyor, her vatandaşın hakkı ne ise kendisine de aynı muamelenin yapılmasını istiyordu!

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Aralık
Konu resmiAllah Katında Duadan Daha Kıymetli Bir Şey Yoktur
İbadet

Rabbimiz Kur’an-ı Kerîm’de bizi şöyle teşvik etmektedir:“(Habibim, ya Muhammed!) Kullarım sana benden sorarsa şübhe yok ki ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasına cevab veririm.”  Kainatta övgüye layık olan bütün mükemmellikler Allah’a aittir. Ezelden ebede kadar, her kimden her kime karşı olursa olsun bütün medh ü senalar O’na layıktır, O’na aittir. Çünkü övülme sebebi olan nimet, ihsan, kemal ve cemal O’nundur. Öyleyse, hamd dahi O’na aittir. Salat ü selam, Allah’ın ilminde olanlar sayısınca, Allah’ın mülkü devam ettikçe, devam edecek olan bir salat ile Efendimiz Muhammed’e (sav), mübarek nesline, Ehl-i Beyt’ine ve ashabına olsun. İnsan, hayatı boyunca küçük-büyük pek çok belaya uğramakta, kendi çabasıyla bunların çoğundan kurtulamamaktadır. Bununla beraber sayamayacağımız kadar isteği olan insan, bunların pek çoğunu elde edememektedir. İşte musibetlere karşı aciz, istek ve arzularımıza karşı da fakir oluşumuz, onları dilediğimizce elde edemeyişimiz, ister istemez her şeye gücü yeten, çok merhametli olan Rabbimize dua etmeye bizi sevk etmektedir. Zaten Allah’a dua ederek O’nun rahmet ve kudretine yönelmek, bizim fıtratımızın bir özelliğidir. Dolayısıyla bizler ekmeğe, suya muhtaç olduğumuz kadar mutlak güç sahibi olan Rabbimize yönelmeye, dua etmeye de muhtacız. İnsan fıtratı böyle olduğu gibi, Kur’an-ı Kerîm’de de Rabbimiz bizden, kendisine yönelme­mi­zi ve dua etmemizi istemekte, rah­met ve keremiyle bu dua­la­rı­­mıza icabet edeceğini bildirmektedir. Bu hususta Rabbimiz Kur’an-ı Kerîm’de bizi şöyle teşvik etmektedir: “(Habibim, ya Muhammed!) Kul­­larım sana benden sorarsa şüb­­­he yok ki ben (onlara) pek ya­­­kı­­­nım. Bana dua ettiğinde dua ede­­nin duasına cevab veririm.” “De ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” “Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin!” Kur’an-ı Kerîm’i en güzel şekilde uygulayan ve her haliyle bize örnek olan Peygamberimiz (sav)’in ise hem tavsiyelerinde hem de hayatının her alanında duanın vazgeçilmez bir yeri vardır. Hayatının her alanı diyoruz, çünkü Peygamberimiz (sav), eve girerken, evden çıkarken, bir işe başlarken, sabah ve akşam olunca, yemekten sonra, gece yatacağı zaman ve bunlar gibi günlük hayatının her safhasında dua etmiş, aynı zamanda bütün ibadetlerinde de duayı esas tutmuştur. Mesela, ezandan sonra, namazın içinde ve namaz sonrasında çok geniş dualar, tevbe-istiğfar duaları ve bunlar gibi ibadete taalluk eden her durumda dua etmekten hiçbir zaman geri durmamıştır. Ayrıca insanların duaya çok muhtaç oldukları sıkıntılı hallerde, borç ve hastalık gibi durumlarda da bizi maddeten ve manen çok rahatlatacak duaları öğretmiştir. Peygamberimiz (sav) bizi duaya şu sözlerle teşvik etmiştir: “Dua ibadettir.” “Dua ibadetin özüdür.” “Allah hayat veren ve çok cömert olandır. Kendisine ellerini kaldıran kulunu hayal kırıklığına uğratıp, onun elini boş geri çevirmez.” “Dua, rahmetin anahtarıdır.” “Allah katında duadan daha kıymetli bir şey yoktur.” “Allah duada ısrar edenleri sever.” Bunlar gibi daha birçok nebevî teşvikler mevcuttur. Aynı zamanda kalplerimizi, ruh­larımızı her türlü manevî kir­lerden arındıracak ve bizi Rab­bimize karşı tertemiz hale ge­ti­recek yüzlerce dua bu kitabın içinde manevî hazineler misali bizleri beklemektedir. Kuvvetli iman sahibi bir mümin, hiçbir şekilde duadan mahrum kalamaz. Çünkü kuvvetli iman onu her an Rabbine yönlendirecek ve asıl huzuru O’na için için yalvarmakta bulacaktır. Duada dikkat edeceğimiz en temel husus duanın yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak için samimi bir şekilde yapılmasıdır. Çünkü dua bir ibadettir. İbadetin karşılığı ise ahirette alınır. Dünyaya ait arzularımız ise, yapacağımız dua ve ibadetin vaktidir. Mesela güneşin batması akşam namazının vaktidir. Bunun gibi de yağmur namazı ve duası da yağmursuzluk olduğu vaktin ibadetidir. Yoksa yaptığımız dua yağmuru getirmek için değildir. Eğer sadece yağmur istemek niyetle dua etsek, yaptığımız dua samimi olmadığından kabul edilmeye layık olmaz. Hususi duanın belirli bir vakti yoktur. Rabbimiz kendisinin hatırlanmasını isterken “Onlar ki, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine (yatar) iken Allah’ı zikrederler” buyurarak her durumda kendisinin anılmasını istemiştir. Duayı hayatının her safhasına yerleştiren bir kişi, Rabbimizin “Siz beni (ibadetle) zikredin ki ben de sizi (rahmetimle) anayım” ayetine muhatap olunca büyük bir nimete mazhar olmuş olur. Eğer şu fanî dünyada hala günlük zikir ve dualarımız yoksa Rabbimizle hususi, baş başa bir anımız olmuyorsa, o zaman kendimize bir çekidüzen vermeli, tevbe-istiğfar ederek bu halden dönmeliyiz. Tarihteki hak aşıklarına baktığımız zaman, her birinin hayatında duanın çok büyük bir yerinin olduğunu, bundan dolayı da Rablerine karşı sarsılmaz bir bağlarının bulunduğunu görmekteyiz. Zaten onların yapmış oldukları ve bir kısmı kendilerine ait olan dualarından da bu durum anlaşılmaktadır. Ahirette onlara bir nebze yakınlaşmak için çok mühim bir sermayemizin dua olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Dua konusunda gözden kaçırma­ma­mız gereken mühim bir husus, duanın hem fiilî, hem kavlî olduğunu bilmektir. Yani duada olması gereken, ilk önce sebepler çerçevesinde bize düşen bütün işleri hakkıyla yapmak, bununla beraber sözlü olarak da istemektir. Kur’an-ı Kerîm’de peygamberlerin yaptıkları dualara dikkat edilirse hep fiilî olarak sebeplere riayet etmiş ve o çalışmalarının içinde Allah’a yalvarmışlardır. Bir şeyin yaratılması, bir isteğin verilmesi, onunla alakalı sebeplerin meydana gelişinden sonra gerçekleşir. Allah’ın adeti bu şekildedir. Dolayısıyla sebeplere müracaat etmek fiilî bir duadır. Sebeplerin, olayların meydana gelişinde hakiki tesirleri yoktur. Sebeplere yapışmak demek, Allah’ın adetine uygun hareket etmek, muvaffakıyeti o yoldan istemek demektir. Bu ilahî adeti gördükten sonra bize düşen iş; kendi vazifemizi yapmaktır. Bizim vazifemiz, yapılacak bir işin şartlarını, kaidelerini, vesi­le­lerini bulmak ve elimizden geldiği kadar tatbik etmek, neti­ceyi ise Allah’a bırakmaktır. Neticeyi vermek, vermemek, az vermek, çok vermek tamamen O’nun kudretindedir.

Enes ÇALIK 01 Aralık
Konu resmiRabbimiz Diyor ki
İtikad

İrfan MEKTEBİ 01 Aralık
Konu resmiKubbede Görünen Biz
Kültür ve Medeniyet

Selimiye Camiine gittiğimizde o muhteşem kubbe bizi etkilemişti. Ters lale arayışı ve hikayesi ve kubbenin ihtişamı hakikaten harikuladeydi. Bu sabah bu ayrıntıları tekrar hatırladım. Zira içinde taşın geçtiği bir müzakeremiz oldu. Taş demişken, taş acayip bir ayrıntıdır. Dinden örfe, kültürden coğrafyaya, kitaptan binaya, değerden mezara çoğu yerde kendine yer bulmuş, hayatın temeline oturmuş bir güzelliktir. En çok araştırılacak ve ders alınacak önemli bir aynadır. Taşın müzakerede yer alması beni Selimiye Camiine, o da şu hikâyeye taşıdı: Bu arada hikâye deyip geçmeyin. Hikayeler bazen bir haki­ka­tin ucunu yakalamak için önemli bir anahtardır. Neyse, ha­kikatini Allah bilir ama anlatı­lan ve aşağıda anlatacaklarıma destek verecek şöyle bir hikâye var. Efendim, bir gün Selimiye Ca­mii’ne girenler, kubbenin altında bir Japon’un ayaklarını kıbleye doğru uzatmış sırtüstü yattığını görmüşler. Sadece gördüğüne tepkisellikle -ki bu genel bir durum bizde çoğu zaman- hemen Japon’u, “Burası mukaddes bir yer. Bu şekilde yatmak bizim inançlarımıza göre saygısızlıktır. Lütfen oturun veya ayakta durun” diyerek uyarmışlar. Ancak, Japon gözlerini kubbeden ayırmadan şöyle sayıklıyormuş; “Bu imkânsız. Ben yılların mühendisiyim. Bu kubbe var olamaz. Hayal görüyorum. Bu kubbenin orada o şekilde durması fizik ve matematik kurallarına aykırı. Bu imkânsız, orada hiçbir şey yok, orada hiçbir şey yok…” Mimar Sinan’ın Selimiye Camii’ nin kubbesini 31,25 metre çapındaki o genişliğe oturtmak için on üç bilinmeyenli bir denklemi matematiğin bilinen dört ana işleminden farklı beşinci bir işlem oluşturarak çözdüğü söylenir. Doğrudur, ortada bir matematik var. Ama bunun yanında bir de fıtri güzellik var… O da: Bir ustanın eline girip kemalat elde eden taşların, benliği bir tarafa bırakıp, diğer taşlarla omuz omuza verip hem böyle bir güzelliğin ortaya çıkmasına vesile olmak hem de aşağı düşmekten kurtulmak meylidir. Bu fıtri bir meyildir. Taşta olan bu birlikten kuvvet ve güzelliğin çıkma keyfiyeti, aslında her şeyde vardır. En olması gereken yer de insandır. Toplum da bir kubbe gibidir. Toplumları sükuttan kurtaran omuz omuza olmaktır. Omuz omuza olabilmek için de kişinin çıkıntılarından kurtulması gerekir. Bir ustanın elinde işlenmek gerekir. Ben değil, bizi öncelemek gerekir. Ki toplum, kubbe gibi sağlam ve muhteşem olabilsin. Bunlar zihnimde dönüp dururken kendimi ayaklarımı ne tarafa uzattığımı bilmeksizin sırt üstü yatmış ve adeta bir kubbe olmuş toplumumuzu izlerken buldum. “Bu olamaz” diyordum. “Bu biz olamayız.” Arkadaşın seslenmesiyle kendime geldim. Sonra kendime baktım. Ben de bu kubbenin bir taşıydım. Çıkıntılarım var mı, nelerdir diye sordum hızlıca kendime. Ya eksik yönlerim? Kubbenin ayakta kalabilmesi için fazlalıklarımın değil de olması gerekenlerin nerede olduğunun kısa bir muhasebesini yaşadım zihnen. Bir anda kendimi boşlukta bulduğumu hissettim. O refleksle bir yerlere tutunma ihtiyacı hissetmişim. İçimden kendime “Tam olmamışsın” diyordum. “Taş bile yontulmuş, kıvama gelmiş, omuz omuza vermiş, yüzyıllardır ayakta duran şu güzelliğe malzeme olmuşken sen hala olamamışsın” diyordum. Madem Baki’nin dediği gibi “Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş”, o zaman hoş bir kubbe için boş işleri bırakmak ve gücün ve güzelliğin ortaya çıkacağı birlik ve beraberliğe kuvvet verecek kıvama yürümek lazım deyip, sabahki hissemi aldım. Bildim ki ben olmadan, biz olmaz! Selam olsun Sinan’a…

Metin UÇAR 01 Aralık