
Milletlerarası Bediüzzaman ve Risalei Nur Sempozyumundan Esselâmü aleyküm. Muhterem misafirlerimiz, sevgili kardeşlerim, Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimizin fetholunacağını müjdelediği İstanbulumuza ve memleketimize hoşgeldiniz. Milletlerarası Bedîüzzaman ve Risâle-i Nur Sempozyumuna hoşgeldiniz. Cümleten ve umumen hoş geldiniz, safâlar getirdiniz.. Hayrat Vakfı olarak bu hayırlı toplantıya ev sahipliği yapma nimetine mazhar olduğumuz için nihatyetsiz hamdediyoruz. Bu toplantının gerçekleşmesinde vakfımızla işbirliği yapan, Malezya'dan WADAH ve ABİM teşkilatlarına, İslam Dünyası STK'ları Birliği (İDSB)'ye teşekkür ediyorum. Bilhassa Malezya'dan, Sudan'dan, Suriye'den, Mısır'dan, Türkiye'nin muhtelif şehirlerinden gelerek toplantımızı teşrif eden siz muhterem kardeşlerime de gönülden şükranlarımı sunuyorum. Allah, bu hayırlı amelinizi Rahmetiyle, Keremiyle mükâfatlandırsın. Allah, bu hizmetimizi kabul eylesin; toplantımızı hayırlara vesile eylesin. Cümlenize Türkiye'deki umum Risâle-i Nur talebeleri namına binlerle selam ve muhabbetle dualar eder, şirin hatırlarınızı istifsar eder, Cenâb-ı Vâhibül Ataya'dan cümlenize sıhhat ve afiyetle birlikte, iman ve Kur'ân hizmetlerinizde muvaffakiyet, muhabbet, ittifak, tesanüd, mazhar-ı inayet, mazhar-ı lütuf ihsan eylemesini tazarru ve niyaz ederiz. Sevgili Kardeşlerim, Hayrât Vakfı, 1974 yılında Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri'nin talebesi ve kendisinden sonra vazîfesini devrettiği en yakın da‘vâ arkadaşı Ahmed Husrev Altınbaşak tarafından İstanbul Küçükçekmece'de kuruldu. Vakfımız, ulvî gayeler istikametinde otuz dört senedir faaliyet göstermektedir. Takip edilen ulvî gayeleri zamanın gereklerine uygun vasıtalarla gerçekleştirmek ve sahip olduğumuz değerleri insanımıza ve tüm insanlığa ulaştırmak için faaliyetler yapan daimi komisyonlarımızın yanı sıra, daha özel bazı organizasyonlar, araştırmalar ve süreli çalışmalar için geçici komisyonlar da teşkil edilmektedir. En büyük düşmanlarımız olan cehâlet, zaruret ve ihtilâfa karşı; san'at, mârifet ve ittifak silahlarıyla karşı koymak için her faaliyetimiz titizlikle planlanmakta; çalışmalarımız, cihanşümul hedeflerimiz doğrultusunda en münasip ve doğru tekniklerle îfâ edilmektedir. Vakfımız, kuruluş gayelerine uygun olarak, eğitim hizmetlerine hususi ehemmiyet vermekte ve talebelere yönelik her türlü hizmeti desteklemektedir. Parlak bir istikbali temin etmek, ancak sağlıklı nesiller yetiştirmekle mümkündür. Bu itibarla Hayrât Vakfı, tarih bilincine sahip, medeniyetimizin esaslarını müdrik, manevî değerlerimizin şuurunda nesillerin yetişmesi için programlar düzenlemektedir. Sevgili kardeşlerim, Malumunuz ki, Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam Efendimiz buyurmuş. Şeyhinâ Üstad Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu asırda fitne-i âhir zaman olan asrımızda bu hadis-i şerifin mazhar ve masadakı olduğu bütün cihan ulemasınca malumdur. Risâle-i Nur ise mîri malıdır. Umum beşeriyetin istifadesine bahşettiği Risâle-i Nurlar Kur'ân'ın tefsiridir. Kendileri bu hususta şöyle buyuruyorlar: Risâle-i Nur, bu asırda en yüksek, en kudsi bir tefsirdir. Hakîkatleri, mânâları semâvîdir, Kur'ânîdir. O halde Kur'ân okundukça Risâle-i Nurlar da okunacaktır. Elli sene gibi yarım asır sonra, çeşitli milletler bu hakikatleri kendi lisanlarına çevirip istifade etmeleri hâl-i âlem buna şâhittir. Risâle-i Nurlar, mücevherât-ı Kur'âniye hakîkatlerinin sergisidir, pazarıdır. Hem, manasıyla Kur'ân'ın Tubâ ağacı gibi aslı ve kökü semada, dalları ve semeratı zeminde intişar etmesine mukabil, o Kur'ân'ın bir tefsiri, dahi tefsir iki kısımdır: Biri ibaresini izah eder… Biri de hakîkatlerini ispat eder. Risale-i Nurlar bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarı olduğundan ehl-i dirâyet ve dikkat yüzbinler şahitler var: Mısır, Şam ve Harameyn-i Şerifeyn muhakkik ulemâlarının, hem İstanbul ve sair yerlerin müdakkik hocalarının Risâle-i Nurları tasdik edip ilişmemeleri bunu göstermektedir. Elhâsıl: Risâle-i Nur'da ne kadar güzellik ve tesir bulunsa ancak ve ancak temsilât-ı Kur'âniye'nin lemaatındandır. Bizlerin hissesi, yalnız şiddet-i ihtiyacımızla arzu, istek ve taleptir. Gayet aczimizle tazaruumuzdur. Dert bizimdir, derman Kur'ân'ındır. Kardeşlerim, Nasıl ki, Mesnevî-i Şerif şems-i Kur'ân'dan tezâhür eden yedi hakîkatten bir hakîkatin ayinesi olmuş, kudsî bir şerâfet almış. Mevlevîlerden başka daha çok ehl-i kalbin lâyemut bir mürşidi olmuş. Öyle de Risâle-i Nur, şems-i Kur'âniyenin ziyasındaki elvan-ı seb'ayı ve o güneşteki renk renk çeşit çeşit yedi nuru birden ayinesinde temessül ettirdiğinden inşâallah yedi cihetle şerif ve kudsî ve yedi mesnevî kadar bâhir bir rehber ve mürşid olacak. Tekrar ediyorum: Hal-i âlem buna şahittir. Nâmütenâhî Cenâb-ı Hakk'a hamd ve şükürler olsun. Risâle-i Nurlar, güneşden daha parlak, Cennet gibi güzel, Saadet-i Ebediye gibi şirin bir davadır. Hazret-i Ali (ra), Buharî, Müslim, İamma-ı Azam, İmam-ı Şafîi, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed Bin Hanbel, İmam-ı Gazali ve Ğavs-ı Azam Abdülkadir-i Geylânî ve Cüneyd-i Bağdadî gibi pekçok Eazım-ı İslâmiye Allah'ın lutfuyla imdada yetişip asırlarındaki fitneleri dağıtmışlar, mağlup etmişler. Hem İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elfi Sânî Ahmed Farukî gibi çok muhakkikler demişler ki, Mütekellimînden yani ilm-i kelâm ulemâsından birisi gelecek, hakaik-i imaniye ve hakaik-i islamiyeyi delâil-i akliye ile kemâl-i vüzuhla isbat edecek ve etmiş. (Zaman ispat etti ki o âdem âdem değil, Risâle-i Nurmuş. Said-i Nursî) Hem O mübarek kahraman imam üstâdenâ, hakâik-i imaniyeden bir hakikatin vüzuhla inkişâfı binler kerâmâta, manevî zavklere ve vecd hallerine tercih ederim. Cenâb-ı Erhamürrahimîn onlardan ebediyen razı olsun. Bizim, hem Risâle-i Nur Talebelerinin hem bu mübarek beldeye misafir gelen siz kardeşlerimizin günah ve kusurlarını affetsin. Dünyada ve Ukbada mesud eylesin. Amin. Bedîüzzaman Hazretleri ve Risâle-i Nurlar, bu zamanda Allah'ın bizlere büyük bir ihsanıdır ve nimetidir. Malumdur ki her nimet bir şükür ister. Bu azim nimetin şükrü de ondan istifade etmek ve insanlığın istifadesine en uygun yollarla sunmaktır. Risâle-i Nur adına yapılacak her toplantı, her konuşma, her çalışma esasında Kelâmullah olan Yüce Kitabımız Kur'ân hesabınadır. Risâle-i Nur'a yaptığımız her övgü ve medhüsenâ da aslında Aziz şan sahibi en büyük mucize Kur'ân'adır. Zira Risâle-i Nur, Kur'ân'dandır ve Kur'ânın malıdır. Onun için bu sempozyumlar ne kadar çok yapılsa azdır. Her ülkede, her üniversitede, her şehirde her yıl değil, her ay bu tarz toplantılar yapılsa yine kâfî değildir. Çünkü iman ve Kur'ân hakikatleri ve İslamiyetin meseleleri bizim için hava gibi, su gibidir. Onlarsız yaşamayız. Onlarsız ebedî bir hayata kavuşamayız. Onlarsız Rabbimizi râzı edemeyiz. Rabbi Müteâl Hazretleri hayat-ı ebedî yolculuğumuzda hem Kur'ân-ı Azîmüşşân'ın hâdimliğinde hem Resul-i Kibriyâ Aleyhisselâtü Vesselâm'ın hizmetkârlığında sizleri ve bizleri, bu hakikatlere gönül veren dünyada ve ukbâda mesud, bahtiyar eylesin. Amin. Binlerle âmîn, yâ muîn. Toplantımızın hayırlı sonuçlar doğurmasını Cenâb-ı Hak'tan niyaz ediyor, bir kez daha memleketimize, şehrimize hoş geldiniz diyorum. Tüm konuşmacılarımıza, toplantımızı teşrif eden siz kıymetli kardeşlerime, sempozyum hazırlık heyetine ayrı ayrı teşekkür ediyor, saygı ve muhabbetlerimi sunuyorum.

Esselamü aleyküm, Muhterem kardeşlerim, Dünyanın ve ülkemizin dört bir yanından gelen sevgili dostlarım, Bugün burada sizinle birlikte olmaktan dolayı çok mutluyum. Çünkü burada bizleri biraraya getiren sebep sadece Allah'ın rızasıdır. Lekesiz, pürüzsüz, karşılıksız; hiçbir dünyevî menfaat gözetmeden sadece Rabbimizi râzı etmek için gerçek kardeşler olarak bu önemli sempozuymda toplandık. Bunun için Allah'a ne kadar hamdetsek azdır. Değerli dostlar, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Risâle-i Nur eserlerinde en iman ve tevhid üzerinde durur. Çünkü bu zamanda mü'minlerin en çok bu iki meselede takviyeye muhtaç olduklarını görüyoruz. Nitekim Kur'ân'ın da en üçte birisi tevhid üzerinedir. İman ve tevhid müslüman toplumların iki temel sütunudur. Bu iki sütundan birisinde hastalık varsa toplum o gün yok olur. Toplumda basîret, ferâset kaybolduğu gibi, karşılıklı güven, birlik ve beraberlik duygusu, dayanışma ve yardımlaşma şuuru zedelenir. Asayiş, huzur ve sükun zarar görür. Anarşi ve kaos topluma hâkim olur. İşte Bedîüzzaman Hazretleri eserleriyle bu iki sütunu tamir edecek çok etkili reçeteleri kaleme almıştır. Bedîüzzaman Hazretleri'nin gayesi şu üç maddede özetlenebilir: 1. Sağlam ve tahkikî bir imanı kalplerde yerleştirmek, 2. Bu iman esaslarına göre İslam'ın prensiplerinin hayata aksetmesini sağlamak 3. Bütün Müslüman toplumların birlik ve beraberliklerini temin etmektir. Bu ulvî hedefine ulaşmak için eserlerini kaleme almış, ümmetin Kur'ân'ın harfleri, hakikatleri ve diliyle bağını kuvvetlileştirmek için talebeler yetiştirmiş ve asrın güç odaklarına meydan okuyacak güçte bir hareket, bir dava inşâ etmiştir. Kıymetli kardeşlerim, Aynı gayeye yönelik olarak, İslam dünyasının birlik ve beraberliğini temin etmek, aramızdaki yarıdmlaşma ve dayanışmayı artırmak için 2005 Mayıs'ında İslam Dünyası STK'ları Birliği (İDSB)'yi kurmaya karar verdik. O günden bugüne hayli yol aldık. İDSB, şimdi, 40'a yakın ülkeden 110 üyesi ile devasa bir yapı olmaya doğru hızla yol alıyor. Yapılanma dönemine devam etmekle birlikte, aksiyon dönemine de sür'atle ama itinalı ve ihtiyatlı adımlarla geçiyoruz. Öğrenci değişim projeleri, tecrübe transferleri, kültürel işbirliği anlaşmaları, yardım çalışmları ve İslam kültür ve medenieytini Müslüman olmayan ülkelere doğru taşıma ve aktarma faaliyetleri, gittikçe tırmanan İslam karıtlığı ve İslamofobya ile mücadele İDSB'nin projelerinden sadece birkaç tanesi. Altı adet komisyonumuzla, konseyimiz ve gittikçe etkin hale gelen sekretaryamızla önümüzdeki yıllarda İslam dünyası adına önemli hizmetlere imzaatacağına inandığımız İDSB'nin başarısı için hepinizin duasına ve desteğinize ihtiyacımız var. Bu bağlamda Türkiye Temsilcimiz Sayın Ali Kurt'a, Malezya Temsilcimiz ve Sosyal ve İdari işler komisyonu Başkanımız Sayın Ahmed Azam Abdurrahman'a huzurlarınızda İDSB'deki başarılı çalışmalarından dolayı teşekkür ve tebrik ediyorum. Sevgili Dostlarım, Umuyorum bu sempozyumun devamı gelir ve önümüzdeki yıllarda gerek Türkiye'de gerekse diğer ülkelerde farklı temalarla Risâle-i Nur incelenir ve İslam dünyasının, insanlığın istifadesi daha da artar. Gittikçe dünyevileşen insanlığın manevî, etkili ilaçlara ihtiyacı var ve çok şükür Risale-i Nur bu vazifeyi bihakkın eda ediyor. Bize sadece alıp istifade etmek düşüyor. Bu duygu ve düşüncelerle bu sempozyumun hayırlı sonuçlar doğurmasını temenni ediyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Milletlerarası Bediüzzaman ve Risalei Nur Sempozyumundan Sevgili dostlar, kıymetli misafirler! İmâm-ı Busayrî hazretleri, bildiğiniz gibi Resul-ü Ekrem asm'a yazdığı kasîdeleri ile meşhur bir İslam âlimi. Bu ümmet, sevgili Peygamberimizin faziletlerini anlatan, onu öven bu güzel kasideleri, hususan Kasîde-i Bürde'yi asırlar boyu severek okudu, Bürde Hatimleri yaptı. Bu meşhur kasîdenin yazılmasına şöyle bir hâdisenin sebep olduğu anlatılmaktadır: İmâm-ı Busayrî hazretleri, ömrünün son zamanlarında felç oldu ve evine kapandı. Her şairin yarım kalmış birkaç şiiri vardır derler. İmamın da böyle bir kasidesi vardı. Başladığı, üzerine çok uğraştığı, ama bir türlü tamamlayamadığı bir kasidesi. Bir gün rüyâsında Resul-ü Ekrem asm'ı gördü. Efendimiz kendilerine iltifat ederek dediler ki: Ey İmam! Benim için yazdığın kasidelerden birini okur musun? İmam Busayri o heyecanla; Hangisini emredersiniz, ya Resulallah? dediğinde, Mevlaye salli ve sellim, diye başlayan muktehimi diye biten kasideni oku buyurdular. Bu kaside; ilk mısrasını, üçüncü ve dördüncü mısralarını yazdığı halde ikinci mısrasını bir türlü oturtamadığı o yarım kalan kasidesi idi. Ama tereddüd etmeden, olduğu haliyle hemen okudu: Mevlaye salli ve sellim daimen ebeden… Hüvel Habibüllezi türca şefaatühü.. Li külli hevlin minel ehvali muktehimi Resul-ü Ekrem asm ona kasidesinin eksik kalan kısmını rüyasında Ala Habibike hayril halki küllihimi diyerek tamamladılar ve mübarek hırkalarını kendisine giydirdiler. Bu kaside, bu iltifat-ı Nebeviye hürmetine Kaside-i Bürde namıyla meşhur oldu. İmam Busayri uyandığında, ayaklarında felçten eser kalmamıştı. Heyecanla kalktı, abdestini aldı ve sabah namazı için o huşuyla hızla camiye doğru giderken yolda bir zat önüne çıktı ve: Ey İmam! Peygamberimiz için yazdığın kasidelerden birini bana okur musun? dedi. İmam Busayrî o halet-i ruhiye içinde o talebi reddetmedi, ayaküstü ona da Hangisini istersin? diye sordu. O kişi de aynen Peygamberimiz gibi Mevlaye salli ve sellim, diye başlayan muktehimi diye biten kasideni deyince, koca imam o zatın ellerine sarıldı ve sordu: Ben bu kasidemi kimseye okumadım, sen nereden biliyorsun? O Allah dostu mübarek insan dedi ki: Bu geceki mecliste ben de vardım! Bu manevi meclisler ve misal âlemindeki buluşmalar hakkında Resulullah (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurdular: Benden sonra, peygamberlikten sadece mübeşşirat (müjdeciler) kalacaktır! Yanındakiler sordular: Mübeşşirat nedir, ey Allah'ın Resulü? Asm Efendimiz; O, salih rüyadır! diye cevap verdi. Muvatta'nın rivayetinde şu ziyade vardır: Salih rüyayı salih kişi görür veya ona gösterilir. Bir diğer hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurdular: Zaman yaklaşınca, mü'minin rüyası, neredeyse yalan söylemeyecek. Esasen mü'minin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür. Buhari'nin rivayetinde ise şu fazlalık vardır: Peygamberlikten cüz olan şey, yalan olamaz. Üstad Bediüzzaman Hazretleri de daha genç yaşlarında müşerref olduğu böyle hakikatli ve kutlu bir rüyasını, bir âlem-i mana hadisesini anlatırken şöyle diyordu: Eski Harb-i Umumî'den evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim: Ana korkma! Cenab-ı Hakk'ın emridir; o Rahîm'dir ve Hakîm'dir. Birden o halette iken, baktım ki mühim bir zât, bana âmirane diyor ki: İ'caz-ı Kur'anı beyan et! Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılabdan sonra, Kur'an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'an kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ana hücum edilecek. i'cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak. Ve namzed olduğumu anladım. Asrın imamı Bedîüzzaman Hazretleri namzed olduğu bu hizmeti, te'lîf ettiği Nur Risâleleri, tesis ve icra ettiği hizmet-i imaniye ve Kuraniye ile bihakkın ifa etti. O, kalplerde ve hayat tarzlarımızda yankılanan Kur'ani bir metod ve anlatım tarzı ile iman hakikatlerini asrın idrâkine uygun bir tarzda takdîm ederken bize şöyle diyordu: Bu zamanda hiç bir şeye âlet ve tâbi olmıyan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i îmaniyeyi fıtrî ubudiyetle bilmiyenlere, bilmek ihtiyacında olanlara te'sirli bir surette bildirmek, bu keşmekeş dünyasında îmanı kurtaracak ve muannidlere kat'î kanaat verecek bu tarzda, yani hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda bir Kur'an dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın; herkese kat'î kanaat verebilsin. Bu kanaat da, bu zamanda, bu şerait dahilinde dinin hiçbir şahsî, uhrevî, dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir; yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i mâneviyesine karşı çıkan bir şahıs, en büyük mânevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez; çünki, imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: O şahıs dehasıyla, hârika makamiyle bizi kandırdı. Böyle der ve içinde şüphesi kalır. Allah'a binlerce şükür olsun ki, yirmisekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında kader-i İlâhi ihtiyarım haricinde dini, hiç bir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zâlimane eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. Sakın diyor, îman hakikatını kendi şahsına âlet yapma; tâ ki, îmana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor, nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun. İşte Nur Risalelerinin, büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değil. Asm Efendimiz'in buyurdukları: Allah, her yüz sene başında bu dini tecdîd etmek için bir müceddid-i dîn gönderir. hadis-i şeriflerine bu mübarek hizmetin tam ma‘nâsıyla mâsadak olduğu şüphesizdir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri Lemeat namındaki eserinde, bütün asır imamlarının hazır bulunduğu manevi bir mecliste; Ey felaket ve helaket asrının insanı! Reyini beyan et! diye davet edildiği o mecliste sorulan suale mealen şöyle cevap vermektedir: Birinci Cihan Harbi yıllarında, bir Cuma gecesinde bir rü'ya-yı sadıkada, misalî âleminde, manevi büyük bir mecliste, benden sual ettiler: Mağlubiyet sonunda İslâm âleminde ne hal peyda olacak? Asr-ı hazır meb'usu sıfatıyla söyledim; onlar da dinlediler: Bu devlet, eski zamandan beri İslâm dünyasının geleceği ve bağımsızlığı uğruna, Allah'ın kelamını yüceltme davası maksadıyla, bir farz-ı kifaye olan cihadı, dini bir vecibe olarak üzerine aldı ve kendini asırlarca tek vücut halinde, İslâm âlemine fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar gördü. Son asırda devlet-i âliye-i Osmaniyenin şahsında İslâm dünyasının yaşadığı bu felâket, inşallah İslâm âlemine saadet ve hürriyet getirecek. Üçü vererek üç yüzü kazanan, elbette zarar etmiş sayılmaz. Hem zararını yakın bir gelecekte fazlasıyla telafi eden kişiye, o musibet bir nevi rahmet olur. Himmet ehli kişiler, hesaplarını içinde yaşadıkları küçük zaman dilimi için yapmazlar, nazarlarını istikbale, geleceğe çevirirler. Şu musibet; hayatımızın mayası olan şefkat, uhuvvet (kardeşlik), İslâm dünyasının birbiriyle kucaklaşıp kaynaşmasını sonuç verip, kardeşlik duygularının hârikulâde inkişafına vesile oluyor ise biz zararda değiliz. Bu muhabbetin günümüzde de giderek ivme kazanması ve aradaki mesafelerin hızla kapanması; medeniyet adına yapılan tahribatların ve sistem bozukluklarının iyice anlaşılmasına, yanlış uygulamaların değişmesine vesile olacağı açıktır. İşte tam o vakit gerçek çıkış yolumuz olan İslâm medeniyetinin hakikati zuhur eder. Ve elbette dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar bütün Müslümanlar o medeniyete herkesten evvel sahip çıkacaklar. Üstad Bediüzzaman Hazretleri burada diyor ki: Ben de birden uyandım, belki yakaza ile yeni yattım. Bence yakaza, yani şu yaşadığımız hayat bir nevi rü'yadır, rü'ya bir nevi yakazadır. Orada asrın vekili, burada Said Kürdi... Asrın İmamı muazzez Üstad hayatını vakfettiği bu kutlu iman ve Kur'an davası uğruna defalarca zehirlendi, ömrü ya esaret zindanlarında, ya memleket hapishanelerinde geçti, ama o çektiği bunca sıkıntıya aldırmadan bizlere şu hakikati terennüm ediyordu: Bana ızdırab veren, yalnız İslâm'ın ma‘ruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hâriçten gelirdi; onun için mukÄvemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukÄvemet güçleşti. Korkarım ki cem‘iyetin bünyesi buna dayanamaz, çünki düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cem‘iyetin basîret gözü böyle körleşirse, îmân kal‘ası tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Ãmân kal‘asını küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben, yalnız îmân üzerine bütün mesâîmi teksîf etmiş bulunuyorum… Ben, cem‘iyetin iç hayatını, ma‘nevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum. Yalnız Kur'ân'ın te'sîs ettiği tevhîd ve îmân esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cem‘iyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cem‘iyet yoktur! Bir tek gÄyem vardır. O da mezaristana yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın îmân esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri îmânsız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücâdele ederek gençÂleri ve Müslümanları îmâna da‘vet ediyorum. Bu îmânsız kitleye karşı mücâdele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallâh Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün fa‘âliyetim budur! Cenab-ı Erhamürrahimin'den niyaz ediyoruz ki acımasız felaket ve helaketlere sahne olan şu fitne-i ahirzamanda bizleri başıboş bırakmasın. Muazzez Üstadımızın bu kutlu davasından bizleri ayırmasın. Kardeşliğimizi pekiştirsin, muarızlarımıza fırsat vermesin. Düşlerimizi, rüyalarımızı süsleyen arzularımızı bize yakaza âleminde de ihsan etsin. Bizi nuruyla yaşatsın. Nuruyla huzuruna alsın. Amin. Esselamü aleyküm.

Milletlerarası Bediüzzaman ve Risalei Nur Sempozyumundna Üç devir yaşamıştır, Meşrutiyet, Mütareke, Cumhuriyet. Yakınçağ tarihinin yakın tanığıdır. Mirası gözden çıkarmak niyetinde hiç değildir. Doğu'dan yükselen bu zamanlar ve zeminler üstü sima, Anadolu'nun batısında bir çemberin üzerine yerleştirilmiş beldelerde oturmaya memur edilir. Kendi yurdunda sürgün. Barla. Kastamonu. Emirdağ. Tekrar Emirdağ. Lâkin daimi göz hapsinde, yakınlarıyla görüşmesi kimi zaman şiddetle yasaklanmış, bir tür tecridde. Bekçi, polis neyse onunla burun buruna. Bazen Emirdağ'da olduğu gibi hapsin bir aylık sıkıntısını bir güne sığdırılmış bularak. Bu sürgün münhanisini üç yerinden keser hapishane Bediüzzaman'ın. Eskişehir. Denizli. Afyon Hapishaneleri. Yalnız değildir elbet. Öğrencileri bir yana, bütün bir Risale Külliyatı da onunla birlikte tutuklanmıştır. Bu yüzden mahkemelerdeki müdafaaları da kendisini müdafaa değildir, çok daha fazlası. Üstelik Nur risalelerinin bir kısmı da zindan karanlığında yazılır: Meyve Risalesi. Denizli Hapishanesi'nde. İki Cuma gününde. İki mihrap arasında. Hapishaneye kâğıt sokmak yasaktır, bütün hapishaneler gibi. Kâğıt namına ne bulurlarsa, ne uygun düşerse. Kibrit kutularının arkasına. Kesekâğıtlarına. Hiç yoksa Bediüzzaman'ın zindanda refakatçisi Nur talebelerinin hafızalarına. Şüphe yok ki doksan yıllık hayatının yarıdan fazlasını kendi ifadesiyle, harp meydanlarında, mahkeme salonlarında, sürgünlerde ve zindanlarda geçiren Bediüzzaman, bir isim: Medrese-i Yusufiyye, ve inandığı yüce bir kıymet uğruna zindana düşmeyi göze alanlar için de bir gönül ferahlığı bırakmıştı geriye: ... Yusuf daha nice yıllar zindanda kaldı (Yusuf Suresi, 42), âyetinin ihbarı ve sırrıyla Yusuf Aleyhisselâm mahpusların piridir. Ve hapishane bir nevi Medrese-i Yusufiyye olur. Ve bir cümle, âlem-i cümle: Mümin zindanda da olsa saraydadır, kâfir sarayda da olsa zindandadır. Cennet'ten yere, ruhun saf özgürlüğünden bedenin kirlenmeye açık kafesine düşmeyi zindan istiaresi etrafında yorumlayan İslâmî gelenek, zindanı da elbet aynı istiarenin önemli bir köşesine eklemlendirir. O istiare, asırlardan bu yana zindanı geçici bir sınav olarak taşımayı bilen, davasında haklılara güç verip durmaktadır. Ve Sabır, savaş ve zafer; adım Yusuf, inanan zulme uğramışların sloganı olmayı sonuna kadar sürdüreceğe benzemektedir. Değil mi ki kuyuyla, güzel Züleyha'nın aşkıyla ve zindanla sınanmazsa Yusuf un Yusufluğu eksik kalır. Çekme âlem kaydını eyser-bülend-i fahr olan Saltanat tahtına erdinbend ü zindanı unut Fuzulî (CÜMLE KAPISI, TİMAŞ YAY.)

Milletlerarası Bediüzzaman ve Risalei Nur Sempozyumundan Allah'ın velî kullarından istifade etmenin en önemli yollarından biri nazarımızı bu zatların manevî şahsiyetlerine çevirmektir. Yalnızca onların beşeri yönlerine nazar eden manevîyattan mahrum kalır. İnsan, ahsen-i suret üzere yaratılmıştır. Kendisine hadsiz manevî mertebeler tayin edilmiştir. Bu manevî mertebeleri gezecek şekilde kabiliyetlerine bir sınır konulmamıştır. Dünyaya gelmekteki gayesi Allah'ı tanımak, O'na iman ve ibâdet etmektir. Allah'ın yarattığı ve dünyaya gönderdiği halifesidir. Kendisindeki ilim ve yükleneceği emanetten dolayı kendisine melekler Allah'ın emriyle secde etmişlerdir. Bütün ilâhî isimlerin tecellîgâhı olmuştur. Âlemin küçük bir modeli kılınmıştır. Yeryüzü bir nimet sofrası haline getirilmiş, ebedî saadet ve cennet saraylarıyla beraber hadsiz ihsanlar onun için hazırlanmıştır. Şu dünyada Cenâb-ı Hakk'ın aziz bir misafiridir. Hadsiz nimetlerin bir müfettiş-i nâzırı, ilâhî hikmetlerin dellalı olmuştur. Kısacası insanın değeri onun kalıbından değil belki vazifesinin kudsiyeti ve ubudiyetinin kıymetinden dolayı olmuştur. Manevî şahsiyetten kastımız ise insanın Allah'a kulluktan ibaret olan şahsiyeti ve Allah katındaki makamıdır. KUR'ÂN-I KERÃM'DE MANEVà ŞAHSİYETE YAPILAN TEŞVİK Allah Kur'ân-ı Kerîm'de peygamberlerini; peygamberlik vazifelerini hassasiyetle yerine getirmelerinden, Allah'ın emirlerine uymaktaki gayretlerinden, ibâdetlerinden, takvalarından, teslimiyet ve tevekküllerinden, ihlâslarından, Allah'tan korkmalarından, çokça tevbe etmelerinden, adaletlerinden, tevazularından, ahdlerine olan vefalarından, Allah'ı zikirlerinden, doğruluklarından, duâlarından, hakka olan hizmetlerinde karşılaştıkları musibetlere karşı sabırlarından, güzel ahlaklarından ve benzeri daha birçok güzel hasletlerden dolayı övmüştür. İnsanları bu hasletlere teşvik etmiştir. İnsanın hakîkî değerinin bu hasletlerle olduğunu beyan etmiştir. ANNE VE BABASININ MANEVà ŞAHSİYETİ Ağacın güzel ve sağlıklı oluşu çoğu zaman meyvesine de yansır. Üstad Bedîüzzamanın muhterem babaları takva sahibi bir insandı. Eve dönerken öküzlerinin ağzını kapatarak başkasının merasından hayvanlarının yemelerine engel olurdu. Hukuka ve helal lokmaya son derece dikkat ederdi. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri'nin harp sahasındaki tüfek seslerini evlerinin damında otururken duyabilecek kadar kemalât sahibi bir insandı. Muhterem valideleri ise Üstad Bedîüzzaman'a hamile iken abdestsiz yere basmadığını ve abdestsiz süt emzirmediğini, Üstad Bedîüzzaman'ın fevkalade halini anlamak için gelen âlimlere haber vermesinden öğrenmekteyiz. İHLÂSI Üstad Bedîüzzaman'ın hayatına baktığımızda dikkatimizi çeken en önemli özelliklerinin başında ihlâsı gelmektedir. Allah'ın rızasını, hakkın hatırını her şeyin üstünde tutmuştur. Amelinizde rızâ-yı ilâhî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenâb-ı Hakk'ın rızasını esas maksat yapmak gerektir. Ve Medar-ı necat ve halas, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayan amele müreccahtır. Diyerek bütün hareketlerinde ilâhî rızayı esas tutmuştur. Kendisine teklif edilen dünyevi makamları, iltifatları, maaşları, köşkleri sünnet-i seniyeye uymak için kabul etmeyerek ihlâsını muhafaza etmiştir. Bütün amellerinde yalnızca Allah'ın rızâsını esas tutmuştur. Hayatıyla da bunu ispat etmiştir. İMANI İnsan yaptığı hizmetin büyüklüğü ve kıymeti derecesinde zorluklarla karşılaşır. Hizmetin büyüklüğünü ve etkisini anlamanın diğer bir yolu da muhaliflerin ne suretle ve ne şekilde karşılık verdiğidir. İnsanın Bu zorluklara karşı verdiği mücadele kalbindeki dayanak ve yardım aldığı noktanın büyüklüğü ve kudsiyeti ile doğru orantılıdır. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri'nin hizmetlerine mukabil karşılaştığı sıkıntılara karşı tavrı âdete büyük bir nehrin ortasında duran büyük bir kaya gibi olduğunu görürüz. Kendisine çarpan şeylere sadece Sen de geç! demekle yetinmiştir. Hiçbir şeyin kendi hizmet aşkına engel olmasına müsaade etmemiştir. Hiçbir hadise ümidini kıramamıştır. İmanın en küçük bir meselesine bütün dünyayı değişmemiştir. Kur'ân'ın bir kelimesinin bir nüktesinin açıklanmasını kendi hayatına tercih etmiştir. Dünya bütün şaşaa ve debdebesiyle kendisine güldüğü halde dönüp bir kez bakmamıştır. İman hakîkatlerini hiçbir menfaate, siyasete, gareze alet etmez. İslamiyetin izzet ve şerefi için hayatını hiçe sayar. Davasından vaz geçirmek için gösterilen darağacını Allah'a ve ahbaba kavuşmak için bir tezkere görür. Üstad Bedîüzzaman'ın kâinata meydan okuyan bir imana sahip olduğunu görüyoruz. UBÛDİYETİ Allah'ın velî kulları küçüklüğü, büyüklüğün bir ölçüsü olarak kabul ederler. Kendilerinde bulunan maddi ve manevî bütün güzellikleri, kemâlâtı Allah'a verirler. Allah'tan bilirler. Kendilerinde yalnız kusur, eksik ve noksanı görürler. Bedîüzzaman Hazretleri'nin ubudiyetine baktığımızda kendisinin ifadesiyle Ubudiyet vaktinde dergâh-ı İlahiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mana-yı ubudiyetin esası olan: Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek noktalarından geliyor ki; o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü sena etse, beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemalim. Üstad Hazretleri'nin evradlarına baktığımızda, bütün zerrelerden ve suyun bütün damlalarından ve varlığın aldığı bütün nefeslerin adetlerinden oluşan tesbihi, mübarek ellerinde görürüz. İşte insan, Kur'ân'ın terbiyesiyle ne kadar teâli ediyor. Ve ne derece duyguları inbisat ediyor ki: Koca dünya mevcudatını, virdine tesbih olmakta kısa görüyor. Ve Cennet'i zikir ve virdine gâye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini Cenâb-ı Hakk'ın ednâ bir mahlukunun üstünde büyük tutmuyor. SÜNNET-İ SENİYYEYE İTTİBAI Üstad Bedîüzzaman bütün ömrü müddetince sünnet-i seniyeye ittiba etmiş ve bir sünnet-i seniyeye muhalif hareket etmemek için i'dam cezalarını hiçe saymış ve sünnet-i seniyeyi ihya ve imanı muhafaza uğrunda yüz otuz parça eser te'lif etmiştir. Evet, ittiba-i sünnet-i Ahmediyeye dair yazdığı bir eseri, 70 seneden beri milyonlarca nüsha olarak neşrolmuştur. Risâle-i Nur talebeliğinin bir şartını sünnet-i seniyeye ittiba etmeyi göstermiştir. Unutulan veya unutulmaya yüz tutan sünnetleri ihya etmiştir. Üstad Bedîüzzaman Peygamberimizin (asm) ahlakıyla tam olarak ahlâklanmış ve bu ahlakla yaşamıştır. mişvar-ı Ahmediyenin (asm) ve hilye-i Nebeviyenin hakîkî lâbisi olduklarını göstermişlerdir.. Amel ve ahlâk bakımından ve sünnet-i nebeviyeye ittibâ ve temessük cihetinden, Ümmet-i Muhammede tam güzel bir örnek ve tam bir rehber olmuştur. Bir tek sünneti terk etmemek uğruna, uzun yıllar büyük sıkıntılar çekmiştir. Âdetini ibâdete ve gafletini huzura çevirmenin yolunun sünnete ittiba olduğunu göstermiştir. Ümmetine karşı hadsiz bir şefkat taşıyan Peygamberin (asm) sünnetine uymamayı nankörlük ve vicdansızlık olarak değerlendirmiştir. MANEVà ŞAHSİYETİ GÖREMEYENLERİN DURUMLARI İnsanlar çoğunlukla menfaatine düşkün, nazarı kısa ve olayları yüzeysel olarak değerlendirmeye meyillidirler. Hadiselerin perde arkasındaki ilâhî hikmetleri çoğu zaman göremezler. Özellikle bu zamanda manevîyata yabani kalan insanlık daha çok dış görünüşe önem vermektedirler. Hâlbuki insanın asıl değeri Allah'a olan kulluklarından gelmektedir. Bunu teyiden Kur'ân-ı Kerim'de, peygamberlerin manevî şahsiyetlerinin insanlık tarafından görülmediği bildirilmektedir. Peygamberlerin insan olması insanlık için bir şeref iken bu sırrı anlamayan bir kısım insanlar peygamberlerin sadece beşeri yönlerini görüp tenkide kalkışarak onları yalanladılar. Onların da bizim gibi insan olduklarını, yiyip içtiklerini, çarşı-pazarda alış-veriş yaptıklarını dillendirerek iman etmekten kaçındılar. Bu yüzden Peygamberleri yalanlamalarından, iman etmemelerinden, küfürde ısrarlarından, kötü amellerinden dolayı bir kısmı daha dünyada iken helak edilmişlerdir. Sonuç olarak Allah'ın velî kullarından istifade etmenin en önemli yollarından biri nazarımızı bu zatların manevî şahsiyetlerine çevirmektir. Yalnızca onların beşeri yönlerine nazar eden manevîyattan mahrum kalır.

Milletlerarası Bediüzzaman ve Risalei Nur Sempozyumundan Husrev Efendi, hizmeti asli yapısıyla devam ettirmiş, hiçbir siyâsî fitneye âlet etmemiştir. Nur hizmetinin en önemli bir düsturu olan Hatt-ı Kuran'ı muhafaza ederek Bedîüzzaman Hazretlerinden sonra devamını sağlamıştır. Husrev Efendi, en büyük gâyesini, i‘lâ-yı kelimetullâh bilmiştir. Bu uğurda binlerce Saidler ve Husrevler yetiştirerek Risâle-i Nur hizmetini sağlam temellere oturtmuştur. Bu asil duruşuyla Nur hizmetinin sâlimen bugünlere ulaşmasına vesîle olurken, Üstâdının O'nun hakkındaki kanaatini haklı çıkarmıştır. Bu tebliğimizde Risâle-i Nur hizmetinde müstesnâ bir yeri olan Ahmed Husrev Altınbaşak Hazretleri'nin şahsiyetini hulasa edeceğiz. Zira, Husrev Efendi'nin hayatı ve hizmeti iyi anlaşıldığında Risâle-i Nur hizmetinin hakkıyla anlaşılacağı kanaatindeyiz. O'nun hayatı Risâle-i Nur talebeleri için örnek bir hayattır. İhlas ve samimiyeti, sünnet-i seniyeye bağlılığı, zühd ve takvası, Üstadına hürmeti ve vefası, Risâle-i Nura sadakati, ileri görüşlülüğü, ilme iştiyakı ve ilmî nüfuzu, hilm ve şefkati, sabır ve cesareti, tevazuu ve edebi şahsiyeti ile tüm Nur Talebelerinin Bedîüzzaman Hazretleri'nden sonra Üstadı olmuştur. 1. HUSREV EFENDİ'NİN KISA HAYATI Ahmed Husrev Efendi, m.1899 senesinde Isparta'nın Senirce Köyü'nde dünyaya geldi. Babası, Osmanlı Devleti'nin son dönem Isparta vâlilerinden Hacı Edhem Beyin torunu Mehmed Bey olup, annesi Ayşe Hanımefendi idi. Yeşil Sarıklılar nâmıyla bilinen ve Isparta eşrâfından olan baba tarafının şeceresi Hz. Ebubekir'e (ra) dayanmakta; anne tarafı ise, yine asil bir sülâleye mensub olarak evlâd-ı Resul'den, Hz. Hüseyin'den (ra) gelmekte ve ecdadı Hâfız-ı Kurrâlar diye bilinmekte idi. Husrev efendi küçüklüğünden beri Cenâb-ı Hakk'ı tesbih ve tazime düşkündü. Arkadaşları arasında Hızır lakabıyla anılırdı. Milli mücadelede esir düşerek Yunanistan'da iki yıl esârette kalmıştır. Memlekete döndükten sonra bir süre memurluk yapmış ve Barla'ya sürgün olarak gelen Hazret-i Üstâd'ı ziyaret ederek, bu ziyaretinden i‘tibâren onun ilk talebelerinden biri olarak hizmet-i Nuriyede Üstâdının hem dava arkadaşı, hem yardımcısı hem hizmetinin en önemli rüknü hem de katibi olarak yerini almıştır. Bedîüzzaman Hazretlerine 30 yıl talebelik yapmıştır. Üstadtan sonra onun hizmetinin varisi olarak Risâle-i Nur hizmetini devam ettirmiş ve 1977 yılında vefat etmiştir. 2. RİSÂLE-İ NUR HİZMETİNDEKİ YERİ Husrev Efendi, Bedîüzzaman hazretleriyle tanışmasından sonra bir ay gibi kısa bir zamanda on dört tane risaleyi tevafuklu olarak yazmıştır. Ve Eskişehir, Denizli ve Afyon mahkeme ve hapis hayatlarında Üstadının yanında sadık bir dava arkadaşı olarak bulunmuştur. Telif edilen eserler Husrev Efendi'nin kontrolünde, Nur talebeleri vâsıtasıyla elle yazmak ve teksîr makinesiyle çoğaltmak suretiyle memleketin her köşesine sevk ediliyordu. Anadolu'daki Nur talebelerinin yazdıkları mektublar da O'nun vâsıtasıyla Üstâd'a ulaştırılıyordu. Bu hizmetlerini gören ve kendisine son derece bağlı olan talebesinin onun için hayatını feda etmek istemesine şöyle cevap verir. Risâle-i Nur'un kahramanı Husrev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimî ve ciddî istiyor. Ben de derim: Te'lif zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyade ve neşre faideli ise, hayatın dahi hizmet-i Nuriyede benim bu azablı hayatımdan o derece faidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim. buyurmaktadır. Husrev Efendi'ye Üstadı Gül Fabrikası ünvanını vermiş ve O'nu şu sözlerle övmüştür. Husrev'in dâimâ kerâmetli, isâbetli ve fâideli ve çok yüksek fikri, her vakit Kur'ân hizmetinde kıymetdardır. Ve Husrev gibi bir Nur kahramanından benim yerimde ve Nur'un şahs-ı manevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasından hiç bir cihetle gücenmemek elzemdir.diyerek kendisinden sonraki hayrulhalefine talebeleri için işarette bulunmuştur. 3. ÜSTÂDININ TA‘RÃFİYLE HUSREV EFENDİ Derin bir nazara ve yüksek bir ferasete sahip olan Üstâd Bedîüzzamanın, Husrev Efendi'nin yüksek kemalatını gösteren şu sözleri Ben da‘vâ eder ve isbat ederim ki, bu soğukta soğuk muâmele gören ve millete ve vatana zararlı tevehhüm edilen ve vücutça hastalıklı bulunan Husrev (Sellemallâhü Teâlâ- Allah ona selâmet versin), Türk milletinin ma‘nevî büyük bir kahramanı ve bu vatanın bir halâskârıdır ve Türk milleti onun ile iftihâr edecek bir hâlis fedâkârıdır. Ve sırr-ı ihlâsa tam mazhar olduğundan benlik ve riyâkârlık ve şöhretperestlik bulunmaması cihetiyle, çok hizmet-i vataniye ve milliyesinden bir ikisini beyân etmek zamanı geldi. Bu zât müstesnâ ve şirin kalemiyle nurlardan altı yüz risâleye yakın yazmış ve vatanın her tarafına neşrederek komünist perdesi altında dehşetli ifsâda çalışan anarşistliği kırdı ve tecâvüzünü durdurdu ve bu mübârek vatanı ve bu kahraman milleti o zehirden kurtarmak için te'sîrli tiryâkları her tarafa yetiştirdi. Türk gençlerini ve nesl-i âtîyi büyük bir tehlikeden kurtarmaya vesîle oldu... İşte bu hizmetlerinden ve Allah katındaki makbuliyetinden dolayıdır ki Üstad Bedîüzzaman Husrev münâsib görmediği kısmı ta‘dîl, tebdîl, ıslah edebilir diyerek hiçbir talebesine vermediği eserlerine müdâhale etme yetkisini Husrev Efendi'ye vermiştir. 4. HUSREV EFENDİ'NİN TEVÂFUKLU KUR'ÂN HİZMETİ Husrev Efendi'nin başka büyük bir hizmeti de İslâm târihinde bir ilk olan Tevâfuklu Kur'ân-ı Kerîm'i yazmasıdır. 1932'de başladığı bu mukaddes hizmetine ömrünün sonlarına kadar devam etmiş, kırkyıl süren bu hizmetinde dokuz mushaf yazmıştır. Hâfız, hattat, Arapça muallimi olan dokuz Nur Talebesi içinde bu şerefli hizmet Husrev Efendi'ye nasîb olmuştur. Bedîüzzaman Hazretleri bu müjdeyi Tevâfuk Husrev'in tarzında var. Onun için Husrev'in bir mahareti varsa tevâfuku bozmamışâ€¦ cümlesiyle bildirmiş ve diğer talebeler de Evet bizden geçti, biz O'na yetişemiyoruz, dediler. Demek Husrev'in kalemi, Kur'ân-ı Mu'ciz'ül Beyân'ın ve Risâle-i Nur'un mu'cizevârî kerâmetleri ve hârikalarıdır. diyerek Husrev Efendi'yi tebrîk etmişlerdir. Üstad Bedîüzzaman Husrev Efendinin yazdığı Kur'anı ehl-i kalb ve ehl-i hakikate göstermiş kendisiyle beraber bu zatlar bu Kur'ân'ın ilâhi inayetle yazıldığını tasdik etmişlerdir. 5. ÜSTÂD'IN VEFATINDAN SONRA RİSÂLE-İ NÛR HİZMETİ Üstâd Bedîüzzaman Hazretleri'nin vefatından sonra, Husrev Efendi, Risâle-i Nur hizmetine sadâkatle sâhib çıkmıştır. Onun aslî çizgisinden aslâ sapmamıştır. Hizmetin düsturlarına göre yaşamış ve hizmet-i nuriyenin ruhu olan sünnet-i seniyeye ittibâı ve bid‘alara muhâlefeti esas maksad yapmıştır. Husrev Efendi, hizmeti asli yapısıyla devam ettirmiş, hiçbir siyâsî fitneye âlet etmemiştir. Nur hizmetinin en önemli bir düsturu olan Hatt-ı Kuran'ı muhafaza ederek Bedîüzzaman Hazretlerinden sonra devamını sağlamıştır. Husrev Efendi, en büyük gÄyesini, i‘lâ-yı kelimetullâh bilmiştir. Bu uğurda binlerce Saidler ve Husrevler yetiştirerek Risâle-i Nur hizmetini sağlam temellere oturtmuştur. Bu asil duruşuyla Nur hizmetinin sâlimen bugünlere ulaşmasına vesîle olurken, Üstâdının O'nun hakkındaki kanaatini haklı çıkarmıştır. (Sırr-ı ihlâsa tam mazhar olduğundan benlik ve riyâkârlık ve şöhretperestlik bulunmaması cihetiyle… benim yerimde ve Nur'un şahs-ı ma‘nevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili) Bedîüzzaman Hazretleri'nin vefatından sonra, Isparta, Eskişehir, Bursa, Bergama ve Buca Cezâevlerinde çileli hayatı devam etmiş ve İman hizmeti için her sıkıntıya göğüs germiştir. Hapisten çıktıktan sonra, talebeleri ile birlikte İstanbul'da Hayrât Vakfı'nı kurmuş ve yazmış olduğu tevafuklu Kur'ân-ı Kerîm hizmetiyle meşgul iken 1977 yılında Ramazan-ı Şerif'te vefat etmiş ve Isparta'ya defn edilmiştir. Rahmetullâhi aleyh. Husrev Efendi, bütün himmetini ümmet-i Muhammed'in îmânının selâmeti uğruna sarf etmiştir. Bu hizmetlerini, hayatlarının en mühim vazîfesi telakkî etmiş, ailesinden kalan büyük servetini hizmetine fedâ ederek dünyaya kıymet vermemiş mümtâz bir insandır. Husrev Altınbaşak, Üstâdının dünyadaki vazîfe-i uhreviyesinin kuvvetli bir medârı ve tam yerine geçen hayrulhalefi ve Risâle-i Nur eczâlarının en emîn sâhibi ve muhâfızı olmuştur Cenâb-ı Hakk'dan niyâz ediyoruz ki, bizleri de Üstâdımız Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin ve Husrev Efendi'nin ve emsâli büyük zâtların sırrına mazhar ederek bunlara hakîkî varis eylesin. Âmîn.

Milletlerarası Bediüzzaman ve Risalei Nur Sempozyumundan Risâle-i Nur, imani konuları çürütülemeyecek kadar güçlü delillerle ortaya koymuş, mü'minlerin imanını kuvvetlendirirken, dinsizleri de susturmuştur. Günümüzde imani mevzuları Risâle-i Nur kadar mükemmel savunan kimselerin olmayışı, Üstadın bu asrın müceddidi olduğunun en büyük delilidir. Üstad Bedîüzzaman, Risâle-i Nur Külliyatı'nı, Batı medeniyetinin İslâm alemindeki menfî tesirlerini kırmak, dine hücum eden dinsizleri susturmak, Müslümanların Kur'ân ve sünnete bağlılığını tazelemek, dini hayatı yeniden canlandırmak için telif etti. Risâle-i Nurlar, 130 parçadan mürekkep Sözler, Mektubat, Lem'alar, Şuâ'lar olmak üzere, 4 ana eserden meydana gelmiştir. Bu risâleler içerisinde 2, 3 sahife olanlar olduğu gibi 80-90 sahife olanlar da vardır. Üstad, Risâle-i Nurları, çoğu zaman Bu asrın müceddidi, Kur'ân'ın manevî bir tefsiri, bazen de ilm-i kelâm, bazen de tasavvuf gibi insanı zahirden hakîkate götüren bir meslek olarak tarif eder. Burada kısaca Risâle-i Nur'un tecdid, tefsir ve kelâm yönleri üzerinde durmak istiyoruz. A. RİSALEİ NUR VE TECDİD 1. Müceddid Hadisi Peygamberimiz (sav)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Allah bu ümmet için her yüz sene başında dinini tecdid edecek, (yenileyecek) bir müceddid gönderir. (Ebu Davud, Hâkim, Taberânî) 2. Tecdid ve Müceddid: Yenileme, mânâsına gelen tecdid, Asr-ı Saadet'ten sonra, İslâm toplumlarında fısk, bid'at ve küfrün zuhuruyla, Kur'ân ve sünnetten uzaklaşmalar olduğunda, bu bozukluklarla mücadele ederek, İslâm toplumunun bozulan düşünce ve davranışlarını yeniden, asli kaynaklara -Kur'ân ve sünnete- rabtetmek, mânâlarına gelmektedir. Yenileyen mânâsına gelen Müceddid ise; Kur'ân ve sünnete son derece bağlı, İslâmi ilimlerde en yüksek mertebede olan, bid'at ve küfürle mücadele ederek toplumu tecdid eden âlim kimse mânâsına gelmektedir. İslâm'ın ilk yüzyılından günümüze kadar, İslâm toplumlarında fısk, bid'at ve küfürle mücadele eden müceddidler eksik olmadı. Onlar daima bid'atları izale, Kur'ân ve sünneti ihya ederek, toplumu asrı saadete dönüştürmenin mücadelesini verdiler ve manevî havayı yenilediler. 3. 20. Yüzyıl ve Tecdid 19. yüzyıldan itibaren İslâm toplumlarında tesirini hissettiren materyalist batı felsefesi, 20. yüzyılda daha da yaygın bir hal aldı. Batı felsefesinin yaygınlaşması ve İslâm aleyhtarı propagandalar neticesinde, halkın İslâm'a bağlılığında gevşemeler, şüpheler ortaya çıktı. Ahlâk bozuldu. İslâm aleyhinde fikirler arttı, halk İslâm'ı yaşamaktan uzaklaştı. Hatta Müslüman olmak gericilik, utanılacak bir durum gibi algılanmaya başlandı. Bütünüyle değilse de kısmen, İslâmi değerlere itimadı olmayan, hatta düşman, dinsiz nesiller de ortaya çıktı. Üstad Bedîüzzaman, 20. yüzyılda İslâm toplumlarında materyalist batı zihniyetinin sebep olduğu fısk, bid'at ve küfürle mücadelesindeki başarısıyla, bu asrın müceddidi olduğunu isbat etmiş bir şahsiyettir. Kanaatimizce Onun müceddidliğine delil olabilecek 6 madde vardır. Onlar da kısaca şunlardır: 1. İman Hizmeti: Kelâm âlimleri, Her insanın imanını tahkîkî hale getirmesi farzdır. Taklîdî iman sahihse de, imanını tahkîkî hale getirmeyen günahkâr olur diyerek, imani konular üzerinde durmanın ehemmiyetine işaret etmişlerdir. Bilhassa dinsizliğin bilimden, fenden kaynaklandığı ve bütün dünyaya yayıldığı bu zamanda, imani mevzular üzerinde durmak daha büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Risâle-i Nur, imani konuları çürütülemeyecek kadar güçlü delillerle ortaya koymuş, mü'minlerin imanını kuvvetlendirirken, dinsizleri de susturmuştur. Günümüzde imani mevzuları Risâle-i Nur kadar mükemmel savunan kimselerin olmayışı, Üstadın bu asrın müceddidi olduğunun en büyük delilidir. 2. İrşad: Dünya menfaatlerinin ve lezzetlerinin ön plana çıkarıldığı, âhiretin umursanmadığı, mü'min insanların bile günahlarda tiryaki olabildiği bir zamanda yaşıyoruz. Risâle-i Nur böyle bir ortamda, gayr-ı meşru haram lezzetlerde daha dünyada iken cehennem elemlerinin, iman hakîkatlerinde ve İslâm'ı yaşamakta ise, cennet lezzetlerine benzer lezzetlerin var olduğunu isbat ederek, pek çok insanı irşad etmiş günahlardan kurtarmıştır. Günümüzde irşad faaliyeti yapan pek çok şahıs ve gruplar olmakla beraber, Risâle-i Nurun tesir itibariyle daha kuvvetli ve geniş çapta olduğu görülmektedir. 3. İslâm'a hucumlar ve cevabları: 19. Yüzyıl sonlarından günümüze gelinceye kadar İslâm düşmanları tarafından daima gündeme getirilen İslâm'ı tenkide yönelik bazı konular vardır. Tesettür, taaddüdü zevcat, kadınlara mirastan yarım hisse verilmesi, peygamberimizin çok evliliği, mirac, şeytanların yaratılması gibi konular bunlardan sadece bir kaçı. Üstad Bedîüzzaman, bu ve benzeri konulara iknâ edici izahlar getirerek İslâm düşmanlarını susturmuş, İslâm'ı en güzel şekilde müdafaa etmiştir. 4. Üstad Bedîüzzaman, Risâleleri telif ederken yediden yetmişe herkese hitap etmiştir: a. Çocuklar için Onlar Risâle-i Nur'un fıtri talebesidir der. b. Gençler için Gençlik Rehberi, c. Hanımlar için Hanımlar Rehberi, d. İhtiyarlar için İhtiyarlar Risâlesi, e. Hastalar için Hastalar Risâlesi, telif edilmiştir. 5. Hayat-ı ictimaiyyedeki gruplar: Üstad Bedîüzzaman, hayat-ı ictimaiyyedeki pek çok mesele ve gruplar hakkında, İslâmî hükmü doyurucu ve ikna edici bir üslupla ortaya koymuştur. Ayrıca tarihi, akli delillerin yanı sıra, Tevrat ve İncil'den delillerle Ehli Kitab'a Peygamberimizin risâletini isbat edecek risâleler telif etmiş, Batı medeniyeti ile İslâm medeniyeti arasındaki farkları ortaya koyarak, İslâm medeniyetinin üstünlüğünü de ortaya koymuştur. 6. Üstadın şahsiyeti: Üstadın müceddidliğine ayrı bir delil de, onun herkes tarafından kabul edilen ilmi kişiliğidir. O İslâmî ilimlerde otorite idi, zühd ve takva hayatı yaşamış, İslâm'ı yaşama ve yaşatma yönünde hareketli, cesur, çileli, işkence dolu, tavizsiz bir hayat sürmüştür. B. KELÂM İLMİNDE TECDİD OLARAK RİSALE-İ NUR Kelâm ilmi kesin, kat'i deliller kullanmak ve vâki olacak şüpheleri izâle etmek suretiyle dinî akideleri, inançları ispata, kudret kazandıran bir ilimdir diye tarif edilir. Risâle-i Nur kelâmdır, fakat kelâm ilminde o bir tecdid/yenilik de yapmıştır. Şöyle ki: Materyalist felsefe İslâm âleminde yaygınlaştığında, son dönem İslâm âlimleri eski kelâm kitaplarının, yeni felsefi meselelere karşı yetersiz olduğunu görerek yeni bir kelâm ilmi oluşturmaya çalıştılar. Bu konuda İzmirli İsmail Hakkı, Abdullatif Harputi gibi bazı âlimler tarafından yapılmış bazı çalışmalar olmakla beraber, yeni bir kelâm ilmi ortaya koymakta hiç kimse üstad Bedîüzzaman kadar başarılı olamadı. Üstad Bedîüzzaman, ortaya koyduğu risâlelerde, gaye ve mevzu itibarıyla klasik kelâmla aynı, fakat metotta farklı, yeni bir kelâm ilmi ortaya koymuştur. Üstad'ın ortaya koyduğu kelâm ilminin bazı özelliklerine değinelim: 1. Gaye ve Nizam Delili Kelâm âlimleri Allah'ın varlığını ispat ederken Hudus ve İmkân delilini kullanmışlardır. Bu delil bazı araştırmacılar tarafından muğlak, çetrefil, herkes tarafından kolayca anlaşılamayan bir delil olmakla tenkid edilmiştir. Hudus ve imkan delilini tenkid edenler, deliller içerisinde Gaye ve Nizam delilinin Kur'ânî bir delil olduğunu, aynı zamanda bu delilin herkes tarafından kolayca anlaşılacağını söylemişlerdir. Üstad Bedîüzzaman risâlelerde Kur'ânî metot olan gaye ve nizam delilini güçlü ve zengin bir şekilde, ustalıkla kullanmıştır. 2. Haşr Eski kelâm âlimleri haşri bir nakil mevzuu olarak ele almışlar, haşrin aklen ispat edilemeyeceğini söylemişlerdir. Bu yüzden bütün akaid-kelâm kitapları haşr mevzuunu, semiyyat veya gaybiyyat başlığıyla ele alırlar. Risâle-i Nur tevhid, risâlet konularını güçlü delillerle isbat ettiği gibi, haşir mevzuunu da zengin ve güçlü delillerle isbat etmiştir. Üstad şöyle der: Eğer haşrin gelmesini gelecek baharın gelmesi gibi kat'î bir surette anlamak istersen, haşre dair Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söze dikkatle bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmazsan, gel, parmağını gözüme sok! (İkinci Şu'â) 3. Sehl-i Mümteni Pek çok âlim kelâm ilminin zorluğundan bahsetmiştir. Risâle-i Nurlar bu zor ve ağır kelâmi mevzuları sehli mümteni' tarzında oldukça kolay bir hale getirmiştir. Bu zor ve ağır meseleleri kolaylaştırmada en mühim unsur risâlelerde çoklukla kullanılan temsil metodudur. Temsillerle zor anlaşılan hakîkatlar, çocuklara bile anlatılabilecek hale getirilmiştir. 4. Delillerin Kuvvetliliği Üstad, risâlelerinde oldukça net ve kesin bir üslupla ve büyük iddialarla konuşur. Risâlelerin imani mevzuları kesin ve kat'i bir şekilde ispat ettiğini ve küfrün belini kırdığını söyler. Çoğu zaman dinsiz filozoflara meydan okur. Tabiat Risâlesi hakkında oldukça net ve kesin olarak şöyle der: Tabîattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmiyecek bir surette öldürüyor; küfrün temel taşını zîr ü zeber ediyor. (Lem'alar.) Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânın feyziyle, Yeni Said, hakaik-i imaniyeye dair o derece mantıkça ve hakîkatçe burhanlar zikrediyor ki, değil Müslüman ulemâsı, belki en muannid Avrupa filozoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir. (Sikke-i Tasdikden). 80 yıl boyunca bu iddiaların çürütülemeyişi, Üstadın iddialarının doğruluğuna bir delil kabul edilebilir. 5. İman ve Duygusallık Risâle-i Nur'da, imani mevzular güçlü delillerle ispat edilmekle yetinilmemiş, bunun yanı sıra, imanın insan hissiyatına (duygusallığına) tesiri de ele alınmıştır. İnsan fıtratında var olan acz, fakr, insanı elemler içinde bırakan zeval, firak, insanın geçmiş ve gelecekle irtibatı, yalnızlık duygusu, ölüm, Allaha ve âhirete imanın faideleri pek çok risâlede ele alınmış, imanın insanın bu zayıf taraflarını güçlendirdiği, küfrün ise insanı bunalımlara götürdüğü ispat edilmiştir. Bu izahlarla Üstad, âhiret saadeti kadar, dünya saadetinin de ancak imanla olacağını göstermiştir. Burada dikkat edilmesi gereken en mühim bir özellikde, Üstad'ın, imanı, Müslümanları ilgilendiren bir konu olarak değil, insanı ilgilendiren bir konu olarak ele almasıdır. 6. Kelâmdan Daha Fazlası Her ne kadar Risâle-i Nur için kelâm diyor isek de, onun kelâmdan daha zengin bir muhteva taşıdığını belirtmemiz gerekir. Risâle-i Nur eski kelâm kitaplarında olup, bugünkü sosyal hayatta medar-ı bahis olmayan ve ihtiyaçta duyulmayan teferruatla ilgili mevzular üzerinde durmamıştır. Fakat Müslümanların ihtiyacı olan pek çok mesele, kelâmî bir mevzu olmadığı halde ele alınmıştır. Mesela ibadetlerle ilgili mevzular, hadislerle ilgili mevzular, kelâmî mevzular değildir, fakat Müslümanların ihtiyacı olan mevzulardır. İhtiyaçtan dolayı bu ve buna benzer pek çok mevzuyu risâlelerde görebiliriz. Üstad, İslâm'ın her yönden hücuma maruz kaldığı bu asırda, hem hücumları durdurabilmek, hem de güçlü İslâm'i bir kişilik ve sosyal bünye ortaya çıkarabilmek için elinden gelen gayreti göstermiştir. Bu yüzden dar kalıplarla kendini sınırlamayı değil, ihtiyaç neyi gerektiriyorsa ona göre tavır almayı tercih etmiştir.

Bir Kıssa, Bin Hisse DOKSAN DOKUZ KİŞİYİ ÖLDÜREN ADAMIN KISSASI Ebu Saîd-i Hudri (ra) şöyle demiştir: Allah'ın Peygamberi (asm) şöyle buyurdu: Sizden evvelki ümmetler içinde bir adam vardı ki doksan dokuz insan öldürmüştü. Bu zât, yer ahâlisinin en âlim insanının kim olduğunu sordu. Kendisine bir râhib delâlet olundu. O, râhibe geldi ve: Bu adam doksan dokuz nefis öldürdü. Onun için bir tevbe kapısı var mıdır? diye sordu. Râhib: Hayır, yoktur diye cevap verdi. Bu menfî cevâp üzerine katil, o rahibi de öldürdü. Bu sonuncu cinâyetle öldürdüğü kimselerin sayısı yüze tamamlandı. Sonra yine yeryüzü halkının en âlim olan kişisini sorup aradı. Kendisi, âlim bir kimseye delâlet edildi. Onun yanına gelince: Bu adam yüz tâne insan öldürmüştür. Acaba onun için bir tevbe yolu var mıdır? dedi. O âlim zât : Evet vardır. İnsan ile tevbesi arasına kim perde olabilir? Sen falanca yere git. Çünkü orada Allah'a ibâdet etmekte olan bir takım insanlar vardır. Sen de onlarla beraber Allah'a ibâdet (ve günahlarından tevbe) et ve sakın bir daha kendi memleketine dönme. Çünkü orası kötü bir mıntakadır dedi. Bunun üzerine o katil kişi, söylenen yere doğru yönelip gitti. Nihayet yolun yarısına vardığı zaman kendisine ölüm geldi. Şimdi Rahmet melekleri ile Azab melekleri birbirleriyle çekişmeye başladılar. Rahmet melekleri: Bu adam tevbe ederek ve kalbi ile Allah'a yönelerek bize doğru geldi dediler. Azap melekleri de: Bu adam hiçbir hayır işlememiştir dediler. Bu sırada insan kılığında başka bir melek geldi her iki tarafın meleği aralarında onu hakem yaptılar. O melek: Şimdi siz buradan itibaren geldiği yer ile gideceği yerin mesafesini ölçüp birbirine tatbik ediniz. Bunun bulunduğu bu yer iki yerden hangisine daha yakın ise bu kimse oraya ait olur dedi. Melekler mesafeleri ölçtüler ve zatın gitmek istediği yere daha yakın yerde yatmış olduğunu gördüler. Bunun üzerine onun ruhunu rahmet melekleri aldı. Yukarıda anlatılan kıssada alabileceğimiz pekçok hisse vardır. Şimdi bunlardan bir kısmına işaret edeceğiz. 1. Allah'ın sonsuz af ve merhameti öfkesini geçmiştir. Ümitvar olmak gerekir. Cenâb-ı Hak rahmetinin gadabını geçtiğini bildiriyor. Şirk ve küfür olmadıktan sonra bütün günahları velev ki dağlar kadar ağır bile olsalar yine de affede(bile)ceğini bildiren bir Rabbimiz varken rahmetine sığınmaktan daha güzel ne olabilir ki? Her zaman bir kurtuluş çaresinin varlığını bilmek insana ümit veriyor. İlâhi gadabın olması da yasaklara karşı cesareti kırıyor. Yalnız burada şu hususu gözönünde bulundurmalıyız. Allah'ın affına güvenerek günah işlenmemeli çünkü öfkesinin de olduğu düşünülmelidir. Günahlara bakıp rahmetinden de ümit kesilmemeli çünkü af ve merhametinin sonsuz olduğu bilinmelidir. Ayrıca Allah'ın rahmetinden ümidini kesmek O'na karşı bir su-i zandır. Halk arasında şu kadar günah işledim artık affa nail ol(a)mam demek de Cenâb-ı Hakk'a iftira etmektir. Çünkü hakkında kesin bir hüküm verilmemişken böyle düşünmek Allah'ın sonsuz afv ve merhametini inkara kadar götürebilir. Ben kulumun zannı üzereyim kaidesinin kendisi hakkında tatbikine sebebiyet verir. Bahsi geçen hadisede de kul affedileceği ümidi ile hareket etmiş, Allah da ona öyle muamele etmiştir. Öyleyse ümitvar olalım. 2. Tevbe bizler için büyük bir lütuftur. Yaşadıklarımızı geri getiremediğimiz gibi olanları telafi etmek çaresi de olmasaydı ne olurdu acaba? Öncelikle günahların karşılığı olan ceza, manevi korku ve telaş en büyük bir azabımız olurdu. İşlenen herbir günah Allah'a yönelmemizi biraz daha zorlaştırır, kalpteki Allah sevgisini nefret ve düşmanlığa dönüştürürdü. Hal-i hazırdaki lezzetler acılaşır, ibâdet ve tâate şevkimiz kalmazdı. İsyan ve tuğyanımızın haddi hesabı olmazdı. Çünkü kendisini asacak olan padişahı hiçbir âsî sev(e)mez, merhametinden ümidi yoksa af için özür dilemez. Sonunda dar ağacına gideceğini düşünen hiçbir katil cinayet işlemekten çekinmez. (Doksan dokuz olmuş, yüz olmuş hiç farketmez.) İ'damını bekleyen bir mahkumu hiçbir lezzet mutlu edemez. Va'd edilen dehşetli bir cezaya her gün biraz daha yaklaşan adamı iç bunalımlar, ruhi ve akli sıkıntılar maddi cezadan bin kat daha fazla yıpratır. İşte saydığımız tüm bu maddi ve manevi sıkıntılar tevbe hakikati sayesinde ortadan kalkar. Tevbe, sırrını idrak eden kişiyi her türlü kötülükten korur, kötülüğe olan meyillerini keser. Bu sebeplerle tevbenin varlığı gerçekten büyük bir lutuftur. Yeisdir her kemalin düşmanı Onunla avlar iblis, biçare insanı Uzaklaştırır kişiyi tevbe istiğfardan Kestirir ümidini Rahmet-i Rahmandan Ger kemale ermek dilersen Uyma şeytana bırak ye'si sarıl ümide La taknetu emrine sağlam inkıyad etsen Dağ kadar olsa da zenbin erersin Rahmete 3. Yaşadığımız çevre bizi etkiler. Çevremizi temiz tutalım! Yaşadığımız çevre bizi ister istemez etkiler. Kötü arkadaş ve kötü toplum, insanı kendisine benzetir. Gül bahçesine giren adam gül koktuğu gibi, pis bir yerde kalan kişi de (velev ki üstüne pislik bulaşmasın) pis kokar. Kötü arkadaş ve kötü çevre bizi kötülüğe alıştırır, (b)ulaştırır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir beytinde şöyle der: Elden geldiği kadar kaç kötü arkadaştan Kötü arkadaş kötüdür en zehirli yılandan Zirâ yılan zehir akıdır candan eder Kötü arkadaş hem candan hem imandan eder. İyilerle olmak insanı iyiliğe sevk eder. İyiden iyilik, kötüden kötülük öğreniriz. Bütün bunlar hayatımızı etkiler, şekillendirir. Sâlih insanlar insan için doğru birer rehber gibidirler. Onlarla birlikte iken şeytandan ve kötülüklerden uzaklaşır, kötü te'sirlerinden korunuruz. Hadiste şöyle buyurulmuştur. Yalnızlık kötü arkadaşla beraber olmaktan iyidir. Salih dostla beraber olmak da yalnızlıktan iyidir. İyi bir insan olabilmek için kötülerin bulunduğu yerden uzaklaşmalı, iyi insanların bulunduğu temiz bir ortamda yaşamaya çalışmalıyız. 4. Ümitsizlik her kemâle manidir. Ümitsizlik hiçbir fazileti kazandırmaz. Zira ümitsiz adam herşeyini kaybetmiştir. Aşk, şevk, gayret, azim, fedakarlık, iyilik, hamiyet, himmet, cesaret ve daha nice kıymetdar faziletler ümitle elde edilir, ümitle beslenir. Ümidini kaybeden bunların hepsini yitirir. Bundan anlaşılıyor ki her kemale vesile, ümit olduğu gibi, her kemale mani de ümitsizliktir. Belki de her türlü kemalatın (olgunluk ve mükemmelliklerin) en büyük düşmanı ümitsizliktir. 5. Her ilim sahibi doğru yolu bilmeyebilir. İlim kıymetli bir meta'dır. Âlim ise karanlıkları aydınlatan kandil gibidir. Lakin kişilikleri oturmamış ehil olmayan kimseler ilim sahibi de olsalar yanlış yollara insanları sevk edebilirler. Hislerine ve heveslerine mağlup olup yanlışa sürükleyebilirler. Mürşid seçerken dikkatli olmalıyız. Allah'a hamd olsun ki Kur'an ve Sünnet gibi iki sağlam mihengimiz var. Rasülullah (asm) gibi bir rehberimiz var. Onlara muhalif her hareket yanlış ve zararlıdır. Onlara zıt hareket eden her âlim (!) kesinlikle doğru kılavuz değildir. Bizim için en doğru mürşid Kur'an ve Sünnete en çok uyan kişi olmalıdır. İlmiyle amel eden, sözü ve fiili birbirini tasdik eden kişi bize doğru yolu gösterebilir. Yoksa hem kendisine hem de başkasına zarar vermek ihtimali vardır. Ya Rabbi.. bizi doğrudan ve doğrulardan ayırma… Kur'ân ve sünnet istikametinde son nefesimize kadar kaim ve daim eyle âmin…

İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zayi' olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslim ile derin bir sevinç (hissedilebilir ve korkulardan emin olunabilir). Elhamdülillah dedim. Azrail'i cidden sevmeğe başladım. Bir ikindi namazı esnasındaydı. İlk rekâtta kıyamda idim. Fakat içimde tuhaf bir his vardı. Sanki arkamda birisi duruyordu. Nefesinin sıcaklığını ensemde hissedebiliyordum. Boğazımda da bir acı dolaşıyordu. Metal bir şey vardı boğazımda ve oldukça keskin gibiydi. Kafamı eğsem kesilecek zannediyordum. Fatiha'yı bitirmek üzereydim. Diğer taraftan da hangi sureyi okuyacağımı düşünüyordum. Bildiğim en uzun sureler hafızamda dolaşıyordu. Zira ne kadar kısa olursa, o metal şeyin boğazımı kesmesi o kadar yakın olacaktı. Sonra o arkamdakinin kim olduğu ve boğazıma dayalı şeyin ne olduğu sorusu kafamı kurcalamaya başladı. İçimden bir ses Azrail diyordu. Birden bir ürperti hissettim. Zira zihnimde canlanan resim, ürkütmüştü beni. Arkamdaki şeyin zihnimde oluşan silueti, başlıklı bir pelerin giymiş ve elinde de tırpan olan birisini haber veriyordu. Ve tırpanın keskin tarafı tam da boğazıma dayalıydı. Rükua gittiğim anda da kafam yere uçacaktı. Ben rükua gitmeden o tırpanı çekti ve bir anda bacaklarımdan derman kesildi. Öylece kalakaldım. Namazı bitirdiğimde derin bir nefes aldım. Kendimi ölüme yakın hissettiğim anlardan birisiydi bu. Fakat kafamı kurcalayan başka bir şey vardı; Azrail (as). Neden başlıklı bir pelerin ve elinde tırpan vardı. Kafamda resmettiğim bu şey Azrail (as) olamazdı. Çünkü nurdan yaratılmış, sadece İlahi emirlere mutlak itaate memur Allah'ın bu mahluku, böyle korkutucu olmamalıydı. Ya da vazifesi, kafa kesen bir varlık olmaktan veya öyle algılanıyor olmaktan başka bir şey olmalıydı. Sonra sorgu melekleri denilen Münker ve Nekir meleklerine döndü nazarım. Onları algılayışım da Azrail'den (as) farksızdı. Ne acayip öğretilmişlerdi bize. Ellerinde balyoz vardı. Söyle bakalım Rabbin kim? bilemedin kafana balyozu yiyordun. İslâmiyet her şeyiyle güzeldir. Hayalleri korkusuzdur. Fakat kafamdaki meleklerin tarafımdan algılanışı böyle değildi. Neden? Belki avamın ağzında dolaşan hikâyelerin, belki romanların, belki de televizyon vb. araçların kafamda şekillendirdiği bu varlıklara karşı, bu halleriyle sempati duymam, onları kendime yakın hissetmem mümkün gözükmüyordu. Ta ki Risâle-i Nur'un bahsettiği şekliyle o mübareklerin hakîkatlerini okuyup anlayana kadar. Birden dünyam ve bakış açım değişmişti. Gerçi, Nur Risâlelerini okuyup bakış açımın değişmediği, bakış açımın değişip de lezzet almadığım bir konu da yoktu Elhamdülillah. AZRAİL (AS), MÜNKER NEKİR, KİRAMEN KATİBİN Nur'un Risâleleri bu meleklerin hakîkatine dair şöyle diyordu: İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zayi' olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslim ile derin bir sevinç (hissedilebilir ve korkulardan emin olunabilir). Elhamdülillah dedim. Azrail'i cidden sevmeğe başladım. Herkes gibi ben dahi muhakkak gireceğim diye mezarıma hayalen girdim. Ve kabirde yalnız, kimsesiz, karanlık, soğuk, dar bir haps-i münferide (hücre hapsinde) bir tecrid-i mutlak (kimsesizlik) içindeki tevahhuş ve me'yusiyetten tedehhüş ederken (dehşet alırken), birden Münker ve Nekir taifesinden iki mübarek arkadaş çıkıp geldiler. Benimle münazaraya (konuşmaya) başladılar. Kalbim ve kabrim genişlediler, nurlandı, hararetlendirdiler; âlem-i ervaha (ruhlar alemine) pencereler açıldı. Ben de şimdi hayalen ve istikbalde hakîkaten göreceğim o vaziyete bütün canımla sevindim ve şükrettim. Ve insanın amelini yazan melekler hatırıma geldi. Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var. [Birisi] Her insan kıymetli bir sözünü ve fiilini bâkileştirmek (kalıcı kılmak) için iştiyakla (büyük bir arzuyla) kitabet ve şiir, hatta sinema ile hıfzına çalışır. Hususan o fiillerin Cennet'te bâki (ebedi) meyveleri bulunsa, daha ziyade merak eder. Kiramen Kâtibîn insanın omuzlarında durup onları ebedî manzaralarda göstermek ve sahiblerine daimî mükâfat kazandırmak(tadırlar), (bu bana) o kadar bana şirin geldi ki tarif edemem. (Asâ-yı Musâ, 62) MELEKLERİ DOST EDİNMEK Artık benim de dünyam aydınlanmıştı. Bu meleklerin nezdinde dünyam ve dostlarım o kadar çoğaldı ki, adım başı bir melek vardı dünyamda. Bazı akşamlar eve gittiğimde kimse olmuyordu. Kapıdan içeri ilk girdiğimde her taraf karanlık ve ürkütücü gelmekle beraber; şimdi eve girdiğimde Selamun aleyküm diyebileceğim binlerce dostlarım vardı. Meğer eskiden ne kadar yalnızmışım. Ne kadar kimsesizmişim. Meleklere imanın gereğini, bu açılımla beraber, daha iyi hissedebiliyorum. İyi ki Melekler var. Artık her kar veya yağmur yağdığında, Bak Melekler geldi! deyip getirdikleri rahmetten dolayı Allah'a şükrediyor, dönüşte dualarımı rahmet-i Rahmana götürsünler diye binler dua ediyorum. Rahmetle gelen rahmetle döner. Dünyamızı ziyaret edenler, hiç olmazsa dualarımızın ziyaretini isterler. Ne güzel Meleklerle dost olabilmek. Ne güzel onların dostluğunu hissedebilmek. Sarf ve nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker ve Nekir'in: (Men Rabbüke) yani senin Rabbin kimdir? suallerine karşı, kendini medresede zannedip Nahiv ilmi ile cevab vererek: (Men) mübtedadır. (Rabbüke) onun haberidir; müşkil bir meseleyi benden sorunuz, bu kolaydır. diyerek, hem melaikeleri, hem hazır ruhları, hem o vakıayı müşahede eden orada bulunan bir keşfe'l-kubur velisini güldürdü ve rahmet-i İlahiyeyi tebessüme getirdi. Azabdan kurtuldu.

LEMAAT TAHLİLLERİ-6 Ey zîhassa-i meşhure! Taayyünle zulmetme, ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvânına verirsin ihsan ve bereketi. Her bir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, her birine celbeder bir nazar-ı hürmeti. Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükrim iken altında; üstünde zâlim olursun. Güneş iken orada; burada gölge edersin. İhvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus, zâlim birer emirdir, sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün. Nerede kaldı yalancı tasannu' ve riya ile kesb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlahî, hem o nizam-ı ahsen. Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev'i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen. İşte sana misali: İnsan içinde velî, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cum'ada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen. Tahlil: 1- Meziyetin varsa hafâ türabında (gizlilik toprağında) kalsın; tâ neşvünemâ bulsun. 1- Üstünlüğün varsa gizlilik toprağı altında kalsın. Tâ ki gelişip çoğalsın. Nasıl ki bir tohumu toprakta gizlemek onu yok etmek değildir. Belki bir iken yedi yüze kadar çoğaltmak demektir. Gizlenen bir meziyet de yok olmaz aksine çoğalır, inkişaf eder. 2- Ey zîhassa-i meşhure! Taayyünle (ortaya çıkarak) zulmetme! 2- Bir cemaat veya toplulukla beraber olan, hususen onlarla birlikte hizmet eden bir Müslüman'ın eğer diğer ferdlerden meşhur bir meziyeti, yani çok bariz bir üstünlüğü varsa, bu meziyetini gizlemesi ve onların dengi birisi imiş gibi davranması gerekir. Eğer aksini yaparsa diğer arkadaşlarına zulmetmiş olur. Kastamonu Lahikasındaki şu cümle ve cümle içindeki hadis-i şerif bu noktaya ışık tutuyor gibidir: Hem bir adam, kendi başına cesareti güzel de olsa, bir cemaat-ı mütesanideye girdikten sonra, onların istirahatını ve sarsılmamalarını muhafaza etmek için, o şahsî cesareti istimal edemez. ²vUS«Q²/«!öh²[«,ö]«V«2ö!:h[,ö (En zayıflarınızın gidişi gibi gidiniz) hadîs-i şerifinin sırrıyla hareket etmek (lazımdır). 3- Ger perde-i hafanın (gizlilik perdesinin) altında sen kalırsan, ihvanına (kardeşlerine) verirsin ihsan ve bereketi. Her bir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, her birine celbeder bir nazar-ı hürmeti. 3- Böyle meziyetli bir kişinin bulunduğu bir topluluk çok güzel bazı işler başarabilir. Eğer meziyetli kişi kendini gizlemeye dikkat ederse, o başarılar bütün cemaate mal olur ve bütün cemaatin şerefini yüceltir. Her biri o meziyetli adam gibi bir hürmet kazanır. O kimse bu hareketiyle arkadaşlarına manen ihsanda bulunmuş olur. Kendisi de o meziyetten ve o hürmetten bir şey kaybetmez. Hem de o meziyet, bir kişinin meziyeti iken efrad sayısınca çoğalarak gelişip çoğalmış, neşvünemâ bulmuş olur. Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin gerek hizmet hayatına, gerek Risâle-i Nur'daki beyanlarına baktığımızda bu güzel ahlâkı, yani şahsını geri plana çekmeyi mükemmelen yaşadığını görürüz. Kendisini daimi surette geri çekmiş ve bütün meziyeti cemaatine vermiştir. Mesela Kastamonu Lahikası'ndaki şu ihlâs dolu ifadeler, Hz. Üstad'ın bu harikulade ahlâkını gayet güzel gösteriyor: Ey Risâle-i Nur'un kıymetdar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeşlerim! Şahsiyetim itibariyle sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez. Fakat sizin gibi hakikatbîn zâtlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurat ile âlude mahiyetim, benden kaçmağa bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için, şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârane duâ ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenâb-ı Hakk'ın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymetdar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksim-ül mesaî kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir. İhlas Risâlesindeki şu cümleler de bu ahlâkın fevkalade bir numunesini teşkil etmektedir: (Ey kardeşlerim) Yedi-sekiz sene sizinle ettiğim hizmette eski hizmetten yüz derece fazla muvaffakıyeti gösteren manevî kuvvet, sizlerdeki ihlastan geldiğine kat'iyyen şübhem kalmadı. Hem itiraf ediyorum ki samimî ihlâsınızla, şan ü şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyadan beni bir derece kurtardınız. İnşâallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız. 4- Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükrim (ikram eden) iken altında; üstünde zâlim olursun. Güneş iken orada (perde altında); burada (perde üstünde) gölge edersin. İhvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus (ortaya çıkıp şahsiyetini göstermek), zâlim birer emirdir (iştir). 4- Eğer meziyet sahibi kimse bu cemaat sırrını anlamaz ve şahsiyetini ortaya sürer ise önceki durumun tam tersi bir durum ortaya çıkar. Önceki vaziyette kendini gizlemekle arkadaşlarına hürmet nazarlarının yönelmesine vesile oluyor, onlara ikram ediyor ve o şereften kendi de aynen hissedar oluyordu. Şimdi ise meziyetini gizlemeyerek Bütün o başarıların asıl sebebi benim dercesine kendisini izhar etmesi diğer arkadaşlarının hisselerini de kendine mal edeceğinden onlara zulmetmiş oluyor. Önceki halde meziyeti ile onlara şeref dağıtıyor iken, sonraki halde, onların şereflerini kendi meziyetinin gölgesi altında bırakıp kıymetten düşürüyor. Hâlbuki taayyün etmekle, yani kendini açıkça belli etmekle kendisi de fazladan bir hürmet ve şeref kazanamaz. Çünkü önceki halde diğer arkadaşları ile birlikte aynı şerefe sahipti. Şimdi ise diğerlerini hürmetten düşürmek pahasına kendini ortaya sürerek onlara zulmetti. Bir şey kazanmadı, çok şey kaybettirdi. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, İhlâs Risalesinde, kendini değil cemaatini tercih etmeyi şöyle tavsiye eder: Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, teveccühte, hatta menfaat-ı maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Aynı risalede bu fedakârlığa teşvik için yine şöyle der: Evet bahtiyar odur ki; kevser-i Kur'anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev'indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz (cemaatin şahs-ı manevîsi) içine atıp eritendir. 5- Sahih, doğru böyle ise; hem de böyle görürsün. Nerede kaldı yalancı tasannu' ve riya ile kesb-i teşahhus-u şöhret (şöhretli bir kimlik kazanmak)? 5- Gerçekten meziyet sahibi birinin kendini gizlememesi böyle zararlı düşer ve diğer arkadaşlarının hukukuna bir tecavüz olursa, elbette sırf riyakârâne duygular ve yapmacık hareketlerle kendini diğerlerinden daha meziyetli göstermeye çalışan birisinin tavırları bütün bütün zulüm olur. İhlas Risalesi'nde bu riyakâr hissiyatı değil, cemaatin şerefini esas yapmak için Risale-i Nur talebelerini şöyle ikaz eder: Madem kardeşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir; o büyük şeref-i manevîyi, şahsî, hodfüruşane, rekabetkârane, cüz'î bir şerefe ve şöhrete feda etmek; Risâle-i Nur şakirdlerinden yüz derece uzak olduğu ümidindeyim. 6- İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlahî, hem o nizam-ı ahsen (en güzel düzen); bir ferd-i fevkalâde, kendi nev'i içinde setr ile (örterek) perde çeker, bununla kıymet verdirir (diğerlerine de), hem de eder müstahsen (beğenilen). İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cum'ada müstetirdir (gizlidir) bir saat, kabul olur dua edersen… 6- Allah'ın kâinatta cari bir hikmeti ve güzel bir düzeni Kıymetli bir ferdi sair ferdler içinde gizleyerek hepsinin kıymetini yüceltmektir. Meselâ Cuma günü duâların kabul olduğu bir saat olduğu bildirilmiş, fakat hangi saat olduğu gizlenmiştir. Böylelikle her bir saatin o saat olabilme ihtimaliyle kıymeti artmıştır. Metinde geçen diğer numuneler de bunun gibidir. İşte meziyetini, yani diğer efrada olan üstünlüğünü gizlemek kâinattaki bu düzene uymak demektir. Aksi ise o düzene karşı bir nevi isyan manasını taşır. Cenab-ı Erhamürrâhimîn'den bütün esma-i hüsnasını şefaatçı yapıp niyaz ediyoruz ki: Bizleri ihlas-ı tâmme muvaffak eylesin... Âmîn Lemaat Tahilleri Yazı Dizisi (Lemaat Tahlilleri-1) Lemaat eseri nasıl mütalaa edilmeli? (Lemaat Tahlilleri-2) Kudretin Âyineleri Çoktur (Lemaat Tahlilleri -3) Temessülün Aksâmı Muhtelifedir (Lemaat Tahlilleri-4) Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise (Lemaat Tahlilleri-5) Kur'ân âyine ister, vekil istemez (Lemaat Tahlilleri-6) Meziyetin Varsa Hafâ Türabında Kalsın; tâ Neşvünema Bulsun! (Lemaat Tahlilleri-7) İslâm, Evliyâlara ve Hıristiyan Azizlere Nasıl Bakar? (Lemaat Tahlilleri-8) Tebeî Nazar, Muhali Mümkün Görür (Lemaat Tahlilleri-9) Nasraniyet İslâmiyete Teslim Olacak (Lemaat Tahlilleri-10) Melâike Bir Ümmettir; Şeriat-ı Fıtriye İle Memurdur(Lemaat Tahlilleri-11) İslâm Medeniyeti Zuhur Edecek!

www.sorusorcevapbul.com Kur'ân bir kulluk kitabı olduğundan her seviyeden insana hitap eder. Eğer Kur'ân yalnız bilimsel meselelerden detaylarıyla bahsetseydi sadece bilim adamlarına hitap eden bir bilim kitabı olurdu. Ve ilim seviyesi yüksek olmayan insanlar Kur'ân'dan gerektiği şekilde istifade edemezlerdi. İşte Kur'ân kimseyi mahrum bırakmamak için bilim ve teknolojiden bazen açıkça bazen de kapalı bırakıp işari olarak haber verir. Kur'ân bir kulluk kitabı olmakla birlikte bütün bilimsel ve teknolojik gelişmelere ışık tutar. Bütün bilim dalları öz ve çekirdek halinde Kur'ân'da yer alır... Denizlerin dibinden Uzay'ın derinliklerine, kâinatın yaratılışından son buluşuna, anne rahmindeki ceninden, arıların hayatına, fiziğin en zor problemlerinden tabiat olaylarına kadar bütün bilim dalları öz ve çekirdek halinde Kur'ân'da yer alır. Peki, Kur'ân bu bilim dallarından neden açık açık bahsetmez? Bunun iki temel sebebi vardır: Kur'ân, her şeyden önce bir bilim kitabı değil kulluk kitabıdır. Mesela Kur'ân güneşten bahseder. Fakat güneşten güneşi tanıtmak için değil yaratıcısı olan Allah'ın kudretini insanlara göstermek için bahseder. Kur'ân bir kulluk kitabı olduğundan her seviyeden insana hitap eder. Eğer Kur'ân yalnız bilimsel meselelerden detaylarıyla bahsetseydi sadece bilim adamlarına hitap eden bir bilim kitabı olurdu. Ve ilim seviyesi yüksek olmayan insanlar Kur'ân'dan gerektiği şekilde istifade edemezlerdi. İşte Kur'ân kimseyi mahrum bırakmamak için bilim ve teknolojiden bazen açıkça bazen de kapalı bırakıp işari olarak haber verir. İşte Kur'ân'ın 15 asır öncesinde işârî olarak haber verdiği fakat modern bilimin yeni keşfettiği bilimsel gerçeklerden bazıları: KUR'ÂN VE FİZİK … Ne göklerde, ne de yerde zerre ağırlığınca (bir şey) O'ndan gizli kalmaz ve ne bundan daha küçük, ne de daha büyük hiçbir şey yoktur ki, apaçık beyan eden bir kitapta bulunmasın. (Sebe, 3) Henüz geçtiğimiz yüzyılda bilimsel araştırmalar sonucu ortaya çıkan atom altı parçacıklar (maddenin en küçük birimi olarak bilinen atomun parçalara ayrılabileceği) gerçeğini Kur'ân bundan 15 asır önce haber vermiştir. (Âyette geçen ذره (zerre) kelimesi toz, atom anlamlarını taşımaktadır.) KUR'ÂN VE TIP Sonra o nutfeyi bir alaka olarak yarattık, sonra o alakayı bir mudga olarak yarattık, sonra bu mudgayı bir takım kemikler halinde yarattık, sonra bu kemiklere bir et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratılışla (insan olarak) meydana getirdik… (Mü'minun, 14) Kur'ân anne rahminde geçen asılıp tutunma علقه (alaka), bir çiğnemlik et مضغه (mudga), kemikleri اعظام (ızam) ve son olarak da etin Ù„ØÙ… (lahm) oluşum aşamasını haber verir. 20. yüzyıl teknolojisiyle gelişmiş mikroskoplar ve anne karnının içine giren mikro kameralar sayesinde anne rahmindeki embriyonun Kur'ân'da belirtilen sırayı takip ettiği ortaya çıkmıştır. Ve başlangıçta gözle görülecek kadar belli fakat detayların anlaşılamayacağı kadar belirsiz bir büyüklükte olduğu, kemiklerin ise daha ileride oluştuğu anlaşılmıştır. Modern bilimin yakın zamana kadar habersiz olduğu bu gerçek 15 asır öncesinde Kur'ân'da yer almıştır. KUR'ÂN VE BİYOLOJİ Onların (o arıların) karınlarından, renkleri muhtelif bir içecek çıkar ki, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz ki bunda, düşünecek bir topluluk için kesin bir delil vardır. (Nahl, 69) Bal üzerindeki bilimsel çalışmalar ilk olarak 19. yüzyılda Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane bünyesinde başlamıştır. Ve ancak geçtiğimiz yıllarda yapılan klinik gözlemler sonucu balın antibakteriyel (bakteri üretmeyen) ve antienflamatuar (iltihabı önleyen madde) özelliklere sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca fruktoz, glikoz şekerleri, magnezyum, potasyum, kalsiyum, kükürt, demir ve fosfor gibi mineraller, B1, B2, B3, B5, B6 ve C gibi vitaminlerin balda bol miktarda bulunduğu görülmüştür. Kur'ân bugün ilaç sanayinde kullanılan balın bu bilimsel özelliklerini onda insanlar için bir şifa vardır cümlesiyle 15 asır önce işârî olarak haber vermiştir. KUR'ÂN VE ZOOLOJİ (Hayvan Bilimi) Süleyman da, Davut'a varis oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi… (Neml, 16) Nihâyet neml (karınca) vâdisine geldiklerinde, (içlerinde reis olan) bir karınca: Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin! Süleymân ve orduları farkında olmayarak sizi ezmesin! dedi. Bunun üzerine (Süleymân) onun sözünden dolayı gülercesine tebessüm etti… (Neml, 18-19) Kur'ân, bu âyetlerde hayvanların çıkardıkları seslerin rastgele olmadığına ve birbirleriyle iletişim kurduklarına işaret etmektedir. Bilim adamları ilk olarak 1968 yılında kuşlar, karıncalar, balinalar ve daha birçok havyan türü üzerinde yaptıkları araştırmalar sonucu hayvanların kendi türleri arasında iletişim kurduklarını gözlemlemişlerdir. Bugün ise hayvanların değişik sinyaller kullandığı ses bilgisayarı ve ses spektrografı (Ses sinyallerini görsel olarak analiz edip, sesin frekansını ve şiddetini belirlemekte kullanılan alet) analizleriyle tespit edilmeye başlanmıştır. Meselâ balinaların dilleri ses tonu özelliklerine göre 50 kategoriye ayrılmıştır. Buna göre kendi aralarında kullandıkları ortak dilin yanında, her sürüye özel ayrı ses sinyali ile de iletişim kurabilirler. Gelişen teknoloji ile modern bilimin ancak ulaştığı bu bilimsel gerçekleri Kuran 15 asır önce işârî olarak haber vermiştir. KUR'ÂN VE JEOLOJİ (Yer Bilimi) Allah, yedi (kat) göğü (ve) yerden de onların mislini yaratandır… (Talak, 12) Kur'ân bu âyette Yerkürenin de gökyüzü gibi ayrı ayrı tabakalardan oluştuğuna işaret etmektedir. Modern jeolojinin temelleri ilk olarak 16. yüzyılda atılmıştır. Gelişen teknolojiyle yapılan çalışmalar sonucu Yerkürenin Litosfer, Hidrosfer, üst Manto, Astenosfer, Alt Manto, Dış çekirdek ve İç çekirdek olmak üzere yedi tabakandan oluştuğu ortaya çıkmıştır. Ve bilim adamları yerküre tabakalarının bu şekilde yaratılması sayesinde Dünya'da hayatın mümkün olduğu sonucuna varmışlardır. 17. yüzyılda ortaya çıkan bu bilimsel gerçekleri Kur'ân 15 asır önce haber vermiştir. KUR'ÂN VE KİMYA …Hem kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için (birçok) menfaatler bulunan hadid'i (demiri, bir nimet olarak ) indirdik… (Hadid, 25) Kur'ân endüstrinin ham maddesi olan demir elementini haber veriyor. Ve âyette geçen indirdik انزلنا (enzelnâ) kelimesiyle demirin dünyada olmayıp gökten indirildiğine işaret ediyor. 20. yüzyılda yapılan araştırmalar Dünya'daki demir madeninin dış uzaydaki dev yıldızlardan geldiğini ortaya koymuştur. (Ayrıca ØØ¯ÙŠØ¯ hadid kelimesinin ebced hesabı demirin periyodik cetveldeki atom numarası olan 26yı verir. ) KUR'ÂN VE ASTRONOMİ Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedir. Yemin olsun o dönüşlü (halden hale giren) göğe! (Enbiyâ, 33) (Târık, 11) Kur'ân gök cisimlerinin belli yolları ve yörüngeleri olduğuna ve yörüngelerinin dışında kendi etraflarında da döndüklerine işaret eder. Asırlar boyunca dünyanın, kâinatın merkezinde sabit olarak durmakta olduğu sanılmıştır. Ancak 17. yüzyılda astronomide ilerleme kaydedildikçe dünya'nın yalnız kendi etrafında değil güneşin etrafında da döndüğü keşfedilmiştir. Aynı zamanda bütün gök cisimlerinin de belli yolları ve yörüngeleri olduğu ortaya çıkmıştır. Bilim adamlarının asırlar sonra ortaya çıkardığı bütün bu gerçekler ve daha niceleri 15 asır öncesinden beri Kur'ân'da bulunduğu gibi bilimin bundan sonra keşfedeceği bütün bilimsel gerçekler de Kur'ân'da vardır.

Seksen küsur sene bir ömr-ü ma'nevîyi sizlere kazandıracak olan şuhur-u selâse-i mübârekeyi ve bilhassa bu geceki Leyle-i Regâib'i tebrik ediyoruz. (Kastamonu Lâhikası, 96) Bu şuhur-u selâse, seksen küsur sene bir ömrü kazandırıyor. Elbette sizler gibi mücahidler, onu kazanmaya çalışacaksınız. Cenâb-ı Hak her bir gecesini sizin hakkınızda Leyle-i Mi'rac ve Leyle-i Berat ve Leyle-i Kadir kadar kıymetdar eylesin, âmîn. (Kastamonu Lâhikası, 55) Cenâb-ı Hakk'a hudutsuz şükürler olsun ki bizlere tekrar şuhur-u selâseyi (üç ayları) görmeyi nasib etti. Feyiz, bereket ve mağfiret dolu bu ma‘nevî rahmet mevsimine kavuşmanın lezzetini yaşamaktayız. Üç ayların gelişiyle birlikte müslümanların ruhlarını bambaşka bir hava kaplar ve kalpleri huzurla dolar. İlâhî rahmet adeta cuşa gelip coşar ve dalga dalga mü'minleri kaplar. Sanki dünya cennetten süzülen nuranî bir havayla dolup taşar. Semavat âlemlerinin mübarek ve masum sakinleri gruplar halinde mü'minlerin etrafını sarar. Âlemlerin Rabbinden kullarına rahmet, mağfiret, feyiz ve bereketler yağar. Kâinatın ma‘nevî atmosferi değişir. Öyleyse her bir mü'min, bu mukaddes pazardan maddî ve ma‘nevî ihtiyaçlarını temin etmek hususunda a'zamî gayret ve çaba göstermelidir. Üç ayların, dünyada âhiret ticareti yapan mü'minlere kazandırdığı yüksek kâr ve kazancı Bedîüzzaman Hazretleri şu sözleriyle ifade eder: Her hasenenin (iyiliğin) sevabı başka vakitte on ise Receb-i Şerîfte yüzden fazladır. Şâ‘bân-ı Muazzamda üçyüzden ziyâdedir. Ramazân-ı Mübârekte bine çıkar ve cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadir'de (kadir gecesinde) otuz bine çıkar. (Şuâlar, 521) ÜÇ AYLAR VE KULLUK ŞUURUNUN TAZELENMESİ Kur'ân-ı Hakîm'in pek çok âyetinde Rabbimiz, insanın yaratılış gayesinin kendisini tanımak ve kendisine kullukta bulunmak olduğunu ısrarla bildirir. İnsan imtihan için geldiği bu dünyada ebedî kalmayıp gün geldiğinde âhirete gidecektir. Âhirette de, ya ebedî saadet yurdu olan cennetin şerefli bir misafiri ya da daimi azap yurdu olan cehennemin bedbaht bir sakini olacaktır. Bu imtihanı kazanmak ya da kaybetmek meselesi insanın en mühim ve büyük bir meselesi iken; insanların ekserisi gaflet sebebiyle dünyaya bağlanmakta ve âhiret hazırlığını hep ihmal etmektedir. Bu vaziyetteki insanlar, gaflet uykusundan ancak ölüm ziliyle uyanabilmekte ve telâfisi mümkün olmayan bir helâkete kendilerini atmaktadırlar. Rahmeti gazabını geçen Rabimiz, insana gafletten sıyrılıp kulluk şuurunu tazelemesi için değişik fırsatlar sunar. Günlük beş vakit namaz, ezân-ı Muhammedî, Cuma namazı, Ramazân-ı Şerîfteki oruç ve hac farîzasını, insanları gafletten uyandıran ma‘nevî bir uyarıcı olarak kabul edebiliriz. İşte, 4 Temmuz'da girmesiyle müşerref olduğumuz üç aylar da hem bir gafletten silkinme ve uyanma hem de ma‘nevî bir tedavi ve bakım ayıdır. Evvelindeki 9 ay boyunca değişik sebeplerle ma‘nevîyatta gerileyip pek çok ma‘nevî kirleri omuzuna yüklemiş, gaflet sebebiyle farkında olmadan Rabbinden uzaklaşmış olan insanlara; kendilerine yeniden bir çeki düzen verdiren, âhiret hayatını dolayısıyla mükellefiyetlerini hatırlatan çok feyizli ve bereketli bir uyanış mevsimidir üç aylar. 3 AY İSLÂMİYET, 9 AY GAFLET Üzülerek belirtelim ki, pek çok insan yılın üç ayını hatta sadece Ramazan ayını kulluk şuuruyla değerlendirip dokuz ay gafletle hareket etmektedir. Oysaki İslâmiyet sadece üç aylara ya da mübarek gün ve gecelere değil hayatımızın her ânına ve her alanına nüfuz etmeli. Peygamberimiz (sav), Allah için yapılan ibâdetlerin en makbulü, az da olsa devamlı olanıdır buyurmakla kulluğun sürekliliğine dikkatleri çekmektedir. Üç ayların bitişiyle birlikte takkeler, namazlıklar, tesbihler sandığa ve dinî vazifeler gelecek üç aylara bırakılıyorsa hemen kendimize gelip tekrar ubudiyet kisvesine bürünmeliyiz. Üç aylardaki hareket ve ibâdetlerimizi tüm yıla yayarak Allah'ın rızasını kazanma yolunda gayret sarfetmeliyiz. Nasıl ki Cenâb-ı Hak hesabsız nimetlerini sadece üç aylara mahsus kılmıyor, her zaman veriyor. Bizler de Cenâb-ı Hakk'a karşı olan şükür ve kulluğumuzu sadece şuhur-u selâseye hasretmeyip ömrümüzün tüm vakitlerine yaymalıyız. Şuhur-u selâse, Receb, Şaban ve Ramazan aylarını; bu şerefli aylar da mübarek kılınmış gün ve geceleri içinde barındırır. Şimdi bu şerefli ayların ve mübarek gecelerin ehemmiyetinden kısaca bahsetmeye çalışalım. RECEB-İ ŞERÃF VE FAZİLETİ Rahmet mevsiminin ilk halkasını Receb-i Şerîf oluşturmakta. Receb; ta'zîm ve saygı anlamlarına gelir. Allah Resulü (sav), Recep ayı Allah'ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır. (Aclunî, Keşfu'l-Hafâ, 1/423) diyerek nebevî ifadeyle şanı ve şerefi yüce olan Allah'ın ayını idrak etmekteyiz. Cahiliye dönemindeki Araplar da bu aya gereken ta'zîm ve hürmeti gösterirlerdi. Bu ay içinde kılıçlarını kınına sokar ve kanlı düşmanlıklarının üzerine geçici de olsa sükunet örtüsünü çekerlerdi. Bu aya sağır ay denmesi sükunet ayı olmasındandır. Sağır ay olmasının başka bir nedeni ise, Receb-i Şerîfin hürmetine, bu ayda işlenen günah ve hataları bu ayın duymaması ve mü'minlerin sadece sevaplarına şahitlik etmesidir. Yani Cenâb-ı Hak mü'minlerin işledikleri günahları bu ayda affetmektedir. İslâmiyet'in gelişiyle bu aya olan hürmet ve ta'zîm devam ettirilmiş, içindeki Regâib ve Mirac geceleriyle de Allah katındaki şerefi insanlara bildirilmiştir. Peygamberimiz (sav) üç aylara girdiğinde Ramazan ayına kadar şöyle duâ ederlerdi: Allah'ım! Recebi ve Şabanı hakkımızda hayırlı ve mübarek kıl ve bizi Ramazana ulaştır. (Câmiu's-sağir,2/90) Receb ayına recm ayı da denir. Çünkü bu ayda şeytanlar mü'minlere eziyet ve sıkıntı vermemeleri için taşlanır, kovulup uzaklaştırılırlar. Receb ayına mutahhar (temizleyici) denmesinin sebebi ise; bu ayda tutulan oruçların, hataların ve günahların temizlenmesine vesile olduğu içindir. Receb ayı aynı zamanda tevbe ayıdır. Kul kendi hata ve günahlarından dolayı Cenâb-ı Hakk'a yalvaracak ve bağışlanmasını dileyecek. Din âlimleri Receb ayından bahsederken, ekme, ekim, ziraat ayı olarak bahsetmişler. Şaban bakım ayı, Ramazan ise biçim ayıdır yani ma‘nevî mahsulün toplandığı aydır demişler. Bedîüzzaman Hazretleri bu ayda yapılan ibâdetlere ve işlenen iyilik ve hizmetlere 100 katıyla sevap verildiğini söyler. O zaman bizler de bu şerefli ayı oruçlarla, duâlarla, tevbelerle ve sâir ibâdetlerle geçirmeye çalışmalı ve rahmet pınarından kanasıya, doyasıya içmeliyiz. RECEBÜ'L-ESABB: REGÂİB GECESİ Receb ayının ilk Cuma gecesi Regâib Gecesi dir. Bu mübarek gecenin Cuma gecesinde idrak edilmesi ise kıymetini bir kat daha artırmaktadır. Regâib, Arapca bir kelime olup kendisine rağbet edilen, arzulanan, talep edilen şey manalarını taşır. Bu geceye Regâib ismini melekler vermiştir. Yani sayısız ikram ve ihsanlarda bulunur. Bu gecenin kadrini ve kıymetini bilip hürmet edenleri affeder. Namaz, oruç, sadaka ve diğer yapılan ibâdetlere binlerle sevaplar verir. Receb-i Şerîf'in genelinde geçerli olduğu gibi bilhassa bu gecede Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti cuşa gelip coşar. Bu ay ve bu gecede, sevaplar mü'minlerin amel defterlerinin sevap hanesine bol bol dökülmesi nedeniyle bu mübarek aya Recebü'l-Esabb denmiştir. Esabb Arapçada dökmek manasına gelir. Nehirlerin ve pınarların dağlardan şaldur şuldur çağlayarak dökülmesi gibi; hususen bu gecede Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti cuşa gelip sayısız ikram ve ihsanlarını dalga dalga, bol bol mü'min kullarına verdiği mübarek vakitlerdir. Bu kıymetli geceyi oruçla karşılayıp yine gündüzünü oruçla geçirmek çok faziletlidir. Bedîüzzaman Hazretleri bu gecede yapılan ibâdetlere 10 bin katıyla sevaplar verildiğini ifade eder. Bu geceyi namaz kılarak, Kur'ân okuyarak, salavât-ı şerîfeler getirerek, tevbe istiğfar çekerek, îmânî hakîkatleri okuyup dinleyerek lâyık-ı vechiyle değerlendirmeye çalışmak her mü'minin vazifesidir. Sene içerisinde az olmakla kıymeti ve şerefi yüce olan bu ma‘nevî rahmet deryasından bol bol istifade etmenin yollarını gözetmeliyiz. Cenâb-ı Hak nihâyetsiz rahmetinin tecellisiyle bizleri de affedip rısasına nâil eylesin inşallah. ULVà SEYAHAT: MİRAC GECESİ Allah'ın rahmetinin coştuğu, her tarafı feyiz ve bereketin sardığı ikinci şerefli gece Receb-i Şerîf'in 27. Gecesi olan Mirac Gecesi'dir. Mirac kelime olarak; yükselmek, terakkî etmek manalarını taşır. Yani bütün süfli duygulardan arınıp ulvî ve yüce olan tertemiz bir kulluğa yükselmek demektir. Peygamberimizin şahsında bütün ümmetinin önüne açılan nihâyetsiz bir yükselişin başlangıcıdır. Süleyman Çelebi de Aşikâre gördü Rabbü'l-izzeti / Âhirette öyle görür ümmeti demekle bu hakîkate işaret etmektedir. Mirac Mucizesi, Kur'ân'da âyetlerle anlatılan ve tasdik edilen Peygamberimizin en büyük mucizelerinden birisidir. Nitekim İsrâ Suresi'nin 1. âyetinde Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulunu(Muhammed'i) bir gece Mescid-i Haram'dan etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya (İsrâ-gece yürüyüşü- ile) götüren Allah, her türlü noksanlıktan münezzehtir. Şübhesiz ki Semî‘ (herşeyi işiten), Basîr (hakkıyla gören), ancak O'dur. buyurularak bu mukaddes seyahat haber verilmektedir. Peygamberimizin o gece Cenâb-ı Hak'la olan mükâlemesi (konuşması) ise Necm Suresi'nde anlatılmaktadır. Mirac, Peygamberimizin kemâlât mertebelerinde terakkîsinden (yükselişinden) ibarettir. Cenâb-ı Hakk o gece Habîbini bedeniyle birlikte bütün âlemlerde gezdirmiş, o ulvî âlemlerdeki icrâât ve san'atlarını O'na göstermiş, semâ tabakalarında bulunan muhtelif peygamberlerle görüştürmüş, âhiret âlemlerini, cennet ve cehennemi gösterip en son kendi cemaliyle perdesiz olarak müşerref kılmıştır. Habîbini bütün isim ve sıfatlarının tecellîsine mazhar kılmıştır. Kâinat tabakalarındaki rububiyet ve icrââtlarına şahid ve dellal yapmıştır. Sonra da başta beş vakit namaz olamak üzere kullarından isteklerini ve kullarına olan emirlerini onunla tebliğ etmiştir. Peygamberimiz (sav), Mirac günü bizi temsilen Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna çıktı. Başta insanlar olmak üzere bütün varlıkların değişik lisanlarla yaptıkları ibâdet, tesbih, hamd ve zikirlerini toplu olarak âlemlerin Rabbine arz etti. Bu yönüyle bakılırsa mirac, varlıklardan yani halktan Hakk'a gidişin adıdır. Diğer bir yönüyle de Hak'tan halka geliş olup Allah'ın bizden istediklerini, emir ve yasaklarını Resul sıfatıyla bizlere tebliğ etmiştir. İşte Mirac Gecesinde mü'minler hayalen asr-ı saadete gidip Allah Resulünün bu mukaddes yolculuğunda ona eşlik edip Miracdaki sırları anlamaya çalışırlar. Namazlarını kılarlarken bu kudsî mânâları tefekkür ederler. Namaz mü'minin miracıdır hakîkatini ruhlarında pekiştirip bu geceyi namazlarla, salâvatlarla ve duâlarla idrak etmeye çalışırlar. Şimdiden tüm âlem-i islâmın Mirac Gecesi mübarek olsun. Cenâb-ı Mevlâ o gecenin sırrına ve feyzine bizleri erdirsin inşallah. ŞÂ‘BÂN-I ŞERİF VE FAZİLETİ Rahmet mevsiminin ikinci nurânî halkasını Şâ‘bân-ı Şerîf oluşturmakta. Büyüklerin tabiriyle bakım, amel, muhabbet ve hizmet ayı. Bu ayı şerefli ve değerli kılan en önemli tarafı, diğer aylara göre (Ramazân-ı Şerîf hariç), yapılan her amel ve ibâdete üç yüz kattan fazla sevap verilmesidir. Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, 50 yıllık bir ibâdet sevabını insanlara kazandıran Berat Gecesi'ni içinde bulundurmasıdır. Yine bu ayda mü'minlerin günahları temizlenmeye devam eder. Sevgili Peygamberimiz, Şaban günahları temizleyendir buyurarak bu ayın kıymetini yükseltirdi. Şaban benim ayımdır buyururlardı. Receb ayında başladığı Allahım! Recebi ve Şabanı hakkımızda hayırlı ve mübarek kıl ve bizi Ramazana ulaştır. duâsını bu ayda da sürdürürlerdi. Peygamberimizin bu ayı yüceltmesinin bir sebebi de hemen arkasından gelen ve Kur'an ayı olan Ramazân-ı Şerîf içindir. Hz. Enes'in rivâyetinde Peygamberimize sorarlar: Ya Resulallah, Ramazan'dan başka en faziletli oruç ayı hangi aydadır? Bu soruya Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam, Ramazan'ı ta'zîm için (Ramazan hürmetine) Şâban' da tutulan oruçtur cevabını verirler. (Tirmizı, Zekât: 28) Bunun içindir ki Allah Resulü Şaban ayının bazen tamamını bazen de çok günlerini oruçla geçirirlerdi. Bu ayı namaz, oruç ve sadaka gibi ibâdetlerle geçirmekle, Ramazan ayı için zihnen, ruhen ve bedenen bir hazırlık yapılmış olur. Zira toplumumuzda nasıl olsa Ramazan ayı geldiğinde çok ibâdet edeceğiz düşüncesiyle bu ayı gafletle geçirenlerin sayısı hiç de az değildir. Şaban ayındaki ibâdetlerle bu gaflet örtüsünü yırtmak gerektir. Bu hususta rehber-i mutlak olan Peygamberimiz şöyle buyururlar: Hz. Üsame sorar: Yâ Resulallah, Şaban ayında tuttuğunuz kadar hiçbir ayda oruç tuttuğunuzu görmedim. Bunun üzerine Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam şöyle buyururlar: Receb ve Ramazan ayları arasında şu Şaban ayında insanlar gafildir. Bu öyle bir aydır ki, ameller, Âlemlerin Rabbine bu ayda yükseltilir. Ben oruçlu iken amellerimin yükseltilmesini severim. (Nesei, Savm: 70) KUDSà ÇEKİRDEK: BERAT GECESİ Şâ‘bân-ı Şerîfin 15. Gecesi Berat Gecesidir. Bedîüzzaman Hazretleri bu gecenin bütün sene içinde kudsî bir çekirdek hükmünde olduğunu ve beşerin mukadderât programı nevinden olması cihetiyle de kadir gecesi kıymetinde olduğunu söyler. Hem devamla bu gece işlenen her bir salih amele ve okunan her bir Kur'ân harfine 20 bin sevap verildiğini böylelikle 50 senede kazanılacak bir ibâdet sevabına hâiz olduğunu ifade eder. (Şuâ'lar, 532) YILLIK KADER PROGRAMI Duhan Suresi'nin 2,3 ve 4. âyeti bu geceden bahseder ve Rabbimiz bütün hikmetli işlerin bu gecede ayırt edildiğini söyler. Bu gecede, gelecek seneye kadar meydana gelecek olayların hepsi melekler tarafından ayrı ayrı defterlere yazılır ve vazifeli meleklere teslim edilir. Rızıklar, eceller, zenginlik, fakirlik, doğumlar ve ölümler hep bu gecede kaydedilir. Fahreddin er-Razi'ye göre bu defterlerin düzenlenmesi bu gecede başlar, kadir gecesinde tamamlanarak her sahife sahibine teslim edilir. Bu gecede Allah çok kimseleri affeder. Peygamberimiz (sav) Allah Teâlâ Hazretleri, Nısf-u Şa'ban gecesinde dünya semâsına iner ve Kelb kabilesinin koyunlarının tüyünün adedinden daha çok sayıda günahı affeder. buyururlar. Cenâb-ı Hakk bu gecede dünya semasına tecelli eder ve şöyle seslenir: İstiğfar eden yok mu, affedeyim ve bağışlayayım. Rızık isteyen yok mu, hemen rızık vereyim. Başına bir musibet gelen yok mu, hemen sağlık ve afiyet vereyim. Böylece tan yerinin ağarmasına kadar bu şekilde devam eder. (İbni Mâce, İkame, 191) Hak Sübhan Hazretleri bizleri Berat Gecesine ulaştırıp günahlarından berat ettirdiği kullarından eylesin! ÖMÜR İÇİNDEKİ LEYLE-İ KADİR: RAMAZÂN-I ŞERİF Ramazân-ı Şerîf; on bir ayın sultanı. Rahmet mevsiminin en son ve en kıymetli halkası. İçinde Kur'ânın nazil olmaya başladığı faziletli ve mübarek ay. Yapılan her iyiliğe 1000 katıyla sevap verilen, Cuma gecelerinde binlere çıkan ve Kadir Gecesinde 30 bine ulaşan cennet meyvelerini ehl-i îmâna kazandıran bereketli bir ay. Günahların affedilip, şeytanların zincire vurulduğu mukaddes bir aydır Ramazan. İslâmın şiarlarından olan oruç ibâdetinin ifa edildiği kutlu ay. Sabrın öğrenildiği, cennet kapılarının açılıp cehennem kapılarının kapandığı ve meleklerin yer yüzüne misafir olduğu eşşiz bir aydır Ramazân-ı Şerîf. Şehr-i Ramazan, başta Kur'ân olmak üzere semavi kitapların (Tevrat, İncil ve Zebur) insanlığa indirildiği hiçbir aya nasib olmayan çok nasibli ve nadide bir aydır. Teravihleriyle, sahurlarıyla ve iftarlarıyla diğer aylardan çok farklı müstesna bir aydır Ramazan. 83 senede kazanılabilecek sevapları bir gecede mü'minlere kazandıran leyle-i Kadri sinesinde saklayan en kıymetli aydır Ramazan. Yüce Rabbimiz bu ayın kendi katındaki fazilet ve yüceliğini bizlere bildirmek için Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurur: (O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, insanlara doğru yolu göstermek ve hidâyet ile furkândan (hak ile batılı ayıran hükümlerden) apaçık deliller olmak üzere, Kur'ân onda indirilmiştir. Öyle ise içinizden kim o aya erişirse, artık onda oruç tutsun…) (Bakara, 185) Hakk Teâlâ, Ramazân-ı Şerîfe yetişmeyi ve ma‘nevî feyiz ve bereketinden ziyâdesiyle istifade etmeyi cümlemize nasib eylesin. Âmîn. BİN AYDAN HAYIRLI GECE: KADİR GECESİ Rabbimizin rahmetinin zirveye ulaştığı kutlu ve şerefli gece, Kadir Gecesi… Gecelerin incisi, vakitlerin en değerlisi; Ramazân-ı Şerîfin 27. gecesi. Öyle ki Cenâb- ı Hakk bu gecenin kendi katındaki ulviyetini anlatmak için Kadir Suresi ismiyle müstakil bir Sure indirmiştir. Evet, Kadir Suresi 5 âyetiyle bu geceden bahseder. Rabbimiz üç kez Leyletü'l-Kadr (Kadir Gecesi) ibaresini bu surede zikreder. Kadir Suresi'nde belirtildiği üzere, bu gece 1000 aydan daha hayırlı bir gecedir. Rabbimizin rahmet hazinesi geniştir. Bir gecede 83 yıllık bir ibâdet sevabını rahmetiyle layık kullarına verir. Bu gecenin kadri ve kıymeti iyi bilinip o yüksek kazançtan istifade etmeye çalışmalıdır. Bu gecenin diğer önemli bir yönüyse, insanlara ve cinlere iki dünyanın saadet rehberi olarak gönderilen Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şânın bu gecede dünya semasına indirilmiş olmasıdır. Onun içindir ki her Ramazanda mü'minler Kur'ân'a sarılmakta, sanki yeni nazil olmuş gibi aşk ve şevk ile ona yönelmektedir. Cenâb-ı Hakk bizleri Kadir Gecesine ulaştırıp o gecenin feyzine ve sırrına erdirip a'zamî istifade eden kullarından eylesin. Âmîn.. ZÜNNUN-U MISRà HAZRETLERİ MÜBAREK ÜÇ AYLARLA İLGİLİ OLARAK ŞUNLARİ SÖYLER: Receb ekim, Şaban sulama, Ramazan ise harman ayıdır… Receb cefâyı terk ayıdır; Şaban amel ve vefâ ayıdır; Ramazan ise sadâkat ve safâ ayıdır… Receb tevbe ayıdır; Şaban muhabbet ayıdır; Ramazan Hakk'a yakınlık bulma ayıdır… Receb hürmet ayıdır; Şaban hizmet ayıdır; Ramazan nimet ayıdır… Receb ibâdet ayıdır; Şâban zâhidlik ayıdır; Ramazan ise ziyâdesiyle nimetlere ermek ayıdır… Receb ayında iyilikler kat kat artar; Şâban ayında kötülükler kalkar; Ramazan ayında ikramlar gelmeye başlar… RECEB AYİ VE REGAİB GECESİ İLE İLGİLİ HADİS-İ ŞERİFLER: • Allahu Teâlâ, Receb ayında oruç tutanları mağfiret eder. (Gunye) • Receb-i Şerif'in bir gün başında, bir gün ortasında ve bir gün de sonunda oruç tutana, Receb'in hepsini tutmuş gibi sevap verilir. (Miftah-ül-Cenne) • Ramazan ayı dışında Allah rızası için bir gün oruç tutan, iyi bir yarış atının bir asırda alacağı mesafe kadar Cehennemden uzaklaşır. (Ebu Yala) • Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez. Regaib gecesi, Şabanın 15. gecesi, Cuma, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı gecesi.) (İbn-i Asâkir) • Receb-i Şerîf'in birinci gününde oruç tutmak üç senelik, ikinci günü oruçlu olmak iki senelik ve yine üçüncü günü oruçlu bulunmak bir senelik küçük günahlara kefaret olur. Bunlardan sonra her günü bir aylık küçük günahların af ve mağfiretine vesile olur. (Camiu-s Sağir) HZ. ALİ'NİN RECEB AYİNDA ŞU ŞEKİLDE DUA ETTİĞİ RİVAYET EDİLİR: Allah'ım, salat eyle Muhammed Aleyhissalâtü Vesselamın üzerine; hikmet yıldızları ve devamlı nimet ve ismet kaynağı ehl-i beytine. Allah'ım, beni her türlü kötülükten koru. Beni unutkan etme ve gaflet üzerinde bırakma. Sonumu da hasret ve pişmanlıkla bitirme. Benden razı ve hoşnut ol. Senin mağfiretin zalimler içindir, ben de nefsime zulmettim. Allah'ım, beni bağışla, beni bağışlamakla sana bir zarar gelmez. Bana nimetlerini ihsan et, bana vermekle senin ihsanın azalmaz. Senin rahmetin geniş ve boldur. Hikmetlerin ise hoş ve güzeldir. Allah'ım, bana sıhhat ve afiyet ver. Güven ve huzur ihsan eyle. Şükür ve takvaya ulaştır. Allah'ım, Senden sabır ve doğruluk istiyorum. Bana işimde kolaylık ver. İşlerimi güçlükle gördürme. Aileme, çocuklarıma ve kardeşlerime iyilik ve ihsanda bulun. Onları mü'min ve Müslümanlardan kıl ve bu şekilde dünyadan ayrılmalarını nasip eyle. ABDULLAH BİN ZÜBEYR (RA) ŞÖYLE DEMİŞTİR: Bir kimse, Allah Teâlâ'nın ayı olan Receb'de bir mümin kardeşini, gam ve üzüntüden kurtarsa, Allah ona Firdevs Cennetinde gözünün görebildiği kadar büyük bir saray ihsan eder. Dikkat ediniz! Receb ayına hürmet ve ikram ediniz ki, Allah Teâlâ bin türlü kerametle size ikram ve ihsan etsin. (Gunye 1/178) Berat Gecesinin beş ayrı özelliği vardır: 1. Bütün hikmetli işlerin ayırımına başlanması. 2. Bu gecede yapılacak ibadetlerin diğer vakitlere nispetle kat kat sevaplı olması. 3. İlâhi rahmetin bütün âlemi kuşatması. 4. Allah'ın af ve bağışlamasının coşması. 5. Peygamberimize tam bir şefaat yetkisinin verilmiş olması.

Şu belde ki, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gün haram kıldığı bir beldedir. Burası Allah'ın haram kılmasıyla kıyamet gününe kadar haramdır. Biline ki, burada savaş benden önce hiçbir kimseye helal değildir. Gündüzün bir vakti dışında bana da helal değildir. Burası Allah'ın haram kılmasıyla kıyamet gününe kadar haramdır. Buranın dikeni koparılmaz, avı ürkütülmez, yere düşmüş buluntu bir mal da sadece sahibini bulmak için alınır, yaş otu da koparılmaz. Hadîs-i Şerîf DÜNYANIN MERKEZİ: MEKKE Geçtiğimiz Nisan ayında, İslâm Hukuku ve Jeoloji mevzularında uzman ilim adamları, Katar'ın başşehri Doha'da tertîb edilen Dünyanın Merkezi Mekke isimli konferansta bir araya geldiler. Konferansa katılan ilim adamları dünya saat ayarlamasında başlangıç noktası olarak İngiltere'deki Grinviç (Greenwich) yerine Mekke'nin kabul edilmesini taleb ettiler.(1) Konferansta Mekke'nin dünyanın tam merkezinde yer aldığının artık ilmî olarak da isbât edildiği ifade edilirken şu deliller sıralandı: • Mekke, yeryüzünü oluşturan yedi kıt'anın hepsinin etrafından geçen bir dairenin tam ortasında yer almakta. • Mekke ile aynı meridyen çizgisi üzerinde yer alan yerler, pusulada manyetik iğnenin belirlediği manyetik kuzeyle ve kutup yıldızının belirlediği gerçek kuzeyle uyumlu. • Mekke'nin meridyen çizgisinde herhangi bir manyetik sapma bulunmamakta. Hâlbuki aralarında Grinviç'in de bulunduğu diğer bütün meridyen çizgilerinde manyetik bir sapma var. TÂRİH BOYUNCA MEKKE Mekke-i Mükerreme, Hz. Âdem (a.s.) devrinden beri, dünya târihinde en mühim hadiselerin cereyan ettiği bir şehir olmuştur. Dünya târihini değiştiren dönüm noktaları hep bu şehirde meydana gelmiştir. Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. Havva, dünyaya gönderilmelerinden sonra ilk defa bu mübarek şehirdeki Arafat mevkiinde bir araya gelmişlerdir. Ka'be-i Muazzama'yı ilk inşâ eden de yine Hz. Âdem (a.s.)'dır. Hz. Nuh (a.s.)'ın gemisi, dünyayı dolaşırken Mekke'ye kadar gelmiş, Harem-i Şerif'in etrafında yedi defa dönmüş, daha sonra da Yemen üzerinden geri dönüp Cudi Dağına oturmuştur.(2) Hz. İbrahim (a.s.), oğlu Hz. İsmail (a.s.) ile zevcesi Hz. Hacer'i, Cenâb-ı Hakk'ın emriyle o devirde hiç kimsenin ikamet etmediği Mekke'ye getirip bırakmış, daha sonra da onları Allah'a emanet ederek Filistin'e geri dönmüştür. Cenâb-ı Hakk'ın izniyle Zemzem suyu bu hâdise üzerine ortaya çıkmıştır. Ve binlerce senedir, bu mübarek su Mekke'ye gelenleri hem doyurmakta, hem de susuzluklarını gidermektedir. Hz. İsmail'in kurban edilme teşebbüsü ve Cenâb-ı Hakk'ın semadan bir koç indirmesi gibi dünya tarihine yön veren birçok hadise hep bu topraklarda vuku bulmuştur. Hz. İsmâil (a.s.), Mekke'de büyümüş ve bu mahalle yerleşen Cürhümîler'den bir kızla evlenmiştir. Sebe' Suresi 16. Âyetinde (3) ifade edilen Arim seli sebebiyle Yemen'den ayrılarak Mekke civarına gelen Huzâa kabîlesi, Hz. İsmâil (a.s.)'in soyundan gelenlerin de yardımıyla Cürhümîleri Mekke topraklarından sürüp çıkarmışlardır. Ancak Cürhümîler Mekke'den ayrılırken Ka'be'ye verilen hediyeleri ve birçok kıymetli eşyayı Zemzem kuyusuna atıp, üzerini toprakla doldurduktan sonra, kuyuyu belirsiz hâle getirmişlerdir. O sebeple Zemzem kuyusu, uzun müddet gizli kalmıştır. Mekke'nin idaresi yaklaşık üç asır Huzâalıların elinde kalmıştır. Miladî 400'lü senelerde Peygamber Efendimiz'in dedelerinden Kusayy bin Kilâb tarafından Mekke'nin idâresi ve Ka'be'nin muhâfızlığı ele geçirilmiş ve Huzâalılar Mekke'den çıkarılmışlardır. Kureyş'in başına geçen Kusayy, Ka'be'nin etrafında bugünkü Mekke şehrini kurmuştur. Mekke şehrini kuran Kusayy, şehrin idâresi, Ka'be'nin bakımı ve Ka'be'yi ziyârete gelenlere hizmet ile alâkalı bazı vazifeler ihdâs etmiştir. Bu hizmetler Hz. İsmâil (a.s.)'in soyundan gelenler tarafından yerine getirilmiştir. Ancak, Allah'a ibadet için yapılmış olan Ka'be, zamanla Tevhid inancının unutulmasıyla, putlarla doldurulmuştur. Kusayy'ın vefatından sonra Mekke'nin idaresi ve Ka'be'nin muhafızlığı, oğlu Abdimenâf'a, ondan da oğlu Hâşim'e geçmiştir. Hâşim ticaret için gittiği Şam seferinde vefat edince, vazifelerini kardeşi Muttalib devralmıştır. Hâşim, Medine'de Hazrec kabilesinin Neccar oğulları kolundan Selmâ ile evlenmiş ve Şeybe isimli bir oğlu olmuştur. Selmâ Medine'den ayrılmadığı için Şeybe, Medine'de dayılarının yanında büyümüştür. Hâşim vefât edince, amcası Muttalib Şeybe'yi Mekke'ye getirir. Mekkeliler, Muttalib'in yanında, tanımadıkları bir çocuk görünce, Şeybe'yi Muttalib'in kölesi zannederek, ona Muttalib'in kölesi ma'nâsında Abdülmuttalib demişlerdir.(4) Bu sebeble Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'in dedesi Şeybe, Abdülmuttalib olarak anılmıştır. Muttalib'den sonra Mekke'nin idaresi Abdülmuttalib'e geçmiştir. Meşhur Fil Vak'ası da Abdülmuttalib'in idaresindeki Mekke'de vuku bulmuştur. KUR'ÂN-I KERÃM'DE MEKKE Mekke'ye günahları eksilttiği veya giderdiği ve orada zulüm yapanları helâk ettiği, zorbaların, zalimlerin boyunlarını kırdığı, kibir ve gururlarını yok ettiği, insanlar orada toplanıp biriktiği için Mekke ismi verilmiştir.(5) Mekke, Kur'ân-ı Kerîm'de çok değişik isimlerle yer almaktadır. Sırasıyla sayarsak; Mekke, Bekke, Ümmü'l Kurâ, Beled, Belde, Harem-i Emin, Maâd (dönülecek yer), Karye…vb gibi isimlerle zikredilmektedir.(6) MEKKE'NİN MEVKİİNİN EHEMMİYETİ Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Mekke'nin fethi günü: Şu belde ki, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gün haram kıldığı bir beldedir. Burası Allah'ın haram kılmasıyla kıyamet gününe kadar haramdır. Biline ki, burada savaş benden önce hiçbir kimseye helal değildir. Gündüzün bir vakti dışında bana da helal değildir. Burası Allah'ın haram kılmasıyla kıyamet gününe kadar haramdır. Buranın dikeni koparılmaz, avı ürkütülmez, yere düşmüş buluntu bir mal da sadece sahibini bulmak için alınır, yaş otu da koparılmaz.(7) buyurmuşlardır. Cenâb-ı Hakk dünyayı ilk yarattığı andan itibâren Mekke-i Mükerreme şehrini mübârek ve mukaddes bir belde kılmıştır. Bu mübârek beldenin hususiyetlerine göz attığımızda ise tam tersi bir manzarayla karşılaşmaktayız. Eğer maddeler hâlinde sıralayacak olursak konu daha iyi anlaşılacaktır: • Mekke, yengeç dönencesi üzerinde olup dünyanın en sıcak şehirleri arasındadır. Güneş ışınları aylarca dik açıyla düştüğünden sıcaklık çoğu zaman dayanılmaz derecelere ulaşmaktadır. • Yağışlar çok düzensiz olup, ya hiç yağmur yağmamakta, ya da çok yağdığı için seller meydana gelmektedir. • Tamâmen çöl ve dağlarla kaplı olduğu için çok az bitki türü yetişmektedir. Zâten Kur'ân-ı Kerîm'de de ekinsiz bir vadi olarak tasvîr edilmektedir.(İbrahim Suresi 37. Âyet) Kısacası zâhirî sebeblere bakıldığında bir kişinin Mekke-i Mükerreme'ye gitmesi, oraya yerleşmesi veya orayı ziyâret etmesi pek mümkün görünmemektedir. Peki, neden dünyanın her yerinden her sene milyonlarca insan bu topraklara gelmek, buraları ziyâret etmek ve birkaç hafta bile olsa ikâmet etmek için can atmaktadır? Neden ömründe bir kere dahi bu mübârek beldeyi ziyâret eden kendini dünyanın en bahtiyâr insanı saymaktadır? Cevâbı elbette ki çok basit. Çünkü Mekke'ye bu kudsiyeti ve mübarekliği veren bizâtihi Cenâb-ı Hakk'dır. Daha sonradan insanlar tarafından mübârek bir şehir nazarıyla bakılarak bu hâle gelmemiştir. O'na bu konumu veren kâinâtın sâhibidir. Kâinâtta hiçbir şeyde tesâdüf olmadığı gibi, Mekke'nin konumu ve mevkii de bir tesâdüfün eseri değildir. www.haber7.com Mustafa Asım Köksal Peygamberler Tarihi 1. Cild Sayfa:42-100Fakat (onlar, şükürden) yüz çevirdiler; bu yüzden üzerlerine Arim selini gönderdik ve onların iki bahçesini (de) buruk yemişli, acı ılgınlı ve (içinde) sidir ağacından az bir şey bulunan iki (harab) bahçeye çevirdik. Hayrât Neşriyât Muhtasar Meâliwww.diyanet.gov.trMustafa Asım Köksal Peygamberler Tarihi 1. Cild Sayfa:182Nuh Korkmaz Geçmişten Günümüze Mekke TarihiMüslim Hacc 445, Buhârî Cezâu's-Sayd 10

İDSB 5. Konsey Toplantısı Kuveyt'te Gerçekleştirildi 31 Mayıs-1 Haziran 2008 tarihinde Kuveyt'te gerçekleştirilen İDSB 5. Konsey Toplantısı sona erdi. Kur'ân-ı Kerîm tilavetiyle başlayan toplantının açılış oturumuna çok sayıda Kuveytli üst düzey yetkili katıldı. Açılış konuşmasını Yusuf Casim el-Hacci Ebu Ya'kub'un yaptığı oturumda Genel Sekreter Necmi Sadıkoğlu'nun yaptığı konuşmadan sonra ev sahibi kuruluş olan Uluslararası İslami Yardım Kurumu (Cemiyye El-Hayriyye)'yi ve İDSB'yi tanıtan sunumlar yapıldı. Karşılıklı hediyeleşmelerden sonra ikinci oturuma geçildi. Toplantıya 20 farklı ülkeden konsey üyelerinin yanı sıra, başta Türkiye'den olmak üzere pek çok sivil toplum kuruluşu temsilcisi ve akademisyen de iştirak etti. Toplantıda İslam Dünyasının problemleri masaya yatırıldı ve sivil toplum kuruluşları olarak yapılması gerekenler belirlendi. İki gün süren ve her konsey üyesinin ve komisyon başkanının ayrı ayrı raporlarını sunduğu toplantının sonunda İDSB komisyonlarının faaliyet programı belirlendi, 8–9 Aralık'ta İstanbul'da gerçekleştirilen Uluslararası İslamofobya Konseransında kurulması kararlaştırılan Ayrımcılıkla Mücadele Komitesi'nin tesis ve işleyişi değerlendirildi, İDSB Konseyi'ne sunulan projeler değerlendirilip onaylandı, 2008 yılı faaliyet programı hakkında değerlendirmeler yapıldı ve 20 yeni üye daha birliğe katıldı. Böylece İDSB üye sayısı 130'a ulaşmış oldu. İDSB AKSİYON DÖNEMİNE GEÇTİ İDSB Genel Sekreteri Necmi Sadıkoğlu Kuveyt'te gerçekleştirilen 5. Konsey Toplantısı açılışında İslam Dünyasına önemli mesajlar verdi ve İDSB'nin gelecek dönemdeki faaliyetleri hakkında ipuçları içeren konuşmasında İDSB'nin coğrafi ve demografik temsile ulaşmasıyla çok daha etkin olacağını ve artık aksiyon dönemine geçebileceklerini ifade etti. Sadıkoğlu konuşmasında özetle şunları söyledi: İslam Dünyasının birlik ve beraberliğini temin etmek, aramızdaki yardımlaşma ve dayanışmayı artırmak için 2005 Mayıs'ında İslam Dünyası STK'ları Birliği (İDSB)'yi kurmaya karar verdik. O günden bugüne hayli yol aldık. İDSB, şimdi, 40'a yakın ülkeden 110 üyesi ile devasa bir yapı olmaya doğru hızla yol alıyor. Kamboçya'dan Burkina Faso'ya; Amerika Birleşik Devletleri'nden Endonezya'ya, Kazakistan'dan, Sudan'a; Malezya'dan İngiltere'ye kadar, nerede Müslüman varsa oradan kuruluşlar bu çatı altında toplanmaya devam ediyorlar. Bu güce kolay ulaşmadık. Üç senedir yoğun gayretle yapılanma dönemine devam ediyoruz. Yapılanma dönemine devam etmekle birlikte, aksiyon dönemine de sür'atle ama itinalı ve ihtiyatlı adımlarla geçiyoruz. Artık bu gücümüzü daha etkin kullanmalıyız ve Allah'ın izniyle kullanacağız da. Yaşanan göçler, iletişimin güçlenmesi ve tebliğ faaliyetleri neticesinde artık İslam Dünyası denilince bütün dünya anlaşılmaktadır. Bizim de hedefimiz budur: Tüm dünyaya İslam Medeniyetinin sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu hep birlikte göstereceğiz. Dünyanın neresinde Müslümanlar varsa onların imdadına koşacak, onların gelişmesi ve kuvvetlenmesi için elimizden gelen bütün gayreti göstereceğiz. İDSB olarak demografik ve coğrafi temsili olabildiğince etkin kılmalıyız. Zira bu şekildeki etkin temsille birlikte ancak güçlü bir birlik haline gelebiliriz. Bu vazife hepimizin omzuna yüklenmiş en önemli farz vazifedir. Bugün dünyanın her neresinde olursa olsun, sıkıntı ve zulüm altındaki kardeşlerimizi düşünmek, onlar için dua etmek ve en önemlisi onlar için birlik ve beraberlik içinde daha çok çalışmak zorundayız. Unutmayalım ki, Filistin sadece Filistinlilerin meselesi değildir. Irak'ta akan kan sadece Irak'ın acısı değildir. Keşmir'de bitmek bilmeyen haksızlık ve hukuksuzluk sadece Keşmir'in çözmek zorunda olduğu bir problem değildir. Keza, Doğu Türkistan, Kıbrıs, Karabağ, Kafkasya, Kosova, Darfur, Filipinler, Burma, Tayland'da yaşanan trajediler hepimizin meseleleridir. Bunu böyle görmemizi imanımız emreder. Bilelim ki, bizim gayemiz bu şuuru uyandırmaktır. Dirilmek ve direnmektir. Uyanmak ve uyandırmaktır. Bu ulvi gayemize ulaşmak için çıktığımız yolda yardımcımız Allah, rehberimiz Kur'ân, örneğimiz Resulullah'tır. Allah'ın rızasından başka hiçbir hesapla ilgilenmiyoruz, ilgilenmemeliyiz. Birşeyi hiç unutmamalıyız: Biz harici veya dahili, kaynağı ne olursa olsun, aramızda nifak ve ayrılık tohumları ekecek her teşebbüse ve harekete karşı çok duyarlı olmalıyız. Her ne sebeple olursa olsun, zihinlerimize inşa edilen sınırları, duvarları, sunî barajları yıkma vakti gelmiştir. Artık eski hal muhaldir; ya yeni bir birlik potasında eririz ya da zillet ve esaret içinde; ihtilaf ve düşmanlıklarla yaşamaya mahkum oluruz. İzzet ve şerefle, tevhide inanmış, tevhide inandığı için de ittihada susamış kullar olarak Kur'ân'ın etrafında ve Peygamberimizin bayrağı altında toplanabilmeliyiz. Samimiyetle ve ciddiyetle!Allah, bu amacımız doğrultusunda bizleri güçlendirsin ve bizi muvaffak eylesin. TOPLANTININ SONUÇLARI İDSB 5. Konsey Toplantısı sonucunda başlıca şu kararlar alındı: 1. İDSB Coğrafi, demografik ve etkin bir temsile ulaştırılacak 2. İDSB'nin tanıtımı için özel kampanyalar düzenlenecek 3. Uluslararası Kuruluşlara akreditasyon çalışmaları başlatılacak 4. Uluslararası toplantılara ve oluşumlara temsilci gönderilecek 5. İDSB Komisyonlarının periyodik toplantılarla etkinliği ve proje uygulama kapasiteleri artırılacak 6. Başta İslamofobya ile mücadele etmek için kurulan Ayrımcılıkla Mücadele Komitesi faaliyete geçirilecek 7. İslamofobya Konferansının tebliğleri ve sonuçları yayına hazırlanacak 8. Üye ülkeler arasında öğrenci değişim projeleri başlatılacak 9. Uluslararası Sivil Toplum Eğitim projesi 2009'da başlatılacak 10. Filistin, Irak, Keşmir, Kafkasya, Darfur, Somali, Filipinler başta olmak üzere İslam Dünyasının problemli bölgeleri ile ilgili sosyal ve hukuki alanda etkin çalışmalar yapılacak.

Asaletini Kaybeden Irfan Asırlar geçti; birer birer söndü meşaleler. İrfan asaletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: KÜLTÜR. Genç kuşaklar, Batı'nın bitpazarlarından ithal edilmiş bu hazır elbiselere küçümseyerek bakıyor. Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca öğretmez yetiştirir, aydınlatır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan. Kurtuluşa Götürecek Tavsiyeler Allah'tan hayâ et! Diline sahip ol! Rabbim Allah! De sonra müstakim ol! İnanların elinden ümidini kes! Hayatta olduğun müddetçe namazını kıl! Özür dileyeceğin işi yapma! Hiçbir iyiliği hakir görme! Elbiseni yerde sürüme! Bu kibirden gelir Doğruyu söyle! Farz olan zekâtı öde! Beytullah da Hac yap! Dünya ve ahirette afiyet dile! Rivayet Müsned'de, Fudale b.Ubeyd'in Rasulullah'tan (sav) rivayet ettiği şu hadis yer almaktadır: Mücahid, Allah'ın (c.c) zatı yolunda nefsiyle mücadele edip onu gayrete getiren kimsedir. Aciz ise nefsini heva ve arzusuna tabi kılıp, sonra Allah'a (c.c) karşı temenniler besleyen kimsedir. Ibret Cafer b.Ahmed'den rivayet ediliyor: Ebu Mushir'i şöyle derken işittim; Peygamber (sav) dünyayı istememiş, o da onu istememiştir. Ebubekir de dünyayı istemedi, o da onu istemedi. Dünya Ömer'i istedi fakat o dünyayı terk etti. Cafer b.Ahmed'den rivayet ediliyor: Ebu Mushir'i şöyle derken işittim; Peygamber (sav) dünyayı istememiş, o da onu istememiştir. Ebubekir de dünyayı istemedi, o da onu istemedi. Dünya Ömer'i istedi fakat o dünyayı terk etti. Hz. Davud (as)'dan Nasihat Akıllı adamın dört saatten gafil olmaması gerekir 1. Kendisini hesaba çekeceği bir saat 2. Rabbine yalvaracağı bir saat 3. Güvendiği ve nasihat alacağı ve hatalarını düzelteceği kimselerle geçirdiği saat 4. Helal ve güzel olan lezzetleri tatmaya ayıracağı bir saat. Hakîkat Çekirdekleri'nden Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir. Batıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlaldir. Âlim-i mürşid koyun olmalı kuş olmamalı. Koyun kuzusuna süt verir. Kuş yavrusuna kay verir. İnsanları canlandıran emeldir. Öldüren yeistir. Şöhret insanın malı olmayanı dahi insana mal eder. Cennet olmazsa, cehennem ta'zib etmez. Biçare hakîkatler kıymetsiz ellerde kıymetsiz olurlar. Hakiki Mü'minin Vasıfları Allah'ın inayetini ve hoşnutluğunu ararlar. Ayakta iken, otururken, yatarken Allah'ı anarlar. Gülmesi tebessüm, susması taallümdür. Kimseye iftirada bulunmaz bilmediği bir işe karışmaz. İyice bilmediği duymadığı görmediği şeyleri bildim, gördüm duydum demez. İlmi çoktur, vakar ve ağır başlıdır. Eli açıktır, hayra hayır demez, kimseye kibir ve gurur taslamaz. Susması söylemesinden çok ve söylemesinde asla külfet yoktur. Kendi üzerine vazife olmayan işe ne elini ne dilini sokmaz. Imam-ı Gazali Buyurur ki: Hasedi doğuran müstakil yedi sebep vardır: 1. Düşmanlık 2. Kuvvetli, üstün ve yüce olma isteği 3. Büyüklenme 4. Kendini beğenme 5. İsteklerini elinden kaçırma kokusu, 6. Ululuk taslamak, ululanmak tutkusu 7. Kişinin tabiatının alçaklığı ve nefsinin pisliği Dilin Rahatlıgı Hukemadan biri şöyle demiştir: Bedenin rahatlığı az yemede, Dilinin rahatlığı da az konuşmadadır. Ayıkla Pirincin Tasını Yavuz Sultan Selim'in Yemen'i Osmanlı topraklarına katılmasından hemen sonra, Yemen'de bir isyan çıkmış. Uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa duruma el koyarak isyanı bastırmış. Böylece Yemen 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmış. Söylentiye göre Sinan Paşa'nın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar içindeki pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar. Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgârın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek adeta pirinçlerin üzerini kaplamış. Yemekle ilgilenen bir asker arkadaşlarına: Asıl şimdi ayıklayalım pirincin taşını! demiş. (DEYİMLERLERLE İSTANBUL)