195. Sayı: "Dünya Bir Meydan-ı İmtihandır"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiEy Aziz Misafir!
İnsan

Ehl-i gönül bir zat rüyasında dünyayı görmüş. Gördüğü dünya bir kuşa benziyormuş. Bu kuşun gagası yamuk, kuyruk tüyleri de yolukmuş. Sormuş, “Nedir bu halin?” diye. Dünya da şöyle cevap vermiş. Bir kısım insanlar benim peşimden koşarlar. Tam yetiştik, ondan bir şey aldık diyecekken alamazlar, belki kuyruğumdan birkaç tüy düşer nasiplerine. Bu yüzden kuyruğum yoluktur. Bazılarının ise, ben onların peşinden koşarım. Tam onları yakalayacakken bir tekme atarlar, yi­ne arayı açarlar. Bu yüzden de gagam yamuktur. Geldik, gidiyoruz. Bizden önce pek çok gelip gidenler de oldu. Bizden sonra da kıyamete kadar bu geliş ve gidişler olacak. Bundan anlaşılan o ki dünya kalınacak değil, uğranılacak yerdir. Mesele şu ki biz rüyanın neresindeyiz? Aslında o da değil, vakit uyanma vaktidir. Rüyayı değil, hakikati fark etme, anlama ve yaşama zamanıdır. İsa Aleyhisselama atfedilen bir söz var: İkinci defa doğmayanlar hakiki iman etmiş olmazlar. Mesele biyolojik değil, şuurdur. Bunun için insan akil-baliğ olana kadar dinen mesul tutulmaz. Ne zaman ki şuuru yerine gelir, o zaman “mesulsün” denir. Bizim sabavet dönemimiz ne zaman bitecek? Akil baliğ olduğumuzun ve mesuliyet-metremizin başladığının farkında olarak merhun vakte kadar devam edecek ömür dakikalarını olması gereken vazifeye ne zaman tevcih edeceğiz? Dikkat! Ömür geçiyor… Dünyanın ucundan yakaladığımız kuyruk tüyleriyle mi avunacağız, yoksa gagasına basıp kendimizi ileriye atacak, ahiret yurduna taşıyacak amellerle mi hemhal olacağız? İçeriye aldığımız bir metinde şöyle deniliyor: “Dünya, ya bir kevkibe-i i’tiladır, ehl-i ihtişamın rüûs-ı tavaliine doğar veya bir sihr-i ibtiladır, ehl-i zevki aşk fitne-engiz ile oyalar.” Farkında olursak dünya bizi farkındalığımızın dünyasına taşıyabilir. Nihayetinde at, sahibine göre kişner. Yok, dünyaya hasr-ı nazar eder, ipini boynuna atar, onun istediği yere gidecek olursak vay halimize… Hem denilmiş, dünya sevgisi bütün hataların başıdır. Amma şu da denilmiş: Dünyanın üç yüzü var. Biri, Allah’ın esmasına bakar. Bütün varlıklar kudret kalemiyle yazılmış mektuplardır, manasını okuyana marifetullah vardır. Bir yüzü ahirete bakar. Dünya ahiretin tarlasıdır. Burada ne ekersen, ahirette onu biçersin. Her türlü gideceksin, ya cennete ya da cehenneme. Üçüncü yüz ise dünyanın kendisine bakar. Geçici lezzetlerine, nefse hoş gelen çirkin yüzüne… Dünya bir kitaptır… Okunması, anlaşılması ve ona göre hareket edilmesi gereken bir kitap. İşaretler gözümüzün önün­dedir. Fakat bakış açısı. İşte o bakış açısı, her şeyi belirleyen husus olacaktır. Burada da şu cüm­le bizi karşılayacak ve “bu zamanda insan­ları en çok meşgul eden üç şeyden birisi felsefe­dir” di­ye­cektir. “Bana göre böyle…” cümleleri gü­ya yö­nü­müzü belirleyecek, istikametimizi şaşırtacaktır. O zaman şu cümle finalimiz olsun. Zihin ve kalbi­mize yer etsin ve farkındalığımıza katkı sağlasın: “Bu fâni dünyadan çıkacaksın. Öyle ise aziz olarak çıkmaya çalış.”

Metin UÇAR 01 Şubat
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Eminönü Yeni Camii Yeni Cami ve külliyesinin inşaatına ilk olarak 9 Nisan 1598 tarihinde Mimar Davud Ağa tarafından başlanmıştır. Caminin ilk banisi Sultan III. Mehmed’in annesi Safiye Sultan’dır. Cami, denize çok yakın bir mevkide inşa edildiği için uçları kurşun kuşaklarla bağlanan kazıklar çakılarak zemini sağlamlaştırılmış ve taş bloklarla temel atılmıştır. Davud Ağa, caminin inşası için Rodos’tan taş getirtmiştir. Caminin duvarları yerden 75 cm. kadar yükselmişken Eylül 1598’de Davud Ağa vefat etmiştir. Onun yerine Suyolu Nâzırı Mimar Dalgıç Ahmed Ağa tayin edilmiştir. Dalgıç Ahmed Ağa, caminin duvarlarını birinci sıra pencere üstüne kadar yükseltmiştir. Bu sırada Sultan III. Mehmed’in vefatı üzerine (1603) caminin banisi Safiye Sultan Eski Saray’a gönderilmiş ve inşaat yarım kalmıştır. İstanbul’da 1660 senesinde çıkan yangından sonra Sultan IV. Mehmed’in annesi Hatice Turhan Valide Sultan, yanan yerleri geziyordu. Yarım kalan cami inşaatını görünce tamamlanmasını istemiştir. Mimarbaşı Meremetçi Mustafa Ağa nezaretinde 1661’de duvarlarından bir sıra taş sökülerek caminin yapımına tekrardan başlanmıştır. Nihayet 30 Ekim 1665 tarihinde kılınan Cuma namazı ile cami ibadete açılmıştır. Caminin külliyesi içinde Mısır Çarşısı, hünkâr kasrı, Hatice Turhan Valide Sultan Türbesi, sebil, çeşme, darülkurra, darülhadis, muvakkithane ve kütüphane bulunmaktadır. Külliyeye dahil olan sıbyan mektebi ile cami avlu duvarı ise günümüze ulaşmamıştır. 1 Şubat 1850Hazine-i Hassa Nezaretikuruldu Osmanlılarda doğrudan doğruya padişahın özel gelir ve giderlerinin resmî bir teşkilât bünyesinde idare edilmesi uygulaması, klasik dönemde ceyb-i hümâyun denilen hazinenin Tanzimat’ın ilânından sonra belirli bir düzen altına alınması sonucu ortaya çıkmıştır. Klasik dönemde sadece Padişahın cep harçlığı konumunda olan ceyb-i hümâyun hazinesi, Tanzimat’tan sonra tahsîsât-ı seniyye ve diğer hâsılat olmak üzere Padişahın bütün gelirlerinin toplandığı ve buna paralel biçimde sarayın idaresine ve Padişaha ait harcamaların tamamının yapıldığı bir kurum haline geldi. Haziran 1847’ye gelindiğinde “ceyb-i hümâyun hazinesi” tabiri, bünyesinde mevcut bu değişiklikler çerçevesinde yayımlanan irâde-i seniyye ile “hazine-i hassa” olarak değiştirildi. 1 Şubat 1850 tarihinde Hazine-i Hassa Nezareti kurularak nâzırlığa Şefik Bey tayin edildi. 12 Şubat 1899Âdile Sultanvefat etti Âdile Sultan, 1 Haziran 1826 tarihinde Sultan II. Mahmud’un kızı olarak dünyaya geldi. Annesi Zernigâr Hanım doğumdan kısa bir süre sonra vefat etmiştir. Sultan II. Mahmud, Adlî olan lakabına telmihen yeni doğan çocuğuna Âdile adını vermişti. On üç yaşında iken babası vefat edince, tahsil ve terbiyesiyle ağabeyi Sultan Abdülmecid meşgul oldu. Yirmi yaşında iken, Tophane Müşiri (daha sonra sırasıyla kaptan-ı deryâ, serasker ve sadrazam olan) Mehmed Ali Paşa ile evlendi. Adile Sultan’ın Haydarpaşa Düzlüğünde yapılan düğününde balon uçurulmuş ve tüm yabancı ülke elçileri de davet edilmiştir. Âdile Sultan, Nakşibendî tarikatı şeyhlerinden Bâlâ Tekkesi şeyhi Ali Efendi’ye intisap etmiş olup dindarlığı ve yardım severliğiyle tanınmaktaydı. Fındıklı’daki sarayı âlim ve şeyhlerin sık sık toplanıp sohbet ettikleri, muhtaç ve fakirlerin her zaman başvurduğu bir yer haline geldi. 12 Şubat 1899’da burada vefat etti; Eyüpsultan’daki Hüsrev Paşa Türbesi’nde, kocası Mehmed Ali Paşa’nın yanına defnedildi. 17 Şubat 1719Sultan III. Ahmed kütüphanesininyapımına başlandı Sultan III. Ahmed, Topkapı Sarayında Sultan II. Selim için Mimar Sinan tarafından yapılan Havuzlubahçe Köşkünü yıktırarak yerine kendi adıyla anılan veya Enderun Kütüphanesi de denilen yeni bir kütüphane binası yaptırmıştır. İnşaatına 17 Şubat 1719 günü başlanmıştır. Sultan III. Ahmed, kütüphanenin temelini atmak üzere, dedesi Sultan I. Ahmed’in büyük camiini yaptırırken kullandığı ve Has Oda hazinesinde saklanan altın kazmayı kullanmıştır. Yapımı dokuz ayda biten kütüphane, 23 Kasım 1719 günü törenle açılmıştır. İçindeki kitapların rutubetten zarar görmemesi için Türk kütüphane mimarisinde daima dikkat edilen bir özellik burada da uygulanarak binanın altında pencereli yüksek bir bodrum yapılmış, ayrıca etrafının açık olmasına itina gösterilmiştir.  

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiManevi Fırsat Ayları Olan Üç Aylar Başladı
İbadet

Sevgili Peygamberimiz (sav) üç ayların faziletini, “Recep Allah’ın ayı, Şaban benim, Ramazan ümmetimin ayıdır.”  hadisiyle beyan etmiştir.  Bugün itibariyle önümüzde manevi fırsat kapıları açılmıştır. Üç aylar başlamıştır. Fırsatlar yakalanmaz, değerlendirilir. Madem böyle bir fırsat henüz hayattayken kapımıza kadar gelmiş, elbette değerlendirmek gerekir. Üç Aylar Sevgili Peygamberimiz (sav) üç ayların faziletini, “Recep Allah’ın ayı, Şaban benim, Ramazan ümmetimin ayıdır.”1 hadisiyle beyan etmiştir. Hem bu aylar hem de içerisinde bulundurdukları mübarek geceler, manevi hayatımız için Allah’ın rızasını arayacağımız değerli vakitlerdir. Bu zamanlarda yapılması gereken ibadetler sünnet-i seniyyede gösterilmiş olup bunların başında oruçlu geçen günler, namaz kılmak ve Kur’an okumak sayılabilir. Evet, şu doksan günlük fırsat zamanlarını Kur’ an ile geçirmek önemli olacaktır. Özellikle Kur’ an okumaya fırsat bulamayıp bugüne kadar öğrenememiş olanlarımız varsa daha büyük bir önemi haizdir. En Hayırlılarınız, Kur’an’ı Öğ­renen ve Öğretenlerinizdir Peygamber Efendimiz (sav), “Sizin en hayırlıla­rı­nız, Kur’an’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.”2 bu­yurmuş ve Kur’an öğrenmeye teşvik etmiştir. Üç ayların gelmesiyle manevi hava lehte değişmiş, Kur’an okumayı öğrenmek isteyenler için müspet bir zemin de oluşmuştur. Önemli bir nokta da şudur: Belki zaman bulamamak, belki büyük şehirlerde istenilen yere ulaşmak zorluğu gibi caydırıcı bahaneler buluyordu nefisler. Fakat şimdi elimizdeki teknoloji nimeti bu bahaneleri de ortadan kaldırmış gözüküyor. Size uygun olacak bir gün ve saatte, bulunduğunuz yerden ayrılmadan bir hocayla muhatap olabiliyor ve Kur’an okumayı öğrenebiliyorsunuz. Bu platformlardan birisi de Hayrat Eğitim portalıdır. Hiç vakit kaybetmeden dipnottaki linke3 tıklayıp kaydolabilir, manevi bahar olan şu üç aylar mevsiminde eğitiminizi alabilir, hatta Kur’an ayı olan Ramazan’a Kur’an okumayı öğ­renmiş olarak başlayabilir, belki bir de hatim yapabilirsiniz. Bilenlerimiz için de önemlidir. Zira Efendimiz (sav) “Sadece şu iki kimseye gıpta edilir: Biri Allah’ın kendisine Kur’an verdiği ve gece gündüz onunla meşgul olan kimse, diğeri Allah’ın kendisine mal verdiği ve bu malı gece gündüz O’nun yolunda harcayan kimse.”4 buyurmaktadır. Bu manevi fırsat aylarında hasıl olacak sevabın on, yüz, binlere katlanacak olmasını da göz önünde bulundurarak, malın kıymetli olduğu zamanlarda ve yerlerde pazarda bulunması önemlidir, sırrınca bu günleri Kur’an’ı okuyarak, ezberleyerek, manasını anlamaya çalışıp tefekkür etmek için meal ve tefsirlere başvurarak geçirmek elbette çok daha önemli ve kıymetlidir. Kendimize özel hatim programları yapabileceğimiz gibi, çok fazla kişiden oluşan ve belki günde birkaç hatmin indirildiği hatim listelerine dahil olabilir, umum hatim sevabına iştirak edebiliriz. Erteleyenler Helak Oldu Bu fırsat önümüzde ve elimizdedir. Ertelemenin zarar ve ziyan olduğu hadislerin manasından anlaşılmaktadır. Fırsatı ganimet bilip bir adım atmak, aslında inayet-i İlahi ile o işin bize on adım yaklaşması yani kolaylaşması anlamına da gelir. Değilse gün geçtikçe daha da zorlaşır. Belki de hiç olmayıp, “yarın diyenler helak oldu”5 cümlesine dahil olur. Mevlâna Hazretleri bununla alakalı bir kıssa anlatır. Der ki: Adamın biri yol kenarına diken ekmiş. Önceleri zararsız gibi görünen bu dikenler, zamanla gelip geçenleri rahatsız etmeye başlayınca, şikayetler çoğalmış. Fakat, adam bu şikayetleri duymazlıktan gelmiş. Derken, Allah Teala’nın bir veli kulu gelip adama dikenleri sökmesini söylemiş. Adam da: ‘Bir hayli gün var babacığım. Bugün olmazsa yarın; bir gün mutlaka o dikenleri sökeceğim’ demiş. Bunun üzerine Allah dostu, adama şöyle demiş: ‘Hep yarın diyerek bu işi erteliyorsun. Fakat, bil ki günler geçtikçe o dikenler büyüyüp güçleniyor, sense güç kaybediyorsun. Dikenler gençleşiyor, sense giderek ihtiyarlıyorsun...’ 1- Süyûtî, Câmiü’s-Sağîr, 4411; Kenzü’l-Ummâl, 351642- Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 213- https://www.kuranogren.com 4- Buhârî, İlm 15, Zekât 5, Ahkâm 3, Temennî 5, İ’tisâm 13, Tevhîd 455- “… Muhakkak ki, onlar amellerini geriye erteleyen / yarıncı kimselerdir.” (Müsned, 1/129; Mecmau’z-Zevaid, 5/172).

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiBir Düşüşün Hikâyesi
İtikad

Şüphesiz ki insan ulvi bir gayeye matufen yaratılmıştır. Bu gaye tamamıyla Rabbimize ba­kar. Ya­ni, insanın yaratılması­nın ama­cı ve odağı Hak’tır. İn­san, in­san için yaratılmamıştır. Bundan dolayı kendisine lütfedilen bu hayatı kendi arzu ve istekleri­ne göre yaşaması edep­sizliktir. Hayat kimin icadı ise hayat ile ilgili gayeler de O’nun­dur. Öyleyse insanın va­­­­­zi­­fe-i asliyesi, O’nu tanımak, O’nu sevmek ve O’na kulluk et­­­­mek­tir. Bunun dışındaki tüm faa­­li­­yetler beşeridir. İnsanın Al­lah’ı unutarak, sadece dünye­vi amaç­­lar ve nefsani arzular için olan biyolojik, sosyal, ticari, kül­tü­rel faaliyetleri vs. hepsi be­­şe­rî faaliyettir. Şüphesiz ki bun­­lar da olacaktır lakin asla ilk sırada olamaz. Cenab-ı Hakka dönük olan hayati sürecimizde ahsen-i takvim üzere yaratılmış olan halimiz ve mahiyetimiz söz konusu iken, O’nu unutup ihmal ederek ortaya koyduğumuz hayati süreç tamamıyla beşeridir. Kısacası, “Andolsun ki, biz insanı en güzel suret ve kıvamda yarattık”1 ifadesi marziyat-ı ilâhiyeye işaret ederken, “sonra onu aşağıların en aşağısına attık”2 beyanı ise insanın beşerî veçhesine delalettir. Cennetteki ilk form ilâhidir ve tamamen ebediyet ile kodlanmıştır. Yasak ağaca yaklaşılması ile başlayan süreç ise, insanın bir anlık gafletle ilâhi yönünden koparak, tabiri caiz ise aşağı ve alçak yer anlamına gelen dünyaya atılması ile neticelenen fani ve geçici bir süreçtir. Aslında insanın yaratıldığı ve yaşaması dilenen yer cennet iken, bu anlam ve değeri işlediği fiille yitirip kendini geçici süreliğine bulduğu yer olan dünya, insanın ilahi yönünü tekrar hatırlaması ve keşfetmesi sayesinde anavatanına yani vatan-ı aslisine dönebilmek için imtihana tâbi tutulduğu yerdir. Evet, insan, Rabbinin onu zaten ebedî bir surette yaşamakla şereflendirdiği cennette, şeytanın “eğer bu ağaca yaklaşırsanız ölümsüz olacaksınız” şeklindeki desisesine kanmıştır. Kaybet­tiği sonsuzluğu, Allah’ın af ve rızasını aramakla, fani bir diyarda tekrar hak etmek için bu meydan-ı imtihana sevk edilmiştir. Burada cennet, tüm nimet ve kolaylıkların nihayetsiz bir surette sunulduğu ilahi gayenin tecelligâhı iken, yasak ağaca yaklaşma ise imtihan ve meşakkati netice veren dış dünyaya uzanan yolu temsil etmektedir. Bu yasak ağaç dünyada insanın karşısına hazlar, menfaatler, anlık istekler olarak çıkmaktadır. İnsanın dünyadaki hayatında karşısına bir zorluk olarak çıkan tüm tercih kavşakları, cennetteki sahneyi çağrıştırmaktadır. Yani Rabbimiz ebedî cennete tekrar dönüşün yollarını, kodlarını ve haritalarını, göndermiş olduğu peygamberlerin ellerindeki kutsal metinlerle biz insanlara ulaştırırken, şeytan da Rabbinden aldığı mühlet boyunca hep o yasak ağaç misüllü ayartıcı desiselerine devam etmektedir. Aslında insan, cennetteki o sahneyi yani bir tercih kavşağını çağrıştıran o sahneyi dünya hayatının hemen her devresinde yaşamaktadır. Kök anlamı “mihne” yani zorluk, meşakkat olan imtihanın tüm anlamı, bu süreçteki tercihlerimizi yaparken yaşadığımız fikri, hissi ve bedensel gelgitlerden kaynaklanmaktadır. Bu meşakkatli süreçte tüm zorluk ve sıkıntılarından korun­ma­­­nın ya da olabildiğince asga­ri seviyede etkilenmenin yolu da yolları da şüphesiz ki vardır. An­cak insan unutmuştur. Ve her unutuşun bir bedeli vardır. Rab­bini unutan insan, O’nu tanımayı ihmal edip O’nu sevmek noktasında zaaf içinde kalan insan, kelimenin tam anlamıyla kendisini dünyanın midesinde bulur. Dünya onu uyutmuştur. Dünya onu yutmuştur. Nasıl ki yediğimiz şeyler, vücudumuz­da metabolize olurlar yani artık vücudumuzun bir yerinde bir işe yarar ve bir vazifede istihdam olunurlar, aynen öyle de dünyanın yuttuğu insan da kaçınılmaz olarak dünyevileşir. Öyle ki, uhrevî bir gayeye dönük ve ibadet görünümlü amelleri dahi dünyanın nam-ı hesabına yapılır. Fakat kişi bunun farkında değildir. Bugün karşı karşıya kaldığımız en yaygın insan profili de budur. Yani hayatı, Allah’ı (cc) razı etmek adına hiçbir gerçeklik ifade etmediği halde, onlar kendi arzuları peşinde bir içsel algı ile aynı zamanda Rablerinin rızasını da kazanmak için bir gayret içinde olduklarına ilişkin çok derin bir yanılgı içindedirler. Caferi Sadık (ra) rivayet etmiştir ki; Allah dünyaya şöyle vahyetti: “Ey dünya! Bana hizmet edene sen de hizmet et. Sana hizmet edeni de yorup yıprat.”3 Dünyadaki yorulmalar ve yıpranmaların sebebi tam da budur. Allah’a hizmet edenler, bunu aşk ve şevk ile yaptıkları için Rableri acil bir zevk-i nuranî lütfeder ve kişi yorulmak nedir bilmez. İşte bu unutkanlıktan kurtulmak isteyen ve bunun gerçekten bir ihtiyaç olduğunun bilincinde olan insan, kendisine hatırlatacak. Kendisine kim ol­duğunu, kendisinin kimin ol­duğunu (yani malikinin kim ol­duğunu), nereden geldiğini ve hangi irade neticesinde bu dünyada bulunduğunu, kendi­sini bekleyen kaçınılmaz akıbete karşı hangi tedbir ve farkındalıklarla mücehhez olması gerektiğini ve onu bu dünyaya gönderen şanı yüce Rabbini tanıması ve sevmesi gerektiğini hatırlatacak. Üstad Bediüzzaman Hazretleri (ks), tam da bu kargaşa ve dağ­­­dağa içinde kaybolan ve sav­rulan insan için gerçek ve fıtrî reçeteler telif etmiş ve insanın çok derinlerde kalmış ve etkisi ve uyarıcı gücü azalmış olan vicdanını intibaha getirmiş (uyandırmış), ihtiyacı olan aşk ve şevk gibi motivasyon unsurlarını fevkalade nuranî bir surette takdim etmiştir. Onuncu hüccet-i imaniye risalesinin başlangıcındaki bu satırlar mezkûr hakikate güneş gibi ışık tutmaktadır. “Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah için­­deki mu­habbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i in­­san için en sâfi sevinç, o mu­hab­­­­betullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî ta­nı­mayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten müptelâ olur. Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dün­yada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.”4 Bir diğer yol da bir şahs-ı maneviye intisap ederek, tek başına veremediği mücadelede kendisi için manevi destekler ve motivasyon unsurlarını edinebilme­sidir. Zira şeytanın kolektif ve kurumsal bir yapı halinde saldırmakta olduğu ve çelmeye çalıştığı insanın böylesine zalim ve dessas taarruzlara karşı kendisini şahsen müdafaa etmesi gerçekten çok zordur. Hulasa, eğer insan yasak ağaç hükmündeki hıza, hazza, şahsi ve bencil arzularına yenilmek ve Haktan gayrı hiçbir şeye eğilmek istemiyorsa, onu cennet için yaradan sahibinin muradına müraat etmeli, O’nun sevgili habibine (sav) riayet et­meli, kendisine sürekli bu yolda olması konusunda ilham, feyiz ve cesaret veren bir şahs-ı maneviye intisap etmelidir. 1- Tin Suresi, 42- Tin Suresi, 53- Ebu Nuaym, el-Hilye, 3/1944- Asa-yı Musa, 200

Ahmet EFENDİ 01 Şubat
Konu resmiSual
İtikad

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiÖlmeden Önce Muhakkak Yapılması Gerekenler
İnsan

“Ey insan! Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki ma‘rifetullâhtır. Ve cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o ma‘rifetullâh içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i rûhâniyedir.” Çoğalan sorularla zorlaşan bir hayatın içinde yuvarlanıp gidiyoruz. “Bu akşam ne izlesem?” “Bugün ne yesem?” gibi sorularla başlayıp, her sene başında “yapılacaklar listesi” oluşturuyoruz. Bu mesele daha da büyüyüp bütün bir ömrü kapsayacak şekilde “ölmeden önce muhakkak yapılacaklar listesi”ne kadar gidebiliyor. Sırf bunlara hizmet eden, hiç aklında olmayanların aklına bunları taşıyan internet siteleri, sosyal medya hesapları var. Dizi rehberi, ne izlesem, gelmiş geçmiş en iyi yüz film, sokak lezzetleri, görmeden ölme, ölmeden önce yapılması gereken yüz bir şey vs. vs. Bunlar, oldukça cazip ve insanı kendine çeken şeyler. Dahası, imdb puanlarından en çok yorum alanlara, geçmişe dönük izleme fırsatı ve geniş koleksiyon sunan platformlardan en çok izleme alanlara kadar pek çok film/müzik/gezinin hayatımızda geniş yer almaya başladığını görüyoruz. Ve tabii ki oyunlar... Eskiden doğudan Rus ruleti ve batıdan düelloyu duyardık; ölmeden önce oynanan. Nihayetinde iki kişiden birisi mevta olurdu. Şimdi de ölmeden önce mu­hak­kak oynanması gereken oyun­lar listeleri var, tek kişilik ol­sa­lar bile; bunları görünce ak­lıma hep rulet ve düello gelir. Önce Ölüm Bahsi geçen meselelerin içindeki ortak kelime ölümdür. Ahirete iman konusunu bilemem ama ölüneceği konusunda ortak bir kabul ve anlayış var gibi gözüküyor. Fakat burada bir problem var. O da ölümü varılacak bir çizgi gibi kabul edersek, bulunduğu yer ile ölüm çizgisine kadar olan kısım bir fırsat olarak görülüyor ve çizginin bu tarafı dünyanın cazibedar meseleleriyle şenlendirilmeye çalışılıyor. Doğru, hayat bir fırsattır insan için. Ama ömür bir sermayedir. İnsan elindeki bu fırsatı nasıl değerlendirmeli ve bu sermayeyi hangi alışveriş için kullanmalıdır? İşte bu sorunun doğru ve net anlaşılması gerekmektedir. İnsan ve Hayat Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de “(Ben) cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım!”1 buyurmaktadır. Bu ayetle ilgili olarak tefsirlerde şöyle bir izah görürüz: “Bu ayet-i uzmânın (büyük ayetin) sır­rıyla, insanın bu dünyaya gön­derilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı (kâinatın yaratıcısını) tanımak ve O’na iman edip, ibadet etmektir. Ve insanın vazife-i fıtratı (yaratılış vazifesi) ve fariza-i zimmeti (boynunun borcu), marifetullah ve iman-ı billahtır (Allah’ı ta­nı­mak ve iman etmektir) ve izan (iyice anlamak) ve yakin (şübhesiz bilmek) ile vücudunu ve vahdetini (birliğini) tasdik etmektir.”2 Bunca masraflı bir ortama/dünyaya doğan/gönderilen insan için görünen o ki, ömür bir sermayedir ve bu yaşadığı hayatın kendinden öte bakan yönleri, beklenen şeyleri vardır. Ayet-i kerime bunu Allah’a iman ve ibadet olarak tanımlamaktadır. Bu noktada şöyle bir farkındalık yakalanabilir: İnsanların pek çoğunun canının sıkkın olduğunu görürüz. Buna sebep olarak da yapacak bir şey bulamazlar çoğu zaman. Bu can sıkıntısını gidermenin yolu da çoğu kere malayani işlere çıkar; film izleme, gezip görme, yiyip içme, oyun oynama… Bunun neticesi de en değerli varlığımız olan zaman, dahası ömür sermayemiz amacı dışında boş yere heba edilip gider. Zaman hızla akar belki, hemen hafta sonları gelir, hemen yaz-kış tatillerine ulaşılır, hemen paydos saatlerine erişilir, derken ecel gelir, ömür biter ve insan dünyaya veda eder. Zamanın, ömrün ve hayatın farkında olanlar içinse, şikâyet tersine döner. Onlar için zaman yetersizdir. Zamanın azlığından yakınırlar, daha çok zamanları olsa yapacak daha işleri vardır hep. Bu, dünyevi olarak da uhrevi olarak da böyledir. Bir zaman bir öğretmen arkadaş anlatıyordu. Gündüz okula gelip öğretmenler odasına girdiğimizde öğretmen arkadaşlar hep can sıkıntısından bahsediyordu. Zamanın geçmediğinden, hafta sonunun gelmesini istememek vb. şeylerden dert yanıyorlardı. Akşamları kahvehaneye gidip kâğıt oynadıklarını, gece yarısı eve gelip uyuduklarını, böylece zamanın hızlı geçtiğini söylüyorlardı. Ben de onlara zamanın yetmediğinden bahsettiğimde ise şaşırıyorlar, nasıl olduğunu anlamadıklarını söylüyorlardı. Ben, günlük ihtiyaçlarımı hallettikten sonra haftalık varsa dersim oraya gidiyordum. Değilse günlük yazmam gereken yazı, okumam gereken Kur’an, cevşen, risale gibi işlerim vardı. Namazlarım ve tesbihatlarım… Bunlar benim vaktimi dolduruyor, bazen de yetiştiremiyordum. Onlar da ben de şikâyet ediyor­duk; onlar zamanın geçmediğin­den, ben ise yetmediğinden... Ölmeden Önce Ölünüz İrfan ehli böyle buyurmuşlar: “Ölmeden önce ölünüz.” Bunun hadisten mülhem olduğunu, bilmana hadis olduğunu söyleyenler de olmuş.3 Bu cümleler farkındalık için olsa gerektir. Nihayetinde insanın öleceği kesindir. O zaman ölmeden önce neden ölsün? Kanaatimce, ölsün yani öldükten sonra dirildiğinde karşılaşacakları için hazırlık yapmak anlamında fikren/şuuren dirilsin. Ölmek, başka alemde dirilmek olduğuna göre ölmeden önce ölmek de öldükten sonra olacaklar için uyanık hale gelmek, bu işler için verilen ömür sermayesini nefse hoş gelen şeylerle heba edip, yarın müflis duruma düşmemek içindir. İsa aleyhisselama atfedilen bir cümle de şöyledir: “İkinci defa doğmayanlar hakiki iman etmiş olmazlar.” Zira biyolojik olarak doğduğumuz hayata ünsiyetle yaşayıp gidiyoruz. Fakat ne zaman sorular sormaya başlayıp kendimizi, etrafımızı, yaratanı aramaya/anlamaya başlıyoruz, işte o zaman işler anlam kazanmaya, rayına oturmaya başlıyor. Bu durum yukarısı için de böyledir. Muhakkak gelecek ölüm için önceden ölün ki gerçekten öldüğünüzde saatte iki yüz ile giden bir araçta manzara seyreden adam durumuna düşmeyin, düşmeyelim. Muhakkak Yapılması Gerekenler Listeleri Gelelim şu listelere. Bizim de ölmeden önce muhakkak yapmamız gerekenler var elbette. Zira bu hayata bir kısım maksatlar için gönderildik ve bizi gönderen bunların hesabını mu­hakkak soracaktır. “Üzümü­nü ye bağını sorma”, gemileri yakanların cümlesidir. Ahiret derdi olmayanların, padişah ta­nı­mayanların aldatmacasıdır. Üzümün de, bağın da, senin de ve her şeyin de sahibi olan Allah, elbette ince ince dokuduğu ve senin için hazır hale getirdiği bu alemin neticesini/hesabını, kullanmaktan gelen sorumluluğu sana/bana soracaktır. Öncelikle insanın varlık sebebine dair ve liste konusunun başına geçecek şu satırları buraya iktibas edelim. “Ey insan! Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki ma‘rifetullâhtır. Ve cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o ma‘rifetullâh içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i rûhâniyedir.”4 Yukarıdaki ayetten istifadeyle, yaratılmanın, kulluğun ve dün­yaya gönderilmenin en üst mer­te­beden tanımını bu şekilde tes­pitten sonra, bir kul, mümin ve Müslüman olmanın altı­nı dolduran Kur’an ve Sünnet, bi­ze şu kısa dünya hayatında yap­mamız gerekenleri ve diğer yap­tıklarımızı niçin yapmamız gerektiğini net bir şekilde hem teorik hem de pratik olarak aktarmıştır. Bütün bir İslam ve insanlık tarihi buna şahittir. Liste önümüzdedir. Gezip Görmeyelim, Yiyip İçmeyelim mi? Kimse bunu söylemez ama şunu net söylemek lazım: Asıl vazifemiz Allah’a kul olmaktır. Dünyada önümüze konulan her şeyi, bu kulluk çerçevesinde değerlendirmek, emredilenleri Allah için yapmak, nehiy edilenlerden de Allah için kaçınmak lazımdır. İyi, güzel, nefse hoş gelen şeyler de olsa, Allah’a kul olmanın önüne geçiyor, emrettiği şeyleri yapmaya mâni oluyor ya da zamanımızı doldurduğu için onlara zaman kalmıyorsa, o artık bizim ölmeden önce muhakkak yapılması gerekenler listemizin dışına alınmalıdır. Çünkü dünya bir imtihan meydanıdır.5 Burası sınanma yeridir. Rahat ve huzur yeri, eğer kulluğumuzu yerine getirir, Allah’ı razı edersek ebedi cennet­ler olacaktır. Değilse, yi­ne gidilecek, fakat bu kez -Allah muhafaza- kulluğu yerine getirmemekten, belki isyan et­mekten, belki enaniyete, guru­ra kapılarak şirke girmekten ba­hisle cehennem olacaktır. Ömrümüzü, can sıkıntısını gidermek için oyun eğlenceyle6 geçirmek değil, ölümden sonrası için bir hazırlık ve tecrübe mekânı olan bu yerde sorumluluklarımızı bilerek ve sermayemizi bizi yaratanın bizden istediği şekilde yaşayarak geçirmek durumundayız. Zaman, varlık sebebinin farkında olunmazsa hızla geçip giden ve geri dönüşü olmayan bir hareketten ibarettir. Bunun için sakinleşmeye, durup düşünmeye, farkında olmaya ihtiyacımız var. Her ezan bir durmadır. Her namaz bir sakinleşme ve muhataplıktır. Her oruç dinlenme ve dinginlik ve yakınlaşmadır. Her teheccüd sıyrılma, arınma ve kavuşmadır. Her iyilik, merhamet denizinde yıkanmadır. Her aciz kalış, yüce kudretin sonsuz inayetinden istifadeyle en açılmaz kapıları açacak, en aşılmaz dağları aşacak bir irtibattır. Varlığını bilmek yokluk, yokluğunu bilmek var olanın ve var edenin varlığına mazhariyettir. Bunlara engel olacak, gölge düşürecek her şey zarardır, liste dışıdır... 1- Zariyat, 562- Şuâ‘lar, 7. Şuâ‘, 953- “Ölüm gelip çatmadan evvel, şehvani ve nefsani hislerinizi terk etmek suretiyle bir nevi ölünüz.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:29; İbn-i Hâcer el-Askalânî: “Senedli, vesikalı bir hadis değil derim” demiş, Ali el-Karî ise: “Manası doğrudur” demiştir.)4- Said Nursi, Mektubat Mecmuası, s. 755- “Fakat (siz) dünya hayatını üstün tutarsınız! Hâlbuki ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır!” (A’la, 16-17)6- “İşte dünya hayatı bir oyun ve bir eğlenceden başka bir şey değildir! Ve elbette ahiret yurdu, (günahlardan) sakınmakta olanlar için daha hayırlıdır. Hiç akıl erdirmez misiniz?” (En’am, 32)

Metin UÇAR 01 Şubat
Konu resmiİnsana Dair Bazı Ayet-i Kerimeler
İtikad

“Muhakkak ki biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de (onlar) onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular; insan ise onu yükleniverdi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb, 72) “İnsan (çok sabırsız, çok aceleci olarak sanki) acele’den yaratılmıştır…” (Enbiya, 37) “İnsan ise, (bazen öfkelenerek, bazen bilmeyerek) hayra olan duası gibi (kendi aleyhine olarak) şerre duâ eder. Çünkü insan, (işin sonunu düşünmez ve) çok acelecidir.” (İsrâ, 11) “İnsanlara bir rahmet (ni‘met) tattırdığımız zaman, onunla sevinirler. Fakat ellerinin takdim ettiği şeyler (işlediği günahlar) yüzünden başlarına bir kötülük isabet etse, onlar hemen ümidsizliğe düşerler!” (Rum, 36) “Şübhesiz ki insan, Rabbisine karşı gerçekten çok nankördür! Şübhesiz buna elbette kendisi de şâhiddir!” (Âdiyât, 6-7) “(Siz) doğrusu yetime ikram etmiyorsunuz! Ve yoksulu yedirmeye, birbirinizi teşvik etmiyorsunuz! Hem mirası, helâl haram demeyen bir yiyişle yiyorsunuz! Ve malı, aşırı bir sevgi ile seviyorsunuz!” (Fecr, 17-20) “Şübhesiz insan, çok hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır! Ona şer dokunduğu zaman, sızlanıcı (feryâd edici)dir! Ona hayır dokunduğu zaman da cimridir (Allah yolunda sarf etmez, şükretmez).” (Meâric, 19-21) “Ve gerçekten o, (kendi menfaatine olan) hayır (mal) sevgisi için doğrusu pek şiddetlidir (cimrilik eder).” (Âdiyât, 8) “… nefisler kıskançlığa yatkındır…” (Nisâ, 128) “Yoksa Allah’ın lütfundan onlara (peygambere ve müminlere) verdiği şeylerden dolayı insanlara hased mi ediyorlar?..” (Nisâ, 54) “Allah, sizi zayıf yaratan; sonra zayıflığın ardından (size) bir kuvvet veren; sonra kuvvetin ardından (tekrar) bir zayıflık ve bir ihtiyarlık verendir…” (Rum, 54)  

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiİnsan Dünyayı Sanki Hiç Bilmiyormuş Gibi
İnsan

Ölümün kardeşi olarak nitelendirilen uykudan uyanır/uyandırılır insan. O günkü mesaisi her ne ise sabah yola koyulur. Arabasına biner radyosunu açar, otobüse biner kulaklığını takar ve mutlaka o gün, bir gün olmazsa bir başka gün, günlerden her gün ya da herhangi bir gün kulağına bin bir türkü çalınır. Çok zaman çok kalabalıkların müzik ile besledikleri ruhlarına,  çoğu zaman bir ozan mızrabıyla vurdukça tellere, insanların kulaklarına, akıllarına, kalplerine vura vura bir hakikati ihtar eder. Ve der “Ah, yalan dünyada, yalan dünyada/ Yalandan yüzüme gülen dünyada” belki türkünün sonunu bekler, belki mırıldanarak eşlik eder, belki de radyosunun frekansını değiştirir, bir kanaldan başka bir kanala, bir diğerine derken,  “Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor, gel de bu dünyayı yor deli gönül” türküsü çıkar karşısına. İnsan dünyanın mahiyetini, dün­yanın ne olduğunu dünyanın ne olmadığını, dünya haya­tı­nı, dünya ölümünü, dünya­nın güzelliğini, dünyanın acısını, hiçbir yerden duymasa bile türkülerden duyar, mızrabı tellere vuran ve türküsü kadar hissedebilir. Günlerden bir gün bir şiir kitabı alır eline, sükunetle oturur koltuğuna ve rast gele bir sayfasını açar; bir Yunus Emre ses verir: “Yürü fani dünya sana / Gelende gülmüş var mıdır?”, bir başka sayfadan Sümmani seslenir: “Nesine aldanam fani dünyanın”, başka bir sayfada Abdurrahim Karakoç “Bu Dün­­ya Hangimizin?” diye sorduğu şiirini “Ebediyet ötede var bilesin/ Tek satır yazmaya değmez bu dünya” dizeleriyle bitirir. Bir başka sayfada yüzyıllar öncesinden Fuzuli çıkar karşısına: “Hikmet-i dünya vü mâfîhâ bilen arif değil / Arif oldur bilmeye dünya vü mâfîhâ nedir. (Dünya ve içindekilerin hikmetini bilen değildir bilge / Bilge o kişidir ki dünyayı da içindekileri de bilmeye.)” Bir başka sayfada, sükunetle koltuğunda oturan insanı sarsar Karacaoğlan: “Yürü bire yalan dünya / Sana konan göçer bir gün / İnsan bir ekine misal / Seni eken biçer bir gün.” İnsan dünyanın mahiyetini, dün­yanın ne olduğunu dünyanın ne olmadığını, dünya hayatını, dünya ölümünü, dünya­nın güzelliğini, dünyanın acısını, hiçbir yerden duymasa bile şiirlerden duyar, şairi ve şiiri kadar hissedebilir. Günlerden her gün, haber almada gazetenin esas olduğu bir zamanlarda; sabah mesaisine başlarken gazetesini alan ve birinci sayfa, ikinci sayfa, derken üçüncü sayfaya geldiğinde, bir önceki günün öne çıkan üçüncü sayfa haberleriyle dünyanın bir mahiyetini hatırlayan insan, dünyanın neresinde ne oluyorsa an be an haberdar olma imkânına sahiptir. Dünyada ne kadar trajik hadise varsa, insanın hissiyatını harekete geçiren her ne oluyorsa, dünyanın fenasından ve fanisinden, kaçamayacağı bir iletişim ağı içerisinde bulur kendisini… İnsan dünyanın mahiyetini, dün­yanın ne olduğunu dünyanın ne olmadığını, dünya haya­tı­nı, dünya ölümünü, dünya­nın güzelliğini, dünyanın acısını, hiçbir yerden duymasa bile an be an haberlerden duyar, haber ve olay kadar hissedebilir. Her sabah aynaya bakar insan, çocuktur. Yıllar geçer, yaşlar ilerler, her sabah aynaya bakar insan, gençtir. Her sabah aynaya bakar insan, yıllar geçer yaşlar ilerler, yüzünde çizgiler belirir. Her sabah aynaya bakar insan, saçlarına aklar düşmeye başlar. Her sabah aynaya bakar insan yıllar geçer, yıllar geçer… dünyanın ne olduğunu dünyanın ne olmadığını, dünya hayatını, dünya ölümünü, dünyanın güzelliğini, dünyanın acısını, dünyanın mahiyetini, hiçbir şiirde, türküde, haberde, görmese duymasa bile bir aynada kendisinde görür insan. Yıllardan “bir gün” denecek kadar az sayıda bir cenaze namazına iştirak eder insan. Ayda yılda bir kabristandan geçer yolu. İnsan dünyanın mahiyetini, dün­yanın ne olduğunu dünyanın ne olmadığını, dünya hayatını, dünya ölümünü, dünyanın güzelliğini, dünyanın acısını, hiçbir yerden duymasa bile bir cenaze merasiminde görür ve alabildiğine iliklerine kadar his­sedebilir insan. Yüzyıllar sonra dahi olsa kimi zaman bir mutasavvıfın kapısına müracaat eder insan, bir baba şefkatiyle verdikleri nasihatlere kulak ve gönül verir. “Ey Oğul!” diye hitap ederek başlar Abdulkadir Geylani (Kuddise Sirruhû) ve devam eder: “Dünya denizinden sakın! Onda çok kişiler boğulmuş, ancak pek az kişi kurtulmuştur. O derin bir denizdir. Her şeyi gark eder, kendinde boğar…” der. Sul­tânü’l-Evliya ve Burhanü’l-Es­fiya İmamı Rabbanî (Kuddise Sir­ruhû) da bir mektubunda dün­yayı, “Ey evladım! Dünya imtihan ve belalarla tecrübe edilme yeridir. Dışı farklı farklı süslerle süslenmiş ve kaplanmıştır. Görüntüsü; vehmî olan yanaklarla, zülüflerle, çizgilerle ve beneklerle nakışlanmış ve renklendirilmiştir. İlk bakışta tatlıdır. Görünüşte taze ve parlaktır. Ancak hakikatte üzerine koku serpiştirilmiş bir leştir. Kurtlarla ve karasineklerle dolu bir çöplüktür. Seraptır ama içecek bir şey gibi gözükür. Şeker görünüşünde zehirdir.” şeklinde tavsif eder Kimi zaman yüzyıllar ötesinden değil kendi çağının içinden, zamanın bir güzel insanının sesi işitilir. “Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır...”1 ifadeleriyle Bediüzzaman Hazretleri ihtar eder. Dünyanın hakiki mahiyetini arar insan. Bu arayış içerisinde elbette ki dünyanın, insanın, hayatın, ölümün ve her şeyin sahibi olan Allah’a (cc) ve onun sevgili Resulüne kulak vermelidir insan. “İyi bilin ki, şu dünya hayatı boş bir oyalanma ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurduna gelince, işte ger­çek hayat odur. Keşke bunu bil­miş olsalardı! (Ankebut 64)”  Abdullah b. Ömer (r.a.): “Allah Resûlü omzumdan tuttu ve şöy­le buyurdu:  diye rivayet eder. “Dünyada (kimsesiz) bir ga­rip gibi yahut bir yolcu gibi ol!”2 Neredeyse her gün her an dünyanın hakikatine ve mahiyetine dair pek çok kelama ve hadisata muhatap olan insan kimi zaman yine de bigâne kalır. Dünyanın mahiyetini oluşturan unsurlardan birisi olarak insan; sanki hiç türkü dinlememiş, hiçbir şairin mısraları kulağına çalınmamış, hiç gazete okumamış, hiç haber seyretmemiş, ömründe hiç aynaya bakmamış, saçlarına hiç ak düşmemiş, hiçbir cenazeye şahit olmamış, hiç kabristandan yolu geçmemiş, hiç dünyada alimler ve mutasavvıflar nasihat etmemiş, hiç dünya ile ilgili bir ayet ve hadis işitmemiş gibi davranır kimi -çoğu zaman insan. “Şüphesiz insan çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab 72) 1- Mektubat Mecmuası, 622- Buhârî, Rikak 3. Ayrıca bk. Tir­mi­zî, Zühd 25; İbni Mâce, Zühd 3

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Şubat
Konu resmiDünya Ne Demektir?*
İnsan

Dünya, ya bir kevkibe-i i’tiladır, ehl-i ihtişamın rüûs-ı tavaliine doğar veya bir sihr-i ibtiladır, ehl-i zevki aşk fitne-engiz ile oyalar. Dünya acı, zulüm, fesad gibi leimiyyata daima bir zemin-i vesi’, bir saha-i icra ihzar eder. Dünya, harislere şemail-i ikbalini, ariflere rumh-u iclalini gösterir; azmi hezme, ızzi zille, azmı hüzala çevirir. Dünya, bir cabir-i kahirdir, hiçbir cair ona infaz-ı cebredemez; bir bakir-i sahirdir yine hiçbir sahib-i cemal izhar-ı mekr ve hud’a eyleyemez. Dünya, cüretkâr ruhlar, hırçın fikirler, nakıs amilleri sidre-i ızz ve refaha isal eder; müstesna vücutlar, nezih kalbler, âzim dimağları seyf-i intikamının lemaat-ı hun-âşamı önünde eğer, onlardan kâm alır. Dünya, bir serab-ı lâmi’dir ki parlaklığıyla bilcümle hissiyatı sayd, o suretle vicdanlara hulul eder. Dünya, yalnız ehl-i sükûn ve tevazu önünde diz çöker, itiraf-ı zillet eder. Dünya, vazi’a hazı’, refi’a hacim-i hadi’, gayura âkım, atıla hadimdir. Dünya, katre-i ibret mezraa-i mihnettir. O kantaradan geçen kaşane-i hayrete vasıl, o mihneti eken sünbülistan-ı cezb ve cemale nail olur. Dünya, mevcuda nişan, mucide burhandır. Dünya, daru’t-tevhiddir. Ders-i vahdet, neva-yı tevhid ancak burada tahsil olunur. Daha kusvada rahle-i vahdet önünde neş’e-yab olamayan ukbada da zülal-i hakikatten hisse-mend olamaz. Dünya, kamiller kemalini burada ikmal, adiller adlini yine burada itmam eder. Lakin nakıslar noksanını, mazlumlar feryadını ferdada izhar eyler. Kala-i Sultaniyeli ibnü’r-Rahmi Ali Sabri * Ceride-i Sofiye, 28 Mart 1329, No: 20-24, s. 10

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiGeçen Günün Ardından
İtikad

Mesele farkında olmaktı. Yoksa her sabah kalkıyor, yiyor, içiyor, geziyor, çalışıyoruz... Her gün devridaim işlerimiz var. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya pe­res­tiş, dünya işlerine gayret ediyoruz. Geçen gün 15-20 dakikalık bir mesafede bir yere gitmek için yola çıkmıştım. Bu kısa süre içerisinde nasihatin en tesirlilerinden olan ölümle, daha doğrusu üç cenaze aracı ile karşılaştım. İlk karşılaştığım aracın dönüş yolunda olduğunu düşündüm. Tabut vardı arabada ama içi boştu. Hem de gittiğim güzergahın ters istikametinde bir mezarlık vardı. Ondan dolayı böyle düşünmüş olmalıyım. Demek ki bırakmış ve dönüyordu emanet edilen cenazeyi. Gördüklerimde kaybolmuşum bir an. Ayaklarım gideceğim yere gitse de fikrim bambaşka yerlerde dolaşıyordu… Bir kişi daha göçmüştü şu fani dünyadan. Son yolculuğunu yapmış, cenaze arabası da arkasından giden tüm sevdikleri de mezarlıktan ayrılıp gelmişti. Mezar taşında ismi yazıyor olsa da bir süre sonra bedenini oluşturan hücreler ve zerreler de dağılıp gidecek, ismine dair bir şey kalmayacaktı maddesinden. Belki bir süre sonra ismi de silinecekti hafızalardan… Ben bu düşüncelerle ilerlerken şu kısa zamanda, arkasından başka bir cenaze arabası ve onun da arkasından dörtlülerini yakmış pek çok aracın geldiğini fark ettim. Birinin düşüncesinden ve etkisinden henüz ayrılamamışken yeni birisi eklenmişti. Biri daha ahiret yolculuğuna çıkmıştı. Dörtlüler yanıyordu ama sessiz ve sakin bir konvoy vardı. Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiirindeki “Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol / Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol” atmosferindeydi... Düğün alayı gibi ya da asker uğurlaması gibi gürültülü değildi, fakat derin izler bırakarak ilerliyordu. Bu ikincisiyle fikrim kendimde yoğunlaştı. Kısa aralıklarla gör­­düğüm bu gidiş manzaraları dik­kati kendime vermeme se­bep oldu. Sırası, vakti, eceli gelen gidiyordu. Ben de gidecektim. Ölüm beni de bulacaktı. Son yolculuğumun arabası işte buy­du. Bir gün benim için de ge­le­cekti… Zihnimden bunlar geçerken başka bir cenaze konvoyu daha gözüktü. Gideceğim yere olan uzaklık on beş dakika olmakla birlikte, ben, bilemiyorum kaç dakika içinde üç ayrı cenaze ile karşılaşmıştım. Suyu deli akan ve derinliği yoğun olan nehirlerde/derelerde tedbir almak, dikkatli olmak lazım, dedim kendi kendime. Zamanı akan suya benzetmişim o an. Ve yoğun aktığını, kısa zaman aralığında zaman seline takılan üç cenazeyi görmekle fark etmiştim. Kendime geldim. Zaman hızla akıyor, dedim. Ölüm ecelle belki ama zamanın ne getireceği belli olmaz, her daim dikkatli olmak lazım dedim. Ölmeden önce ölmeyi, İsa aleyhisselama atfedilen şu sözle yeniden hatırladım: “İkinci defa doğmayanlar, gerçek iman etmiş olmazlar.” Yani asıl doğum biyolojik olan değil, fikrî olandı. Mesele farkında olmaktı. Yoksa her sabah kalkıyor, yiyor, içiyor, geziyor, çalışıyoruz… Her gün devridaim işlerimiz var. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya pe­res­tiş, dünya işlerine gayret ediyoruz. Ya cenaze arabası! İmam Gazali Hazretlerinin “İn­­­san­­oğlu o kadar dünyevile­şir ki, mezar kazan bile ölece­ği­ne inanmaz.” sözü geldi hatı­rıma. Ne oluyoruz, dedim tekrar ken­di kendime. Zamanı belli ol­ma­yan bir ecelle taşıdığımız emaneti teslim edebilmenin gay­retinden gaflet etme pişman­lığı sardı bir an içimi. “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.”1 hadisi zorlamaya baş­­­ladı bu kez zihnimi. Bir gün el­­bet uyanacağız ama asıl uya­nık­lar uykuda/dünyada/imtihanda oldukları zaman bunun farkında olanlardır. Ölümden gaflet etmeyenlerdir. Dünyanın fani, ahiretin baki olduğunu bilen, inanan, ona göre hareket edenlerdir. Bast-ı zaman böyle bir şeydi herhalde. Kısa zamanda karşı­laş­tığım üç cenazenin bende ge­niş­lettiği zamanla ciddi bir ölüm dersi almıştım. Dünya yol­culuğu için söylendiği kısalıkta bitmişti yolum. Gelmem gereken yere gelmiştim. Şimdi, asıl gitmem gereken/gideceğim yere odaklanmalıydım. Gafletten kurtulmalı, ahireti/ölümü unutmadan yaşama gayreti içinde olmalıydım. Yanıp sönen dörtlülerin var yok halleriyle dünyaya döndüm. Şu levha canlandı gözümde: “Nasihat istersen ölüm yeter...”2 1- Aclunî, Keşfu’l-hafa, 2/3122- İslam’ın ikinci halifesi Hz. Ömer (ra)’in Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’den, “Bize nasi­hat et ey Allah’ın Resulü” diyerek na­si­hat istemesi üzerine, Efendimiz (sav), “Kefâ bi’l-mevti vâizan” yani “kişiye nasihat olarak ölüm yeter” buyurmuştur.

Seçil BULUT 01 Şubat
Konu resmiNeden Geldim Bu Dünyaya?
İtikad

İnsanoğlunun tarih boyunca en çok sorduğu soru, bu olsa gerek: Bu dünyada ne işim var? Hayvanlardan ve diğer varlıklardan niye farklıyım ve ben burada ne yapacağım? Mevzuya iki başlık altında yaklaşmak isterim. 1. Dünya ahiretin Tarlasıdır Bir Müslüman, aslen ahiret için yaratılmış olduğunu bilir. Bunu da peygamberler vasıtasıyla öğrenmiştir. Peygamberi­miz (sav) ise, “Dünya, ahiretin tarlasıdır.”1 buyurmaktadır. Yani, ebedi olan ahiret hayatı, dünyada kazanılır. Sermayemiz, dünyada bize verilmiş olan ömrümüz ve sahip olduğumuz bütün imkânlardır. Yaradan’ın elçisi olan Peygamberinin getirmiş oldukları, eksiksizdir. Müslümanın icraatı ya dünyasına ya da ahiretine doğrudan veya dolaylı yoldan fayda vermelidir. Malum, hayat sahipleri hayatlarını sürdürebilmek için rızka ihtiyaç duyarlar ve faaliyetlerinin belki yüzde 90’ı rızık çevresindedir. İnsanların ise, rızık dışında giyinme, barınma, seyahat etme gibi temel ihtiyaçları da vardır. Zaman içerisinde ihtiyaç kalemleri oldukça fazlalaşmıştır. Mesela günümüzde haberleşmeye herkes ciddi bir masraf ayırır. Bunun yanında, “oyun” ve “eğlence” bile birer iktisadi sektör haline gelmiştir. Bunlar, önceki asırlarda yaşayan insanların haberleri olsaydı, çok şaşıracakları masraf kalemleridir. Bunların yanında kullanılan eşyanın eskimesine fırsat vermeden elden çıkarmak, yiyecek ve öğün sayısının artması, insanları çok farklı bir noktaya çekmiştir. Yani günümüz Müslümanı, ihtiyaç olmayan şeylerin ihtiyaç gibi algılanmasına sebep olmak cihetiyle, nefsin tahrik ve teşviki açısından, daha önceki dindaşlarına kıyasla, bu konularda fazlaca baskı altındadır diyebiliriz. Ahiret hayatına ayıracak vakti, gittikçe azalmıştır sanki. Gerek mecbur tutulan iş saatleri gerekse -zaruri olmayan tarafı ağır basarak- yeni ihtiyaç listesinin kabarıklığı, dünyası için daha fazla çalışması gerektiğini zihinlere yerleştirmiştir. Peki, ortalama ömrün 70 yaş civarında olduğu bir hayat için âdeta nefes almaksızın dünyevi bir şeyler elde etmeye çalışmanın ne gibi hikmeti olabilir? Üstelik bu 70 senenin 15 senesi çocukluk, kalan 55 senenin 20 senesi uyku ve diğer istirahat faaliyetleri, 20 senesini de iş faaliyetlerine ayırdığımızda, geriye kalan sadece 15 senedir. O da hastalık veya başka sıkıntılar olmadığını düşünürsek… Geriye şuurlu geçen sadece 15 sene! Kaldı ki; kaza veya başka türlü sebeplerden dolayı, çok genç yaşlarda ömrünü tamamlayanları da görmemek körlükten ileri, iz’ansızlıktır. Başka şekilde hesaplayacak olur­- sak, zamanımızda ilkokul, orta öğretim ve üniversite eğitimi, en az 16 senemizi alıp götürmekte. Halbuki iyi bir iş için bu kadarı bile kâfi gelmeyebiliyor. İlave olarak başka eğitimler, yüksek masraflarla yurtdışına gitme ihtiyacı, yoğun bir şekilde sınav hazırlıkları, insanları ayrıyeten meşgul ediyor. Neti­cesinde, çoğu zaman zorluklarla dolu ve yıllar süren bir iş hayatı! Bu kadar gayret, daha iyi yeme-içme veya değişik yerlere turistik ziyaretlerde bulunma için mi, yoksa kısacık ve yine de kati olmayan bir emeklilik hayatı için midir? Ya da bu insan kendisini iki-üç çocuğunun yetişmesine adamış olsa ve bu çocuklar, güzel birer dünyevi mevki elde etmiş olsa, vazifesini yapmış olur mu? Onlar da büyük ihtimalle kendisini yetiştirmiş olan ebeveynine benzer hayat yaşayacakları ve benzer şeyleri elde edecekleri için netice değişmeyecektir. Halbuki insan kadar kıymetli bir varlığın hayatının gayesi, bu kadar basit neticelerle mahdut olmamalı. Peki, bütün bunları menfiden müspete çevirmenin yolu yok mudur? Çünkü bir Müslüman da dünyasına çalışmak mecburiyetindedir ne de olsa. Fakat bütün işlerinde olduğu gibi, sosyal ve iktisadi hayatını da kendisinden istenenler doğ­rultusunda geçirmek durumundadır. Canının/nefsinin/ar­zu­larının her istediğini yapamaz yani. Kazancını helal yollardan elde etmek ve yine helal şeylere sarf etmek yükümlülüğü vardır mesela. Akraba ve çevresindeki muhtaç insanlara maddi veya manevi destek vermek, milleti için bazı fedakârlıklarda bulunmak gibi kendisini bencillikten kurtara­cak, her kesimden insanlarla haşır neşir edecek faaliyetlerde bu­lunması istenir. Bunların kar­şılığı olarak da ebedi saadet ha­yatı vadedilmiştir. Yani, bu kı­sacık dünya hayatı, ahiret hayatı sebebiyle mana kazanmaktadır. Fakat yine de bu dünyada sürekli çalışmak veya sürekli olarak ibadet etmek mecburiyetinde bırakılmamıştır. Diğer taraftan helal dairesi yeterince geniş tutulmuştur. “Helal dairesi key­fe kafidir; harama girmeye hiç lüzum yok.” Dünyada yaşaya­cak ama dünyadaki işleri Allah ve ahiret namına yapacaktır. 2. Siz Dünyaya Ne İçin Gönderildiniz? Her ferdin kendisine sorması gereken bir soru da belki şu ol­malıdır: “Acaba, şahsımın hususi bir vazifesi var mı?” Elbette her bir fert, diğer insanlara farklı şekillerde hizmet edebilecek kabiliyete sahiptir, denebilir. Her bir insanın parmak izi, gözündeki iris ve daha belki birçok özelliği, diğer bütün insanlardan farklı olduğu ilmen isbat edilmiştir. O halde, kabiliyet olarak da farkları pekâlâ olabilir. Meşhur bir işletmeci olan bir restoran sahibi, mesleğini ve mesleği için yaptıklarını, ne kadar insan yetiştirdiğini, işini en iyi bir şekilde hakkını vererek yaptığını, her yaptığından para beklemediğini, insanları memnun etmekten çok zevk aldığını anlatıyor ve sonunda şunu ilave ediyor: “Anladım ki ben, bu iş için gönderilmişim!” Evet, İlk bakışta yadırganacak bir ifade gibi gözükmekle be­ra­ber, bence de herkesin iyi yaptığı, aşk derecesinde bağ­la­­­na­bileceği, kendisine kime kul olduğunu unutturmayacak, in­­­san­lara, belki de diğer hayat sa­­­hip­lerine fayda sağlayacak bir meslek, bir uğraş muhakkak vardır. İşte, o kabiliyeti ortaya çıkarıp, sadece oradan gelecek kazancın değil de, o iş veya hizmet için çabalamanın vereceği lezzete ulaşmak, halis niyetli in­sanlar için dolaylı bir ibadet gibi gözüküyor. Zekâ özürlü olmayan her insan, kendisini bir alanda çok iyi olacak şekilde geliştirebilir. Yeter ki, sebat etsin. Ne demişler? “Kabiliyetler, zorlayarak inkişaf eder.” Peki, siz ne için gönderilmiştiniz? 1- Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, I/412

İsmail ERDOĞAN 01 Şubat
Konu resmiEy insan!
İnsan

Sen, nebati cismâniyetin cihetiyle ve hayvani nefsin itibariyle sağîr bir cüz’, hakir bir cüz’i, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudat-ı seyyâlenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat muhabbet-i İlâhiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyet’in terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde abdiyetin içinde bir sultansın. Ve cüz’iyâtın içinde bir küllîsin. Küçüklüğün içinde bir âlemsin. Ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin, “Benim Rabb-i Rahîmim, dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi o haneme bir lâmba ve baharı bir deste gül ve yazı bir sofra-i nimet ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı. Ve nebâtâtı, o hanemin ziynetli levazımatı yapmıştır.” Netice-i kelâm, sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin. Eğer hak ve Kur’an’ı dinlersen, a‘lâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun! (Sözler, 120)

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiDünyadaki İmtihanın Hikmetleri
İtikad

Bu dünya imtihan ve tecrübe, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt etme yeridir. Bunun için birçok belalar, musibetler ve sıkıntılar olacaktır. İnsanların cevheri bu imtihanla ortaya çıkacaktır. Elmas ruhlular ile kömür ruhlular belli olacaktır. Her ne kadar insanlar arasında zulüm ve haksızlıklar hüküm sürse de Allah’ın adaleti tamdır. O İlahî adalet ise ahirette tamamıyla kendini gösterecektir. Zira bu dünya dâr-ı hizmettir; lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir. Şu fâni dünya bir imtihan meydanıdır. “Ticaret ve memuriyet için mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yi­ne onları gönderen Hâlik-ı Zül­ce­lâllerine dönecekler ve Mev­lâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar. Yani bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bâkîde huzur-u kibriyâya müşerref olacaklar.”1 Ebedi ahiret hayatının tarlası hükmündeki bu dünyada, muhatabı olduğumuz imtihanın birçok hikmetleri vardır. Şimdi bu hikmetlerden bir kısmına göz atacağız: Birincisi: İmtihan, kâmil insan yetiştirmek içindir. İmtihan ol­masaydı, insanlar şu anda bu­lun­dukları durumda olmayacak; belki ağaç olmamış birer çe­kir­dek hükmünde kalacaktı. Hâlbuki bin on çekirdeği bulunan bir kişi, o çekirdekleri toprağa ekmediği takdirde herhangi bir ürün elde edemez. O çekirdekler kimyevî bir muameleye tabi tutularak toprağa ekildiği zaman, velev ki bin tanesi çürüse, yalnız on tanesi ağaç olsa, yine on ağaç olmuş çekirdeğin sahibine kazandırdığı kar ve kazanç, elbette o çürüyen bin tanenin getirdiği zararı hiçe indirir. Şüphesiz ziraattan anlayan hiç kimse, “bu çekirdekleri ekersem bin tanesi çürür” diyerek bu muameleyi terk etmez. Aynen öyle de insanlar ruhlar âlemindeyken içinde binler ka­­­­bi­­li­yet­ler bulunduran birer çe­­­kir­dek hükmündedir. Ne za­­man ki bir muameleye/imti­ha­na tabi tutulur, o zaman kabi­li­yetleri açığa çıkar. Ancak dün­yada zıtlar bir aradadır. Bunun­la birlikte insana iyi ve kötü bil­­di­ril­miş, nasıl hareket etmesi ge­rektiğine dair peygamberler ve kitaplar gelmiştir. İnsanın iyi ve doğru olanı tercih etmesi istenmiştir. Burada insanın kendisine bakan bir cihet varsa, onu gönderene bakan çok cihetler olduğu muhakkaktır. Bütün bunlara rağmen çürüyen olursa da aklını, kalbini, doğru ve iyi olanları yanlışta kullanmaktan bahisle kendi sorumluluğu olacaktır. İyiliklerin varlığı ve açığa çıkması için böyle bir imtihan gereklidir. Kötü tercihlerin iyi olacakları ortadan kaldırması beklenemez. İkincisi: İmtihan, saklı cevherleri açığa çıkarmak içindir. Bir öğretmen düşünelim, bütün ta­le­belerinin sınıfını geçmesini is­ti­yor. Fakat kim çalışmış, kim tembellik etmiş belli değil; belirlemek için imtihan eder. İmtihan etmese idi, herkes aynı seviyede gözükürdü. Bu da ça­­­­lı­­­­şan­lar için bir adaletsizlik olur­du. İşte Allah da insanların cev­herleri ortaya çıksın, kimin cev­heri kömür, kimin cevheri elmas bilinsin, insanın kendisi de herkes de görsün diye imtihan ediyor. Hem kabiliyetlerin ortaya çıkması ve gelişmesi için hem de verdiği bu kadar nimetlere karşı kim şükredecek, kim nankörlük edecek bunu göstermek için imtihan ediyor. Üçüncüsü: İmtihan, terakki için­dir. Hayat sıkıntılarla, musibetlerle, mücadelelerle terakki eder, safileşir, kuvvet bulur, netice verir, mükemmelleşir. Tek­­düze, monoton bir hayat be­­re­­ket­sizdir, verimsizdir, yoklu­ğa mahkûm olur. Demek şu imtihanın bir gereği olan mu­sibet ve hastalıklar, insanın istidat ve kabiliyetlerini kamçılayan bir idmandır, bir egzersiz ve bir şırınga hükmündedir. Adeta ge­le­cekteki daha büyük sıkıntılı süreçler için yapılan bir hazır­lıktır. Çünkü Rabbimiz bu imtihan dünyasında herkese çı­ka­bileceği bir kemal noktası ta­yin etmiştir. İnsanlar bazen o noktaya ulaşmakta zorluk çekerler. Onlara bir merdiven gerekmektedir. İşte bu merdivenler, karşılaştığımız zorluklardır, sıkıntılardır. Dördüncüsü: İmtihanın gayesi hayırdır. İnsan omuzundaki yüklere ve karşılaştığı sıkıntıların görünüşüne bakıp sabırsızlık göstererek “ah, vah” dememe­li; şer gibi gözüken hadiselerin manasına, hikmetlerine bakıp “Elhamdülillah” demelidir. Eğer manası kötü olsaydı, Allah en sevdiği kullarına bu sıkıntıları vermezdi. Zira musibetlere ve zor­luklara en fazla maruz ka­lan­lar, insanların en iyileri ve en kâmilleridir. Başta sabır kah­ra­manı Hz. Eyüp (as) olmak üzere bütün peygamberler sonra evliyalar ve salih insanlar has­talıklara, çektikleri sıkıntılara birer halis ibadet gözüyle bakmışlar ve Allah’ın birer hediyesi olarak değerlendirmişlerdir. Çünkü anlamışlar ki bu dünya ücret yeri değil, hizmet yeridir. Musibet ve hastalıklar günahların affına vesile olduğu gibi, çokça sevap kazanmaya da vesiledir. Hem her vakit Allah’ı hatırlamaya, aczimizi ve zaafımızı anlamaya hizmet etmektedir. Demek hastalıklar, bela ve musibetler, ömür sermayesini büyük kârlarla çoğaltıp kazançlı hale getiriyorlar.2 Sonuç olarak; bu dünya imtihan ve tecrübe, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt etme yeridir. Bunun için birçok belalar, musibetler ve sıkıntılar olacaktır. İnsanların cevheri bu imtihanla ortaya çıkacaktır. Elmas ruhlular ile kömür ruhlular belli olacaktır. Her ne kadar insanlar arasında zulüm ve haksızlıklar hüküm sürse de Allah’ın adaleti tamdır. O İlahî adalet ise ahirette tamamıyla kendini gösterecektir. Zira bu dünya dâr-ı hizmettir; lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir. 1- Asâ-yı Musa, s. 206.2- Lem’alar, s. 211.

Ali CİRİT 01 Şubat
Konu resmiDünyanın Hakiki “Değer”i Deyince?
İtikad

Sakın Feyzî, sen gözünü Hak yüzünden ayırma,Hakkı gören gerçeklere, hakkı kadar atâ var. Bir Rüya… Dünyamızla alakalı. Sevgili dos­tum anlatırken öyle gerçekçi bir üslup kullanıyor ki sanki gö­ren siz oluyorsunuz. Neyse… Derli toplu bir küre olan şu dün­­­yamız, şeklini ve istifini boz­­­ma­­dan bir ata dönüşse, el­bet­­­te karikatür görünümlü bir man­­za­ra ortaya çıkar. Dünya isimli at kaçıyor siz ko­valıyorsunuz, tam kuyruğun­dan yakalıyorsunuz tekrar kaçıp koş­turuyor. Eliniz boşta kalıyor. Sa­dece avucunuzda birkaç kıl… Defalarca böyle… Esnasında veya sonrasında şu­nu idrak ediyorsunuz ki: Ne ka­dar kovalasam nafile! Elimde kalan birkaç kıymetsiz kıl… Gün Işığı… Hanelerimizden sızmaya başlıyor. Kalb haneme sızan rüyanın hakikati, hırsa meyyal karanlık noktaları tenvir ediyor; inşirah istercesine... Pencereye vuran rah­met şıpırtıları bir tedaiyle asr-ı saadetteki rahmet cemrele­ri­ni hatıra düşürüyor. Hani âlemlere rahmet olan Efen­­dimiz Aleyhissalatü Vesselam, Kur’ân’dan aldığı dersle bir mi­­sal getirmişti ya! Dünyanın halini Rabbimizin gök­ten indirdiği suya benzetmişti. Yeryüzünün bitkileri onun­la birbirine karışan, fakat so­nunda rüzgarların kendisini sa­vu­racağı bir çöp haline gelen. “Fena” mührü… Denize daldırılan parmak, ne kadar su alır ki. Gaflet! (حُبُّ الدُّنْیَا رَاْسُ كُلِّ خَطٖیئَةٍ) “Dünya sevgisi bütün hataların başıdır.”1 Bulutlar… Rahmetin indirildiği gri süngerler. Semada taburlar halinde hareket ettiriliyor. Bir o yana bir bu yana sevk ediliyorlar. Elbette ki tesadüfi değil. Arza ve semaya hükmeden Hâkim-i Zülcelal, halk eden Hâlık geliyor hatırıma. Az sonra veya yarın veya sonrası; yapboz tahtası olan semadaki yerlerini bulutlar, gülümseyen güneşe bırakıyor olacak. Ahiret geliyor, Bâkî olan geliyor, beka arzulayan kalbime. Sevk edildikleri, yardımına koş­tu­ruldukları nice susuzlar, Mün’ im-i Hakikiyi düşürüyor fikrime. Suladığı bitkilerdeki renkleri farklı, tatları farklı, kokuları farklı yemişleri tasavvur ediyorum. Sanî’ geliyor, Musavvir geliyor, Rahman geliyor, Rahim geliyor, Rezzak geliyor, küçük dünyama. Nefret şöyle dursun, Rabbimizi esmasıyla tanıtmış olmaklığıyla mekte(u)b oluyor, aşka layık oluyor deni-dünya. Şimşek… Olanca gür sedasıyla rahmete eşlik eden, gök tavanında atılan sesli imzalar. Ötelerden Üstadım misafir oluyor gönül haneme... Kuru çubukta şerbet olmaya yü­rüyen rahmet katresi misali, his­lerime ab-ı hayat oluyor... Lebbeyk! Seyyid-i Kâinat Aleyhissalatü Vesselam’dan aldığı dersle dünyanın hakikatini fısıldıyor gönül kulağıma: (اَلدُّنْیَا مَزْرَعَةُ الْاٰخِرَةِ) “Dünya ahiretin tarlasıdır.”2 1- Beyhakî, Şuabu’l-İman 7/338, No: 105012- Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, I/412

İbrahim SARITAŞ 01 Şubat
Konu resmiDünya Hayatını Mutlu Geçirmenin ve Ahireti Kazanmanın Yolu
Risale-i Nur

İçinde bulunduğumuz dünyada Allah ve ahiret merkezli bir hayat yaşamak isteğinin karşısına kocaman ve cazibedar bir dünya hayatı çıkmaktadır. Dünya ve ahiret dengesini kurarak ve olması gereken, yaratılış gayemize uygun hayat yaşayabilmek için nasıl bir yol takip etmeliyiz manasında gelen suallere cevap çerçevesinde bir değerlendirme yaptık. İstifadeye medar olması niyazıyla paylaşıyoruz. Bu dengeyi kurmak ve selametle hayat sürmek için; Ölümü çokça düşünmek lazım. Zira; Resûlullah (sav) bir hadiste mealen; “Lezzet ve zevkleri kesen (ona son veren)i çokça zikrediniz, yani ölümü (çokça hatırlayınız).”1 buyurmuştur. Nefsin bir aldatmacası olan uzun yani dünya hayatı hiç bit­meyecekmiş gibi yaşama arzusunun yanlışlığını anlamak gerekir. Zira ayet-i kerimelerde mealen; “Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra ancak bize döndürüleceksiniz.”2 “(Habibim, ya Muhammed!) Şüphesiz sen de ölecek olan bir kimsesin, onlar da ölecek olan kimselerdir!” buyurulmaktadır.”3 Rabbimizin beyanıyla ve ikazıyla, dünya hayatının geçici olduğunu, asıl hayatın ahiret hayatı olduğunu anlamak gerekir. Ayette, “Halbuki bu dünya hayatı, bir eğlence ve bir oyundan başka bir şey değildir. Şüphesiz ahiret yurdu ise, elbette asıl hayat odur. Keşke bilselerdi!”4 buyrulmaktadır. Konuyla ilgili tefsirî bir değerlendirme de şöyledir: “İnsan bir yolcudur. Sabavetten (çocukluktan) gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre (dirilmeye), haşirden ebede kadar insanın yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Malikü’l-Mülk (mülkün tek sahibi olan Allah) tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden (cahilliğinden) dolayı tamamen bu ha­yat-ı faniyeye sarf ediyor. Halbuki, o levazımat­tan laakal (en az) onda birini dünyevi hayata, dokuzunu hayat-ı bakiyeye (ebedi ahiret hayatına) sarf etmek gerektir. Aca­ba bir­kaç memleketi gezmek için hü­kû­metten yirmi dört lira har­cı­rah alan bir memur, ilk dahil olduğu memlekette yirmi üç li­ra­sını sarf ederse, öteki yerlerde ne yapacaktır? Hükûmete ne cevap verecektir? Böyle yapan bir kimse kendisine akıllı diyebilir mi?”    5 Bakış Açısı Dünyaya nasıl baktığımız ve ne anladığımız önemlidir. Dünya­ya Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının bir tecelli yeri olarak bakıldığında insanın imanını artırır. Bu nazarla dünyaya bakmak ve manasını okumak güzeldir. Bu nazar insanı dünyaya bağlamaz, bilakis Cenab-ı Hakk’ı tanımaya ve sanatını tefekkür etmeye vesile olur. Dünyaya ahiretin tarlası olarak bakmak, cennetin kazanılmasına bir vesile olmakla beraber, Allah’ın rahmetinin bir çiçeği olarak görmek ve bundan dolayı daha çok sevap kazanmak için uzun yaşamayı arzu etmek güzeldir. Dünyaya bu şekilde bakmanın bir zararı yoktur. Dünyaya bu bakış açısıyla bakıp, ahiret için çokça çalışıp sevap kazanmak noktasında ömrünün uzun olmasını arzu etmek, dünyaya bağlılığı değil, Allah’a yaklaşmayı netice verir. Bunda da bir sıkıntı yoktur. Ancak, dünyada ebedi kalacak­mış gibi gaflet edip günahlara girmek, zulümler yapmak, Allah’ın emir ve yasaklarını unu­­tup nefsin ve dünyevi he­ves­­le­ri­nin peşine düşmek kötüdür. Dünyanın sadece dünyaya bakan bu yönüne dikkat etmek ve ondan mümkün mertebe kaçınmak lazımdır. Dünyanın bu yüzü çirkindir. Çünkü fanidir. Yok olmaya mahkumdur. İnsana acıdan başka bir şey vermez. Bu şekilde dünyaya bağlanmak hataların en büyüğüdür.6 Zira gaflete sebep olup gerçek vazifenin unutulmasını netice ve­rir. İnsanın en değerli sermayesi olan ve cenneti kazanmaya, Allah’ın cemalini görmeye vesile olacak olan ömrünü boşu boşuna harcamasına sebep olur. Bir ayette mealen şöyle de­nil­mektedir: “Ey insanlar! Mu­hak­­­kak ki Allah’ın va’di haktır. Öyle ise dünya hayatı sakın sizi aldatmasın! Ve sakın o çok aldatıcı (şeytan), sizi (isyana sürüklerken) Allah(ın affına güvendirmek) ile kandırmasın!”7 Asıl Vazife İnsan bu dünyaya ibadet etmek ve Allah’ı tanımak için gönderilmiştir. Zira bir ayette mealen: “(Ben) cinleri ve insan­­ları, ancak bana ibadet etsinler di­ye yarattım!”8 buyurulmaktadır. “Bu ayet-i uzmanın (büyük ayetin) sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Halık-ı Kâinatı (kainatın yaratıcısını) tanımak ve O’na iman edip, ibadet etmektir. Ve insanın vazife-i fıtratı (yaratılış vazifesi) ve fariza-i zimmeti (boynunun borcu), ma’rifetullah ve iman-ı billahtır (Allah’ı tanımak ve iman etmektir) ve izan (iyice anlamak) ve yakin (şüphesiz bilmek) ile vücudunu ve vahdetini (birliğini) tasdik etmektir. Evet, fıtraten daimî bir hayat ve ebedi yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri (arzu ve istekleri) ve nihayetsiz elemleri (acıları) bulunan biçare (çaresiz) insana; elbette o hayat-ı ebediyenin üssü’l-esası (temel esası) ve anahtarı olan iman-ı billah (Allah’a iman) ve marifetullah (Allah’ı tanımak, Allah’ı bilmek) ve vesilelerinden (insanı Allah’a ve iman hakikatlerine ulaştıran şeyler) başka olan şeyler ve kemalatlar, o insana nispeten aşağıdır. Belki çoğunun kıymetleri yoktur.”    9 Öncelikle insanın bu hakikati anlayıp bu dünyaya ne için gel­diğini bilmesi lazımdır. Ki dün­yaya ahiret hayatını kazanmak için, bir memur veya bir manada tüccar olarak gönderi­len insan, vazifesini tamamlayıp, hizmetini bitirip, ticaretini yaptıktan sonra buradan ayrılacaktır. Bunu idrak eden insan dünyaya çok bağlanmaz. Zira Peygamber Efendimiz bir hadiste mealen; “Ben, dünya (nimetleri)yle beraber değilim. Benim dünya ile beraberliğim ancak bir ağacın altında biraz gölgelenip (dinlenip), sonra giden ve ağacı bırakan (yolcu) bir binici(nin ağaçla beraberliği) gibidir, buyurdu.”10 buyurmaktadır. Neyi Nereye Yönlendirmeli? Allah Teala Hazretleri insanları hem ahiretlerini kazanmaları hem de dünya hayatlarını idare etmelerine yetecek duygu ve kabiliyetlerle donatılmış olarak yaratmıştır. İnsan ruhundaki bu duyguların bir kısmı şiddetli, bir kısmı nispeten daha zayıf hislerdir. Bunların nasıl kullanılması gerektiğini Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder: “Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askeri telakki etsin. Ve öyle de izan etsin. Ve ona göre hareket etsin. Ve o telakki ile en büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına, daimî bir elmasın fiyatını vermez. İstikamet ve lezzetle hayatını geçirir. Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Baki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hakeza şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı şiddetli bir surette fani umur-u dünyeviyeye tevcih etmek, fani ve kırılacak şişelere baki elmas fiyatlarını vermek demektir. Şu münasebetle bir nokta hatı­ra gelmiş, söyleyeceğim. Şöyle ki: Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fani mahbuplara müteveccih ol­duğu vakit, ya o aşk kendi sahi­bini daimî bir azap ve elemde bı­­ra­kır. Veyahut o mecazi mahbup, o şiddetli muhabbetin fiya­tı­­na değmediği için, baki bir mah­­bubu arattırır. Aşk-ı mecazi aşk-ı hakikiye inkılap eder. İşte, insanda binlerle hissiyat var. Her birisinin aşk gibi iki mertebesi var. Biri mecazi, biri hakiki. Mesela, endişe-i istikbal hissi herkeste var. Şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde sened yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakiki ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder. Hem mala ve caha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fani mal ve afetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan cah, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan hakiki cah olan meratib-i ma’neviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zad-ı ahirete ve hakiki mal olan a’mal-i salihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazi ise, âli bir haslet olan hırs-ı hakikiye inkılab eder. Hem mesela, şiddetli bir inad ile ehemmiyetsiz, zail, fani umûr­lara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen bir şeye, bir sene inad ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şeye inad namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate mü­nafidir. O şiddetli inadı o lü­­zûmsuz umûr-u zaileye verme­yip, âli ve baki olan hakaik-i ima­ni­yeye ve esasat-ı İslamiyeye ve hıdemat-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazi, güzel ve âli bir haslet olan hakiki inada, yani hakta şiddetli sebata inkılab eder. İşte şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla isti’mal etse (kullansa) ve dünyada ebedi kalacak gibi gafilane davransa, ahlak-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna (işlerine) ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarf etse; ahlak-ı hamideye (güzel ahlaka) menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dareyne (iki dünya saadetine) medar olur. İşte tahmin ederim ki, nasihle­rin nasihatleri şu zamanda te­­sirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki, ahlaksız insanlara derler: “Hased etme, hırs gösterme, ada­vet etme, inad etme, dünyayı sevme, yani fıtratını değiştir” gibi, zahiren onlarca malayutak (kaldırılamayacak) bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviri­niz, mecralarını değiştiriniz!” Hem nasihat tesir eder. Hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.”11 Dünya ve Ahiret Dengesi Bu cihetle dünya ve ahiret dengesini korumak, Rabbimizin emrettiği şekilde bir hayat sürmek için, iman hakikatlerini anlamak ve yaşamak gerekir. Bu noktada, asrımızdan güzel bir tefsir olan Risale-i Nur’dan istifade edilebilir. Başta Peygamber Efendimiz (sav) olmak üzere diğer peygam­ber­lerin ve evliyaların hayatını oku­­mak ve örnek almak çok fay­­dalı olur. Bunun için de M. Asım Köksal’ın Peygamberler Tarihi ve Büyük İslam Tarihi, Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa eserleri okunabilir. Bu alanda yazılmış başka eserlerden de istifade edilebilir. İbadeti hayatımızın merkezine almak, farz olan ibadetleri aksatmadan ve şartlarına riayet ederek eda etmek, bununla beraber başta Kur’an olmak üzere günlük belirli evrad ve zikirlerle ibadet hayatımızı zenginleştirmek, farz olan ibadetlerin yanında, Cevşen gibi makbul ve mücerrep duaları düzenli okumak, bu makbul dualarla Cenab-ı Hakk’a yakarışta bulunmak dünya ve ahiret hayatımız için çok faydalı olur. Dünyanın geçici olduğunu, dünya zevklerinin kısa sürede acıya dönüşeceğini ve insanın boynuna günahlarını yükleyeceğini, ebedi hayatta bunun çok zararlarının olacağını bilmek önemlidir. Bu da iman hakikatlerini iyice bilmek ve ibadetlerle takviye etmekle mümkündür. Zira Peygamber Efendimiz bir hadiste mealen; “Dünya, melun (yani Allah katında kabule şayan olmaktan, onun iltifatından uzak)tır. Dünyadaki şeyler de melundur. Ancak Allah’ı anmak, Allah’ın sevdiği (veya Allah’ı anmaya yakın, uygun) şeyler, alim ve ilim öğrenen(in dini ilimlerle meşguliyetleri) bu hükmün dışındadır.”12 buyur­muştur. Sonuç Olarak Dünya hayatını mutlu geçirmenin ve ahireti kazanmanın yolu, şu dünyada her bir insan kendisini misafir bir memur kabul etmelidir. Kendini vazifeli bir asker gibi görmeli. Dünyanın ahiret için bir eğitim yeri olduğunu düşünmelidir. Hayatını, dünyanın ve içindekilerin ve dahi kendisinin sahibi olan Allah’ın emirlerine göre yaşamalı, ev sahibinin işine karışmamalıdır. Meşru sınırlar içinde olan zevkler ise, insanın mutlu bir hayat sürebilmesi için kafidir. Evet, “Helal dairesi geniştir. Keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Feraiz-i İlahiye ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse istiğfar etmeli. Ya Rab! Kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin! demeli ve ona yalvarmalı.”   13 1- İbn Mace, “Zühd”, 21. (4258)2- Ankebût, 29/573- Zümer, 39/304- Ankebût, 29/645- Mesnevi-i Nûriye, 2136- “Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır.” (Beyhaki, Şuabu’l-İman 7/338, No: 10501)7- Fatır, 35/58- Zariyat, 51/569- Şua’lar-1, 9510- İbn Mace, “Zühd”, 3. (4109)11- Mektubat-1, 24-2512- İbn Mace, “Zühd”, 3. (4112)13- Sözler, 14

risaleonline. com 01 Şubat
Konu resmiRisale-i Nur’da Cevşen Bahsi
Risale-i Nur

“Allah Resulü, Uhud savaşı gü­nü savaş meydanına doğru yürürken, gözlerini semaya dikti. Mevla’sından meded diledi. O esnada göklerin kapıları açıldı ve Cebrail (as) nurlarla kuşanmış bir vaziyette yanına geldi. Efendimiz (sav)’e: Allah sana selam söylüyor ve buyuruyor ki; bu zırhı çıkar da bu duayı oku. Bunu okuduğun ve yanında taşıdığın zaman bilesin ki bu dua zırhtan daha tesirli ve faydalıdır, dedi. Allah Resulü: ‘Kardeşim Cibril! Bu sadece bana mı yoksa hem bana hem de ümmetime midir?’ diye sordu. Cibril (as) dedi ki: Ya Resulallah! Bu dua, Yüce Allah’tan sana ve ümmetine bir hediyedir.” Cevşen, Cebrail (as) tarafından indirilmiş, içinde Allah’ın bin bir ismi ile yapılan bir dua ve münacattır. Cevşen’in başında da yer alan ve Hz. Ali ve evladları kanalıyla ulaşan rivayet şöyledir: “Allah Resulü, Uhud savaşı gü­nü savaş meydanına doğru yürürken, gözlerini semaya dikti. Mevla’sından meded diledi. O esnada göklerin kapıları açıldı ve Cebrail (as) nurlarla kuşanmış bir vaziyette yanına geldi. Efendimiz (sav)’e: Allah sana selam söylüyor ve buyuruyor ki; bu zırhı çıkar da bu duayı oku. Bunu okuduğun ve yanında taşıdığın zaman bilesin ki bu dua zırhtan daha tesirli ve faydalıdır, dedi. Allah Resulü: ‘Kardeşim Cibril! Bu sadece bana mı yoksa hem bana hem de ümmetime midir?’ diye sordu. Cibril (as) dedi ki: Ya Resulallah! Bu dua, Yüce Allah’tan sana ve ümmetine bir hediyedir.” Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde Cevşenü’l-Kebir’den bah­set­­miş, faziletlerini anlatmış ve okun­ma­sını tavsiye etmiştir. Ri­­sa­le-i Nur’da Cevşen’le ilgili bah­­si geçen mühim yerler şunlar­dır: Cevşen’deki Esma-i İlahiye Kur’an’dan Çıkmıştır “Kur’anın hakikî ve tam bir nevi münacatı ve Kur’an’dan çıkan bir çeşit hülâsası olan Cevşenü’l-Kebir…” (Şualar, 11. Şua) Cevşen, Peygamberimizin En Yüksek Dua ve Münacatıdır “Hem (Resul-ü Ekrem asm’ın) binler dua ve münacatlarından Cevşen-ül Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur.”(Şualar, 7. Şua) Cevşen, Vahiyle Cebrail (as) Tarafından Getirilmiştir. İçin­de Allah’ın Bin Bir İsmi Vardır “Binbir esma-i İlahiyeye sarihan ve işareten bakan ve bir cihette Kur’an’dan çıkan bir harika münacat olan ve marifetullahta terakki eden bütün ariflerin münacatlarının fevkinde bu­lu­­nan ve bir gazvede, ‘Zırhı çı­kar, onun yerine bu Cevşen’i oku’ diye Cebrail vahiy getiren ‘Cev­şenü’l-Kebir’ münaca­tı içinde­ki hakikatler ve tam ta­­mına Rabbine karşı tavsifler, Mu­­ham­med’ in (sav) risaletine ve hakka­ni­ye­ti­ne şehadet ettiği gibi…” (Şualar, 15. Şua) Cevşen, Al-i Beytin Feyiz Kay­nağı ve Ümmete Mirasıdır “Âl-i Beytin manevî ve gayet mühim bir mirası ve bir maden-i feyzi olan Cevşenü’l-Kebir’i…” (Sikke-i Tasdik, 28. Lema) Cevşen’in Bin Çeşit Faydası Vardır “Yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nak­şi­bendî’yi veya bin hasiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir…” (Lemalar, 17. Lema) Cevşen’in En Yüksek Faziletleri Peygamberimize ve Nadir Şahıslara Mahsustur “Bir bîçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur dua-i Nebevî olan Cev­şenü’l-Kebir hakkında ve akıl haricindeki sevab ve faziletine dair bir hadisi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş: ‘Râvi, Ehl-i Beyt’in imamlarındandır. Hâlbuki hadsiz bir mübalağa görünüyor. Meselâ içinde der: Bu duaya Kur’an kadar sevab verilir. Hem göklerdeki büyük melaikeler, o dua sahibini gördükçe, kürsülerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler. Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez.’ diye, Risale-i Nur’dan imdad istedi. Ben de Kur’an’dan ve Cevşen’den ve Nurlardan gayet kat’î ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmalini beyan ediyorum. Şöyle ki, ona dedim: ‘Her gün bütün ümmet kadar hasenat ona işlenen ve bütün ümmetin saadetlerine yardım eden ve ism-i a’zamın mazharı ve kâinatın çekirdek-i aslîsi, hem en mükemmel ve câmi’ meyvesi olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o dua­nın kendi hakkında o azîm mer­­­te­besini görmüş, ona haber ve­ren Cebrail Aleyhisselâm’ dan işit­miş, başkalarını kendine kı­yas etmiş veya edilmiş. De­mek o pek fevkalâde ve acib se­vab, Zât-ı Ahmediye’nin (sav) ve­layet-i kübrasından ona gelmiş. Küllî, umumî değil. Belki o duanın mahiyetinde böyle ha­rika bir kıymet var ve ism-i a’zam mazharı olan zatın te­bai­yetiyle başkalara dahi o sevap mümkündür; fakat gayet ehem­­­miyetli şartları var, yalnız oku­mak kâfi gelmez.” (Emirdağ Lâhikası-1) Üstad Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un Cevşen’le Münasebetleri Risale-i Nur bir yönden Cev­şen’den doğmuştur. “Kur’andan tereşşuh eden ve bir cihette Cevşen’den feyiz alan ve tevellüd eden Resaili’n-Nuriye…” (Şualar, 15. Şua) Üstad Bediüzzaman 1922’den (yeni Said döneminden) itibaren Cevşen’i her gün oku­muştur. Üstad Bediüzzaman Cevşen’i kendine üstad edinmiştir. Talebelerine okumalarını tav­siye etmiştir. “On üç seneden beri (1933’de söy­lüyor) ism-i Âzamla beraber bin­bir Esma-i İlahiye içinde bu­lu­nan Cevşenü’l-Kebir ile ve o Esma ile ulûm-ı Kur’âniyenin ha­­zi­nesini açan yüz yirmi risaleyi o Es­ma’nın feyziyle Kur’ân’a tefsir yapan ve yirmi dört saatte yüz yet­miş defa Sekine ve ism-i Âzam de­nilen Esma-i Sitte-i Meşhure­yi bin üç yüz mükerrer âyatla okuyan ve Âl-i Beytin manevî ve gâyet mühim bir mirası ve bir maden-i feyzi olan Cevşenü’l-Kebir’i kendine üstad eden ve bidâyette her günde bir defa bazan iki üç defa tamamını okuyan ve talebelerine tavsiye eden âdam, Risale-i Nur müellifidir.” (Sikke-i Tasdik, 28. Lema) Cevşen’in ezberlenmesini mem­nuniyetle desteklemiştir. “Nur iskelesinin nâzır-ı bî-nazi­ri Sabri-i Basiret-basîr’in hususî mektubunda yazdığı mübarek bir hemşiremin Cevşenü’l-Kebir’i ez­ber etmesi; eskiden beri o hemşi­re, Risale-i Nur talebeleri içinde bulunduğuna istihkakını gösteriyor.” (Kastamonu Lâhikası) 6- Üstad Cevşen okumakla zehirlerden kurtulmuştur. “Münafık düşmanlarımın maddî ve manevî zehirlerine karşı gerçi Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibend beni ölüm tehlikesinden, belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar.” (Emirdağ Lâhikası-1) Üstad Cevşen’i, İmam Gazali ve Zeyneleâbidin’den ders almıştır. Cevşenü’l Kebir vasıtası ile Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’le manevi irtibatı olmuştur. “İmam-ı Gazalî, Zeynelâbidîn (ra) -hususan Cevşenü’l-Kebir mü­­­­­­­­na­­­­catını bu iki imamdan ders al­­­­­­mışım- ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali’den (Kerremallahü Vechehu) aldığım ders, otuz se­ne­­den beri, hususan Cevşenü’l-Kebir’le daima onlara manevî irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.” (Emirdağ Lâhikası-1) Cevşen’in basılmasından ve Nurcuları nurlandıracağından büyük sevinç duymuştur. Cevşen, Nur Talebelerinin ehemmiyetli bir virdidir. “Nazif büyük bir hayır yapmak için Nurcuların ehemmiyetli bir virdi olan Cevşenü’l-Kebir’i makine ile teksir etmiş. ...İnşâallah yakında o mübarek Cevşenü’l-Kebir, Nurcuları şavkıyla tenvir edecek.” (Emirdağ Lâhikası-2)

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiHakiki Teselli ve Tesellici
Risale-i Nur

“Hani Meryem oğlu İsa: ‘Ey İsrailoğulları! Muhakkak ki ben, benden önce (gönderilmiş) olan Tevrat’ı tasdik edici ve benden sonra gelecek ismi Ahmed olan bir peygamberi müjdeleyici olmak üzere size Allah’ın (gönderdiği) bir peygamberiyim!’ demişti. Fakat (İsa) onlara mucizelerle gelince: ‘Bu, apaçık bir sihirdir!’ dediler.” (Saff Suresi, 6)  İncil-i Şerif’in bir yerinde İsa Aleyhisselam kastedilerek de­nil­­miş ki; “Ben gideceğim ta dün­­­yanın reisi gelsin!”1 Böy­le­si hoş bir sada ile Resul-ü Ek­rem’in (sav) dünyayı teşrif ede­ce­ğini muştulamış. Reis-i alem ola­cak iki cihan güneşi zat­tan ha­ber vermiş ümmetine. Yine, o semavi kitapta şöyle denmiş: “Ama ben, size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size fâidelidir. Zira ben gitmeyince tesellici size gelmez.”2 Peygamber Efendimizin bütün insanlığa huzur ve saadeti getirecek hakiki tesellinin sahibi olduğunu beyan etmiş. Hakikaten, on dört asırdan bugüne kadar geçen zaman, Hz. Muhammed (sav)’in aleme reis olduğunu ispat etmiştir. Her asırda en az üç yüz milyon insan onun emri altına girmiş ve onu kendilerine rehber kabul etmiştir. Bütün ehl-i kemâl, hakikatin her çeşidinde o zatı kendine tam bir üstat bilmiştir. Dünyayı idare eden sultanlar memnuniyetle o manevi sultana teslim-i can etmiştir. O öyle bir reis ve sultandır ki ümmeti her gün ona selam etmekle bağlılığını yeniler, hürmet ve muhabbetini gösterir. Me­muriyetine teslim, vazifesini teb­rik ve ebedi saadet müjdesine teşekkür sadedinde, günde beş vakit  اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ der. Müminler her vakit O’na salavat getirmekle O’nun dua ve yakarışlarına “Âmin!” derler. “Evet ya Rabbena! İstediğini ver, biz de onun istediğini istiyoruz.” niyazıyla iştirak ederler. “Evet, Fahr-i alem odur ve fâ­ni insanları idam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur.”3 Sonsuz bir hayatın müjdecisi odur. Akılları hayret içinde kendisiyle meşgul eden “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” sorularına ikna edici ve herkesçe kabul gören cevaplar veren müteselli O’dur. Kalplerin sevgilisi, akılların mu­al­­­limi, nefislerin terbiye edi­­cisi ve ruhların sultanı olan şef­­kat peygamberi O’dur. Getir­di­ği manevi erzakla alemin rengi­ni değiştiren O’dur. Yaratılmışların en meşhuru zat O’dur. Dillerin söyleye söyleye, kalemlerin yaza yaza bitiremediği en mükemmel insan O’dur. Şüphesiz, Efendimize (sav) böy­lesi şanlı bir tesellici hüviyeti­ni kazandıran O’nun en büyük mucizesi olan Kur’an-ı Kerim­dir. Ahirzaman ümmetine Fur­kan-ı Hakîm vasıtasıyla en bü­yük ve en etkili teselliyi getir­miş­tir. Zira mucizeler deryası olan Kur’an-ı Azimüşşan’ın en mühim gayesi, en büyük neticesi ve insana getirdiği en güzel hediyesi tesellidir! Bu itibarla, her ayetinden, her cümlesinden, her kelimesinden hatta her harfinden teselli fışkıran Kur’an dertlere deva, sadırlara şifadır. O şifayı aleme dağıtan hazık hekim ise Hz. Muhammed Mustafa’dır (sav). “Evet, bu dehşetli kâinatın fırtınaları, zeval ve tahribatları içinde ve bu boşluk nihayetsiz fezada her şeyle alakadar olan insan için hakiki teselliyi ve istinat ve istimdat noktalarını yalnız Kur’an veriyor.”4 Haya­tın dağdağasından, ağır yüklerinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için derinden derine bir teselli isteyen insana Kur’an kâfi geliyor. Vahşetini ünsiyete çevirip bütün alemi ona dost kılıyor. Aradığı zevki hakiki bir tarzda ona tattırıyor. Resul-ü Ekrem (sav) işte bu teselli membaının nadide mübelliğidir. Bu zamanda Müslümanların kar­­şı karşıya kaldığı en büyük teh­­like fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalplerin bozulma­sı ve imanın zedelenmesidir. Do­la­­yısıyla “en ziyade o teselli­ye muhtaç bu zamandır.”5 Bu as­rın insanını hidayete kavuştura­cak ancak o teselli membaıdır. Hırçınlaşmış ruhları bu zamanda ferahlatacak, aklı inkardan ve tereddütlerden kurtaracak, Kur’an’dır. Kalbi nurlandıracak ve tatmin edecek yegâne çare ondadır. Şahsi ve içtimai hayatın maddi ve manevi buhranlarından çıkış onun gösterdiği istikamettedir. O istikametin en parlak temsilcisi ise Habibul­lahtır (sav). Bu zamanın medeniyet vasıta­ları, aranan gerçek teselli ve saadeti asla veremez. Gaflet ve sapkınlık şırınga eden günümüz medeniyet fantezilerinin vereceği teselli çok sönük ve geçicidir. Sahte bir rahat ve uğursuz bir lezzetten başka bir şey temin edemez. Akla derman, kalbe eman ver(e)mez. Görülüyor ki günahlarla dolu zamanın eğlenceleri, insanları, er ya da geç son bulacak yalancı bir cennete davet eder. Altın taslarla zehirli bal ikram eder. Albenisiyle kendine cezbeder, ateşiyle sersem eder. Kalpleri ve ruhları manevi bir cehennemde azap içinde bırakır. Bu mudur hakiki teselli? Bu çok usandırıcı ve dehşetli asır­­da usandırmayacak ve sü­kû­­­­­­­­­­net verecek ilaçlar, ancak Kur’an eczanesindedir. İsti­ka­met-i fikir ve istikamet-i kalp, Re­­­sul-ü Ekrem’in sünnetindedir. Muhtaç olduğumuz teselli, Mu­­­ham­medî teselliden başkası de­­ğil­­dir. Hakiki tesellici O’dur. Mademki vaziyet böyledir. O halde, Kur’an’ı dinleyip hükmüne muti olmalıyız. Daim ona sarılıp ahkamıyla amel etmeliyiz. Efendimizin sünnetine sımsıkı sarılmalı ve her daim ona salavat getirmeliyiz. Kalbi­mize teselli nurlarını serpsin diye yüce Rabbimize yalvarmalıyız. 1- Lem’alar Mecmuası, 262- Zülfikar Mecmuası, 2963- Zülfikar Mecmuası, 714- Kastamonu Lahikası, 2825- Sikke-i Tasdik-i Gaybi Mecmuası, 195

Celal AKAR 01 Şubat
Konu resmi35 ülkeye 1 milyon Kur’an-ı Kerim
İnsan

İnsani yardım faaliyetleriyle dünya açılan gönüllerimizin elleri olan kuruluşlarımız sadece gıda değil, kalp ve gönülleri besleyecek faaliyetlere de destek veriyor, bu konuda da çalışmalar yapıyorlar. Bunlardan birisi de Hayrat İnsani Yardım Derneği. Hayrat İnsani Yardım Derneği 2016 senesinde bir proje başlattı: Dünya Kur’an Okuyor Projesi. Bu proje kapsamında 6 yılda, 35 ülkede 1 milyon hedefine ulaşıldığını sitelerindeki açıklamalardan öğreniyoruz. Pek çok meselede olduğu gibi, kardeşlerimizin bu konuda da ekonomik sıkıntılardan dolayı temin edemedikleri Kur’an-ı Kerimleri kendilerine ulaştırdığı bilgisi bizi sevindiriyor. Levhlerden Mushaf-ı Şeriflere “İman varsa imkân vardır” sözü bizde Çanakkale ile özdeşleşmiştir. “Allah bize yeter” cümlesini makineli tüfek üzerine yazarak orada aslında ne olduğunu bir de bu şekilde göstermiştir dedelerimiz. Maddi imkanlardan mahrum kalan/bırakılan Afrika başta ola­­­rak Müslümanların yaşa­dı­ğı di­­ğer coğrafyalardaki kar­deş­­le­ri­­miz de iman varsa im­kân var­dır diyerek, eldeki im­kân­larla çalışmalarına devam etmişlerdir. Ellerinde bütün bir Mushaf olmasa da levh dedikleri tahtalara Kur’an ayetlerini yazıp, ezberleyip, silip tekrar aynı şekilde çalışmakla Kur’an eğitimlerine devam etmişlerdir. Batının farklı emeller besleyerek yürüttükleri misyonerlik faaliyetlerini saymazsak bu tarz çalışma belki de önemli bir çalışma metodu sayılabilirdi. Bazen mahrumiyet farklı bir bereketin kapısını aralayan önemli bir nimet de olabilmektedir. Zira Kur’an öğrenen, ezberleyenlerin sayısı az olmamakla beraber, ilkokuldan Kur’an öğrenemeden, belli bir yaşta olanlar belirli bir ezberi yapmadan okullarından mezun olamamaktadırlar. Ne var ki milletimizin yardım arzusu ve oradaki bu gayrete destek olma iştiyakı bu projeleri netice vermiş, ki hüsn-ü kabul görüp  1 milyon ramaklarına ulaşılmış. Şimdi çocuklar ellerine ulaşan Kur’an-ı Ke­rim­lerle eğitimlerini alıyorlar. Ve görüp duy­duğumuz, bağışçılara da dua ediyorlar. Siteden aldığımız diğer bilgilere göre; 2016 yılında Sudan’da 50.000 Mushaf-ı Şerif’in dağıtılmasıyla başlayan proje sayesinde 2018 yılında ülkemiz de dâhil olmak üzere toplam 16 ülkede 225.230 adet Kur’an-ı Kerime ulaşmış. Sonraki iki yıl boyunca hızla devam eden dağıtımlarla, 2020 yılının ilk yarısında hedefin yarısına ulaşılmış. Bosna Hersek’te dağıtılan 20.000 Kur’an-ı Kerim’le be­ra­ber toplamda 500.000 Kur’an-ı Kerim dağıtımı gerçekleştirilmiş. 2020 yılının sonuna geldiğinde ise 21 ülkede dağıtılan toplam Kur’an-ı Kerim sayısı 642.033 olmuş. 2021 yılında da devam eden projeyle, 15 ülkede 337.000 Kur’an dağıtılarak bu sayı 979.033’e çıkmış. Derneğin 2022 yılında Sudan’da dağıttığı 40.000 Mushaf-ı Şerif’le beraber, 1.019.033 Mushaf ihtiyaç sahiplerine teslim edilmiş ve 1 milyon Kur’an hedefine ulaşılmış. Bu çalışmaların devam ettiği, destek olmak isteyenlerin hayratyardim.org sitesinden kolaylıkla ulaşabilecekleri ve destekte bulunabilecekleri de aldığımız bilgiler arasında. Kur’an-ı Kerim’e Ulaşamayan İnsan Kalmayacak  Yukarıdaki cümleyi vazife edinen Dernek, Türkiye’de 300 koordinasyon merkezi ve 25 farklı ülkedeki koordinatörlük­le­riyle 5 kıta ve 70 ülkede Ramazan, kurban, su kuyusu, sağlık, acil yardım, eğitim ve sürdürülebilir kalkınma projeleriyle ihtiyaç sahiplerine maddi manevi destek olmaya devam ettiğini beyan ediyor. Bu kapsamda, bağışlarıyla desteklerini esirgemeyen tüm hayırseverlere de teşekkür ediyor. Allah muvaffakıyetler versin. Güzel Haberler Bu arada yapılan bu çalışmaların getirdiği pek çok sonuçlar var elbette. Kur’an’a bakan şu haberler hem başarı anlamında hem de gerçekleşmiş olması sadedinde bizi çok sevindirdi. Sayılarının artması ve bütün dünyada karşılık bulması duasıyla bunları da sizlerle paylaşmak istedik. Bu haberleri bize Sudan’dan ulaş­tıran İsmail Kaya’ya da ayrı­ca teşekkür ediyoruz. Doğum gününe tevafuk eden sevinçli haber Hafiza Amira Musa. 12 yaşında. Hayrat İnsanî Yardım’ın Su­­­dan’da desteklediği hafızlık öğ­­ren­­ci­lerimizden sadece bir ta­nesi. Türkiye’de hiç kimsenin tah­min edemeyeceği bir mah­ru­­miyet içeresinde bir ailede ye­ti­şip aramıza katıldı. Bugün (02 Ocak 2023) 4 ay 3 gün gibi kısa bir zamanda hafızlığını tamamladı elhamdülillah. Bugün hafızın doğum günü olması da ayrı bir güzel tevafuk. Başka sevinçli bir haber Hafız Sıddık İbrahim kardeşimiz, Hayrat Vakfı’nın Sudan’ daki hafızlık medresesinde 5 ay 9 günde hafızlığını tamamladı. Hafız kardeşimizin hafızlığını bi­tir­mesi münasebetiyle ailesi­nin bugün düzenlediği kerameh (ikram) programına katıldık. Gayet mütevazı evde gönlü zen­­gin ailesinin mutluluğunu pay­­laşmak bizim için de güzel duy­­gular yaşamamıza vesile ol­du. Elhamdülillah. İman kampı Sudan hafızlık kursundaki öğrencilerimizle cuma günleri yarım günlük “iman kampı” yapıyoruz. Hafızlarımız Kur’an’ı ezberlemekle Kur’an’ın lafızlarını kalplerine ve zihinlere nakşederken, iman kamplarında, Kur’an’ın hakikatlerini kavrayarak Kur’an’ın ahlakı­nı hayatlarına nakşediyorlar.

Hayrat Yardım 01 Şubat
Konu resmiİslâm Ahlakına Göre Hayâ Sahibi Olmak
İnsan

 “... (Allah’ım!) Beni güzel ahlâka eriştir. Senden başka güzel ahlâka eriştirecek yoktur. Kötü ahlâkı benden uzaklaştır. Senden başka kötü ahlâkı benden uzaklaştıracak yoktur! ...” (Müslim) Enes bin Malik’in (ra) amca­sı­nın oğlu Sa’d bin Hişam (ra) Medine’ye gelmişti. Hz. Aişe’ nin (ra) ziyaretine giderek Pey­gamber Efendimizin (asm) ah­la­kının nasıl olduğunu sordu. Hz. Aişe (ra) ise ona: “Sen Kur’ân okuyorsun, değil mi?” diye sordu. Sa’d cevâ­ben: “Evet!” de­di. Bunun üzerine Hz. Aişe (ra): “İşte Hz. Pey­gam­ber’ in (asm) ahlâkı Kur’ân idi.”1 demiştir. Bizim için yaşayan Kur’ân olan Resûlullah (asm), Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân vasıtasıyla gösterdiği yolda çizdiği ahlak üzere yaşamış ve bu yaşantısı ile tüm insanlığa örnek olmuştur. Bu örneklik hiçbir zaman sözde kalmamış, her an ve her hususiyette fiiliyata da geçmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) hem bizzat ahlaklı olmayı, hem de ço­cuklarımıza ahlaklı ol­ma­­yı öğ­ret­memizi istemiştir. Bunun için, “Hiçbir baba, ev­lâ­dına güzel terbiyeden daha üs­tün bir he­diye vermemiştir.”2 bu­yur­muş­lardır. Güzel ahlakın inşasında ilk basamak, her hususta olduğu gibi niyettir. Bunun için insan gerek yalnız olduğunda gerekse başka insanlarla bir arada olduğunda gerekse de karşılıklı münasebetlerde her zaman niyetini kontrol etmelidir. Niyette sorun olmasının, amelde de sorunlara yol açacağını unutmamak gereklidir. Bu hususta Ebû Hureyre (ra), Resûlullah’ın (asm) şöyle buyurduğunu söylemiştir: “İzzet ve celâl sahibi Allah şöyle buyurdu: ‘Kulum iyi bir iş yapmaya niyet eder de yapmazsa ona bir iyilik (sevabı) yazarım. Ama onu yaparsa on kattan yedi yüz kata kadar iyilik (sevabı) yazarım. Eğer (kulum) bir kötülük yapmaya niyet eder de yapmazsa onu (bir günah olarak) yazmam. Fakat onu yaparsa ona bir kötülük (günahı) yazarım.”3 Selman’dan (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah (asm): “Şüphesiz yüce Rabbiniz hayâ sahibi ve cömerttir. Kulu (dua etmek için) O’na ellerini kaldırdığı za­man, o elleri boş çevirmekten ha­yâ eder.”4 buyurmuşlardır. Yi­­­ne Enes bin Malik’den (ra) ri­­­va­­yet­le Peygamber Efendi­miz (asm) buyurmuşlardır ki: “Ar­sız­­­lık nerede ve kimde olursa ol­­sun çirkinleştirir; hayâ ise ne­­­re­­de ve kimde olursa olsun za­rif­­leştirir.”5 Bu konuda Asr-ı Saadet’te, günümüzde de önemli dersler çıkaracağımız bir hadise yaşanmıştır. Peygamber Efendimiz (asm) Zeynep bint-i Cahş (ra) validemizle ev­­len­diğinde, her­kesi evine ye­meğe davet et­mişti. Ashâb-ı Ki­râm grup grup geliyor, yemeği­ni yiyenler evden çıkıyorlardı. Ancak bir grup yemeklerini yedikleri halde sohbet etmeye devam ettiler ve Resûlullah’ın (asm) evinden çıkmadılar. Başka misafirler, yemeklerini yiyip giderken onlar hâlâ oturmaya devam ediyorlardı. Resûlullah (asm), kimseyi kırmak istemediğinden ses çıkarmıyor, sabırla bekliyordu. Nihayet bu kişiler de evlerine gittiler. Resûlullah (asm), kimse kalmayınca odasına geçti. Bu sırada Ahzâb Sûresi 53. ayet nazil oldu: “Ey îmân edenler! Vaktini gözetleyici kimseler olmadan, yemeğe sizin için davet yapılmadıkça peygamberin evlerine girmeyin! Fakat çağrıldığınız zaman, artık girin; yemeği yiyince de dağılın; sohbete dalıcı kimseler de olmayın! Çünkü bu hâliniz, peygambere eziyet veriyor, fakat (o) sizden utanıyor. Allah ise hak(kı söylemek)ten çekinmez. Hem onlardan (peygamberin zevcelerinden) bir şey istediğiniz zaman, artık kendilerinden bir perde arkasından isteyin! Bu hem sizin kalpleriniz için hem de onların kalpleri için daha temizdir. Çünkü sizin için, Allah’ın Resulünü incitmeniz ve kendisinden sonra onun zevcelerini nikâhlamanız ebedi­yen (câiz) olmaz. Çünkü bu, Allah katında (pek) büyük (bir günah)tır.” İbn-i Mâce’de geçen rivayete göre Resûlullah (asm): “Her di­nin (kendine özgü) bir ahlâkı var­dır; İslâm ahlâkı(nın özü) hayâdır.”6 buyurmuşlardır. İnsan­larla konuşurken, söylenilen sözlerde ve takınılan tavırda dikkatli olunmalı, İslâm’ın ortaya koyduğu ahlakî kaideler çerçevesinde muamelede bulu­nulmalıdır. Bu kimi zaman yüksek sesle konuşmamak, ki­mi zaman hakaret, iftira ve gıybetten kendini uzak tutmak ve kimi zaman da malayaniyatla uğraşmamak şeklinde tezahür edebilir. Hayalı olmaktan anlaşılması ge­­­­re­­­ken, kişilerin hem kendi ta­­­vır­­­­larında, oturma­la­rın­da, kalk­­­malarında ve gi­yin­­melerin­de sün­net-i seniy­yeye uymaları, hem de mu­ha­tap­la­rında oluş­tur­­­­­­duk­ları his­­siyatta da İs­lam’ ın özün­­den ay­rıl­ma­mala­rı­dır. Bu sa­­ye­­de ki­şi­ler, toplum­da ken­­di­le­­ri­­ni da­ha rahat hissedeceklerdir. Ahirzamanın garip bir özelliğidir ki; belirli günahları işlememek sanki toplumsal dışlanma sebebi olarak görülmektedir. Özellikle gençler üzerinde bu baskıyı daha fazla görebiliyoruz. Sanki haya sahibi olmamanın genç olmanın bir özelliğiymiş gibi bir algı oluşturulmaya çalışıldığını fark edebiliyoruz. Bunun da daha çok film, dizi ve sosyal medya başta olmak üzere çeşitli iletişim kanallarıyla yapıldığı herkesin malumudur. Halbuki haya ve edeb en çok gençlere yakışır. Öyle bir ortam oluşturmalıyız ki; gençler kendilerini belirli gü­­nahları işlemek zorunda his­set­­­memelidirler. Bu günahları iş­­le­me­yince arkadaşları ara­sında dış­la­na­cak­larını düşün­me­­me­­li­­­dir­­ler. Elhasıl her an Allah’ın hu­­zurunda olduğumuz his­si­­ya­tın­­dan uzaklaşmamalı ve “Allah’ tan gereği gibi, hakkıyla hayâ edin!” hadisine göre hayatımızı tan­zim etmeliyiz. 1- Müslim, Müsafirîn 1362- Tirmizî, Birr, 333- Buhârî, Rikâk 31; Müslim, Îmân 207, 259. Ayrıca bk. Buhârî, Tevhîd 35; Tirmizî, Tefsîru sûre (6),104- Ebû Dâvûd, Vitr, 235- Tirmizî, Birr, 476- Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 9

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiAklın Hamdi: Tefekkür
İbadet

“Muazzam sanatı karşısında akıl­ların hayrete düştüğü Allah’ı bütün noksan sıfatlardan tenzîh ve tesbîh ederiz!” Bir gün Hz. Âişe’ye, (ra) “Re­sûl-i Ekrem Efendimizde (asm) gördüğün en hayret-âmiz davranışı bize anlatır mısın?” diye sorarlar. Hz. Âişe bir müddet sessiz kaldıktan sonra şöyle anlatır: Bir gece bana, “Ey Âişe! İzin verirsen, kalkıp bu gece Rabbime ibadet edeyim.” dedi. Ben de, “Vallahi sana yakın olmayı severim ve senin hoşuna giden şeyleri de severim.” diyerek ona müsaade ettim. Kalkıp abdest aldı. Sonra namaza başladı. Namazda o denli ağladı ki gözyaşları göğsünü, sakalını ve secde ettiği yeri ıslattı. Daha sonra Bilâl-i Habeşî sabah namazı için ezan okumaya geldi. Allah Resul’ünün ağladığını görünce, “Yâ Resûlallah! Yüce Allah geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affettiği hâlde niçin ağlıyorsun?” dedi. Allah Resulü ona şu cevabı verdi: “Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Bu gece bana bir ayet indirildi. Onu okuyup da tefekkür etmeyene ne yazık! “Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yarar sağlayarak denizde akıp giden o gemilerde, O’nun (Allah’ın) gökten su indirip böylece onunla, ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesinde, orada bütün hayvanlardan yaymasında, rüzgârların (değişik yönlerden) esmesinde ve yerle gök arasında musahhar (emre amade) kılınmış bulutlarda, akıl eden kavim için mutlaka ayetler (deliller) vardır...”1 *** Tefekkür “fikir” kelimesinden gelir. Fikir ise Kamusta, “Bir nesnede imâl-i fikir eylemek” şeklinde tarif edilir. Evet, tefekkür bir akıl işçiliğidir. Zihnin bir meyvesidir.  Tefekkür, aklın gıdası, kalbin cilası, ruhun ab-ı hayatıdır. Evet, tefekkür, mevcudata Allah namına nazar etmektir. Mahlûkat üzerindeki Esma-i ilahiyeyi okumaktır. Mevcudat pencerelerinden Allah’ın isim ve sıfatlarını mütalaa etmektir. Sebepler arkasın­daki müsebbibü’l-esbabı gö­re­bilmektir. Zira her bir mevcut, Allah’ın varlık ve birliğini akıl sahiplerine anlatan samadani birer mektup, rahmani birer mühür hükmündedir. *** Rabbimiz, şu kâinatı adeta bir kitap suretinde yaratmıştır. Göğü ve yeri, geceyi ve gündüzü, dağları ve denizleri o kitabın birer sayfası hükmünde halk etmiştir. Her bir varlıkta Allah’ın özel bir mührü, her bir mevcutta hususi bir damgası vardır. Rabbimiz, insanı da akıl nimetiyle donatmış ve şu kâinat kitabını mütalaaya davet etmiştir.  İnsan, suretten manaya, eserden müessire, fiilden faile, lütuftan lütfedene, ihsandan ihsan edene intikal edebilsin diye şu âlemi bir tefekkür-hane şeklinde yaratmıştır. Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de,  (اَفَلاَ تَعْقِلُونَ) (اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ) (لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ) gibi ayetlerde “Hala akıl etme­yecek misiniz?”2 “Hiç düşünmez misiniz?”3 “Umulur ki te­fek­­­kür edersiniz!”4 gibi beyan­larla insanı tefekküre davet et­mektedir. *** Kâinat sayfaları tefekkür numuneleri ile doludur. Gözümüzü hangi tarafa çevirsek akılları hayrette bırakan, gözleri meftun eden sanatlı ve hikmetli harikulade varlıklar görürüz. Su gibi akan şu sema, için için kaynayan bu yeryüzü, sinema perdesi gibi değişen gece ve gündüz, yaz-boz levhası gibi renkten renge giren mevsimler, göz kamaştıran ay, mütemadiyen yanıp sönen yıldızlar, narıyla sobamız, nuruyla göz aydınlığımız olan güneş, ayrı ayrı bizleri tefekküre davet ediyor. Sema sayfası, duanın kıblesi, rahmetin perdesiz sureti, azamet ve kibriyanın tecellisidir. Gök cisimlerinin direksiz, birbirine çarpmadan kendi yörüngelerinde akıp gitmeleri nihayetsiz bir ilim ve sonsuz bir kudret eseridir. Güneş misali bir kısım yıldızların yakıtsız, sönmeden, hiç durmadan hareket etmeleri akılları hayrette bırakmaktadır. Resul-i Ekrem Efendimizin sık sık gökyüzüne baktığı ve Allah’ın kudretini tefekküre daldığı rivayet edilmektedir. Hatta bir keresinde gece vakti gökyüzüne ibretle bakmış ve ashabına, “Yıldızlar, gökyüzünün güvenceleridir. Yıldızlar gitti mi, gökyüzüne va’d edilen (kıyamet) gelir”5 buyurmuşlardır. *** İhtiyaca göre her yere koşan, yeryüzünün göğe asılı seyyar ve seyyal (gezici ve akıcı) su deposu olan, pamuk şekeri gibi latif, her dakikada ayrı bir sanat tablosu gibi zarif, birdenbire meydana çıkan, hiçbir iz bırakmadan kaybolan, Rabbimizden “arş” emrini aldığı dakikada yer­yüzünü rahmetle dolduran bu­lutlara bakıyoruz. Adeta itaat­kâr bir asker gibi vazifesine ko­şuyor.  (سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فٖى صُنْعِهِ الْعُقُولُ) “Muazzam sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü Allah’ı bütün noksan sıfatlardan tenzîh ve tesbîh ederiz!” *** Şeffaf, berrak, latif, tatlı birden ve kimsenin sahiplenemeyeceği bir yerden doğrudan doğruya hazine-i rahmetten gönderilen rahmetin tecessüm etmiş hali olan yağmura bakıyoruz. Taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince hikmetler içinde beraber indiriliyor. Bazen tatlı bir esinti suretinde ahenkle ve insicamla yeryüzünü şenlendirirken bazen de mehteran bandosu sedasında gümbür gümbür bir musika-i ilahiyeyi icra ediyorlar. Boğazı kuruyan toprağa bir ab-ı hayat ve rengi solan nebatata ve ağaçlara bir can suyu oluyorlar.  (سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فٖى صُنْعِهِ الْعُقُولُ) “Muazzam sanatı karşısında akıl­ların hayrete düştüğü Allah’ı bütün noksan sıfatlardan tenzîh ve tesbîh ederiz!” *** Ve bahara bakıyoruz. Bayramlıklarını giymiş şen bir çocuk gibi etrafına neşe saçıyor. Kışın kemik gibi olan dalları, pamuk tarlası gibi bembeyaz çiçeklere bürünüyor. Her bir meyve kendisine has kalıpları ve elbiseleri içinde rengârenk halleriyle boy gösteriyorlar. Hazine-i rahmetten filolarla meyveler hayat sahibi varlıklara gönderiliyor.  (سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فٖى صُنْعِهِ الْعُقُولُ) “Muazzam sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü Allah’ı bütün noksan sıfatlardan tenzîh ve tesbîh ederiz!”  *** Ve yeryüzü mescidinin minaresi, zeminin direği, küre-i arzın nefes borusu, madenlerin mahzeni, şifalı bitkiler eczanesi, hayvanların ve bitkilerin ev sahibi, kıvrım kıvrım akan çayların menbaı, cezbeyle ve vecd ile akan şelalelerin menşei, coşkun nehirlerin çıkış yeri olan dağlara nazar ediyoruz. Allahu Ekber! Yeryüzü kitabının tezhipleri ve ebruları olan narin çiçeklere bakıyoruz. Lavanta tarlaları şirin rengiyle gözlere ibadet ettiriyor. Efendimizin ter-i mübarekleri kokan, gül bahçeleri ile nebevî bir rüzgâr esiyor. Fevkalade rayihası ve şirin rengiyle bahçelerin gözdesi, gözlerin namesi olan leylaklar, kırları ziynetlendiren gelincikler, papatyalar ve hatmi çiçekleri, kışın içinde baharı saklayan nergisler, karın bürudetine meydan okuyan kardelenler ve sıcağın hararetine karşı  (يَا نَارُ كُونٖي بَرْدًا وَسَلَامًا)6 ayetini okuyan begonviller …! (سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فٖى صُنْعِهِ الْعُقُولُ) “Muazzam sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü Allâh’ı bütün noksan sıfatlardan tenzîh ve tesbîh ederiz!” *** Şu dünya, Allahu Teâlâ’nın nihayetsiz cömertliğini gösterdiği bir ziyafet sofrasıdır. Her haftada, her ayda, her mevsimde envaiçeşit meyveler, sebzeler gayet sanatlı ve tatlı bir şekilde kendilerine mahsus lezzetleri ve kokularıyla tezgâhları ve sofraları süslemektedir. Mahlûkatın rızıkları umulmadık bir surette ihsan edilmekte, en tatlı en leziz meyveler gıdalarını acı bir topraktan ve kemik gibi köklerden almaktadırlar. Denizlerdeki balıkların rızıkları basit bir kumdan ve acı bir sudan mükemmel bir surette takdim edilmekte, mahlûkatın en acizleri en güzel ve en rahat bir şekilde beslenmektedir. Yavruların gıdası ise en faydalı, en hik­­metli ve en münasip bir tarzda ab-ı hayat su­­retinde validelerin şefkatli sinelerinden gön­de­ril­mektedir. Şifa deposu olan bal, ab-ı hayat hük­münde olan süt, en önemli besleyici gıdalar­dan olan yumurta mübarek hayvanlar vasıtasıyla insanlara takdim edilmektedir. سُبْحَانَ مَنْ بِقُدْرَتِهٖ يَعْجِزُ الْفُحُولُ “Sonsuz kudreti ile en yüksek idrakleri bile âciz bırakan Allah’ı bütün noksan sıfatlardan tenzîh ve tesbîh ederiz!” *** Evet, bütün ağaçların çiçekleri, yaprakları ve meyveleri hep beraber “Lâ ilâhe illâ Hû” diyorlar. Bütün hayvanlar ittifakla lisan-ı kâl ve lisan-ı halleriyle “Lâ ilâhe illâ Hû” deyip, zemin yüzünü intizam ve insicam ile muazzam bir zikir-hane su­re­ti­ne çeviriyorlar. Her bir mah­lûkat kendi lisan-ı mahsusuyla bizzat Rablerini tesbîh ederek kendi dillerince “Lâ ilâ­he illâ Hû” diyorlar. Evet, kâinat büyük bir kitap gibi kâtibini ilan ediyor. Madem öyledir, akıl ve şuur sahibi her bir insan, elbette kâinat kitabını okuyarak yaratılış gayesince Rabbini bilmeli ve tanımalıdır. Ve Rabbinin rızası ve marziyatını her daim aramalıdır. 1- Bakara, 2/164, Heyet, “Ha­dis­­ler­le İslam” Diya­net işleri Baş­­kan­lığı, Ankara 2015, c.2, s. 245.2- Sâffât, 38/1383- Nisa, 4/824- Bakara, 2/2665- Ayrıca bkz. Heyet, a.g.e. c.1, s. 3156- Enbiya, 21/69 “Ey ateş, İb­ra­him’e karşı serin ve selamet ol”

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Şubat
Konu resmiRisale- i Nur Hizmetinde İhlastan Sonra En Büyük Esas Sebat ve Metanettir
Risale-i Nur

“Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır mani’leri olur. Şeytanlar, o hizmetin hadimleriyle çok uğraşırlar. Bu mani’lere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. ihlası kıracak esbâbdan, yılandan, akrebden çekindiğiniz gibi çekininiz.” Risale-i Nurun mesleği ihlas ve rıza-yı ilahiyi esas maksad yapmaktır. İhlastan sonraki en ehemmiyetli esasları sevgili Üstadımız şöyle açıklar: “Evet mesliğimizde ihlas-ı tammeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir.”1  Sebat kelimesi lügatte sözünden dönmeme, yılmama, kararlılık, dayanıklılık anlamlarına gelirken, metanet ise sağlam ve güçlü olma, dayanma, yılgınlık göstermeme manalarında kullanılmaktadır. Üstad Bedîüzaman Hazretleri ve nur talebeleri Risale-i Nur’un telifinden itibaren türlü türlü zorluklarla, sıkıntılarla, zındıkların maddi ve manevi taarruzlarıyla karşı karşıya kaldılar. Mahkemeler, hapishaneler, sürgünler, baskınlar ve bitmek bilmeyen baskılar ile nice işkencelere ma’ruz bırakıldılar. İşte böyle zamanlarda insanı ayakta tutacak en büyük dayanak ihlas, sebat ve metanet olduğu­nu Bediüzzaman Hazretleri şu sözlerle ifade edi­yordu: “….. bu dehşetli dinsizlik komite­leri, öyle dehşetli hücumları ve desîseleri ya­pı­yorlardı ki, bunlara karşı gelmek için a’zamî fe­dâkârlık yapmak ve harekât-ı diniyesini rıza-yı ilâhiden başka hiçbir şeye âlet yapmamak lâzım geliyordu. Bîçâre bir kısım âlimler ve ehl-i takvâ insanlar, çoluk çocuğu­nun maîşet derdi için bid‘alara fetvâ verdiler veya tarafdâr göründüler. Hususan din ders­lerini kaldı­rıp Ezân-ı Muhammedî’yi (asm) kaldırmak gi­bi dehşetli hücumlara kar­şı, a’zamî fedâkârlık ve a’zamî sebat ve me­tâ­net ve her şeyden istiğnâ etmek lüzûmu karşısında……..”2 Risale-i Nurun kahraman şakirtleri sevgili üstatlarının işaret ettiği esaslara riayet ederek Cenab-ı Hakk’ın inayeti ile bu dehşetli fırtınaları zararsız olarak atlattılar. Üstat Said Nursi Hazretleri onların bu sebatkâr, metanetli, ihlaslı mücadele ve mücahedelerinden son derece memnun ve mesrur olduğunu ve onların bu kahramanane duruşlarının kendisine büyük bir tahammül ve dayanma kuvveti verdiğini şu cümlelerle ifade ediyordu: “Benim, bu dünyada medâr-ı tesellim ve sürûrum sizlersiniz. Eğer sizler olmasa idiniz, bu dört sene azaba dayanamazdım. Sizin sebat ve metânetiniz, bana da kuvvetli bir sabır ve tahammülü verdi.”3 Mübarek Üstadımız arkasından gelen dava arkadaşlarının sebat ve metanetlerinden aldığı cesaret ve kanaatle on­lara olan i’timadını şöyle açıklıyordu: “Ben, hiz­met-ı Kur’âniyedeki tam sadakat ve gayret ve sebat ve metânetinizi gördükten sonra, tam bir istirâhat-i kalb ile mevti ve eceli ka­bul eder, “Arkamda siz varsınız, yeter” diye­rek dün­yadan sürûr ile vedâya hazırım.”4 Şimdi bu ifa­delerden bi’l-istifade bazı hizmet ölçülerini not edelim. Ölçü: Hizmet Hayatımızın Merkezinde İhlas, Sadakat, Sebat ve Metanet Olmalıdır. Risale-i Nur dairesine girenler her zaman ehl-i küfrün hedefi olurlar. Nefis, şeytan ve ehl-i dalaletin taarruzlarına maruz kalırlar. Bu mani’lere karşı Hazret-i Üstadın belirttiği: “Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır mani’leri olur. Şeytanlar, o hizmetin hadimleriyle çok uğraşırlar. Bu mani’lere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. ihlası kıracak esbâbdan, yılandan, akrebden çekindiğiniz gibi çekininiz.”5 tavsiyelerine uymak gerekir. Hizmet hayatımızın merkezine ihlası, sadakati, sabır ve metaneti, sebat ve gayreti koyabilirsek Allah’ın inayet ve tevfiki refikimiz ve yoldaşımız olur. Sıkıntılar, me­şakkatler, taarruzlar nereden ve kimden gelir­se gelsin biiznillah onlara mağlub olmayız. İşte bunun için sadakat, ihlas, sebat ve metanet cephemizi kuvvetlendirmeye gayret etmeli­yiz. Hazret-i Üstad şu ifadeleriyle nur talebesinde olma­sı gereken hasletleri şöyle açıklıyor: “Ce­nâ­b-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyoruz ki, sizin gi­bi yorulmaz, sarsılmaz, usanmaz şâ­kird­leri Ri­­sâ­le-i Nûr’a ihsân eylemiş. Bu ağır şerâit ve usan­dırıcı hâller içinde kemâl-i iştiyâk ile on­ların fa‘âliyetleri, şübhesiz bir inâyet-i Rab­bâ­­ni­­yedir. Ve bu hizmet-i kudsiyenin zâhir bir ke­râmetidir.”6 Yani yorulmayacaksınız, sarsıl­ma­­­­ya­­­­caksınız, usanmayacaksınız, yıl­mayacaksınız.                                        (Devam edecek) 1- Kastamonu Lahikası, 322. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha2- Hanımlar Rehberi, 21. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha3- Kastamonu Lahikası, 11.  Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha4- Kastamonu Lahikası, 35.  Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha5- Lemalar, 234. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha6- Kastamonu Lahikası, 278.  Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Zafer ZENGİN 01 Şubat
Konu resmiOsmanlı Meza r Ta şı Başlıkları
Kültür ve Medeniyet

Göktürkler ve Uygurların balballar, taş baba ve taş nineleri ile başlayan Türklerin mezar taşı yapma geleneği İslâmiyet’in kabul edilmesinden sonraki süreçte İslâm’ın etkisiyle şekillenmiş ve mezar taşları zengin birer kültür, sanat ve inanç âbidesi haline gelmiştir. Anadolu Selçuklu ve Beylikler Dönemi’ndeki yatay sanduka mezarlar, Osmanlı Dönemi’nde baş ve ayak şâhideli, çatma lahit veya sadece platformlu şâhideli mezarlara dönüşmüşlerdir.  Böylelikle Osmanlı mezarlıkları ölüme hazırlık bahçelerine dönüşmüş, ölümün ürpertici ve soğuk havası mânevi huzur ortamlarına dönüş­türülmüştür. Osmanlı me­zar taşları sadece bir mezarlık değil, aynı zamanda toplumun kadim geçmişinden getirdiği ince zevk ve düşünce anlayışının bugüne yansıyan en önemli örnekleri olmuştur. Osmanlı mezar taşları; başlık, ser levha, kimlik bilgileri, dua ve tarih olmak üzere beş bölümden oluşmaktadır. Bu mezar taşlarına bakarak sadece mezar sahibinin kimliğini değil yaşadığı toplumun o günkü sosyal hayatını, kullanılan dil ve edebiyatı, yazı, sembol, süsleme ve taş işçiliği gibi döneminin birçok özelliği hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Mezarlıklar medeniyetimizin kökleşmiş kültür birikiminin hem yazılı hem de görsel bir biçimde ifade ediliş tarzıdır. Osmanlı mezar taşları ve mezarlıkları, medeniyetimizin insana gösterdiği kıymetin ispatı niteliğindedir. Osmanlının ilk dönem mezar taşları başlıksız, levha biçiminde olup taç kısımları sivri kemerli veya baklava dilimi şeklindedir, metinler Arapça ve sülüs hatla yazılmıştır. Bu mezar taşlarına daha çok Bursa, Edirne ve İstanbul’un fethinden sonra kurulan mezarlıklarda sıklıkla rastlanmaktadır.  XVI. yüzyıldan itibaren dönemin sa­­nat anlayışına uygun olarak ölü­­nün sosyal hayattaki statüsünü, mesleğini, bağlı olduğu tarikat sanatkârane bir üslupla yansıtılan semboller mezar taşı kitâbelerine ve başlıklarına işlenmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. XIX. yüzyılın ilk çeyreği, Sultan II. Mahmud döneminden itibaren serpuşların yerini fesler almaya başlamıştır. Mezar taşı başlıkları arasında görkemiyle öne çıkan Kal­lâvî Kavuk’tur. Sadra­zam­ların tören başlığı olan bu kavuklardan İs­tan­bul’un eski mezarlık alanlarında görmek müm­kündür. Yine Müder­ris kavukları da yapı ve heybet bakımından önemlidir. Bazen kâtibi kavuklar da görülen ters işlenmiş çiçekler, yarım ka­lan saadete işaret ettiği de olmuştur.  Kadın ve erkek mezar taşı olarak iki grupta toplanan taşlar, kendi içinde de farklılıklar göstermektedir. Erkek mezar taşlarında, sosyal statü gereği başlıkları çok çeşitlidir. Erkek mezar taşları başlık taşımalarına karşılık, kadın mezar taşlarında daha çok kadın zarafetini yansıtan çiçek motifleri bulunmaktadır. Kişinin genç yaşta ölmüş olduğunu belirten çiçek, hacı olduğunu belirten hurma ağacı, mesleklerini yansıtan tulumba, çapa, namlı kemankeşlerde ok-yay ve okur yazarlığına delâlet eden kalem divit gibi simgelerle, kişinin kimliği ile ilgili daha özel bilgiler verilmeye çalışılmıştır. Osmanlıların dînî ve sosyal ha­ya­tında önemli bir yeri olan ta­ri­katların geliştirdiği sembollerin zengin örnekleri mezar taşlarına da yansımıştır. Mev­le­vîlerin uzun ve keçeden yapılan sikkelerinin tarikattaki hi­yerarşiye göre örfî, cüneydî, şe­ke­râviz ve şekerâviz kafesî adları verilen çeşitleri vardır. Derviş­lerin mezar taşlarında başlık des­tarsız dal sikkedir; muhib de­recesinde olanlarınkinde ise sik­ke başlık olarak konmayıp ki­tâ­benin üstüne işlenmiştir. Bek­taşî şeyhlerinin 12 terkli (di­limli) hüseynî, 4 terkli ed­he­mî ve elifî tipi başlıkları vardır. Bek­taşî mezar taşlarında ayrıca 12 köşeli teslim taşı, keşkül ve te­ber figürlerine de rastlanır. Kâ­dirî ve Nakşîlerin taçları müj­­­gânlıdır (kirpikli). Kâdirî taç­­­­larında 18 köşeli yıldız ve 8 yapraklı gül motifleri bulunur. Bazı Kâdirî olan kadınların mezar taşlarının üst kısmında gül motifine rastlanır. Sünbülî tarikatına intisap edenlerin me­­zar taşlarına “sünbül motifi” iş­let­mek­tedirler. Bayramîlerin tacı 6, Celvetîlerin ise 13 terklidir. Melâmî-Hamzavîler ise görüntü ve şekle itibar etmeyip kendilerini gizledikleri için mezar taşlarında da başlık, sembol veya bilgi bulunmaz. Ancak on­ların Melâmî-Hamzavî ol­duk­­ları “bî ser ü pâ” (başsız ve ayaksız) denilen kendilerine mah­­sus mezar taşlarından an­la­şıl­maktadır. Kadın mezar taşlarında hotoz şeklindekilerin dışında genellikle başlık yoktur. Ama bu taşlarda süsleme öne çıkmaktadır. Kitâbenin üst kısmında çiçek sepeti veya benzeri süslemeler bulunur. Hotoz başlıklı olanların bazılarının boyun kısmında gerdanlıklara rastlanır. Osmanlı kadın mezar taşları süsleme açısından daha yoğundur. Lâle, gül, karanfil ve sümbül gibi çiçekler ve çiçek saksılarının yanı sıra meyve tabağı motifleri kullanılmıştır. Özellikle ayak taşlarında ise servi ağacı, asma sarılmış servi ağacı, gül ağacı ve hurma ağacı gibi motifler tercih edilmekteydi. Ancak modernleşmeyle birlikte bu süslemelerde natürmort etkisi görülmeye başlamıştır.

Mustafa YILMAZ 01 Şubat