194. Sayı: "İnsan"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiHer Şey Seninle Başlar
İnsan

İnsana dair öğrenmek istediğimiz her şey için, ilk bakacağımız yer İnsan Suresi olmalıdır diye düşünürüm. Çünkü insanı ve varlık sebebini en iyi bilen ve bildirecek olan Allah’tır ve Kur’an’da insana mahsus bir sureye yer vermiştir. Surede insana dair dikkat çekilen ilk şey, insanın yoktan var edildiğidir. Varlığına sebep ise hakir bir su damlasıdır. İnsan imtihan edilmektedir; bunun için de insan görücü ve işitici olarak yaratılmıştır. İnsanın ilk olarak görmesi ve işitmesi gereken şeyin de doğru olan yola hidayet edildiği, bundan sonra ya şükrüne vesile olacak vaziyet ya da nankörlüğünü gösteren işler konusunda serbest olduğudur. Daha sonra mümin ve münkirlerin hangi hal üzere olacakları ve tercihlerine göre karşılaşacakları durumlar net olarak beyan edilmiştir. Müminlere kafirlere karşı sabretmesi, Allah’tan yardım dilemeleri ve belirlenen vakitlerde namazı kılmaları emredilmiştir. Kafirler hakkındaki “Şüphe yok ki şunlar (kâfirler), acil olanı (çabuk geçen dünya hayatını) seviyorlar da önlerindeki ağır bir günü (kıyameti) bırakıyorlar.” ayeti dikkatte kalması gereken önemli bir husustur. Kur’an’ın bir tefsiri olan Risale-i Nur’da da insana dair bir pencere bulunmaktadır. İnsan suresinin otuz bir ayet olmasından bahisle belki, bu pencere otuz üçüncü mektubun otuz birinci penceresi olarak yer almıştır ilgili eserde. Bu pencerede, “İnsan öyle bir nüsha-i camiadır ki, Cenâb-ı Hak bütün esmasını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.” denilmiş, nazarlarımızın, “Kendini bilen Rabbini bilir” sözünün ifade ettiği manaya çevrilmesi istenmiştir. Ve “İnsan üç cihetle esmâ-yı İlâhiyeye bir aynadır” denilerek insanın Allah’ın isimlerine üç cihetle ayinedarlık yaptığı tafsilatıyla anlatılmıştır. Birincisi; acz ve fakrıyla Allah’ın sonsuz kudret ve zenginliği göstermesi cihetinden zıddıyla. İkincisi; ilim, kudret, görme gibi insanın kendisinde sınırlı olan özelliklerle, Allah’ın sınırsız kudret, ilim, işitme vb. isim ve sıfatlarının farkında olma ve gösterme cihetiyle numunelerle. Üçüncüsü; ayna nasıl ki karşısındakini gösterir, insan da kendi üzerinde nakışları gözüken Allah’ın isimlerini gösterir, denilmiştir. İkinci bölümde ise, insanın bedeninin bir arada bulunmasına vesile olan ruhun bedendeki bütün hücre, aza ve organlarla nasıl iletişim ve etkileşim halinde olduğundan bahisle, kâinatta Allah’ın icraatının ne kadar kolay ve rahat olduğunu anlayabileceğimizden bahseder. İnsanın Allah’a muhatap kılınması ve bütün isim ve sıfatlarına en geniş manada ayine olması, insanın diğer bütün mahlukattan ayıran ve önemli kılan hususlardır. Bundandır ki insanın kendisini bilmesi, kendisini tanıması istenmiştir. “Kendini bilen Rabbini bilir” denilmiştir. Konuyla ilgili olarak gerek diğer sure ve ayetler gerekse Risale-i Nurun Otuzuncu Söz başta olarak pek çok yerde insanı tanıtan ve olması gereken noktaya taşınması için yapması gerekenlerle ilgili önemli notlar düşülmüştür. Bundan bahisle çok bilmek değil, kendini bilmek önemli olacaktır. Unutma her şey seninle başlar…

Metin UÇAR 01 Ocak
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Konya Alâeddin Camii ve Selçuklu Sultanları Türbesi Konya’nın en merkezî noktasında bulunan Alâed­din Câmii, en eski Selçuklu eserlerinden olup, Alâeddin Tepesi üzerinde inşa edilmiştir. Selçuklu Sultanı 1. Rükneddin Mesud (1116-1156) zamanında yapımına başlanmış ve Sultan 1. Alâeddin Keykubad zamanında tamamlanmıştır (1221). Câmi avlusunda 8 Selçuklu sultanının (1. Mesud, 1. Kılıç Arslan, 2. Rükneddin Süleyman, 1. Gıyâseddin Keyhüsrev, 1. Alâeddin Keykubad, 2. Gıyâseddin Keyhüsrev, 4. Kılıç Arslan ve 3. Gıyâseddin Keyhüsrev) kabirleri bulunmaktadır. Selçuklu Sarayı’nın yakınında yapılan bu caminin kuzeye açılan kapısı üzerindeki dört satırlık kitabesinden Sultan Alâeddin Keykubad tarafından tamamlandığı yazılıdır. Bunun sağ tarafındaki mermer üzerine iki satırlık kitabede ise mimarının Dımaşklı Mehmet bin Havlan, mütevellisinin de Atabeg Ayaz olduğu yazılıdır. Caminin cümle kapısı üzerindeki üç satırlık Arapça kitabede de Sultan Alâeddin Keykubad zamanında, 1220’de Atabeg Ayaz’ın kontro­lünde tamamlandığı yazılıdır. Beş satır halindeki bir diğer kitabede de caminin yapımına Sultan 1. Keykavus’un emri ile 1219’da Atabeg Ayaz kontrolünde başlandığı yazılıdır. Giriş kapısının sağındaki bir başka dört satırlık Arapça kitabede ise cami ile türbenin Kılıçarslan’ın oğlu Sultan Keyhüsrev’in oğlu Alâeddin Keykubad’ın 1219 yılında Atabeg Ayaz kontrolünde yapılmasını emrettiği yazılıdır. Giriş kapısının kemeri üzerindeki yuvarlak bir çini panonun içerisinde de iki Arapça yazı bulunmaktadır. Doğu tarafındaki kapı üzerinde de Konya Valisi Sururi Paşa tarafından 1889-1890 yılında Sultan 2. Abdülhamid’in fermanı ile harap durumda olan ve bazı yerleri yıkılmış olan caminin onarıldığı yazılıdır. 8 Ocak 1536 Kanunî Sultan Süleyman,Irakeyn Seferinin ardından İstanbul’a döndü Irakeyn Seferi, Osmanlı ordusunun doğuya yönelik en büyük ve en uzun süreli askerî harekâtlarından biridir. Sefer sırasında Kuzeybatı İran kesimiyle (Irâk-ı Acem) Bağdad ve yöresine (Irâk-ı Arap) girilmesi sebebiyle kaynaklarda Irakeyn (iki Irak) Seferi olarak adlandırılır. Bu sefer, Çaldıran Savaşı’nın (1514) ardından geçen on dokuz-yirmi yıllık bir aradan sonra Osmanlı-Safevî mücadelesini yeniden başlatmıştır. Irakeyn Seferi’nin ilk aşamasında Kanunî, 28 Eylül 1534’te Tebriz’e girdi. Ardından 28 Kasım 1534’te Bağdad’a girdi. Kanunî, dört ay Bağdad’da kaldı ve İmam-ı Azam Hazretleri için bir türbe ve cami yaptırdı. 1535 senesi boyunca Tebriz defalarca el değiştirdi. Nihayet Safevîlerin elinde kaldı. Irakeyn Seferinin en önemli neticesi, Bağdad’ın alınması olmuştur. 23 Ocak 1924Ali Emirî Efendi vefat etti Ali Emirî Efendi, 1857 senesinde Diyar­ba­kır’da dünyaya gelmiştir. İlk tahsilini Di­yar­bakır’da Sülûkiyye Medresesi’nde yaptı. Mar­din’de başta Ahmed Hilmi Efendi olmak üzere bazı müderrislerden üç yıl kadar çeşitli dersler aldı; kısa zamanda Arapça ve Farsçasını ilerletti. Çeşitli devlet memurluklarında bulunduktan sonra Elazığ ve Erzurum defterdarlıklarında, Yanya ve İşkodra maliye müfettişliklerinde, Halep defterdarlığı ile Yemen maliye müfettişliğinde bulundu. 1908’de emekli olduktan sonra Millî Tetebbûlar Encümeni, Tasnîf-i Vesâik-i Tarîhiyye Encümeni başkanlığı ile Tarîh-i Osmânî Encümeni üyeliği yaptı. Osmanlı arşivleri Tasnîf Komisyonu’nun başında bulunduğu sırada da kendi adına izâfe edilen “Ali Emîrî Tasnîfi”ni meydana getirdi. Aynı zamanda Vakıflar Nezâreti’ne uzun “vicdannâme”ler yazdı. Eski eserlerin bakımsızlık ve ihmalini dile getirerek amme vicdanını temsil etti. 23 Ocak 1924’te vefat etti. Kabri, Fâtih Camii hazîresindedir. 25 Ocak 750Zap Suyu Savaşı Abbasî Emîri Ebû Avn Abdülmelik bin Yezîd el-Ezdî, karşısına çıkan Emevî ordusunu 10 Ağustos 749 tarihinde yendikten sonra Dicle’nin kuzeyini hâkimiyeti altına aldı. Son Emevî Halifesi 2. Mervân bunu haber alınca, Suriye ve el-Cezîre askerlerinden oluşan büyük bir orduyla Harran’dan Musul’a hareket etti. Dicle’nin kollarından Büyük Zap Suyu’na ulaşınca, müstahkem bir mevkide kurulan ordugâhının etrafı hendekle çevrildi. Kûfe’de Abbasîler’in ilk halifesi olarak biat alan Ebü’l-Abbas es-Seffâh, amcası Abdullah bin Ali’yi ordusunun başına getirerek emrine verdiği kalabalık birliklerle Musul’a yolladı. Sevk ve idareyi Ebû Avn’dan devralan Abdullah bin Ali, 20.000 kişiden meydana gelen ordusunu nehrin doğu yakasında Telküşâf’ın yakınında konuşlandırdı. 25 Ocak 750 günü iki ordu arasında cereyan eden savaş, Abba­sîlerin galibiyetiyle sonuçlandı. Bu savaşın neticesinde Emevî Devleti yıkılarak, Abbasî Devleti kuruldu.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiİnsan İçinde İnsan
İnsan

İnsan, varlığı itibarıyla yaratılıştan gelen farklı veçhelere sahip kılınmıştır. Bu veçheler, insanın gerçekten ve ciddi bir surette fark etmesi gereken veçhelerdir. Özellikle insan-ı kâmil olma yolculuğunun kalbi hükmündeki anahtar eylem, fıtrî davranabilmektir. Yaşadığımız ve başımıza gelen her şey aslında bizim tekâmül etmemiz ve insan-ı kâmil olmamız içindir. Hayat herkes için bu seyir ve gayeye matufen akar. Yaşadıklarımızın daha kâmil bir insan olmamızla ilgili olduğunu ise çoğunlukla anlayamayız. Zira yaşadıklarımıza saplanarak yaşamayı seçeriz, oysa yaşarken hikmetli bir nazarla kendimizi izleyebilmeyi de seçebilsek, o zaman yaşayan kişiyi gözlemleyen kişi olarak daha hakkâni ve adil bir şekilde ve belki objektif bir nazarla bakabilmenin kıymetli kazanımlarına ulaşabiliriz. İnsan, sadece yaşayan değil, yaşadıklarından öğrenen ve hikmetler damıtabilen biri olmadıkça bu kemalat yolculuğunda ya geri kalacak ya da bu yolculuğun dışında kalıp sadece biyolojik bir canlı olarak devam edecektir yaşamaya. İnsan, ne zaman ki kendisi ile ilgili bu farkındalığa ulaşır, o zaman yaşamaktan daha önemli birtakım hakikatlerin farkına varır. Mesela, başarılı olmaktan daha önemli olan şeyin anlamlı bir hayat olduğunun. Mesela hep kazanmaya çalışmaktan daha önemli olan şeyin, hak ettiği şeyleri ve kendisi için helal olanın elde edilmesinin olduğunun. Bu bakış açılarının sonu gelmez. Dikkatinizi çekmeye çalıştığımız nokta; sadece yaşamayın aynı zamanda yaşayan yanınıza bilinçli ve sorumlu bir şahid de olun. İnsan çok katmanlı çok derinlikli ve hatta her bir anda başka biri olma potansiyeline sahip müstesna bir varlıktır. Bunun anlamı şu, hayatın doğasındaki dinamizm ve o dinamizme uyum sağlama gücüne sahip olan insan eğer farkındalıklı bir hayatı ya da aşkın ve coşkun bir hayat yaşamayı tercih edebilirse sürekli alemlerde cevelan eder. Sürekli inkişaf, öğrenme, gelişim ve idrak içinde muteber bir hayat yaşayabilir. Fıtratı itibarıyla kainattaki hikmete kolayca uyum sağlama kabiliyetinde yaratılmış olan insanın belki en mühim sorumluluğu, bu uyumu netice verecek olan dengeyi, diğer bir ifade ile sırat-ı müstakimi tercih edebilmektir. Sırat-ı müstakim, yaşamda dengeyi ifade etmektedir. Yaratılmış ve/veya yaratılmış olandaki hikmete hakkıyla talip olma arzusu bu dengeye giden yolun gözükmesini sağlayacaktır. Aslında alemde, mevcudatın da özü olduğunu artık ilmen bildiğimiz enerji, akışkan bir doğaya sahiptir. Yani enerji, tıpkı su gibi akış halindedir ve nerede denge varsa orada sabitlenir. İnsan, sabitlenen bu enerjiyi ki -sabitlendiği yer dengede yaşamayı başaran insanın gönlüdür-  hayati gayelerinde azim, gayret veya cesaret olarak kullanır. Bu bakımdan insan, gerçekten sırlı bir mahiyete sahiptir. İnsandan istenen kendisi için bir anlam uydurmak ya da onu icat etmek değildir. Bilakis yaratılışına sebep olan hikmet ve varlığına saklanan sırrı keşfetmektir. Yani insan, var kılınmış ve varlığında saklı olan anlamı keşfettiğinde alemin kapıları kendisine açılacaktır. Açılan kapıdan içeri giren insanın, eşyanın mahiyetine olan vukufiyeti artacağı için, yaşadığı dünyada kendisi için tuzak olan, ya da üzerinde fanilik mührü olduğu için, “sakın gönlünü bağlama” gibi uyarı mesajlarını çok daha kolay ve çabuk okuyabileceği için, makbul bir kul olma yolunda ciddi mesafeler kat edecektir. İnsan, varlığı itibarıyla yaratı­lış­tan gelen farklı veçhelere sahip kılınmıştır. Bu veçheler, insanın gerçekten ve ciddi bir surette fark etmesi gereken veçhelerdir. Özellikle insan-ı kâmil olma yolculuğunun kalbi hükmündeki anahtar eylem, fıtrî davranabilmektir. Sözünü ettiğimiz veçheler bu minvalde idrak alanımıza girerse sözünü ettiğimiz katmanlar ya da potansiyel kimlik formla­rı, insanı dünyaya karşı daha mü­cehhez (donanımlı) kılacaktır. İnsan, yaratılışı itibarıyla “be­şer”dir. Bu onun biyolojik özelliklerine ve canlılığını koruyan dengeye işaret eder. İnsan, karakteri itibarıyla “şah­siyet”tir. Yani bu hususiyet, insanın anlam ve izzetini taşıyabileceği gerektiğinde koruyabileceği bir karakterinin mevcudiyetine delalet eder. İnsan, ibadeti itibarıyla “kul”­dur. Bu bağlamda insan kendini ulvi bir gaye ile yaratan ve kendini tanıttırmak ve sevdirmek isteyen Rabbine karşı hüsn-ü perestij ile yönelerek emirlerine imtisal yasaklarından içtinap anlamında bir itaat süreci ihdas eder. İnsan, tavır ve tutumları cihetiyle “ferd”dir. Yani Rabbimizin, el-Ferdü, ism-i şerifi mucibince her insanın nev-i şahsına münhasır bir orijinalite ile arz-ı endam etmesine ilişkin kimliğidir bu. İnsan, mücadelesi ve gayretiyle “nefer”dir. Bu veçhede insanın bir amaca adanması ve o amaç için maddi ve manevi varlığı ile ve tüm ihlas ve tutkusu ile azmetmesi ve mücadele etmesi zahir olur. Ve insan, ölümü tadacak olması ile de “nefis”tir. Dünyanın fani bir yurt olduğunu ve kendisinin günün birinde bu dünyayı terk edeceği gerçeği bu veçhenin farkındalığı ile olur. İnsan, yaşadıklarının onu neye dönüştürmek istediğini hikmetli ve ulvi niyet ile idrak et­meye çalışmalıdır. İnsan-ı kâ­­mil olmasını netice verecek olan bu hayati süreç, daha so­rum­lu daha ciddi bir insan olma­sına vesile olacaktır. Böylesine ciddi ve hayatî bir netice için, çekilecek zorluk ve çileler göze alınmalıdır. Aksi takdirde insan, kendisine verilmiş olan hayatın içinde neredeyse bir figüran seviyesinde yaşamak zorunda kalacaktır. Hulasa, insan kendi varlığının mucidi olan Cenab-ı Vacib’ül Vücudun, muradını, meramını idrak etmeye talip olmalıdır. Allah’ın (cc), insanı insana sakladığını anlayan insan, olanca cazibe ve tantanalarına rağmen dışındaki dünyanın bir illüzyon olan aldatıcı özelliklerine kanmayacaktır. Hakikatin, dışımızdaki renkli ve cazip dünyadan daha çok, sırların ve gizemlerin ve en önemlisi anlamın mazharı olan öz varlığımızın ve öz cevherimizin içinde olduğunu idrak etmeli ve tüm kudretimizle ve tüm dikkat ve tenebbühümüzle oraya bakmalıyız, içimize…

Ahmet EFENDİ 01 Ocak
Konu resmiİnsan: Bir Damla Kan
İnsan

“Muhakkak ki biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de (onlar) onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular; insan ise onu yükleniverdi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.”  Sadî-i Şirazî “İnsan nedir?” sorusuna “Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endişe” diye cevap verir. Yani “İnsan bir damla kan ve bin endişe…” Hz. Mevlana’ya göre insan, ezelde kendisine yöneltilen o ilahi suâle “belâ” diyerek belanın bin bir türlüsüne talip olan mükerrem bir varlıktır. Kamışlıktan koparılarak içi temizlenerek “ney” makamına yükselen kamıştan bahsederken aslında insandan bahseder Hz. Pîr. Âdem babamızın vatan-ı aslisi olan cennetten ayrılıp dünya sürgününü yaşayan insan ney gibi içindeki fazlalıklardan yani gönlündeki mâsivâdan kurtulursa Hz. İnsan makamına yükselir. Bu, insan-ı kâmil olmanın diğer adıdır aslında. Ya da Şeyh Gâlib merhumun dediği gibi “Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdem” (yaratılmışların göz bebeği olan âdem) olmaktır. Risale-i Nur penceresinden ba­kıldığında insan şu mi­sa­fir­ha­ne-i dünyanın aziz ve nazdar bir misafiridir. Mükerrem bir misafirdir insan, Rahman’ın misafiri… Kâinatın küçük bir misalidir; öyle ki insanı büyütsen kâinat, kainatı küçültsen insan olur. Bütün kâinattan hassas mizanlarla süzülmüş bir katredir, bir damladır. Zihayatlar içinde en ziyade muhtaç olandır. Hadsiz acziyle ve fakrıyla beraber hadsiz maksatları ve arzuları, nihayetsiz düşmanları bulunan bir biçaredir aynı zamanda. Kabiliyetçe en zengini ve bekaya en ziyade müştak olanıdır. Zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir, fakat taşıdığı ruha, sahip olduğu akla, kalbinde beslediği istidatlara nazaran bu âlem-i şehadet ona ziyadesiyle dardır. “İnsan” kendisinin ne olduğunu henüz çözebilmiş değildir. Hiç şüphesiz onu en iyi bilen yine onu yaratan Rabbidir. “Hiç yaratan bilmez mi?”,1 elbette bilir. Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi “Yapan bilir ve bilen konuşur.”2 Konuştu da… İnsan kendini bilmez bir halde, şu dünya sahrasında ne yaptığını bilmez ve başıboş bir halde dolaşırken o ilahi muhataplıkla ne olduğunu idrak etti. Bir damla kan olan insan çok cahildir. “Muhakkak ki biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de (onlar) onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular; insan ise onu yükleniverdi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” 3 Bilmez… Bilmediğini bilmez, üstüne üstlük bildiğini zanneder. Cehl-i mürekkeb içinde debelenip durur. Cesareti de saadeti de cahilliğindendir çoğu zaman. Geçmişin elemlerinden ve geleceğin endişelerinden tamamen sıyrılmanın imkansızlığını inkâr edemez. Bir de kaçınılmaz sonu bilir, ötesine akıl yormaz. “Keşke bilselerdi.”   4 Bir damla kan olan insanın gafleti ummanlar kadardır. Gaflet ateştir, gaflet gecenin zifiri karanlığıdır, gaflet ağır bir uykudur, gaflet kalın bir perdedir... Ne mutlu o uykudan uyanıp perdeyi kaldırabilenlere. Zira bizim Yunus’un dediği gibi “perde kalkarsa aradan, zuhur eder yaradan.” İnsanlardan kimisi itikada kimisi ubudiyete dair bir gafleti yaşıyor. “Gaflet kalbin uykusudur. Kalp uyuduğunda dilin hareketine itibar edilmez. Kalp uyanıkken ise dilin sükûtu zarar vermez. Teyakkuzun manası Allah Teâlâ’yı gözeterek ve maslahatlarını yerine getirerek onu görmek, kendisine şahit olmaktır.”5 Bir damla kan olan insan haddinden fazla müsriftir. Dünyevileşme kıskacındaki insan, şu belalı asırda yeryüzü­nü seküler tapınaklarla doldurdu. AVM’ler, stadyumlar, “eğlence” mekanları, güzellik ve zayıflama salonları… Paranın, zamanın, yiyecek-içeceklerin, insanın, insani münasebetlerin, duyguların, kısacası ömür denilen sermayenin bu “tapınaklarda” israf edilişine şahit oluyoruz. “Vesile-i nimet” olan müşteri, “velinimet” olarak kabul edildiğinden olsa gerek teşekkür ve minnet hisleri de israf ediliyor. İnsan keşke bilseydi: Müsrif ne demek, iktisat ne manaya gelir, pinti kime denir? “Rahmân’ın o has kulları ki harcadıkları zaman ne israf ne de cimrilik ederler, ikisi arasında orta bir yol tutarlar.”    6 Bir damla kan olan insan bir hayli mağrurdur. “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilir ne de boyca dağlara erişebilirsin.”7 demişti Rahman. “Allah, kasılıp böbürlenen şıma­rıkları sevmez.”8 demişti. Fakat insan çok cahildi ve dikkate almadı bütün bu emirleri. “Ben ilmimi kendim kazandım.” de­di. “Tırnaklarımla kazıyarak bu­­ra­­lara geldim.” dedi. “Allah’ı bu iş­lere karıştırma.” bile dedi ça­mur akan ağzıyla, “Sizi Allah bi­le kur­taramaz.” da dedi. Torba de­ğil ki bu büzesin… Yalnız unu­tul­maması gereken bir şey var: Ne dem baki ne gam ba­ki ve “Şüphesiz ki Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”9 Bir damla kan olan insan “UNUTAN”dır. İnsan nisyan ile mâlûldur, demiş atalar. “Unutma” illetine müptela olarak doğar ve unutur insan. Aslını unutur, Rabbine verdiği sözü -yani “bela” dediğini- unutur, gözünü dünyaya yeni açtığında kendisini muhterem bir misafir gibi ağırlayanı unutur… “İnsanın başına bir sıkıntı gelince, Rabbine yönelerek ona yalvarır. Sonra Allah ona bir nimet verince, önceden yalvarmış olduğunu unutur.”  10 Ancak Rabbi onu unutmaz ve terk etmez. Bir damla kan olan insan, kan döken bir zalimdir. Ona “Yeryüzünde fesat çıkarmayın!”11 denildiği halde dinlemedi. Yaptığı iyilikleri nefsinden bilip zulümlerini kadere atmakla kurtulacağını zannetti. En önce nefsine zulmetti, kendi eliyle kendini tehlikeye attı. Sonra öz kardeşine, yetime, komşusuna, emri altındakilere zulmetti. Tabiat ve diğer mahlukat da insanın bu zulmünden nasibini aldı. Bebekler sahillere vurdu, yetimlerin feryadı ufukları kapladı. Kimi zaman Gazze oldu zulmün adresi kimi zaman Kaşgar… Çok uluslu bombalar çadır kentlere düşerken haber bültenleri ölü sayılarını yazdı. Olan biteni yazan sadece haber bültenleri değildi oysa. “Şüphesiz ki Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”12 “İnsan” olan insan bir damla kan­dan olduğunun idraki ile boyun büktü, af diledi, yakardı: “Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma! Sen bizim velimizsin, artık bize mağfiret eyle ve bize merhamet buyur çünkü sen bağışlayanların en hayırlısısın!”13 “Ey Rabbi­miz, bizi zalimler topluluğunun baskı ve şiddetine maruz bırakma!”14 “Beni Müslüman olarak vefat ettir ve beni salihler arasına kat!”15 Âmin… 1- Mülk, 12- Mektubat, 19. Mektup.3- Ahzab, 72.4- Ankebut, 41.5- İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, III. cilt6- Furkan, 677- İsra, 1118- Nisa, 369- Ahzab, 210- Zümer, 811- Bakara, 28612- Ahzab, 213- Araf, 47, 15514- Yunus, 8515- Yusuf, 101

Tarık ÇELİK 01 Ocak
Konu resmi“İnsanı Yaşat ki Devlet Yaşasın” Ne Demek?
İnsan

Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye yaptığı söylenen nasihatinde bir cümle geçer: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” Şeyh Hzretleri bu cümleyi hangi maksatla söylemiştir, bilmiyorum, fakat bugünden baktığımızda anlaşılacak çok tarafları var. Bunu biraz kurcalayalım istiyorum. İnsan ne ile yaşar? Önce şöyle bir soru sorsak: İnsan ne ile yaşar? Tolstoy bu soruyu bir hikayesinin başlığı olarak sormuş, hatta hikâyenin içinde bulunduğu kitaba da bu ismi vermiştir. Cevap olarak da toplamından şu sonuç çıkarılabilir: İnsanın en ihtiyaç duyduğu şey yine insandır. Daha doğrusu, insanda olan merhamettir. İnsan her durumda iyilik yapmalıdır. Bir yayınevinin kitabın tanıtımı için kullandığı cümlede geçen şu ayrıntı da önemli: “Peki insanların içinde hiç mi kötülük yoktur?” diye bir soru akla geldiğinde ise yazarın başka bir öyküsüne göz atmak yeterli olacaktır. “İnsana Ne Kadar Toprak Lazım?” hikâyesinde de bu sorunun cevabını buluruz. Belki burada biraz durup bu soruyu nefsimize sormalıyız… * * * “İnsan ne ile yaşar?” sualine pek çok cevaplar verilmiştir: Sevgi, değerler ve idealler, umut… Bediüzzaman Hazretleri de bu minvalde şöyle bir cümle kurar, “İnsanları canlandıran (yaşatan) emeldir. Öldüren yeistir.”1 der. Ye’sin altını da şu cümlelerle doldurup arkasında bir çözüm önerisi sunar: “Yeis, en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslam’ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki, bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ah­lâ­kımızı öldürmüş, menfaat-i umûmiyeyi bırakıp menfaat-i şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış, az bir kuvvetle imandan gelen kuvve-i maneviyeyi şarktan garba kadar istila ettiği halde, o kuvve-i maneviye-i harika meyusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebiler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esîr etmiş. Hatta bu yeis ile başkasının lakaytlığını ve füturunu, kendi tembelliğine özür zannedip, “Neme lâzım” der. “Herkes benim gibi berbattır” diye, şehâmet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor. Biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.”2 Peki nasıl? Cevaben, “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” ayetini bir kılıç gibi kullanıp ye’sin başını kesmemiz gerektiğini söyler. Baş­ka yerlerde geçen metinler­den destekle şöyle der: Eli­miz­den geleni yapıp, neticeyi Allah’a bırakarak. Başka psikolojik bir ayrıntı için dikkatimizi bir hadis-i şerife çeker ve “bir şeyin bütününü elde edemiyorum diye, hepsini terk etme” diyerek ikaz eder, ki insan yaşasın. Beden ve Ruh Burada yaşamayı iki cihette ele almak gerekiyor. Zira insan, beden ve ruhtan ibarettir. Bedenin yaşaması için maddi gıdaya, ruhun yaşaması için de manevi gıdaya ihtiyacı vardır insanın. Şeyh Edebali bunun ikisini de kastetmiş olmalı. Zira çoğu devletler gibi Osmanlı da çarşı etrafında şekillenmiştir. Bu çarşının hemen göbeğinde de cami vardır. Hem caminin hem de çarşının kural ve kaideleri de İslam ile şekillenmiştir. Devlet pek çok kısımlara ayrılsa da her birinin temelinde insan vardır. En küçük birim olan aileden ta devlete kadar bütün halkalar insan tekinin bir araya gelmesinden oluşur. Bunun için insanın birlik ve beraberliğe ihtiyacı vardır. Bunun için de eğitime… (Osmanlı mahalle mektebinden ahilik teşkilatına ve Enderun mekteplerine kadar önemli bir çerçeve çizmiştir bu konuda, ayrıca ele alınmalı, okunmalıdır.) Bunca masrafa değer mi? Sahn-ı Seman medreseleri, Fatih Sultan Mehmed döneminde, onun tarafından “insanı yaşat ki devlet yaşasın” mottosu çerçevesinde, son derece dona­nımlı bireyler yetiştirmeye yönelik açılmış eğitim kurumlarıdır. Ne var ki masraf çok, talebe az, istenen vasıfta yetişen öğrenci sayısı da senede bilemedin bir kişi. Sahn-ı Seman Medreselerinde sadece 15 öğrenciye eğitim verilmesine yönelik halk arasında çıkan “15 talebe için bunca masrafa değer mi” yollu şayialara cevabında, Fatih Sultan Mehmed, mealen “Ben buradan 1 tane kaliteli talebe çıkması için bu medreseyi kurdum. 15 tane nitelikli talebe çıkacağını bilsem, 15 medrese kurardım” demiştir.3 İnsanlık bu birleri bulduğu dönemlerde bambaşka ufuklara yelken açmıştır. Peygamberlerden yol açıcı veli kullara, Mimar Sinan’dan Fatih Sultan Mehmed’e, Şeyh Edebali’den Bediüzzaman Hazretlerine ve hakeza... Bazen bir bin olmuştur, bir anahtarın bazen bir hazineden daha değerli olduğu gibi. O birlerin varlığı da bir milletin varlığına vabestedir, çünkü onların kimler olduğu belli değildir. Onun için her bir insan kıymetlidir. Önemlidir. Biricik­tir. Hem her kademedeki insan bulunduğu yer için önem arz etmektedir. Fatih Sultan Mehmed kumandan olarak ne kadar önemliyse, Urban Usta da top dökümü için olmazsa olmazdır mesela. Çanakkale’de 250 bin şehid verilmiştir, velayet makamına çıkmışlar, kıymet kazanmışlardır. Bununla birlikte Seyyid Onbaşı, güzel niyetine bahşedilen kuvvetle kaldırıp isabet ettirdiği topun savaşın kaderini değiştirmesine bakan yönüyle hafızalara kazınmış önemli bir isimdir. Hatta öyledir ki, “Bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla bir millettir.”4 Mesele şu ki toplumda ve insan ferdinde bu niyet ve amelin aktif olmasının sağlanması gerekmektedir. Bunun için de Şeyh Edebali’nin nasihatine, Osman Gazi’nin de buna riayet etmesine ihtiyaç vardır. Hayatın hayatı Bu noktada şöyle bir iktibas, hem ferdin hem de milletin terakkisi ve devamı için kayda geçmiş önemli bir cümle olarak meselemize katkı sağlayacaktır. Bediüzzaman Hazretleri Lemaat isimli yarı manzum eserinde “Din ile hayat kabil-i tefrik olduğunu zannedenler felâkete sebeptirler” başlığında şöyle hayati bir meseleye dikkat çeker ve der ki: “Din hayatın hayatı hem nuru hem esası; ihya-yı din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı. Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nispeten milletin terakkisi. İhmâli nispetinde idi milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsî.”5 Unutulmuş bir hakikat olarak söylediği şu cümlede, ne zaman İslam dinine yapışılmışsa ileriye gidilmiş, ne zaman da İslam’dan uzaklaşılmışsa gerileme gelmiştir. Bundan dolayı ferdin de toplumun da hayatı/yaşaması dine bağlıdır. Hem maddi hem de manevi anlamda terakki, ancak İslam dini ile olabilir. Başka bir yerde de doğu batı kıyaslaması yaparken şöyle bir cümle kullanır: “Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir câmi hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz. Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru, ağleb-i hukemânın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi ve işaretidir ki, Asya akvamını intibaha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli!”6 Sonuç olarak İnsan beden ve ruhtan ibaret bir varlıktır. Ruhun dünyadaki varlığı beden iledir. Bedenin sağlığı ve canlılığı ruha elbette etki edecektir. Ama varlığı ve hizmeti ruhadır. Asıl olan ruhtur. Kalıcı olan da odur. Beden gittiğinde bile kalıcılığı devam eden, bedenin gitmesiyle alem değiştirip hayatına devam eden ruhtur. İnsanı yaşatmanın temelinde başta Allah’a ve ahirete iman olmakla, ibadet, ilim ve latifelerini besleyecek bütün unsurlar vardır. Sanattan edebiyata, kültürden spora, sevgiden değer vermeye varıncaya kadar ne varsa hepsi insanın kulluğuna ve bu şuura katkı sağlamaya yardım etmekle önem arz edecektir. İnsan madden ve manen ne kadar sağlıklı olursa toplum da devlet de o kadar sağlıklı olacaktır. İşte bundan dolayı “insanı yaşat ki devlet yaşasın” denilmiştir. Halen de caridir… 1- Mektubat, s. 5002- Age. s. 4513- https://iss.ihu.edu.tr/tr/uluslararasi- sahih-i-buhari-sempozyumu-nda-dunyanin-dort-bir-yanindan-islam-alimleri-bir-araya-geldi4- Said Nursi, Mektubat Mecmuası, Hutbe-i Şamiye, s. 4595- Said Nursi, Sözler Mecmuası, Lemaat, s. 3426- Said Nursi, Mektubat Mecmuası, Yirmialtıncı Mektub, s. 152

Metin UÇAR 01 Ocak
Konu resmiİnsan: Her Çağın İnşacısı Her Çağın İmhacısı
İnsan

İnsan her çağın âlimi, her çağın cahili. İnsan her çağın mazlumu, her çağın zalimi. İnsan her çağın inşacısı, her çağın imhacısı. İnsan her çağın mağruru, her çağın mütevazısı. İnsan her çağın müteşekkiri, her çağın mütekebbiri. İnsan her çağın lakaydı, her çağın mütefekkirane hayranı. İnsan her zaman çağının ötesinde, her zaman çağının gerisinde. İnsan her çağda hakikat, her çağda hamakat. İnsan her çağda arif, her çağda münkir. İnsan her çağda zahid, her çağda facir. İnsan, insanlık tarihi boyunca kendisi üzerine, kendisinin ma­hiyeti üzerine, kendisinin yap­tıkları üzerine, kendisinin dü­şün­dükleri üzerine ne çok söz söylemiş ne çok kalem oy­natmıştır. İnsan, kendisini tanımaya ve anlamlandırmaya yönelik bu çabasında henüz noktayı koymadığı bir serüveni yaşamaktadır. İçinde bulun­duğumuz çağda da insan üzeri­ne değerlendirmeler devam et­mek­tedir. İnsanlık tarihindeki en temel sorunlardan birisi “İnsan nedir?” sorusu etrafında şekillenmiştir. Bu soru insanın enfüsi aleminde kendisine sorduğu bir soru olmuş, kendince bir cevap bulmaya çalışmıştır. İnsanın kendisini aradığı bu serüvendeki daha başlangıç noktasından başlayan bir savruluşu söz konusudur. İnsanın serüveninin, bidayetinin, insanlığın efendilerinden, Allah’ın elçile­rin­den olan Hz. Adem’den baş­ladığı hakikati bir tarafa bı­ra­kıldığında, insanlığın başlangıç noktasına ilişkin savru­luşu “maymundan” olduğu nok­tasına kadar gitmektedir. Yine insanlığın efendilerinden ve Allah’ın elçilerinden Hz. İbrahim’in hakikati arama ve kâinatı anlama arayışında “ben batan şeyleri sevmem” kavrayışı bir tarafa bırakıldığında, insanlığın savruluşu cahiliye döneminde helvadan yapılan putları sevme noktasına kadar uzanmaktadır. İnsan Kendi Çağının Yazanıdır İnsan kendi çağının yaşayanı olduğu kadar kendi çağının hadiselerini ilmek ilmek yapan bir yazanıdır. Hem kendi çağının hadiselerine maruz olmakta hem de çağını kendi fiil ve düşüncelerine maruz kılmaktadır. Hem kendi çağının aşırılıklarına, barbarlıklarına, hakikat ve hikmetlerine muhatap olmakta hem de kendi çağını aşırılıklara, barbarlıklara, hakikat ve hikmetlere muhatap etmektedir. Kısa 20. Yüzyıl tarihi kitabının yazarı Eric J. Hobsbawm geçtiğimiz yüzyılı aşırılıklar çağı olarak nitelendirmektedir. Kitabının hemen başında on iki kişinin 20. Yüzyıla bakışına yer verir. İlk sıradaki görüşün sahibi Britanyalı felsefeci Isaiah Berlin “20. Yüzyılın büyük bir bölümünü yaşadığını… batı tarihinin en dehşet verici yüzyılı olduğunu” ifade etmektedir. Bu görüşün altını dolduran başta iki dünya savaşı olmak üzere nice trajik hadiseler yer almaktadır. Çağın hadisatları arasında hangi hususiyetin baskın olduğu, çağın ne şekilde nitelendirildiğinin belirleyicisidir. Bütün bir çağ boyunca insanın ve insanlığın neye riayet ettiği ve ne ile amel ettiği çağın ne kadar ideal olabileceği ya da savrulabileceğini de gösterebilmektedir. Yeni Bir Yüzyılın ve Bin Yılın İlk Çeyreğinde Bir yandan trajedileriyle, dönüm noktalarıyla, kırılma anlarıyla, kan ve gözyaşlarıyla, savaşlarıyla, iniş çıkışlarıyla, diğer yandan baş döndüren teknolojik ilerlemesi, hayal ötesi iletişim teknolojisi, ulaşım imkânlarının gelişmesi ve yüzyıl biterken uzay çağına erişilmiş olması hususiyetinin elde edilmesiyle bir koca yüzyıl geride kaldı. Geçen yüzyıldan devralınan bu hususiyetler, içinde bulunduğumuz yüzyılda da kendi ölçeğinde devam etmektedir. İçinde bulunduğumuz ana ka­dar olan külli birikimiyle, kâi­natın hakikatini, insanın mahiyetini daha kolay kavrayabilecek bir donanıma sahip olmuş olan insanın, geçen yüzyıldan tevarüs ettiği değerleri ters yüz etme, hakikati inkâr ve hakikate meydan okumaları artmıştır. Hatta geçmiş kavimlerin helakine sebep olan kimi sapkınlıkların kurumsallaştırılması ve hukuksallaştırılmasına ilişkin arayışlar ve uygulamaları içinde bulunduğumuz yeni yüzyıl ve binyılda daha da ivme kazanmıştır. Artık insansız hava ve kara araçlarının var olmasına neredeyse ünsiyet edildiği, uçan arabalardan bahsedilmeye başlandığı, sosyal medya olgusunun insan hayatının neredeyse merkezine yerleştiği, insanın ben merkezciliğinin ziyadeleştiği, artık şahısların dahi sahip olabildiği uyduların dizi dizi gökyüzünde bir yerden başka bir yere sevk edildiği ve artık bu minvalde ne olursa olsun insanın hayret etmediği ve her şeyin mümkinatına ihtimal verildiği bu çağda insanlığın yegane mücadelesinin, insanı insan yapan değerler üzerinden olacağı anlaşılmaktadır. Türkiye Yüzyılı Değerler Yüzyılı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 18 Aralık 2022’de Mardin’de yap­tığı konuşmasındaki, “Türki­ye Yüzyılının değerler Yüzyı­lı” ol­du­ğunu belirtmesi ve “Mar­din’ in temsil ettiği insani ve İslami değerlere iyi bakması gerekiyor. Mardin, bizim inancımızda ve medeniyetimizde insan onuruna, hayatına, din ve vicdan hürriyetine verilen önemin tarih ve estetikle yoğrulmuş, mücessem sembolüdür. Ne İslam’ı kendi aşırılıklarına maske yapanlar ne de bunlar üzerinden Müslü­manlara husumet besleyenler bu hakikati değiştirebilecektir. Mardin, asırlardır olduğu gibi bugün ve yarın da inancımızın aydınlık yüzü olmaya devam edecektir.” ifadesi önemlidir. İnsanlığın gelecek yüzyılının, geçmiş dehşetli yüzyılından farklı olmasının yolu; hem bireylerin hem çağın insani ve İslami değerlerle inşa edilmesinden geçmektedir.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Ocak
Konu resmiSakarya Türküsü*
İnsan

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya; Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir; Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat; Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat! Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine; Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin? Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük? Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!.. Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya! Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya? İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.Hamallık ki, sonunda ne rütbe var, ne de mal,Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan; Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân; Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an! Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu; Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu? Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna; Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna? Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir? Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir! Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler; Sakarya, kandillere katran döktü geceler. Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya, Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya! İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su; Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek; Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek? Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl! Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl! Sakarya, sâf çocuğu, masum Anadolu’nun,Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun! Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız; Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız! Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader; Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider! Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz; Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz! Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya; Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!.. *Necip Fazıl KISAKÜREK

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiİnsan! Neydi İnsan?
İnsan

“O (Allah) ki; yeryüzündeki şeylerin hepsini sizin için yarattı, sonra (kudret ve iradesiyle) göğe yönelip, onları da yedi (kat) gök olarak düzenledi. O, (her şeyi bilen) Alim’dir.”  Kimine göre konuşabilen, düşünebilen bir hayvan türü. Kimine göre maymundan evrim geçirmiş bir memeli. Bizim inancımıza ve kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’e ve insanların yol göstericisi Peygamberlere göre ise “kâinatın halifesi”, “eş­ref-i mahluk”. İnsan bir yolcudur ki sabâvet­ten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.1 Bir fail tarafından planlı, bir amaç ve gaye için özenle tasarlanarak yaratılmıştır. Yaratılmakla da kalmayıp bütün ihtiyaçları karşılanmıştır. Nitekim Cenab-ı Hakk Kur’an’ı Kerim’de “O (Allah) ki; yeryüzündeki şeylerin hepsini sizin için yarattı, sonra (kudret ve iradesiyle) göğe yönelip, onları da yedi (kat) gök olarak düzenledi. O, (her şeyi bilen) Alim’dir.” (Bakara, 2/29) buyurmaktadır. Güneşten Aya, yıldızlardan gezegenlere, uçan kuştan tavuğa, ineğe, koyuna kadar aklımıza gelecek tüm varlıklar -bir cihette- insan için hizmetkâr konumdadır. İnsan olmak kolay değil azizim, kolay değil… Böyle devasa kâinatın emrine verildiği insan elbette sıradan, başıboş, kimsesiz, sıradan değil ve olamaz da. Neye baksak görüyoruz ki bir hikmete binaen yaratılmış. Var olmasının bir anlamı var. Ağaçların gövdesi ayrı, meyvesi ayrı, yaprağı ayrı hikmetler taşıyor. Hayvanların eti ayrı, derisi ayrı hatta dışkısı bile ayrı hikmetler barındırıyor. Gezegenleri incelediğimizde bilimsel araştırmalar neticesinde her birinin ayrı ayrı vazifeleri olduğunu ve içinde bulunduğumuz Dünya adlı gezegene hizmet ettiklerini öğreniyoruz. Örneğin Jüpiter’in çekim kuvvetiyle, uzayda bulunan asteroit, gök taşları ve kuyruklu yıldızlar gibi gök cisimlerinden dünyayı koruduğunun bilinmesi gibi.2 Kainatta her şey birbirine düğümlenmiş gibi bağlantılı ve uyumlu hareket ediyor. Peki, gezegenler dünyaya hizmet ederken Dünya neye hizmet ediyor? Cevap olarak karşımıza yine insan çıkıyor. İnsan gerçekten çok kıymetlidir. Kendinin kıymetini idrakten yoksun bir kıymettedir. Ve her bir insan biriciktir, değerlidir, özeldir. Otun, kuşun, böceğin, ağacın değil tüm kâinatın üstüne titrediği, tayin edilen hayatın3 devamı için adeta pervane olduğu varlıktır insan. Az evvel zikrettiğimiz üzere tayin edilmiş bir hayat süreci/ömrü vardır insanın. Kimi kısa, kimi uzun yaşar ama biliriz ki sonludur hayat. Öyle ise insan kendini tanımalı değil midir? Kendisine bunca kıymeti vereni, alemi kendisine hizmetkâr edeni bulmalı değil midir? Kuru bir çubuk gibi kalmaktansa meyve veren bir ağaç olmalı değil midir? Varlığının gayesini bulmalı değil midir? Kaçmakta olduğu şeylerin aslına dönüş olduğunu fark etmeli değil midir? “Neden varım? Nereden geldim? Kim gönderdi? Nasıl geldim? Nereye gideceğim?” soruları sorulmalı değil midir? Sorular… sorular… sorular… Peki hangi bilim, hangi ideoloji, hangi felsefe bu soruların cevaplayabilir? Eğer insan kendi haline bırakılsa ve bu soruların cevaplarını bulması istenseydi, elbette çok zor olacaktı ya da tam anlamıyla bulabilmek mümkün olmayacaktı. Ama ne var ki insana bu kadar kıymet ve ehemmiyeti veren Zat (c.c.) ona bu konuda da yardımcı oldu. Yaratılan insanlar içerisinden mümtaz ve elyak olan kullarını bu soruların cevaplarını diğer kullarına bildirmekle vazifelendirdi ve ilahi kelâmı olan kutsal kitaplarla aradığımız soruların cevabını ve muradını iletti. Bize merhamet etti, bize şefkatle yol gösterdi. O vakit insana düşen yaratıcısını tanımak ve tayin edilen yol göstericilerin izinden giderek kendini bulmak, keşfetmek, değerini ve kıymetini idrak etmek ve ona göre yaşamaktır. İnsan bu sayede insan olmanın hakikatini kavrayacaktır. Selam ve dua ile... 1- Mesnevi-i Nuriye2- Earthsky3- En’am Suresi, 2

Seçil BULUT 01 Ocak
Konu resmiİnsan ve Üretim Azmi
İnsan

Üretmek deyince sadece maddi konudaki imalat işleri anlaşılmamalıdır. Fikir de üretilir. Dünyayı deliler mi yükseltiyor? Üretmek deyince sadece maddi konudaki imalat işleri anlaşılmamalıdır. Fikir de üretilir. Nasıl ki, maddi alanlarda imalat yapabilmek için bazı alet ve edevata, belki toprağa ve suya ihtiyaç duyuluyorsa, fikir üretebilmek için de gerekli altyapıya yani inanç, bilgi ve tecrübe birikimine ihtiyaç vardır. Yani herkes üretici olamıyor. Dediğimiz gibi bu bir süreçtir. Çalışmayı gerektirir. Bununla birlikte bazı insanlara üst seviyede kabiliyet, belki azim verilmiştir. Normalin üstünde olunca da davranışları normale göre farklı gelmiş, o farklılıkla standardın dışında kaldıkları için kendilerine “deli” denilmesine bile sebep olmuştur. İnsanoğlunun öyle kabiliyetleri var ki, ilk insan yeryüzüne gönderildikten sonra çeşitli giyecekler, içinde barınacak mekanlar, hatta korunaklı kaleler ve şehirler yapmayı öğrenmiştir. Şimdi ise uçabilmekte, dünya sınırlarını aşarak denizlerin ve­ya yer altının çok derinlikleri­ne inip, binlerce metre aşağılardaki değişik hazinelere ulaşıp oralardaki katı, sıvı veya gaz halindeki ihtiyaç maddelerini çok yakınına getirebilmektedir. Hatta bulunduğu yerden, çok uzak mesafeleri sesli ve görüntülü olarak canlı takip edebilir hale gelmiş, bu takip vasıtalarını da çokça küçültüp, her isteyenin cebine koymuştur. Karada, denizde ve havada gi­de­bilen cihazları yapmakla be­ra­ber bunları uzaktan idare ede­bilecek vaziyete getirmiştir. Peki, insanı ilk halinden günümüzdeki vaziyetine getiren dinamikler nelerdi? Yani bu insan, niye durduğu yerde durmaz da sürekli yenilikleri kovalar? Öyle ki her şeyin daha iyisini, daha hızlısını, daha kolayını, daha kıymetlisini, yerine göre daha ucuzunu, daha kullanışlısını yapar da durur; yani durmaz. Onu bu derece harekete getiren sadece ihtiyaçları mıdır? Diyelim ki yiyecek, giyecek, barınak ihtiyaçtı ve bunları daha kolay, daha bol şekilde elde etmek için gayretler içine girdi. Peki, mesela uçmak nerden bir ihtiyaç haline geldi? Demek istediğim, ilk uçma denemesi yapanlar, uçmayı başarınca havadan şehirler veya kıtalar arası insan veya eşya nakletmeyi tasavvur etmişler miydi? Mesela, Hezarfen Çelebi’nin kafasında ne vardı? Sadece insanoğlunun da bir şekilde uçabileceğini mi ispat etmek istiyordu? Albert Einstein, meşhur “kütle-enerji denkliği” formülünü ortaya attığında, ucunun atom bombasına ve kitlelerin imhasına dayanacağını biliyor muydu? Bu soruyu şöyle de sorabilir miyiz? Tek başına çalışırken ailesine yetebilen bir müteşebbis, yanında yirmi kişi çalıştırmaya başladığında daha rahat bir hayatı elde ettiğini ve bunun kendisine ve ailesine fazla bile geldiğini gördüğü halde, bununla da yetinmeyip, neden çalışan sayısını yüzlere veya binlere, kendisine ait veya ortak olduğu işletmelerin sayısını onlarca adede çıkaracak yeni arayışlar içerisine girer? Benim anladığım, burada değişik sâikler de olmakla beraber üretmek, ortaya yeni ve daha faydalı şeyler koyma gayreti ağırlıkta. Yani, Risale-i Nur Külliyatında geçen “her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister”1 kaidesi icabınca ancak asırlar sonra anlaşılacağını bile bile ömrünü yeni şeyler ortaya koymaya adar. Belki ömrünü yokluk içinde geçirdiği halde, kendisini adadığı gayeden şaşmayan nice şaşkınlar(!) geldi bu dünyaya. Hatta içinde bulunduğu toplum veya idarecileri tarafından takdir edilmek şöyle dursun kınanacağını, “deli” denilip, alay konusu olacağını, belki katledileceğini bile bile yollarını değiştirmediler, sözünü geri almadılar, farklı şekilde de olsa yine doğru bildiklerini ifade ettiler. Adeta, kendilerini vazifeli bilip, “insanlara vermeleri gereken ese­ri veya mesajı” vermekten ge­ri durmadılar. Anahtar burası olsa gerek. Fikirleriyle, eserleriyle, icatlarıyla, kendilerine verilen kabiliyetleri dolayısıyla “üzerlerinde hissettikleri vazifeyi” insanlığa aktarmak için son nefeslerine kadar mücadele ettiler. Her biri kendi alanında insanlığa çığır açan bu kimselerdi ve âdeta seçilmişlerdi. Ölüm döşeğindeyken bile ziyaretine gelenlere davalarını anlattılar; nasihat ettiler. İnananlarının sayısını arttırmaya çalıştılar. “İmkânım yok”, “bugün hava çok sıcak veya soğuk”, “harp za­manındayız”, “yerim müsait de­ğil”, “gözümün biri görmüyor” veya “biraz daha yatak key­fi yapayım” demediler. Çünkü “Kafasında projesi olanı hiçbir yorgan tutamaz”dı. Hatta daha az uyumanın çaresini aradılar. “Elimden gelse uykuyu karşıma alır, silahla vururdum” diyenler oldu ve hayatları da buna şahitlik etti. Yüzlerce insanın yapamayacağı işlerin çoğunu tek başlarına hastalık, yaşlılık ve hatta ağır idari baskılara rağmen başardılar. Kimi zaman bir dava adamı, kimi zaman ilim adamı, kimi zaman komutan, kimi zaman belki iş adamı oldular… Kendilerini vazife-perver gördüklerinden, “artık yeter, biraz da başkası yapsın” demediler; çünkü yapmadıklarında, içlerinde adeta bir kor haline gelen o iç saikleri daha da harlandı. Yani hep proje adamı oldular. Ben demediler, “milletim” veya “bütün insanlık” dediler. Bazısı için yerinde kalmada ısrar etmek münasip geldiyse de bazıları mekan veya coğrafya değişikliği yapıp, yine kaldığı yerden devam etti. “İnsanların buna ihtiyacı var veya ileride olacak” dediler. Bir rivayette, batılılara göre matematiğin ve mekaniğin babası sayılan ve yerçekiminin bir kanun olduğunu ilk ortaya atan eski Yunanlı Arşimet, bir sokakta toprağa çizdiği geometrik şekillerin başında düşünürken yani ilmi bir tefekkür halindeyken, o sırada bulunduğu şehri işgal etmekte olan Romalı askerler tarafından bulunmuş; kendisini götürmek isteyen askerleri terslemiş. Onun o düşünce halini terk etmediğini görünce sinirlenip kılıç darbeleriyle öldürmüşlerdir. Son sözünün “Şekillerimi bozmayın!” olduğu anlatılır. Efendimiz (sav) de “Yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile, bugün elinizdeki fidanı dikin.”2 buyurarak ağaç dikmenin önemine işaret ederken, hedefe yürümede Allah’a sığınıp engel tanımamanın şevk ve gayret tohumlarını ekmişti içimize… Ömrünü İslam ümmetine adamış, çocukluğundan beri tek rüyası hizmet etmek olan Bediüzzaman Hazretleri ise, Van Kalesi’nin iki minare boyundaki tepesinden ayakları kayıp düşerken “Davam!” dediğini yanında bulunanlar aktarır. Bir inayetle, kavis çizer gibi tepenin birkaç metre altındaki mağaraya savrulur. Çünkü vazifesi henüz bitmemiştir. Takdir görmese de bilakis sayısız manilere rağmen, insanlığa hizmet etme gayretini kaybetmemek! Saygıyı hak eden ne asil bir davranış bu. İşte bu öyle bir saik veya dinamik ki, -buna “şevk-i mutlak” diyenler var- kaç defa menfi netice alırsa alsın veya nasıl bir muamele görürse görsün usanmadan, geri adım atmadan doğruca gayesine yürütüyor sahibini. Vazifelendirildiklerinden haber­dar veya habersiz olarak, insanlığa maddi veya manevi faydalar sağlamak maksadıyla bir saat­lerini bile boşa harcamadılar. Şurayı da unutmamak gerek; kendisini istihdam edeni bilip ona itaat eden, faaliyetini ibadete çeviriyor ve açtığı çığırın neticesini aynıyla hanesine yaz­dırıyor. Gayretini Allah için de­ğil de başka maksatlara adayanlar ise, yeryüzünü imar etmenin mevsufu oluyorlar. Her bir peygamber de (asm) birer dünyevi mesleğin çığırını açmadılar mı? Kendilerinden sonrakilere bu cihetten de ilham kaynağı olanlar onlar değil miydi? İlk “deli” damgasını yiyen, bu­nu göze alıp ömür boyu ifa-yı vazife eden de onlardı yani peygamberlerdi, velilerdi... Bir de “aman bana deli demesinler” diye çılgın fikirlerini gizleyenler, oturduğu yerden ileri gidemezmiş. Tefekkürle kalın. 1- Asa-yı Musa, 1572- Buharî, el-Edebül-Müfred s. 168

İsmail ERDOĞAN 01 Ocak
Konu resmiRahm-i Mâderdeki İnsan
İnsan

Rahm-i mâderdeki insan, görebilenler için, kâinat kitâb-ı kebirinde Rabbimizi bize tanıtan küçük ve perde ardında güçlü bir ayettir, bir dildir, bir delildir. Bu tarz delilleri ne kadar çok okuyup tefekkür edersek o kadar imanımız kuvvetleşir, kemale erer.  Ey insan, oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku.1 Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerimi ve dahi kâinat kitabını oku. İmanını kuvvetlendirmek, kemâle erdirmek için oku. Sebeplere bakarak, mü­seb­bibü’l-esbabı tanımak için oku. Hiçbir fiil, fâilsiz olmaz kaidesince, esere bakarak, mües­sirini; sanata bakarak, sâniini oku. Velhâsıl, kudret kaleminin yazdığı her satırı oku! Gelin, ana rahmindeki çocuk bize neler ifade ediyor, okuyup anlamaya çalışalım: Birincisi: Anne karnındaki bebek, Rabbimizin vahdetine şehadet ediyor ve diyor ki, diğer insanlarla muvafık ve mutabık olarak el, kol, göz, kulak, dil gibi organları bana veren diğer tüm insanları yaratan aynı yaratıcıdır. “Bana bu sîmâ ve a‘zâyı veren kim ise, bütün esâsât-ı a‘zâda bana benzeyen bütün insanların sânii dahi odur. Ve hem bütün zîhayatın sânii odur.”2 İkincisi: Anne karnındaki insan, Rabbimizin iradesini gösteriyor. Yani daha dünyaya gelmemiş bir bebek ifade ediyor ki; beni yaratan, yaşatan, bana hayat veren Rabbimin bir iradesi var. Her şey O’nun dilemesiyle oluyor. Hususî rahmetiyle bana özel bu yüzü, bu uzuvları yaratan oldukça mahir, sanatkâr bir Rabbim var ve O hiçbir kayıt altında değildir. Üçüncüsü: Anne karnındaki bebek -kendi lisanıyla- Samed olan Rabbimizi tanıtıyor. Samed, ihtiyaçlarını gidermesi için herkesin başvurduğu, yaratılmışlara özgü acz ve ihtiyaçtan münezzeh, ebedî ve bâ­ki yüce varlık demektir.3 İşte Allah Teâlâ, kendisi hiçbir şeye muhtaç değil fakat herkes O’na muhtaç. Evet, dünyaya gözlerini açmaya hazırlanan küçücük bir insan nasıl acizse, akıl baliğ olmuş, irade ve aklını kullanabilen diğer bütün insanlar da gerçekten âcizdir. Rabbimiz ise Kadîr yani her şeye gücü yetendir. Dördüncüsü: Rahm-i mâder­deki bebek ifade ediyor ki, insan ahsen-i takvim üzere yaratılmıştır.4 Yani hem fizikî ve bedenî hem de manevî ve ruhî açıdan en güzel bir şekilde yaratılmıştır. Başta Hüccetü’l İslam İmam-ı Gazali Hazretleri olmak üzere ehl-i akıl ve tahkik, görünen şu harika nizam ve intizamdan, ilahî sanatın kusursuzluğundan ve Allah’ın her şeye en uygun bir vücut vermesinden dolayı demişler ki: لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ Yani: “İmkân dairesinde, şu an var olandan daha güzeli yoktur.”5 Beşincisi: Rahm-i mâderdeki be­­bek diyor ki, bendeki göz, ku­lak, el ve ayak gibi organları birbiriyle uyum içerisinde, oran­­tılı ve simetrik bir şekilde ya­ra­tan, ilim, irade ve kudret sahi­­bi bir Rabbim var. Basit bir top­lu iğne bile kendi kendine ol­­ma­sı mümkün değilken benim gibi bir insanın -böyle mü­­kem­­mel bir varlı­ğın- kendi ken­di­ne olması mümkün müdür? İşte rahm-i mâderdeki insan, görebilenler için, kâinat kitâb-ı kebirinde Rabbimizi bize tanıtan küçük ve perde ardında güçlü bir ayettir, bir dildir, bir delildir. Bu tarz delilleri ne kadar çok okuyup tefekkür edersek o kadar imanımız kuvvetleşir, kemale erer. Rabbimiz dünya ve ahiret saa­­de­ti­miz için muhtaç ol­duğu­muz iman-ı tahkikiyi elde eden­le­rden eylesin. Âmin. 1- Alâk, 96/1.2- Lem’alar, s. 114.3- https://islamansiklopedisi.org.tr/samed4- Tîn, 95/4.5- Zülfikar, s. 326.

Ali CİRİT 01 Ocak
Konu resmiTevekkülü Doğru Anlamak
İnsan

Sözlükte; “Allah’a güvenmek” anlamındaki “vekl” kökünden türeyen tevekkül; “birinin işini üstüne alma, birine güvence verme; birine işini havale etme, ona güvenme” manalarına gelir. Birine güvenip dayanan kimseye mütevekkil, güvenilene vekil denir.1 Tevekkül ıstılahta ise; “bir kimsenin kendini Allah’a teslim etmesi, rızkında ve işlerinde Allah’ı kefil bilip sadece O’na güvenmesi” şeklinde tanımlanmaktadır.2 Tevekkül, imanın ve Müslümanlığın olgunluğunu gösteren alametler arasında en önemli maddelerdendir. Güçlü bir tevekkül anlayışı sağlam iman ile doğru orantılıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde tevekkül, müminlere ait temel bir sıfat şeklinde ele alınıp mütevekkillerden övgüyle söz edildiğinden İslâm’ın ana ilkeleri arasında kabul edilmiştir. Örneğin; Hz. Mûsâ’nın (asm) kavmine; “Ey kavmim! Eğer hakikaten Allah’a iman ettiyseniz ve gerçekten O’na teslim olduysanız, o halde yalnızca O’na dayanıp güvenin” diye öğüt vermesi söylenmiştir.3 Anlaşılacağı üzere Allah tevekkülü, hakikaten iman eden ve ona teslim olan kimselerin yapması gereken bir ahlak olarak vasıflandırmıştır. Cenab-ı Hak müminlerin özelliklerini sayarken “Onlar sadece Rable­ri­ne tevekkül ederler.”    4 diyerek te­vek­külün müminin vasıfların­dan birisi olduğunu açıkça ifade etmektedir. Cenab-ı Hak diğer bazı ayetlerde de şöyle buyurmuştur; “İşte Allah’tan bir rahmet iledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Hâlbuki kaba, katı kalpli olsaydın, elbette (onlar) etrafından dağılırlardı. Artık onları affet, onlar için mağfiret dile ve (hakkında vahiy gelmeyen bir) iş hususunda onlarla istişare et! Fakat (bir görüşte)karar kıldığında, artık (işe giriş ve) Allah’a tevekkül et! Muhakkak ki Allah, tevekkül edenleri sever.”5 ve “Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa (Allah) o kimseye bir kurtuluş yolu sağlar, onu ummadığı bir yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter...6 “Bir adam, ‘Ey Allah’ın Resu­lü! Devemi bağlayıp da mı Allah’a tevekkül edeyim, yok­sa bağlamadan mı tevekkül edeyim?’ diye sordu. Re­sûlul­lah, ‘Önce onu bağla, sonra Allah’a tevekkül et!’ buyurdu.”7 Başka bir hadise ise şöyledir: Bir defasında Peygamber, iki kişi arasında hüküm vermiş­ti de bunlardan aleyhine hüküm verilen adam dönüp gi­derken, “Allah bana yeter. O, ne güzel bir vekildir.” dedi. (Bunu duyan) Peygamberimiz de ona, “Allah, ihmalkârlık ve gevşeklikten hoşlanmaz. Se­­nin akıllı davranman gere­kir. Artık yapabileceğin bir şey kalmadığı zaman, “Bana Al­lah yeter. O, ne güzel bir vekil­dir.” de!” şeklinde tavsiyede bulunmuştu. Bediüzzaman Hazretlerine Göre Tevekkül ve Tembellik Bediüzzaman Hazretlerine gö­re tevekkül, sebepleri bütün bütün reddetmek değildir. Bilakis tevekkül, sebepleri Allah’ ın kud­retinin bir perdesi ola­­rak kabul edip riayet etmek ile gerçekleşmelidir. Zira sebeplere başvurmak bir çeşit fiili dua hükmüne geçmektedir. Müsebbebatı yani sebeplerin neticesini ise sadece Allah’tan istemek, neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmak gerekmektedir.8 “Allah bana yeter” demek eksik bir söylemdir Sebepleri yok saymak ve riayet etmemek doğru değildir. Gereken sebeplere ve tedbirlere uymamak Allah’ın hikmet ve iradesiyle kâinatta koyduğu adetullah kanunlarına karşı çıkmak anlamına gelmektedir. Sebepler dairesinde yapılan tevekkül ise bir çeşit tembellik ve atalettir.9 Bir diğer cümle ile herhangi bir işin neticeye ulaşması için gereken ön şartlarda tevekkül etmek tembelliktir. Bu ön şartları yerine getirdikten sonra neticeler noktasında yapılan tevekkül ise hakiki tevekküldür.10 Fahreddin Razi yukarıda zikredilen ayette istişare ve tevekkülün beraber emredilmesinin tevekkülde sebeplere uymak gerektiğine delalet ettiğini ifade etmiştir. Eğer Allah bazı cahillerin söylediği gibi insanların yaptığı ihmalleri, tembellikleri tevekkül olarak kastetmiş olsaydı istişareyi emrettikten sonra tevekkülü emretmesi ters bir hal olurdu. Çünkü kişi tevekkül edecekse neden istişare etmeye gerek duymalıdır ki. Buradan hareketle Razi tevekkülü şöyle tanımlamıştır: “Bilâkis tevekkül, insanın zahirî sebepleri görüp gözetmesi ve fakat bununla beraber o sebeplere kalbiyle istinâd etmeyip, aksine Hakk’ın hıfz u emânına, himayesine dayanmasıdır.”11 Bediüzzaman Said Nursi’ye gö­re eskiden zengin olan İslam dev­letinin ve Müslüman halkların fakirleşmesinin en temel sebeplerinden birisi, yukarıda ifade edilen yanlış tevekkül anlayışıdır.12 Yanlış tevekkül telakkisi çalışma ve gayret etmeye engel olmuştur. Tevekkül ve çalışmak arasındaki sıkı irtibatın doğru anlaşılamaması İslam dünyası için çeşitli sorunlara sebep olmuştur ve günümüzdeki fakirliğin bir sebebi de budur. Kenara çekilerek çalışmayı, gayret etmeyi, koşuşturmayı, sebeplere uymayı terk edip “Allah bana yeter” demek eksik bir söylemdir. Doğru Tevekkül Anlayışına Bir Örnek: Hicret Muhakkak ki her konuda olduğu gibi tevekkül hasletinde de bize en iyi örnek olacak Hz. Muhammed (sav)’in şu kıssası, yukarıdaki anlatılan doğru tevekkülü bize tefsir etmektedir. Sevgili Peygamberimiz, hicret emrini aldıktan sonra en sadık dostu Hz. Ebubekir-i Sıddık’ın (ra) yanına gitmiş ve beraberce yola koyulmuşlardı. Bu esnada müşrikler, onların yokluğunu fark etmiş, derhal onları aramaya başlamışlardı. Sevgili Peygamberimiz tehlikeyi tahmin etmiş olmalı ki tedbir amacıyla gece yolculuğunu tercih etmişti. Buna ek olarak müşrikleri şaşırtmak ve yakalanmamak için bilinen ve sıkça kullanılan bir yola bedel, Medine’nin tam ters istikametinde bulunan Sevr Dağı üzerinden yola koyulmuşlardı. Sevgili Peygamberimiz ve yol arkadaşı, üçüncü bir tedbir olarak ise müşriklerden saklanmak gayesiyle Sevr Dağı’nda bir mağarada birkaç gün konaklamışlardı. Buna rağmen kafirler onların izini bulmuş, mağaranın önüne kadar gelmişlerdi. Hz. Ebubekir (ra) bu esnada onların ayaklarını görmüş ve “Ayaklarının dibine bakacak olsalar kesin bizi görecekler” diyerek içinde bulunduğu endişeyi dile getirmişti. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem (sav), bundan sonra “yâr-ı gar” olarak da anılacak olan sevgili arkadaşı Hz. Ebubekir’e (ra); “Üçüncüsü Allah olan iki kişiye sen ne olacağını zannediyorsun”13 ve “Üzülme! Çünkü Allah bizimle beraberdir”14 diyerek hem onu teselli etmiş hem de sarsılmaz, kuvvetli imanı ile tevekkülünü göstermişti. Bunun üzerine “Resul-i Ek­rem’ in (asm), sıddık yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir (ra) ile, küffârın ta­ki­binden kurtulmak için sığındıkları mağaranın kapısında iki nöbetçi gibi iki güvercin gelip beklemiş ve örümcek dahi perdedar gibi harika bir tarzda kalın bir ağla mağara kapısını örtmüştür. Hatta Kureyş kabilesinin reislerinden Re­sul-i Ekrem’in (asm) eliyle Bedir Sa­vaşı’nda öldürülen Übeyy b. Ha­lef mağaraya bakmış. Arka­daş­­ları demişler: “Mağaraya gi­­­­re­­lim.” O da “Nasıl girelim? Bu­ra­da bir ağ görüyorum ki, Haz­ret-i Muhammed (asm) henüz doğ­ma­dan bu ağ yapılmış gibidir. Bu iki güvercin işte orada du­ru­yor. Mağarada bir kimse olsa orada dururlar mı?”15 ceva­bı­nı vermiştir. Yüce Allah, bu hadisede Habibi’nin üzerine bir güven, huzur ve itmi’nan indirdiğini ve görünmez ordularıyla onlara yardım ettiğini bizlere bildirmektedir.16 Göründüğü gibi sevgili Peygamberimiz gece yolculuğunu tercih ederek, Medine’ye tam ters bir istikametten yola koyularak ve Sevr Mağarasında birkaç gün konaklayarak müşrikleri şaşırtmak için gerekli bütün tedbirleri almış, daha sonra Rabbine kuvvetli bir inanç ile tevekkül etmiştir. Kendisi bir peygamber olmasına rağmen ve وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ  yani “Allah seni insanlardan muhâfaza edecektir” ayetinde ifade edildiği gibi, İlahi bir koruma altında olmasına rağmen tedbirlerde gevşeklik göstermemiş, sebepler dairesinde hareket ederek tevekkül etmiştir. Tevekkülün Önemi Bediüzzaman Said Nursi’ye gö­re insan Cenâb-ı Hakk’ı tanı­maz­sa ve ona tevekkül etmezse gayet derecede âciz ve zayıf, sonsuz derecede muhtaç ve fakir, hadsiz musibetlere ma‘rûz, elemli ve kederli bir hale giriftar olur.17 Eğer insan Allah’a dayanıp tevekkül etmezse vicdanı daima azap içinde kalır. Meşakkatler, elemler, hüzünler onu boğar.18 Bediüzzaman Hazretleri tevekkülün önemini, rahatlığını, bizi büyük sıkıntı ve kederlerden kurtardığını akıllarımıza yaklaştırmak amacıyla şöyle bir hikâye anlatmaktadır: “Tevekkül eden ve etmeyenin misâlleri şu hikâyeye benzer: Vaktiyle iki adam hem bellerine hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye (gemiye) bir bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezâret eder. Diğeri hem ahmak hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: “Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.” O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zâyi’ olur. Ben kuvvetliyim. Malımı belimde ve başımda muhafaza edeceğim.” Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefîne-i sultaniye daha kuvvetlidir. Daha ziyâde iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat (güç) getiremeyecek. Kaptan dahi eğer seni bu halde görse, ya ‘dîvânedir’ diye seni tard edecek (kovacak). Ya ‘hâindir, gemimizi itham ediyor. Bizimle istihzâ (alay) ediyor. Hapsedilsin diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü ehl-i dikkat nazarında zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyâyı ve zilleti gösteren tasannuun (yapmacık davranış) ile kendini halka mudhike (gülünç) yaptın. Herkes sana gülüyor” denildikten sonra, o biçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu. Üstünde oturdu. “Oh! Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum” dedi. İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfurûşluktan (kendini beğendirme gayreti) ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden (ahiretteki mutsuzluk) ve tazyikat-ı dünyeviye (dünyadaki sıkıntılar) hapsinden kurtulasın.”19 Özetle Gerekli tedbirleri ve ön şartları yerine getirip sonucu Allah’a havale etmek, gerçek tevekküldür. Maddi ve manevi sebeplerin hepsine başvurduktan sonra Allah’a güvenip, dayanmaktır tevekkül. Aksi takdirde şart ve sebeplere uymadan yapılan tevekkül bir tembelliktir. Örneğin bir kimsenin sınavlarına çalışmayıp iyi bir sonuç almak için Allah’a güvenmesi; hiçbir iş yapmadan ev, araba sahibi olmak için Allah’a dayanması; kişinin üzerine düşenleri yapmadan kadere rıza gösterdiğini ve teslimiyet içerisinde olduğunu ifade etmesi tembelliktir, sorumluluktan kaçmaktır. Bu ise adetullah kanunlarına uymamak ve neticede başarısız olmak demektir. Bu konuyu Hz. Ömer’in şu ibretlik kıssası ile bitirelim. Bir gün Hz. Ömer, Yemen hal­kından (boş gezen) bazı insan­larla karşılaştı. Onlara, “Siz kim­siniz?” diye sordu. Onlar da “Biz tevekkül edenler (mütevekkiller)iz.” dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer onlara, “Aksine siz hazır yiyiciler (müteekkiller)siniz. (Gerçek anlamda) tevekkül eden, tohumunu yere atıp (sonra) Allah’a tevekkül edendir.” dedi.20 1- Mustafa Çağrıcı, Tevekkül, “DİA”, İstanbul 2012, c.41, s.1-22- İsfahanî, Râgıb, el-Müfredât fî garîbi’l-Kur’ân, Dâru’l Kalem, Beyrut 1992, 3- Yunus,844- Enfal,25- Âl-i İmran, 1596- Talak, 3.7- Tirmizi, Sıfatü’l-kıyâme, 608- Said Nursi; Sözler, s.1069- Nursi; İşaret’ül İ’caz, s. 1810- Nursi; Mektubat-2, s.50511- Fahreddin Razi, Mefatih’ul Gayb, 12- Nursi; Mektubat-2, s.39813- Buhari, Fedailü Ashâbi’n Nebî, 2 ; Müslim, Zühd, 7514- Tevbe,4015- Nursi, Zülfikar, s.28116- Tevbe,4017- Nursi; Şualar-1, s.17418- Nursi; Sözler, s.1419- Nursi; Sözler, s.10620- İbn Receb, Câmiu’l-ulûm, cilt, 1, s. 441

Abdulkadir ERTAŞ 01 Ocak
Konu resmiUyanın! Rahmet Mevsimi Geldi
İbadet

 “Seksen küsur sene bir ömr-ü maneviyi sizlere kazandıracak olan şuhur-u selâse-i mübârekeyi ve bilhassa bu geceki Leyle-i Regâib’i tebrik ediyoruz.”1 “Bu şuhur-u selâse, seksen küsur sene bir ömrü kazandırıyor. Elbette sizler gibi mücahidler, onu kazanmaya çalışacaksınız. Cenâb-ı Hak her bir gecesini sizin hakkınızda Leyle-i Mi’rac ve Leyle-i Berat ve Leyle-i Kadir kadar kıymetdar eylesin, âmîn.”2 Cenâb-ı Hakk’a hudutsuz şükürler olsun ki bizlere tekrar şuhur-u selâseyi (üç ayları) görmeyi nasib etti. Feyiz, bereket ve mağfiret dolu bu manevi rahmet mevsimine kavuşmanın lezzetini yaşayacağız inşaallah. Üç ayların gelişiyle İlâhî rahmet coşar. Dünya cennetten süzülen nuranî bir havayla dolup taşar. Müslümanların kalpleri huzurla dolar. Semavat âlemlerinin mübarek ve masum sakinleri gruplar halinde müminlerin etrafını sarar. Âlemlerin Rabbinden kullarına rahmet, mağfiret, feyiz ve bereketler yağar. Kâinatın atmosferi değişir, manevi bir çarşı açılır. Öyleyse her bir mümin, bu mukaddes pazardan maddî ve manevi ihtiyaçlarını temin etmek hususunda azami gayret ve çaba göstermelidir. Üç ayların müminlere kazandırdığı yüksek kâr ve kazancı Bedîüzzaman Hazretleri şu sözleriyle ifade eder: “Her hasenenin (iyiliğin) sevabı başka vakitte on ise Receb-i Şerifte yüzden fazladır. Şaban-ı Muazzamda üç yüzden ziyadedir. Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar ve cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadir’de (kadir gecesinde) otuz bine çıkar.”3 Üç Aylar ve Kulluk Şuurunun Tazelenmesi Rabbimiz Kur’ân-ı Hakîm’in pek çok ayetinde, insanın yaratılış gayesinin kendisini tanımak ve kendisine kullukta bulunmak olduğunu bildirir. İnsan imtihan için geldiği bu dünyada ebedî kalmayıp gün geldiğinde ahirete gidecektir. Ahirette ya ebedî saadet yurdu olan cennetin şerefli bir misafiri ya da daimî azap yurdu olan cehennemin bedbaht bir sakini olacaktır. Bu imtihanı kazanmak ya da kaybetmek meselesi insanın en mühim ve büyük bir meselesi iken; insanların ekserisi gaflet sebebiyle dünyaya bağlanmakta ve ahiret hazırlığını hep ihmal etmektedir. Bu vaziyetteki insanlar, gaflet uykusundan ancak ölüm ziliyle uyanabilmekte ve telâfisi mümkün olmayan bir helakte kendilerini atmaktadırlar. Rahmeti gazabını geçen Rabbimiz, insana gafletten sıyrılıp kulluk şuurunu tazelemesi için değişik fırsatlar sunar. Günlük beş vakit namaz, ezân-ı Muhammedî, Cuma namazı, Ramazan-ı Şerifteki oruç ve hac farizasını bu kabilden yani insanları gafletten uyandıran manevi bir uyarıcı olarak kabul edebiliriz. Receb-i Şerif ve Fazileti Rahmet mevsiminin ilk halkasını Receb-i Şerif oluşturmaktadır. Receb; tazim ve saygı anlamlarına gelir. Allah Resulü (sav), Recep ayı Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır”4 buyurmuştur. Cahiliye dönemindeki Araplar da bu aya gereken tazim ve hürmeti gösterirlerdi. Bu ay içinde kılıçlarını kınına sokar ve kanlı düşmanlıklarının üzerine geçici de olsa sükûnet örtüsünü çekerlerdi. Bu aya sağır ay denmesi sükûnet ayı olmasındandır. Sağır ay olmasının başka bir nedeni ise, Receb-i Şerifin hürmetine, bu ayda işlenen günah ve hataları bu ayın duymaması ve müminlerin sadece sevaplarına şahitlik etmesidir. Yani Cenâb-ı Hak müminlerin işledikleri günahları bu ayda affetmektedir. İslâmiyet’in gelişiyle bu aya olan hürmet ve tazim devam ettirilmiş, içindeki Regâib ve Miraç geceleriyle de Allah katındaki şerefi insanlara bildirilmiştir. Peygamberimiz (sav) üç aylara girdiğinde Ramazan ayına kadar şöyle dua ederlerdi: “Allah’ım! Recebi ve Şabanı hakkımızda hayırlı ve mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.”5 Receb ayına recm ayı da denir. Çünkü bu ayda şeytanlar müminlere eziyet ve sıkıntı vermemeleri için taşlanır, kovulup uzaklaştırılırlar. Receb ayına mutahhar (temizleyici) denmesinin sebebi ise; bu ayda tutulan oruçların, hataların ve günahların temizlenmesine vesile olduğu içindir. Receb ayı aynı zamanda tevbe ayıdır. Kul kendi hata ve günahlarından dolayı Cenâb-ı Hakk’a yalvaracak ve bağışlanmasını dileyecek. Din âlimleri Receb ayından bahsederken, ekme, ekim, ziraat ayı olarak bahsetmişler. Şaban bakım ayı, Ramazan ise biçim ayıdır yani manevi mahsulün toplandığı aydır demişler. Bedîüzzaman Hazretleri bu ayda yapılan ibadetlere ve işlenen iyilik ve hizmetlere yüz katıyla sevap verildiğini söyler. O zaman bizler de bu şerefli ayı oruçlarla, dualarla, tevbelerle ve sair ibadetlerle geçirmeye çalışmalı ve rahmet pınarından kanasıya, doyasıya içmeliyiz.   Recebü’l-Esabb: Regâib Gecesi Receb ayının ilk cuma gecesi Regâib Gecesidir. Bu mübarek gecenin cuma gecesinde idrak edilmesi ise kıymetini bir kat daha artırmaktadır. Regâib, Arapça bir kelime olup kendisine rağbet edilen, arzulanan, talep edilen şey manalarını taşır. Bu geceye Regâib ismini melekler vermiştir. Bu gecede Rabbimiz sayısız ikram ve ihsanlarda bulunur. Bu gecenin kadrini ve kıymetini bilip hürmet edenleri affeder. Namaz, oruç, sadaka ve diğer yapılan ibadetlere binlerle sevaplar verir. Receb-i Şerîf’in genelinde geçerli olduğu gibi bilhassa bu gecede Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti cuşa gelip coşar. Bu ay ve bu gecede, sevaplar müminlerin amel defterlerinin sevap hanesine bol bol dökülmesi nedeniyle bu mübarek aya Recebü’l-Esabb denmiştir. Esabb Arapçada “dökmek” manasına gelir. Nehirlerin ve pınarların dağlardan şarıl şarıl çağlayarak dökülmesi gibi… Bu kıymetli geceyi oruçla karşılayıp yine gündüzünü oruçla geçirmek çok faziletlidir. Bu geceyi namaz kılarak, Kur’ân okuyarak, salavât-ı şerîfeler getirerek, tevbe istiğfar çekerek, imanî hakikatleri okuyup dinleyerek lâyık-ı vechiyle değerlendirmeye çalışmak her müminin vazifesidir. Sene içerisinde az olmakla kıymeti ve şerefi yüce olan bu manevi rahmet deryasından bol bol istifade etmenin yollarını gözetmeliyiz. Cenâb-ı Hak nihayetsiz rahmetinin tecellisiyle bizleri de affedip rızasına nâil eylesin inşallah. Ulvi Seyahat: Mirac Gecesi Allah’ın rahmetinin coştuğu, her tarafı feyiz ve bereketin sardığı ikinci şerefli gece Receb-i Şerif’in 27. gecesi olan Mirac Gecesi’dir. Mirac kelime olarak; yükselmek, terakkî etmek manalarını taşır. Yani bütün süfli duygulardan arınıp ulvî ve yüce olan tertemiz bir kulluğa yükselmek demektir. Peygamberimizin şahsında bütün ümmetinin önüne açılan nihayetsiz bir yükselişin başlangıcıdır. Süleyman Çelebi de “Aşikâre gördü Rabbü’l-izzeti / Ahirette öyle görür ümmeti” demekle bu hakikate işaret etmektedir. Mirac Gecesinde müminler hayalen asr-ı saadete gidip Allah Resulünün bu mukaddes yolculuğunda ona eşlik edip Miracdaki sırları anlamaya çalışırlar. Namazlarını kılarlarken bu kudsî manaları tefekkür ederler. Namaz müminin miracıdır hakikatini ruhlarında pekiştirip bu geceyi namazlarla, salâvatlarla ve dualarla idrak etmeye çalışırlar. Şimdiden tüm âlem-i İslam’ın Mirac Gecesi mübarek olsun. Cenâb-ı Mevlâ o gecenin sırrına ve feyzine bizleri erdirsin inşallah. Şabân-ı Şerif ve Fazileti Rahmet mevsiminin ikinci nurânî halkasını Şaban-ı Şerif oluşturmaktadır. Büyüklerin tabiriyle bakım, amel, muhabbet ve hizmet ayı. Bu ayı şerefli ve değerli kılan en önemli tarafı, diğer aylara göre (Ramazân-ı Şerîf hariç), yapılan her amel ve ibadete üç yüz kattan fazla sevap verilmesidir. Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, elli yıllık bir ibadet sevabını insanlara kazandıran Berat Gecesi’ni içinde bulundurmasıdır. Yine bu ayda müminlerin günahları temizlenmeye devam eder. Sevgili Peygamberimiz, “Şaban günahları temizleyendir” buyurarak bu ayın kıymetini yükseltirdi. “Şaban benim ayımdır” buyururlardı. Receb ayında başladığı “Allah’ım! Recebi ve Şabanı hakkımızda hayırlı ve mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır” duasını bu ayda da sürdürürlerdi. Peygamberimizin bu ayı yüceltmesinin bir sebebi de hemen arkasından gelen ve Kur’an ayı olan Ramazân-ı Şerîf içindir. Hz. Enes’in rivayetinde Peygamberimize sorarlar: “Ya Resulallah, Ramazan’dan başka en faziletli oruç ayı hangi aydadır?” Bu soruya Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam, “Ramazan’ı ta’zîm için (Ramazan hürmetine) Şâban’ da tutulan oruçtur”6 cevabını verirler. Bunun içindir ki Allah Resulü Şaban ayının bazen tamamını bazen de çoğu günlerini oruçla geçirirlerdi. Bu ayı namaz, oruç ve sadaka gibi ibadetlerle geçirmekle, Ramazan ayı için zihnen, ruhen ve bedenen bir hazırlık yapılmış olur. Zira toplumumuzda nasıl olsa Ramazan ayı geldiğinde çok ibadet edeceğiz düşüncesiyle bu ayı gafletle geçirenlerin sayısı hiç de az değildir. Şaban ayındaki ibadetlerle bu gaflet örtüsünü yırtmak gerektir. Bu hususta rehber-i mutlak olan Peygamberimiz şöyle buyururlar: Hz. Üsame sorar: “Yâ Resulallah, Şaban ayında tuttuğunuz kadar hiçbir ayda oruç tuttuğunuzu görmedim.” Bunun üzerine Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam şöyle buyururlar: “Receb ve Ramazan ayları arasında şu Şaban ayında insanlar gafildir. Bu öyle bir aydır ki, ameller, Âlemlerin Rabbine bu ayda yükseltilir. Ben oruçlu iken amellerimin yükseltilmesini severim.”7 Kudsi Çekirdek: Berat Gecesi Şaban-ı Şerifin 15. Gecesi Berat Gecesidir. Bedîüzzaman Haz­retleri bu gecenin bütün se­ne içinde kudsî bir çekirdek hük­münde olduğunu ve beşerin mukadderat programı nev’ inden olması cihetiyle de kadir gecesi kıymetinde olduğunu söyler. Hem devamla bu gece işlenen her bir salih amele ve okunan her bir Kur’ân harfine 20 bin sevap verildiğini böylelikle 50 senede kazanılacak bir ibâdet sevabına hâiz olduğunu ifade eder.8 Yıllık Kader Programı Duhan Suresi’nin 2-4. ayetleri bu geceden bahseder ve Rabbimiz bütün hikmetli işlerin bu gecede ayırt edildiğini söyler. Bu gecede, gelecek seneye kadar meydana gelecek olayların hepsi melekler tarafından ayrı ayrı defterlere yazılır ve vazifeli meleklere teslim edilir. Rızıklar, eceller, zenginlik, fakirlik, doğumlar ve ölümler hep bu gecede kaydedilir. Fahreddin er-Razi’ye göre bu defterlerin düzenlenmesi bu gecede başlar, kadir gecesinde tamamlanarak her sahife sahibine teslim edilir. Bu gecede Allah çok kimseleri affeder. Peygamberimiz (sav) Allah Teâlâ Hazretleri, “Nısf-u Şa’ban gecesinde dünya se­mâ­sına iner ve Kelb kabilesinin koyunlarının tüyünün adedinden daha çok sayıda günahı affeder” buyururlar. “Cenâb-ı Hak bu gecede dünya semasına tecelli eder ve şöyle seslenir: İstiğfar eden yok mu, affedeyim ve bağışlayayım. Rızık isteyen yok mu, hemen rızık vereyim. Başına bir musibet gelen yok mu, hemen sağlık ve afiyet vereyim. Böylece tan yerinin ağarmasına kadar bu şekilde devam eder.”9 Hak Sübhanehu ve Teala Hazretleri bizleri Berat Gecesine ulaştırıp günahlarından berat ettirdiği kullarından eylesin! Ömür İçindeki Leyle-i Kadir: Ramazan-ı Şerif Ramazan-ı Şerif; on bir ayın sultanı. Rahmet mevsiminin en son ve en kıymetli halkası. İçinde Kur’an’ın nazil olmaya başladığı faziletli ve mübarek ay. Yapılan her iyiliğe bin katıyla sevap verilen, Cuma gecelerinde binlere çıkan ve Kadir Gecesinde otuz bine ulaşan cennet meyvelerini ehl-i imana kazandıran bereketli bir ay. Günahların affedilip, şeytanların zincire vurulduğu mukaddes bir aydır Ramazan. İslam’ın şiarlarından olan oruç ibadetinin ifa edildiği kutlu ay. Sabrın öğrenildiği, cennet kapılarının açılıp cehennem kapılarının kapandığı ve meleklerin yer yüzüne misafir olduğu eşsiz bir aydır Ramazan-ı Şerif. Şehr-i Ramazan, başta Kur’ân olmak üzere semavi kitapların (Tevrat, İncil ve Zebur) insanlığa indirildiği hiçbir aya nasib olmayan çok nasibli ve nadide bir aydır. Teravihleriyle, sahurlarıyla ve iftarlarıyla diğer aylardan çok farklı müstesna bir aydır Ramazan. 83 senede yani bir ömürde kazanılabilecek sevapları bir gecede müminlere kazandırabilen Leyle-i Kadri sinesinde saklayan en kıymetli aydır Ramazan. Yüce Rabbimiz bu ayın kendi katındaki fazilet ve yüceliğini bizlere bildirmek için Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: “(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, insanlara doğru yolu göstermek ve hidayet ile furkândan (hak ile batılı ayıran hükümlerden) apaçık deliller olmak üzere, Kur’ân onda indirilmiştir. Öyle ise içinizden kim o aya erişirse, artık onda oruç tutsun.”10 Hak Teâlâ, Ramazan-ı Şerife yetişmeyi ve manevi feyiz ve bereketinden ziyadesiyle istifade etmeyi cümlemize nasib eylesin. Âmin. Bin Aydan Hayırlı Gece: Kadir Gecesi Rabbimizin rahmetinin zirve­ye ulaştığı kutlu ve şerefli ge­ce, Kadir Gecesi! Gecelerin incisi, vakitlerin en değerlisi; Ramazan-ı Şerifin 27. gecesi. Öyle ki Cenâb- ı Hak bu gecenin kendi katındaki ulviyetini anlatmak için Kadir Suresi ismiyle müstakil bir Sure indirmiştir. Evet, Kadir Suresi beş ayetiyle bu geceden bahseder. Rabbimiz üç kez Leyletü’l-Kadr (Kadir Gecesi) ibaresini bu surede zikreder. Kadir Suresi’nde belirtildiği üze­re, bu gece bin aydan daha ha­yırlı bir gecedir. Rabbimizin rah­met hazinesi geniştir. Bir ge­ce­de 83 yıllık bir ibadet sevabını rahmetiyle hak eden kullarına verir. Bu gecenin kadri ve kıymeti iyi bilinip o yüksek kazançtan istifade etmeye çalışmalıdır. Bu gecenin diğer önemli bir yönüyse, insanlara ve cinlere iki dünyanın saadet rehberi olarak gönderilen Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şâ­nın bu gecede dünya semasına indirilmiş olmasıdır. Onun içindir ki her Ramazan’da müminler Kur’ân’a sarılmakta, san­ki yeni nazil olmuş gibi aşk ve şevk ile ona yönelmektedir. Cenâb-ı Hak bizleri Kadir Gecesine ulaştırıp o gecenin feyzine ve sırrına erdirip azami istifade eden kullarından eylesin. Âmin. Hz. Ali’nin Receb Ayında Şu Şekilde Dua Ettiği Rivayet Edilir Allah’ım, salat eyle Muhammed Aleyhissalâtü Vesselamın üzerine; hikmet yıldızları ve devamlı nimet ve ismet kaynağı ehl-i beytine. Allah’ım, beni her türlü kötülükten koru. Beni unutkan etme ve gaflet üzerinde bırakma. Sonumu da hasret ve pişmanlıkla bitirme. Benden razı ve hoşnut ol. Senin mağfiretin zalimler içindir, ben de nefsime zulmettim. Allah’ım, beni bağışla, beni bağışlamakla sana bir zarar gelmez. Bana nimetlerini ihsan et, bana vermekle senin ihsanın azalmaz. Senin rahmetin geniş ve boldur. Hikmetlerin ise hoş ve güzeldir. Allah’ım, bana sıhhat ve afiyet ver. Güven ve huzur ihsan eyle. Şükür ve takvaya ulaştır. Allah’ım, senden sabır ve doğruluk istiyorum. Bana işimde kolaylık ver. İşlerimi güçlükle gördürme. Aileme, çocuklarıma ve kardeşlerime iyilik ve ihsanda bulun. Onları mümin ve Müslümanlardan kıl ve bu şekilde dünyadan ayrılmalarını nasip eyle. Abdullah Bin Zübeyr (ra) Şöyle Demiştir Bir kimse, Allah Teâlâ’nın ayı olan Receb’de bir mümin kardeşini, gam ve üzüntüden kurtarsa, Allah ona Firdevs Cennetinde gözünün görebildiği kadar büyük bir saray ihsan eder. Dikkat ediniz! Receb ayına hürmet ve ikram ediniz ki, Allah Teâlâ bin türlü kerametle size ikram ve ihsan etsin. (Gunye 1/178) Berat Gecesinin beş ayrı özelliği vardır: 1. Bütün hikmetli işlerin ayırımına başlanması. 2. Bu gecede yapılacak ibadetlerin diğer vakitlere nispetle kat kat sevaplı olması. 3. İlahi rahmetin bütün âlemi kuşatması. 4. Allah’ın af ve bağışlamasının coşması. 5. Peygamberimize tam bir şefaat yetkisinin verilmiş olması. 1- Kastamonu Lâhikası, 962- Kastamonu Lâhikası, 553- Şualar, 5214- Aclunî, Keşfu’l-Hafâ, 1/4235- Câmiu’s-sağir,2/906- Tirmizi, Zekât: 287- Nesei, Savm: 708- Şuâ’lar, 5329- İbni Mâce, İkame, 19110- Bakara, 185

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmi“İktisad” Şükür Nişanesidir
İtikad

“Yiyin, için, fakat israf etmeyin! Çünkü O, israf edenleri sevmez.” Hal-i Hazin… Rabbimiz saymakla bitiremeyeceğimiz nimetler ile bizi perverde edip ziyadesiyle nimetler gönderiyor. Lakin insanlık, varlık içinde yokluk çekiyor. Milyonlarca insan açlık ve susuzluk saikasıyla ıstırap içinde kalıyor. İsraf hastalığı insanları bencilliğe, nemelazımcılığa itiyor. Fakire, garibe gitmesi gereken, onların hakkı olan yardımın önünü kesiyor. Sebep olduğu tüketim çılgınlığı, nefisleri esir alıyor, gözleri kör ediyor. Görenek belası da işin içine girdi mi durum daha vahim bir hale dönüyor. Kanaatten uzaklaşmakla yani Allah’ın bize taksim ettiğiyle yetinmemekle hırs tuzağına düşülüyor, verilene isyanla birlikte geçici dünya metaı için küçükten büyüğe sıkıntılı tablolar boy veriyor, dünya bir kavga sahnesine dönüyor. Acı çekenler ve mazlumların ahı gökleri inletiyor. Binler esef! Peki çözüm nedir? Ne yapılmalıdır? El cevab: Kur’ân-ı Kerim’in “Yiyin, için, fakat israf etmeyin! Çünkü O, is­raf edenleri sevmez.”1 emrine uyarak iktisatlı olmak ve ka­naat­kâr bir tarzda yaşamak. Hepsi bu! Peki nedir iktisad? Kanaat neyi ifade ediyor? İktisad, lügatte “aşırılıktan uzak olmak, orta yolda olmak” anlamına gelir. Nimeti, yaratılış gayesine göre kullanmak demektir. Harcamalarda israf ve cimrilikten korunup gereken yerde gerektiği kadar harcama yapan kimsenin vasfıdır. Kur’ân iktisatlı ve tutumlu olmayı, aşırılıklardan kaçınmayı ve orta yoldan gitmeyi teşvik eder ve şöyle der: “Ve eğer gerçekten onlar, Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden kendilerine indirilen (Kur’ân)ı hakkıyla tatbik etselerdi, mutlaka üstlerinden (yağmurlar ve meyvelerle rızık­landırılırlar) ve ayaklarının al­tın­dan (yetişen nice mahsul­lerden) yerlerdi. İçlerinde (peygambere düşmanlıkta) aşırılığa kaçmayan bir ümmet vardır. Fa­kat onlardan birçoğu var ki, yapmakta oldukları şey ne kö­tü­dür!”2 Bir diğer ayette ise; “Artık onları karaya (çıkararak) kurtarınca, bunun üzerine içlerinden bir kısmı (iman ve ihlâs üzere kalarak) orta yolu tutan bir kimse olur.”3 buyrulmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) de “İktisat eden (tutumlu olan), aile belâsı çekmez” buyurmuştur.4 Kanaat ise “verilene razı olmak” manasındadır. İnsanın elinde bulunanla yetinmesi, dünya nimetlerinden kısmetine düşene razı olması demektir. “Yiyin, için; fakat israf etmeyin!” ayet-i kerimesi iktisadı emredip israfı açık ve kesin bir emir ile yasaklar. Her kula çok ehemmiyetli ve hikmetli bir ders verir. Çünkü çeşit çeşit nimetler ile yaşatıp besleyen ve büyüten Rabbimiz, verdiği nimetlere karşılık “şükür” ister. Müsrif âdem şükre zıt hareket eder. Allah’ın verdiği nimetleri değersiz görüp hafife alır. Bu da nankörlük manasına geldiğinden, maddi ve manevi açıdan birçok zarara düşer. Nimetlerin üzerinde iyice düşünmez, sadece hayvancasına yutar. Hangi gaye ile verildiğini bilemez, o nimetleri ölçüsüz ve pervasızca, belki lüzumsuz ve müsrifane kullanır. Bereketsizliğin en etkili sebeplerinden birisi, evet, kanaat etmemektir. Hırs ve ihtirastır. Sanki ebedi dünyada kalacakmış gibi yaşama düşüncesidir. İsraf etmek, kanaat etmeyip hırs göstermek şükrü ortadan kaldırır. Nimete şükredilmediğinde ise, bereket kaçar. Bereketin kalkmasıyla da insan o nimetlerden mahrum olur. Muktesid ise nimetlerin kıymetini bilir, hürmet eder. Nimeti hoyratça kullanmaz. Maddi ve manevi büyük kazançlar elde ettiren güzel bir ticarete sahip olur. Nimetlerin üzerindeki maddi-manevi güzellikleri görür, onların nasıl bir rahmet hediyesi ve kudret mucizesi olduğunu fark edip o nimetleri şükreden bir kul olarak ölçülü ve yerinde kullanır. Rahmetin izini takip eder, bambaşka bir lezzetin adresini bulur. Ne büyük kâr! Bediüzzaman Hazretleri “manevi bir şükür” olarak tanımladığı iktisatta bulunan beş derece kârı şöyle müjdeler:5 İktisad, manevi bir şükürdür. İktisad, kesin bir şekilde bolluk ve berekete vesiledir. İktisad, beden afiyeti ve sıhhati için adeta en ideal bir diyettir. İktisad, boş yere yapılan harcamaları engeller. İktisad, insanı manevi dilencilikten korur. (Allah’tan başka hiç kimseye muhtaç olmayacak bir hali kazandırır. İnsanlardan sürekli bir şeyler beklemekten ve istemekten uzaklaştırır. İzzetli ve onurlu kılar.) İktisad, nimetteki lezzeti hakkıyla tatmaya ve lezzetsiz gibi görünen nimetlerin lezzetlerini almaya sebeptir. İsrafta ise bu sayılan faydalara zıt beş büyük zarar vardır: Nimete karşı şükürsüzlük ve hürmetsizliğe, nimetin kıymetini bilmeyip küçük görmeye sebep olur. Bolluk ve bereketten mahrum eder. Bedenen sağlık ve afiyetten uzak­laştırır. Manevi dilencilik zilletine düşürür. Nimetteki hakiki lezzeti hissettirmez. Günümüz iktisadî düşüncesine göre ihtiyaçlar ile bu ihti­yaç­ları karşılayan malların üre­til­diği kaynaklar arasında bir uyum­suz­luk olduğu söylenmektedir. İnsan ihtiyaçlarının sınırsız, bu­­na karşılık kaynakların kıt, yani sınırlı olduğu kabul edil­mek­­te­dir. Bu da bazı insanların ha­yatta kalması için bazılarının eziyet çekmesini netice vermektedir. Halbuki “Yeryüzünde kımıldanan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a âid olmasın!”6 ayeti rızkın Rezzak-ı Hakiki olan Allah tarafından verildiğini söylemektedir. Hadis-i Şerifte de “Hiç kimse, nasibinden fazla rızka kavuşamaz. Rızkına kavuşup yemedikçe de ölmez. İstemese de rızkı kendisine verilir.” buyrulmuştur. Ne var ki hırs ve kanaat etmeme kendini gerçek mal sahibi gibi zannetmeyi, tasarrufun ken­­di­sinde olduğu vehmini, “Dünya hayatında onların ge­çim­liklerini (maddi, manevi bütün rızıklarını) aralarında biz tak­sim ettik.”7 ayetine rağmen, bu hakkın kendinde olduğunu dü­şünme gibi sonuçları vermiştir. İnsanlık, nimetlerin hakiki sahibinin Allah olduğunu bilmek, taksime rıza göstermek ve sosyal problemleri çözüme kavuşturmak için iktisat ve kanaate aklını ve gönlünü açmaya muhtaçtır. Vakit hep birlikte iktisada iyice alışmak ve kanaate sımsıkı çalışmak vaktidir. Dua niyetiyle Malay kardeşlerimizin dilindeki şu atasözü ile yazımızı bitirmiş olalım. “Çokken dikkat, azken iktisat et!” 1- A’raf, 312- Maide, 663- Lokman, 324- Müsned, 1/4475- Lemalar Mecmuası, Ondokuzuncu Lema, s. 1466- Hud, 67- Zuhruf, 32

Celal AKAR 01 Ocak
Konu resmiHangisinin İmtihanı Daha Ağır?
İnsan

İslam aleminin çocukları bugünlerde nerede ve ne yapıyor acaba, hiç düşündük mü?  Acaba hangileri bir bombanın şarapnel parçalarıyla veya namludan çıkan bir kurşunla hayatını kaybediyor? Ya da hangi sebepten ötürü sakat kalıp bir ömür o şekilde yaşamaya devam etmek zorunda kalıyor? Hayatını kaybeden çocuklarımız, inancımız gereği cennete sorgusuz sualsiz direk giriyorlar, amenna. Hem de cennet kuşu olarak. Peki ya geride kalanlar? Ya da şöyle sorayım; babasını, annesini kaybedip yalnız başına dünyanın bir köşesinde hayata tutunmaya çalışan yetimlerimiz ne yapıyorlardır, hangi haldedirler acaba? Yetim merkezinin birinde uykuya daldığı zaman üstü açıldığında kim gelip üstünü örtüyordur? Bir görevli gelip örtse bile, o titreten ruhunun örtülüp ısıtılmayışı? Hasta olduğunda onun için endişelenip sabaha kadar başında bekleyen bir ananın babanın olmayışı nasıl bir şeydir, hissedebiliyor musunuz? Etrafındakilerden hangisinin dost hangisinin düşman olduğunu ona fısıldayacak birisinin olmayışı ve daha niceleri… Her coğrafya ayrı bir acı barındırıyor maalesef. Hangisinin durumu daha zordur bilemeyiz. Bırakın bilmeyi, tahayyül etmemiz bile zor. *** Filistin’de evi yıkılırken sakat olduğundan dolayı evini terk edemeyip oracıkta vefat eden çocuk olmak mı? Yemen’de açlıkla mücadele veren milyonlarca çocuktan biri olmak mı? Suriye’de ebeveynsiz bir şekilde hayata tutunmaya çalışmak mı? Bir umuttur deyip çıktığın göç yolunda bindiğin botun batırılması mı ya da gittiğin ülkede dininden ve geldiğin yerden ötürü itilip kakılman mı? Irak’ta mezhep farklılığından dolayı öldürülmüş bir babanın evladı olmak mı? Myanmar’da katliamdan son anda kurtulup ailesiz bir şekilde Bangladeş’e göç etmek zorunda kalıp orada hayata tutunma zorunda kalmak mı?  Savaş olan ülkelerde, savaşan grupların içine küçük yaşta zorla sokulup eline tutuşturan silahla savaştırılmak mı? *** Farkında mıyız bilmiyorum ama İslam alemi olarak neslimizin 1/6’i savaş ve kıtlık bölge­sinde yaşıyor. Eğer müdahale edil­mezse durum çok daha vahim hale gelecek gibi duruyor. Peki ya bizim kendi öz evlatlarımız! Onların hangi sıkıntıları var? 15 Ramazan, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın 2013 yılında almış olduğu karar ile “Dünya Yetimler Günü” olarak belirlendi. Bu karar pek de güzel oldu. En azından farkındalık için. Biz de bu özel gün vesilesiyle her Ramazan iftarımızı yetimhanelerde açmaya gayret ediyoruz. 2022 Ramazan’ında da iftarımızı İdlip’teki yetimlerle yaptık. İftarı da Türkiye’den gelen gönüllü aşçılarımız hazırlamıştı. Çocuklar için hazırlanan o güzel menüde kıymalı börek bile vardı. Ezanın okunmasına yakın dizildi masalar, kuruldu sofralar. Derken ezan okundu ve orucumuzu açtık. Herkes önündeki yemeği yeme telaşına düşmüşken, ekipteki arkadaşlardan bi­ri­sinin dikkatini çeken bir durum oldu. 8- 9 yaşlarında bir çocuk iftarını hurmasıyla açmış ve pilavdan başka bir şeyi yemiyordu. Bu durum arkadaşın dikkatini baya çekmiş olacak ki çocuğu izlemeye devam etmiş. Daha dayanamayıp çocuğa ne­den sadece pilav yediğini ve önündeki böreğe hiç dokunmadığını sordu. Aldığı cevabın tesiri hala hepimizin üzerinde… “Ben bunu yemeyi bilmiyorum.” …

Ahmet Yasir FETEN 01 Ocak
Konu resmiMah’ın İki Yakasında Hangi “Değer” Var?
İnsan

Nev-be-nev şakku’l kamer esrârını işrâb ederÇarh-ı dilde mâh-tâbân-ı dehân-ı Mustafâ Hilâl… Ramazan’ın müjdecisi. Kâinatın lisân-ı hâlinde “Ben geldim.” nidası. (Hoş geldin.) “Şehr-i Ramazan” şiirinin ser-levhası. Onun ismiyle vakt-i savmın mukaddimesi. Öte yarı ise hükme râm olanlar için bayram müjdesi. Emrin sahibinin huzurunda “ağız açma” müsaadesi. Birincisi ile setr olan tüm uzuvların edeble Fettah isminin tecellisine mazhar oluşu: Bayram başı. : Mahza tevhid şenliği… İki hilal arası, O’nun (cc) boyasıyla boyalanan tam şerefli bir ay. “Mülkün sahibi, hüküm sahibi” dedirten. “Arzın sahibi arşın sahibidir” dedirten. “Nimetin ve ihsanın sahibi O’dur” dedirten. “Bir tek sana yalvarır ve senden mağfiret dileriz” dedirten… Hakîkatler giz’li. : Mahza nübüvvet şehrayni… İki hilal arası en şerefli misafirin hanelerimizi teşrifiyle müşerref şehrî sultan. “Kâinatın sultanının misafir olduğu nübüvvet bahçesinde kurulmuş koca sofra” deriz. “En büyük Muallim’in (asm) O’nun (cc) ismiyle ve emriyle başlamayı öğrettiği bir suffa” deriz. “Mukteda-yı küll’e ittiba ve iktida ile her anının uhrevi meyveler semeredarı olduğu bereket menbaı” deriz. Huzûr giz’li. : Mahza haşr numunesi… İki hilal arası mekân-misal üm­metin cem’ olduğu mahşer meydanı: Allah için başlar, Allah için işleriz; yememiz-içmemizin açlığımızın Allah için olduğunu unutmayız. Kulaklar ezan sesinde “lillahil hamd” deriz. Aklımız kalbimiz birdir. O’na (asm) ittibaen hâne-i sevaba yazılır tüm bu fiillerimiz, tüm sükûnetlerimiz. Kumandan-ı A’zam’ın ardın sıra, Cennetü’l-Baki sakinleri başta teslim olmuş koca ordu oluruz. Kevser giz’li. : Mahza adalet bir… Gündüzünün ve gecesinde halkın ve tabi Hakk’ın hatırının mahfuz olduğu. Ya Hilâlsizlik?!.. Neyin nesi oluyor? Mim’siz medeniyetin “Mah”ı dü­­şür­­mesiyle başlamadı mı her şey? Ay yüzlü (asm) daha dünyayı teş­rif etmeden başlamadı mı bu yüz çevirme? Teslis vs. adlarla tes­miye hayatın her anının kesrete batmasını netice vermedi mi? Mah’ı görenler ellerini yüzlerine sürdüler. Secdeler ve acziyeti itirafları adedince. Mah’tan bir tecelli yansıdı yüzlerine ve alınlarına. Hilâli idrak ettiler Ebu Kubeysin üzerine çekilince. Fakat asıl fehmedilen Kâinatın Sirac’ı (asm) oldu. Her şey ondan sonra başladı. İşaret parmağına tabi olan sadece ins ve cin değil, hayvan ve nebat değil, halk edilen her şeydir. Veyl hilali taşıyamayan insan ismiyle müsemma yüreksiz ve nasibsizlere. Başımızı her çevirdiğimde mah’a ism-i şerif’i olan Muhammed lafzını (asm) okuruz. Fütursuzca fakat edeble. Adeta nübüvvet hatemini Ukkaşe (ra) misali bir kez değil gecelerce kâinat kitabından kerelerce okuruz. Ömürler karanlık yanlarını O’nunla tenvir eder. Sıddık (ra) sadakati, ashabın tasdiki misilli kalberde imanımız kavileşir. İşte tam da bu vakitler setreder nübüvvet delili, iman tohumunu lücce-i kalbimizde. İşte bu çekirdek kâinata yön verir. İsmi küçük kâinatta “Sünnet-i seniyye”, büyük kâinatta “Şeriat-ı Garra” olur. Dilden dile, gönülden gönüle saçılır iman tohumu. Gönül penceresinden hâli temaşa eden tevhid balları deren şairin dilinde “tohum saç!” cezbesi. Ne ararsan var: İman’ın 7 rüknü, İslam’ın 5 şar­tı, 32 farz, 72 fırkanın mümkün ve müsbeti. İşte, mim’siz medeniyetin ihtiyacı olan bu “mah”, Hazret-i Mesih’in tabilerini ayağa kaldıracak “mah”, kalblere hayat-suyu, dillere ve gönüllere tevhid pınarı. Her şey orada başladı, oradan neşroldu. Halen de öyle. Asrın idrakinin muhtaç olduğu kelâm: “Ente Nebiyallah!” Ya Rabbi! … … Hazret-i Muhammed Aleyis­salâtü Vesselâm’a şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’a kalbleri ve akılları musahhar kıl! Âmin…

İbrahim SARITAŞ 01 Ocak
Konu resmiRabbanî Bir Mürşit: Akıl
İnsan

Allah, insana akıl nimetini marifetullah için vermiştir. Nurunu kalbin ziyasından alan bir akıl, rahmet hazinelerini aralar. Akıl pırlanta bir anahtardır. Binlerce ilahi ve kutsi defineleri açar. Akıl Rabbanî bir mürşittir. İnsana hakkı ve hakikati gösterir. Bizleri en güzel surette yaratan ve akıl nimetiyle donatan ve aklı bizlere Rabbanî bir mürşit kılan Rabbimize hamdolsun!  لَا عَقْلَ كَالتَّدْبٖيرِ “Tedbir almak gibi akıllılık yoktur”1 buyuran ve müminleri her fırsatta tefekküre sevk eden Efendimize (sav) salat ve selam olsun. *** Akıl, hayattan, şuurdan ve duygulardan süzülmüş bir özdür. Fayda ile zararı, iyi ile kötüyü, hak ile batılı birbirinden ayırmaya yarayan nurani bir latifedir. Hakikati evhamdan tefrik eden manevi bir duygudur. Akıl sadece iyiyi ve kötüyü ayırt etmez. İki iyinin içerisinde en iyi olanı ve iki kötünün içerisinde en kötü olanı da ayırt eder. Akıl, hakikatlerin bütün inceliklerine nüfuz edebilecek bir mahiyette yaratılmıştır. Rabbimizin bizlere ihsan ettiği kutsi bir cihaz ve manevi bir alet olan akıl, aynı zamanda soru ve cevap mahallidir. Zira insan daima bir şeyler öğrenmeye muhtaç mütemadiyen tekâmül etmeye mecburdur. Gözler, görmek için renk ister. Kulaklar, duymak için sese ihtiyaç duyar. Akıl da hakikatlere muhtaçtır. Akıl, hakikatleri kavramak için vardır. *** İnsandaki duygular latifeler ve hisler tıpkı cevher gibidir. Nasıl ki cevher işlendiği vakit pek kıymetli, zarif, latif bir mücevhere dönüşür. Aynen öyle de insanda cevher suretinde bulunan duygular, cihazlar ve aletler de ancak işlendiği vakit mücevhere dönüşürler. Evet, aklımız hakikat ile yoğrulup hak ile işlenirse Allah namına çalıştırılıp, Allah hesabına kullanılırsa gayet parlak bir mücevhere dönüşebilir. İnsan, aklını doğru kullanırsa yüksek mertebelere çıkıp melekten daha âlâ bir kıymet kazanabilir. İnsan, aklını doğru kullanmazsa aşağıların aşağısına düşüp şeytandan daha zararlı bir hale gelebilir. Allah, insana akıl nimetini marifetullah için vermiştir. Nurunu kalbin ziyasından alan bir akıl, rahmet hazinelerini aralar. Akıl pırlanta bir anahtardır. Binlerce ilahi ve kutsi defineleri açar. Akıl Rabbanî bir mürşittir. İnsana hakkı ve hakikati gösterir. *** İnsan yaratılış itibariyle kendi akıbetiyle ve yaptığı işin neticesiyle alakadardır. Geçmişin elemlerinden üzüntü duyduğu gibi geleceğin korkularından da endişe duyar. Mazinin tatlı hatıralarından neşe aldığı gibi geleceğin muhtemel mutluluklarından da lezzet alabilir. İnsanın geçmişle ve gelecekle bu derece irtibatını sağlayan akıldır. Eğer akıl, iman ile nurlanmazsa hayatı insana zehir edebilir. İman ile nurlanmayan bir aklın yükü hüzün, azığı elem, yuvası gam ve kederdir. İman ile aydınlanmayan bir akılda geçmiş zamanın üzüntüleri, gelecek zamanın korkuları nöbetleşe dönmeye başlar. İnsan dehşete kapılır. Şiddetle sarsılır. Bu suretle en kıymettar bir cihaz olan akıl, işkence aletine dönüşür. O halde aklı, aklı verenin izni dairesinde kullanmak gerektir. Ta ki hayatı bir zindana çevirmesin. Akıl ya hüzün verir ya da huzur getirir. Allah hesabına kullanılırsa huzura ve sükûnete, nefis hesabına çalıştırılırsa hüzne ve kedere sebep olur. *** Akıl idrak eder. Tedbir almaya yönlendirir. Nefis, haz ve menfaat peşinde koşmakla her şeye körü körüne dalar. Tedbiri akim bırakmaya meyyaldir. Akıl, delil ile hareket eder. Fakat his ve heves aklın ölçülerine uymaz. Akıllı olmanın en önemli ölçüsü aklı, his ve hevesin boyunduruğundan kur­tarabilmektir. Belki de aklın en önemli meyvesi akıl nimetini kullanarak günahlar kar­şısında dirayet sahibi olmak­tır. Günahlara karşı mukavemet etmektir. His ve heves hazır lezzete taliptir. Nefis günahın hazır lezzetine meftun olur. Kişi, şeytanın da aldatmasıyla “nasıl olsa Allah affeder” diyerek günaha dalar. Günahın içindeki elemi görmez veya görmek istemez. Akıl ise günahın zehirli bala benzediğini bilir. Günahın için­deki elim elemi fark eder. Ne­ti­ceyi ve akıbeti görür. Ancak aklın bozulmamış bir akıl olması şarttır. Efendimiz (sav) “Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Zavallı (ahmak) kişi ise nefsinin arzu ve istek­le­rine uyan (ve buna rağmen hâlâ) Allah’tan (iyilik) temenni eden­dir.”   2 buyuruyor. Allah’tan iyilik istemekte elbette bir sakınca yoktur. Fakat burada mesele “Allah Gafur’dur Rahim’­dir” deyip bu suretle günahlara girmektir. Bu apaçık şeytanın bir hilesidir. Şeytan bazen de Allah’ın rahmetiyle bağışlayıcılığı ile insanları kandırır. *** Akıl ile kalbin sıkı bir münasebeti vardır. Kalp, imanın mahallidir. Akıl, nurunu kalpten alır. Müminin aklı, imanın nuruyla aydınlanmıştır. Aklın en önemli vazifelerinden birisi kirli fikirleri ve zararlı düşünceleri savuşturarak imanı bir bekçi gibi korumaktır. Bir muhafız asker gibi kalbin en kıymetli hazinesi olan imana hizmet etmektir. Akıl, kalpsiz göremez. Akıl, kalpsiz olamaz. Akıl ne kadar aydınlanırsa aydınlansın kalbin ışığıyla nurlanmazsa karanlıktır. Aklı nurlandıran kalbin ziyasıdır. Akıl ve kalp önce hakikatle yoğrulmalıdır. Aklın ve kalbin ölçüsü hakikat, hareket noktası hak olmalıdır. Bu iki latife hakikati görse, bilse ve tanısa batılın, yanlışın her türlüsüne mukavemet edebilirler. Ama önce hakikati bilmek lazımdır. Eğer akıl ve kalp önce batıl ile mizanını kursa bu sefer şek ve şüphe denizinden kurtulması pek mümkün olmayacaktır. Akıl ve kalp hakta ittifak ederse ve birlikte hareket ederse şöyle bir tablo çıkar ortaya. Akıl tahkik eder, burhan ile bir kısım hakikatlere ulaşır. Kalp keşfeder, zevk ile ilham ile bir kısım hakikatlere vasıl olur. Aklın tahkikatı kalbin keşfiyatıyla mutabakat sağlarsa o kalp ile o akıl uyum sağlar. İşte hakta ve hakikatte kalp ve akıl uygunluğu bu şekilde ortaya çıkar. Bazı kimseler hakikati ilim kuv­vetiyle ve akıl dürbünüyle görür. Bazı kimseler de hakikati kalp gözüyle ve vicdan gibi manevi hislerin nuruyla görür. En büyük maharet ve fazilet, hakikati akıl ve kalple birlikte görebilmektir. Akıl ve kalp bir kuşun iki kanadı gibi birbiriyle münasebettardır. Kuş tek kanat ile uçamaz. Kuşun iki kanadı birbiriyle ahenk ve insicam ile hareket etmezse kuş yine uçamaz. İnsan da yalnızca akıl ile terakki edemez. Akıl ve kalp uyum içerisinde olmazsa hakiki kemalata erişemez. Akıl ve kalb insanı hakikate ulaştıran iki vasıtadır. *** Akıl, bazen kör olur en büyük hakikati göremez. Serçe parmaklarını gözlerine set yaparsan koca bir dağı örtsün/gizlesin. Bazen mantık dışı, hurafe, basit, sığ bir düşünce akla set olur. Büyük, kutsi, parlak ve ali bir hakikati setredip gizler. Bozulmuş bir akıl, idrak etmeye gücü yetmediği şeylere hemen hurafe der. Hâlbuki hurafe olan onun bu hükmüdür. *** Akıl kâinattaki düzene bakarak Allah’ın varlığını anlar ve tasdik eder. İnsanın dünyaya gönderiliş gayesi Allah’ı tanımaktır. Fakat manen sıkışmış ve kurumuş akıllar, Allah’ın sonsuz kudretini, kâinatın göz kamaştıran ihtişamını, imanî meselelerin ihatalı ve gaybi oluşunu dar akıllarına sığıştıramazlar. Günahların kötü arkadaşlığına talip olan, gafletin derin uykusuna dalan, aklı gözüne inmiş ve maddiyattan başka bir şey görmeyen akıl­lar, “görmediğime inanmam” deyip inkâra giderler. Şeytan kısa akıl­lı ve kasır fikirli insanları bu suretle aldatır. Hâlbuki mümin, aklının tartamadığı acaib şeyler karşısında zihninin yetişmediği garib meselelerde اَللّٰهُ اَكْبَرُ der, rahat eder. Hikmetini kavrayamadığı olayların yükünden kurtulur. *** Akıl, insanlık için ya nimet ya da felaket olmuştur. İmam Ebu Hanife Hazretleri, İmam Gazali, Fahrettin Razi Hazeratı gibi iman ile nurlanmış bir kısım akıllar ümmete nefes olurken, şeytandan ders alan bir kısım akıllar da milletin can damarını koparmış nefesini kesmiştir. Dehşetli fikirleriyle akılsız akıllarıyla mizansız ve izansız düşünce yapılarıyla hem dünyalarını hem de ahiretlerini harap etmişlerdir. Marifetullaha küsmüş, pis, necis ve kirli fikirlerini beşeriyetin zihin tarlalarına serperek zehirlemişlerdir. *** İstikametli bir nazar, sağlam bir görüş dünyanın en değerli hazinesidir. Hiç birşeyin kararında durmadığı, savrularak akıp gittiği bir zamanda insanlar adedince fikirlerin, fikirler adedince yolların ve mesleklerin olduğu bir hengamede istikametli, tutarlı güçlü bir akıl ve tesirli bir fikir en büyük nimettir. Saadetin kaynağı ve menbaıdır. Evet, akıl bir nimettir. Akıl ibadet eden bir latifedir. Nasıl ki midemizin rızkı var, aklın da manevi rızıkları vardır. Rabbine kendi fıtratına uygun bir surette ibadet etmeye ihtiyacı vardır. Malumdur ki insanın kalp, akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifeli latifeleri ve duyguları var. Her birinin kendine mahsus bir ibadeti var. Aklın ibadeti ise tefekkür, tezekkür, tedebbür ve taakkuldür. Allah’ın rahmet eserleri olan kâinat hakkında ve küçük bir âlem olan insan üzerine düşünmek tefekkürdür. Sebep-sonuç ilişkilerinden yola çıkarak geleceği düşünmek yarınlarımızı inşa edecek fikri hamlelerde bulunmak tedebbürdür. Varlıklar ve hadiseler arasında bağ kurmaya çalışmak ise taakkuldür. Öyleyse bizler aklımızın birer ibadeti olan âlemi ve kendimizi iyi okumaya gayret edelim. Geçmişimizi bütün boyutlarıyla ele almaya çalışarak kendimize dersler çıkaralım. Varlıkları ve hadiseleri iman nazarıyla mütalaa edip her şeyde rahmetin izini ve yüzünü görmeye gayret edelim. *** Cenab-ı Hak aklımızı veriliş amacına uygun bir şekilde rızası dairesinde kullanmayı nasip etsin. Aklımızı aşırılıkların her türlüsünden korusun. Gabavetten, (hiçbir şeyden haberi olmayan) ahmaklıktan, akıl tutulmasından, hileden, aldanmaktan, aldatmaktan muhafa­za eylesin. Sırat-ı müstakîm olan hikmet yoluna sevk etsin. Hak­kı hak bilip hakka ittiba eden batılı batıl bilip batıldan kaçınan kullarından eylesin. Âmin. 1- İbn-i Mace, Zühd, 242- İbn-i Mace, Zühd, 31

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Ocak
Konu resmiKul Olmanın Önemli Bir Gereği de...
İnsan

“Kelime-i tevhid ve istiğfara sarılın ve bunları çokça yapın, zira İblis: ‘İnsanları günahlarla helak ettim; La İlahe İllallah ve istiğfar da beni helak etti...”  İnsanoğlunun şeytanla mücade­lesi ta Hz. Adem’e dayanır. Rab­bimiz, dünyanın değişik böl­gelerinden meleklere getirttiği topraktan, Hz. Adem’in ce­se­dini yarattı. Daha ruh üflen­mediği için Hz. Adem’in cesedi cennetin ortasında duruyordu... İblis, cesedin etrafında döndü, ayağıyla ona vurup şöyle dedi: “Eğer ben senin üzerine musallat kılınacak olursam muhakkak se­ni helak edeceğim. Sen bana mu­sallat olacak olursan sana isyan edeceğim.”  İblis meleklere de “Bu size üstün tutulacak olursa siz ne yaparsınız?” dedi. Onlar da “Biz Rabbimize itaat ederiz dediler.” İblis ise: “Vallahi bu bana üstün tutulacak olursa ona isyan edeceğim.” dedi.1 Ve öyle de oldu. Âdem atamız yaratıldıktan sonra İblis, Rabbimiz emrettiği halde Hz Adem’e secde etmedi. Rabbimizin emrine itaat etmediği için lanetlenip huzur-u İlahiden kovuldu. Ama şeytan kusurunu kabul edip itiraf etti mi? Ne gezer... Bilakis Rabbine hadsizlik yaptı. Kendisi azgınlık yaptığı halde suçu üzerinden atıp adeta Rabbimize iftira atarak dedi ki: “Rabbim! Beni azdırmandan (saptırmandan) dolayı, (ben de) mutlaka onlara yeryü­zünde (günahları) süsleyeceğim ve mutlaka onların hepsini az­dıracağım!” “Rabbim! Öyle ise bana, (insanların) di­ril­­ti­le­­cek­­leri güne kadar müh­let ver!”    2 dedi. İnsanoğlunu kandırmak ve az­dır­mak için kıyamete kadar müh­let istemiş ve ilk kandırdığı da Hz. Âdem ve Hz. Havva olmuştur. O gün bugündür şey­tanla insanoğlunun imtihanı devam ediyor. Şeytanın desiselerini ve ona karşı ne gibi silahlarla mücadele edeceğimizi bilirsek imtihanları kazanmamız çok daha kolay olur. Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’da mevzuları temelden ele alıp değerlendiriyor, çözüyor. Şeytan nasıl bir desise veriyor? Bizi hatalara, günahlara nasıl sevk ediyor? Buna karşı çare nedir? Hepsinin formülünü veriyor. Yani önce teşhis koyup sonra tedavi yapıyor. Mevzunun temeli iyi anlaşılırsa; kalan kısmını anlamak çok daha kolay olur. Şimdi şeytanın pek çok desisesinden sadece birini Üstad Bediüzzaman nasıl ele alıyor bakalım: “Şeytanın mühim bir desisesi; insana kusurunu itiraf ettirmemektir. Ta ki, istiâze ve istiğfar yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, ta ki nefis, kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksirattan takdis etsin. Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de yüz tevil ile tevil ettirir.                          وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلٖيلَةٌ  sırrıyla; nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için, ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için, kusurunu itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez; şeytana maskara olur.”3 Şeytan, insana kusurunu itiraf ettirmez. Çünkü: Kusurunu kabul eden adam, kusurundan dolayı şeytandan Allaha sığınır mı? Evet. Kusurunu kabul edince affı için tövbe (pişmanlık) duyup Allah’a yönelir mi? Evet. Kusurunu kabul edince Allahtan af diler mi yani istiğfar eder mi? Evet. Veya kusuru bir şahsa karşı işlemişse helalleşmeye gider mi? Evet. İşte bu yolları kapamak için şeytan insana kusurunu itiraf ettirmez.  Hem enaniyeti tahrik edip; kişiye kendini avukat gibi müdafaa ettirir. Âdeta -haşa- ilah gibi kusurlardan takdis eder. İnsan kusurdan münezzeh mi­dir? Elbette hayır. İnsan kusurdan, hatadan ari değildir. İlk insan Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın yasak ağaçtan yemeleri, insan fıtratının hatadan ari olmadığını gösterir. Acz, fakr, naks, kusur bizim mayamız, özelliğimizdir... önemli olan aczimizi, kusurumuzu itiraf edip istiğfar etmektir. Tıpkı ilk atalarımız gibi. Zira Hz. Âdem ve Hz. Havva, “…Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımaz­san, mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”4 dediler. Hatta, “Rabbim tevbe eder halimizi düzeltirsek bizi tekrar cennetine alır mısın?” dediler. Rabbimiz de “Evet” buyurdu.5 Hazret-i Yusuf (as) gibi bir peygamber-i âlîşân, “Hâlbuki (ben) nefsimi temize çıkarmıyorum. Muhakkak ki nefis, daima kötülüğü emredicidir; ancak Rabbimin merhamet ettiği (koruduğu kimse) müstesna. Şübhesiz ki Rabbim, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.” (Yusuf, 53) dediği halde, nasıl nefse itimâd edilebilir? Evet, kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, affa müstehak olur. Zira Peygamber Efendimiz (sav), “Yapı­lan günahlardan pişmanlık, tevbedir. Günahlarına tevbe eden kimse sanki o günahı işlememiş gibi olur.”   6 buyurmuştur. Öyle ise bizler günah ve kusurlarımızı Rabbimize karşı itiraf etmeli, yani Mevla’mıza rücu (dönüş) yapmalı ki buna “tevbe” denir. Sonra da istiğfar (bağışlanma dileme) etmeliyiz.  Sevgili Peygamberimiz (sav), “Kelime-i tevhid ve istiğfara sarılın ve bunları çokça yapın, zira İblis: ‘İnsanları günahlarla helak ettim; La İlahe İllallah ve istiğfar da beni helak etti...” demiştir. (Ebu Ya’la) Kiramen Kâtibin Günahları Hemen Yazmıyor... Peygamber Efendimiz (sav), “Mümin hata işler, peşinden tevbe istiğfar eder.” buyurmuştur. (Tergib ve Terhib) Diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: “Herhangi bir Müslüman bir günah işlerse, onun günahlarını yazmakla görevli olan melek mutlaka üç saat bekler. Eğer kişi o günahından dolayı o saatlerin bir anında (o üç saat zarfında) tövbe edip Allah Teala’dan mağfiret dilerse, Allah Teala meleği onun günahına vakıf kılmaz, kıyamet günü de (o günahtan dolayı sahibine) azap etmez.”7 Her bir günahta küfre giden bir yol vardır. İstiğfar da büyük günahları küçültür. Mevzuya Efendimiz (asm) şöyle ışık tutuyor: “Küçük günahlarda ısrar edilirse küçük kalmaz. Büyük günahlarda istiğfar edilirse büyük kalmaz.” (Deylemî)     Yatağa Girince İstiğfar ... Peygamber Efendimiz (sav), “Kim ya­ta­ğına girince üç defa: (اَسْتَغْفِرُ الّٰلهَ الْعَظٖيمَ الَّذٖي لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ، اَ   لْحَيَّ الْقَيُّومَ)  (Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, diri ve her an yarattıklarını gözetip duran yüce Allah’tan bağışlanmamı dilerim)’ derse, Allah, günahlarını deniz suyunun damlaları kadar çok olsa da bağışlar.” buyurmuştur. (Tirmizî) Günahın Tekrarı Halinde Ne Yapmalı? Bir adam Resülullah’a (asm): ‘Ey Allah’ın Resulü bir günah işledim’ dedi. Resulullah (asm): ‘Günah işlediğin zaman Allah’ tan bağışlanma dile’ buyurdu. Adam: ‘İstiğfar ediyorum sonra dönüp tekrar günah iş­li­yorum’ dedi. Resulullah (asm): ‘Günah işlediğinde dön, yi­ne Allah’ tan bağışlanma dile’ bu­yurdu. Adam dördüncü kere de aynı şeyi söyleyince, Allah’ın Resulü (asm): ‘Şeytan yoruluncaya kadar Rabbinden bağışlanma dile.’ buyurdu. (İbn-i Kesir Tefsiri) İstiğfar Sadece Günahlar İçin Edilmez... Bir ehl-i kemal, “Namazlarımdaki kusurlarım, eksiklerim bana günah olarak yeter.” buyurmuş. Hiç günahımız olmasa dahi, lütfedilen ilâhî nimetlere şükredebilmemiz, takatimizin üzerindedir. Bu bakımdan da acziyet içinde istiğfar etmemiz, kulluğun zaruretindendir. Rabbimiz ayette müminleri nasıl tavsif ediyor: “O muttakiler, geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfara devam ederler.”   8 İstiğfarın Faydası Çoktur... Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Bir kimse istiğfarı dilinden dü­şürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona ummadığı yerden rızık verir.”   9 Seyyidü’l-İstiğfar Duası İstiğfar dualarının efendisi diye isimlendirilen bu dua, istiğfarla istikameti bulacak insan için deniz feneri mesabesindedir. Evrad-ı Kudsiye duası başında ve Namaz Tesbihatı kitapçığı içerisinde de var. Peygamber Efendimiz (asm) kelime-i tevhidi ve istiğfarı tahşidatla tavsiye ediyor. Ezber de yaparsak her zaman okuma fırsatımız olur. “Ey Allah’ım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilâh yoktur. Beni sen yarattın ve ben senin kulunum. Ve ben îmân ve ubûdiyetimde/kulluğumda gücüm yettiği kadar senin ahd ü misâkın üzereyim. Yâ Rabbi! Yaptıklarımın şerrinden sana sığınırım. Senin bana ihsân ettiğin nimetleri ikrar ve îtirâf ederim. Kendi kusur ve günahlarımı da ikrar ve îtirâf ederim. Yâ Rabbi! Sen beni af ve mağfiret eyle. Zira senden başkası günahları af ve mağfiret edemez.”10 Resul-i Ekrem (sav) sözüne şöy­le devam etti: “Her kim, bu sey­yidü’l-istiğfârı sevâbına ve faziletine bütün kalbiyle ina­­­narak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse cen­­­netlik olur. Yine her kim, se­­va­­­bına ve faziletine gö­nül­­den ina­­narak gece okur da sa­bah olmadan ölürse cennet­lik olur.” Şeytanın hileleri çoktur. Şeytan ben şeytanım diye yanımıza gelmez. Öyle yapsa herkes onu huzurundan kovar. O, bazen arkadaş, bazen dost şeklinde gelir... Onun geleceği varsa bizim de kale gibi savunma mekanizmalarımız var.  İstiğfar da onlardan biri. İstiğfar, kulluğumuzun bir gereği... 1- Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, 312- Hicr, 36 ve 393- 13. Lema, 2. Nokta4- A’râf, 235- Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, 396- İbn-i Mâce, Zühd, 30/42527- Hakim, Müstedrek, 4/2918- Zâriyât, 17-189- Ebû Dâvûd, Vitir, 26/151810- Buhârî, Deavât, 2, 16

Mustafa YANKIN 01 Ocak
Konu resmiRisale- i Nura Hizmet Edenler Dünya Cereyanlarına Nasıl Bakmalı?
Risale-i Nur

“Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Bâkî umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.” Ölçü: Zalimlerin Satrancına Merakla Bakmak, Maddi ve Manevi Zarardır. Üstad Bedîüzaman Hazretlerinin: “Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Bâkî umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.”1 dediği gi­bi dünyevî /siyasî meseleler, iş­ler ahirete yönelik amellerin ya­nında ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündedir. Ahirete bakan salih ameller ise gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. Hem dünya zalimleri âdeta dünyayı parsellemiş ve birbirlerine üstünlük sağlamak için satranç oynayanlar misali piyonları sahaya sürüp kendi aralarında hileli, tuzaklı hamleler yapıyorlar. Teknoloji ve sosyal ağlar üzerinden algı operasyonlarıyla bütün dünyayı istedikleri yöne sevk ediyorlar. Bizler nur talebeleri olarak onların satranç oyunlarına bakarsak aslî vazifelerimizi ihmal etmiş oluruz. Böylelikle hem ulvi, kudsi hizmetin manevi kazançlarından mahrum kalır, hem de lüzumsuz merakın acil mücazatına müstehak olarak maddi ve manevi sıkıntılara duçar oluruz. Safi zihinleri bulaşık fikirler, görüşler ile bulandırmış oluruz. Onlar bizim elimizdeki manevi cevherlere müşteri olmazken biz neden maddeten ve manen zararımıza olan onların elindeki cam parçalarıyla meraklı bir şekilde alakadar olalım. Halbuki elimizdeki iman nurları ve ondaki manevi zevkler, ilelebed merakımızı doyuracak kapasitededir. O hakikatler kıyamete kadar bize ve merakımıza kâfi ve vâfîdir. Ölçü: Zalimlerin Oyunları/Oyuncakları Bizleri Tefrikaya Düşüren Tuzaklardır. Günümüzde dünya zalimleri hasımları olarak gördükleri Müslümanları mağlup edebilmek için asırlardır uyguladıkları taktikleri kullanıyorlar: Böl, parçala, yut. İşte bu hedefe giderken inananlar arasında birliği beraberliği bozarak yani aralarında dünyevi, siyasi fikir/görüş ayrılıkları çıkartarak onların yekvücut olmalarına fırsat vermiyorlar. Bunun sonucunda da İslâm alemi neredeyse yüz yıldır paramparça olup çok sıkıntılara giriftar olmuştur. Onlar aramıza tefrika atmakla bizde ihtilaf ve inşikaka sebebiyet verirken kendileri ise menfaatleri etrafında ittihad ve ittifak ediyorlar. Bunun neticesinde ise ittihad ve ittifak etmiş dalalet fırkalarının karşısında ihtilaf halindeki Müslümanlar onlara mağlub olup dünyanın pek çok yerinde perişaniyet içinde hayat sürmektedirler. İşte küffarın bu tuzağına düşmemek için, Müslümanlar olarak ittihad ve ittifaka mecburuz ve muhtacız. Siyasi cereyanlar ve küresel meseleler kardeşler arasındaki muhabbeti, uhuvveti, ittifak ve ittihadı, tesanüd ve muaveneti zedeler. Nur talebeleri olarak elden geldiğince kardeşlerimiz arasında ihtilaf çıkaracak meseleleri asla cemaat içinde tartışmamak, her kardeşimizi manevi, nurani hakikatlerle meşgul etmekle mükellefiz. Siyasi çekişmelerin ve tartışmaların mekânı medreseler olmamalıdır. Nur talebeleri bir araya geldiğinde nurla yani mesul oldukları hakikatlerle meşgul olmalı. Çünkü karşımızda menfaatleri gereğince ittihad etmiş dalalet fırkaları var. Bizim ihtilafa düşmemiz en çok onların işine yarar. Ölçü: Risale-i Nur Dairesine Girenler Selamet-i Kalbini İstirahat-ı Ruhunu Muhafaza Eder. Risale-i Nur dairesine sadakatle girenler, dünya cereyanlarına ve siyasi hadiselere iman penceresinden baktıkları için her şeyde rahmet, hikmet ve adalet-i ilahiyenin izini, özünü, yüzünü görür. Kemal-i teslimiyet ve tam bir tevekkülle kadere rıza gösterir. Bu dünyadaki her hadisenin bir ciheti beşere, bir ciheti de kadere bakar. Zahiri sebeplerin dışında bir de hakiki sebepler olduğunu bilir, tam bir selamet-i kalb ile istirahat-ı ruhu elde eder. Risale-i Nurun hakikatleri ile kalp, ruh ve latifeler gıdalarını tam aldıkları için manen ve maddeten hiçbir hadise onlarda yıkıcı tesirler bırakmaz. Demek uhrevi saadet gibi dünyevi saadetin anahtarı Risale-i Nurda parlayan Kur’an ve iman hakikatleridir. Onu bulan her saadeti kazanır. Onu bulamayan dünyevi ve uhrevi sıkıntılara duçar olur. Ölçü: Siyasi Cereyanlara Karşı Nur Talebelerinin Ölçüsü: Zındıkaya Karşı Cephe Almaktır. Sevgili üstadımız nur talebelerinin siyasete bakışının esasını şöyle ifade ediyor: “Risale-i Nur şakirdleri hiç siyasete karışmadılar. Hiçbir partiye girmediler. Çünkü iman mal-i umumidir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alır. Nur mesleğinde müminlerin uhuvveti esastır.”2 Bu esasa göre bizlerin daima dalalet ve küfür cephesinin karşısında iman cephesinin yanında olması lazım. 1- Mektubat 1, 24. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha2- Emirdağ Lahikası, 2  258.  Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Zafer ZENGİN 01 Ocak
Konu resmiSabuncuoğlu Şerefeddin (1385-1470)
Kültür ve Medeniyet

Fatih Sultan Mehmed döneminin en ünlü hekim ve cerrahlarından biri olan Sabuncuoğ­lu Şerefeddin, 1385 yılında şeh­zâ­deler şehri Amasya’da doğmuştur. Dedesi Sabuncuoğlu Hacı İlyas Çelebi 1408-1421 yılları arasında ve babası Ali Çelebi 1421-1451 yılları arasında dönemin üniversite hastanesi di­ye­bileceğimiz kurumlarından olan Amasya Bîmârhâne’sinde (Darüşşifâsında) hekimbaşılık yapmış ünlü birer hekimdir. Küçük yaşından itibaren usta-çırak ilişkisi içinde hekimlik öğrenmeye başlamıştır. Temel hekimlik eğitimini Hekim Burhaneddin Ahmed’den Amasya Bîmârhâne’sinde almıştır. Henüz 17 yaşında iken hekimliğe başlamış daha sonra da hayatını okumaya, araştırmaya ve deneylere adamıştır. Vefat ettiği 1470 yılına dek Amasya Bîmârhâne’sinde Anadolu halkına hizmet vermiş ve burada 14 yıl boyunca kesintisiz başhekimlik yapmıştır. 15.yüzyılda cerrâhi girişimler için teknik imkân ve bilginin yetersiz olması sebebiyle hekimler cerrâhiye pek ilgi duymamış hatta cerrâhi tedavinin gerekli olduğu durumlarda bile ısrarla ilâçla tedâviyi tercih etmişlerdir. Sabuncuoğlu Şe­re­feddin ise çağdaşı olan birçok hekimin aksine, özellikle cer­râ­hiyle ilgilenerek yeni keşif ve icatlar yapmıştır. Osmanlı bilim dünyasında ye­terince tanınmayan “Sabun­cu­oğlu Şe­­­re­­fed­din” adına ilk de­fa Cerrah İb­ra­him b. Ab­dul­lah’ın (1505) ta­rih­li Alâim-i Cer­râhîn adlı eserin­de rastlanmak­tadır. İbrahim b. Ab­­­dul­lah ese­rinde onun adını ve­re­­rek, Mü­cer­reb­nâme’den aldığı ka­­dın hastalıklarında kullanılan bir supozituvarın formülünü açık­la­­mak­tadır. Sabuncuoğlu’nun öğ­ren­­ci­lerinden Gıyâs b. Muhammed İsfahani de II. Bayezid’e ithaf ettiği Mirʾâtü’s-sıhha adlı kitabında hocasının tıptaki başarılarını överek onu örnek aldığını belirtmiştir. Amasya’da yaşamış olması ve eserlerini o günün bilim dili olan Arapça ya da Latince yerine Türkçe yazması Sabuncuoğlu Şerefeddin’in yeteri kadar tanınmamasının başlıca sebebi olarak gösterilmektedir. Sabuncuoğlu Şerefeddin cerrahlık konusunda üç önemli eser yazmıştır, bunlar; Akrâbâzîn Tercümesi (1444): Şehzade Bâyezid’in Amasya va­li­liği sırasında onun isteği üze­­rine İsmâil b. Hasan el-Cür­câ­nî’­nin Farsça Zahîre-i Hâ­rizm­­şâhî adlı kapsamlı kitabın sadece “Akrâbâzîn” (farmakoloji) ile ilgili kısmını çevirmiştir. İlâçların hazırlanma usulleri ve ilâçların formüllerini verir. Ayrıca kitabın sonuna yeni bilgileri içeren iki bölüm daha eklemiştir. Cerrâhiyyetü’l-Hâniyye (1465): Fatih Sultan Mehmed’e ithaf edilen bu kitap, İslâm tıbbına büyük bir yenilik getirmiştir. Osmanlı tıp tarihinde ilk defa cerrahî müdâhaleler, ameliyatlarda kullanılan âletler, ameliyatların nasıl yapıldığını, hasta ve doktorun uygulamalar esnasında duracakları yerler ve cerrâhi âletlerin nasıl kullanılacağı, kırık- çıkıkların tedâvisi kitapta çizim ve minyatürlerle tasvir edilerek detaylı olarak anlatılmıştır. Mücerrebnâme (1468): Sabun­cuğlu Şerefeddin yazdığı bu eserin önsözünde, kitabını Amasya’daki hekim çevresinin is­teği üzerine kaleme aldığını söy­ler. Kitapta çeşitli hayvanlar, in­sanlar ve müellifin kendi üzerinde denemiş olduğu panzehir ve ilâçların hazırlanışı, kullanılışı ve ilaçların görülebilecek yan etkileri kayıt altına alarak anlatılmaktadır. Yeni uygulayacağı tedâvi yöntemleri için hastalarını kullanmış, tedavinin seyrini gözlemleyerek notlar almış ve bunların sonuçlarını eksiksiz olarak kendinden sonra gelecek hekim ve cerrâhların yararlanarak hastalara şifâ vermeleri adına yazıya aktarmıştır. Eserinde etik davranarak yaptığı alıntılarda Hipokrat, Galen, İbn-i Sina, Zehrâvi gibi önemli hekimleri kaynak göstermiştir. Orta çağ, Türk-İslâm ve antik tıp konusunda engin bilgi­ye sahip olan Sabuncuoğlu Şe­re­fed­din’in öğrendiklerini ve deneyimlerini kendinden son­raki hekimlere doğru aktara­bil­mek için yazdığı kitaplar, ilk Türkçe tıp kitaplarıdır. Geniş bir yelpazede tecrübe ettiği plastik cerrâhi, kadın hastalık­ları, diş ve diş eti tedavisi, kırık-çıkık operasyonları ve öncüsü olduğu dağlama tedavisi yöntemlerini kitaplarında kendi çizdiği minyatürlerle detaylı olarak tasvir ederek anlatmış, kendinden sonra gelecek hekimler için eşsiz bir öncü kaynak oluşturmuştur. Hekim, cer­râh, hattat, minyatür sanatçı­sı, araştırmacı ve entelektüel olarak Türk ve dünya tıbbına hizmet etmiştir. Yaptığı çalışmalar, yazdığı eserlerle çağının ilerisinde bulu­nan, bilim adamı kişiliğiyle hayranlık uyandıran Sabuncuoğlu Şe­refeddin’in ruhu şad mekânı cen­net olsun.

Mustafa YILMAZ 01 Ocak